İstanbul Üniversitesi Yayın No: 5111 İktisat Fakültesi Yayın No: 618 ISSN: 1304-0243 SOSYOLOJİ KONFERANSLARI ISTANBUL JOURNAL OF SOCIOLOGICAL STUDIES KIRKBEŞİNCİ SAYI No: 45 / 2012-1 İSTANBUL İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Metodoloji ve Sosyoloji Araştırmaları Merkezi EDİTÖR EDITOR IN CHIEF HAKEM KURULU EDITORIAL BOARD Veysel Bozkurt İstanbul Üniversitesi Farid Alatas, Singapur Milli Üniversitesi Burhan Baloğlu, İstanbul Üniversitesi Şenol Baştürk, Uludağ Üniversitesi Yücel Bulut, İstanbul Üniversitesi İsmail Coşkun, İstanbul Üniversitesi Buket Çakır, İstanbul Üniversitesi Glenn Dawes, James Cook Üniversitesi Mustafa E. Erkal, İstanbul Üniversitesi Hüsnü Erkan, Dokuz Eylül Üniversitesi Bedri Gencer, Yıldız Teknik Üniversitesi Nevin Güngör, Hacettepe Üniversitesi Sari Hanafi, Beirut American University Wiebke Keim, Freiburg Üniversitesi Abdullah Korkmaz, İnönü Üniversitesi Bedri Mermutlu, Uludağ Üniversitesi Süleyman Seyfi Öğün, Maltepe Üniversitesi Zeki Parlak, Marmara Üniversitesi Ali Yaşar Sarıbay, Uludağ Üniversitesi İhsan Sezal, TOBB Üniversitesi Edibe Sözen, İstanbul Üniversitesi Nadir Sugur, Anadolu Üniversitesi Ümit Tatlıcan, Adnan Menderes Üniversitesi Korkut Tuna, İstanbul Üniversitesi Hayati Tüfekçioğlu, İstanbul Üniversitesi Tina Uys, Johannesburg Üniversitesi Feridun Yılmaz, Uludağ Üniversitesi İbrahim Güran Yumuşak, Medeniyet Üniversitesi Memet Zencirkıran, Uludağ Üniversitesi SAYI EDİTÖRÜ ISSUE EDITOR Feridun Yılmaz Uludağ Üniversitesi YARDIMCI EDİTÖRLER ASSOCIATE EDITORS Filiz Baloğlu İstanbul Üniversitesi Uğur Dolgun İstanbul Üniversitesi YÖNETİCİ EDİTÖRLER MANAGING EDITORS Arzu Şahin İstanbul Üniversitesi Hakan Gülerce İstanbul Üniversitesi Web Adresi: www.iudergi.com E-Mail: sosyoloji@istanbul.edu.tr, Tel: 0212 440 00 00 - 11548 Adres: İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Merkez Bina, Metodoloji ve Sosyoloji Araştırma Merkezi, Beyazıt/İstanbul. İÇİNDEKİLER HAKEMLİ MAKALELER / REFEREED ARTICLES İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi Feridun YILMAZ ..............................................................................1-17 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet Lütfi SUNAR ....................................................................................19-42 Yeni Kurumsal İktisat Tamer ÇETİN ...................................................................................43-73 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı: Eğitime Katılma Yönünden Tartışmalar Şenol BAŞTÜRK ............................................................................75-123 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar Hüsnü ERKAN .............................................................................125-148 Din ve Kapitalizm Hüsniye CANBAY TATAR ..........................................................149-168 KİTAP DEĞERLENDİRMELERİ / BOOK REVIEWS Türk Sosyoloji Tarihine Eleştirel Bir Katkı - Yasin AKTAY Celil TAŞKIN / Hakan GÜLERCE.............................................169-171 Sanal Benlik - Ben AGGER Arzu ŞAHİN................................................................................. 173-174 Şakanın Ardından; Postmodernizmin Bilimsel, Felsefi ve Kültürel Eleştirisi - Alan SOKAL Özgür SAYIN.................................................................................175-180 Dergi Politikası ve Yazım Kuralları.............................................181-186 Sosyoloji Konferansları No: 45 (2012-1) / 1-17 İKTİSAT, KURUMSAL İKTİSAT VE İKTİSAT SOSYOLOJİSİ Feridun YILMAZ* Özet İktisat ile sosyoloji arasında 1970’li yıllara kadar devam eden bir entelektüel işbölümü mevcuttu. İktisat rasyonel seçim teorisi çerçevesinde piyasa analizine odaklanırken, sosyoloji ise yapılar, kültür ve değerleri açıklamaya odaklanmıştı. Yeni kurumsal iktisat ile iktisat sosyolojisinin gelişimi ile birlikte bu disiplin tanımları 1970’li yıllar başlarında radikal bir biçimde değişmeye başladı. İktisatta ortodoksi ile heterodoksi arasındaki ilişkinin doğası da aynı yıllarda hızla değişmeye başladı. Bu çalışmanın amacı iktisatta ortodoksi ve heterodoksideki gelişmelere odaklanarak iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişkiyi tartışmaktır. Kurumsal iktisat hem ortodoks hem de heterodoks iktisadın kullandığı bir tanım olduğundan, tartışma bu okul üzerinden yürütülecektir. Anahtar Kelimeler: Kurumsal iktisat, iktisat sosyolojisi, ortodoksi, heterodoksi ECONOMICS, INSTITUTIONAL ECONOMICS AND ECONOMIC SOCIOLOGY Abstract The division that existed between economics and sociology survived until the 1970s. Economics focuses on the market by emphasizing the framework of rational choice under the constraints of given preferences, whereas sociology emphasizes the roles of culture, structures and values. These disciplinary definitions changed radically after the 1970s, when both new institutional economics and economic sociology made significant achievements in terms of both theory and research. The nature of the relationship between orthodoxy and heterodoxy in economics also radically changed after the 1970s. The aim of this paper is to discuss the relationship between economics and sociology by focusing on the developments in orthodoxy and heterodoxy in economics. As the label of institutional economics is used by both orthodoxy and heterodoxy, the paper will also focus on institutional economics. Keywords: Institutional economics, economic sociology, orthodoxy, heterodoxy * Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü. E-mail: fyilmaz@uludag.edu.tr 2 İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ Giriş: Tarihsel arka plan ve günümüze yansımalar Sosyal bilimlerin felsefeden bağımsızlaşarak ortaya çıkışı büyük ölçüde sanayi kapitalizminin belirginleştirdiği yeni toplumsal yapıyla ilişkilidir. Ekonomi alanının tarihsel olarak ilk kez bu denli belirleyicilik kazanması, sosyal bilimlerin disipliner bağımsızlıklarının da şekillenme sıralamasını belirlemiştir. İktisat biliminin ortaya çıkış yıllarındaki isminin politik ekonomi (political economy) olması, dönemin yazarlarının ekonomi alanının politik olanın belirleyiciliği altında değerlendirilebileceğini tahayyül ediyor olmalarıyla ilgilidir. Fakat ekonomi alanının bütün toplumsal yapının yönlendiricisi olabileceği ondokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru artık açıkça görülmeye başlanınca disiplinin ismi iktisat bilimine (economics) dönüşmüştür. Bu yönüyle iktisat bilimi sosyal bilimlerin bilimsellik iddiasıyla doğuşunun müjdecisi olan bir disiplindir. Bu yüzden doğa bilimleri benzeri bir bilim olma anlamına gelen bilimsellik iddiası iktisadın peşini hiç bırakmayacaktır. Marjinalist devrimle birlikte politik ekonomi yerini iktisat bilimine bırakmıştır. Marjinalist devrimden sonra iktisat inceleme alanını iktisadi dünyadaki mübadeleye indirgemiş, yöntem olarak da doğa bilimlerini taklidi esas almıştır. Sosyoloji ise kendisine iktisadın ekonomi alanına nazaran toplum gibi daha bütüncül bir inceleme nesnesi seçmiş olmasına rağmen, disipliner sınır çizme ve meşruiyet arayışını bütünüyle iktisat biliminin seyrine dayandırmıştır. İktisadın marjinalist devrimle birlikte kendi inceleme alanını daraltması, sosyolojinin kendisine alan açmasına imkan vermiştir. Ondokuzuncu yüzyılda daha bütüncül iddialar peşinde koşan politik ekonomi, sosyoloji için rakip konumdayken, marjinalist devrimi geçirmiş olan iktisat içinse sosyoloji tamamlayıcı disiplin konumuna geçmiştir (Clarke 1982, 233). İktisatla sosyoloji arasındaki ilişkinin rakiplikten tamamlayıcılığa evrilmesinde marjinalist iktisatçılarla tarihçi iktisatçılar arasında yaşanan yöntem kavgasının (methodenstreit) ve bu kavgadan hareketle sosyolojinin alanını belirleme çabası gösteren Max Weber’in payı büyüktür. Yöntem kavgasında Carl Menger iktisadın soyut, değerden bağımsız ve evrensel kanunlarına vurgu yaparken, tarihselciler ise tarihsel bilgiyi, somut olanı ve değerleri öne çıkarmaktaydılar. Bu kavgada iktisadın ilk yolu seçmesi ve giderek teknikleşecek olan bir dile doğru evrilmesi paradoksal bir biçimde iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişkiyi de rakiplikten tamamlayıcılık ilişkisine dönüştürmüştür. Bu durum paradoksaldır çünkü iktisadın tarihselcilerin savunduğu yolda ısrarı sosyolojiye neredeyse alan bırakmamaktadır. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17 3 Weber tam burada devreye girer. Clarke’ın da (1982, 234) belirttiği gibi Weber sosyolojinin sosyal bilimlerin otonom bir dalı olarak gelişebileceği sistematik bir temel oluşturmuştur. İktisadi rasyonalitenin neredeyse yegane ideal etiği sunduğuna ilişkin görüşe itiraz edip, politik, dini, ahlaki ve estetik kriterlerin de toplumsal eylem için değerlendirme temeli oluşturabileceğinde ısrar etmiştir. Böylece sosyoloji iktisadın kapsamadığı bencil çıkar peşinde koşma dogması dışındaki bütün toplumsal eylem alanlarını inceleyebilir hale gelmiştir. Weber aslında bu sayede hem iktisat hem de sosyoloji için kavramsal bir temel geliştirmiştir. Weber’in attığı bu temel asıl olgunlaşmasını Lionel Robbins’in (1932) An Essay on the Nature and Significance of Economic Science ile Talcott Parsons’ın ([1937] 1968) The Structure of Social Action kitaplarında bulur. Bu iki kitapla birlikte iktisat ve sosyoloji arasındaki entelektüel işbölümü bir centilmenlik anlaşması ile netleşmiştir. “Robbins-Parsons uzlaşması” da denebilecek olan bu işbölümünde iktisat araçların verili amaçlara ulaşırken rasyonel olarak seçimine odaklanırken, sosyoloji bu amaçların toplumsal kökenlerini açıklamaya odaklanır. İktisat bireysel rasyonaliteyi vurgularken, sosyoloji yapılar, kültür ve değerleri öne çıkarır. Bu entelektüel işbölümü yaklaşık olarak 1970’li yıllar başlarına kadar sürecektir. (Hodgson 2008, 136). İlgili entelektüel işbölümünün ortaya çıkış biçiminin üniversitedeki kurumsallaşmaya da yansıdığı görülmektedir. Örneğin Amerika’da sosyoloji iktisat içinde bir alan olarak başlamış ve giderek ayrı bir disipline dönüşmüştür. Amerika’daki ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki ilk kuşak sosyologlar iktisadi sorunlara odaklanmışlar Herbert Spencer’ın görüşlerinden ve Alman tarihçi okulun kapitalist kurumlara yönelik tarihsel bilgiyi ve eleştiriyi öne çıkaran yaklaşımından etkilenmişlerdir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ise sosyoloji artık iktisattan ayrılarak ayrı bölüm haline gelmeye başlamıştır. (Young 2009, 111). Bu ayrışmada iktisadın ana akımının marjinalizm lehine tercihinin payı büyüktür. 1970’li yıllar başlarına gelindiğinde ise temelde iki gelişme bu entelektüel işbölümünün ya da centilmenlik anlaşmasının eski tarzının bozulup yeni bir temelde yeni bir uzlaşmanın uç vermesine yol açar. Bu yeni uzlaşma kendi içinde hem imkanlar barındırır hem de diğer bazı imkanların fedasına sebep olur. Bu gelişmelerden ilki sosyolojinin seyrinde ortaya çıkan değişimlerdir. İkincisi ise ironik bir biçimde marjinalizmin kendine güveninin yükselişine bağlı olarak kendi inceleme nesnesi olan ekonominin alanının dışına doğru inceleme yöntemini yaymaya başlamasıdır. 4 İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ Sosyoloji 1970’li yılların başına kadar da çok homojen bir dil geliştirememiş olsa da, Parsons’ın söylemi etrafında tanımlanabilir bir çerçeveye ulaşmıştı. 1960’lı yıllarla birlikte ise Parsons’ın yaklaşımı yoğun eleştirilere konu olmaya başlamış ve sosyolojinin zaten oldukça parçalı ve heterojen olan söylemi daha da temelli ayrışmalara ve geleneklere bölünmüştür. Çatışma teorilerinden sembolik etkileşimciliğe, etnometodolojiden Chicago empirisizmine, Frankfurt okulundan tarihsel sosyolojiye kadar hem mikro hem de makro sosyolojik dönüşümler ortaya çıkmıştır. Bu çeşitliliği Amerikan sosyolojisi ve Kıta Avrupa sosyolojisi şeklinde de tasnife tabi tutmak mümkündür. (Kalberg 2007; Caille 2007; Heiskala 2007). Ama ilgili dönemde Amerika ile Kıta Avrupası sosyolojik gelenekleri arasındaki etkileşim de çok artmıştır. (Joas 1993; 1996) İktisat ile sosyoloji arasındaki eski uzlaşmanın 1970’li yıllarla birlikte sonlanması ve yeni tarz bir uzlaşmanın uç vermeye başlamasının ikinci ve daha önemli gerekçesi iktisattaki gelişmelerle ilgili olanıdır. 1970’li yıllar başlarından itibaren iktisatta bir yandan iktisadın ortodoksisini oluşturan ve temelleri marjinalist devrimde atılmış olan neoklasik teori kendi inceleme nesnesini aşmaya ve “yakın komşuların”(Yonay and Breslau 2006, 346) alanlarına doğru yayılmaya başlamış, diğer yandan da ortak paydaları ortodoksiye muhalefet olan heterodoks iktisat okulları da yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu çalışmada iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişki iktisat içi gelişmelerden ve özelde de ortodoksi ve heterodoksi arasındaki ilişkinin doğasına ilişkin tartışmalardan hareketle açıklanmaya çalışılmaktadır. Metnin iddiası iktisattaki ortodoksinin bir iç çeşitlenme olarak zuhur eden evriminin temelde onun yayılımına hizmet ettiğidir. Bu yayılım hem heterodoks iktisat okullarını hem de sosyolojiyi kendi içine katan bir yayılımdır. Ortodoksinin bu yayılımı onun en sosyolojik heterodoksiyi oluşturan kurumsal iktisat ile olan ilişkisi üzerinden incelenmektedir. İktisatta Ortodoksi-Heterodoksi Ayrımının Doğasına Dair İktisatta ortodoksi-heterodoksi ayırımı sosyolojik bir kavram olarak disiplin içi egemenlik ilişkisini ima etse de bu ayırımın epistemolojik temelleri de vardır ve ayırım ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki yöntem kavgası (Methodenstreit) dönemine kadar geri gider. Bu yönüyle ayırım iktisat ile sosyolojinin iki ayrı disiplin olarak şekillenmesi ile de çok yakından ilişkilidir. Yöntem kavgasında sonradan ortodoksiyi oluşturacak olan taraf temelde doğa bilimlerini taklit etmeyi bilimsellik kriteri olarak Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17 5 almaktaydı ve yöntemsel bireyciliğe dayalı, evrensel kurallar çerçevesinde bir bilimin mümkün olduğunu savunmaktaydı. Diğer taraf ise sosyal bilimlerin kendine has karakterini öne çıkarıp, doğa bilimlerinden farklı kendine has yöntemlere başvurması gerektiğini, tarihsel bilgiye dayalı ve bireyden ziyade bütünü esas alan bir yaklaşımı savunmaktaydı. Kavga, en azından sosyolojik sonuçları itibariyle, ilk grubun belirleyiciliği ile sonuçlandı ve neoklasik iktisat disiplinin ortodoksisi haline geldi. Bu gelişme yukarıda da değinildiği gibi daha bütüne bakmaya yönelimli olan sosyolojinin epistemolojik meşruiyetine de zemin hazırladı. İktisadın ortodoksisi diğer sosyal bilimlerle mukayese edildiğinde öyle güç kazandı ki kendi tanımını neredeyse disiplinin tanımını haline getirdi. Ortodoksinin iktisatta bu denli güçlenmesi aslında onun bıraktığı alana sosyolojinin yerleşmesiyle de ilgilidir. Çünkü heterodoks iktisat okulları ortodoks iktisadı genelde bireyci olmakla, gerçeklikten sapmakla, soyut olmakla, aşırı matematikselleşmekle, mekanik olmakla, yani oldukça sosyolojik gerekçelerle eleştirmekteydiler. Heterodoks iktisat aslında sosyolojinin doldurduğu alana talip olan bir iktisat disiplini peşindeydi. Fakat sosyolojinin hızla bu alanı doldurması heterodoks iktisat okullarının neoklasik iktisat karşısında çok zayıf kalmalarına yol açtı. Hem epistemolojik temelleri hem de sosyolojik görünümü açısından en öne çıkan iki heterodoks okulda, Marxizm ve kurumsal iktisat örneğinde bunu görmek mümkündür. Marxizm düşünce atası Marx’ı büyük ölçüde sosyolojiye kaptırmış, ondokuzuncu yüzyılın bağlamına daha bağımlı bir iktisadi terminoloji ile söylemine devam etmek zorunda kalmıştır. Kurumsal iktisat ise kurumların belirleyiciliği üzerinden yürüttüğü sosyolojik vurguyu koruyup korumamakta mütereddit tavrını hiç bırakamamış, bu da onu ortodoksi karşısında zayıflatmıştır. Ortodoksi ile heterodoksi arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeyi gerektiren gelişmeler ise 1970’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Ortodoksi kendi içinde iki önemli atılım gerçekleştirerek bu ilişkinin doğasını da değiştirmiştir. İlk atılımda ondokuzuncu yüzyıl son çeyreğinde geliştirdiği 1950’li yıllarda matematiksel bir dilde teknik açıdan mükemmelleştirdiği metodolojiyi, rasyonel seçim teorisini, yalnızca ekonomi alanını incelemekte değil de insani eylemin tümünü incelemekte kullanacağını ilan etmiştir. Bu da sosyoloji ile başta varılan uzlaşmanın ihlali anlamına gelmiştir. Çünkü iktisat artık sosyolojinin alanını da, politik bilimin alanını da, hukukun alanını da ve tarihin alanını da rasyonel seçim teorisine dayalı olarak açıklayabileceğini öne sürmeye 6 İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ başlamıştır. Bu atılım literatürde “metodolojik emperyalizm” olarak bilinen diğer disiplinlerin alanlarının yanında heterodoksinin ilgi alanlarının da ortodoksinin metodolojik işgaline açılmasına yol açmıştır. Örneğin daha önce “kara kutu” olarak görülen kurum kavramını neoklasik metodoloji ile inceleme çabası, bir heterodoks okul olan kurumsal iktisadın en temel kavramının elinden alınmasına yol açmıştır. Üstelik yine bu atılım kurum kavramının inceleme nesnesi haline gelmesi ile ortodoks iktisadın sosyolojinin kavramlarına da ortak olmasına yol açmıştır. İktisat sosyolojisi olarak 1980’li yıllar sonrası gelişecek literatürün en merkezi ilgilerinden birisi kurumlar olacaktır. Kavram çoğunlukla farklılaşan yöntemlerle ama ortak bir ilgiyle hem ortodoks iktisadın hem de sosyolojinin inceleme nesnesi olmuştur. Yine ironik bir biçimde yaklaşık yüz yıl önce marjinalist devrim sosyolojiye alan açmışken, bu devrimin ortodoksi haline getirdiği neoklasik iktisat kendi söylemini radikalleştirip her alana yaydığında sosyolojinin alanını işgal eder konuma gelmiştir. Neoklasik teoriyi yeni inceleme alanlarına açmanın yanında ortodoksinin ikinci atılımı, doğa bilimlerinin yeni gelişen çağdaş tür ve yöntemlerinin iktisada taşınarak çeşitlendirilmesi şeklinde olmuştur. Ortodoksi içinde klasik oyun teorisi, evrimci oyun teorisi, davranışsal iktisat, evrimci iktisat, deneysel iktisat, nöroiktisat, kompleksite iktisadı, bilgisayar simülasyonları, bilişsel temele dayalı yaklaşımlar gibi ortodoksinin de yöntemini dönüştüren eğilimler belirginlik kazanmaya başlamışlardır. (Colander 2004; Davis 2008). Colander’e göre (2000; 2004) bu gelişmeler ortodoksinin yüzünün değişmekte olduğunun ve içinde fikirlerin evrildiği dinamik bir yapı olarak algılanması gerektiğinin göstergesidir. Davis de (2006; 2008) bu fikre temelde katılsa da bu değişimin çoğulcu bir iktisat bilimi ortaya çıkarmayıp, eğilimlerden birinin ortodoksiyi oluşturacağı yeni bir duruma yol açacağını düşünmektedir. Hatta ona göre ortodoksi içerisinde böylesine önemli bir dönüşümün yaşanmakta olduğunun heterodoks iktisatçılarının birçoğu farkında bile değildir. Ortodoksi içerisinde böylesine bir dönüşümün yaşanmakta olduğu aşikardır. Ama ortodoksinin topyekün dönüşümüne yol açma ihtimali taşıyan bu çeşitlenmesi görünüşte bir çeşitlenme olsa da bu çeşitlenme aynı ontolojik zemine oturmaktadır. Kompleksite, evrim, çok boyutluluk, nöroekonomi, davranışçılık vb. gibi eğilimler formalistik modelleme çerçevesine dayanmaktadırlar. Her biri matematiksel modellemede ısrarcıdırlar. (Lawson 2005). Bu yönüyle metodolojik anlamda “tersine bir emperyalizmden” Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17 7 (Frey and Benz 2004) bile söz edilebilir. Çünkü bu yeni yaklaşımlar yöntem kavgasının verildiği yıllardaki ortodoksinin temel tercihine sadıktırlar. Aslolan doğa bilimleridir ve iktisat bu bilimleri taklit etmelidir. Bu yeni yönelimler metodolojik bireyciliği daha radikal bir boyuta da taşımaktadırlar, çünkü bireyin toplumsal etkileşim içerisinde aidiyet kazanması fikrine, toplumsallık fikrine tamamen yabancı bir maddi beden olarak kavrandığı bir evreye varılmış olmaktadır. Bedenin inceleme nesnesine dönüşmesi, iktisadi olanın toplumsallık içerisinde kavranabilmesinin imkanını bütünüyle ortadan kaldırırken, ortodoksinin halen kullanmakta olduğu matematik dille her şeye rağmen metaforik kalan doğa bilimi taklidi giderek taklit olmanın ötesinde bir doğa bilimi olmaya doğru disiplini götürmektedir. İktisat bunu başarabilirse, gerçekten de taklit düzeyinde değil de uygulama düzeyinde bir doğa bilimine dönüşebilir. Ortodoksideki bu gelişmelere karşı heterodoksinin hem ortodoksideki radikal atılımı pek kavrayamama, hem de kendi içerisinde giderek belirginleşen uzmanlaşmalarından (Dow 2011, 1156) kaynaklanan bir körlük yaşadığı söylenebilir. Heterodoks iktisat okullarının da 1970’li yıllarla birlikte yeniden canlanmaya başladığı, yeni dergiler, akademik birlikler ve yayınlarla zenginleştiği gözlenmektedir. (O’Hara 2010; Bögenhold 2010; Lee 2010). Ama bütün bu canlanmaya rağmen heterodoks okullar ortodoksiye itirazlarını ağırlıklı olarak onun “gerçeklikten” kopuk oluşuna yöneltmişlerdir. Bu ise “gerçekliğin” doğasına ilişkin tartışmayı bir kenara, aslında doğa bilimlerinin “gerçeklik” kavrayışına, bırakmak anlamına gelmektedir. Üstelik “gerçeklik” ortodoks iktisattaki dönüşümle beraber çok daha ulaşılabilir bir şey haline gelmeye başlamış, yani ortodoksi bu eleştirinin üstesinden gelme imkanı yakalamıştır. Çünkü ortodoks iktisat davranışsalcılık, deneycilik ve nöro bilimler üzerinden doğa bilimlerinin öteden beri kullandığı empirik yönteme dönerek, doğa bilimlerinin “gerçeğine” daha fazla odaklanmış durumdadır. Heterodoks okullar yöntem kavgası sonucunda kapanmış görülen tartışmayı yeniden düşünme iddiasını dillendirmekten genelde kaçınırlar. Oysa bu tartışma, zemini felsefede yürüyen bir tartışma olarak heterodoksinin ortodoksiye itirazını daha temelli kılabileceği imkanlar sunar. Heterodoks okulların bu tartışmaya yeniden dönme konusundaki isteksizlikleri tam da ortodoks iktisadın onlara yönelttiği bir eleştiriyi çok ciddiye almaları ile ilgilidir. Ortodoks iktisatçılar heterodoksların kendilerini soyut kalmakla suçlamalarına karşı, bu suçlamaları yöneltenlerin tutarlı bir teorilerinin 8 İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ olmadığı cevabını verirler. Gerçekten de hemen hiçbir heterodoks iktisat okulunun ortodoksinin sahip olduğu iç tutarlılığı olan teknikleşmiş bir dili yoktur. Hal böyle olunca heterodoks iktisatçılar, salt eleştiri yapan ve bunu giderek daha da felsefi bir dile taşıyan ve bu yüzden de tutarlı bir iç söylemi olan disiplin inşasına yaramayacak argümanlardan uzak durmayı yeğlerler. Bu yüzden de yöntem kavgasının felsefi zeminindeki hermeneutik düşünce ve onun yirminci yüzyıldaki dönüşümünün sunduğu köklü eleştiri imkanları heterodoks iktisatçılara sıcak gelmemiştir. Hermeneutik düşünceye yakınlık duyan yegane eğilim Avusturya iktisat okulu içerisindeki bir yaklaşım olmuş, o da ne okulun bütünüyle dilini temsil etmiş ne de hüsnü kabul görmüştür. Heterodoks iktisat okullarının ortodoksiyi felsefi düşünce temelinden eleştirmekten uzak durmaları, onların eleştirilerini daha araçsal boyutlara yönlendirmelerine yol açmıştır. Üstelik tam da eleştirdikleri ortodoksinin tutarlı diline duyulan hayranlık, kendilerinin de benzer bir disiplin inşası peşine düşmelerine yol açmıştır. Bu da çoğu zaman toplumsal olanı önceleyen felsefi tercihten uzaklaşmaya ve ortodoksinin dilindeki doğa bilimlerinin taklidi anlamındaki bilimsel dili yeniden üretmelerine götürmüştür. Öne çıkan heterodoks iktisat okullarından kurumsal iktisadın seyri bunun tipik örneklerinden birisidir. Sosyolojik Gelenek ve Kurumsal İktisat Kurumsal iktisat heterodoks iktisat okulları içerisinde sosyolojik geleneğe en yakın olan iktisat okuludur. Toplumsal olanı analizinin merkezine alma, doğa bilimlerinin taklidinden uzak durma ve mevcut kapitalist kurumların eleştirisi gibi oldukça sosyolojik imalar taşıyan bir okul olma potansiyeline sahiptir. Hatta kurumsal iktisadı, “sosyolojik kurumsal iktisat” (Zafirovski 2004), ekonomi ve toplumun sentezini yapan semiyotik kurumsal iktisat (Heiskala 2007) ya da heterodoks iktisadın bir parçası değil de “sosyal teorinin ve kültür teorisinin bir formu” olarak (Heiskala 2007) tanımlayanlar da vardır. Swedberg’in de (1991, 255) belirttiği gibi kurumsal iktisadı neoklasik ortodoksiden ayıran ve sosyoloji ile iktisat sosyolojisine yaklaştıran önemli benzerlikler vardır. Kurumsal iktisatçılar diğer sosyal bilimlerden de yararlanan daha geniş ve farklı bir iktisat teorisi peşindedirler. Veblen, Commons ve Mitchell gibi kurumsal iktisadın ilk kuşağını oluşturan isimler, ortodoksinin statikliğinin aksine toplumsal değişimi açıklama peşinde koşarlar. Bunu yaparken de sosyolojik analize hayli yakın bir kurumsal analiz temelinde yürütürler. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17 9 Kurumsal iktisadı fazlasıyla sosyolojik geleneğe yakın bulan (Hodgson 1994; Ingham 1996) ya da onu bir çeşit iktisat sosyolojisi olarak yorumlayan (Groenewegen, Pitelis and Sjostrand 1995) yaklaşımlara rağmen, bir disiplin olarak sosyolojinin neoklasik ortodoksinin belirlediği sınırların bıraktığı boşlukta hızla yükselişinin kurumsal iktisadın gerilemesinin gerekçelerinden birisi olduğu söylenebilir. Bu durum kurumsal iktisatçıların entelektüel işbölümünde işlevsizleşmesine yol açmıştır. Bu işlevsizleşme kurumsal iktisadın yirminci yüzyıl boyunca sosyolojik söylemle alışverişe girmekten neden sakındığını ve kendine ortodoks iktisadın dışında ama her durumda iktisadi bir söylem geliştirme çabası içine neden girdiğini açıklayabilir. Bir heterodoks iktisat okulu olarak kurumsal iktisadın seyri izlendiğinde bu seyrin ortodoksi-heterodoksi ilişkisinin doğasına ilişkin ve buna bağlı olarak da iktisat ile sosyoloji arasındaki münasebete ilişkin oldukça açıklayıcı ipuçlarını barındırdığı görülmektedir. Kurumsal iktisat ortodoksinin eleştirisi yönünde daha sosyolojik imalarla çıktığı teorik yolculuğunu felsefi zeminde ortodoksinin zeminine yaklaştırdığından var olan eleştirel potansiyelini kullanamamıştır. Kurucu figürü Thorstein Veblen olan kurumsal iktisat neredeyse bütünüyle Amerikan ürünüdür. Veblen’in ondokuzuncu yüzyılın hemen sonundan başlayarak yirminci yüzyılın ilk çeyreğini kapsayacak bir dönem içerisinde ortaya koyduğu çalışmalar kurumsal iktisadın şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Veblen’in çalışmaları felsefi ve metodolojik zeminde ortodoks iktisadın eleştirisinden (Veblen [1919] 1990), mevcut kapitalist kurumların ve davranış kalıplarının sosyolojik temelde eleştirisine (Veblen [1923] 1964; [1921] 1990; [1899] 1994) kadar geniş bir yelpaze oluşturur. Veblen’in kapitalist kurumları eleştirirken başvurduğu dil, onun düşünce tarihi içerisinde sosyologlarca sahiplenilmesine bile yol açmıştır. Veblen’in ortodoks iktisadı felsefi zemindeki eleştirisi ise, muUygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet htemelen kendisi öyle amaçlamamış olsa da, kendinden sonra gelecek olan kurumsalcıları toplumsal olandan uzaklaşıp, iktisadi dünyayı teknik bir işleyiş olarak algılamalarına yol açacak bir eğilimin altyapısını oluşturmuştur. Bu eğilim yer yer Veblen’in kötüye kullanımından kaynaklansa da çoğu zaman da Amerikan pragmatizminin yirminci yüzyıldaki dönüşümlerinden etkilenmiştir. Bir Amerikan ürünü olan kurumsal iktisadın felsefi zeminini yine bir Amerikan ürünü olan Amerikan pragmatizmi oluşturur. C.S.Peirce ile başlayan gelenek Kartezyen düşünceye itirazla yola çıkmışsa 10 İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ da, yirminci yüzyılın özellikle ikinci çeyreği ile birlikte naif bir empirisizme ve pozitivizme evrilmiştir. Pragmatizmdeki bu dönüşüm Veblen üzerinden kurumsal iktisadı inşa etmeye çalışan sonraki dönem iktisatçılarının da doğa bilimi taklidi anlamında “bilimsellik” standardı peşinde koşmalarına yol açmıştır. Veblen’in evrimciliği bu dönemde empirik temelde değişimin analizi olarak algılanmıştır. Kurumsal yapıya yönelik algı hala sosyolojikse de, felsefi zemin fazlasıyla empiriktir. (Rutherford 2011, 347). Yirminci yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ise pragmatizm Alman hermeneutik düşüncesini de kullanarak kökenlerine yeniden bakmaya başlamış (Rorty 1981, Bernstein 1983) bu da kurumsal iktisadın felsefi zemininin yeniden toplumsal olanın doğal olandan farklılığını iddia eden bir zemine kavuşması imkanının ortaya çıkışı anlamına gelmiştir. Fakat kurumsal iktisat bunu kullanmayı yeğlememiştir. Pragmatizmin aldığı yeni biçimin kendisine sunduğu eleştirel imkanlardan uzak durmuş, iktisadi dünyayı açıklarken onun toplumsallığını vurgulamak yerine daha evrimci bir dile yönelmiştir. Bu evrimci dilin son dönemde en öne çıkan isimlerinden birisi olan Hodgson (2004) yeniden Veblen’e ama evrimci Veblen’e dönüşün sürükleyici isimlerinden birisi olmuştur. Hodgson’ın çabası ile belirginleşen bu dil çağdaş kurumsal iktisat içerisinde önemli bir karşılık bulmuş bu da kurumsal iktisadı biyolojiden yöntem devşiren bir okula dönüştürmüştür. Felsefi zeminde bakıldığında kurumsal iktisat tıpkı ortodoks iktisat gibi doğalcı bir zemine yerleşmiştir (Yılmaz 2011). Bu ortaklık sonucunda ortodoksinin dilinde meydana gelen ve yukarıda dile getirilen deneysel, davranışsal ve bilişsel yönelimler, kurumsal iktisadın evrimci dilinin oldukça yakınına gelmişlerdir. Kurumsal iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişki açısından bakıldığında 1980’li yıllar sonrası hızla gelişip belirginleşen “yeni iktisat sosyolojisi” ile Veblen geleneğine bağlı kurumsal iktisatçıların değil de metodolojik emperyalizm sonucunda iktisadın yayılımlarından birisi olarak ortaya çıkan yeni kurumsal iktisadın irtibata geçmiş olması da düşünce tarihinin ironik öykülerinden birisidir. Veblen geleneğinin kurumsal iktisadının yeni iktisat sosyolojisinin sosyolojik davetinden görece uzak duruşu, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki zeminini sosyolojiye kaptırmış olması ile kısmen de olsa ilgilidir. Kurumsal perspektifi daha sosyolojik bir dille yeniden inşaya yeltenen metinler varsa da bunlar kurumsal iktisat içerisinde azınlıkta kalmaktadırlar. Zafirovski’nin (2004) sosyolojik kurumsalcılık geliştirme çabaları, Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17 11 Heiskala’nın (2007) Parsons ve Habermas’tan yararlanıp onları da aşan semiyotik kurumsalcılık inşası, Beckert (2003), Kilpinen (2003), Yılmaz (2007)’ın pragmatizmi temel alarak kurumsal iktisadı daha sosyolojik bir kavram olan alışkanlıklar üzerinden inşa çabaları bunlar arasındadır. Bu çabalar kurumsal iktisada sosyolojik analiz içerse de kendi içinde tutarlı bir zemine oturan ve doğalcılıktan da uzak duran bir söylem imasında bulunmaktadırlar. Arabuluculuk Çabası: İktisat Sosyolojisi İktisadın ortodoksisi 1970’li yıllar sonrası entelektüel işbölümünü ihlal edip komşu disiplinlerin inceleme alanlarına doğru yönelmeye başlayınca heterodoks iktisat okullarının daha felsefi ve sosyolojik zeminde itirazlar ortaya koyması beklenirken bu pek gerçekleşmemiştir. Kurumsal iktisat örneğinde dile getirildiği gibi ortodoksiye itiraz toplumsallık vurgusundan değil, ortodoksinin fizik taklidine biyoloji taklidiyle cevap vermek denebilecek bir cepheden gelmiştir. Kurumsal iktisat literatürünün söyleminde başvurduğu birtakım sosyolojik kavramlar konusunda ise ısrarcı olmadığı, onları eleştirilerine daha çok dolgu malzemesi kabilinden kullandığı görülmektedir. Ortodoks iktisat ise hem sosyolojinin hem de Veblen geleneğinin kurumsal iktisadının temel kavramı olan kurum kavramını metodolojik bireycilik temelinde rasyonel seçim teorisi ile açıklamaya girişmiştir. Özellikle Douglass North ile tarihsel kurumlara, Ronald Coase ve Oliver Williamson ile firmalara yönelen bu inceleme alanı “yeni kurumsal iktisat” olarak etiketlenmiştir. Sosyolojik düşünce ise buna “yeni iktisat sosyolojisini” geliştirerek karşılık vermiştir Yılmaz (2003). Sosyolojik düşüncenin klasik metinleri aynı zamanda iktisat sosyolojisi metinleri olarak okunabilirler ama yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde iyice netleşen işbölümünden sonra iktisat sosyolojisi kavramının geri çekildiği aşikardır. Kavramın yeniden kullanıma girmesi ve hızla zenginleşen bir literatüre kavuşması 1980’li yıllar sonrasında gerçekleşecektir. Yeni iktisat sosyolojisi adı verilen yaklaşımın en belirleyici metinlerinden birisi Mark Granovetter’ın (1985) “Economic Action and Social Structure: The Problem of Embeddedness” makalesi olmuştur. Granovetter bu makalede ortodoks iktisadın varsayımlarını eleştirir ki bu eleştiriler yeni kurumsal iktisat için de geçerlidir. Ona göre sosyolojide aşırı sosyalleşmiş, iktisatta 12 İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ ise eksik sosyalleşmiş bir eylem teorisi söz konusudur. İlki iktisadi etkiyi dışlarken ikincisi toplumsal olanı dışlamaktadır. Aktörler ne toplumsal yapıdan bağımsızdır ne de bütünüyle onun tarafından belirlenir. Granovetter kendinden sonra iktisat sosyolojisi literatürünün vazgeçilmez kavramı haline gelecek olan ve aslında Polanyi’nin vaktiyle kullanmış olduğu gömülülük (embeddedness) kavramını önerir. Kavram iktisadi alanın toplumsal, kültürel, politik ve bilişsel süreçler içerisine gömülü olduğunu öne sürer (Beckert 1996; 2003). Granovetter’a göre (1992, 4) öncelikle iktisadi eylem toplumsal ilişkiler ağı içine gömülüdür. İkinci olarak, iktisadi eylem hem iktisadi hem de iktisadi olmayan amaçlar peşinde koşar. Üçüncü olarak da iktisadi kurumlar toplumsal olarak inşa olurlar. Yeni iktisat sosyolojisinin gelişimine büyük katkı yapmış olan Smelser ve Swedberg’in (1994, 3) tanımıyla söylemek gerekirse iktisat sosyolojisi ekonomik alanın sosyolojik perspektiften analizi anlamına gelir. İktisadi alan ile kastedilen ise kıt kaynakların üretiminin, bölüşümünün, mübadelesinin ve tüketiminin gerçekleştirildiği alandır. İktisat sosyolojisi 1980’li yılların sonlarından başlayarak hızla ivme kazanmış ve yeniden kayda değer bir alt disiplin cesametine ulaşmıştır. İktisadi dünyaya yönelik sosyolojik perspektiften yapılan çalışmalar için önerilen yöntemin Veblen geleneğinin kurumsal iktisadıyla önemli paralellikler içerdiği görülmektedir. Fakat buna rağmen kurumsal iktisat ile iktisat sosyolojisi literatürü arasındaki diyalog yok denecek kadar azdır (Velthuis 1999, 641; Swedberg 1991, 257, 270). Bu diyalogsuzlukta yukarıda değinilen iki önemli gerekçe rol oynamaktadır. İlk gerekçe kurumsal iktisadın yirminci yüzyılda sosyolojinin yükselişi ile zemin yitirmiş olmasıdır. Parsons sosyolojiye alan açmaya çalışırken açıkça Veblenci kurumsal iktisada saldırır ve ona karşı Weber’i öne çıkarır (Velthuis 1999). Ortodoks iktisat ile sosyoloji arasındaki entelektüel işbölümü konusundaki uzlaşma, kurumsal iktisadın hızla gerilemesine yol açmıştır. Kurumsal iktisatçılar, ekonomi alanına yönelik sosyolojik perspektiften yaklaşmayı öneren iktisat sosyolojisinden bu gerekçeyle uzak duruyor olabilirler. Diğer heterodoks iktisat okulları gibi onlar da ortodoksi karşısında iyi kötü tutarlılığı olan ve “sosyolojik” suçlamasına maruz kalmayacakları bir söylem inşası peşinde koşmaktadırlar. Israrcı evrim ve teknoloji vurguları bununla ilgilidir. İkinci gerekçe ise ilkine bağlı olarak kurumsal iktisatçılar ortodoksi içerisindeki yeni dönüşümlerle aynı zeminde buluşabileceklerini düşünmektedirler. Evrim vurgusu ile bilişsel ve davranışçı çalışmaların aynı doğalcı zemin üzerinde yükseldiğine daha önce değinildi. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17 13 Kurumsal iktisat ile iktisat sosyolojisi arasındaki ilişkide asıl ilginç olan şudur. Çok daha sosyolojik perspektife sahip olan orijinal kurumsal iktisat ile iktisat sosyolojisi arasındaki diyalog yok denecek kadar sınırlıyken, iktisat sosyolojisi metinlerinin bireyci analizi dolayısıyla eleştirerek yola çıktıkları yeni kurumsal iktisat ile aralarında yoğun bir diyalog ve neredeyse bir tamamlayıcılık ilişkisi vardır. Yeni kurumsal iktisatçıların yoğunlaştığı işlem maliyetleri iktisadı, firma teorisi ve organizasyon iktisadı konusundaki gelişmeler, yeni iktisat sosyolojisi alanında çalışan sosyologların da çok soğuk bakmadıkları gelişmelerdir. (Swedberg 2003, 87). Gerçi şunu da belirtmek gerekir. Yeni iktisat sosyolojisinin çıkış metni sayılabilecek olan Granovetter’ın metni, yukarıda da değinildiği gibi, yeni kurumsal iktisadı, sosyolojik olanı göz ardı etmekle eleştirir ve iktisat sosyolojisinin bunu aşan bir perspektif önerdiğini dile getirir. Ama iktisat sosyolojisinin 1980’li yıllar sonrası gelişimi izlendiğinde yeni kurumsal iktisat ile ilişkisinin pek de düşmanca olduğu söylenemez. İktisat sosyolojisi yeni kurumsal iktisattan önemli ölçüde kavram transfer etmiştir. İktisat sosyolojisine ilişkin derlemelerde yeni kurumsal iktisat yaklaşımı önemlice yer tutmaktadır. Sonuç İktisat ile sosyoloji arasındaki ilişki başlangıcından beri hem kendine özgü bir araştırma alanı belirleme hem de otonom bir bilimsel disiplin hüviyetini kazanma çabasının belirlediği bir ilişki olmuştur. 1930’lu yıllarda varılan uzlaşmadan sonra her iki disiplinin kendi iç bünyesindeki evrime odaklı bir seyir izlemesi beklenirken 1970’li yıllar başı ile beraber iktisat disiplininin kendi araştırma alanını genişletme çabasına girmesi ile beraber iki disiplin arasındaki ilişki yeni bir boyut kazanmıştır. Uzlaşma yıllarında sosyolojinin alanına terk edilmiş olan alanlar 1970’li yıllar başlarıyla birlikte ortodoks iktisadın ilgi alanına girmeye başlamış ve yeni kurumsal iktisat gelişmiştir. Uzlaşmanın bozulması anlamına gelen bu gelişmeye sosyolojinin tepkisi bir çeşit karşı atak olarak gerçekleşmiş ve ekonomi alanını sosyolojik perspektiften inceleme iddiası ile yola çıkan yeni bir eğilim ortaya çıkmıştır. Yeni iktisat sosyolojisi olarak adlandırılan bu alan, her ne kadar sosyolojinin bir çeşit karşı atağı olsa da, yeni kurumsal iktisat ile çatışmacı bir dil benimsemeyi seçmemiş onun yerine daha kabullenici bir tutuma yönelmiştir. Yeni kurumsal iktisatçıların sosyolojik perspektifle pek 14 İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ ilgilendikleri söylenemese de, yeni iktisat sosyolojisi alanındaki çalışmalar iktisat içerisindeki gelişmelere bigane kalmamışlardır. Bu yüzden aradaki ilişki bir diyalog ilişkisi değil, taraflardan birinin diğer alanın söyleminden yararlanma ilişkisidir. İktisat ile sosyolojinin yeni kurumsal iktisat ile yeni iktisat sosyolojisi üzerinden kurduğu bu yeni ilişki sosyolojik gelenek içerisinde mikro geleneğe katkı yapan bir alt disiplinin doğmasına yol açmıştır. Fakat sosyolojinin klasik teorisyenler kuşağının makro perspektifinden hayli uzak bir alan olarak bu durum şekillenmiştir. Üstelik yeni iktisat sosyolojisinin 1980’li yıllar sonrasının önde gelen isimleri Max Weber gibi daha bütünlüklü perspektifler öneren isimlere çokça müracaat etseler de sonuç pek değişmemiştir. Bu gelişme ise iktisat ile sosyoloji ilişkisinin ilk döneminde sosyolojinin yükselişi ile zemin kaybeden Veblen geleneğinin kurumsal iktisadı ile vaktiyle kurulamamış diyalogun bir kez daha ihmal edilmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. Daha makro ve eleştirel perspektiften bir diyalog geleneksel disiplin sınırlarının aşınmasına belki yol açacak ama sosyal bilim ufkuna önemli imkanlar sunacak bir yol açabilirdi. Oysa hem kurumsal iktisat hem de yeni iktisat sosyolojisi kendi iç dillerinin mantıksal tutarlılığını öncelediklerinden bu diyalog gerçekleşmemiştir. Diyalogun gerçekleşmemesi daha bütüncül ve eleştirel bir sosyal teorik yaklaşımın doğuşunu engelleyerek, kendi söylem alanına çekilen iki dar uzmanlığın yan yana varoluşu gibi bir sonuç doğurmuştur. KAYNAKÇA Beckert, J. (1996), “What Is Sociological about Economic Sociology? Uncertainty and the Embeddedness of Economic Action”, Theory and Society 25, 803–840. Beckert, J. (2003), “Economic Sociology and Embeddedness: How Shall We Conceptualize Economic Action?” Journal of Economic Issues 37: 3, 769-87. Bernstein, R. J. (1983), Beyond Objectivism and Relativism: Science, Hermeneutics, and Praxis, Pennsylvania: University of Pennsylvania Press. Bögenhold, D. (2010), “From Heterodoxy to Othodoxy and Vice Versa: Economics and Social Sciences in the Division of Academic Work”, American Journal of Economics and Sociology, 69: 5, 1566-1590. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17 15 Caille, A. (2007), “Sociology as Anti-Utilitarianism”, European Journal of Social Theory, 10: 2, 277-286. Clarke, S. (1982), Marx, Marginalism and Modern Sociology, London: Macmillan Colander, D. (2000) The death of neoclassical economics, Journal of the History of Economic Thought, 22, 127–143. Colander, D., Holt, R. P. F. and Rosser, J. B., (2004), “The Changing Face of Mainstream Economics”, Review of Political Economy, 16: 4, 485-499. Davis, J. B. (2006), “The Nature of Heterodox Economics”, Post-Autistic Economics Review, 40, 23-30. Davis, J. B. (2008), “The Turn in Recent Economics and Return of Orthodoxy”, Cambridge Journal of Economics, 32, 349-366. Dow, S. C. (2011), “Heterodox Economics: History and Prospects”, Cambridge Journal of Economics, 35, 1151-1165. Frey, B. and Benz, M. (2004), “From Imperialism to Inspiration: A Survey of Economics and Psychology”, D. J., Marciano, A. and R. J. (eds), The Elgar Companion to Economics and Philosophy, Cheltenham: Edward Elgar. Granovetter, M. (1985), “Economic Action and Social Structure: The Problem of Embeddedness”, American Journal of Sociology, 91, 481-510. Granovetter, M. (1992), “Economic Institutions as Social Constructions: A Framework for Analysis”, Acta Sociologica, 35, 3-11. Groenewegen, J., C. Pitelis, and S-E. Sjostrand (eds.) (1995), On Economic Institutions, Theory and Application, Aldershot: Edward Elgar. Heiskala, R. (2007), “Economy and Society: from Parsons through Habermas to Semiotic Institutionalism”, Theory and Methods, 46: 2, 243-272. Hodgson, G. M. (1994), “The Return of Institutional Economics”, N.Smelser and R. Swedberg (eds.) The Handbook of Economic Sociology, Princeton: Princeton University Press. Hodgson, G. M. (2004), The Evolution of Institutional Economics, Agency, Structure and Darwinism in American Institutionalism, London: Routlege. Hodgson, G. M. (2008), “Prospects for Economic Sociology”, Philosophy of the Social Sciences, 38: 1, 133-149. Ingham, G. (1996), “Some Recent Changes in the Relationship Between Economics and Sociology”, Cambridge Journal of Economics, 20, 243-275. 16 İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ Joas, H. (1993), Pragmatism and Social Theory. Chicago: The University of Chicago Press. Joas, H. (1996), The Creativity of Action. Chicago: The University of Chicago Press. Kalberg, S. (2007), “A Cross-National Consensus on a Unified Sociological Theory? Some Inter-Cultural Obstacles”, European Journal of Social Theory, 10: 2, 206-219. Kilpinen, E. (2003), “Does Pragmatism Imply Institutionalism.” Journal of Economic Issues, 37: 2 291-304. Lawson, T. (2006), “The Nature of Heterodox Economics”, Cambridge Journal of Economics, 30, 483-505. Lee, F. S. (2010), “A Case for Ranking Heterodox Journals and Departments”, On the Horizon, 16: 4, 241-251. O’Hara, P. A. (2010), “Can the Principles of Heterodox Political Economy Explain Its Own Re-Emergence and Development?”, On the Horizon, 16: 4, 260-278. Parsons, T. ([1937] 1968), The Structure of Social Action, New York: The Free Press. Robbins, L. (1932), An Essay on the Nature and Significance of Economic Science. London: Macmillan Rorty, R. (1981), Philosophy and the Mirror of Nature, Princeton: Princeton University Press. Rutherford, M. (2011), The Institutionalist Movement in American Economics, 1918-1947, Cambridge: Cambridge University Press. Smelser, N. J. And R. Swedberg (1994), “The Sociological Perspective on the Economy”, N. J. Smelser and R. Swedberg (eds.), The Handbook of Economic Sociology, Princetion: Princeton University Press. Swedberg, R. (1991), “Major Traditions of Economic Sociology”, Annual Review of Sociology, 17, 251-276. Swedberg, R. (2003), Principles of Economic Sociology, Princeton: Princeton University Press. Veblen, T. B. ([1923] 1964) Absentee Ownership and Business Enterprise in Recent Times. New York: Augustus M. Kelley. Veblen, T. B. ([1919] 1990), The Place of Science in Modern Civilization Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17 17 and Other Essays. New Brunswick: Transaction Publishers. Veblen, T. B. ([1921] 1990), The Engineers and the Price System. New Brunswick: Transaction Publishers. Veblen, T. B. ([1899] 1994), The Theory of Leisure Class. New York: Dover Publications. Velthuis, O. (1999), “The Changing Relationship Between Economic Sociology and Institutional Economics: From Talcott Parsons to Mark Granovetter”, American Journal of Economics and Sociology, 58: 4, 629-649. Yılmaz, F. (2003), “İktisat ve Sosyoloji: Rakip Kardeşlerin Hakimiyet Kavgası”, Toplum ve Bilim, 95, 61-84 Yılmaz, F. (2007), “Veblen and the Problem of Rationality”, Journal of Economic Issues, 41: 3, 841-862. Yılmaz, F. (2011), “Düşünceden Kaçış Çabasının Öyküsü: İktisadın Felsefeden Kopuşu”, O. İşler ve F. Yılmaz (der.) İktisadı Felsefeyle Düşünmek, İstanbul: İletişim Yonay, Y. and Breslau, D. (2006), “Marketing Models: The Culture of Mathematical Economics”, Sociological Forum, 21: 3, 345-386. Young, C. (2009), “The Emergence of Sociology from Political Economy in the United States: 1890 to 1940”, Journal of the History of the Behavioral Sciences, 45: 2, 91-116. Zafirovski, M. (2004), “Paradigms for Analysis of Social Institutions: A case for sociological institutionalism”, International Review of Sociology: Revue Internationale de Sociologie, 14:3, 363-397. Sosyoloji Konferansları No: 45 (2012-1) / 19-42 WEBER’IN İKTISAT SOSYOLOJISI: UYGARLIĞI ANLAMANIN ANAHTARI OLARAK İKTISADI ZIHNIYET Lütfi SUNAR* Özet İktisat sosyolojisi de dahil sosyolojinin pek çok alt çalışma alanının kurucusu olarak zikredilen Weber’in sosyolojinin ampirik bir bilim olmasında önemli bir yeri vardır. Weber’in sosyolojisi akılcılaşma ekseninde mukayeseli uygarlıklar tarihi çalışmalarıyla modernitenin açıklanması ve tarihsel bir gelişme çizgisine yerleştirilmesi çerçevesinde oluşmuştur. Kapitalizmin oluşumu bağlamında iktisadi açıklamalar Weber’in sosyolojisinin büyük ölçüde bir iktisat sosyolojisi olarak şekillenmesine de yol açmıştır. İlk çalışmalarında daha çok tarihçi bir perspektife sahip olan Weber sonraki çalışmalarında modernitenin açıklanması için daha sosyolojik bir zemine kaymıştır. Bu bağlamda Weber’in iktisat sosyolojisi modernitenin ele alınış biçimine göre genişleyen bir ilgiye sahiptir. İlk eserlerinde modernitenin çeşitli yapılarının kökenlerinin açıklanması ile uğraşan Weber 1904 ve 1909’da yaşanan iki kırılma neticesinde gittikçe dünya tarihsel bir açıklama ve temellendirmeye ulaşmak için daha geniş çaplı çalışmalara girişmiştir. Bu tarihten sonra dünya dinlerinin iktisadi etiğine dair yazdıkları Weber’in modernitenin evrensel bir açıklaması peşinde olduğunu göstermektedir. Böylece Weber’in iktisat sosyolojisinin odağında uygarlığı anlamanın anahtarı olarak gördüğü iktisadi zihniyet çözümlemesinin bulunduğu ileri sürülebilir. Anahtar Kelimeler: Weber, akılcılaşma, zihniyet, iktisat sosyolojisi, uygarlık tarihi, iktisadi etik WEBER’S ECONOMIC SOCIOLOGY: ECONOMIC WELTANSCHAUUNG AS A KEY TO UNDERSTAND THE CIVILISATION Abstract Weber has an important place in the making of sociology an empirical science. He is also known as the founder of many sub-fields of sociology, including economic sociology. Weber’s sociology aims to explain modernity around rationalization by positioning it in a historical developmental context. To explain modernity Weber had a broad sociological base in his later studies although he had a narrower historical perspective in his earlier studies. In this context his economic sociology has an expanding vision to construct the development of modernity. As a result of a double break in 1904 and 1909, his scope transformed toward a world-historical level with his studies on the economic ethics of world religions. He tried to explain the development of modernity with the development of the capitalist spirit, which means rationalization of the world. In this way, he wanted to reach a universal outlook of modernity. So, one may state that at the heart of Weber’s economic sociology lies an analysis of economic mentality. As a result, his economic sociology may be explained as the master key to enable understanding of Weber’s social theory. Key Words: Weber, rationalization, mentality, economic sociology, history of civilizations, economic ethic Yrd. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü. E-mail: lsunar@istanbul.edu.tr * 20 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR Giriş: Weber’in Sosyolojideki Yeri 19. yüzyıl sonu pek çok açıdan önemli değişimlere sahne olmuştur. Batı toplumlarında 19. yüzyıl boyunca mevcut olan iyimser hava yavaş yavaş yerini kötümserliğin sisli ortamına bırakırken insana ve topluma dair farklı bakış açıları da yavaş yavaş yeşermekteydi. Bu dönemde Nietzsche, Freud ve Weber’in uygarlık, toplum ve insanın doğasına dair analizleri 20. Yüzyıl boyunca önemli etkiler bırakmıştır. Modern toplumun geleceğine dair kaygılarla hareket eden Weber’in siyasetten, sanata, iktisattan hukuka kadar sosyal alanın hemen hemen bütün alanlarına dair bütüncül açıklamalar getirme arayışı köklü bir geleneğin da başlatıcısı olmuştur. Weber’in bakışını bu kadar köklü kılan en önemli etken onun çökmekte olduğuna inanılan modern Batı uygarlığına yeni bir nefes üfleme çabasıdır. Kendisinden sonra sosyal teoride esaslı bir yer edinmesinde Weber’in topluma dair makro düzeyde açıklamalar geliştiren son düşünür olmasının da etkisi büyüktür. O esas eserlerini 20. Yüzyılda verse de 19. Yüzyılın her şeyi açıklama peşinde olan düşünürlerinin hakiki bir son halkası olmuştur. Bu sebeple de belki klasiklerin sonuncusu olarak görülebilir. Diğer taraftan böyle bir sürekliliğe ek olarak Weber bir kırılmayı da temsil etmektedir. Onun entelektüel gelişimi 19. yüzyıl boyunca hâkim olan evrimci açıklama ve pozitivist yaklaşımların sorgulandığı ve modern toplumun gelişimine dair farklı açıklamaların arandığı bir döneminde gerçekleşmiştir. Bu dönemde temelde Aydınlanmacılar tarafından geliştirilen modern toplumun gelişimine dair Ortaçağı yok sayan parçalı açıklamanın yerine süreklilik arz eden bir Batı uygarlığı tarihi açıklamasının yerleştirilmesi çabası belirginleşmiştir. Böyle bir çevrede yer alan Weber de hukuk tarihinden iktisat tarihine, oradan da sosyolojiye doğru evrilen çalışmalarıyla modern toplumun gelişimini bütüncül bir biçimde gerçekleştirmiştir. Karşılaştırmalı uygarlıklar tarihi çalışmalarıyla Weber modernitenin biricikliğini göstermeye ve ona karşı oluşan şüpheleri izale etmeye çabalamıştır. Onu sosyal teorinin vazgeçilmezi kılan en önemli nokta budur. Sosyolojinin bilimsel yöntemini keskinleştirmede Emile Durkheim’in rolü neyse müstakil bir bilim olarak açıklayıcılığının ve vazgeçilmezliğinin ortaya konulmasında da Weber’in öyle bir yeri vardır. Julien Freund’a göre sosyoloji pratikte ampirik ve pozitif bir bilim olmaya Weber’le birlikte başlamıştır (Freund, 1968, s.9). H. Stuart Hughes, (1985) Weber’in (Sigmund Freud ile birlikte) boş formülasyonlara dönüşmüş olan bozucu pozitivizmin ve resmîleştirilmiş bir idealizmin kalelerini yıkarak Aydınlanmanın büyük Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 21 geleneklerini yeniden canlandırdığını ifade etmektedir. Ona göre Weber, 19. yüzyıl Avrupa sosyal düşüncesine egemen olan sığ ilerleme inancından koparak tarihsel gerçekliği ön yargı ve yanılsama olmaksızın algılamanın yeni yollarını açmıştır. Weber bu yönüyle 19. yüzyıl düşüncesinden kopuşu veya daha açık bir ifadeyle onun yeniden yorumlanmasını temsil etmektedir. Diğer taraftan 1945 sonrasında sosyolojinin alt disiplinlerinin oluşumunda Weber’in eserlerinin yorumlanması önemli bir etki oluşturmuştur. Weber’in erken yorumcuları onun sosyolojinin değişik alanlara katkısını ortaya çıkararmaya yönelmişlerdir: Talcott Parsons (1928, 1929 ve 1968 [1937]) kapitalizm açıklamasını ve sosyal eylem teorisini, Herbert Goldhammer ve Edward Shils (1939) güç ve statü çözümlemesini, Reinhard Bendix (1945, 1947) bürokrasi çalışması ile siyaset sosyolojisini, Paul Honigsheim (1946) köy sosyolojisini1, Ernst Moritz Manasse (1947) ırk ve etnik sosyolojisini ve Oliver Cromwell Cox (1950) tabakalaşma sosyolojisini işleyerek öne çıkartmışlardır. Dolayısıyla hukuk, siyaset, iktisat, din ve sanat gibi sosyolojinin temel alanlarında Weber bir kurucu olarak görülmeye başlanmıştır.2 Weber’in sosyolojinin sayılan bu alt alanlarında öncü bir rolü olduğu yadsınamaz. Onun sosyolojinin neredeyse bütün alt alanlarının başlatıcısı olması modernitenin bütüncül açıklamasına ulaşma çabası ile ilintilidir. Bütün toplumsal alanlarda akılcılaşmanın gelişimini açıklayarak modernitenin benzersizliğini gösterme peşinde olan Weber, bu çerçevede iktisadi alandaki gelişmeleri eksene almıştır. Zira çalışma ve işe karşı tutumun değişimi Weber’e göre akılcılaşmanın temel göstergesidir. Böylece Weber’in sosyolojisi temelde iktisat sosyolojisi etrafında gelişmiştir. Weber’in İktisat Sosyolojisinin Gelişimi: Modernitenin Teorisinde Genişleyen Bir Perspektif Weber’in nesli üç temel problematikle yüzleşmek durumundaydı: Almanya’nın geç sanayileşmesi ve ulus devletin oluşumu bağlamında geç kalmış modernite sorunsalı, 19. yüzyılın aşınan pozitivist açıklama biçimleri ve yükselen Marksizm. Weber’in kendi entelektüel gelişimi ve bilimsel ilgilerinin değişimi bu sorunlarla yüzleşmeleri ekseninde ortaya 1 Weber’in talebesi olan ve evlerine muntazaman gidip gelen Honigsheim’in Weber’le ilgili yazıları 1968’de bir kitapta toplanmıştır (Honigsheim, 2000). 2 Weber’in 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Alman, Avrupa ve ABD entelektüel yaşamındaki etkisine dair kısa ve etkili bir açıklama için bk. Mommsen, 1989, s.170, 179. 22 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR çıkmış; iktisat sosyolojisi bu problematikler bağlamında gittikçe genişleyen bir ilgiyle oluşmuştur. Başlangıçta modern iktisadi sistemi ortaya çıkaran tekil koşullarla ilgilenme söz konusudur. Onun geç Ortaçağ’da modern şirketlerin ortaya çıkışına ve geç Roma’da tarım işletmelerine dair çalışmaları bu bağlamda değerlendirilebilir. Ardından geç uluslaşma ve modernleşme problemleri ile ilgilenmiştir. Onun Alman kamuoyunda şöhret kazanmasını sağlayan bu çalışmaları güncel iktisadi sorunlardan hareketle Almanya’nın siyasetine dair bir bakış açısı üretmeye yönelmektedir (Giddens, 2000, s. 24-33). Hemen ardından gelen hastalık devresinden sonra Weber metodolojik konulara dönmüş ve daha sonra yapacağı çalışmaların temelini teşkil edecek yöntemler geliştirmeye girişmiştir. Pozitivizm ile hesaplaşarak yorum ekseninde kendi metodunu geliştirmiştir. Böylece bir taraftan da Marksizm ile hesaplaşmasını da başlatmıştır. Bu çerçevede Marksizme yönelik metodolojik eleştirilerini tamamlar bir biçimde Protestan Ahlakı ile birlikte daha geniş bir perspektif oluşturmuş; modernitenin yeni bir açıklamasına ulaşılmaya çalışılmıştır. Ancak bunu gerçekleştirmek için Weber kapitalizmin dünya tarihsel bir açıklamasına ihtiyaç duymuştur. Bu bağlamda dünya dinlerinin iktisadi etiği bağlamında uygarlıklar arasında geniş çaplı karşılaştırmalar yapmaya girişmiştir. Bu kısa özetlemede de görüldüğü üzere Weber’in iktisat sosyolojisi Alman devletinin ve toplumunun sorunlarından başlayıp modernitenin açıklanması ve evrenselleştirilmesi için gittikçe genişleyen ilgilerle devam etmiştir. Onun son yazdığı metin olan Dünya Dinlerinin İktisadi Etiği derlemelerine Giriş’in (2009b) karşılaştırmada ve moderniteyi açıklamada en geniş bakışa sahip olması da bu genişleyen perspektifi göstermektedir. Weber akademik yaşamına bir sosyolog olarak başlamadı. Onun ilk çalışma alanı iktisat tarihi ile hukuk tarihinin kesişme noktasında yer almaktadır. Ortaçağ’da şirketlerin gelişimini ele aldığı doktora çalışmasında Weber (2003b), modern iktisadi yapının oluşumunda geç ortaçağın sonunda şirketlerin ortaya çıkışına vurgu yapmaktadır. Bu çalışma Ortaçağ tarihine artan ilgileri de yansıtmaktadır. Weber bunun ardından Roma tarım tarihine yönelmiştir (2008). Feodalitenin doğuşuna dair bir arka plan hazırlayan bu çalışmasında Roma’da tarım müesseselerinin doğuşu meselesini ele almıştır. Bu çalışma Weber’in hukuk tarihinden iktisat tarihine doğru kayışı temsil etmektedir. Bu çalışmasıyla bir üne kavuşan Weber dönemin güncel tartışmalarına da katılmıştır. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 23 Bu dönemde verdiği konferanslar, yazdığı raporlarla geç sanayileşen, modernitenin sorunları ile yeni karşılaşan Almanya’nın toplumsal, siyasal ve iktisadi sorunlarına dair çözüm önerileri geliştirmiştir. Bu çalışmalarındaki parlak üslubu ve hitabeti ile günün en etkili akademisyenlerinden birisi olmuştur. Özellikle Verein für Sozialpolitik adlı derneğin hazırladığı Doğu Almanya ile ilgili geniş çaplı bir araştırmada yer alan altı kişiden biri ve en genci olmuştur. Bu araştırma kapsamında Doğu Almanya’da Tarım İşçilerinin Durumu (Die Lage der Landarbeiter im ostelbischen Deutschland) başlıklı raporunda Alman devletinin iktisadi açmazları ve bunları aşmak üzere siyasetine dair öneriler geliştirmiştir (Weber, 1979).3 Bu raporda ve bu dönemde verdiği konferanslarda Almanya’nın sanayileşmesinin özgün karakterinin oluşturduğu açmazlara işaret eden Weber, Junkerlerin toplumsal meselelerin çözümünde nasıl bir engele dönüştüğünü dile getirmiştir. Weber bunu aşmak için hakiki bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasına olan ihtiyacı vurgulamakta ve parlamenter demokrasiye geçişi savunmaktadır (Giddens, 2000, s. 24). Onun Almanya’nın liberalleşmesine verdiği bu destek Almanya’ya dünya siyasetinde büyük bir rol atfeden tutkulu bir milliyetçilikle bağlantılıdır (Mommsen, 1989, s. 25). Bu bağlamda Weber Almanya’nın sömürgeci bir güç devletine dönüşmesi gerektiğini savunmuştur.4 Weber bunu sadece akademik camiada savunmakla kalmamış Almanya’nın emperyal bir devlete dönüşmesi için lobi çalışmaları yapan Donanma Ligi5 ve Pan-Alman Ligi6 (Alldeutscher Verband) gibi örgütlere katılmaktan da çekinmemiştir.7 Weber 1897’de geçirdiği ruhsal rahatsızlıktan sonra 1903’te akademik çalışmalarına metodolojiye dair çalışmaları ile dönmüştür. Bu çalışmalarında 19. yüzyılda egemen olan pozitivizme karşı bir tavır takınmış ve bu çerçevede her şeyi iktisadi bir determinizm içinde açıklayan Marksizmi eleştirmiştir (Weber, 1949, s. 65, 67). Weber yöntemsel bireycilik yaklaşımıyla sosyal vakaların yorumcu bir biçimde açıklanabilmesini ve sosyal eylemin anlam3 Bu araştırmanın sadece Preussische Jahrbucher’de (1894, vol 77, pp. 437- 73) yayımlanan ‘Entwickelungstendenzen in der Lage der ostelbischen Landarbeiter’ başlıklı kısmı İngilizceye çevrilmiştir. Bk. Weber, 1979. 4 Weber’in Alman siyaseti ile ilişkisinin genel bir değerlendirmesi için bk. Mommsen, 1990; Mayer, 1956. 5 Weber’in Donanma Ligindeki faaliyetleri için bk. Turner ve Factor, 1983, s. 13. 6 Weber’in Pan-Alman Ligindeki faaliyetleri için bk. Weber, 1975, s. 202. 7 Weber bu tür kuruluşlarla bağını 1899’da kesmiştir. Zira kısa bir süre sonra kendisinin ulusal duygularla katıldığı bu örgütlerin Junkerlerin şahsi çıkarlarını savunmakta olduğunu görmüştür. (Weber, 1975, s. 224) 24 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR dan bağımsız bir biçimde ele alınamayacağını ileri sürmüştür. Bu fikrine bir uygulama olarak 1904 yılında Protestan Ahlakı çalışmasını yapmıştır. Protestan Ahlakı ile Weber’in çalışmalarında yeni bir dönemin başladığı düşünülür. Bu dikkat çekici eser Weber’in modern toplumun doğuşunu açıklamaya yönelmesini resmeder. Weber bu çalışma ile iktisat tarihinden sosyolojiye doğru bir geçiş yapmış ve Protestanlığın doğuşu ekseninde iktisadi etiğin sosyal yapıları anlamada önemli bir işlevi olduğuna vurgu yapmıştır. Bu çalışmadan sonra Weber diğer dünya dinlerinin iktisadi etiğini incelediği çalışmalarla ilgisini karşılaştırmalı tarihsel incelemelerle dünya tarihsel bir düzeye genişletmiştir. Böylece Weber din ve toplum arasındaki evrensel-tarihsel ilişkiyi ele almayı amaçladığını beyan etmektedir. Çalışma alanındaki bu dönüşüm Weber’in iktisat sosyolojisi açısından önemli neticelere sahiptir. Weber, 1920’de Protestan Ahlakı’nın yeniden yayımına eklediği bir notta Protestan Ahlakı yayımlandıktan sonra esas niyetinin Kalvenizm ekseninde yaptığı bu çalışmayı diğer Protestan mezhepleri için de genişletmek olduğunu ancak 1909’da yakın dostu dinler tarihçisi Ernst Troeltsch’in Hıristiyan Kiliselerinin Sosyal Öğretileri isimli eserinin yayımlanması sebebiyle bu fikrinden vaz geçtiğini dile getirir. Zira kendisinin teolog olmayan biri olarak bu konularda onun kadar yetkin olamayacağını dile getirmektedir (Weber, 2009a: 551, dn 143). Ancak aslında Weber’in Doğu dinlerini incelemeye yönelmesinin arka planında başka bir etken vardır. Bu etken onun çalışmalarındaki teorik yönelimlerden çıkarılabilir. 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başından itibaren moderniteye yöneltilen eleştirilere karşı çıkma arzusu Weber’i modernitenin biricikliğini ifade etmeye yöneltmiştir. Bunu gerçekleştirmenin en önemli aracı olarak Weber karşılaştırmalı tarih çalışmalarını görmektedir. Bu bağlamda onun erken dönem çalışmaları arasında pek dikkat çekmeyen Antik Uygarlıkların Tarımsal Durumu isimli eseri Weber’in uzun vadedeki yönelimlerini ciddi bir biçimde etkilemiştir (Weber, 1988). Siyaset Bilimi Sözlüğü (Handwörterbuch der Staatswissenschaften) için kaleme alınan bu çalışma8 sözlüğün 1896, 1897 ve 1909’daki baskılarında çeşitli değişikliklerle 8 Weber’in yazısının sözlükteki başlığı Antik Uygarlıkların Tarımsal Durumu anlamına gelen “Agrarverhältnisse im Altertum” şeklindedir. Ancak Marianne Weber yazının bu başlığının ansiklopedinin yayıncısı tarafından belirlendiğini ve aslında eserin “antikitenin bir tür sosyolojisini” temsil ettiğini dile getirmektedir. (Weber, 1924: iç kapak) Dolayısıyla Weber’in toplu eserlerinden Gesammelte Aufsatze zur Sozial-und Wirtschaftsgeschichte içinde yazı Antik Uygarlıkların Tarımsal Sosyolojisi başlığı ile yayımlanmıştır. Marianne Weber’e göre bu yazı dört aylık yoğun bir çalışmanın mahsulüdür. Ayrıca Weber, Georg Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 25 yer almıştır.9 1909’da boyutu ve içeriği ciddi bir şekilde genişletilen bu çalışma Weber’in karşılaştırmalı uygarlıklar tarihi çalışmalarına geçişte önemli bir noktayı oluşturmuştur. Bu eserinde Weber, Antik Yunan, Roma, İbrani ve Mezopotamya uygarlıklarının tarımsal sistemlerinin oluşumunu ve bu sistemlerin toplumsal yapı üzerindeki etkilerini toprağın bölüşümü ve mülkiyeti, tarım yapma teknikleri, aile, klan ve oikos, para ekonomisine geçiş, köleliğin durumu, zanaatların ve zanaatkârların durumu ve şehirlerin gelişimi bağlamında karşılaştırmalı bir biçimde incelemektedir. Bu çalışmasıyla Weber modernitenin kökenlerini açıklama açısından sosyolojik bir bakış açısını kurmaya yönelmiştir. Bu dönemden sonra Weber, Hint Dini, Çin Dini, Yahudilikle ilgili müstakil çalışmalar yapmıştır. Bu eserlerinde iktisadi etiğin zihniyetle ilişkisini ve bu çerçevede toplumsal ve siyasal alanı şekillendirmesini ele almaktadır. Weber özellikle Asya dinlerinin mistik yapısına vurgu yaparak selameti içe dönük bir biçimde aramalarının bu dinler etrafında gelişen sosyal yapıda akılcılaşmayı nasıl engellediğine değinmektedir. Diğer taraftan Yahudilikteki karizmatik peygamberlik giderek aktif bir yönelimi oluşturmuştur. Daha sonra Protestanlığa temel olacak dini düşüncedeki bu akılcılaşma/büyü bozumu sosyal alanın da akılcılaşmasına yol açmıştır. Zihniyeti iktisadi alanın yapısından hareketle çözümleyen Weber iktisadi yapılar üzerinden karşılaştırmalı bir uygarlık tarihi oluşturmaktadır. Bu dönemde kaleme aldığı Ekonomi ve Toplum bu yaklaşımın zirvesini teşkil etmektedir. Esas büyük eseri sayılan bu kitapta Weber, dinlerin sosyal yaşamı şekillendirmesini her boyutuyla karşılaştırmalı bir biçimde ele almaya girişmiştir. Tamamlayamadığı bu çalışmasında hukuk, siyaset ve iktisat gibi alanlarda Doğu ile Batı’nın birbirinden farklılaşması ekseninde modernitenin biricikliğini ortaya koymaya yönelmiştir. Yukarıdaki açıklamalardan da görüleceği üzere Weber’in iktisat sosyolojisi modernitenin ele alınış biçimine göre genişleyen bir ilgiye sahiptir. İlk eserlerinde modernitenin çeşitli yapılarının kökenlerinin açıklanması ile von Below’a yazdığı 21 Haziran 1914 tarihli mektubunda karşılaştırmalı çalışmaların öneminden bahsederken Leipzig’ten Wilcken’in öğrencilerinin yazdıkları tezlerin bu çalışmanın yanlışlarını düzelttiğini dile getirmektedir. Bunun sebebi olarak da yazının büyük bir acele içerisinde yazılmasını dile getirmektedir. [Weber’den Below’a 21 Haziran 1914 tarihli mektup] (von Below, 1925, pp. xxiv-xxv) 9 Birinci ve ikinci nüsha arasında çok fark yoktur, ancak diğer ikisinden çok farklı ve uzun olan üçüncü nüshada konunun boyutu ve içeriği ciddi bir şekilde genişlemiştir. Nüshalar arasında oluşan bu fark Weber’in gelişiminin bir ürünü olarak sayılabilir. 26 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR uğraşan Weber 1904 ve 1909’da yaşanan iki kırılma neticesinde gittikçe dünya tarihsel bir açıklamaya ve temellendirmeye ulaşmak için daha geniş çaplı çalışmalara girişmiştir. 1904’te Protestan Ahlakı ile moderniteye dair kısmi açıklamalardan daha bütüncül teorilere doğru bir geçiş söz konusudur. Her ne kadar bu eser yaygın olarak Marksizm ile bir polemik içerisinde değerlendirilse de asıl anlamını yeni bir modernite teorisi olması yönüyle kazanmıştır. Ancak 1909’da bu teorinin yeterli olmadığı, diğer uygarlıklarla yapılacak tarihsel karşılaştırmalarla evrenselleştirilmesi gerektiği ortaya çıkmıştır. Bu tarihten sonra Weber gittikçe derinleşen bir ilgiyle modernitenin evrensel bir açıklaması peşinde olmuştur. Bu bağlamda onun en geniş perspektifli metninin ölümünden 7 gün önce yazdığı Giriş10 (Vorbemerkung) (2009b) olması bir tesadüf değildir. Dinî Düşüncenin ve Zihniyetlerin Farklılaşması Zihniyetin değişiminin bir dizi sosyal değişimi belirleyen temel bir etken olduğuna inanan Weber’in iktisat sosyolojisi sık sık bir zihniyet analizi olarak resmedilmiştir.11 Protestan Ahlakında dile getirdiği gibi Weber tarihte zihniyet değişiminin rolünü rayları değiştiren makasçının rolü gibi görür. Buna göre makasçının trenin yönünü değiştirmesi gibi zihniyetin değişimi de olguların gerçekleşme biçimlerini ve neticelerini değiştirir. Weber kendi iktisat sosyolojisini özellikle kapitalizmin doğuşunun arefesinde yaşanan zihniyet dönüşümü ve bu dönüşümün uzun tarihsel arka planını inceleyerek geliştirmiştir. Bu bağlamda onun dünya dinleri12 arasındaki büyük tarihsel 10 Weber’in ölümünden sadece yedi gün önce (7 Haziran 1920) tamamlanan bu yazı Talcott Parsons, 1930’da çevirdiği Protestan Ahlakı’nın başında yazıyı “Author’s Introduction” olarak verdiği için -kendi yazdığı önsözde bu girişin Dinler Sosyolojisi çalışmalarını topladığı eserlere giriş belirtmesine rağmen- (Parsons, 1992, 2003) yazı Protestan Ahlakı’na bir giriş olarak bilinmektedir. Halbuki Weber’in dinler sosyolojisi ile ilgili yazılarını topladığı üç ciltlik kitabın giriş yazısıdır. Bu yazıda Weber kendi sosyolojisinin amacını ve hedeflerini ortaya koymaktadır. 11 Weber çoğu kez zihniyet değişimlerinin sosyal yapı üzerindeki etkilerini ele alan bir düşünür olarak görülmektedir. Onun tarihsel değişimi fikirlerin değişiminde gördüğü sıklıkla dile getirilmektedir. Ancak bu tam anlamıyla doğru bir düşünce değildir. Weber çalışmalarında zihniyete merkezi bir yer verse de onun mutlak bir şekilde belirleyici olduğunu ileri sürmez. 12 Weber dünya dinleri ile merkezî bir dinî düşünce ya da ahlak etrafında bir inananlar kitlesini bir araya getiren Konfüçyenlik, Hinduizm, Budizm, Hristiyanlık ve İslam gibi dinleri kastetmektedir. Yahudiler daima azınlıkta ve sıklıkla parya bir halk olmalarına rağmen bu listeye diğer iki semavi din üzerindeki etkisi sebebiyle Yahudiliği de eklemiştir (Weber, 1946b, s.267). Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 27 karşılaştırmaları iktisadi etiğin değişimi üzerinden gerçekleştirmesi önemli bir etkendir. Weber’in dünya dinlerine yönelmesinin temel amacı Protestanlıkta yaşanan dönüşümün Batı uygarlığı için anlamını daha belirgin bir hale getirmektir. Zira ona göre Protestanlık tarih boyunca Batı uygarlığı içinde gerçekleşen büyük dönüşümün son halkasını teşkil etmektedir. Ona göre Batı uygarlığı başlangıçtaki farklar sebebiyle diğer uygarlıklardan belirgin bir biçimde ayrışmıştır: “Avrupa’da yerleşme biçimi Doğu Asya uygarlıklarınınkiyle zıttır. Farklılık kısaca biraz da eksik biçimde şu şekilde özetlenilebilir: Avrupa’da sabit yerleşmeye geçiş sığır yetiştiriciliğinin (özellikle süt için yapılan) baskınlığından sığır yetiştiriciliğinin ikincil bir unsur olarak devam ettiği tarım tarafından belirlenen bir ekonomiye doğru değişim anlamına gelmekteydi; bunun aksine Asya’da yaygın ve dolayısıyla göçebe bir tarımdan süt sığırcılığı olmaksızın bahçeciliğe doğru bir kayış söz konusuydu. Bu karşıtlık göreceliydi ve belki de tarih öncesi zamanlar için geçerli değildi ama ne zaman ortaya çıktığından bağımsız olarak temel ayrımlara yol açtı. Dolayısıyla Avrupalı halklar arasında toprağın özel mülkiyeti daima ortak otlatma alanlarının daha küçük gruplar arasında nihai bölünmesi ve tahsisi ile ilintilidir. Asyalılar arasında bu gelişme gerçekleşmez ve Batı’da bulunan ilkel komünal tarımsal birimler –örneğin mark ve mera (commons)- ya Asyalılarca bilinmemekteydi ya da başka işlevlere sahiptiler. Bu sebeple Doğu Asya köy örgütlenmelerinde ortak mülkiyetin rolü, vergi organizasyonu tarafından neden olunan modern bir başlangıca sahip olmayan yerlerde, önemli derecede Avrupalı paralellerinden farklılaşır.” (Weber, 1992; s. 37) Temelde coğrafi etkenlerce belirlenen bu farklar Weber’e göre geri dönülemez bir biçimde Doğu ve Batıyı birbirinden koparmıştır. Burada Aydınlanmacılardan itibaren Doğu’yu değerlendirmede başvurulan despotizm tezlerinin arkasındaki coğrafi farklılaşma tezleri bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Buna göre Avrupa’da yerleşik tarıma geçilirken Yakın Doğu ve Mısır’da ilkel tarımdan sulama ekonomisine bir geçiş söz konusudur (Weber, 1992; s. 37-38). Böylece toplumsal yapı sulama sisteminin organizasyonu çerçevesinde despotik siyasi yapı tarafından belirlenmiştir. Weber Batı’nın özel mülkiyete ve bireysel çabaya dayanan sistemine karşın Doğu’nun despotun egemenliğine ve bürokratik organizasyona dayalı sisteminde dünya görüşlerinin ve dini inanışların da farklılaştığına inanmaktadır. 28 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR Bu açıdan temelde Yakındoğu dinleri ile Asya dinleri arasındaki farklara vurgu yapan Weber, özellikle Yahudilik ve Hristiyanlığın diğerlerinden farklılaşmasına sebep olan iktisadi ve sosyal etkenlere vurgu yapmaktadır.13 Weber’e göre din orjinalinde büyüden neşet etmiştir ve akılcılaşma ile gerçekleşen büyü bozumu (entzauberung/disenchantment) neticesinde dini inanış gittikçe daha kurumsal ve kurallı hale gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında Weber Doğu’nun despotik siyasası ile dini inanışların doğası arasında yakın bir bağ kurmaktadır. Weber’e göre Mısırın bürokratik sisteminin aynısı Mısır dininde tanrıların birbiri ile ilişkilerinde mevcuttur. Hindistan’daki iktisadi gelişme düzeyi ve kast sistemi her meslek grubunun ayrı tanrısı olması neticesini ortaya çıkarmıştır (Weber, 1978, s. 415). Babil’in yıldız tanrıları ve bunlar arasındaki ilişkiler hükümdarın sarayındaki konumunu ve bürokrasisini yansıtmaktadır. Yine Çin’de hükümdarın güneşin oğlu olarak nitelenmesi kendi konumuna göksel bir karşılık arayan bürokrasinin bir yansıması olarak görülebilir (Weber, 1968, s. 21-22; 1978, s. 417-418). Bu örneklerde görüldüğü üzere Weber, Doğu’nun despotik yapısının dini inanışlarca desteklenmesine işaret etmektedir. Diğer tarafta ise Yakın Doğu’da şahsi, aşkın ve etik bir tanrı fikrinin ortaya çıktığını dile getirir. Zira burada bürokrasi reddedilmiş, egemenliğini bir bürokrasi aracılığıyla kuran kral figürü ortaya çıkmamıştır. Yahudilikten kaynaklanan bu aşkın tanrı fikri ve karizmatik peygamberlik Batı’da dini zihniyeti farklılaştırmıştır. Weber dini zihniyetteki bu farklılaşmanın iki kaynağını işaret etmektedir: İbraniliğin karizmatik peygamberlik geleneği (Weber, 2003a, s.322) ve Antik Yunan’ın bir insan şeklinde tanımlanan tanrıları. Yahudilikle birlikte ortaya çıkan insandan farklı aşkın bir tanrı imgesi büyünün bozulmasının en önemli unsurudur. Zira Tanrı’nın insandan ayrışması dinde büyünün önemini ortadan kaldırmıştır. Bu anlamda Yahudilik tarafından oluşturulan ve oradan da Hristiyanlığın aldığı ve Protestanlığın keskinleştirdiği dünya üstü yaratıcı fikri selamet arayışlarının aktif ve zahit yönelimleri için özellikle önemlidir.14 Kutsal gücün bu şekilde dünya üstü konumlandırılması ile tanrıyla mistik bütünleşme, onu içerseme arayışının 13 Örneğin Yakın Doğu’da çöllerde ve yarı kuraklık bölgelerde sulamanın kontrolü başka yerlerde inanılan yeryüzünü ve insanı dölleyerek doğuran tanrının aksine onları yoktan yaratan bir tanrı anlayışının kaynağı olmuştur (Weber, 1978, s. 448-449). 14 Bu bağlamda Weber’e göre Olimpos’taki Homerik Yunan tanrıları veya Hristiyanlığın tanrısı gibi Batılı şahsi kahraman tanrılar ile Çin’in animist inancı ve chthonian kültü arasındaki fark ne kadar fazlaysa Batı ve Çin sosyal düzenleri birbirine o kadar karşıttır (Weber, 1978, s. 28). Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 29 önünü kesmiştir. Böylece Batı’da Asya’nın aksine tanrı ile insan arasında bir tür hukuki ilişki ve kurtuluşa ulaşmanın metodik yordamı ortaya çıkmıştır (Weber, 1978, s. 552-556). Yunan dünyasının bireysel kahraman tanrıları ise insanın yeryüzünü dönüştürmesinde kendi güçlerinin farkına varmasına ve büyüyü dinden ayrıştırmalarına neden olmuştur. Böylece yöntemleri akılcılaştırılarak yaygınlaştırılabilen mistisizme karşı zahitlik modern dünyayı hazırlayan temel zihniyet kalıbı olmuştur (Weber, 1946, s. 324-325). Bu temeller etrafında kurumsallaşmış bir din olarak Hristiyanlık ortaya çıkış ve akılcı inanç ve etik normlar şekillenmiştir (Weber, 2009a, s. 114-115).15 Weber göre Batı’da peygamberlik Doğu’da ise rahip ve büyücü vardır. Doğu mistik16 iken Batı zahittir. Doğu’da dinî düşünce insanı bu dünyadan soyutlarken Batı’da bu dünyaya yöneltir. Bunların neticesinde Batı’da dinî düşünce akılcılaşmış iken Doğu’da geleneksellik devam etmiştir. Batı’daki zihniyetin dönüşümünü, dini inanışın akılcılaşmasını kapitalizmin gelişimi için önemli etkenlerden biri olarak gören Weber, Protestanlık ile birlikte bu gelişmenin tamamlandığını düşünmektedir. Ona göre Protestanlık, özellikle Kalvenizm insanın selamet arayışını aktif bir çalışma ve dünyayı dönüştürme sürecine çevirmektedir (Weber, 2009a, s. 110). Kalvenizmdeki kaderin belirlenmişliği (predestination) fikri insanın selamete ermede hiç bitmeyen bir aktiflik içine girmesine neden olmuştur. Buna göre Tanrı kendisine yardım edenlere yardım eder. Kendi selametini kendisi yaratan Kalvenist, selamete ermek için yaşamın her alanı ve her anında “sistemli öz-kontrole” sahip olmaktadır (Weber, 2009a, s. 113-114). Böylece Bu da yaşam içerisinde sürekli aktif, dünyayı dönüştüren bir bireyin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu fikir Tanrı’nın inayeti için çalışma fikrini de beraberinde getirmiştir. Protestanlık ile birlikte selamet fikri ile dünyayı dönüştürme arasındaki tarihsel ikilik giderilmiş, bireyin çalışması dini bir vecibeye dönüştürülmüştür (Weber, 1978, s. 573-575). Weber Kalvenizmdeki kader anlayışının değişimini İncil çevirilerindeki Beruf kelimesinin meslek anlamına gelecek şekilde geçirdiği dönüşümü takip ederek göstermektedir (Weber, 2009a, s. 89). Rufen kökünden gelen ve daha önce çağırmak olarak çevrilen Beruf kelimesinin Luther tarafından meslek olarak çevrilmesi ile çalışma hayatı ahlaki bakımdan meşrulaştırıl15 Detaylı bir tartışma için bk. Gane, 2002, s. 17-18, Schluchter, 1979, s. 32-33. 16 Batı düşüncesinde mistik kategorisinin temelleriyle ilgili bk. King, 1999, s. 7-35; Mistik bir din olarak Hinduizmin icadı ve Budizmin keşfi için ayrıca bk. King, 1999, s. 96118 ve s. 143-161. 30 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR mıştır. Weber’e göre bu dönüşüm “Reformasyon’un -özelde de gerçekten şüphesiz ki Luther’in- en etkili başarılarından biridir.”17 Böylece Ortaçağlar boyunca kötülenen bu dünya için çalışma fikri selamete ermenin temel aracı olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bu sürecin neticesinde Protestanlık’ta büyü şeytanın işlerinden bir iş olarak tamamen dünyadan kovulmuş ve Tanrı’nın dünya ile olan ilişkisi akılcılaşmıştır (Weber, 1978, s. 544). Fakat diğer dünya dinlerinde böyle bir şey gerçekleşmemiş, işe ve çalışmaya yönelik olumsuz tutumlar devam etmiştir. Asya dinlerinde dünya teoride ve uygulamada büyülü bir bahçe olarak görülmeye devam etmiştir. Böylece Protestanlıktaki dünyayı dönüştürücü eyleme karşı Asya’da temel davranış kalıbı dünyaya uyum ya da ondan kaçma olmuştur. Bu toplumlarda belirli alanlarda gerçekleşen akılcılaşmaya yönelik dönüşümler de dini zihniyetteki büyüsel bakış tarafından engellenmiş; nihai anlamda akılcılaşma sekteye uğratılmıştır. Weber’in ana projesi dünya dinlerinin iktisadi etiğini inceleyerek toplum biçimleri arasında karşılaştırmalı bir modelleme geliştirmekti. Zihniyetlerin tarihsel evrimini mümkün kılan sosyal ve siyasal şekillenmeleri temele alarak Weber kapitalizmin Batı’da ortaya çıkmasına, dolayısıyla Batı dışında çıkmamasına bir açıklama getirmek niyetindeydi. Buradan hareketle uygarlık tarihini dini inanışın değişimi etrafında Batılı aktifliğin, dünyayı dönüştürmenin, büyüden arındırmanın ve akılcılaşmanın gelişimi olarak ele almaktadır. Bu kapsamda oluşturduğu temellerle modern kapitalizmin doğuşuna getireceği açıklamalara evrensel bir zemin hazırlamakta ve onu biricikleştirmektedir. Kapitalizm ve “Biricik” Batı’nın Gelişimi Yukarıda ele alınan zihniyet dönüşümü Weber’e göre tarihsel süreç içinde kapitalizmin gelişiminin temellerini oluşturmuştur. Kapitalizmin iki temel öğesi olan kapitalist ruh ve iktisadi akılcılaşma bu zihniyetin oluşturduğu sosyal formasyonlar dâhilinde yaşam alanı bulmuşlardır. Bu bağlamda 17 Weber’e göre Luther, Beruf (çağırma, Tanrı’nın işe/çalışmaya çağırması) kelimesini kilise ve manastır düzenine karşı olarak kullanmaktaydı. Hayatını çalışmadan başkalarının emeği üzerinden devam ettiren rahipler/din adamları ve bir ölçüde bu sistemin diğer temel unsuru olan feodal aristokratlara karşı işin ve çalışmanın yüceltilmesi ve dolayısıyla dünyevi çalışmanın Tanrı’nın inayetinin bir aracı olarak belirlenmesi kilise düzenini hiç şüphesiz tehdit etmekteydi. Buna göre Luther çalışmayı selametin bir aracısına dönüştürmüştür. (Weber, 2009a, s. 90) Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 31 Protestanlığın kilit rolünden bahseden Weber, Batı tarihindeki sürekliliğe vurgu yapmaktadır. Özellikle Ortaçağ boyunca manastır sistemi ve Katolik kilisesinde kişilere değil görevlere göre tanımlanmış bürokrasisini gündeme getiren Weber, bu tür etkenlerin birbirini tamamlar bir biçimde modern dünya görüşünün temellerini oluşturduğunu düşünmektedir. Diğer taraftan sadece dini zihniyet alanında değil sosyo-iktisadi alanda da Weber kapitalizmi ortaya çıkaran tarihsel şartların Batı tarihi içinde ortaya çıkışı ve gelişimini izlemeye özel bir önem vermektedir. Batı tarihinde seyreden gelişmenin bu sürekliliğini Weber seçmeci yakınlıklar (elective affinities) olarak adlandırdığı kavramla açıklamaktadır (Weber, 2009a, s. 97). Seçmeci yakınlıklar kavramı genel olarak belirli tarihsel koşulları doğuran tekil şartların özel koşullar ve süreçlerde bir araya gelebilmesini; özel olarak da kapitalizmin unsurları arasındaki bağları işaret etmektedir. Bir bakıma zihniyetin maddi koşulların şekillenmesindeki rolünü ve bu şekillenmenin sürecini ele almaktadır. Buna göre tarihsel süreç içinde Batı’da akılcılaşmayı meydana çıkaran etkenler seçmeci yakınlaşmalar sayesinde birbirini tamamlayacak bir biçimde bir araya gelmiştir. Özel olarak dinî etik, meslek ahlakı ve çalışma hayatı arasındaki bağlantıyı tesis eden bu yakınlaşmanın bir mekanizması veya akılcı/mantıki bir açıklaması bulunmamaktadır. Weber, Kapitalizmi meydana getiren pek çok parçanın niçin sadece Batı’da birbirini tamamlar bir biçimde bir araya geldiğini kültürün genel özelliklerine atıfla açıklamaktadır. Kültürün zihniyet olarak adlandırılabilecek en soyut biçimi ile açıklanan bu gelişmeler gerektiğinde tarihe seçmeci bir yaklaşımla sağlanan delillerle bezenmektedir. Bu bağlamda Orta Çağ’da mevcut tekil koşulların seçilerek bir araya gelmesinde kapitalist ruhun yeri çok önemlidir.18 Kapitalist ruh, sistemlilik, hesaplanabilirlik ve öngörülebilirlik gibi akılcılaşmanın bir dizi tezahürünün işlevsel bir biçimde bir araya gelmesini sağlamıştır. Bazen girişimciyi işe yönelten temel saik, bazen de işin sosyal koşullarının akılcılaşması olarak formüle edilen bu ruh, temelde insanın dini yöneliminin iktisadi yönelimlerini beslemesi, yeryüzündeki selamet arayışının çalışma ile bütünleşmesi ile yakından alakalıdır. Bu bakımdan Weber’e göre ilk bakışta Doğu’da kapitalizmin doğuşu için gerekli olan pek çok şart bulunmasına ve hatta Batı’da kapitalizmin önündeki pek çok engelin bulunmamasına rağmen modern akılcı kapitalizmin Doğu’dan ortaya çıkmaması işte bu kapitalist 18 Weber’in açıklamalarındaki kapitalist ruhun gelişimi Hegel’in dünya tarihi şemasında Ruh’un oynadığı role benzer bir role sahiptir. 32 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR ruhun eksik olmasına bağlıdır (Weber, 1967, s. 4, 74-75; 2009a, s.75). Kapitalist ruhun ortaya çıkmaması dini inanışların insanı bu dünyaya değil, dünya ötesine yöneltmesi, selametin dünyevi akılcı hesaplanabilir eylemlere değil büyüsel, içe dönük hesaplanamaz inisiyasyonlarla ilişkilendirilmesine bağlıdır. Böylece Batı’daki aktif zahid selamet arayışının yerine Doğu’da pasif mistik bir yönelim söz konusudur. Bunun neticesinde hayatın belirli alanlarında akılcılaşma gerçekleşse de nihai anlamda birbirini tamamlayan akılcı bir gelişme seyri oluşmamıştır. Batı’da hukuki, siyasi ve sosyal yapılarda birbirini tamamlayan ve kapitalist ruhu ortaya çıkaran bütüncül bir akılcılaşmanın öneminden bahseden Weber, bu etkenleri açıklarken Doğu toplumları ile mukayeseye özel bir önem vermektedir. Böylece akılcılaşma ve kapitalist ruh kavramlarını uygarlıklar tarihini açıklamada anahtar bir kavrama dönüştürmektedir. Ona göre hayatın her alanında birbirini tamamlayan bütüncül bir akılcılaşma sadece Batı’da ortaya çıkmıştır. Doğu’da ise bir alanda gerçekleşen akılcılaşma diğer bir alandaki gelişme tarafından engellenmiş, ya da farklı bir yöne doğru çekilmiştir. Bu bakımdan Weber, şehirleşme, pazarın oluşumu, feodalitenin merkezi olmayan siyasi yapısı, kanonik hukukun gelişimi gibi bir dizi etkene vurgu yapmakta ve akılcılaşma ve kapitalist ruhun teşekkülü çerçevesinde uygarlıklar tarihini karşılaştırmalı bir biçimde açıklamaktadır. Weber, kapitalizmin gelişimi için şehrin ortaya çıkmasına hayati bir önem atfetmektedir. Ona göre Batı’da zanaatın ve ticaretin yoğunlaştığı yerler olarak şehirlerin gelişimi diğer bütün etkenlerin bir arada birbirini tamamlar bir biçimde ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şehirlerin feodal otoriteden bağımsızlaşmaları, kendi hukuklarını ve özerk yönetimlerini geliştirmeleri akılcı girişim için gerekli olan hukuki ve siyasi zemini sağlamıştır. Burjuvazinin talep ettiği mülkiyet ve girişim garantisini sağlayan siyasal özerklik (autocephaly) aynı zamanda girişimcinin kendi işine dair hesapları akılcı bir biçimde yapabilmesini getiren öngörülebilir hukuk sistemini de sağlamıştır. Şehir burjuvazisinin feodal güçlerden bağımsızlaşmak için kendi yönetiminin temeli olarak hukuku tesis etmesi ile mülkiyetin garanti altına alınması ve dolayısıyla kapitalizmi ortaya çıkaran sermaye birikiminin oluşumu gerçekleşmiştir. Bu birikim ile girişim serbestliği örtüştüğünde şehirler gittikçe canlanan bir iktisadi yaşamın merkezi haline gelmişler, ticaret ve zanaattan sanayiye doğru genişleyen bir üretimin zemini olmuşlardır (Weber, 2003, s. 313-314, 322). Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 33 Şehrin bu tür bir özerkliği Weber’e göre Ortaçağın dünyasında İtalyan şehirlerinin ticaret ve zanaat ile gelişen yapılarına ve feodalitenin özel karakterine bağlanmalıdır. Ticaret ile gelişen İtalyan şehirlerinde “şehir topluluğu dâhilinde kendine ait görevlileri, maliyesi, askerî örgütlenmesi ile ayrı bir siyasi topluluk” olarak şehir birlikleri (Popolo) ortaya çıkmıştır (Weber, 1978, s. 1302-1303). Bunun yanı sıra burjuvanın temellerini oluşturan meslek erbabının dayanışması neticesinde şehrin kendini yönetmesiyle kendi hukuku üzerinde söz hakkı talebi ortaya çıkmıştır. Feodalitenin kıra dayalı ekonomisi karşısında şehirler kendi silahlı birliklerine dayanarak farklı bir iktisadi ve sosyal sistemin temeli olarak ortaya çıkmışlardır (Weber, 1978, s. 371). Bunda feodalitenin parçalı güç yapısı da önemli bir rol oynamıştır (Weber, 1978, s. 1099-1104). Şehirlerin surlarını aşacak bir merkezi güç oluşmadığı için bu tür bir özerkliğin ortaya çıkmasını engellemek söz konusu olmamıştır. Ancak Doğu’nun merkezi güçlü imparatorluklarında şehirler böylesi bir özerkliği asla elde edememişlerdir. Kralın despotik bürokrasinin denetimi altında ne özerk bir yönetime ne de mülkiyet ve girişimi garanti altına alan akılcı bir hukuka kavuşamamışlardır (Weber, 1978, s. 235-236). Weber özerk şehirlerde şehir konseyi tarafından yapılan burjuvanın isteklerini yansıtan hukuka özel bir yer vermektedir. Burjuvanın talepleri doğrultusunda hesaplanabilirliği ve öngörülebilirliği getirdiği için şehir hukuku iktisadi yaşamın akılcılaşmasında önemli roller oynamıştır. Bu hukukun düşünsel ve teknik temellerinin Roma hukuku ve kilisenin Kanonik hukukunda bulunduğunu ileri süren Weber’e göre seküler bir hukuk yapma sistemi Batı’da öteden beri bilinen bir şeydir: “Doğu dinleriyle karşılaştırdığımızda kapitalist gelişme için Batı Katolikliğinin önerdiği daha uygun şartlar hiyerokratik egemenliğin eski Roma geleneklerinin sürdürülmesi ile gerçekleşen akılcılaşmasına bağlıdır. Bu özellikle bilim ve hukukun geliştiği biçime atıfta bulunmaktadır. Doğu dinleri dindarlığın akılcılaştırılmamış karizmatik karakterini Batı kilisesinin yaptığında daha fazla korudu. … Kilise esasen kendi amaçları için akılcı bir biçimde delil elde etmek maksadıyla bir yargılama süreci -soruşturma- yarattı; bu neticesinde seküler adaletin gelişimini etkiledi. Ayrıca Batı kilisesinin Roma hukukunun modelinden geliştirdiği ya da onun örneği üzerinden teşvik ettiği gibi akılcı hukuk bilimi temelinde daimi bir hukuk yapımı [başka bir yerde] mevcut değildi.” (Weber, 1978, s. 1192) 34 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR Burada dini zihniyete vurgu yapan Weber’e göre Avrupa’da bir şahıs olarak Tanrı fikri bir tür hukuken tanımlanabilir kulluk ilişkisine ve Romalıların ve Yahudilerin etkilerine bağlı olarak kurtuluşa ulaşmanın metodik yordamının oluşmasına yol açtı (Weber, 1978: 553) ama Asya’da bunun zıddına, bu tür bir metodik yordam yoktu ve Hint ve İranlıların etkisi sefih, manevi ve tefekkürcü karakterlere yol açmıştır. (Weber, 1978, s. 556) Hukukun bu şekilde akılcı ilkelerle belirli kaidelerden türetilmesi gittikçe sosyal realiteye göre şekillenen bir sistemin ortaya çıkmasına temel hazırlamıştır. Böylece ortaçağın şehirlerinde bu temel üzerinden kanunlara dayalı formelleşmiş bir hukuk sisteminin oluşması söz konusu olabilmiştir (Weber, 1978, s. 818819). Şehir konseylerinin uzun mücadeleleri neticesinde kazanılan hukuk yapmadaki bu özerklik zamanla kapitalizmin sigortası olmuştur. Hukukun kanunlara dayalı bir sisteme dönüşmesi bireyin kendi eylemlerinin neticesini önceden bilebilmesi ve hareketini ona göre düzenleyebilmesini sağlamıştır. Böylece şehir burjuvası egemen siyasi güçler karşısında bir güvence elde etmiştir. Despotizmin akıldışı baskı ve taleplerinden bu tür bir korunma başka yerlerde ortaya çıkmamıştır. Zira siyasi egemenliği zorlayacak özerk yapılar yoktur. Ortaçağ boyunca Batı’da ayakbağı oluşturan parçalı siyasi otorite Weber’e göre beraberinde bir imkana dönüşmüştür. Feodalitenin parçalı yapısı, gelişen kapitalizmin ihtiyaç duyduğu özerk alanların oluşmasını sağlamıştır. Diğer taraftan kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için sadece burjuvazinin değil emeğin de serbestleşmesi gerekmektedir. Emeğin pazar dinamiklerine tabi olması akılcılaşmanın ve hesaplamanın tam olarak gelişimi için mecburidir (Weber, 2003a, s. 312-313). Serbest emek olmadan işin akılcı organizasyonu mümkün değildir. Zira “Antikitenin plantasyonlarında ve sınırlı bir düzeye kadar antik dünyanın pazar yerlerinde (ergasteria) zorlama emekle akılcı organizasyonun [belirli] bir düzeyi” (Weber, 2009b, s.211) yakalansa da bu durumda işin tam anlamıyla hesaplamaya tabi tutulması gerçekleşmez. Emeğin serbestleşmesi kırdan kopan kitlelerin şehirlerde emeklerini satarak bir geçim kaynağı oluşturmalarıyla ortaçağın sonlarında zanaatkârlığın gelişimi ile birlikte şehirlerde meydana çıkan bir gelişmedir. Başka yerlerde siyasi ve sosyal koşullarca engellenen emeğin serbestleşmesi, Batı’da şehirlerin sanayi olgusu ile birlikte bir üretim merkezine dönüşmesi ile tamamlanmıştır. Şehirlerde gerçekleşen sermaye birikimi ile birlikte “iş yerinin, aletlerin ve ham maddelerin tek bir sahip tarafından mülkiyeti büyük makineleşme ve mekanik gücü talep eden modern fabrika” serbest emeğin Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 35 koşullarını tamamlamıştır (Weber, 2003a, s. 167). Zanaatkarın tekil üretimi olan atölyeden sanayiye dönüşüm (Weber, 2003a, s. 158-159) Hindistan’da kast sisteminin dışlayıcılığı, Çin’de ise klan ekonomisi tarafından engellenmiştir (Weber, 2003a, s. 176). Böylece işin bütün süreçlerinin akılcı bir biçimde örgütlenebilmesinin önündeki sosyal engeller ortadan kalkmıştır. Bu tür engellerin ortadan kalkmasında işin farklı örgütlenmesi anlamına gelen kapitalist işletme tarzının ortaya çıkması merkezi bir yer tutmaktadır. Weber’in ilk akademik çalışma alanı olan kapitalist işletmenin tarihsel gelişimi bu bakımdan önemlidir.19 Weber bunu hukuk ve muhasebe tekniklerindeki bir dizi gelişmeye bağlamaktadır. Bu bağlamda müstakil tüzel kişilikler olarak şirketlerin ortaya çıkması önem arzetmektedir. Bunu tamamlar biçimde muhasebe tekniklerindeki gelişmelerle akılcı işletme tarzı gelişmiştir. Weber’e göre çağdaş işletmenin bir biçimi olarak geç ortaçağda İtalyan şehirlerinde commendaların ortaya çıkması ile şirketler tüzel bir hukuki kişilik olarak ortaya çıkmıştır.20 Şirketin sahibinden ayrılarak hak ve sorumluluklara sahip hukuki işlemlere konu olabilen bir hükmi şahsiyet olması ile birlikte hane ile işin ayrılması tam olarak gerçekleşmiştir. Bu sadece mekânsal bir ayrışma değildir. Neticesinde bireysel hesaplar ile şirket işlemleri ayrılmış, şahsi servet ile şirket sermayesi birbirinden ayrı hesaplamaların konusu haline gelmiştir. İflas ve borçlar hukukundaki gelişmelerle işletmenin zararının bireysel servetten tazmin edilmemesinin ortaya çıkması ile bu ayrışma tam anlamıyla hayata geçmiştir (Weber, 1978, s. 379-380). Böylece iş akılcılaşmış, keskin bir hesaplamanın konusu haline gelmiştir (Weber, 2009b, s. 212). Bu hesaplama ister istemez muhasebe sisteminde bir belirginleşme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. İşletmenin kar ve zararının artık kamuyu ilgilendirdiği tüzel kişilikte iktisadi bir eylemin neticelerinin öngörülebilir hale gelmesi mühim bir konum kazanmıştır. Bu ihtiyacın neticesinde çift girişli muhasebe sistemi ortaya çıkmıştır (Weber, 1978, s. 161-162). Daha önce Doğu’da kullanılsa da bu muhasebe sistemi 16. yüzyıldan itibaren güneyin ticaret kentlerinde yukarıda bahsedilen kapitalist işletmeye monte 19 Weber ilk akademik çalışması olan Zur Geschichte der Handelsgesellschaften im Mittelalter başlıklı doktora tezinde geç Orta Çağ’da İtalya’da ticari ortaklıkların doğuşunu incelemektedir (Weber, 2003b). 20 Weber’in ilk defa Batı’da ortaya çıktığını dile getirdiği bir ortaklık türü olarak Comenda esasen İslam dünyasından aktarılmıştır. Bu konuda özellikle Abraham L. Udovitch’in araştırmalarında (1962, 1970) ikna edici bulgular mevcuttur. Ayrıca bk. Çizakça, 1999. 36 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR olarak modern akılcı karakterini kazanmıştır. Böylece iktisadi bir işlemin neticesi olan kar ve zarar kolayca takip edilebilir hale gelmiş, tüccarlar yaptıkları işlerin her bir kalemini akılcı bir hesaba tabi tutabilmişlerdir. Weber’e göre “sermaye muhasebesinin akılcılaştırılması mutedil bir düzeyde tüm dünya medeniyetlerinde” olsa da akılcı bir kâr zarar hesaplaması ve sermaye muhasebesi modern Batı dışında hiçbir yerde gelişmemiştir (Weber, 2009b, s. 209). Weber’in akılcı işletme modeli olarak sunduğu anonim şirketlerin sadece Batı’da ortaya çıktığını, başka yerlerde akılcı hesaplamaya tabi bir tüzel kişilik olarak şirket yapılarının oluşmadığını ileri sürmektedir. Ona göre şehirlerdeki siyasi özerklik, akılcı hukuk yapma, sermaye, girişim ve emeğin serbestleşmesi olmaksızın bu tür tüzel hukuki kişiliklerin ortaya çıkması zaten imkânsızdır. Doğu’nun siyasi otoritesinin patrimonyal doğası bu tür gelişmeleri daha doğmadan boğmuştur. Şahsi servet ile sermaye arasında bir ayrım ortaya çıkmamış, girişimin serbestleşmemesi ile şirketleşme gerçekleşmemiştir (Weber, 2009b, s. 212-213). Bu etkenler neticesinde sadece Batı’da bireysel servet şirket sermayesine dönüşmüştür. Bunun arkasında Weber’e göre iktisadi birikimin üretim ve ticarete bağlı olarak barışçıl yollardan elde edilmesi vardır. Kapitalist birikim şiddet yoluyla değil iktisadi değişim için gerekli olan fırsatların kullanımıyla elde edilmektedir (Weber, 2009b, s. 208-209). Kapitalist birikim el koyma veya zorbalık ile değil, piyasada rekabete dayalı olarak elde edilmektedir. Buna her şeyden önce kapitalist isteklidir. Zira yukarıda açıklandığı gibi onun varlığı siyasi otoritenin bu tür bir el koyma imkanının kısıtlanmasına bağlıdır. Feodal güçlerin ve şehir lordunun kapitalist girişim üzerindeki etkisinin azaltılmasını sağlayan siyasi ve hukuki özerklik kapitalizmin varoluş şartını serbest rekabete bağlamıştır. Weber bunun gelişmenin koşullarını hazırlayan temel etken olduğunu iddia etmektedir. Böylece kapitalistin varlığını sürdürebilmesi için büyüme imkânları doğrudan akılcı hesaplama ile genişletilen girişimden başka bir dayanağı kalmamıştır. Bu da işin süreçlerinin ve tekniğinin daimi gelişmesine zemin oluşturmuştur. Birikimin şiddet yoluyla elde edildiği despotik Doğu toplumlarında ise dolayısıyla bu tür bir akılcı birikim imkânı ortaya çıkmamıştır. Bütün bu gelişmeleri tamamlayan etken ise akılcı bürokrasinin ortaya çıkması olmuştur. Weber’e göre çağdaş bürokrasinin akılcı doğası işlemlerin önceden belirlenmiş kural ve kaidelere bağlı bir biçimde gerçekleştirilmesine dayalıdır. Aynen kanunların uygulanmasına dayalı akılcı hukuk sisteminin ortaya çıkmasında olduğu gibi çağdaş bürokrasi de kendisini siyasi otorite Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 37 karşısında güvenceye almak isteyen burjuvazinin talepleriyle ilintilidir. Böylece kuralları uygulamakla yükümlü sürekli denetlenen bir bürokratik sistem ortaya çıkmıştır. Bir yönetim biçimi olarak akılcı bürokrasi sadece devletle ilintili değildir. Aynı zamanda modern işletme sistemi için de hayati önemi haizdir. Tüzel birer kişilik olarak ortaya çıkan işletmelerde de işlerin ve işlemlerin kurallara bağlanması organizasyonun ve yönetimin akılcı bir hal almasını sağlamıştır. Böylece bürokratik teknik için formel araçların gelişimi gerçekleşmiştir. Bu tür bürokratik mekanizma kralın şahsi otoritesini ve yönetimini temsil eden patrimonyal bürokrasi ile taban tabana zıttır. Her ne kadar Çin de bürokratik yönetim akılcı araçları geliştirmişse de hayatın diğer alanlarının akılcılaşmaması sebebiyle yönetimin akılcı bir temele kavuşmasını sağlayamamıştır. Çağdaş bürokrasi göreve dayalı bir bürokratik konumu vurgulayarak sürecin kişilerden bağımsızlaştırılarak kurallara dayalı hale getirilmesini sağlarken patrimonyal bürokrasi krala şahsi sadakat temelli olması hasebiyle kişiler bağımlı olmakta, kuralların genel geçerliği ortaya çıkamamaktadır. Bu bürokratik sistemin bütünlüklü bir karakter kazanması modern devletin gelişmesi ile gerçekleşmiştir. Profesyonel yönetim, uzmanlaşmış memurluk ve sözleşmeye dayanan vatandaşlık sistemiyle modern devlet, kapitalizm için gerekli olan formel koşulların tam olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır (Weber, 1978, s. 11921193, s.313-314 ve s.338). Sonuç: Uygarlık Tarihi Olarak Kapitalizm İncelemesi İktisat sosyolojisinin kurucusu olan Weber, Almanya’nın özel problemlerinden hareketle giderek genişleyen bir ilgiyle modernitenin gelişimini kapitalizm tarihi çerçevesinde ele almıştır. Önce tekil vakalar üzerinden yaptığı iktisadın toplumsal karakterine dair çalışmaları, daha sonra Almanya’nın geç kapitalistleşmesinden doğan sorunlara yönelmiş ve nihayetinde modernitenin dünya tarihsel bir açıklaması ile neticelenmiştir. Bu ilgi genişlemesi Weber’in Alman toplumunun geleceği ile modernitenin geleceğini birbiriyle ilintili bir şekilde ele almaya başlaması ile ilişkilidir. Özellikle 20. yüzyılın başından itibaren gelişen modernite eleştirileri karşısında Weber, onun biricikliğini ve benzersizliğini göstermeye soyunmuştur. Modern toplumun doğasına dair düşünen 19. yüzyıldaki öncüllerinde olduğu gibi Weber de moderniteye dair açıklamalarını Batı uygarlığının özel gelişimi teması etrafında kurmuştur. İçsel gelişme teorileri olarak adlandırılabilecek olan bu yaklaşımlara göre modernite Batı uygarlığının sahip olduğu bir dizi özgün koşul ve özelliğe 38 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR dayanarak gelişmiştir. Weber’in dilinde Avrupa’nın kendi göbek bağını kendisinin kesmesi olarak ifadesini bulan bu düşünce modernitenin geriye doğru bir bakışla açıklanmasını meydana çıkarmıştır. Modernitenin biricikleştirilmesi, Batı uygarlığına mahsus kılınması için Weber uygarlıklar arasındaki büyük tarihsel karşılaştırmalara özel bir önem vermiştir. Bunun için büyük dünya dinlerinin iktisadi etiği çerçevesinde bu uygarlıkların dini, siyasi, sosyal ve iktisadi yapılarını her düzeyde karşılaştırmaya girişmiştir. Dönemin ciddi bir biçimde çeşitlenen şarkiyatçı kaynaklarından da beslenerek Doğu uygarlıklarını kapitalizmin açıklaması bağlamında inşa ettiği teorik modele eklemlemeye çalışmıştır. Kendisinden sonraki modernite tartışmalarına şekil ve yön veren bu geniş çaplı proje ile Weber, tüm dünya tarihini kapitalizmin gelişmesi veya gelişmemesi ekseninde ele almıştır. Bu çerçevede Weber’in anahtar kavramı akılcılaşmadır. Weber akılcılaşmayı temelde dinin büyüsel karakterinden arındırılması olarak görmektedir. Bu bakımdan insanın selamet arayışının bu dünyasal etkenlere bağlanması akılcılaşmada ana noktadır. Bu bağlamda insanın selamete ermede kendi çaba ve eylemlerini merkeze alması sadece Batı’da ortaya çıkmıştır. Bu tür etkenler ya Asya dinlerinde olduğu gibi doğa ile bütünleşik yaşamdan dolayı dinin büyüsel karakterini kaybetmemesi ve mistikleşmesi ile ya da İslam da olduğu gibi siyasal koşulların dönüştürmesi ile Doğu’da ortaya çıkmamıştır. İnsanın selametinin doğrudan ve sadece bu dünyadaki eylemlerine bağlanması her türlü eylemin hesaplamanın konusu haline gelmesinde önemli bir noktadır. Bu bakımdan akılcılaşmanın tarihsel seyrini inceleyerek Weber modernitenin ortaya çıkışını kapitalist ruhun gelişimi ile açıklamıştır. Bu bağlamda Weber’e göre çalışma ve işe dair bakışın zihniyeti yansıtmak bakımından özel bir önemi vardır. Zira Batı’daki zihniyet dönüşümünü temsil eden Protestanlık bunu çalışmaya yönelik tutumları radikal bir biçimde dönüştürerek gerçekleştirmiştir. Weber kapitalizmin gelişimini Avrupa tarihinde oluşmuş olan bir dizi özel şartın Protestan ahlakı ile şekillenen kapitalist ruh tarafından bir araya getirilmesi ile açıklamaktadır. Tarihsel olarak şehirlerin ortaya çıkması ve hukukun akılcılaşması ile altyapısı oluşan gelişmeler daha sonra akılcı işletme modelinin ve iş tekniklerinin ortaya çıkması ile nihayetlenmiştir. Bunun sonucu tüm yaşam alanlarında akılcılaşmanın zirveye ulaşması ve modernitenin doğmasıdır. Weber bu noktadan hareketle Batı’da ortaya çıkan gelişmelerin niçin başka yerlerde ortaya çıkmadığı sorusuna yönelir. Batı dışında kapitalizmin Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 39 gelişimini engelleyen özel koşulların müşahede edilmesi ile derinleşen bu yönelim Weber’in iktisat sosyolojisinin bir uygarlık tarihine dönüşmesinde temel hareket noktasını teşkil etmektedir. Weber kapitalizmin tarihini evrenselleştirerek bütün uygarlıkların gelişimini açıklamada temel bir referans noktasına dönüştürmektedir. Böylece uygarlık tarihini bütüncül bir biçimde açıklayacak bir anahtara ulaşmaya niyetlenen Weber, Batı uygarlığının en başından beri izlediği yolu diğerlerinden ayrıştırmaya özel bir önem vermiştir. Yukarıda bahsedildiği gibi bütüncül bir Batı tarihi açıklaması arayışının ortaya çıktığı bu dönemde modern kapitalizmi Antik Yunan ve Roma dünyasıyla, Batılı dini inanışın çeşitli biçimlerine bağlamak meseleye uygarlık düzeyinde bir yaklaşım geliştirebilmek için gereklidir. KAYNAKÇA Bendix, R. (1945), “Bureaucracy and the Problem of Power”, Public Administration Review, 5(1), 194-209. Bendix, R. (1947), “Bureaucracy: The Problem and Its Setting”, American Sociological Review, 12(5), 493-507. Cox, O.C. (1950), “Max Weber on Social Stratification: A Critique”, American Sociological Review, XV(2), 223-227. Çizakça, M. (1999), İslam Dünyasında ve Batı’da İş Ortaklıkları Tarihi, Çev. Şehnaz Layıkel, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay. Freund, J. (1968), The Sociology of Max Weber. New York, Pantheon Books. Gane, N. (2002), Max Weber and Postmodern Theory: Rationalization Versus Re-Enchantment, Houndmills, Palgrave. Giddens, A. (2000), Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori: Toplumsal Düşüncenin Klasik ve Çağdaş Temsilcileriyle Hesaplaşmalar, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yay. Goldhammer, H. ve E. Shils, (1939), “Types of Power and Status”, The American Journal of Sociology, 45(2), 171-182. Honigsheim, P. (1946), “Max Weber as Rural Sociologist”, Rural Sociology, 11(3), 208-218. Honigsheim, P. (2000), The Unknown Max Weber, Ed.. Alan Sica, New Brunswick, Transaction Publishers. 40 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR Hughes, H.S. (1985), Toplum ve Bilinç: Avrupa’da Toplumsal Düşüncenin Şekillenişi (1890-1930), Çev. Güzin Özkan, İstanbul, Metis Yay. King, R. (1999) Orientalism and Religion: Postcolonial Theory, India and the Mystic East, London & New York, Routledge. Manasse, E.M. (1947), “Max Weber on Race”, Social Research, 14, 191-221. Mayer, J.P. (1944), Max Weber and German Politics, a Study in Political Sociology, London, Faber and Faber. Mommsen, W.J. (1989), The Political and Social Theory of Max Weber: Collected Essays, Chicago: University of Chicago Press. Mommsen, W.J. (1990), Max Weber and German Politics, 1890-1920, Tr. Michael Steinberg, Chicago: University of Chicago Press. Parsons, T. (1928), ““Capitalism” in Recent German Literature: Sombart and Weber,” The Journal of Political Economy, 36(6), 641-661. Parsons, T. (1929) ““Capitalism” in Recent German Literature: Sombart and Weber-Concluded,” The Journal of Political Economy, 37(1) 31-51. Parsons, T. (1968) The Structure of Social Action: A Study in Social Theory With Special Reference to a Group of Recent European Writers, 2 vols., New York, Free Press. Parsons, T. (1992) [1930], “Translator’s Preface,” Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism içinde, Tr. Talcott Parsons, London and New York, Routledge, xxv-xxvii Parsons, T. (2003) [1958], “Preface to New Edition,” Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism içinde, Tr. Talcott Parsons, Mineola, Dover Publication, xiii-xvii. Schluchter, W. (1979), “The Paradox of Rationalization: On the Relation of Ethics and World,” Ed. Guenther Roth and Wolfgang Schluchter, Max Weber’s Vision of History: Ethics and Methods, Berkeley, University of California Press, 11-64. Turner, S.P. & Regis A. Factor, (1983), Max Weber and the Dispute Over Reason and Value: A Study in Philosophy, Ethics, and Politics, London, Routledge & Kegan Paul. Udovitch, A.L. (1962), “At the Origins of the Western Commenda: Islam, Israel, Byzantium?”, Speculum, 37(2), 198-207. Udovitch, A.L. (1970), Partnership and Profit in Medieval Islam, Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42 41 Princeton, Princeton University Press. von Below, G. (1925), Der Deutsche Staat des Mittelalters: Eine grundlegung der deuschen Verfassunfgsgeschichte, Vol. 1, 2. Auflage, Leipzig, Verlag von Quelle & Meyer. Weber, M. (1975), Max Weber: A Biography, Tr. Harry Zohn, New York, John Wiley and Sons Inc. Weber, M. (1924), “Agrarverhältnisse im Altertum” Gesammelte Aufsatze zur Sozial-und Wirtschaftsgeschichte (GAzSuW), Hrsg. v. Marianne Weber, Tübingen: Mohr-Siebeck, S. 1-288. Weber, M. (1946a), “Religious Rejections of the World and Their Directions,” Ed. & Tr. C. Wright Mills ve Hans Heinrich Gerth, From Max Weber: Essays in Sociology, New York, Oxford University Press, 323363. Weber, M. (1946b), “The Social Psychology of the World Religions,” Ed. & Tr. C. Wright Mills ve Hans Heinrich Gerth, From Max Weber: Essays in Sociology, New York, Oxford University Press, 267-301. Weber, M. (1949), “Objectivity in Social Sciences and Social Policy,” Ed. & Tr. Edward Shills ve Henry Finch, The Methodology of Social Sciences, New York, Free Press, 49-112. Weber, M. (1967), The Religion of India: The Sociology of Hinduism and Budism, Ed. & Tr. Hans Heinrich Gerth ve Don Martindale, New York, Free Press. Weber, M. (1968), The Religion of China: Confucianism and Taoism, Ed. & Tr. Hans H. Gerth, New York: Free Press. Weber, M. (1978), Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, Ed. Guenther Roth ve Claus Wittich, University of California Press. Weber, M. (1979), “Developmental Tendencies in the Situation of East Elbian Rural Labourers”, Economy and Society, Vol. 8, pp. 172-205. Weber, M. (1988), The Agrarian Sociology of Ancient Civilizations, Çev. Richard I. Frank, London, Verso Books. Weber, M. (1992) [1930], The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism, Tr. Talcott Parsons, London and New York, Routledge, xxv-xxvii Weber, M. (2003a), General Economic History, Tr. Frank H. Knight, Mineola, Dover Publication. 42 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR Weber, M. (2003b), The History of Commercial Partnerships in the Middle Ages, Tr. Lutz Kaelber, Lanham, Rowman & Littlefield Publishers. Weber, M. (2008), Roman Agrarian History: In Its Relation to Roman Public & Civil Law, Tr. Richard I. Frank, Claremont, Regina Books. Weber, M. (2009a), The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism with Other Writings on the Rise of the West, 4th ed., Ed. & Tr. Stephen Kalberg, New York, Oxford University Press. Weber, M. (2009b), “Prefatory Remarks to Collected Essays in the Sociology of Religion [Vorbemerkung],” The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism with Other Writings on the Rise of the West 4th ed. içinde, Ed. & Tr. Stephen Kalberg, New York, Oxford University Press, 205-220. Sosyoloji Konferansları Dergisi No: 45 (2012-1) / 43-73 YENİ KURUMSAL İKTİSAT Tamer ÇETİN* Özet Yeni kurumsal iktisat, son dönemlerde iktisat literatürüne hem teorik hem de ampirik olarak çok farklı perspektiflerden katkı sağlayan ve bu anlamda, görece sıkışık durumdaki Ortodoks algıya bir açılım imkanı tanıyan disiplinler arası bir iktisadi yaklaşım olarak literatürde kendine ayrıcalıklı bir yer bulmayı başarmıştır. Yaklaşım, kurumlar, kurallar ve organizasyonlar üzerine işlem maliyetleri, sınırlı rasyonalite, mülkiyet hakları, eksik sözleşmeler ve fırsatçılık gibi yeni bir terminolojiyle farklı bir metodolojik perspektif sunmayı başarmış ve böylece, iktisadi faaliyetin kurumsal temellerini pozitif araştırmanın merkezine taşıyarak, günümüzde en canlı ve dinamik iktisat disiplini haline gelmiştir. Bugün itibarıyla, yeni kurumsal iktisat, hakim iktisadi bilgeliği reddetmeden, ama gerçek dışı Neoklasik varsayımları sert bir biçimde eleştirip, yerine gerçekçi teoriler üreterek, yerleşik iktisadi gündemin tam merkezinde bulunmaktadır. Anahtar Sözcükler: Yeni Kurumsal İktisat, İşlem Maliyetleri, Mülkiyet Hakları NEW INSTITUTIONAL ECONOMICS Abstract Recently, New Institutional Economics has ensured its own privileged place in literature as an interdisciplinary approach that contributes both empirically and theoretically to economics literature and in that sense, that gives an opportunity to the stranded Orthodoxy perception. The approach has achieved to introduce a different methodological perspective with a new terminology such as transaction costs, bounded rationality, property rights, incomplete contracts, and opportunity over rules, institutions, and organizations. Thus, by bringing the institutional foundations of economic activity to the center of the positive research, it has become the most dynamic and vital discipline in economics. As of today, New Institutional Economics is exactly at the center of the current economic agenda by criticizing Neoclassical assumptions and instead, generating realistic theories, but not rejecting prevailing economic wisdom. Keywords: New Institutional Economics, Transaction Costs, Property Rights Doç.Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, İİBF., İktisat Bölümü. E-mail: tcetin@yldiz.edu.tr * 44 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN Giriş Yeni kurumsal iktisat (YKİ), son yıllarda iktisat disiplini içinde ortaya çıkan en önemli teorik yaklaşımların başında gelmektedir. Bu iddia, doğrudan disiplinin teorisyenlerinden 4 iktisatçıya verilen Nobel iktisat ödülüyle perçinlenmiştir. İlk olarak 1991’de Ronald Coase, “The Nature of the Firm” (1937) ve “The Problem of Social Cost” (1960) isimli çalışmalarıyla, 1993’te Douglass North, kurumların tarihsel süreçte iktisadi performans üzerine etkisine yapmış olduğu katkılarla ve nihayet, 2009’da Oliver Williamson organizasyon teorisi ve Elinor Ostrom ortak mülkiyet üzerine yapmış oldukları katkılarla Nobel İktisat Ödülü’ne layık görülmüşlerdir. YKİ literatürünün gelişmesinin en temel nedeni, Neo-klasik teorinin, kıtlık ve rekabet gibi varsayımlarını kullanmaya devam ederek, fakat rasyonalite ve tam bilgi gibi gerçek dışı varsayımlarını reddederek, yerine, sınırlı rasyonalite, eksik sözleşmeler, işlem maliyetleri, mülkiyet hakları ve fırsatçılık gibi yeni ve daha gerçekçi bir terminolojiyle farklı bir metodolojik perspektif sunmayı başarmış olmasıdır. Yeni kurumsalcı gelenek, Neo-klasik teoriyi büsbütün eleştirip reddetmek yerine, bazı özellikleriyle ilgilenip ana disiplin içinde kalmayı başararak, eski kurumsalcı gelenekten ayrılmaktadır. YKİ, bir kurumlar ve organizasyonlar analizidir. İktisadi performansın analizinde kurumsal yapıyı yukarıda belirtilen terminolojik dil ve yeni bir perspektifle ilk defa olarak iktisadi araştırmaların merkezine taşımıştır. Özellikle (formal) kurumların niçin var olduğu ve nasıl geliştiği yani kurumsal değişimin kökenleri, yaklaşımın temel analiz kaynağıdır. Denilebilir ki, kurumsal değişim analizi ile iktisadi değişimi doyurucu ve doğru bir şekilde açıklamak mümkün hale gelmiştir. Bu perspektif, Neoklasik teoride içsel olmayan yenilikçi ve oldukça başarılı bir nitelik göstermektedir. YKİ’ın bir önemli katkısı, organizasyon teorisi üzerinedir. Organizasyonel yapı, bir sözleşme ilişkileri bağlamında ele alınarak, Neo-klasik teorinin veri saydığı pek çok alanda, yeni perspektifler getirilebilmiş ve böylelikle, oyun teorisinden, sosyolojiye kadar geniş bir yelpazede önemli açılımlar sağlanabilmiştir. Bu anlamda politik, iktisadi, sosyal ve hukuki kurumlar ve organizasyonlar araştırmasıyla YKİ, sadece iktisadi ilişkilerin değil, aynı zamanda hukuk, siyaset, antropoloji ve sosyoloji gibi alanların da analizi için önemli bir teorik arka plan sağlamayı başarmıştır1. 1 Bununla birlikte bu kısa çalışmada, sadece YKİ’ın ekonomik kurumlar ve organizasyonlar analizine yer verilmektedir. Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 45 Bu çalışmada YKİ’ın gelişimi, analiz araçları (terminolojisi) ve literatüre getirdiği yenilikçi metodolojisi sadece iktisadi alanda kalınarak analiz edilmektedir. Bu bağlamda öncelikle YKİ nedir sorusunun cevabı ve modern ekonomide yaklaşımın yeri ve önemi tartışılmaktadır. YKİ’ın yerinin anlaşılması için, takip eden bölümde, eski kurumsalcı gelenekle arasındaki fark incelenmektedir. Sonraki bölümlerde yaklaşımın kullandığı terminoloji ve metodoloji iki farklı perspektiften ele alınmaktadır. İlk ayrım, kurallar, kurumlar ve organizasyonlar analizini içermektedir. Bu çalışmada sadece YKİ’ın dilini ve yöntemini anlaşılır kılma çabası güdüldüğü için, kavramsal açıklamalar analiz edilecektir. Daha sonra, bu kavramsal çatıyla, ekonomik performansın YKİ perspektifinden nasıl incelendiği açıklanmaya çalışılmaktadır. Metodolojik temeller üzerine ikinci ayrım, organizasyon teorisini kapsamaktadır. Bu bağlamda eksik sözleşmeler, işlem maliyetleri, mülkiyet hakları, sınırlı rasyonalite ve fırsatçılık gibi yaklaşımın temellerinin kavramsal ve araçsal değeri tartışılmaktadır. Sonraki bölüm, bu kavramsal arka plan bağlamında YKİ tarafından geliştirilen organizasyonun ekonomik teorisi yaklaşımına tahsis edilmiştir. Çalışma, sonuç bölümüyle son bulmaktadır. YKİ ve YKİ’ın Modern Ekonomideki Yeri YKİ, kurumlar tarafından dizayn edilen bir çevrede gerçekleşen iktisadi faaliyeti analiz eden disiplinler arası bir iktisadi yaklaşımdır (Coase, 1984; North, 1986). Bu bağlamda YKİ, iki temel önermeyle başlıyor. Birincisi, Neo-klasik iktisat teorisinin yaklaşımlarını, kurumların, insanlar için mümkün olan tercih setlerini belirleme yollarıyla bütünleştiren bir teorik yapı inşa ediyor. Bu anlamda YKİ, geleneksel teoriden tamamen farklılaşmıyor. İkinci olarak, bu teorik çatıyı, kurumların temel belirleyicileri üzerine inşa ediyor. Böylece her hangi bir zaman diliminde insanlar için mümkün olan tercih setlerini analiz etmekle kalmayıp, kurumların ne şekilde değiştiğini ve zamanla tercih setlerini nasıl değiştirdiğini analiz edebiliyor (North, 1986). Bu anlamda YKİ, kurumların nasıl ortaya çıktığı ve niçin bu şekilde dizayn edildiklerini açıklayarak, ekonomik, politik ve sosyal davranışlar üzerindeki etkilerini analiz etmektedir (Moe, 1990). Bu anlamda YKİ tarafından analiz edilen tercih seti, geleneksel teori analizinden hem daha dar hem de daha geniş kapsamlıdır. Kurumlar, bir toplumda her hangi bir zaman dilimi içinde var olan sınırlı bir alternatifler setini tanımladıkları için daha dardır. Bu sınırlı alternatifler seti, insan davranışlarına sınırlar koyan davranış normları kadar, politik karar kuralları 46 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN ve mülkiyet haklarının yapısına göre de şekillenmektedir. Diğer yandan, iki boyutlu (fiyat ve miktar analizi) fiyat teorisine göre mal ve hizmetlerle iktisadi aktörlerin performansını karakterize eden unsurların çok yönlü boyutlarını analiz ettiği için geleneksel tercih setine göre daha geniş kapsamlı bir tercih seti analizi sunmaktadır (North, 1986). YKİ’ın teorik temeli oldukça basittir. İnsanlar veya insanlar tarafından oluşturulan gruplar (organizasyonlar), kurumsal düzenlemeleri (kurallar, normlar gibi), kendi gözlemlenemez çıkarlarını maksimize edecek şekilde değiştirmek isterler. Kurumsal düzenlemelerde bir değişim sonucu (mülkiyet) hakların yeniden dağılımı, bazı insanlar için net faydaya veya zarara neden oluyorsa, faydayı maksimize eden kurumsal formlar (kurallar) tercih edilir (Wallis, 1989). Bu durum bize kurumların nasıl ve neden evrildiğini göstermektedir. Bu analizde YKİ, kurumsal çevre ve kurumsal düzen(leme) arasında net bir ayrım yapmaktadır. Kurumsal çevre, üretim, dağıtım ve mübadele için temel teşkil eden politik, sosyal ve yasal alandaki kurallar setidir. Seçimleri, mülkiyet haklarını ve sözleşmeleri yöneten kurallar, kurumsal çevreye örnek olarak gösterilebilir. Diğer yandan kurumsal düzen(leme), iktisadi aktörlerin birbirileriyle işbirliği ve/veya rekabet etme yollarını tayin eden, bu aktörler arasındaki bir düzen(leme)dir. Kurumsal düzenleme, ekonomik birimlerin kendi içlerinde işbirliği yapabilecekleri bir yapı veya mülkiyet hakları ve yasalarda bir değişimi etkileyebilen bir mekanizma tesis edebilir (Williamson, 1990). Bu analize göre YKİ, kurumlar ve organizasyonel düzenlemelerin (arrangements), ekonomideki etkilerini çalışan bir iktisat alt disiplinidir. Bu iki kavram arasında derin bir ayrım yaparak, kurumları, organizasyonları ve kurumların organizasyonel düzenlemelerle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu analiz eder. Kurumlar, insanların, belirsizliği azaltmak ve yaşadıkları çevreyi kontrol etmek için tesis ettikleri yazılı ve yazılı olmayan kurallar, normlar ve kısıtlardır. Buna göre kurumlar; a. Sözleşme ilişkilerini ve firma faaliyetlerini yöneten yazılı kurallar, b. Siyaseti, hükümetlerin politikalarını, finansal alanı ve daha geniş anlamda toplumu yöneten anayasalar, yasalar ve diğer yasal mevzuata ilişkin kurallar, c. Yazılı olmayan geleneksel kodlar, davranış normları ve inanışlar anlamına gelmektedirler. Organizasyonal düzenlemeler, iktisadi aktörlerin üretim ve değişimi Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 47 kolaylaştırmak için gerçekleştirdikleri farklı yönetişim modlarıdırlar. Organizasyonel düzenlemeler; a. İktisadi aktörlerin işlemleri kolaylaştırmak için geliştirdikleri piyasalar, firmalar ve değişik formların kombinasyonları, b. İktisadi faaliyeti organize etmek için bir iskelet tesis eden sözleşmesel düzenlemeler ve c. Seçilen düzenlemelerin niteliğini belirleyen davranışsal özellikler anlamına gelmektedir (Menard ve Shirley, 2005). Aslında YKİ, temel olarak iki alanda analizini derinleştirmektedir. Başka bir deyişle, YKİ’ın analiz sahası içinde kalan kurumsal çevreyi oluşturan formal kurallar içindeki piyasa, firma ve bürolara ilişkin analiz, yönetişim kurumlarının veya oyunun oynandığı sahnenin analizidir. Buna göre YKİ, bir yandan kurumsal çevreyi analiz ederken, diğer yandan da yönetişim kurumlarını analiz etmektedir. YKİ’ın ikinci kısmı, ekonomik organizasyon teorisi ile ilgilidir ve işlem maliyetleri iktisadının ağırlıklı olarak kullanıldığı alandır. Bu anlamda ekonomik organizasyona işlem maliyetleri iktisadı yaklaşımı, ağırlıklı olarak yönetişim kurumlarında veya oyunun oynandığı sahnedeki sözleşme ilişkilerinin yönetişimi üzerine vurgu yapmaktadır (Williamson, 2004). YKİ, Ronald Coase’un işlem maliyetlerini ekonomik analizin en önemli araçlarından biri haline getiren 1937’deki makalesiyle başlamıştır. Bununla birlikte YKİ ismini ilk kullanan Oliver Williamson olmuştur. YKİ’n çok yaygın hale gelmesinin temel nedeni, doğrudan Ortodoks iktisat literatürüne veya bir başka deyişle ana akım iktisadi bilgeliğe son dönemlerin en kayda değer katkısını sağlıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Çokça belirtildiği gibi bugün iktisat, Adam Smith’in söylediklerinin formüle edilip, test edilen hali anlamına gelmektedir. Bu anlamda özellikle mikro iktisada en kayda değer katkı, YKİ tarafından sağlanmaktadır. Coase (1984)’ün belirttiği gibi iktisat bilimsel bir disiplin olarak, miğferin, gemin, eyerin ve kanın göründüğü bir dünyadan söz ettiği halde, atın kendisini göstermekten uzak bir disiplindir. Bu tespit, yapılan çalışmalar dikkate alındığında çok da haksız görünmemektedir. Zira iktisat, kanıt/teori oranının çok düşük olduğu bir bilimsel bir çabadır (Holmstrom ve Tirole, 1989). Tam da bu noktada YKİ önem kazanmaktadır. Çünkü son 50 yılda iktisat disiplininin sıçrama yaptığından söz etmek mümkünse, disiplin, bunu YKİ yaklaşımına borçludur. YKİ, işlem maliyetleri, kurumlar, organizasyon 48 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN teorisi, mülkiyet hakları, (eksik) sözleşmeler ve (sınırlı) rasyonalite gibi konularda önermiş olduğu teorik perspektifle, hukuk ve ekonomi, regülasyon ekonomisi, endüstriyel organizasyon, politik ekonomi, iktisat tarihi, firma teorisi ve dışsallıklar gibi konularda, iktisadın önünün açılmasında çok nitelikli bir katkı sağlamayı başarmıştır. Adam Smith’in yaklaşımı üzerinden okumaya devam edersek, bir ekonomik sistemde verimlilik, uzmanlaşmaya bağımlıdır. Bununla birlikte uzmanlaşma, sistem içinde bir değişim söz konusu ve bu değişimin maliyetleri çok düşük ise mümkündür. Değişim maliyetlerini işlem maliyetleri olarak alırsak, işlem maliyetlerinin düşük olduğu bir dünya, daha fazla uzmanlaşmaya ve daha yüksek bir verimliliğe neden olacaktır. Fakat bir ekonomi içerisindeki değişim sürecinin maliyetleri, o ülkenin yasal yapısı, siyasi sistemi, kültürel kodları, eğitim durumu ve bunlar gibi kurumlarına bağımlıdır. Bu bağlamda ülkenin ekonomik performansını, kurumların tayin ettiğini söyleyebiliriz. Ulaştığımız bu çıkarım, iktisat disiplini için YKİ’n önemini vurgulamak için manidardır. Eski ve Yeni Kurumsal İktisat Ayrımı Kurumlar önemlidir önermesi, eski ve yeni, tüm kurumsal iktisatçılar tarafından benimsenmiş olmakla birlikte, YKİ’ı önceki kurumlar analizinden ayıran en temel fark, kurumların analize yatkın olduğunun kabul edilmesi ve fiilen bunun YKİ öğrencileri tarafından sağlanmış olmasıdır. Eski kurumsal iktisat, doğrudan Ortodoks iktisat yazınını eleştirmekle ilgilendi ve pozitif bir araştırma gündemi oluşturmadığı için başarısız oldu. Aksine YKİ, organizasyonların karşılaştırmalı bir kurumsal mantığını geliştirerek, Ortodoks iktisat akımının içinde kalarak ve disiplinler arası bir kombinasyon tesis ederek geliştirdiği teorik yaklaşımları ampirik olarak test etmiş ve böylece pozitif bir araştırma sahası tesis etmeyi başarmıştır (Williamson, 1996; 1998). YKİ da eski akım gibi Neo-klasik iktisadın, iktisadi aktörler tam bilgi sahibidir, (sınırsız) rasyoneldir ve işlemler maliyetsizdir şeklindeki temel varsayımlarını terk etmiştir. Ancak yerine, bireylerin, eksik bilgi ve sınırlı mental kabiliyetleri olduğunu ve bu nedenlerle, geleceğe ilişkin öngörülemez olay ve sonuçlara ilişkin belirsizlikle karşı karşıya olduklarını ve bilgi elde etmek için işlem maliyetlerine katlandıklarını ileri sürmektedir. İnsanlar, risk, belirsizlik ve işlem maliyetlerini azaltmak için; a. Anayasaları, yasaları, sözleşmeleri ve regülasyonları yazan ve uygulayan, Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 49 b. Geleneksel normları, inanışları, düşünce ve davranış kodlarını yapılandıran kurumları tesis etmektedirler. İlk grupta yer alan kurumlar, formal (yazılı) ve ikinci grupta yer alan kurumlar informal (yazılı olmayan) kurumlardır. Aslında eski kurumsal iktisat, analizinde informal kuralları kullanmıştır. Ancak informal kurumlara ilişkin analizi, ampirik olarak kanıtlanabilir olmadığı için bu güdülerle hareket eden bireylerin davranışları irrasyonel olarak kabul edilmiştir. Oysa ki YKİ, formal kurumların analizini pozitif araştırma gündemine dahil etmeyi başardığı için hakim iktisat içinde yer bulmayı başarmıştır. İnsanlar, iktisadi aktörleri motive etme kapasitesinde farklılıklara neden olan farklı güdüleri sağlayabilen ortamlarda ortaya çıkan organizasyon modları geliştirmektedirler. Yeni kurumsalcılar için bir piyasa ekonomisinin performansı, özel sektör işlemlerini ve birlikte gerçekleştirilen davranışları (piyasa ilişkilerini) kolaylaştıran formal ve informal kurumlar ile organizasyon modlarına bağımlıdır. Bu anlamda YKİ; a. Bu tür kurumların nasıl ortaya çıktığı, işlediği ve evrildiği, b. Kurumların, üretim ve değişimi kolaylaştıran farklı düzenlemeleri nasıl şekillendirdiği, c. Bu düzenlemelerin, oyunun kurallarını değiştirmek için nasıl uyarlandığı üzerine odaklanmaktadır. YKİ, kurumlar içinde yerleşik olan tercihleri incelediğinden, fiyatlar ve piyasa sonuçlarına ilişkin olarak Neo-klasik iktisattan çok daha derinlikli sonuçlar elde edebilmektedir. Fakat eski kurumsal iktisattan farklı olarak, Neo-klasik iktisat teorisini tamamen reddetmemektedir. Yeni kurumsalcılar, Neo-klasik teorinin sadece tam bilgi ve enstrümantal rasyonalite varsayımlarını reddederken, Ortodoks kıtlık ve rekabet varsayımlarını kabul etmektedirler. YKİ’ın yükselen trendi, Neo-klasik teorinin özünü kabul etmesine bağlanmaktadır. Eski kurumsalcıların aksine YKİ, iktisadın, kaynak dağılımı ve faydanın derecesi gibi geleneksel sorularına yeni cevaplar vermekten ziyade, iktisadi kurumlar niçin ortaya çıkmıştır gibi yeni sorulara cevap arayan ve verebilen bir akımdır. Williamson (1990)’a göre eski kurumsalcılar, zor zamanlarda, sadece ortodoksi analizin yeterliliği ile ilgilenmişler, rekabetçi bir ajanda geliştirmekten ziyade, sadece Neoklasik iktisadın metodolojik eleştirisini yapabilmişlerdir. Hatta Coase (1984)’e göre eski kurumsalcılar 50 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN bir teori inşa edemedikleri için hiçbir şey yapamamışlardır2. Buna göre YKİ, Neo-klasik iktisadın analiz alanı içinde kalmayan sorulara cevap aramaya çalışmakta ve bu nedenle, ayırt edici bir kimlik ve güçlü bir destek kazanmaktadır. Neo-klasik iktisat, çok az politik ve sosyal değişimi açıklamakla birlikte, iktisadi değişimi açıklamak için herhangi bir çaba sarf etmemiştir. Aksine bir bütün olarak kurumsalcılar, değişimi, insan güdülerini, niyetlerini, inanış biçimlerini, normları ve kuralları anlayarak anlamlandırmaya çalışmaktadırlar. Zira insanoğlu, bu kurumları, bir anlamda kendi çıkarlarını çoklaştırmak üzere inşa etmektedir (Menard ve Shirley, 2005). Böylelikle YKİ, günümüz iktisat disiplinin en canlı alanlarından biri olmuştur (Mathews, 1986). Yeni sorulara cevap vermek, yeni kurumsalcıların, yeni metodolojiler geliştirmesine neden olmuştur. Dağınık duran disiplini daha anlaşılır kılmak için bu çalışmada, YKİ’ın iktisadi analize katkılarını iki farklı temelde ele alınmıştır. Buna göre ilk kavramsal ayrım, kurumlar, kurallar ve organizasyonlar üzerine bina edilmiştir. Metodolojik Temeller I: Kurumlar, Kurallar ve Organizasyonlar Belki de iktisadi faaliyetin analizine ilişkin YKİ’ın getirdiği en önemli katkı, kurumsal değişim analizidir. Kurumsal değişim, ekonomik ve politik performansın analizinde oldukça önemlidir ve bu nedenle, kurumsal değişimin yerinde bir analizi için kurumlar ve organizasyonlar arasında ayrım yapmak gerekir (North, 1990 ve 1993). Kurumlar, oyunun kurallarıdır ve formal kurallar, informal normlar ve bunların uygulamadaki karakteristikleridirler. Kurumlar, oynanan oyunun niteliğini tayin ederler. Kurumlar, belirli kararları belirli bireylere dağıtarak ve tüm bireylerin refah artışı için kullanması gereken güdülere yön vererek, ekonomi içinde karar almaya rehberlik eder. Sonucun, toplum için optimal olup olmadığı, ilgili kurumu tercih eden bireyler tarafından katlanılan maliyetlerle, sosyal maliyetleri karşılaştırmaya bağımlıdır (Wallis, 1989). 2 Williamson (1993), yeni kurumsalcıların, eski kurumsal iktisatçılar hakkındaki eleştirilerinin sert ve kırıcı olduğunu kabul edip, bu geleneğe katılmakla birlikte, Commons’un katkılarının bu eleştiriden uzak tutulması gerektiğini savunmaktadır. Çünkü Commons’un özellikle, kamu politikasına ilişkin görüşleri günümüzde takipçileri ve öğrencileri tarafından devlet regülasyonu, sosyal güvenlik ve iş yasaları alanlarında kullanılmaya devam etmektedir. Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 51 Organizasyonlar, oyunculardır, ama bireylerin kendileri değildirler. Ortak bir amaç etrafında bir araya gelen bireylerin oluşturduğu gruplar tarafından meydana getirilirler. Bu anlamda, somut olarak firmalar, ticari birlikler, kooperatifler, ekonomik organizasyonlar; siyasi partiler, yasama meclisleri, düzenleyici kurumlar, politik organizasyonlar; üniversiteler, okullar ve mesleki eğitim merkezleri, eğitim organizasyonlarıdırlar. Organizasyonların öncelikli amacı, (örneğin firma için) karı maksimize etmek ve (örneğin siyasi partiler için) tekrar seçilmek olabilir, fakat nihai amaç hayatta kalmaktır. Çünkü tüm organizasyonlar, kaynakların kıt ve bu nedenle rekabetin şiddetli olduğu bir dünyada yaşamaktadırlar (North, 2005). Bir anlamda kurumlar, organizasyonları tesis eden bireyler arasındaki sürekli etkileşimde ortaya çıkan formal ve informal kuralların oluşturduğu düzendir. Düzen anlamında kurumlar, piyasa faaliyetlerinde sonuçların nasıl belirleneceğine ilişkin olarak insanların karşılaştığı konularda bir miktar güven sahibi olmalarına imkân tanıyan bir iskelet veya yapı sağlarlar. Kurumlar, bireysel etkileşimde ortaya çıkan tercih setine bir sınır koymaz. Yerine, nispi fiyat değişimlerinin sonuçlarını etkileyebilirler. Kurumlar, insan değil, insanlar için güdü seti sağlayan kurallar ve davranış normlarıdırlar. Kurumlar, ya bireyler tarafından kendiliğinden davranış kodları yoluyla uygulanır veya üçüncü tarafların politika belirleme ve denetleme süreçleri yoluyla uygulanırlar. Üçüncü tarafın varlığı mutlaka devleti, bir zorlama aracı olarak kullanmayı gerektirdiğinden, kurumlar teorisi, kaçınılmaz olarak bir toplumun politik yapısının analizini ve bu politik yapının hangi dereceye kadar etkili bir uygulama çatısı sağlayacağının analiz edilmesini de gerektirir. O halde formal kurumlardaki değişim, siyaset yoluyla gerçekleşir. Tarihsel olarak, başarılı ekonomik büyüme, temsili hükümetin evrimiyle ve mülkiyet haklarının, hukuk kuralı ile güvence altına alınmasıyla birlikte seyretmektedir (North, 1993). Açıktır ki kurumlar, uzun yıllar boyunca bireyler arasındaki etkileşim nedeniyle ortaya çıkar ve evrilirler. Bir toplumda gelişen işbölümü ve uzmanlaşma, kurumsal evrilmenin temel kaynağıdır. Bireyler arasındaki etkileşim pozitif işlem maliyetlerini beraberinde getireceği için, yeni kurumsalcı yaklaşım, işlem maliyetleri ve kurumların yer almadığı Neo-klasik genel denge yaklaşımından farklılaşmaktadır. Gerçek dünyada işlem maliyetleri, mutlaka pozitiftir ve milli gelirin gittikçe artan kısmını oluşturmaktadır. 52 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN Bu kurumsal yapı içinde, işbölümü ve uzmanlaşmanın neden olduğu getiriden daha fazla pay almak için bireyler, organizasyonları oluştururlar. Bireyler, mübadelenin niteliğini belirleyen sözleşmeleri, iradi veya zorunlu olarak belirlerler. Bu sözleşmelerin bir araya gelmesiyle oluşan yapıyı organizasyon olarak tanımlayabiliriz. Buna göre bir firma veya diğer tüm organizasyonlar, bir sözleşme ilişkisinden başka bir anlam içermemektedir. Organizasyonlar, bir bireyler topluluğunun sözleşme yoluyla bir araya gelmesi anlamına geldiğinden, herhangi bir organizasyon bir varlık olarak faaliyet göstermekle birlikte, bu durum, organizasyonun durumunu, kişiler arası yapılan sözleşmelerden farklılaştırmaktadır. Buna göre bireysel olarak sözleşmeler yoluyla piyasa ilişkilerini yürütmek yerine, bir sözleşmeler bütünü olan organizasyon yoluyla ilgili faaliyeti yerine getirmek, aksi duruma göre grup üyelerine daha fazla kazanç/fayda sağlayabilir. Gerçekten, bireysel sözleşmelere göre bir organizasyonun, üyelerine sağladığı temel kazanım, organizasyon içindeki sözleşmelerin, sözleşmeye taraf olanlar arasındaki rant dağılımında ortaya çıkabilecek israfı minimize edecek şekilde tesis edilmesidir. Aslında mübadele formunun (piyasa, firma vs.) temel belirleyicisi, hangi (organizasyonel) yapının, işlem ve üretim maliyetlerini minimize edeceğidir. Şu halde organizasyon ve firma teorilerinin bir yanı, organizasyonları, mübadeleye taraf olanlar arasındaki sözleşme yapmanın maliyetlerini azaltma yolları olarak görmektedir. Bu nedenle organizasyonlar bir kurumsal yapı içinde faaliyet göstermektedirler (North, 1986). Organizasyonlar, kurumsal değişimin temel kaynağıdır. Organizasyonlar arasındaki rekabet, organizasyonun hayatta kalması veya çıkarını maksimize edebilmesi için gerekli olan bilgi ve yetenek için daha fazla yatırım yapılmasına ve böylece daha nitelikli bir kurumsal değişime neden olmaktadır. Buna göre organizasyonlar, bir ekonomide değişimin aktörleri olduğundan, amaçlarını gerçekleştirme esnasında ortaya çıkan nispi başarılarındaki değişikliğin sonucu olarak var olan mevcut organizasyonların pazarlık gücünde bir değişim, kurumsal yapıda değişikliklere neden olacaktır. Örneğin mevcut organizasyonların kabul gören etkinliğindeki bir azalma, mevcut kurumsal yapıyı sürdürme ve destekleme kabiliyetlerinde zayıflığa neden olacaktır (North, 1993). Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 53 Ekonomik Performans Üzerinde Kurumsal Değişim Ve Organizasyonların Rolü Douglass North, standart teorinin fizikten aldığı ilhamla iktisadi faaliyeti analiz ettiğini, ancak ekonomik değişim sürecini açıklamak için bu statik teorik yaklaşımın yeterli olmadığını, bu nedenle de evrimci biyoloji yaklaşımının tercih edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ancak North’un kabulü, Darvinci teoriyi de reddetmektedir. Çünkü Darvinci evrim teorisine göre seçim mekanizmaları (veya doğal seleksiyon), nihai sonuç hakkındaki kanaate göre şekillenmez. İnsanın evrimine, oyuncuların idraki rehberlik eder. Çünkü tercihler veya kararlar, ancak insanların çıkarına hizmet eden (politik, ekonomik ve sosyal) organizasyonların belirsizliğini azaltacak sonuçlar üretme niyetinde olan oyuncuların idraki ışığında belirlenir. Bu senaryoda kurumsal değişim, tesadüfi değil, aktörlerin, faaliyetlerinin sonuçları hakkındaki idrakine göre şekillenen kasıtlı bir süreçtir. Çünkü insanoğlu, kendi rekabetçi pozisyonunu geliştirmek için çevresini şekillendirmeye kalktığında elinin altında bulunan en tesirli araç, kurumsal yapıyı değiştirmektir. Bu sürecin anlamlı olabilmesi için belli başlı varsayımlar kullanmak gerekmektedir (North, 2005). 1. Ekonominin kıtlık ve rekabet ortamında kurumlar ve organizasyonlar arasındaki sürekli etkileşim, kurumsal değişim için anahtar role sahiptir. Bu tür rekabet, kurumsal değişimin kaynağıdır. 2. Rekabet, organizasyonları, hayatta kalabilmek için sürekli olarak yeni yetenek ve bilgiye yatırım yapmaya zorlar. İnsanoğlu ve organizasyonlar tarafından sahip olunan bilginin ve yeteneğin türü, fırsatlar hakkındaki idrakin evrimini ve böylece kurumları aşamalı olarak değiştirecek olan tercihler setini şekillendirecektir. 3. Kurumsal çatı, en yüksek kazanımı sağlamak için gerekli olan bilgi ve yetenek türlerini elde etmeyi zorlayan bir güdü yapısı sağlar. 4. İdrak, oyuncuların mental yapılarından oluşur. 5. Bir kurumsal matrisin barındırdığı kapsam ekonomileri, tamamlayıcılıkları ve ağ dışsallıkları, kurumsal değişimi, kesinlikle aşamalı ve yol bağımlı hale getirir. Bu önermeler arasında kurumsal değişimin doğası açısından en kritik nokta, insanlar ve onlar tarafından oluşturulan ekonomik ve politik organizasyonlar tarafından elde edilen öğrenme, bilgi ve yetenek türleridir. Yukarıdaki ikinci önermede evrimci bir süreç veya ekonomik büyümenin 54 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN değil, sadece değişimin iması bulunmaktadır. Kurumsal matris, bir ekonomide gelir dağılımından alınabilecek en yüksek payı veya verimli üretim süreçlerinden en yüksek getiriyi elde edecek kişiler olmayı belirleyen fırsat setini tanımlar. Her ekonomi, her iki tür iktisadi faaliyet için de karma bir güdü seti sağlarken, üretim ve yeniden dağıtım arasındaki nispi ağırlıklar, ekonomilerin performansında can alıcı öneme sahip olacaklardır. Tesis edilen organizasyonlar, bireylerin elde edecekleri getiri yapısını yansıtacaktır. Bundan daha fazlası, organizasyonların, yetenek ve bilgiye yaptıkları yatırımın yönü, güdü yapısını yansıtır. Eğer bir ekonomideki en yüksek getiri oranının korsanlıktan geldiği kabul edilirse, organizasyonların, kendilerini daha iyi korsan haline getiren yetenek ve bilgiye yatırım yapmalarını bekleyebiliriz. Benzer şekilde, eğer yüksek getiri, verimli üretim süreçlerinden geliyorsa, organizasyonlar, verimliliği veya üretimi artıran teknolojiye (veya yetenek ve bilgiye) yatırım yapacaklardır. Sonuç, bir yol bağımlılığıdır. Kurumsal matris ve oyuncuların zihni modelleri, aşamalı olarak gerçekleşen (kurumsal) değişimi biçimlendirecek şekilde sürekli etkileşim içinde olacaktır. Bütün insanlık tarihi, kurumsal yapı ve insanların mental modelleri tarafından şekillenen güdü yapısının, ekonomik değişimin muhtelif şekilleri ile sonuçlanan tercihlere rehberlik ettiğini göstermektedir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmı, bir ekonomik büyüme hikâyesi değil, bir durgunluk veya çok ılımlı bir ekonomik büyüme hikâyesidir. Kurumsal çevre ve ekonomik performans arasındaki bu etkileşimin, 500 yıldan fazla bir sürede ortaya çıkan Batı Avrupa başarısının temel nedeni olduğu kabul edilmektedir (Milgrom vd., 1990). Buna göre politik ve ekonomik kurumlardaki aşamalı değişimler, tedrici olarak, güvenilir taahhütlerin kapsamını genişletti. Kurumların sağladığı taahhüdün güvenilirliğinin artması, üstün bilgi ve yeteneklerin keşfine ve böylece potansiyel olarak daha verimli teknolojilerin kullanımına neden olan karmaşık sözleşmelerin gerçekleştirilmesine izin veren güdü mekanizmalarının gelişimine imkân sağlamış oldu. Dünyanın geri kalan kısmına göre Batı Avrupa’daki başarılı ekonomik performansın temel nedeni, mülkiyet hakları üzerinde devletin keyfi davranışlarını sınırlandırıcı güvenilir bir taahhüdün kurumsal değişim yoluyla sağlanması olmuştur. Çıkış noktası, zaman içinde ortaya çıkan kişiler arası ilişkilerdeki sorunları çözmek için kullanılan kurumsal düzenlemeleri tayin eden organizasyonların varlığıdır. Burada bir organizasyon olarak siyaset Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 55 kurumunun somut halinin (meclisler, iktidar partileri) rolü çok az veya hiç hükmündedir. Esas pay, hukukun gelişimine aittir. Zira ticaret hukukunun gelişimi daha kapsamlı bir hukuk sistemine ve bu hukuk sistemi de daha geniş ticaret alanlarında sözleşmelerin uygulanabilmesine ve mülkiyet haklarının taahhüt altına alınmasına imkân tanışmıştır. Hukuki yapıdaki bu değişim, tarihsel olarak mübadelenin hem zaman hem de mekân içinde genişlemesini ve yayılmasını mümkün kılmıştır. Şu durumda kurumsal yapı, organizasyonlar ve ekonomik performans arasındaki ilişkiyi özetleyecek olursak, öncelikle, bir ekonominin başarılı bir şekilde yapılandırılması için, mülkiyet haklarının, doğru güdüler verecek şekilde ve oyuncuların, bu tür güdülerle uyumlu olan tercihler setine neden olan mental modeller geliştirmeleri temin edilmelidir. Dolayısıyla iyi bir ekonomik performans için öncelikle, güvenilir bir taahhüt sağlayan bir kurumsal çevre dizayn edilmelidir. İkinci olarak, mülkiyet haklarını yeniden yapılandırmak, sadece formal kurallar tesis etmek yerine, bu tür kuralları tarafsız şekilde uygulayan bir yargı sistemi oluşturmak ve uygulamak anlamına gelmelidir. Üçüncü olarak, davranış normlarını veya informal kuralları geliştirmek, formal kurallar tesis etmeye göre daha fazla zaman alır. Bu nedenle informal kuralların yerleşik olmadığı ülkelerde, kurumsal çatıyı yeniden yapılandırma süreci çok zaman alacaktır ve kesinlikle sonuç belirsiz olacaktır3. Dördüncü olarak, yeniden yapılandırma sürecinin amacı, organizasyonal yenilikler için geniş çaplı bir alternatif tercihler seti barındıran bir kurumsal ortam sağlayan ve böylece başarısızlıkların üstesinden gelebilen etkin bir ekonomi olmalıdır. Son olarak, başarı için anahtar konu, bu tür kurumsal kısıtları belirleyen, uygulayan ve destekleyen etkin bir siyasi yapının tesisidir. Bu bağlamda demokratik bir siyasi arena tesis etmek gereklidir (North, 1993). 3 Kurumların, ekonomik performansı üzerindeki rolü açık olmakla birlikte, formal mi yoksa informal kuralların mı daha etkili olduğu konusunda açık bir kabul bulunmamaktadır. North (1993)’e göre formal kurallar, kurumsal yapının önemli bir kısmı olmakla birlikte, sadece bir yanını temsil etmektedirler. Kurumsal yapının ekonomik performansı olumlu etkilemesi için formal ve informal kurumların uyum içinde olması gerekmektedir. Ancak böylelikle kurumsal yapı, sözleşmelerin tanımlanması ve uygulanması aşamasında taraflara güvenilir bir taahhüt sağlayabilir. Eğer formal ve informal kurallar arasında uyumsuzluk veya çatışma var ise, ortaya çıkan gerilim, politik istikrarsızlığa neden olarak kurumsal çevre, ekonomik performansı olumsuz etkileyecektir. Buna göre formal ve informal kurallar arasında bir tamamlayıcılık olmak zorundadır. Bununla birlikte informal kuralların evrimi hakkında çok az şey bilinmektedir. 56 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN İyi bir ekonomik performans için organizasyonlara da önemli bir rol düşmektedir. Yeni fırsatlar, organizasyonların dışında kalan çevredeki dışsal değişimlerin veya siyasi ve iktisadi organizasyonların arasındaki içsel rekabetin sonucu olarak, organizasyonlar tarafından elde edilebilir. Her iki durumda da bütün ekonomik ortamdaki kıtlık ve rekabetin varlığı, girişimcileri ve onların organizasyonlarının üyelerini, bilgi ve yeteneğe yatırım yapmaya teşvik eder. Çünkü bu tür bilgi ve yeteneğe sahip olmak, elinde bulunduranların hayatta kalmaları için kilit rol oynar (North, 2005). Buna göre organizasyonlar, kurumsal değişimin belirleyici temel aktörleridirler. Organizasyonların girişimcileri ve üyeleri, bilgi ve yeteneğe yatırım yaptıklarında, aslında sırası ile yeni fırsatlara, formal kuralların değişimine ve daha da aşamalı olarak informal normların revizyonuna neden olmaktadırlar. Çünkü organizasyonların yüksek bir getiri elde etmek için yatırım yaptıkları yetenek ve bilgi türleri, kurumsal donanımda yerleşik olan güdüleri yansıtmaktadır (North, 1993). Metodolojik Temeller II: Organizasyon Teorisi YKİ’ın en önemli araştırma alanlarından birisi organizasyon teorisidir. Bu bağlamda yaklaşım, iktisadi organizasyonlar yanında, politik, hukuki ve sosyolojik organizasyonların analizine kadar genişlemiş olmakla birlikte, burada, makalenin kapsamının darlığı nedeniyle, ağırlıklı olarak firma teorisi üzerinden YKİ’ın organizasyon teorisi üzerine etkisini analiz edeceğiz. Bu ekonomik organizasyon analizi, diğer alanlar için de benzerlik teşkil edeceğinden, farklı alanlardaki organizasyonel ilişkilerin anlaşılması için de fayda sağlayabilecektir. Bu bağlamda öncelikle bir organizasyon olarak firmanın, geleneksel teori içinde oynadığı rol ve YKİ bağlamında nasıl analiz edildiğinin anlaşılması için, eksik sözleşmeler, işlem maliyetleri, mülkiyet hakları, sınırlı rasyonalite ve fırsatçılık4 gibi analiz araçlarının, ilgili teori için ne anlam ifade ettiği tartışılacaktır. Eksik Sözleşmeler YKİ, hem ekonomik hem de politik anlamda bir sözleşme çalışmasıdır. 4 İki ayrı unsur olmakla birlikte Williamson (1985), fırsatçılık ve sınırlı rasyonalitenin ayrı ayrı var olduğu durumlarda önemli sorunlara neden olmayabileceğini, buna karşılık bir organizasyon içinde aynı anda var olduklarında mutlaka önemli bir etkinsizliğe neden olacağını savunmaktadır. Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 57 Gerçek dünyada yasal durumlar, politik karar kuralları ve mülkiyet hakları içeren spesifik sözleşmeler, temel binalar hükmünde olduklarından, YKİ perspektifinden bilimsel analiz için inceleme seti oluşturmaktadırlar. Teori, bu tür incelemeleri, bir kurumsal prosedürler anlayışı ve kurumsal değişim analizi sağlamak için kullanıyor. Böylece YKİ yaklaşımı, teori ve inceleme alanları arasında bir köprü inşa ediyor (North, 1986). YKİ perspektifinden sözleşme teorisine katkı, aslında sözleşme nosyonunun analitik gücüne atfen ele alınabilir. Sözleşme fikri, taraflar arasındaki ilişkileri çift taraflı olarak düzenleyen temel kurumsal yapılar üzerine odaklanmaktadır. Diğer yandan, bir kavram olarak sözleşme, basit bir ima içerse de, piyasa ekonomisi ilişkilerini anlamamızda anahtar meseleleri incelememize izin verir. Bu anlamda YKİ’ın sözleşme teorisine katkısının, 4 şekilde iktisadi analize katkı sağladığını ifade edebiliriz (Brousseau ve Glachant, 2004). a. Sözleşmelerin, iktisadi bir perspektifle analizi, iktisadi koordinasyonda var olan zorlukların doğasını açık bir biçimde analiz etmemize olanak tanır. Zira bu tür bir analiz, koordinasyon mekanizmalarının temellerine ve işleyişine ilişkin anlayışımızı derinleştirmeye katkı sağlar. b. YKİ’ın sözleşme yaklaşımı, herhangi bir koordinasyon sürecinde var olan rutinler, güdüler, otorite ilkesi, zorlama araçları ve çatışmaların çözümleri gibi çeşitli koordinasyon koşullarının detaylarını açığa çıkarır. c. Sözleşmelerin kaynağına ilişkin analiz, iktisadi aktörlerin, kendi kararlarını yapılandıran karar alma yapılarını ve kuralları nasıl kavramsallaştırdıklarını anlamamıza ışık tutar. d. Son olarak, sözleşme mekanizmalarının evrimini analizin merkezine almak, iktisadi faaliyete yön veren yapılardaki değişimleri anlamamıza yardım eder. Böylece YKİ’ın sözleşme yaklaşımı, piyasalara ilişkin basitleştirilmiş, fakat sert yapı içindeki koordinasyon mekanizmalarını analiz etmemize imkân tanır. Sadece sözleşmelerin özelliklerini açığa çıkarmakla kalmayıp, piyasalar, organizasyonlar ve kurumlar gibi diğer düzenleme araçlarının özelliklerini de belirgin hale getirir. Sözleşme teorisinin asıl gelişiminin 1970’lerde Arrow, Akerlof ve Stiglitz’in bilgi asimetrileri üzerine çalışmalarına dayandırmak mümkün olmakla birlikte, temellerini 1937’deki Coase’un çalışmasına uzatmak mümkündür. Williamson (1975), Coase’un 1937’de sözünü ettiği firma için 58 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN hiyerarşik koordinasyon yapısı içindeki işlem maliyetleri analizini tekrar işleyerek ilgili literatürün derinlemesine ve yatay olarak genişlemesine neden olmuştur (Brousseau ve Glachant, 2004). Bir ekonomide tüm ilişkiler, sözleşmeler yoluyla belirlenir. İktisadi anlamda sözleşme, iki taraf arasında, tarafların davranışları açısından güvenilir bir taahhüt sağlamak için yapılmış bir anlaşmadır (Brousseau ve Glachant, 2004). Neo-klasik Teori, sözleşmeleri veri olarak alır. Sözleşmeye göre bireyler arasında belli bir çaba seviyesinde anlaşıldığı ve tarafların, her zaman bu çabayı sarf edeceği varsayılır (Leibenstein, 1978). Böylece sözleşmeler yoluyla firmanın beklenen karının ve işçilerin beklenen faydasının maksimize edileceği varsayılmaktadır (Newbery ve Stiglitz, 1987). Ancak YKİ, bazı kurumsal ve organizasyonel nedenlerle sözleşmelerin hiçbir zaman tam olamayacağını ileri sürmektedir. Sözleşmelerin eksik olmasının nedeni, aşağıda detaylı olarak tartışıldığı gibi işlem maliyetleri, mülkiyet haklarının tam olarak tanımlanamaması, fırsatçılık ve sınırlı rasyonalitedir. Bu koşullar altında etkin bir sözleşme için anlaşmaya varmak amacıyla görüşmek, gerekli bilgileri araştırmak ve elde etmek, bir uzlaşmaya varmak ve nihayet bu sözleşmeyi uygulamak her zaman maliyetlidir. Dolayısıyla karmaşık bir dünyada sözleşmeler genellikle eksiktir (Coase, 1937; Demsetz, 1983; Joskow, 1985; Hart, 1988). İşlem Maliyetleri İlk defa Coase (1937), firmanın niçin var olduğunu analiz ettiği çalışmasında, piyasa süreçlerinde bazı işlemlerin maliyetli olduğunu, bu maliyetlerin, firma içinde üretimi ve üretim faktörlerini etkin bir biçimde organize etmeyi engelleyecek kadar yüksek olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre firma, üretim maliyetlerini minimize etmekten ziyade, bu tür işlem maliyetlerini minimize etmek için tesis edilir. Firma seviyesinde üretime, sözleşme süreçlerine ve firmalar arası birleşmelere ilişkin kararlar, işlem maliyetleri dikkate alınarak verilir. Firma, bir işlemi organize etmenin maliyetleri, bu işlemi piyasada bir başka firma tesis ederek gerçekleştirmenin maliyetlerine eşit oluncaya kadar genişlemeyi tercih edecektir (Coase, 1937). Bu nedenle işlem maliyetleri, organizasyon içindeki aktörlerin sözleşme taahhütlerini ve iktisadi etkinliği etkileyerek, firmaların üretim imkânları eğrisi altında bir noktada faaliyet göstermesine neden olabilir. İşlem maliyetleri, bir iktisadi faaliyet içinde tarafların çok fazla olması, uzlaşmacı olmaması, bilginin açık olmaması ve değişime direnç gösterilmesi gibi işlem yapmayı zorlaştıran tüm maliyet Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 59 unsurlarıdır. Gerçek dünyada işlem maliyetleri her zaman pozitiftir (Cooter ve Ulen, 2004). Bir firmada etkinlik seviyesini etkileyen pek çok işlem maliyeti kaynağı bulunmaktadır. İşgücünün, yönetici tarafından denetimi aşamasında, belirsizlik ve asimetrik bilgiden dolayı işlem maliyetleri ortaya çıkabilir (Cheung, 1983). Bir firma içindeki koordinasyon maliyetleri ve firmanın karşılaştığı işlem maliyetleri, firmanın, diğer firmalardan girdi satın alabilme yeteneğinden etkilenirken, bu girdileri arz edebilme kabiliyeti de kısmen, firmaların karşı karşıya oldukları koordine olma maliyetlerine ve işlem maliyetleri seviyesine bağımlıdır (Coase, 1998). Böylece Neo-klasik teorinin varsayımının aksine karar alıcılar, veri bir fiyat alıcısı değildirler. Sözleşme taahhütlerini belirlerken, sadece fiyattan değil, pek çok farklı işlem maliyeti kaynağından etkilenirler (Furubotn, 1991). Burada YKİ’n ilgilendiği şey, karmaşık bir karşılıklı ilişki yapısıdır (Coase, 1998). Williamson (1993)’e göre işlem maliyetleri temel olarak sözleşme ilişkilerinin yönetişimiyle ilgilidir. Sözleşme ilişkilerinin yönetişimi, organizasyon anlamında kullanılmaktadır. Yönetişim izole bir ortamda gerçekleşmez. Çünkü organizasyonlar, geleneksel teorik kurgunun aksine, gerçek dünyanın aktörleridirler. Alternatif yönetişim modlarının karşılaştırmalı etkinliği, bir yandan kurumsal çevre, diğer yandan iktisadi aktörlerin davranışlarıyla farklılaşır. Buna göre Willimason’un yönetişim veya organizasyon kurgusunda, yönetişim, makro temelde kurumsal çevreden, mikro temelde de bireylerden etkilenir. Bu kurguda kurumsal çevre, değişim parametrelerinin yeri veya işlemlerin gerçekleştirildiği çevre olarak değerlendirilir. Bu kurumsal çevre veya işlemlerdeki değişmeler de, yönetişimin karşılaştırmalı maliyetlerini değiştirir. Mikro temelde birey, davranışsal varsayımların kaynağını aldığı yerde, organizasyon içinde durmaktadır. Aynı zamanda Williamson’un kurgusunda kurumsal çevre, oyunun kurallarını tanımlar. Buna göre eğer mülkiyet hakları, sözleşme hukuku, sosyal normlar, gelenek ve benzeri kurumlardaki değişiklikler, yönetişimin karşılaştırmalı maliyetlerini değiştirirse, bu durum, iktisadi organizasyonun yeniden inşası anlamına gelmektedir. Diğer yandan içinde işlem maliyetlerinin var olduğu yönetişim veya organizasyon için birey, davranışsal varsayımlar anlamına gelmektedir (Williamson, 1993). Üretim fonksiyonu tam olarak bilinemez ve üretim faktörü olarak kullanılan tüm girdiler, eş düzey koşullarda elde edilemez. Bu aksaklıkların varlığı, gerçek iktisadi faaliyette işlem maliyetlerinin varlığı anlamına gelir (Leibenstein, 1966; 1978; De Alessi, 1983). Buna göre makro anlamda kurumsal yapı anlamına gelen sözleşmeler, 60 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN işlem maliyetleri nedeniyle tam olarak yazılamazlar ve eksiktirler. O halde YKİ, işlem maliyetlerinin kaynağı, devamlılığı ve sonuçlarıyla ilgilenmektedir. Değilse kurumların ve organizasyonların iktisadi faaliyet içindeki rolünü açıklamak oldukça zor olacaktır. Gerçekten eğer işlem maliyetleri ihmal edilebilirse, herhangi bir organizasyon modunun bir diğer organizasyon üzerinde sahip olduğu herhangi bir üstünlük, maliyetsizce gerçekleştirilen sözleşmeler yoluyla bertaraf edileceği için iktisadi faaliyetin organizasyonu anlamsız olacaktır. Bu nedenle işlem maliyetleri analizi, iktisat, hukuk ve organizasyonu bir araya getiren disiplinler arası bir yaklaşım (YKİ yaklaşımı) geliştirilmesine öncülük eden temel alanlardan biri olmuştur (Williamson, 1990). Diğer yandan organizasyonun mikro temelini oluşturan bireyin davranışsal kodları, yine işlem maliyetlerine neden olan başka unsurlardan etkilenmektedir. İnsanlar, fırsatçı ve sınırlı olarak rasyoneldirler. Buna göre işlem maliyetleri iktisadı, insan idrakinin, sınırlı rasyonaliteye tabi olduğu varsayımını kabul etmektedir. Fırsatçılık, kendi çıkarı peşinden koşma varsayımı iken (Williamson, 1993a), sınırlı rasyonalite, insanların niyet açısından rasyonel, fakat fiilen sınırlı olarak rasyonel davrandıkları varsayımıdır (Simon, 1957). O halde fırsatçılık ve sınırlı rasyonalite, YKİ’ın analizinde işlem maliyetlerinin ve dolayısıyla (eksik) sözleşmelerin belirleyicisi konumundaki temel davranışsal varsayımlardır. Sınırlı Rasyonalite Neoklasik dünyada kurumlara ve kurumların analizine yer yoktur. Çünkü enstrümantal (tam) rasyonalite postulası, kurumları ve kurumlar analizini gereksiz kılmaktadır (North, 1993). Bu durum, geleneksel teoride organizasyonların da tam rasyonel olarak kabul edildiklerini ve tam rasyonel olarak etkin çalışan bir organizasyonda kurumlara ihtiyaç olmadığını göstermektedir. Örneğin geleneksel iktisadi yaklaşım, bir organizasyon olarak firmaların her durum ve zamanda rasyonel davranarak, yapabileceklerinin “en iyisini” yaptıklarını kabul etmekte (Stigler, 1976) ve firma içi kurumsal analize ihtiyaç bırakmamaktadır. Rasyonalite koşulu, bir organizasyon içinde gerçekleştirilen faaliyetlerin olası tüm durumlarında gelirin/faydanın/çıkarın, maliyetleri/zahmeti aşması veya eşit olması anlamına geleceğini ima etmektedir. Bu etkin durum, ancak tam/mükemmel rasyonalite koşulu altında geçerlidir. Buna Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 61 göre bir organizasyon geleceğe ilişkin olası tüm durumları öngörebilir, optimum çıktı seviyesini maliyetsizce gerçekleştirir, karını maksimize eder ve dönem sonu hedefine etkin bir biçimde ulaşır (Çetin, 2010). Ancak gerçek dünyada geleceğe ilişkin kararlar, insan beyninin sınırlı kapasitesi ve geleceğin öngörülemez belirsizliği nedeniyle, sınırlı bir idrak veya sınırlı bir rasyonalite koşulu altında alınır. İnsanlar miyoptur ve bu nedenle sınırlı rasyoneldir (Williamson, 2005). Karar alıcı birimler olarak insanların5, geleceğe ilişkin tüm olası sonuçları doğru bir şekilde öngörmesi ve tüm kararları rasyonel bir biçimde alabilmesi mümkün olmadığından, dönem başı öngörüler, dönem sonunda sapacaktır (Joskow, 2005; Rozen, 1985). Gerçek dünyada insan davranışları, kurallar ve normlar olarak kurumların kısıtları altında olabilecek kadar rasyonel olabilecekleri için, YKİ yaklaşımında sınırlı rasyonalite, zorunlu bir varsayımdır. Çünkü iktisadi aktörler, ancak niyet olarak tam rasyonel olabilirler (Williamson, 1993a). Şu halde sınırlı rasyonalite, optimal çıktı seviyesine tam olarak ve maliyetsizce ulaşılamayacağını ima etmektedir. Sınırlı rasyonalite sorunlarının üretim süreçlerinden dışlanabilmesi veya minimize edilmesi, ancak taraflar arasında çok iyi bir görüşme ve müzakere mekanizması anlamına gelen etkin sözleşmeler yoluyla sağlanabilir. Ancak etkin sözleşme gerçekleştirme süreçleri de bazı sorunlar barındırdığından, optimum çıktıya ulaşmak imkansız hale gelir. O halde sınırlı rasyonalite altında bir karar süreci, üretimde maliyetli bir girdi olarak düşünülebilir. Bu maliyet unsuru geleceğe ilişkin öngörüleri karmaşık hale getirir ve etkin çıktı seviyesi gerçekleştirmeyi imkansızlaştırır (Conlisk, 1996). Daha açık şekilde, YKİ perspektifinden bir organizasyon içindeki karar alıcı birimler bireylerdir ve bireyler, sınırlı rasyoneldir. Bu durum, firma içinde etkin sözleşmeleri ve geleneksel teorinin öngördüğü etkin çıktı düzeyini gerçekleştirmeyi zorlaştırmaktadır (Williamson, 1975). Sonuç olarak sınırlı rasyonalite dünyasında insanlar, eksik bilgi ve bu bilgiyi işletmek için kullanılacak olan kısıtlı mental kapasiteye sahiptirler. Bu nedenle niyet açısından rasyonel, ama gerçek dünyada sınırlı olarak rasyonel insan, piyasa faaliyetlerini yapılandırmak için bir düzeni bulunan kurallar ve normlar seti geliştirmiş ve geliştirmektedir. Bu kurallar ve norm5 Geleneksel teori, karar alıcı birimlerin firmalar gibi organizasyonların kendileri olduğunu kabul ederken, modern yaklaşımlar, örneğin firma gibi organizasyonlar içinde kararların firmayı oluşturan bireyler tarafından verildiğini kabul etmektedir. Ayrıntılı bir tartışma için Çetin (2010)’a bakılabilir. 62 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN lar setine, kurumsal çevre denmektedir. Bununla birlikte, sınırlı rasyonalite durumunda, kurumların, etkin olduğuna dair bir ima bulunmamaktadır. Böyle bir dünyada fikirler ve ideolojiler, tercihler üzerinde büyük bir rol oynar ve işlem maliyetleri eksik piyasalara neden olur veya çok yüksek işlem maliyetlerinin olduğu durumlarda piyasaların oluşumunu engelleyebilir (North, 1993). Ayrıca kurumlar, bireysel tercihlere göre belirlenir, fakat bireyler sadece bilgileri ışığında veya geleceğe ilişkin öngörülerine göre karar vererek bir kurumsal model tercihi yaparlar (Moe, 1990). Fırsatçılık Geleneksel teori, firma içinde çalışanların tamamının ortak bir amaç (kar maksimizasyonu) için bir araya geldiklerini ve bu nedenle fırsatçı davranışların ortaya çıkmayacağını kabul etmektedir (Çetin, 2010). Ancak gerçek dünyada firma çalışanları, motivasyonel değişiklik gösterir ve her zaman kendi müşevvikleri paralelinde çaba sarf ederler (Rozen, 1985). Başka bir deyişle firma çalışanları, kar maksimizasyonu ortak motivasyonu yerine, fırsatçı davranmayı tercih ederler (Williamson, 1979 ve 1985). Buna göre firma çalışanları, boş vakit geçirme veya kaytarma eğiliminde olduklarında (Alchain ve Demsetz, 1972), firma, geleneksel teorinin öngörmediği bir takım etkinsizliklerle karşı karşıya kalır. Öyle ki modern firma, çalışanlar arasındaki fırsatçılığa neden olan motivasyonu ve bu motivasyon kaynaklı etkinsizliği minimize etmek için uygun güdüleme mekanizmaları tesis etmeye çalıştığında bile kaytarma gibi fırsatçılık eğilimleri sıfırlanamaz (Demsetz, 1983). O halde YKİ’ın pozitif işlem maliyetli ve eksik sözleşmeli dünyasında bir diğer unsur fırsatçılık, analizin merkezinde yer alır. Fırsatçılık, açıkça, gizlice (sinsice) ve doğal formlar şeklide kendini gösterebilir. Açıkça fırsatçılık, bireylerin enstrümantal bir formda gerçekleştirdikleri fırsatçı davranışları ifade ederken, gizli fırsatçılık, stratejik davranışlara atfen kullanılır ve tam olarak kendi çıkarı peşinde koşmayı ima eder (Williamson, 1993). Fırsatçılık, iktisadi faaliyet, insani ve fiziki sermayeye işlem spesifik yatırımlar gerektirdiğinde özellikle önemlidir. Özellikle yüksek maliyetli işlem spesifik yatırım ve sözleşmeler sonunda, ortaya çıkması muhtemel quasi-rantların varlığı, firma çalışanlarını firma karı maksimizasyonu yerine, bu ranttan pay almak için enerji ve zamanlarını ayırarak fırsatçı davranmaya teşvik edecektir. Firma sahibinin bu motivasyonu değiştirme girişimi, fır- Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 63 satçılık maliyetlerini sıfırlamak için yeterli olmayacaktır (Ellingsen, 1997). Çünkü bir kez fırsatçılık ortaya çıktığında dönem başı hedeflenenler, dönem sonu gerçekleştirilemez (Demsetz, 1983). Fırsatçılık, dönem başı hedeflenen yatırım seviyesine, dönem sonunda ulaşılmasını engeller. Zira fırsatçılık yatırım döneminde etkin sözleşmeler gerçekleştirmeyi engelleyerek eksik sözleşmeye neden olacaktır6. Mülkiyet Hakları YKİ, işlem maliyetleri ve mülkiyet hakları arasında çok yakın bir ilişki kurmaktadır. Firma içinde varlıkların kontrolü, yönetim, gelir ve giderler üzerindeki mülkiyet hakları, farklı departmanlardaki çok sayıda bireye işlem maliyetleri dikkate alınarak tahsis edilir (Ricketts, 2002). Buna göre mülkiyet haklarının açıkça tanımlanamadığı durumlarda işlem maliyetleri artacaktır. Diğer yandan, işlem maliyetlerinin pozitif olduğu durumlarda mülkiyet haklarını tanımlamak ve uygulamak tam olarak mümkün olmayacak ve mülkiyet hakları yine etkinsizliğin kaynağı olacaktır (Malin ve Martimort, 2004). Bu tür durumlar geleneksel teoride yer almayan unsurlardır. Örneğin asimetrik bilgi durumlarında piyasada işlem yapmak maliyetli hale geldiğinde, tarafların mülkiyet hakları, sözleşmelere açık bir biçimde yazılamaz ve piyasa süreçlerine uygulanamaz. Pozitif işlem maliyetlerinden dolayı sözleşmelerin eksik ve mülkiyet haklarının tanımlanamamış olması, mülkiyet haklarının, gelecekte sorun olabileceği anlamına gelir. Gelecekte yapılacak işlemler için tekrar görüşmeler gerçekleştirmek gerekir. Bir sözleşmenin ve açıkça tanımlanmış mülkiyet haklarının yokluğunda taraflar, üçüncü kişilere güvenmek istemeyeceklerdir. Bu durum, bireylerin davranışını veya kararlarını etkileyerek, idealize edilmiş rekabetçi bir dengenin veya Pareto etkinliğin gerçekleşmesini engeller (Furubotn, 1991; Ricketts, 2002). Coase (1959)’a göre bir özel girişim sistemi anlamında piyasa mekanizması, mülkiyet hakları rejimi tesis edilmedikçe etkin bir şekilde faaliyet gösteremez. Mülkiyet hakları tam olarak tanımlandığında ve korunduğunda, herhangi bir varlığı kullanmak isteyen kimse, varlık sahibine onun bedelini ödemek zorundadır. Böylece bir kaos ortaya çıkmayacaktır (Coase, 1959). Çünkü herhangi bir organizasyon, bir anlamda makinalar, demirbaşlar, bi6 Klein vd. (1978), dikey birleşmeler durumunda, firmaların gerçekleştirdiği yatırımlar sonrası fırsatçı davranışlardan kaynaklanan maliyetlerin, entegrasyonu gerçekleştirmenin maliyetlerinden daha yüksek olacağını ileri sürmektedir. 64 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN nalar, patent hakları, müşteri listeleri, telif hakları ve para gibi varlıkların toplamından oluşmaktadır. Varlıkların mülkiyeti, sahibine, varlıklar üzerinde kontrol hakkı gibi kalıcı haklar sağlar (Hart, 1990). Bu tür haklar, hak sahibi için mülkiyet haklarıdır. Kalıcı haklara sahip kişiler, varlıklar üzerindeki mülkiyet hakkını kullanarak, üretim faktörlerinin davranışını veya üretim sürecindeki rolünü gözlemleyebilir, girdilerle ilgili tüm sözleşmelerin temel belirleyicisi olabilir, üretim sürecinde rol oynayan takım üyelerini ve takım üyeliği koşullarını değiştirebilir ve bu hakları başkasına devredebilir (Alchian ve Demsetz, 1972). Bu durumda mübadele süreçleri, mülkiyet haklarının tanımlanmadığı duruma göre daha iyi işleyen ve iktisadi aktörlere güvenilir bir taahhüt sağlayan kurumsal çevrede işleyecektir. Haklar, kaynakları kimin kullanacağını, kullanımdan elde edilecek geliri ve dağılımını, ekonomik olarak değerli mal, hizmet, kişi veya zamanı belirler. Bir varlık için tüm haklar 3 temel özellik taşır. Birincisi, somut bir varlıktan söz etmek gerekir ki boyutları tanımlanabilsin. İkincisi, haklar tanımlanmalı ki yeniden dağıtımı mümkün olsun. Üçüncüsü, belli bir varlığın hakkı, belirli insanlara veya gruplara tahsis edilmiş olmalıdır. Bu üç nitelik bir arada mülkiyet haklarını oluşturmaktadır. O halde bir varlığın mülkiyet hakkı, belirli bir mülkiyeti elinde bulunduran tarafından sahip olunan haktır. Mülkiyet hakları, daha genel hakları elinde bulunduran sınıfların ellerindeki hakkın tezahürüdür (Wallis, 1989). Zira bir varlığın mülkiyet hakkını elinde bulunduran bir piyasa aktörü, varlığı bizzat kendi kullanma hakkı, varlığı gelir getirecek şekilde kiralama veya satma hakkı ve ilgili varlığın biçimini değiştirme ve/veya tamamen yok etme hakkı gibi çok temel haklar elde eder (Williamson, 1993). Demsetz (1967), mülkiyet haklarının, bu tür hakları tesis etmenin faydası, sosyal maliyetini aştığında ortaya çıktığını iddia etmiştir. Başka bir deyişle, kaynaklara ilişkin hakları tesis eden yasal kurallar, zaman içinde ilgili topluma net fayda sağlayan bir yol içinde değişir. Bu anlamda mülkiyet hakları teorisinin gelişim sahası dışsallıklar teorisi olmuştur. Demsetz’in yaklaşımında mülkiyet haklarının tesis edilmesinin faydaları üç temel özellik göstermekte ve bu faydalar dışsallıklar literatürü bağlamında açıklanabilmektedir. İlk olarak mülkiyet, kaynaklara erişimin herkese açık olduğu bir sistemde kaynakların gelişimi için güdüler sağlayacaktır. İkinci olarak mülkiyet rejimi, serbest piyasa mekanizması içinde rant kaybını engeller veya azaltır. Üçüncü olarak da mülkiyetin tanımlanması, dışsallıklar durumunda anlaşılması gereken tarafların sayısında bir azalmaya neden olur (Merril, 2002). Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 65 Gerçekten, Coase (1960)’ın iddia ettiği gibi, bir dışsallık durumunda, eğer işlem maliyetleri yeteri kadar düşük veya sıfır ve mülkiyet hakları tam olarak tanımlanmış ise, taraflar aralarında anlaşarak, herhangi bir piyasa dışı müdahaleye gerek kalmadan dışsallığı piyasa süreçlerinde içselleştirebilirler. Taraflar arasında müzakere ve anlaşmanın işlem maliyetleri yeteri kadar düşük olduğunda dışsallık, mülkiyet hakkının kime verildiğine bakmaksızın, piyasa süreçlerinin işlemesi yoluyla içselleştirilebilir. Ancak bu yaklaşım, dışsallığa taraf olanların sayısının çok fazla olduğu durumlarda, taraflar arası müzakere ve anlaşma süreçlerindeki işlem maliyetlerinin yükselmesi nedeniyle gerçekçi bir çözüm önerisi sunmaktan ziyade, mülkiyet haklarının tanımlanmasının işlem maliyetleri ile ilişkisini göstermek açısından oldukça etkili bir perspektif sağlamıştır. Bir Organizasyon Olarak Firma Teorisinin Gelişimi Üzerine Firma teorisinin farklı perspektiflerden gelişimini ve YKİ’ın firma teorisine katkısını, Williamson (1990) tarafından geliştirilen ve Şekil 1’de gösterilen bir taslak yardımıyla açıklayabiliriz. Firma teorisine ilişkin ilk kategorik ayrım, bir firmayı sözleşme ilişkileri bağlamında ele alıp almama durumuna göre şekillenmektedir. Buna göre sözleşme yaklaşımı, firmayı bir sözleşme ilişkileri hiyerarşisi olarak ele alan (yeni) kurumsalcı bir analiz iması içerirken, firmayı sözleşme dışı bir perspektifle, sadece bir üretim fonksiyonu bağlamında ele alan teknolojik yaklaşım, Neo-klasik iktisat perspektifini ve bir takım gelişim imkânı bulamamış farklı yaklaşımları içermektedir. Yaklaşık olarak 1960’lara kadar firma teorisine ilişkin hâkim yaklaşım, firmayı sözleşme ilişkileriyle değil de teknolojik olarak açıklayan iktisat anlayışıdır. Teknolojiden kasıt, üretim fonksiyonudur. Bu bağlamda firmayı organizasyon teorisi veya sözleşme yaklaşımı dışında ele alan görüşü iki kısma ayırabiliriz. İlk yaklaşım, firmayı bir kar maksimizasyoncusu veya maliyet minimizasyoncusu olarak ele alan Neo-klasik iktisat teorisidir. Neo-klasik teori, firma içindeki hiyerarşik organizasyonel yapıyı görmezden gelerek, firmayı uzun süre kapalı bir kutu olarak analiz etmiştir (Çetin, 2010). Sözleşme dışı teknolojik yaklaşımlar içindeki diğer teorik yaklaşımlar, X-etkinlik7, yol bağımlılığı ve evrimci iktisat gibi yaklaşımların analizleridir. Bu yaklaşımlarda karşılaştırmalı sözleşme meseleleri, firmanın sınırları (ölçek ve kapsam ekonomileri olarak) veri olarak alındığı, 7 Firmanın X etkinlik analizinin ayrıntılı bir tartışması için, Çetin (2010)’a bakılabilir. 66 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN mülkiyet hakları tam olarak tanımlanmış varsayıldığı ve eğer varsa firma içi ve dışı çatışmaların, mahkemeler tarafından maliyetsizce ve etkin bir biçimde çözüldüğü kabul edildiği için görmezden gelinmiştir. Bu tür varsayımlar, potansiyel olarak var olması muhtemel kurumsal sorunların, bu tür organizasyonlarda içsel olup olmadığı ile ilgilenilmesini engellemiştir. Neo-klasik teori, firmayı piyasalar kategorisinden ziyade sadece bütüncül bir varlık kategorisinde ele aldığı için fiyat ve girdi ilişkileri analiz edilen kapalı bir kutu olarak bırakmıştır. Şekil 1. Firmanın (Organizasyon) İktisadi Teorileri Kaynak: Williamson, 1990. Firma teorisine diğer yaklaşım, YKİ’ın sözleşmeler yaklaşımıdır. Makalenin başındaki kurumsal çevre ve kurumsal düzen(leme) ayrımını burada kullanarak, YKİ’ın firma teorisine katkısını daha anlaşılır hale getirebiliriz. Buna göre kurumsal çevre, kamu sektöründe ve özel sektördeki organi- Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 67 zasyonlar/firmalar8 için oyunun kurallarının belirlenmesi ile ilgilidir. Bu bağlamda kamu tercihi yaklaşımı, kamu sektöründeki organizasyonların kurumsal çevresiyle ilgilenirken, mülkiyet hakları analizi, özel sektördeki organizasyonların kurumsal çevresine ilişkin bir yaklaşım sunmaktadır (Williamson, 1990). Örneğin siyaset ve bürokrasi birer (politik) kurum iken, meclis ve bakanlıklar firmalar gibi faaliyet gösteren organizasyonlardır (Spiller, 1996). Bu bağlamda kamu tercihi teorisine göre meclis içinde siyasiler ve bürokrasi içinde bürokratlar, Neo-klasik teorinin öngördüğü şekliyle kamu yararını değil, kendi çıkarlarını maksimize etmek için bu organizasyonlarda rol alırlar. Diğer yandan mülkiyet hakları yaklaşımı, çıkış noktası itibarıyla özel sektör içindeki organizasyon ilişkilerini açıklamakta iken, günümüzde bu analoji, bir paradigma kayması yaparak, kamu sektörü analizini de kapsayacak şekilde genişlemiştir (Majone, 2001). YKİ’ın sözleşmeler yaklaşımı içinde kurumsal düzen(leme)ler, daha detaylı bir organizasyon analizi sunmaktadır. Buna göre hem vekil teorisi, hem de işlem maliyetleri yaklaşımı firma analizi için oldukça uygun düşmektedir. Bunlardan ilki olan vekil teorisinde ex ante ilişkiler ve sözleşmeler yaklaşımı yaygın olarak kullanılmaktadır. Sözleşme ilişkilerindeki eksiklikler, ex post yönetişim özellikleri barındıran ekonomik organizasyona işlem maliyetleri teorilerinin temel karakteristiğidir. Hem işlem maliyetleri hem de vekil teorisi, tarafların, oyunun kuralları (kurumsal çevre) içinde nasıl sözleşme yaptığını inceler. Vekil teorisi, tarafların, tüm ilgili sözleşme yapma faaliyetine, ex ante güdü anlaşmasıyla yoğunlaştığını kabul eder. Neo-klasik vekil teorisi, (örneğin firma içinde çalışanlar olarak) vekillerin, (firma sahipleri olarak) asıllardan daha fazla riskten kaçınan olduklarını kabul eder. Buna göre vekil teorisi, güdü yoğunluğu ile etkin riske katlanma seviyesi arasında bir değiş tokuşun çalışıldığı alandır. Diğer yandan işlem maliyetleri yaklaşımı, tüm karmaşık sözleşmeleri, sınırlı rasyonaliteden dolayı kaçınılmaz olarak eksik kabul eder. Buna göre sözleşme sorunlarını dönem başı itibarıyla çözmek veya tespit etmek mümkün değildir. Yerine, döne başı güdü yapısı ile birlikte organizasyon içindeki yönetişim yapısı da dikkate alınarak bir çözümle8 Williamson perspektifinden ele alındığında firma, hiyerarşik yapıya sahip bir organizasyon iken, Coase perspektifinden ele alındığında firma, işlem maliyetlerini minimize etmek için tesis edilmiş bir kurumdur. Bu bölümdeki analiz, Williamson tarafından geliştirilen taslak üzerinden gerçekleştirildiği için, firma ve organizasyon aynı anlamda kullanılmıştır. 68 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN me yapılmalıdır (Williamson, 1990). Böylece örneğin karmaşık sözleşme ilişkileri içeren bir firmanın, hem dönem başı güdü mekanizmaları hem de dönem sonu itibarıyla yönetişimi hesaba katılarak, üretim sürecinin etkin olup olmadığına karar verilebilir. Bu şekilde, Neo-klasik teorinin bir kapalı kutu olarak bıraktığı firmanın, YKİ perspektifinden detaylı analizi mümkün hale gelmiştir (Wiggins, 1991). Geleneksel teoriye göre firma, üretim faktörlerinin işlem maliyetsiz üretime koşulduğu bir yapı olarak analiz edilmektedir. Firma içinde çalışanlar, maliyetsizce hareket edebilirler. Firma sahibi, görev ve sorumlulukları tam olarak tanımlanmamış hipotetik bir oyuncudur. Ancak gerçek dünyada firmalar içindeki aktörlerin birbirileriyle olan ilişkilerinde sürekli bir işlemler dizisi yer almaktadır. Hem firma sahibi hem de çalışanlar, bu işlemlerin sürekliliği için önemli güdülere sahiptirler (Wiggins, 1991). Dolayısıyla modern firma, geleneksel teorinin öngördüğünün aksine, yüksek işlem maliyetleri barındırmaktadır. Bu anlamda pozitif işlem maliyetleri, firmanın YKİ perspektifinden varlığını açıklayan en temel gerekçedir (Coase, 1937). İşlem maliyetleri üzerinden gelişen firma teorisine YKİ yaklaşımı, firma içi ilişkilerde sözleşme ve taahhüt sorunları yaygın olduğunda özellikle önemli hale gelmektedir. Uzun dönemli ilişkilerde taraflar, birbirilerine karşı taahhütlerini, farklı zamanlarda yerine getirirler. Bu taahhütler, tarafların birbirilerine karşı yükümlülükleridir ve sözleşmelerle belirlenir. Eğer taraflardan biri veya ikisi, sözleşmedeki taahhütlerini yerine getirirlerse, bu durumda sözleşmeler tamdır. Ancak YKİ’a göre belli başlı kısıtlardan dolayı insanlar sosyal hayattaki ve firma içindeki tüm ilişkilerde sınırlı olarak taahhüt sağlayabildiklerinden, sözleşmeler eksiktir. Güvenilir olmayan taahhüt, eksik sözleşmeler ve işlem maliyetleri gibi sorunlar, firma içindeki sermaye varlıklarında işlem spesifik yatırımlar, özellikle batık maliyetler söz konusu olduğunda ortaya çıkmaktadır. Bu durumda taahhüt sorunları, firmaların, sözleşmelerin ve uzun dönemli piyasa ilişkilerinin yapısını tayin etmektedir. Bireysel tercihler, firmanın kapsamını ve büyüklüğünü tayin ederken, taahhüt ve sözleşme sorunları, sözleşmenin niteliğini belirleyecektir. Kurumlar, bu sorunları çözdüğünde mübadele etkin olacak ve firma Neo-klasik ideal yapısına kavuşacaktır. YKİ, firma, sözleme ve devlet gibi kurumların, bu tür sorunları çözmek için nasıl kullanılmaları gerektiğini araştırmaktadır (Williamson, 1975; Klein vd. 1978; Wiggins, 1991). İşlem maliyetleri yaklaşımı, piyasalar, hiyerarşiler ve melez modlar tarafından gerçekleştirilen sözleşme ilişkileri ile özellikle ilişkilidir. Yaklaşım, Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 69 örneğin bir organizasyon modu olarak mahkemelerin, adaleti, tam bilgi altında, maliyetsizce ve etkin bir biçimde işleteceği önermesini reddeder (Williamson, 1990). Aynı şekilde bir iktisadi organizasyon olarak firmaların, üretim faaliyetini, karını maksimize edecek şekilde etkin olarak sonlandıracağı varsayımı yerine, işlem maliyetlerini minimize etmek için ortaya çıktıklarını kabul eder (Coase, 1937; Joskow, 1985). Son olarak, firma ve piyasa organizasyonuna ilişkin daha önceki sözleşme dışı yaklaşımlar, bu meselelere, YKİ’ın sözleşme temelli yaklaşımları yoluyla geliştirilmiştir. Kamu tercihi, mülkiyet hakları, vekil teorisi ve işlem maliyetleri yaklaşımları, YKİ içinde gelişen yaklaşımlardır ve organizasyonların analizinde farklı perspektifler sunmaktadırlar. Mülkiyet hakları yaklaşımı, ex ante kurumsal düzen(lemer)e vurgu yaparken, vekil teorisi, ex ante güdülere ve işlem maliyetleri yaklaşımı ex post yönetişime odaklanmaktadır (Williamson, 1990). Sonuç Bu makale, dağınık bir terminolojik ve metodolojik yaklaşım görünümü arz eden YKİ yaklaşımını, anlaşılır kılma çabasıyla yazılmıştır. Yaklaşımın dilinden ayrılmama güdüsü korunduğu için özellikle teorinin kurucularının terminolojisi takip edilmiştir. Bu anlamda makale, YKİ’ın iktisadi analize getirdiği yenilikleri kendi diliyle açığa kavuşturmaya çalışmıştır. Buna göre iktisadi performans için kurumlar önemlidir. Kurumsal değişim, gelişen teknolojik ve iktisat teorik koşullar altında bir zorunluluktur. Kurumların, daha iyi kurumlara neden olacak şekilde evrimi, ekonomik değişimin de iyi bir performansa doğru hareket edeceğini ima etmektedir. Tüm ekonomik (ve politik) kurumlar veya yönetişim yapıları, işlem maliyetlerini minimize etmek için vardır. Mülkiyet hakları ve işlem maliyetleri arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. İşlem maliyetlerinin yeteri kadar düşük olduğu durumlarda, mülkiyet haklarının işletilmesi, sözleşmelerin etkin işleyişine neden olmaktadır. Diğer yandan mülkiyet hakları sisteminin varlığı, düşük işlem maliyetleri anlamına gelir. Bir organizasyon içinde sınırlı rasyonel bireylerin ve fırsatçı davranışların varlığı, eksik sözleşmelere ve sözleşmeler bütünü olan organizasyonları etkinsizliğe sürükler. Sonuç olarak, YKİ akımı, modern iktisat literatürünün en canlı alanını temsil etmektedir. 70 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN KAYNAKÇA Alchian, A. ve H. Demsetz (1972); “Production, Information Costs, and Economic Organization”, The American Economic Review, 62, 777-795. Brousseau, E. ve M. Glachant (2004); “The Economics of Contracts and the Renewal of Economics”, içinde. E. Brousseau ve M. Glachant (der.), The economics of Contracts: Theories and Applications London: Cambridge University Press, 3-30. Cheung, S. (1983); “The Contractual Nature of the Firm”, Journal of Law and Economics, 26, 1-21. Coase, R. (1998); “The New Institutional Economics”, The American Economic Review, 88, 72-74 Coase, R. (1984); “The New Institutional Economics”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 140, 229-231. Coase, R. (1960); “The Problem of Social Cost”, Journal of Law and Economics, 3, 1, 1-44. Coase, R. (1959); “The Federal Communications Commission” Journal of Law and Economics, 2, 1-40. Coase, R. (1937); “The Nature of the Firm”, Economica, 4, 386-405. Cooter, R. ve T. Ulen (2004). Law and economics. 4. bs., Addison Wesley Longman. Conlisk, J. (1996); “Bounded Rationality and Market Fluctuations”, Journal of Economic Behavior and Organization, 29, 233-250. Çetin, T. (2010); “İktisadi Etkinlik Üzerine Bir Deneme: X Etkinlik Yaklaşımı”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 11, 183-198. De Alessi, L. (1983); “Property Rights, Transaction Costs, and X-Efficiency: An Essay in Economic Theory”, The American Economic Review, 73, 64-81. Demsetz, H. (1983); “The Structure of Ownership and the Theory of the Firm”, Journal of Law and Economics, 26, 375-390. Demsetz, H. (1967); “Toward a Theory of Property Rights”, American Economic Review, 57, 347. Ellingsen, T. (1997); “Efficiency Wages and X Inefficiencies”, Scandinavian Journal of Economics, 99, 581-596. Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 71 Furubotn, E. (1991); “General Equilibrium Models, Transaction Costs, and the Concept of Efficient Allocation in a Capitalist Economy”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 147, 662-686. Hart, O. (1988); “Incomplete Contracts and the Theory of the Firm”, Journal of Law, Economics, and Organization, 4, 119-139. Hart, O. (1990); “Is Bounded Rationality an Important Element of a Theory of Institutions?”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 146, 696-702. Holmstrom, B. ve Tirole, J. (1989); “The Theory of the Firm”, içinde Richard Schmalensee ve Robert D. Willig, der., Handbook of İndustrial Organization. Amsterdam: North- Holland, 61-128. Joskow, P. (2005). “Vertical Integration”, C. Menard, M. Shirley (ed.), Handbook of new Institutional Economics içinde, Netherlands: Springer. Joskow, P. (1985); “Vertical Integration and Long-Term Contracts: The Case of Coal-Burning Electric Generating Plants”, Journal of Law, Economics, and Organization, 1, 33-80. Klein, B., R. A. Crawford ve A Alchain (1978); “Vertical Integration, Appropriable Rents, and the Competitive Contracting Process”, Journal of Law and Economics, 21, 297-326. Leibenstein, H. (1966); “Allocative Efficiency versus X-Efficiency”, American Economic Review, 56, 392-415. Leibenstein, H. (1978); General X-Efficiency Theory and Economic Development, Oxford: Oxford University Press. Majone, G. (2001), “Nonmajoritarian Institutions and the Limits of Democratic Governance: A Political Transaction-Cost Approach”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 157, 57-78. Malin, E. ve D. Martimort (2004); “Transaction Costs and Incentive Theory”, E. Brousseau, J. Glachant (ed.), The Economics of Contracts: Theories and Applications içinde. London: Cambridge University Press, 159-179. Mathews, R. C. O. (1986); “The Economics of Institutions and the Source of Economic Growth”, Economic Journal, 96, 903-918. Merril, T. W. (2002); “Introduction: The Demsetz Thesis and the Evolution of Property Rights”, Journal of Legal Studies, 31, 331-338. Milgrom, P., D. North ve B. Weingast (1990); “The Role of Institutions 72 Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN in the Revival of Trade”, Economics and Politics, 2, 1-23. Moe, T. (1990); “Political Institutions: The Neglected Side of the Story”, Journal of Law, Economics, and Organization, 6, 213-253. Newbery, D. ve J. Stiglitz (1987); “Wage Rigidity, Implicit Contracts, Unemployment and Economic Efficiency”, The Economic Journal, 97, 416-430. North, D. (2005); Understanding the Process of Economic Change, Princeton University Press. North, D. (1993); “Institutions and Credible Commitment”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 149, 1-23. North, D. (1986); “The New Institutional Economics”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 142, 230-237. Ricketts, M. (2002); The Economics of Business Enterprise: An Introduction to Economic Organisation and the Theory of the Firm. Cheltenham: Edward Elgar. Rozen, M. (1985); “Maximizing Behavior: Reconciling Neoclassical and X-Efficiency Approaches. Journal of Economic Issues, 19, 661-689. Simon, H. (1957); Administrative Behavior. 2. ed., Macmillan, New York. Spiller, P. (1996); “Institutions and Commitment”, Industrial and Corporate Change, 5, 421-452. Stigler, G. (1976); “The Existence of X-Efficiency”, The American Economic Review, 66, 213-216. Wallis, J. (1989); “Towards a Positive Economic Theory of Institutional Change”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 145, 98-112. Wiggins, S. (1991); “The Economics of the Firm and Contracts: A Selective Survey”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 147, 603-661. Williamson, O. (2005); “Transaction Cost Economics”, içinde C. Menard, M. Shirley (ed.), Handbook of New Institutional Economics, Netherlands: Springer. Williamson, O. (2004); “Contract and economic organization”, içinde Eric Brousseau and Jean-Michel Glachant, The Economics of Contracts Theories and applications, Cambridge University Press, 49-58. Williamson, O. (1996); “Prologue: The Mechanisms of Governance”, Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73 73 içinde O. Willimson, The Mechanisms of Governance, Oxford University Press, 3-20. Williamson, O. (1993); “Transaction Cost Economics and Organization Theory,” Industrial and Corporate Change 2, 107-156. Williamson, O. (1993a); “Transaction-Cost Economics: The Governance of Contractual Relations”, Journal of Law and Economics, 22, 233-261. Williamson, O. (1990); “A Comparison of Alternative Approaches to Economic Organization”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 146, 61-71. Williamson, O. (1985); The Economic Institutions of Capitalism, New York: The Free Press. Williamson, O. (1979); Transaction Cost Economics: The Governance of Contractual Relations. Journal of Law and Economics, 22, 3-61. Williamson, O. (1975); Markets and Hierarchies: Analysis and Antitrust Implications, New York: Free Press. Sosyoloji Konferansları No: 45 (2012-1) / 75-123 RASYONEL TERCIH SOSYOLOJISI BAĞLAMINDA JAMES S. COLEMAN’IN SOSYAL SERMAYE KAVRAMI: EĞITIME KATILMA YÖNÜNDEN TARTIŞMALAR Şenol Baştürk* Özet Rasyonel tercih kavramı son 20 yıldır, sosyologlar arasında ilgi gören bir eğilimdir. Geleneksel olarak rasyonel tercih kavramı, iktisat ve sosyoloji arasındaki disipliner ayrımın bir parçası görülür. Buna göre iktisat rasyonel eylemi konu edinirken, sosyolojinin bu biçimin dışındaki eylem türlerini ve sonuçlarını dikkate aldığı düşünülebilir. Ancak bu geleneksel ayrım 1970’lerden itibaren sosyolojideki büyük teorilerin zaafa uğraması ve eylem teorisinin daha önemli görülmesi sonucu zedelenmiştir. Bu yeni eğilimlerin bir göstergesi olarak rasyonel tercih teorisi, klasik yaklaşımın eksiklerinin tamamlanması konusunda özelikle Anglo – Sakson dünyasında destekçi bulabilmektedir. Rasyonel tercih teorisi içerisinde James S. Coleman çok atıf alan çalışmalarıyla önemli bir isim olarak değerlendirilmektedir. Özellikle eğitime katılma konusunda kullandığı sosyal sermaye modeli, itibar gören bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, rasyonel tercih teorisinin varsayımlarına dayanarak çocuk – ebeveyn arasındaki ilişkiler ve eğitime katılma yönündeki sonuçların rasyonel niyetler ile yürütüldüğüne inanmaktadır. Ancak bu yaklaşım çok sayıda eleştirinin konusu olmuştur ve Coleman’ın sosyal sermaye kavramının eğitime katılma sürecini fazla basitleştirdiği ileri sürülmektedir. Bu çalışma söz konusu eleştirilerden hareketle, sosyal sermaye kavramının eğitime katılmayı açıklama konusundaki potansiyel zayıflıklarına odaklanmayı hedeflemektedir. Anahtar Kelimeler: Rasyonel tercih sosyolojisi, eğitime katılma, sosyal sermaye, James S. Coleman Arş. Gör. Dr., Uludağ Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü. E-mail: sbasturk@uludag.edu.tr * 76 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK JAMES S. COLEMAN’S SOCIAL CAPITAL CONCEPT IN THE CONTEXT OF RATIONAL CHOICE SOCIOLOGY: DEBATES ON EDUCATIONAL ATTAINMENT Abstract Over the past two decades sociologists have shown more interest in the concept of rational choice. Traditionally the concept of rational choice has assumed that one of the main elements is the fractionation between sociology and a neo-classical economic approach, whereas disciplinal bounds have related non–economic action as one. However, contemporary sociological tendencies have required more specific action theories since the collapse of the grand explanations at the end of the 1970s. Rational choice theory has been evaluated as repairing this kind of weakness in sociology by some approaches, especially in American and Anglo-Saxon sociology traditions. James S. Coleman, who was a prominent figure in post-war American sociology, defended rational-based action theory in sociology passionately and contemporary action theory approaches have largely cited his opinions on the general principles of human behavior. The effects of social capital in the educational attainment process have been treated as substantial proof of rational action principles by Coleman and this approach has had repercussions in the sociology of education research. Generally, rational action based social capital has appraised family–child contact in educational attainment and has claimed that rational intentions have led to this kind of relationship. Some scholars have also criticized the conformable assessment of a smooth relationship between choice and rational principles. This study focused on evaluations of Coleman’s rational based social capital concept and maintained that the educational attainment process is more complex than rational action assumptions. These kinds of approaches also elaborated on the critical focus on rational choice sociology’s inquiries and tried to show the potential incommodious of this theory via the social capital effect of education. Keywords: Rational choice sociology, educational attainment, social capital, James S. Coleman Giriş Sosyal bilimlerin çağdaş eğilimlerinde, “rasyonel tercih” kavramı giderek daha fazla kendine yer bulmaktadır. Bu eğilimin genellikle iktisat üzerinden devşirildiği ve siyaset biliminde, özel olarak siyasi tercihlerin şekillenmesinde etkili olduğu, düşünülmektedir. Ancak rasyonel tercih teorisi, farklı sosyolojik ilgiler için de takip edilebilir bir gündem oluşturabilmektedir Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 77 (Hechter & Kanazawa, 1997). Rasyonel tercih teorisi, genelde tartışmalı makro – mikro toplumsal düzey arasında işlevsel bir aracılık sağlayacak; bunun yanında fonksiyonalizm sonrası krizden, sosyolojiyi çıkarabilecek potansiyel bir “Grand – theory” olarak değerlendirilir (Archer & Tritter, 2000). Bu kapsamlı eğilimin çoğunlukla iktisat ve sosyolojinin yakınlaşması bağlamında ele alınan bir niteliği mevcuttur (Fine, 2000) ve özellikle Anglo – Sakson akademik ortamı dışında kolay itibar edilmeyen tartışmayı içinde barındırır (Hauptmann, 1996). Ancak kısıtlı görülen bu tür bir tartışma alanı, teori içerisinden türetilen yeni kavramsal araçların etkin olmadığına yönelik bir çıkarımı yanlışlar. Örneğin Archer & Tritter (2000), 1990’ların başından itibaren OECD, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası örgütlerin destekleri yoluyla, bu teorinin varsayımlarının gündelik politikaların şekillenmesinde belirleyici olduğu kanısındadır. Ayrıca bu “kökensel” belirleyicilik iddialarının dışında rasyonel tercih yaklaşımından türetilen bazı kavramların, bu yöndeki teorik tartışmalar bağlamının farkında olmayarak çok sık kullanıldığı da belirtilmelidir. Söz konusu kavramların popüler olanları genellikle sermaye teorisine ait değerlendirmelerden türetilmiştir (Lin, 2000). Bunlar arasında akla gelenlerden ilki “sosyal sermaye”dir. Sosyal sermaye her ne kadar çok boyutlu bir kavram olarak değerlendirilse de, sivil katılımın gündelik etkileri dışındaki teorik ilgilerde öncülük Coleman’ın yaklaşımına verilmektedir (Portes, 1998; Field, 2006). Dahası Coleman, sosyal sermaye kavramına daha kısıtlı sivil katılım boyutuyla popülerlik kazandıran Putnam (2000) tarafından dahi öncü olarak tanımlanmaktadır. Geniş sosyal sermaye literatüründe, Coleman’ın çalışmalarında güçlü bir biçimde savunduğu “rasyonel tercih teorisi”ne ve bu teorinin sosyal sermaye bakımından ne gibi bir anlama gelebileceğine nadiren dikkat edilmektedir1. Bu çalışma Coleman’ın sosyal sermaye kavramını kullanma biçiminin rasyonel tercih içerisinde ne tür bir rol oynadığına değinmeyi amaçlamaktadır. Bu amaca yine Coleman tarafından oldukça önemsenen “eğitim” üzerindeki tartışmalar yoluyla ulaşılmaya çalışılacaktır. Eğitim ve eğitimin toplumsal yapı içerisindeki konumu, Coleman için çoğunlukla rasyonel tercih teorisinin önermelerinin ispatlarından birisi olarak değerlendirilir. İktisatta Becker’ın yolundan giderek eğitim tercihlerinin şekillenmesinde ve eğitim başarısında ebeveynler ile çocuklar arasındaki kuşaklar arası ilişkinin ve bunu yönlendiren rasyonel ilkelerin tespit edilmesi Coleman için oldukça 1 İstisnalar için bkz. Fine (2000); Pescosolido (1992) ve Taylor (2006) 78 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK önemli bir konudur (Coleman, 1993b). Bu ilişkinin gücü sadece eğitim alanı ile sınırlı kalmayarak, çoğunlukla sosyal sermaye kavramının toplumsal ilişkilerde ne düzeyde güçlü bir faktör olduğunun tespit edilmesi için de kullanılır (Dasgupta, 2000; Kwon & Adler, 2002). Yine eğitim başarısında Coleman’ın analizinin geçerliliği üzerinde geniş bir literatürden bahsedilmelidir. Buna karşın Coleman’ın sunduğu malzemenin teorik dayanaklarına kısıtlı bir biçimde bağlılık gösteren bu çalışmaların yaygınlaştırdığı sonuçlar, eleştiri konusu da olmuştur. Geniş ampirik gözlemlere karşın, Coleman’ın varsayımlarının kolay kabul edilemeyeceğine ilişkin bu vurgular, aynı zamanda rasyonel tercih sosyolojisinin sınırları hakkında fikir verici olabilmektedir. Coleman’ın sosyal sermaye ve eğitime katılma arasında kurduğu ilişkiye yönelik tepkiler, bu çalışmada üç boyutuyla değerlendirilecektir. İlk olarak, daha çok ampirik sonuçların tutarsızlığı üzerine odaklanılacaktır. Özelde rasyonel tercih sosyolojisi, ampirik gözlem ve matematiksel sonuçlar türetme konusunda kendisine açık bir üstünlük tanımlamaktadır. Özellikle ölçme konusunda incelikli olduğu kadar tutarlı modeller ortaya koyabilineceğine duyulan inanç ve buna tanımlı avantajlar, çoğunlukla diğer eğilimlerin eleştirildiği bir dayanak noktası olarak görülmektedir. Ancak “ölçme”ye verilen bu önemin herhangi bir sosyal fenomenin değerlendirilmesine yapacağı katkılar tartışma konusudur. Bu nedenle Coleman’ın modelinin ampirik sonuçlarına yöneltilecek itirazlar, bu tür bir tartışmanın uzantısı olarak görülebilecektir. İkinci tür tepkiler, daha çok Coleman’ın modelinde toplumsal bağlam ve iktidar ilişkilerine önem verilmemesini içerir. Böyle yaparak modelin işleyişinin soyut kaldığı ve asıl belirleyici faktörlerin hemen hiçbirini dikkate almadığı sonucuna ulaşılır. Bu tür eleştiriler büyük oranda rasyonel tercih sosyolojisinin temelden savunduğu “bireyci metodolojiye” dönük itirazlardan kaynaklanmaktadır. Özellikle toplumsalın nasıl tanımlanacağı ve sosyal ilişkilerde hangi etkileşimlerin belirleyici olacağı genellikle “çıkar nosyonu” ve “self – interest” kavramı etrafından değerlendirilmektedir. Doğal olarak bu düzeydeki yorumlarda güç ve hiyerarşi gibi unsurlar, genellikle “kısıtlar” tanımlamasına dahil edilmektedir. Bu kısıtlar, eylemin sonucunu etkileme potansiyeli taşımakla birlikte, eyleme neden olan motivasyonun yanında ikincil bir faktör olarak düşünülmektedir. Toplumsal bağlamın toplumsal güç ilişkilerini öne çıkaran yorumları, bu tartışma içerisinde değerlendirilecektir. Son boyuttaki itirazlar, “kültüralist” olarak yorumlanabilecek bir içeriğe sahiptir. Yukarıdaki bağlam vurgulu tepkilerin bir uzantısı olarak, Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 79 kültürel farklılıklar ve cinsiyet gibi evrenselleştirici olmayan faktörlerin etkisinden kaynaklanır. Buna göre Coleman’ın sosyal sermaye kavramına dayanan modeli, Amerikan toplumuna fazlaca odaklanmıştır ve modelin farklı kültürlerdeki karşılıkları genellikle anlamsızdır. Benzer bir biçimde özellikle Batı dünyası dışında cinsiyetler arası farklılıklar, eğitime katılma ve buna yönelik aile tercihlerini büyük oranda belirlemektedir. Bu büyük fark, Coleman tarafında neredeyse hiç dikkate alınmamıştır ve cinsiyetler arasındaki farklılıklar, genellikle sosyal sermaye eksikliğine bağlanmıştır. Dolaylı olarak, itirazi bu yorumlar rasyonel tercih sosyolojisinin temel varsayımlarına dönük tartışmaların içerisinde değerlendirilebilmektedir. Coleman’a yönelik eleştirel tutumlar da doğal olarak bu teorik bağlamdan yola çıkılarak izlenecektir. Bu amaçla ilk bölümde rasyonel tercih sosyolojisi ve Coleman’ın bu teori içerisindeki konumu ele alınacaktır. Daha sonra Coleman sosyal sermaye tabanlı eğitime katılma modeline ve bunun rasyonel tercih sosyolojisinin önermelerine olan bağlılığına değinilmeye çalışılacaktır. Son bölümde ise eleştirilerin, yukarıda sıralanan üç boyut üzerinden değerlendirilmesi hedeflenmektedir. Rasyonel Tercih Sosyolojisinin Temel Karakteristikleri Giddens (1999a) 1970’lerin başından itibaren sosyolojide, İşlevselciliğin açık bir biçimde çözüldüğünü ve bununla birlikte aktör sorunuyla ilgilenen büyük teorilerin sosyolojiyi sorunlu bir disiplin haline getirdiğini ileri sürmüştür. Sosyolojinin bu gelişmelere yönelik disipliner tepkisi, “analiz düzeyi”nde Smelser (2003)’ün tabiriyle “küçülme (downgrade)” anlamına gelecek yeni araştırma alanlarının keşfedilmesi şeklinde olmuştur. Bu dönemde “epistemoloji” karşıtı kritiklerin etkisi de özellikle sosyolojide yapısal olarak tanımlanan faktörlerin gündemden düşmesini sağlamıştır. Bu eğilimlerin güçlenmesi bir yandan “özne karşıtı” yapıbozumculuğu teşvik ederken; diğer yandan aktör yapı ilişkisine yeni yorumlar getirilmesi sonucunu yaratmıştır (Giddens, 1999b; Giddens, 2003; Bourdieu & Wacquant, 2003). Tüm bu gelişmeler, aktör sorunun daha fazla önem kazanmasını önemseyen eğilimlerin güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bu çağdaş eğilimler, yeni ilgi alanları edindikçe, bir kez daha İşlevselciliğin “mikro – makro bağlantılar” konusundaki önceliklerine de yeni yorumlar getirilmiştir (Cook & Whitmeyer,1992; Hilbert, 1990). Bu yeni tür ilgi kayması, sosyolojide etkileşim, kurallar ve sınıflandırma (rates) gibi kavramların daha yoğun olarak kullanılması ile eylemden türeyen 80 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK sosyal olgu kavrayışlarının önemini arttırmıştır. Yeni yönelimler, “eylem teorisi”nin evrensel yorumu konusunda daha donanımlı olan ve köklü tartışmalara dayanan neo – klasik iktisadın çıkarımlarını sosyologlar için kullanılabilir kılmıştır. Özellikle Downs’un “politik partiler”, Olson’nun “kolektif eylem”, Buchanan ve Tullock’un “kurumsal ilişkilier” ve Becker’in “aile” gibi daha “sosyolojik” olduğu düşünülen olguları iktisadın bakış açısıyla içsel tutarlılığa sahip bir biçimde ele aldıkları iddiası, sosyoloji içerisinde yeni türden eğilimler için başlangıçta tuhaf karşılanan, ancak kullanılabilir örnekler yaratmıştır (Lindenberg & Frey, 1993). İktisat ile kurulan bu bağ, sadece mikro ilişkilerdeki etkileşim düzeyini ifade eden kavramların değerlenmesine yol açmamıştır. Ayrıca “rasyonalite” gibi sosyolojinin farklı biçimlerde önem verdiği olguların, yeniden ve dönüşerek değerlendirilmesine yol açmıştır. Rasyonalite üzerine yapılan bu tartışmalar, aynı zamanda yapı-bozumcu eğilimlerin de ilgi gösterdiği bir konu olması bakımından önemlidir. Weber için daha çok toplumsal değer dönüşümü anlamında önemli olan rasyonalite, asketizmi ve dünyeviliği (inner-worldly) ifade eden bir niteliğe sahiptir. Ancak Weber, bu tarihsel analizini aynı zamanda dinamik olarak da kavramsallaştırmış ve rasyonalizmin “tözsel (substantive)” bir içeriğe kavuşmasının tehlikelerine açık bir biçimde değinmiştir. Çağdaş sosyoloji eğilimlerinin önemli bir kısmı için rasyonalite, Foucault (2011) ve Elias (2007) üzerinden daha spesifik içeriğe kavuşan Weberyen bir “demir kafes” anlamına gelir (Sayer, 1991). Ancak bu ikinci tür eğilimlerin “teorik kurgulara” katkısı göründüğünden daha sınırlı olmuştur. Öncelikle de daha mikro ilgilerde, daha açık bir şekilde “eylem teorisi”ndeki derin yöntemsel boşluğun doldurulmasına sınırlı bir biçimde destek olmuşlardır. Ancak “büyük anlatılar”dan kopan sosyolojinin disipliner ihtiyaçları daha çok “eylem teorisi”ne dönük, daha dikkatli tahlilleri önemli hale getirmiştir. Bu bakımdan iktisadın yöntemsel öncüllerini önemseyen eğilimler değer kazanmıştır. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı, hatta Somers (1998) tarafından zamanımızın en etkin teorik gelişmesi olarak tanımlanan “rasyonel tercih sosyolojisi”dir. Büyük oranda Becker’in öncüllerini işaret ettiği yöntemlerin benimsenmesiyle şekillenen bu eğilim, bireyci metodolojiye ek olarak piyasa kurgusuna bağlılık, karmaşık bağımlılıklardan ayrıksılık, bireysel çıkar hesabı, genel denge, fayda ve tam enformasyon gibi kavramlara sosyolojide yer açılmasıyla ifade edilir (Zafirovski, 2000). Rasyonel tercih ve buna ilişkin metodolojik eğilimler, iktisat üzerinden temellenen Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 81 bir niteliğe sahiptir. Ancak bu eğilimlerin diğer disiplinleri etkilemesini yeni bir gelişme olarak tanımlamak zordur. Aslında iktisadın temel varsayımlarının genel bir davranış tanımlaması ve sosyalin bu davranışsal kaidelerle açıklanması öteden beri diğer disiplinlerden gelen ilgileri canlı tutmuştur. Daha çok bilişsel öğelere atıf yapan, örneğin “Mübadele Kuramı (Exchange Theory)” veya “Davranışsalcılık (Behaviorism)” ın metodolojik varsayımlarının şekillenmesinde iktisadın ve özellikle de rasyonel tercih ilkesinin etkisi belirleyici olmuştur (Hardin, 2000). Ancak daha çok Anglo – Sakson geleneğindeki bu etkileşimin [bunun tek taraflı olduğu neredeyse kesindir (Lipset, 1994)] ivme kazanması ve başlıca akım olması yukarıda bahsedilen bağlam içerisinde mümkün olmuştur (Yılmaz, 2003). Turner (2006), bu ilişkinin temelde klasik iktisadın kökenlerinden özellikle de “İskoç Ahlakçıları”ndan doğduğunu, ancak çağdaş eğilimlerin bu temelden çok piyasa fikrinin radikalleşmiş yorumlarına özellikle de “oyun teorisi”nin matematiksel modellerine bağlılık gösterdiğini iddia etmiştir. Rasyonel tercih yaklaşımının sosyolojinin geleneksel eğilimleri açısından yabancı olduğu ve bireyci metodolojiye bu derece bağımlı ve eylem merkezli yaklaşımın bir disipliner tabu olarak görüldüğü açıktır (Hedström & Swedberg, 1996). Buna karşın geleneksel yaklaşımla bir takım devamlılıkları olduğu da bilinmektedir. Rasyonel tercih yaklaşımı, toplumsalın oluşması konusunda Durkheim geleneğine dayanan işlevselci açıklamayı büyük ölçüde tasdiklemektedir2. Ancak bu gelenekten temel farkı, eylem teorisi bakımındandır ve eylemin niteliğini belirleyen tarihsel koşulların yerine, evrensel hükümlere meyleder. Bu bakımdan toplumsal eylemin kendisi diğer sosyoloji teorilerinde olduğu gibi belirleyici toplumsal faktörler ve aktörün tarhiselliğinin koşulları ile değil, Newtoncu bir “mutlak zaman” bağlamında tanımlanır3 4. Lindenberg (1985) ise “rasyonel tercih” kavramının sosyolojide değer kazanmasının temel gerekçelerini yine iktisat ve sosyoloji arasındaki özel ilişki biçimiyle ilgili olduğu kanısındadır. Buna göre, özellikle 1960’ların 2 Özellikle bireyci metodolojinin Boudon tarafından benimsenmesinde Durkheim’ın etkisi için bkz. Lemert (2011). 3 Newtoncu zaman ilişkisi için bkz. Giocoli (2003). 4 Aslında bu tür düşünsel - tarihsel gelişimle ilgili değerlendirmeler daha çok “meşrulaştırma” ile ilgilidir ve genel modeller bu tür düşünsel kökenlerin muhtemel etkilerine çok az ilgi gösterir. Çoğu bu ön kabullerin yönelimleri konusunda fikir sahibi dahi olmayabilir. Bu nedenle Yılmaz (2009) bu tür eğilimleri, “felsefi köken bulma çabası” olarak değerlendirir. 82 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK sonlarına değin, sosyal bilimler içerisinde iktisat ve sosyoloji arasında geleneksel bir işbölümü mevcuttur. İktisat genellikle rasyonel eylemi konu edinir ve buna yönelik modellemelere dayanırken; sosyolojinin rasyonel olmayan unsurlara dayanan dağınık bir “sosyal gerçeklik”i konu edinmektedir. Bu geleneksel işbölümünde iktisatçılar kendi modellerinde rasyonel olmayan ve iktisadi olarak sonuç vermeyeceği düşünülen alanları doğrudan sosyolojiye devretmeyi içeren genellikle ilgisiz bir tavra sahip olmuşlardır. Buna karşılık sosyoloji yine Lindenberg (1985) deyimiyle yanlışlayıcı (debunking) bir bilim olarak toplumsal belirleyiciliğin önemini gösterme eğilimiyle naif bir toplumsallık vurgusunun peşinde olmuşlardır. Bu geleneksel işbölümünün özellikle sosyoloji açısından sorunlu hale gelmesinin temelinde genellikle toplumsallık üzerinden oluşturulan deterministik bakış açısının tıkanmasıyla ilgili olduğu düşünülmüştür (Bourdieu & Wacquant, 2003; Okasha, 2000; Turner,B.S, 2006). Lindenberg (1985) bu tıkanmanın “yanlışlayıcı” niteliğiyle sosyolojinin savunabilir bir politik gündem yaratma konusundaki başarısına ters orandaki eylem modelleri ile ilgili olduğunu görüşündedir. Bu nedenle tıkanmanın yeni tür aktör modelleri ve eylem teorisi ile aşılmasını beklemek şaşırtıcı olmayacaktır. Hedström & Stern (2008) bu tür eğilimlerin rasyonel tercih yaklaşımı ile örtüşmesinin, bu eğilimlerin basit bir şekilde iktisadın teorik etkisi ile açıklanamayacağının bir kanıtı olarak görmektedir. Ayrıca Homans ile başlayarak davranışsalcılıktan sosyal hareketlerin sosyolojisine kadar uzanan geniş bir ilgi alanındaki girişimlerin ortak bir ürünüdür. Rasyonel tercih yaklaşımının basit bir biçimde iktisat ve sosyoloji arasında bir etkileşim düzeyi veya iktisadın metodolojik emperyalizminin bir yansıması olarak algılanmayacağını öne süren görüşler, genellikle sosyolojideki çağdaş eğilimlerin teorinin dayandığı temelleri uzun bir süre görmezden gelemeyeceğine inanmaktadırlar (Hedström & Swedberg, 1996; Goldthorpe, 1998; Edling & Stern, 2003). Bu tür bir önemsemenin temelinde, iktisadın yöntemsel kullanışlılığından çok “eylem teorisine” dayanan avantajlar ve yöntemsel karakterine duyulan inanç yatmaktadır. Hedström & Swedberg (1996)’e göre rasyonel tercih yaklaşımının metodolojik bireyciliğe dayanması, teorik eğilimlerdeki analitik yatkınlık ve eylemin niyetini açıklamaya odaklanması gibi üç önemli özelliğe dayanmaktadır ve bu özellikler, standart bir eylem teorisinin ötesinde başat bir eğilim olarak görülmesine neden olmaktadır. Goldthorpe (1998) ise bireyciliğe verilen önemin teorinin ana karakteri olduğu konusunda hemfikirdir. Ayrıca “eylemi” sosyolojik Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 83 düşüncenin merkezine yerleştirmesi ve makro – mikro ilişkilerin reformist bir tarzda yeniden kurulmasıyla rasyonel tercih teorisinin ilkelerinin belirginleştirdiği kanısındadır. Bu açıdan teorinin en önemli özelliği, daha holistik ve determinist açılımları önemseme geleneğine karşı bireyci bir metodolojiyi, sosyoloji içinde savunmanın çağdaş bir biçimi olmasıdır. Gerçekten de günümüzde bireycilik temelli sosyolojik eğilimlerin hemen tümü bir şekilde rasyonel tercih teorisine dayanma gereğini hissetmektedirler (Udehn, 2001). Ancak bireyciliğin nasıl bir açıklama çerçevesi meydana getirdiği konusunda farklı yorumlar mevcuttur. Bu bakımdan rasyonel tercih teorisinin bireyciliği ve rasyonel eylemi anlamlandırma konusunda homojen bir karakteri yoktur. Dolayısıyla eğilimleri net olarak tanımlanabilecek bütüncül bir teori yerine benzer karakteristikleri paylaşan bir eğilimler bütününden bahsetmek daha yerinde olabilir (Hechter & Kanazawa, 1997). Malesevic (2002) rasyonel tercih sosyolojisindeki eğilimlerin, klasikler ile kurulan bağlara göre üç eğilimde izleneceğini düşünmektedir. Buna göre Elster’in Marx üzerinden bireyciliği okuması; Boudon’nun Weberyen “verstehen”e uygun bir teorik açılımı benimsemesi ve Coleman’ın makro sosyolojideki mikro temelleri keşfetme konusunda işlevselciliğin gündemini takip etmesine bağlı olarak, aynı temeller ile farklı amaçlara odaklanan eğilimleri tanımlar. Ancak daha çok kabul gören ayrım, eylemdeki rasyonel öğelerin açıklanması ve bireysel eylemin yönlendirici rollerini dikkate alan “güçlü gelenek (strong tradition)” ile “zayıf gelenek (weak tradition)” arasındadır (Goldthorpe, 1998; Hedström & Swedberg, 1996)5. Bu temel ayrımda güçlü gelenek, eylemin tanımlanması konusunda davranışsalcılığa yakın bir konum benimsemektedir ve bireyci metodolojinin radikal bir biçimde savunulmasını içermektedir. Güçlü gelenek içerisinde bireysel eylem, toplumsallığın temelidir ve eylemi yönlendiren faktörler doğrudan rasyonel öğeler ile bağlantılıdır. İktisadın eylem anlayışıyla aşağı yukarı benzer olan bu yaklaşım, aktörün amaçsallığına; aktörün eylemi tamamen tahmin edebilir ve hesaplayabilir koşullarda değerlendirdiğine olan inanç ve eylemin fayda maksimizasyonuna yöneldiği konusundaki varsayımları barındırır (Marshall,2003). 5 Edling & Stern (2003) bu ayrımı yumuşak dilli (soft spoken) ve çekirdek (hard-core) olarak tanımlarken; Hechter & Kanazawa (1997) ise ağır (thick) model ve zayıf (thin) model ayrımı yapmaktadır. 84 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK Güçlü gelenekte bireycilik, sosyal fenomenin tanımlanmasında toplumsal unsurların tamamıyla göz ardı edilmesini içerir (Hedström & Swedberg, 1996). Buna göre toplumsal eylem aktörlerin muhtelif kararlarının anlamlı biçimde bir araya gelmesinin bir ürünüdür. Bireysel eylem “toplumsal” olarak tanımlanan şeylerin temeli olduğu gibi, toplumsallığın bireysel eylemi yönlendirmesi bu bakımdan mümkün değildir. Daha çok iktisadın açıklama çerçevesine yaklaşan bu yorum, Lindenberg (1985)’in bahsettiği disiplinler arası geleneksel işbölümünün yadsınması anlamına gelir ve ayrıca piyasa metaforunun uygun bir toplumsal eylem modeli yaratabileceğine duyulan inancı içeren bir yoruma da evrilebilir (Zafirovski, 2000). Güçlü versiyonu iktisadın eylem modellerine yaklaştıran asıl unsur, toplumsal eylemi bir dizi niyet (intentionally) çerçevesinde ele almasıdır (Christiano, 2004). Dolayısıyla eylem bireyselci metodoloji ile uygun bir biçimde “davranışsal” olarak tanımlanabilir. Bu bakımdan eylemin tanımlanma düzeyi kadar, eylemi belirleyen genel ilkeler de değer kazanmaktadır. Rasyonel tercih teorisinde bu yönlendirici ilke doğal olarak rasyonel saiklerdir. Bireylerin eylemleri aslında bir motivasyon unsuru dolayısıyla harekete geçmeyi içerir. Farklı motivasyon kaynakları mümkün olabilmekle birlikte, asli unsur sürekli olarak fayda gözetmek ve beklentilerin karşılanması olmaktadır. Aktörler faydanın gözetilmesi sırasında faydanın sonuçlarına ve izlenebilecek yollara ilişkin belli kısıtları dikkate almak durumundadır. Hem faydanın farklı anlamları, hem de faydaya daha az kısıtlı bir biçimde sağlayabilmek amacıyla, eylem kararının belirli bir çıkar hesabıyla ilişkili olduğuna inanılır. Bu çıkar hesabının genel nitelikleri, eylemin aslen rasyonel bir düzen gösterdiği ve aktörün aslında bir dizi tercih yaptığına ilişkin bir ön kabulün oluşmasına neden olmuştur. Ayrıca bu tercihlerin karmaşık davranışsal bağlamların bütününde, evrensel bir şekilde faydanın en yüksek düzeyde sağlanacağı bir düzen gösterileceği düşünülür. Zira bağlamın özgün koşullarının öncesinde opsiyonları değerlendirme düzeyi, bunları gerçekleştirebilme yolları ve karar vermenin biçimleri her şeyden önce zihinsel ve bu dolayımdan mekanik bir içerik taşımaktadır (Yılmaz, 2009; Zafirovski, 1999; Boudon,1998). Rasyonel tercih modeli, eylemi niyetsel, bireysel ve davranışsal öğeler ile açıklaması çoğu zaman sosyolojinin geleneksel disipliner öncüllerini tamamen göz ardı etmesi anlamına gelebilir. Güçlü gelenek, bu disipliner riski göze alarak toplumsal eylemi doğrudan rasyonel ilkelerin ışığında algılanması gerekliliğini öne sürer. Goldthorpe (1998) bu tür katı ön kabullerin eylemi yönlendiren unsurların ampirik olarak Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 85 kanıtlanabilir ve materyal nitelikli olduğu ile aktörün egoistik doğasının ön kabul gördüğünü ileri sürmektedir. Bu bakımdan güçlü gelenek, eylemin yönünü bireyin koşulları dikkate alındığında rahatlıkla öngörülebilir olacağına inanır. Zira güçlü ampirik modellerin hemen tümü bu tür öngörülerin tasdiklenmesi hedefine yönelmiştir. Ancak güçlü geleneğin sosyoloji içerisinde kabul edilebilir ve etki gösterebilir olduğunu kabul etmek zor görülmektedir (Favereau, 2005). Bunun temel nedeni toplumsallığın bireysel eylemlerin bütünü olduğuna yönelik inancın sosyolojik ilgiler ile olan uyumsuzluğu ve tüm modellemelere karşın bu tür bir sonucu tasdikleyecek ampirik kanıtların zayıflığıdır. Daha çok nedensellikler üzerinden analitik bir model kurmaya odaklanan ve rasyonel tercih geleneğine karşın, eğer varolduğu kabul edilecekse eğer, ana akım sosyoloji çalışmalarında durumsal koşulların öneminin altı çizilmektedir (Hedström,2005). Güçlü geleneğin analitik pozisyonundan farklı bir biçimde, rasyonel tercih teorisini sosyoloji içerisinde ilgi çekici kılan, zayıf bir geleneğin varlığıdır. Zayıf gelenek temelde, yukarıda da belirtildiği gibi, sosyolojinin eylem teorisindeki geleneksel “totolojik” konumundan duyulan rahatsızlığın bir sonucudur. Özellikle rasyonel tercih teorisinin eylemi yüklediği amaçsallıklar yoluyla, toplumsal ilkelerin ne tür biçimlerde genişlediğine yönelik daha “deneysel” ilgilerin yönlendirdiği bu eğilim (Kanazawa, 1999), araçsal yönden sorgulanabilir bile olsa makro faktörlerin değerlendirmeye katıldığı bir geleneği ortaya çıkarmıştır (Blossfeld, 1996). Özellikle toplumsal eylem modellerinde aktörün kararlarını yönlendiren enformasyona ilişkin sorunlar ve bu sorunların büyük oranda toplumsal ilişkiler bütününden doğan kısıtlardan doğması, modifiye edilmiş bir rasyonel tercih analizinin gelişimini desteklemiştir. Bu gelenek içerisinde eylemi yönlendiren asli unsurun “rasyonel” saikler olduğu kabul edilebilir, ancak bunların bağlamsal olduğu ve bu nedenle katı bir objektivizm sınırının çizilemeyeceğinin de fark edilmesi gerekir. Daha doğru olan tavır aktörün karar verme süreçleri kadar bu sürecin koşullarını belirleyen makro belirleyicilerin varlığının kabul edilmesidir. Yani temelde aktör çıkar ilkesine uygun eylemlerde bulunur ancak bu eylemlerdeki tercihleri yönlendiren belirleyici kolektif süreçlerin de etkili olduğunun unutulmaması gerekir. Çoğu zaman aktörün bilincinde olmadığı bu süreçlerin örneğin Boudon (1998)’a göre, bilişsel öğelerin etkisi ile doğru karar verdiğine yönelik bir inanç olarak yansımaktadır. Goldthorpe (1998) tarafından “subjektif rasyonalite” olarak tanımlanan bu özellik, aynı 86 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK zamanda toplumsal eylemin makro ve mikro boyutları arasında bir paralellik kurulmasına neden olur. Hedström & Swedberg (1996) ise bu tür makro kısıtların eylem teorisi düzeyinde çıkarlar, fırsatlar ve inançlar yoluyla temsil edildiğini düşünmektedir. Buna göre aktör için eylemi yönlendiren evrensel ilkenin rasyonellik olduğu doğrudur, ancak çıkar maksimizasyonu üzerinden tanımlanan bu ilkenin işlevselleşmesi ancak aktörün inançları ve fırsatlar yoluyla olur. Bu iki öğe aynı zamanda yapısal ve toplumsal koşullar ile ilgilidir. İnançlar bireyin yapabilirliğine ilişkin kişisel yargıları ve eylemin değerine ilişkin bireysel ön kabulleri ifade eder6. Koşullar ise, eylemin genel çerçevesini belirler ve eylemin mümkün olmasını sağlayabilecek bireysel olmayan ilişki ve düzenleri içerir. Başlangıçta (t=1 zamanında) makro toplumsal düzen, aktörü inanç ve fırsatlar dolayımından bir eylem alanı ortaya çıkarır. Aktör bu eylem alanında kendi fayda maksimizasyonunu sağlayacak sonuçları gözetmesi beklenir. Ancak bu ilişkiyi klasik sosyal determinasyondan ayıran unsur bireyin eylemin sonuçlarının, (t=2 zamanında) makro toplumsal işleyişi etki etmeye muktedir olmasıdır. Bireyci metodolojiyle kurulan bu tür bir ilişki, eylemin sonuçlarının aktörün tercihlerine bağlı olduğunu gösteren zaman boyutunda bir senkronizasyonu da içermesidir. Böylelikle eylem hem (t=2 zamanında) anlamlı bir içerik kazanır, ancak aynı zamanda (t=2 zamanının) koşullarını da belirler. James S. Coleman’nın Rasyonel Tercih Teorisi’ndeki Yeri Rasyonel tercih teorisinin iktisatla kurulan bağlantılardan çok, sosyoloji içerisinde kabul gören bir eğilim olmasında birkaç önemli ismin teorik formülasyona yaptığı katkıların rolü büyüktür. Bu eğilimler arasında Homans’ın mikro modellere önem veren davranışsalcılığından, Blau’nun sözleşme teorisine; daha önce belirtildiği gibi Boudon’nun bilişsel modeline kadar uzanan bir dizi ismin önemini zikretmek gerekir (Hedström & Stern, 2008). Ancak tüm bunlar içinde en çok dikkat çeken ve rasyonel tercihin 1980’lerin ortalarından itibaren değer kazanmasındaki popüler figür olan J.S. Coleman’nın ayrı bir değeri vardır. Coleman’ın önemi hem rasyonel tercih teorisinin sosyoloji içerisinde önemli bir eğilim olduğu konusunda, ancak kimi zaman ikna edici olsa da, çok atıf alan bir yazar olmasının 6 Rasyonel tercih sosyolojisinde bireysel inanç ve tercihlerin etkisine ilişkin ayrıntılar için bkz. Hechter (1994) Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 87 yanında; rasyonel tercih teorisinin kurumsallaşmasında önemli bir öncül sayılmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle kurulması için büyük çaba sarf ettiği ve bir dönem editörlüğünü yaptığı “Rationality and Society” dergisi çok uzun bir süre teorinin etki alanının genişlemesine ve içsel tartışmaların olgunlaşmasına katkıda bulunmuştur. Ayrıca 1980’lerin sonunda üstlendiği Amerikan Sosyoloji Derneği başkanlığı sırasında da özellikle Anglo-Sakson akademi dünyasında rasyonel tercih teorisine yatkın yorumların daha çok duyulmasına katkıda bulunmuştur (Baron & Hannan, 1994). Yine bu derneğin yöneticiliği sırasında 1991’de derneğin teorik tartışmalar konferansında rasyonel tercih teorisinin ele alınmasını sağlamış ve bu mini konferanstaki bildiriler, alana ilişkin yazılan ilk önemli derlemelerden birisi olmuştur (Coleman & Fararo, 1992). Ancak Coleman’ın katkıları bu tür kurumsal hamiliklerin ötesinde önemlidir. Öncelikle Coleman rasyonel tercih teorisinin bir tür potansiyel büyük teori olarak görülmesine katkıda bulunan makro ve mikro ilişkiler bağına özel bir önem göstermiştir. Bu ilişkilerin kurulmasının iki tür önemi vardır. Bunlardan birincisi özgün bir eylem teorisi üretemeyen ve bu nedenle “yanlışlayıcı (debunking)” yorumlar dışında bireysel eylem ile toplumsallık arasındaki ilişkileri kavrayabilme konusunda krize girmiş sosyolojiye alternatif bir eğilim türetmesidir (Heckhatron, 2005). İkincisi ise G. Becker’ın iktisatta yapmış olduğu açılımın bir benzerini sosyolojide yapmış olmaya niyetlenmesidir (Coleman, 1993a). Bu niyet hem iktisadın aktör kavramlaştırmasının sosyoloji için modellenebilmesine neden olmuş; hem de iktisat ve sosyoloji arasında kurulan ilişkilerin yeniden yorumlanmasına dayanan “yeni iktisat sosyolojisinin” ana temalarının şekillenmesine katkıda bulunmuştur (Swedberg, 1990; Swedberg, 1997). Yazdığı 30’un üzerinde kitap ve 300’den fazla makalede Coleman’ın temel eğilimlerini ortaya çıkarmak çok kolay değildir. Ancak akademik hayatının başından itibaren Coleman’ın Lipset, Lazarsfeld ve Merton gibi işlevselciliğin önemli isimleri ile bağı olmuştur. Belki de bu etkiyle, biyografik anlatılarının birisinde temel amacının gerçek sosyal hayatta etkili olan normlar, kısıtlar, kurallar ve hedeflerin nasıl bir toplumsal düzen meydana getirdiğine ilişkin makro – mikro bağın tahsis edilmesi olduğunu belirtmiştir. Özellikle 1970’lerden sonra disipliner olarak tahrip olan bu bağın tekrar oluşturulması ve buna ilişkin kuramlar üzerine düşünmenin bir sosyologun temel görevi olduğuna inanmaktadır (Lindenberg, 2003). 88 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK Bu temel görevin her şeyden önce bir eylem teorisine dayanması normal karşılanmalıdır. Gerçekten de Coleman 1960’lardan itibaren eğitim sosyolojisi alanındaki çalışmalarını sürdürürken dahi, toplumsal belirleyicilerden çok eylemi merkeze alan eğilimlere yakınlık göstermiştir. Fine (2011)’a göre Coleman’ın düşünsel gelişimi takip için özellikle Blau’nun toplumsal mübadele kuramına yüklediği anlamlara dikkat etmek gerekir. Buna göre eylem teorisi, bireyciliğin dar versiyonlarından hareket ederek kendisini inşa etmeli ve aktörün davranışları toplamından toplumsal olan nasıl anlaşılır sorusunun cevabı bulunmalıdır. Daha çok analitik ve statik özellikli bu anlayış, Holizmin egemenliğe karşın bireyci metodolojinin imkânlarının fark edilmesi konusunda Coleman üzerinde derin etki yaratmıştır7. Ancak bu etkilere karşın Coleman daha sonraki dönemde eyleme dönük mikro sosyoloji çalışmalarının makro bağlantıları kurmakta başarısız olduğunu ve bir pastişten çok öteye gidemediği kanısında olmuştur (Coleman, 1988). Bu tür katkıların kısıtlı görülmesinin temel nedeni büyük oranda mikro düzeydeki ilişkilere odaklanan “değişim teorisi” gibi girişimlerin makro boyuttaki etki ve etkileşimlerini açıklamak konusunda yetersiz kalmaları kadar analitik araçlar konusuna neredeyse hiç ilgi göstermemeleridir (Coleman, 1986; Favereau, 2005). Bu etkinsizliğin tespitinde Coleman’ın Gary Becker’la ilgilenmesi ve onun çalışmalarının etkisinin rolü büyüktür. Becker neo-klasik iktisadın standart araçları, piyasa ve homo – economicus kavramlaştırmalarına dayanarak, toplumsal olarak kabul edilen suç, bağımlılık, doğurganlık vs. olgulara ilişkin en azından içsel tutarlılığı olan açıklamalar getirebilmiştir. Bu açıklamalar, sosyologlar arasında tatminsizlikle karşılansa da gösterdiği analitik beceri göz ardı edilememiştir. Coleman, Becker’ın yarattığı bu tür bir genişlemenin aslında sosyolojik karşılığının olabileceğine inanmaktadır. Bu inancın temelinde sosyolojinin temel ilgi alanı olarak düşündüğü, mikro ilişkilerden türeyen makro sonuçların tespitiyle, iktisadın “kümelenme (aggregation)” sorununa bulduğu çözümlerin paralelliği yatmaktadır. Gerçi Coleman, iktisadın bu tür bir ilişkiyi basitleştirdiği kanısındadır, ancak sorunu ele alma konusunda geliştirilen teori ve amaçların gelişmişliğini de göz ardı etmemek gerekir (Fine,2011; Frank, 1992). 7 Blumer (1996), Coleman üzerindeki bu etkinin Columbia Üniversitesi’nde Lazarsfeld ile birilikte çalıştığı dönemin ardından 1970’lerin başında daha etkin bir biçimde izlenebileceği kanısındadır ve bu dönemde özellikle de alan araştırmaları sırasında, bireysel değerlere ilişkin değişkenlerin yaratabileceği toplumsal sonuçlar üzerine fazlasıyla kafa yormuştur Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 89 Coleman’a göre toplumsalın davranışsal temellerine ulaşma konusunda en kritik nokta, zihinsel olarak sorunsuz ve ampirik karşılık bulabilecek bir teorik eğilimin kabulü konusundadır. Bu bakımdan “rasyonel tercih teorisinin” çağdaş sosyoloji için geçerli bir başlangıç noktası olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Rasyonel tercih teorisi Coleman’a göre, homo – economicus’un karar verme süreçlerinin sosyalleştirilmesine (resocialized) odaklanmalıdır. Bu sayede sosyal organizasyonların zihinsel olarak düzgün bir şekilde değerlendirilmesi mümkün olabilecek ve aynı zamanda sosyo – kültürel faktörlerin etkisi sadece bir bağımsız bir değişken olarak değil, bütüncül olarak değerlendirilebilecektir (Favereau, 2005; Scott, 2000; Coleman & Fararo, 1992). Bu bakımdan makro faktörlerin etki alanını da kapsayabilecek bir eylem teorisi, bireysel seviyeden başlayarak aktörün zorunlulukları ve beklentileri, bilgi kanalları ve sosyal normları dikkate alabilecek şekilde kurgulanmalıdır. Zira bu tür ilişkiler, aktörün eyleminin genel kısıtlarını ifade eden makro olarak tanımlanabilecek faktörleri işaret ettiği gibi bireyci metodolojiye uygun olarak bireysel eylemin bu tür olgular yoluyla toplumsal düzeni nasıl oluşturduğunu göstermektedir. Bu tür bir düşünce şekli bir zorunluluk olarak nedensel (causal) olmak durumundadır. Ancak nedenselliğin bireyci bir metodoloji ile birlikte ele alınması düzeyler arasındaki bağlayıcı gereklilikler dolayısıyla en gerçekçi çözüm olarak değerlendirilir. Coleman bu konuda en tipik ayrımın Weber’in “Protestan Ahlakı Tezi” üzerinden açıklamaya girişir. Buna göre Weber ve onu izleyen sosyoloji geleneği, anlama (verstehen) üzerine vurgu yapmakla birlikte, Protestan doktrinle kapitalist ekonomik sistem arasındaki geçişe önem vermiştir. Ancak bunun bireysel değer sistemleri dolayısıyla aktörün davranış öncelik ve gereksinmelerini ne türden dönüştürdüğünü ve aktörün değişen eylem düzeninin nasıl bir toplumsal sonuç yarattığı kısmen önemli addedilmiştir. Coleman ise bireyci bir metodolojik ön kabulün Protestan doktrin ile kapitalizm arasındaki nedensellik ilişkisine bireysel değer sistemlerinin değişmesi ve ekonomik davranışa uyum göstermek gibi mikro düzeyde iki halka daha eklendiği durumda daha anlamlı ve tutarlı bir tez haline geleceğini iddia eder. Bu düzeye ilişkin işlevselci geleneğin geliştirdiği eylem teorisi önemli bir cevap olabilir. Ancak ana akım sayılabilecek bu tür bir eğilimde eylemin sonuçlarından hareketle toplumsal sistemin ne türden döngüselleştiği konusunda önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır (Coleman, 1986). 90 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK (şekil 1.) Kapitalizm – Protestan ahlakı ilişkisi örneğinden Coleman’ın dü- şüncesinde mikro ve makro bağlantılar (Coleman , 1986: 1322’den alınmıştır). (şekil.1)’de görüldüğü gibi tüm holistik eğilimler (1) ile gösterilen ilişki konusuna odaklanmışlardır. Weberyen bakış açısı veya “verstehen” (2) ile gösterilen hassasiyetlere sahip olmuşlar ve eylem düzeyindeki sonuçları dikkate almaya gayret göstermişlerdir. İşlevselcilikle ile birlikte (3) ile gösterilen ilişkisel sonuçlar açıklanabilmiş ancak, mikro düzey ile makro geçişler arasındaki (4) ile gösterilen alana dair herhangi bir açılım yapılamamaktadır (Coleman, 1986). Ancak nedenselliklerin anlamlı olabilmesi için sonuca ilişkin eylemsel etkilerin düzeyinin değerlendirilmesi büyük önem kazanmaktadır ve rasyonel tercih teorisi yoluyla Coleman’ın kurmak istediği ilişkiler bu alanın açıklanmasını sağlayacağına inanmaktadır (Coleman, 1993a). Coleman’ın rasyonel tercih teorisine atfettiği anlamı büyük ölçüde belirleyen iktisattaki değişim teorisinin özellikleridir (Fine, 2011). Değişim teorisi piyasa koşulları altında bağımlı aktörlerin birbirlerinden bağımsız aldığı kararların, gelecek kararlarını ve piyasa koşulları ne türden etkilediği konusunda uygun bir örnek olarak değerlendirmektedir. Aktörlerin temel amacı kişisel çıkarlarına ilişkin en iyi sonuçları elde etmektir ve bu sonuçlara ulaştıracak yöntemler hakkında belirli akıl yürütme esaslarını kullanarak davranmaktadırlar. Coleman bu teorik kurgunun karşılıklı bağımlılık ve genel sonuçların eylemlerin bir uzantısı olmasını, sosyolojinin eylem teorisindeki bağlantı eksikliğini giderecek şekilde düşünmüştür (Lindenberg, 2003). Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 91 Buna göre aktörün toplumsallık ilişkisini düzenleyen bir dizi sosyal gerekliliğin varlığını kabul etmek gerekir. Her ne kadar toplumsallık bireyselci bir bakış açısıyla ele alınsa da, aktör piyasa ilişkilerinde olduğu gibi “atomistik” olarak tanımlanmaz. Aksine toplumsallık ilişkisi bir dizi bağlantısallık üzerinden tanımlanır ve aktörün diğerleriyle kurduğu bu bağlantılar büyük ölçüde yarı – ilkseldir (Portes, 1998). Bağlantıların bu özelliği eylemin belirleyicileri olma potansiyellerine işaret eder, ancak eylem bu belirleyicilerin eşliğinde koşulsuz olarak uygulanan ve aktörün bilinçsiz katıldığı motor bir sürecin ürünü değildir. Aksine aktör bağlantısallığı meydana getiren koşulların büyük ölçüde farkındadır ve bu koşulların gücü aktörün etki düzeyine göre değişir (Collins, 1996). Buna göre aktör bağlantısallığını normlar, zorunluluklar ve karşılığında beklentiler ile bilgi kanalları yoluyla sağlar. Aktörü diğerlerine bağlayan bu bağlar büyük oranda toplumsallık olgusuyla denk bir içeriğe sahiptir. Ancak bu koşul ve bağların kurulması daha doğrusu aktörün eylemlerinde bu faktörlere de önem vermesinin belirli rasyonel gerekçeleri vardır. Dolayısıyla çağdaş sosyoloji gündemini takip eden bir araştırma eylemi yönlendiren bu tür yarı ön koşulların içeriği ve rasyonel temelleri ile meşgul olmalıdır (Coleman, 1986; Coleman, 1992). Burada söz konusu bağlantısallıkların rasyonel ilkelerin dışında daha diğerkâmcı veya geleneksel değerler sistemi tarafından da kurulabileceğine yönelik itirazlar görülebilir. Ancak yine Coleman’a göre çağdaş bir araştırmanın gündemi, bunları bir ön kabul olarak değerlendirmek değil aksine mikro temellerine değinmek durumundadır. Zira aksi bir durum sonu kısırdöngüye varacak değerlendirme tarzlarına ve buna yönelik Holizm temelli kadim tartışmaların yeniden canlandırılmasına imkân vermekten öteye anlam kazanması zor gözükmektedir (Coleman, 1996a). James S. Coleman’nın Sosyal Sermaye Kavramı ve Rasyonel Tercih Teorisinden Gelen Temelleri Coleman’ın hedeflerine uygun olarak değişim teorisindeki bağlantısallığa benzer bir ilkenin ve bunun normatif yönünü toplumsal olarak tanımlayabilecek kavram, sosyal sermayedir. Kavram büyük oranda sermaye teorisinden kaynaklanmaktadır ve Coleman’ın Becker’in modellemesindeki “beşeri sermaye” kavramı ile bütünleşik bir niteliği vardır (Coleman, 1988; Coleman, 1986; Coleman, 1992; Boxman & De Graaf & Flap, 1991). Coleman sosyal sermayeyi aynı zamanda amaçsal eylem ilkesinin bir gereği olarak toplumsal bağlam ile eylem arasındaki etkileşimlerin düzeyi değerlendirmek 92 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK için kullanmaktadır (Field, 2006). Buna göre sosyal sermaye, aktörün bağlantısallığına paralel olarak kullandığı kaynakların bir bölümünü oluşturur. Aktörün toplumsal ilişkileri bu kaynakların dağılımı üzerinden kurulur. Bu bakımdan finansal kaynaklar, piyasa içi konumların bir göstergesidir. Beşeri sermaye ise, aktörün finans dışı, özellikle zihinsel, davranışsal ve beceriye dönük kaynaklarını ifade eder ve bu tür kaynaklar da değişimin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Sosyal sermaye ise toplumsal yapının bir ürünü olarak toplumsal ağlar yoluyla edinilen kolektif kaynakları ifade eder (Coleman, 1988). Sosyal sermaye yoluyla ulaşılabilen kaynaklar, eylemin normlar, zorunluluklar ve bilgi kanallarına karşılık gelebilecek üç şekillendiricisi mevcuttur. Bunlardan ilki yükümlülükler (obligations) olarak tanımlanır. Yükümlülükler, bireyin diğer bireyler yönelik başlangıçta diğerkâmcı olarak tanımlanabilecek eylemlerini içerir. Birey için karşılıksız olarak tanımlanabilecek bu eylemler, büyük ölçüde diğer bireyin gelecekteki karşılıklarını gözeterek meydana gelir (Stone, 2001). Bu anlamıyla yükümlülük, antropoloji literatüründeki “armağan” kavramıyla benzer bir içerdiği düşünülebilir (Godbout, 2003). Ancak bu tür bir ilişki çoğu zaman örtük bir borçluluk ilişkisi tarafından şekillendirilmektedir (Yükseker, 2010). Buna karşın Coleman’a göre yükümlülük ilişkisinde borçluluk fikri başlangıçtan itibaren aktör tarafından gözetilen bir niteliği vardır. Bireyler çok sayıda yükümlülük ilişkisi kurarak çok sayıda karşılık yaratırlar ve bu durum Coleman’ın benzetmesiyle çok sayıda kredi slipine sahip olmakla aynı anlama gelmektedir (Coleman, 1988). Bu açıdan sosyal sermaye bireyler arasında ortak yükümlülük alanlarını ifade eden bir kavram olur ve bireylerin gelecek beklentilerinin somutlaşması anlamına gelir. İkinci türde şekillendiriciler, beklentiler (expectations) olarak tanımlanabilir. Beklentiler, yükümlülüklerden farklı olarak bireyin karşılıklılık ilişkisine atıf yapmaz ve daha çok bağlantılarının kendisi için sağlayacağı avantajları içerir (Rydin & Pennington, 2000). Bu tür kaynakların varlığı aynı zamanda aktörün toplumsal bağlantılara verdiği önemi anlamlı kılar. Özellikle potansiyel kaynaklar, bireyin ihtiyaç duyabildiğini kullanacağı ve erişebileceği unsurlardır ve birey ancak bağlantısallıkları güçlü olduğu durumlarda en üst düzeyde fayda sağlayabilir. Dolayısıyla sosyal sermaye kavramının “toplumsal ilişkilerin iyileştirilmesi” nosyonuna en yakın ve gerçekten sermaye tanımına yakın formunun “beklentiler” dolayımından kurulduğu ifade edilebilir (Lin, 1999). Bu kavramın etkinliği aynı zaman- Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 93 da sosyal sermayenin rasyonel tercih bağlamında değerlendirilebilmesini kolaylaştırır ve diğerkâmcılık tartışmalarına karşın elini güçlendirir. Zira bireysel refahın özellikle uzun vadeli belirleyicilerini başkalarına diğerlerinin refahına bağlı kıldığı için; bireyin fayda maksimizasyonu ile kurduğu işbirlikleri ve yakınlıkların rasyonel temeller ile değerlendirilmesine imkân sağlamaktadır (Schmid & Robinson, 1995). Üçüncü faktör ise güveni (trustworthiness) kapsar ve karşılıkların gelişmesi konusunda bireye, diğer bireylerin benzer eylem kalıp ve ilkelerine sahip olduğu konusunda inanca sahip olmasını içerir. Bu tür bir inanç aynı zamanda eylemin olası sonuçlarına karşı önceden edinilebilecek bilginin niteliğini de belirler. Coleman (1988) için güven unsurunun belirlediği iletişim kanalları eylemin yaratacağı maliyet veya olası maliyetlerin hacmi konusunda kullanılabilecek sosyal ilişkilerden kuruludur. Bu tür bir mekanizmaya verdiği örneklerden bir tanesi akademik ağlar ile ilgilidir. Akademi dünyasında kurulan yakınlıklar ve iletişimler, aynı zamanda yeni gelişme ve değişmeleri ifade eden sosyal iletişimler anlamına gelir ve bu türden geniş ağlara sahip akademisyenler gündelik iletişimler üzerinden uygun mesleki çıktılar elde edebilirler. Güven ilişkisi büyük oranda beklentiler ve yükümlülükler tarafından şekillendirilmektedir. Beklentilerin karşılık bulduğu durumlarda güven düzeyinin arttığı ve bunun da sosyal sermaye üzerinden toplumsallığın anlamını güçlendirdiğini görülmektedir (Glaeser,vd., 1999). Yine yükümlülüklerin işler olabilmesi için güven düzeyinin etkisi belirleyicidir. Bu tür bir etkinin iktisattaki “dışsallıklar” sorununun ortadan kaldırılmasına benzer biçimde, “kolektif eylem sorunu”na çözüm oluşturucu potansiyeli taşıdığına inanılmaktadır (Brehm & Rahn, 1997). Bu sorunun ortadan kaldırılması bakımından sosyal sermayenin bireysel eylem ve çözümlere odaklanması büyük oranda kavramın rasyonel tercih teorisinin ilkeleri üzerinden şekillenmesine en önemli örnek olarak görülmelidir. Ayrıca toplumsallıkların bireysel güven üzerinden tanımlanması, bireysel eylemin toplumsal sonuçlar verebilecek düzeyde ele alınması sonucunu doğurur. Coleman için sosyal sermayenin en önemli çıktısı, mikro ilişkilerin makro sonuçlar ortaya çıkarmasına ilişkin önemli bir teorik araç olarak görülmesine neden olmaktadır (Portes, 1998; Sampson & Morenoff & Earls, 1999). Coleman için sosyal sermayenin mikro düzeyde nasıl kurulduğunu göstermek, makro düzeyde vereceği önemli sonuçları göstermek kadar önemlidir. Coleman için rasyonel tercih teorisinin fayda maksimizasyonu, 94 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK amaçsallık ve nedensel ilişkilere dayanılması gibi ilkeleri bu açıdan değer taşır. Sosyal sermaye güven, beklentiler ve yükümlülükler gibi nitelikleri üzerinden bireysel düzeyde işbirliği ve olumlu sosyal sonuçların nasıl kurulduğunu açıklayabilmektedir. Bu üç niteliğin birbirini besleyen özellikleri aynı zamanda toplumsallığın neden kurulduğuna ilişkin eylem teorisinin genel amacını açıklama konusunda yardımcı olur. Bu şekilde, yani yükümlülük, beklentiler ve güven sayesinde sosyal çevrede diğerlerine yönelen dayanışmacı duyguların gelişmesi sağlanır, bilgi kanalları işler hale getirilir ve yaptırımların kurulmasına destek olarak bireysel eylem ile olumlu toplumsal sonuçlar arasındaki ilişki tanımlanmış olmaktadır (Field, 2006). Sosyal sermayenin olumlu sonuçlar doğurma imkânları büyük ölçüde “sosyal kapalılık (social closure)” kavramı ile ilgili görülmüştür. Coleman (1988) için bu kavram, Burt (2000)’un güçlü bağlar tanımına uygun bir niteliğe sahiptir ancak yarattığı sonuçlar bakımından zayıf bağların ifade ettiği olumlu dışsallıkları ifade eder ve sadece ilksel bağlar tarafından kurulmaz. Sosyal kapalılık, bireyler ve gruplar arasındaki yapısal ilişkilerden kurulan sosyal kaynakları ifade eder ve büyük oranda toplumsal kontrol kavramı ile ilgilidir (Thorlindson & Bjarnason & Sigfusdottir, 2007). Buna göre örneğin aile içerisinde ebeveynler ile çocuklar arasında kurulan güçlü kapalı bağlar; diğer aileler kurulan ilişkiler için de devam edebiliyorsa ve bu ilişkiler farklı birey ve gruplar arasındaki ilişkilerini yatay olarak kesebilme faaliyetine sahipse, bu tür bir ilişki, sosyal kapalılılığı ifade etmektedir (Morgan & Sorensen, 1999; Baştürk, 2011). Sosyal kapalılık, yükümlülüklerin toplumsal etkiler yapabilmesinin yegâne yoludur ve bu haliyle bireysel düzeyde kurulan ilişkilerin nasıl toplumsal sonuçlar verilebileceğini göstermektedir (Portes, 1999; Sandefur &Lauman, 1998). Sosyal Sermaye ve Eğitime Katılma: Coleman Modeli Coleman rasyonel tercih sosyolojisinde kurucu bir isim ve sosyal sermaye kavramının popüler figürü olduğundan daha önce eğitim sosyolojisi alanında, özellikle eğitim politikaların ve toplumsal faktörlerin etkisi konusunda önemli bir isimdir (Lindenberg, 2003). Özellikle 1964 yılında Amerikan Parlamentosu için hazırladığı ve Coleman Raporu olarak bilinen “Eğitimde Fırsat Eşitliği (Equality of Educational Opportunity)” çalışması 1995 yılına değin SSCI’de sürekli en fazla atıf yapılan 20 çalışma arasında yer almıştır (Marsden, 2005). Yine 1961 yılında yapmış olduğu eğitim alanındaki ilk çalışma “Ergenler Toplumu (Adolescent Society)” çalışma Coleman’ı eğitim Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 95 politikalarında alanında sürekli atıf yapılan ve önem verilen bir isim olmasına neden olmuştur. Özellikle eğitimi toplumsal konumuyla değerlendirme konusunda ve eğitimin toplumsal sonuçları kadar; eğitim ve politikalarını yönlendiren toplumsal faktörlere odaklanılması konusunda eğitim sosyolojisi alanında değer görmesini sağlamıştır. 1960’ların sonuna değin yaptığı çalışmalarda eğitime katılma ve rasyonel tercih arasındaki ilkeleri açık bir şekilde savunduğuna dair bir ibare bulmak zordur. Buna karşılık Heckmann & Neal (1996), eylem teorisi ve Blau ile kurduğu yakınlıklar dolayısıyla Ergenler Toplumu’ndan itibaren rasyonel ilkelerin etkisine ilgi duyduğunu ileri sürmüşlerdir. Özellikle, formel ve enformel pekiştirici (incentives) faktörlerin eğitim başarısını etkilemesi konusundaki değerlendirmelerinde rasyonel ilkelerin dayanan açıklamalar geliştirmiştir. Yine Eğitimde Fırsat Eşitliği’nde okullarda eğitim koşullarının iyileştirilmesi konusunda, veli motivasyonlarının ve odaklanmasının etkisini göstermeye çalışarak kolektif fayda ile bireysel faydanın uyuşmasının önemini göstermiştir. Zira raporun ana fikirlerinden birisinin eğitim koşulları kadar, ebeveynlerin ilgi düzeyinin etkisini göz ardı edilemeyeceği olmuştur (Coleman, 1996b). Ancak eğitime katılma yönünden değerlendirildiğinde Coleman’ın rasyonel tercih teorisinin varsayımlarını güçlü ve açık biçimde kullandığı kavram “sosyal sermaye” olmuştur. Coleman tarafından sosyal sermaye her ne kadar eğitim sosyolojisi için düşünülmüş bir kavram olmasa da, özellikle eğitime katılım ve eğitim başarısı yönünden kullandığı sosyolojik argümanın desteğiyle bu alanlarda yaygın bir etki bırakmıştır. Bu nedenle eğitim üzerine yapılan çalışmalarda, sosyal sermayeye dayanan çalışmalar 10 katına çıkmış (Dika & Singh, 2002); ayrıca politika oluşturma düzeyinde de sık rağbet edilen bir kavram haline gelmiştir (Gamarnikow & Green, 1999). Coleman (1988) sadece eğitim sosyolojisi alanında değil, kavramla ilgilenen literatürün genelinde de çok atıf alan çalışmasında, sosyal sermayenin eğitime katılma yönündeki olumlu etkisini açıklayıcı bir örnek olarak kullanmaktadır. Özellikle sosyal kapalılık kavramında ailenin eğitim başarısı yönünden yaptığı katkıyı göstermesi bu açıdan anlamlıdır. Buna göre ailenin yapacağı etkiler, sadece finansal kaynakların eğitime yönlendirilmesini içermez; daha doğrusu finansal kaynakların etkin bir beşeri sermaye sonucu verebilmesi için sosyal sermayenin ifade ettiği ilişkiler ile desteklenmesi şarttır. Söz konusu desteklerin yaratılmasında ebeveynlerin sosyal kontrol rolü önemlidir. Ancak sosyal kontrol sadece ebeveyn – çocuk ilişkilerinden kurulmaz, bu kuşaklararası etkinin ayrıca sosyal çevreyle 96 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK desteklenmesi şarttır. Sosyal çevrede çocukların sosyal kontrolü genellikle okul yönetimleri ve akran grupları tarafından belirlenir. Bu açıdan sosyal kapalılık kuşaklararası ilişkiye ek olarak okul yönetimleri ve akran grupları adına aynı gruptaki arkadaşların aileleri arasında kurulan ilişkileri kapsamaktadır (Carbonaro, 1999; South &Haynie & Bose, 2007). Kuşaklararası yakınlıkla elde edilen bireysel gelişim imkanlarının sadece eğitim başarısıyla ilgili olmadığı, davranışsal ve bilişsel yönden de çok sayıda avantaj yarattığı (Fletcher & Hunter & Eanes, 2006; Fletcher, vd., 2001), dolayısıyla da hem mikro boyutta avantajlar hem de makro boyutta kamusal iyi yaratacak bir potansiyelle ilgili olduğu düşünülmektedir (John, 2005). Coleman için bu tür bir etkinin iki tipik örneği, Amerikan toplumu bağlamında, Katolik okulları ve Güneydoğu Asyalı ailelerdir. “Eğitimde Fırsat Eşitliği” çalışmasından itibaren Coleman, farklı okul türleri arasında Katolik okullarının daha başarılı olduğunu görmüştür. Ancak özellikle 1980’lerin ortasında yaptığı iki çalışmada (Hoffer & Greeley&Coleman, 1985; Coleman, 1987), bu okulların sadece materyal koşullar bakımından değil aynı zamanda gelişkin sosyal kontrol imkânları ve ebeveyn ilgisi yönüyle de farkın yaratıldığını ileri sürmektedir. Ayrıca bu tür imkânların gelişiminin eğitim başarısı kadar, bilişsel ve moral gelişim gibi mikro boyutta anlamlı sonuçlar yaratmakta olduğuna inanmaktadır (Coleman & Hoffer & Kilgore, 1982). Bir diğer örnek ABD’deki Güneydoğu Asyalı ailelere ilişkindir. Karşılaştırmalı olarak ele alındığında diğer göçmen gruplarından daha avantajlı koşullara sahip olmamasına karşın, Güneydoğu Asya kökenliler arasında eğitim başarısı belirgindir (Zhou & Blankston, 1994; Noguera, 2004). Coleman bu aileler arasında özellikle ebeveynlerin eğitime sürecinde gösterdikleri desteklerin, Güneydoğu Asyalı ailelerin asıl farkının olduğuna inanmaktadır. Örneğin ders kitaplarının hem çocuklar hem de ebeveynler için alınması ve ev ödevlerine yönelik katılımcı kontroller, eğitim başarısını dolayısıyla orta öğrenim sonrası katılım oranlarını arttırmaktadır (Coleman, 1988). Bu etkinin doğal sonucu olarak bu gruplar Amerikan toplumu ile daha entegre olmuş görülmektedir (Ngo & Lee, 2007; Zhou, 1997). Ancak Coleman’ın analizinde kritik nokta kuşaklararası ilişkilerin kuruluş biçimleri ve buna bağlı olarak kaynakların kullanımındaki öncelik ve etkileşimlerdir. Bu bakımdan sosyal sermaye, daha çok aile içerisindeki ilişkilerden kurulan ve mikro – makro bağlantılarda beklendiği gibi genelleştirilebilir sonuçlar yaratan bir niteliğe sahiptir. Aile içi ilişkileri yönlendiren temel unsur büyük oranda Becker’ın beşeri sermayedeki açıklamalarıyla Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 97 ilgilidir ve ebeveyn – çocuk etkileşiminin rasyonel ilkeleri büyük oranda Becker’ın açıklamalarına dayanır (Coleman, 1992; Coleman, 1993b). Ancak bu etkileşimi olumlu toplumsal sonuçlara yönelten unsurların dikkate alınması da gereklidir. Coleman, bahsettiği bu etkilerin daha iyi analiz edilmesi konusunda, Sandefur & Meier & Campbell (2006) aile içi kaynaklar ile toplumsal kaynakların ayrıştırılması gerektiğine inanmaktadırlar. Buna göre aile içi kaynaklar daha çok aile formu ile ebeveynlerin rolünü ifade eder ve özellikle çekirdek sonrası aile formlarının etkilerine odaklanır (Edwards, 2004; Furstenberg & Kaplan, 2004). Coleman’a göre ebeveyn – çocuk ilişkisinin yaratabileceği olumlu sosyal sermaye kaynaklar, ebeveynlerin fiziki varlıklarıyla ilgilidir ve klasik çekirdek aile formunun en olumlu sonuçlar yaratma potansiyeline sahip olduğuna inanır (Coleman, 1988; Downey, 1995). Benzer bir biçimde kardeş sayısının az olması sosyal sermaye kaynaklarının etkinliğini arttırmaktadır (Shavit & Pierce, 1991). Bu etki yine büyük oranda doğurganlık çalışmalarında rasyonel tercih ilkelerinin uygulanmasını içeren “kaynak seyreltme (resources dillution) modeli” nin bir uygulaması olarak görülmektedir (Downey, 2001). Yine özellikle kadınların çalışma hayatına katılması yolundaki yaygın etkilerin dışında bir görüşe sahiptir. Klasik modelde annenin çalışma hayatına katılması ile ailenin finansal kaynaklarının genişlediğine inanılır. Doğal olarak artan finansal kaynakların eğitime katılım oranlarını da yükselttiği görülmektedir (Kalil & Ziol-Guest, 2008). Ancak Coleman hem ailenin çocuklarını ayırabileceği zamanı azaltacağından, hem de sosyal kontrolün gelişmesini engelleyeceğinden eğitim başarısını olumsuz etkileyeceğine inanmaktadır (Muller, 1995). Nitekim Parcel & Maneghan (1994), Coleman’ın bu tezini annenin çalışma zamanının artmasıyla çocukların karşılaştığı davranışsal problemlerin arttığını göstererek desteklemektedir. Annenin işgücüne katılma hakkındaki bu yorum, genellikle fayda maksimizasyonun dolaylı yadsınması olarak görülebilir. Ancak buradaki genel ilkeler büyük oranda işgücüne katılım kararını vermek konusunda, rasyonel tercih teorisinin açıklamalarından birisi olan “zaman tahsisi (time allocation)” ilkesiyle ilgilidir. Yani ebeveynlerin zaman tercihlerinin bir uzantısı olarak çalışma zamanı ve hane içi zaman dengesiyle ele alınır (Meester & Mulder & Fortuijn, 2007). Coleman modelinin diğer bir yönünü ailenin toplumsal çevreyle ile kurduğu ilişkiler oluşturur ve bu ilişkiler genellikle “sosyal kapalılık” modeli çerçevesinde ele alınır. Bu model büyük oranda normlara ilişkin rasyonel 98 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK ilkelerin belirleyici temelini tasdik edilen bir niteliğe sahiptir (Fukuyama, 2009;Hechter & Kanazawa 1997). Yani ilkelerin bireysel metodolojiye uygun bir biçimde ilişkisel düzeyde nasıl türetildiği ve bunların bireysel faydayla olan ilişkisine odaklanılır. Bu açıdan eğitime katılma açısından diğer veliler ve komşular gibi toplumsal çevreyle kurulan ilişkiler büyük oranda, sağlayacağı toplumsal faydalar gözetilerek kurulur. Benzer biçimde okul ile velilerin kurduğu ilişkilerde benzer ilkeler geçerlidir (Coleman, 1988; De Vos, 1989; Lee & Croninger & Smith, 1994). Özellikle toplumsal ilişkilerin kurulma düzeyi ile okul yönetimi ile kurulan bağlantıların önemi üzerinde durulmaktadır (Sandefur & Meier & Campbell, 2006). Modelin kritik noktalarından bir tanesi, “sosyal sermaye”nin bir kaynak formu olarak hangi düzeyde etki yaptığı ve diğer kaynak biçimleri ile ne tür bağlantılar kurulabileceğine ilişkindir. Coleman (1988) sosyal sermayeyi, çoğunlukla finansal ve beşeri sermaye biçimlerinden bağımsız olarak ele almaktadır. Ancak bu etkinin özelliklerine nadiren değinmiştir ve daha çok diğer sermaye türlerini destekleyici boyutunu vurgulamıştır. Bu bakımdan sosyal sermaye, aile, topluluk (komşular, akran gruplarının velileri, vs.) ve okulun beşeri ve ekonomik sermayesi tarafından belirlenen ve eğitim başarısında aracı etkiler yapan bir faktör olarak ele alınmıştır (Huang, 2002). Smith & Beaulieu & Saraphine (1995), bu bakımdan Coleman’ın sosyal sermaye yorumunun bağlantısal bir karaktere sahip ve daha çok normların etkileri bağlamında sonuçlar üreten bir faktör olarak eğitime katılım yönünden etki yapabileceğini düşünmektedirler. Coleman Modeli’nin Eleştirisi: Rasyonel Tercih Teorisine İtirazlar Coleman’ın eğitime katılma – sosyal sermaye arasındaki modelinin yarattığı tartışmalar geniş kapsamlı olmuştur. Bunların büyük bir bölümü, Coleman’ın spekülasyona yol açan, ebeveynlerin rolleri (özellikle annenin hane içi rolleri), Katolik okulların etkisi ve daha çok sosyal sermaye ve beşeri sermaye arasındaki bağlantıları kapsamaktadır. Bu önermelerin her birine ilişkin Coleman’ı destekleyen veya yeren geniş ampirik gözlemlere dayalı çalışmalar bulunmaktadır. Ancak bu çalışmaların önemli bir bölümü, daha önce değinildiği gibi Coleman’ın rasyonel tercih teorisiyle kurduğu bağları yadsımaktadır. Gerçi Fine (2011) sosyal sermayeye dayanan bu tür bir tek boyutluluğunun, rasyonel tercih teorisinin dayatmış olduğu bağlamsızlığın bilinçsiz bir ön kabulü olduğu konusunda kapsamlı bir eleştiri getirmiştir. Burada ise Coleman’ın varsayımlarının rasyonel tercihin ilkelerine dayalı Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 99 olarak üç boyuttaki eleştirisine odaklanılacaktır. Bu eleştiriler büyük oranda Archer & Tritter (2000) tarafından, rasyonel tercih yaklaşımının sosyoloji teorisinin çağdaş eleştirilerinde odaklandığı üç yapısal unsurun gücü ile değerlendirildiği eğilimden türetilmiştir. Buna göre çağdaş ve geçerli bir teorik eğilim, “subjektivizm – objektivizm”, “aktör – yapı” ve “eş zamanlılık – art zamanlılık” dikotomilerine doyurucu cevaplar üretme durumundadır. Bu bakımdan Coleman’ın sosyal sermaye ve eğitime katılım arasında kurduğu bağlantılar bu düzeyde kritik edilmeye çalışılacaktır. Söz konusu eleştirel eğilimlerin değerlendirilmesinde Pescosolido (1992)’nun sosyal etkileşimin öncelik ve belirleyiciliğini fazlasıyla göz ardı ettiğine yönelik itirazlarından ve Malesevic (2002)’nin teoriyi indirgemecilikle itham etmesini ve steril bir karaktere sahip olup, hegemonik ilişkilere neredeyse tamamen göz ardı etmesine yönelik görüşleri de dikkate alınmaktadır. Bu bakımdan hem Archer &Tritter (2000)’nin sınıflandırması; hem de bu iki önemli itirazın çıkış noktasından hareketle Coleman’ın sosyal sermaye modelinin rasyonel tercih teorisi temellerine dönük eleştiriler üç başlık halinde ele alınacaktır; a. Ampirik sonuçların tutarsızlığı Rasyonel tercih teorisinin en belirgin özelliklerinden bir tanesi eylemi nedensellik ilkesi bağlamında ele almasıdır. Bu özellik doğal olarak teorinin, pratik eğilimli ve ampirik kanıtların yarattığı evrenselliğe bağımlı olması sonucunu doğurmaktadır. Yine kurulan yöntemsel bağlar, iktisadın kuvvetli ampirik karakterinin, eylemin sosyolojik açıklanmasında da kullanılmasını sağlamıştır. Hedström & Swedberg (1996), rasyonel tercih teorisinin savunduğu ampirisizmin, daha çok anket gibi yöntemlere dayanan ve değişken merkezli (variable centered) olan ana akım sosyolojinden farklılaştırdığını ileri sürmektedir. Rasyonel tercih teorisi için ampirik niteliklerin fazlaca vurgulanması, çoğu zaman açıklama becerisini diğerlerine kıyasla güçlendiren bir özellik olarak ele almıştır (Udehn, 2008; MacDonald, 2003). Rasyonel tercih teorisi bağlamında eğitime katılma konusunda çok sayıda ampirik gözlem yapılmıştır (Hatcher, 1998). Ancak Coleman’ın sosyal sermaye modelinin özgün varsayımları dolayısıyla dikkate değer bir biçimde farklı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisinde De Garmo & Forgath & Martinez (1999) eğitime katılma eğilimlerinin genel olarak, sosyal kapalılık, kontrol ve kuşaklararası toplumsal denetim tarafından yönlendirilen bir faktör olmaktan çok; finansal kaynakların denetimi altında olduğunu göstermişlerdir. Bu bakımdan eğitime katılmanın aslen toplumsal gelir 100 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK eşitsizlikleriyle beraber düşünülmesi gerekliliğine inanmaktadırlar. Field & Schuller & Baron (2000) ise sosyal sermayenin toplumsal ağların ve ilksel ilişkilerin önemini abarttığını ve modern toplumlardaki formel kanalların işleyiş ilkelerini aşırı derecede göz ardı ettiği kanısındadır. Benzer şekilde Shah (2007) ABD’deki Laos’lu genç kadınlar üzerinde ve Pinkster (2007) Hollanda’daki Türk göçmen aileleri üzerine yaptığı çalışmalarda Coleman’ın altını çizdiği güçlü toplumsallıkların eğitim başarısı yaratmadığını aksine toplumsal yalıtılmışlığı arttırdığı sonucuna ulaşmışlardır. Bu sonuçlar genel olarak, Coleman modeli ile ilgili tutarsızlık iddialarının gücünü arttırmaktadır. Coleman’ın modeline ampirik sonuçlar bağlamında getirilen eleştiriler, daha çok epistemolojik köken ile ilgilidir ve sosyal sermaye ile eğitime katılma arasındaki ilişkinin fazlasıyla “indirgemeci” ve “iktisadi kurgunun dilinde” oluşturulduğu ileri sürülür (Smith & Kulynych,2002). Bu açıdan eğitime katılma kararını etkileyebilecek karmaşık toplumsal faktörler karşısında fazla yavan kalan bir içeriğe sahip olma riski ile karşılaşılmaktadır. Riskin en önemli sebebi makro faktörlerin etki alanın fazlasıyla dar tutulması ve bireyci metodolojinin izleklerine sıkıca bağlanma isteğinden kaynaklanabilir. Gerçekten de Coleman’ın sosyal sermaye modeli, bireyci metodolojinin kısmen kısıtlayıcı eylem yorumunu fazlaca önemser ve bu tür bir eğilim makro koşulların etkileme düzeyini algılama konusunda sorunlar taşıyabilmektedir (Fine, 2011). Bazı sosyologlar, bu kısıtlı çerçevenin açık dezavantajları nedeniyle rasyonel tercih teorisine yatkın olsalar dahi, Coleman’nın modelinden çok; sınıf ve toplumsal eşitsizliklerin yarattığı kısıtlar çerçevesinde bir tercih teorisi geliştiren Breen & Goldthorpe Model (Breen, 2001)’e daha fazla yakınlık duymaktadırlar (Stocke, 2007; Sullivan, 2006). Ancak eğitime katılma konusundaki yorumların daha yaygın olanları toplumsal öncülleri temel belirleyici olarak gören “yeniden üretim teorisi”ne dayanmayı daha uygun görmektedir (De Graaf & De Graaf & Kraaykamp, 2000; Katsilis & Rubinson, 1990). Bu durum rasyonel tercih teorisinin ve sosyal sermaye kavramının katkısının tamamen göz ardı edilmesi anlamına gelmemektedir. Yine özellikle teorik argümanların sağladığı gücün etkisiyle her iki eğilimi de bir arada değerlendiren çalışmalara da rastlanılabilmektedir (Van de Werfhost & Sullivan & Cheung, 2003). Coleman’ın sosyal sermaye modelinin bu konudaki en önemli eksikliği, toplumsal ağların etkisi olarak tanımladığı yapısal faktörleri, tamamen ilişkisel düzeyde kurması olmaktadır (Portes, 2000). Ancak asıl sorun bu ilişkisel tanımlama çerçevesine karşın, ölçme düzeyinde kullanılan yöntem Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 101 ve değişkenler ile veri kaynaklarının söz konusu bağlamın tamamen dışında oluşmuş olmasıdır. Coleman modelinde çoğunlukla, aile formu, hane halkı büyüklüğü, kardeş sayısı gibi değişkenleri rasyonel tercihlerin bir sonucu olarak görür. Örneğin ailenin çekirdek aile formunda olması ve tek çocuklu olmasını doğrudan ebeveynlerin rasyonel tercihinin bir göstergesi olarak değerlendirir. Bu tür hipotetik verilerin kullanımı, toplumsallığın tanımlanması konusunda da devam eder ve örneğin kilise faaliyetlerine katılım gibi ölçütler doğrudan güçlü toplumsallığın bir yansıması olarak görülür. Dolayısıyla bu tür veriler arasında kurulmaya çalışılan destekleyici ilişkilerin spekülatif karakterli olması doğaldır. Nitekim Morrow (1999), bu tür göstergelerin çoğu zaman keyfi olarak seçildiğini ileri sürmektedir. Benzer bir biçimde, çoğu zaman aynı yöntemi kullanan çalışmalar arasında dahi, ortaya çıkan birbirini yanlışlayıcı sonuçların büyük oranda ölçüme konusundaki kararlardaki tutarsızlığa bağlamaktadır. Doğal olarak bu ölçütler arasındaki bağlamsallıklar da keyfi olarak kurulmaktadır. Ölçme ve veri tercihi bakımından ele alınması gereken bir başka sorun, Dika & Singh (2002) tarafından dile getirilen veritabanı tercihleri ile ilgilidir. Bu çalışmaların kullandığı veri ve ölçütlerin hemen hepsi sosyal sermaye için üretilmiş değildir. Dolayısıyla büyük ölçüde proxy göstergeler kullanılır ve sonuçta veri manipülasyonu ile karşılaşılması doğaldır. Ayrıca elde edilen verilerin ifade ettiği ilişkiselliklerin dinamiği hakkında fikir vermesi genellikle mümkün olmamaktadır Van Deth (2006), sosyal sermaye söz konusu olduğunda, verilere ilişkin farklılıkların ulaşılan sonuçları açık bir biçimde değiştirdiğini göstermiştir ve bu etkiye Coleman’ın modeli takip edildiğinde rahatlıkla rastlanılabilir. Bu bakımdan Coleman’ın sosyal sermaye modeli, rasyonel tercih teorisinin kendisine tanıdığı ampirik üstünlüğe analitik olarak bakıldığında çok kısmi olarak sahiptir. Gerçi Coleman’nın analizinin eğitime katılım modelleri ve araştırmalarda kullanılan yöntemleri derinleştirdiği bir gerçektir (Heckman & Neal, 1996). Ancak metodolojik tercihlerin rasyonel tercih teorisinin vaat ettiği sonuçlara ulaşma konusunda yetersiz olduğu da açıktır. Bu tür bir “yetkinsizlik” büyük oranda, rasyonel tercih teorisinin yöneldiği analiz düzeyindeki eksikliklerin bir uzantısı olarak görülebilir. Nitekim daha önce de değinildiği gibi, rasyonel tercih yaklaşımı, ampirik düzeyde istatistiki analizlerden uzaklaşarak, özellikle iktisatta olduğu gibi matematiksel modellerin desteğiyle, olgular arasındaki anlamlı ilişkileri değerlendirmeye çalışmaktadır (Coleman, 1986). Ancak bunun için ihtiyaç 102 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK duyulan, sadece değişkenler arasındaki temel bağıntıları kurmaya yarayacak verilerin kullanılmasıdır (Hedström & Swedberg, 1996). Bu düzeydeki verilerin, günümüzde sosyolojik çalışmalara yön veren geniş veri setlerinden sağlanması hemen hemen imkansızdır. Bu tür aksiyomatik veriler ile daha çok davranışsal boyutta karşılaşılması olasıdır. Nitekim rasyonel tercih yaklaşımı içerisinde davranışsal değerlendirmeleri içeren deney sonuçlarının güçlü bir kaynak olabileceğini öne süren görüşlere de rastlanılmaktadır (Kanazawa, 1999). Ancak bu sonuçların çok önem verilen mikro – makro bağlantıları kurma düzeyi şüpheli görülmelidir. Dolayısıyla Coleman Modeli’nin ampirik tutarsızlığının büyük ölçüde, değişken merkezli sosyolojik paradigmayı yadsımasına rağmen, uygulamaların tamamen bu amaçlarla derlenmiş veri tabanları üzerinden yürütülmesiyle ilgili görülebilir. b. Toplumsal bağlam ve iktidar ilişkilerinin yadsınması Coleman’ın sosyal sermaye modeline getirilen eleştiriler arasında yaygın bir biçimde kabul göreni, toplumsal ilişkilerin tarihsel bağlamdan ve iktidar ilişkilerinden kopuk ele alınmasının yol açtığı sonuçlara ilişkindir (Fine, 2011; Law & Mooney, 2006). Gerçekten yapılan çalışmalardan bir kısmı sosyal sermayenin toplumsal bağlam ve iktidar ilişkileri bağlamında şekillenebilen bir faktör olduğunu göstermiştir. Özellikle eğitime katılım söz konusu olduğunda bu tür ilişkilerin, sürecin kuşaklarlarası etkileşimlere açık olması nedeniyle daha net görüldüğü söylenebilir. Bu bakımdan toplumsal sınıf, toplumsal iktidar ilişkilerini gösteren faktörlerin eğitime katılım biçimlerinde önceliğe sahip olduğunu öne süren ve sosyal sermayenin bu tür etkilerin yanından oldukça kısıtlı bir açıklayıcılığı olacağını düşünen kapsamlı bir literatür mevcuttur. Bunlardan birisinde Jaeger & Holm (2007)Danimarka’da sosyal hareketlilik desenlerinde sosyal sermayenin etkisini göstermeye çalışmışlardır. Coleman’ın tezine göre, sosyal sermaye eğitim başarısı yönünden finansal ve beşeri sermaye unsurlarına aracılık eden bir konuma sahiptir ve sosyal sermayenin olumlayıcı etkisi olmadan bu kaynakların eğitime katılma yönünden doğrudan etkilerinin sınırlı olacağını ileri sürmektedir. Bu bakımdan Danimarka örneğinin Coleman tezi için, oldukça açıklayıcı olduğu düşünülebilir. Zira İskandinav refah rejimlerinde, eğitime katılma bakımından özellikle finansal kaynakların belirleyiciliğini oldukça kısıtlayıcı alternatif kaynakların varlığı söz konusudur. Ancak analiz sonucunda, sosyal sermaye kaynaklarının belirleyiciliği, finansal ve beşeri sermaye kaynaklarından daha Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 103 zayıf olduğu görülmüştür. Bu nedenle sosyal sermayenin, diğer sermaye türlerinin dağılımından bağımsız bir kaynak olarak değerlendirilmemesi gerektiği ve toplumsal kaynak eşitsizliklerinin bir göstergesi olarak görülmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Benzer bir biçimde Ream & Pallardy (2008), sosyal sermaye kaynaklarının etkin bir biçimde kullanılabilmesi için önceliğin finansal sermaye kaynakları ile ilgili olduğunu ve ancak finansal refaha sahip ailelerin sosyal sermayenin olumlu sonuçlarından beslenebileceğini iddia etmişlerdir. Ayrıca yaptıkları analizin ardından, ailenin kuşaklararası etkileri yani sınıfsal devamlılığın sosyal sermayeyi asıl güçlendiren faktör olduğunu göstermişlerdir. Coleman’ın tezi sadece sınıfsal ilişkilerin yaratabileceği etkiler açısından değil, Batı toplumlarında toplumsal iktidar ilişkisinin önemli göstergelerinden birisi olan “etnik farklılıkların” eğitime katılma yönünden yarattığı farklılıkları açıklama konusunda yetersiz görülmektedir. Sosyal sermaye modelinde bu alandaki farklılıklara, Güneydoğu Asyalı aileler üzerinden önemli bir yer ayırsa da, bu grupların Amerikan toplumunda neden geleneksel olarak eğitime katılma yönünde sürekli dezavantajlı konumda olduğunu açıklamamıştır (Mc Neal, 1999). Perna & Titus (2005) bu gruplara arasında özellikle ailenin katılım ve desteğinin eğitime katılımı etkisini değerlendirmeye çalışmışlardır. Buna göre, ailenin desteği konusunda sosyal sermaye kaynakları bakımından ABD’deki bazı etnik grupların (özellikle Coleman’da olduğu gibi Güneydoğu Asyalı ailelerin ve Afro-Amerikalıların) kaynakları fazlaysa da; bu desteğin doğrudan eğitime katılım oranlarının yükseltilmesindeki gücü yetersiz kalmaktadır. ABD’deki etnik gruplar arasında açık bir finansal avantaja sahip Beyaz Amerikalıların bu avantajı diğer kaynak türlerini de etkileyerek, onları eğitime katılma yönünden en sorunsuz grup yapmaktadır. Benzer bir biçimde Hagan & MacMillan & Wheaton (1996) ise ABD’deki göçmen grupların yeterli sosyal sermaye kaynağı üretme konusunda açık bir dezavantaja sahip olduklarını göstermiştir. Roscigno & Ainsworth – Darnell (1999) ise yine ABD’de hem farklı etnik grupların hem de düşük sosyo – ekonomik statünün uygun kaynaklardan mahrum olmak anlamına geldiğini ve bu durumun sosyal sermaye için de geçerli olduğunu göstermeye çalışmıştır. Coleman’ın toplumsal iktidar ilişkilerine ve özellikle de sınıfsal farklılıklara duyarsız modeline ilişkin en kapsamlı eleştirilerden birisi Horvat & Weininger & Lareau (2003) tarafından getirilmiştir. Buna göre Coleman’ın modelinde en baştan itibaren bir sınıfsal yanlılık mevcuttur zira Coleman 104 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK ideal ebeveyn – çocuk – toplum ilişkisini tanımlarken aslında “orta sınıf ailelerin” hayat tarzının bir göstergesini sunmaktadır. Ayrıca model yoluyla orta sınıf ilişki biçiminin tüm okul – veli ilişkilerine dayatılması söz konusudur. Örneğin veli toplantılarına katılım ve okul etkinliklerinin desteklenmesi gibi faktörler orta sınıfların eğitim denetimi anlayışının bir uzantısıdır. Buna karşın dezavantajlı gruplar, okulla bu tür ilişkiler kurma konusunda hem finansal kaynaklardan hem de doğrudan hayat tarzının getirdiği olumsuzluklara sahiptir. Okul – veli ilişkilerinin Coleman modeline uygun olarak kurulması, bu nedenle toplumsal iktidar ilişkilerinin yerleşmesi ve yeniden üretimini sağlamak gibi asli bir amaç ifade etmektedir. Nitekim yaptıkları etnografik çalışmada, avantajlı gruplardan gelen öğrencilerin okul içi ve dışı faaliyetlerde kayrıldığını ve örneğin öğretmenlerin yanlış uygulamaları sonucunda avantajlı öğrencilere yönelmişse okul yönetimi tarafından hızlıca çözüldüğü; dezavantajlı kökenlere sahip öğrenciler için ise sorunun devamlılık kazandığını göstermişlerdir. Gerçekten de Coleman’ın belirttiği eğitime katılımı yükseltici faktörlerin orta sınıfların ekonomik ve sosyal kaynakları ile hayat tarzları ile ilgili olduğunu gösteren çok sayıda çalışmadan bahsedilebilir. Lee & Bowen (2006), okul faaliyetlerine katılım yönünden orta sınıf ailelerin önemli ölçüde avantaja sahip olduğunu ve bunları hem sosyal sermayeyi güçlendirecek sürekli toplumsal ilişkilere hem de eğitim başarısına yönlendirme kabiliyetlerinin çok yüksek olduğunu göstermiştir. McPherson & Smith - Lovin & Cook (2001) ise toplumsal ağ ilişkilerinin ve yakınlıkların büyük oranda toplumsal benzerlik ilkesi etrafından kurulduğunu ve orta sınıf ailelerin okul ağları bu benzerliklerden fazlasıyla yararlandığını göstermiştir. Astone & McLanahan (1991) ise tek ebeveynli aile formunun orta sınıf ailelerde daha nadir görüldüğünü ve çekirdek aile eğitime katılma arasındaki ilişkinin bu bakımdan sınıfsal faktörler dikkate alınarak değerlendirilmesi kanısındadırlar. Hall (1999) da gönüllü katılım gruplarının ve sosyal organizasyonların büyük ölçüde sınıf yapısı ile ilgili olduğunu göstermiştir. Bu bakımdan sosyal katılım ve bunlar üzerinde kurulabilecek ilişkilerde orta sınıfların daha maharetli olduğuna inanmaktadır. Flouri (2006)’da sosyal sermayenin eğitime katılma oranlarını ancak yüksek öğrenim mezunu ve profesyonel mesleklere sahip ebeveynlerin çocukları bağlamında yönlendirici bir etki yaptığını göstermiştir. Ayrıca mesleki başarıyı etkileyen kontrol odağı (locus of control) ve kendine saygı gibi öğelerin gelişiminde bu tür aileler kanalıyla oluşturulan sosyal sermaye kaynaklarının değer kazandığını ileri sürmüştür. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 105 Coleman’ın modeline yöneltilen tüm bu eleştiriler, aslında rasyonel tercih teorisinin bireyci metodolojisine yönelik kaygıların bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Dowding & Hindmoor (1997) rasyonel tercih yaklaşımının toplumsal sınıflar gibi iktidar ilişkilerini yansıtan unsurlara kayıtsız kalmasının teorinin bireyci olduğu kadar yapısalcı olmasının bir sonucu olarak algılamaktadır. Teori tüm toplumsal ilişkileri bireysel eylem üzerinden kurarken aslında, bireyi eylemin amaçsallığa paralel olarak seçmen, işçi, sermayedar gibi rollerin adeta bir oyuncusu olarak değerlendirir. Dolayısıyla eğitime katılma yönünde sosyal sermayenin veli olarak davranan bireylerin çaba ve etkileşimleri ile doğabilecek sonuçların sorumluluklarına bağlamaktadır. Böyle bir tavrın eylemi tekdüzeleştireceği açıktır ve eylemin koşulsallığının tamamen göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Ayrıca sadece genelin açıklanmasına odaklanılır ve stereo tiplerin yaratacağı öznelleştirme probleminin daha net bir biçimde tekrarlanması riskine ortaya çıkarır. Bu bakımdan toplumsal sınıf gibi holistik kategorilerin toplumsal eylemi anlama konusunda yetersiz olacağına dair başlangıç eleştirisine rağmen; teorinin ulaştığı sonuç, bir birini tekrarlayan prototipler yaratılmasıdır (Barnes & Sheppard, 1992). Eğitime katılma yönünden bu durum netleştirildiğinde, toplumsal sınıflar üzerinden eğitime katılma stratejilerinin yaratacağı tek boyutluluktan uzaklaşma amacıyla, bireysel düzeyde eğitim kararını belirleyen süreçler analiz edilmek istenirken; bu kez de veliler, okul yöneticiler, öğrenciler vb. gibi benzer davranış kalıplarına sahip kısmi düzeyde açıklayıcı ideal tiplere ulaşılmaktadır. Ancak bu kez de davranışın toplumsallığını tamamen göz ardı eden ve gündelik hayatta karşılaşılması imkansız eylem modellerine ulaşılmaktadır. Bu modellerin açıklayıcı gücü de sadece teorik düzeyde kalmakta, toplumsal sonuçları belirleyebilecek önemli faktörler, aktörler arası sürtünmesiz alanlar yaratan “tercih” kriterine feda edilmektedir. Dolayısıyla Coleman’ın politika oluşturma konusunda yetkinlik iddiasında bulunduğu bireysel eylemi değerlendirme amacı gözden kaybolmaktadır. c. Kültürel farklılıklar ve cinsiyet faktörünün göz ardı edilmesi Coleman’ın modeline getirilen eleştiriler, makro etkenlerin sadece toplumsal sınıflar ve etnisite bağlamındaki zayıflıklarına yönelmiş değildir. Modelin evrenselleştirici doğasının yarattığı sorunlar ve bunların kültürel bağlamı da çoğunlukla eleştiri konusu olmuştur. Whitford (2002) söz konusu yaygın eleştirinin teorinin iddia ettiği “portfolyo eylem modelinin (portfolio model of actor)” sonucu olduğu ileri sürmüştür. Bu tür bir modelin kültürel veya 106 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK cinsiyete ilişkin algı ve kültür farklılıklarına dikkat etmemesi başlangıçta çok anlamlı gözükmeyebilir. Zira evrensel aktör modeline göre diğer bütün toplumsal ilişkiler, rasyonel saiklerin yönlendirdiği durumsallıkların bir neticesi olarak ele alınmaktadır. Ancak rasyonel tercih yaklaşımıyla benzer bir paradigmanın ürünü olan “feminist teori” ve “kültüralizm” bu tür bir evrensellik iddiasını katı bir biçimde yadsır ve geride bırakılan hegomonik büyük anlatılar dünyasının bir uzantısı olarak görmektedir. Bu nedenle rasyonel tercih teorisinin kritik yaklaşımının paradigmatik niteliklerinin iyi analiz edilmesi gerekir ve Zafirovski (1999) iddia ettiği tarzda asıl odak notasının büyük anlatılardan kopmak değil; iktisatta olduğu gibi yöntemsel mükemmelliğe ulaşmak olduğuna dikkat edilmesi gerekir. Rasyonel tercih yaklaşımının bu yönü, yani iktisatla kurulan bağlantılar ve özellikle “homo-economicus” ile yakınlıklar, feminist eleştiri tarafından çabuk fark edilmiştir ve eleştiriler genellikle bu yakınlık üzerinden kurulur. Friedman & Diem (1993) bu eleştirilerin iki grupta toplanabileceğini ileri sürmektedir. Bunlardan ilkine göre rasyonel tercih yaklaşımının eylem teorisinden türeyen Coleman’ın sosyal sermaye modeli gibi yaklaşımlar, evrenselleştirici olduğu kadar “ayırıcı benlik (separative self)” kavramına dayanır. Buna karşın feminist eleştirinin temel amacı “birleştirici benlik (connective self)”e dayanan bir eylem algısının yerleşmesini sağlamaktır. Ayırıcı benlik yaklaşımı, “ben ve diğerleri” ayrımından hareket eder ve “ben”nin varlıksal otonomisine dayanır. Buna karşın modern kurumsal düzen kadınlar ve erkekler arasında “ben”nin mutlak bağımsızlığını ifade edecek fırsatlar yaratmaz. Zira “kadınlık” durumu büyük ölçüde “birleştirici benlik” üzerinden kurgulanır. Dolayısıyla bu ayrımın farkında olmayan bir teorik olgunun “cinsiyetçi” olacağı açıktır. İkinci tür eleştiriler bu talep üzerinden yükselir ve rasyonel tercih yaklaşımının toplumsallaşmanın bütününü, bireysel çıkar bağlamında değerlendirerek, cinsiyet sorununu tamamen göz ardı ettiğine inanılmaktadır. Bu noktadan hareket eden Morrow (1999), Coleman’ın sosyal sermaye modelini kadın sorununa karşı “kör kalmakla” itham etmiştir. Coleman’ın modeline yönelik cinsiyetçi eleştirilerin de benzer noktalardan hareket ettiği görülmektedir. Bir kısım eleştiri toplumsallığın ve ebeveyn olmanın sadece “erkek egemen” anlamı ile kurulduğuna; buna karşılık kadınların toplumsallığa ve çocuklarına yönelik bakış açılarındaki farklılıkların dikkate alınmamasına odaklanır. Özellikle kadınların hane içinde yardımcı rollerinin ön plana çıkarılması, çoğu yorum tarafından Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 107 “muhafazakâr” olarak değerlendirilmektedir (Schuller & Baron & Field, 2000). Yine ailenin çoğunlukla baba denetiminde kurulan ilişkiler bütünü olarak değerlendirilir. Babanın rolleri rasyonel ilkelerin değerlendirilmesi yönünde daha stratejik ve önemli görülürken; annenin rolleri içe kapalılık ile tanımlanması önemli ölçüde erkek egemenliğin yeniden üretici bir faktör olarak görülmüştür (Kovalainen, 2004). Ayrıca annenin toplumsal çevreyle ilgili kurduğu yakınlıklar genellikle komşularla iyi ilişkiler veya daha az konvansiyonel toplumsal üyelikler ile ilgili görülmüştür. Etkin sonuçlar üretme kabiliyeti genellikle erkeklere tanınmış ve toplumsal organizasyonlarda kadınların ikincil konumunun yaratabileceği sonuçlara hiç değinilmemiştir (Bruegel, 2005). İkinci tür eleştiriler ise Coleman’ın kadınların eğitime katılma konusundaki dezavantajlarını göz ardı ettiğini düşünmektedir. Örneğin Beattie (2002), beşeri sermaye yaklaşımı gibi Coleman’ın sosyal sermaye modelinin de öğrencileri fayda hesabı peşinde koşan “ergen ekonometrisyenler” gibi gördüğünü, oysaki eğitime katılım kararını etkileyen pek çok belirleyici faktörün bu bakış açısı tarafından perdelendiğini ileri sürmüştür. Özellikle kadın öğrencilerin durumu erkeklerin konumuyla kıyaslandığında sosyal sermaye kaynaklarından yararlanma düzeylerinin oldukça düştüğü sonucuna ulaşmıştır. Mc Neal (1999) ise yaptığı analizde aile desteğini eğitime katılımda kullanma yönünde erkeklerin kadınlardan daha başarılı olduğunu ve başarılı erkek öğrencilerin daha fazla desteğe sahip oldukları sonucuna ulaşmıştır. Benzer bir biçimde Scott (2004), İngiltere örneğinde erkeklerin diğer sermaye türleri ile birlikte sosyal sermaye kaynaklarına ulaşım bakımından daha avantajlı konumda olduklarını, çoklu dezavantajların kadınların eğitime katılım oranlarını düşük düzeylerde bıraktığını göstermiştir. Coleman modelinin evrenselleştirici ön kabullerine karşı geliştirilen ikinci tür eleştiri kültürel bağlamın dikkate alınmaması ile ilgilidir. Eğitime katılma alanında karşılaştırmalı olarak yapılan çalışmalar, kültürün göz ardı edilemeyecek bir değişken olduğunu göstermiştir (Dandy & Nettelback, 2002; Smith & Cheung, 1986). Buna karşın Coleman’ın sosyal sermaye ve eğitime katılma ile kurduğu ilişkiler genellikle Amerikan toplumunun bağlamında anlamlı görülmektedir. Bu bakımdan McNeal (2001), Coleman’nın modelinin eğitime katılma bakımından anlamlı olabilmesi için farklı kültürlerdeki etkilerinin de görülmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu uyarıya uygun bir biçimde ancak farklı kültürler ortamlarda sosyal sermaye modelinin etkisini test eden sınırlı sayıda çalışma mevcuttur. Bun- 108 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK lar modeli ancak kısmen doğrulamışlar, ancak farklılaşmalar ve bunların nedenleri konusunda sınırlı çıkarımlara sahip olmuşlardır. Örneğin Hango (2007), İngiltere’de düşük sosyo-ekonomik koşullara sahip öğrenciler arasında Coleman modelinin geçerliliğini arttırmıştır. Bu grup arasında sosyal sermaye kaynaklarının güçlü olmasına ilişkin sınırlı sonuçlara ulaşmıştır. Ancak 11-16 yaş grubunda babaları istihdam edilen çocuklarda özellikle babanın okul ile etkileşimlerde bulunması durumunda eğitime katılım yönünden olumlu sonuçlarla karşılaşılmıştır. Benzer şekilde Croll (2004) İngiltere örneğinde yaptığı çalışmada özellikle aile içi destek ve etkileşimin, örneğin ev ödevlerinin veliler tarafından kontrolünün eğitime katılma oranlarını arttırdığı sonucuna ulaşmıştır. Norveç örneğinde Huang (2009), aile içi ilişkilerin eğitime katılma oranlarını arttırdığını, fakat toplumsal ilişkilerin ve okulla kurulan ilişkilerin daha kısmi etkilerinin olduğunu göstermiştir. Ancak tüm bu örnekler benzer veya yakın ekonomik ve kültürel koşullara sahip kültürlerden gelen örneklerdir. Buna karşın farklı toplumsal bağlamları karşılaştırmalı olarak ele alan çalışmalar nadirdir. Bunlardan ilk akla geleninde Bassani (2006), PISA verilerini kullanarak ABD, Kanada ve Japonya’daki farklılıkları ele almaya çalışmıştır. Sonuçlara göre ABD ve Kanada’da Coleman modeline uygun bir biçimde aile içi iletişim biçimlerinin etkisinin belirgin olmakla birlikte, Japonya’da bu etkinin sınırlı olduğunu göstermiştir. Bunun temel nedeni olarak da, Japon kültüründe akrabalık ve benzeri diğer yakınlıkların aile içi kaynaklardan daha fazla etki yapması olduğunu ileri sürmüştür. Gerçekten de örneğin Sahra – altı ülkelerde Lloyd & Blanc (1996) aile içi etkin iletişim kanallarının çok etkin çalışmadığı durumlarda akrabalar ve klan gibi bağlantıların etkili sonuçlar üretebildiğini ve bunu daha çok denetim ve katılım gibi modern ilkelerden çok kuşaklararası hiyerarşiye dayalı etkileşimlerin ürünü olduğunu göstermiştir. Bu açıdan Coleman’ın sosyal sermaye modeli toplumsal iktidar ilişkilerinde olduğu gibi, kültüre ilişkin olarak da gündelik hayatın deneyime bağlı olarak yordanması şeklinde ele alan rasyonel tercih yaklaşımının bir örneğidir. Buna göre kültür işbirliğini kolaylaştıran ve enformasyona ulaşmayı içeren maliyetleri düşüren bir faktör olarak değerlendirilmektedir (Whitefield & Evans, 1999). Ancak kültür çoğu zaman bu tür bir yordam bütünü olmaktan öteye geçen bir anlam kazanabilmektedir. Değerler ve anlamların yönlendirdiği bu etkiler, eğitime katılma konusunda bilinen yöntemlerin farklılaşmasına da neden olabilmektedir. Örneğin Coleman modelinde kardeş sayısının artması eğitime katılma oranlarını düşürmektedir Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 109 ve bu etki ebeveyn desteğinin seyrelmesi ile ilgili olduğu düşünülür. Ancak gelişmekte olan ülkelerde ebeveynlerin söz konusu destekleri sağlaması, eğitim oranlarının genel seviyesi nedeniyle benzer sonuçlar doğurmaz. Burada özellikle kardeşlerin birinin yüksek öğretim şansı yakalaması, diğer kardeşlerin bilgi, yöntem ve motivasyonları etkileyebilir. Dolayısıyla bu tür durumlarda kardeşler arası yükümlülükleri kuran değer sistemlerinin dikkate alınması gerekir. Nitekim Zuluaga (2010), Kolombiya örneğinde yüksek öğrenim mezunu ağabey veya ablalara sahip öğrencilerin yüksek öğrenime katılma olasılıklarının yükseldiğini göstermiştir. Dolayısıyla kültür, evrenselleştirici öğelerin aksine kaynakların kullanılma biçimlerini farklılaştırabilir ve bu farklılıklar göreceli bir önem sırası oluştururlar. Ancak bu tür etkilere Coleman modelinde değinilmemesi özellikle uygulamalı çalışmalarda farklı etkilerin ortaya çıkmasını açıklayamamaktadır. Sonuç Sosyal sermaye kavramı, disiplinler arası niteliklerinin etkisiyle, son çeyrek yüzyılda sosyal bilimler arasında ilgi gören kavramlardan bir tanesidir. Kavram özellikle toplumsal ilişkiler ile iktisadi sonuçlar arasında açılımlar sunabilme yeteneğine sahip olması dolayısıyla, eğitime katılma konusunda da çok referans alınmıştır. Eğitime katılma konusunda, daha geleneksel modeller doğrudan hane halkı bütçesiyle ilgi kuran açıklamalarda bulunmaya eğilimlidir. Ancak eğitim gibi bir konuda toplumsal ilişkilerin belirleyici yönüne de dikkat edilmesi gereğine ilişkin çok sayıda kanıttan bahsedilebilir. Buna karşın eğitime katılmayı sosyal sermaye üzerinden anlamının iktisadi koşullara bağlı tek düze yorumlardan ne düzeyde ayrılabileceği tartışma konusudur. Bunun temel nedeni, sosyal sermaye kuramcıları tarafından çok dikkat edilmeyen epistemolojik kökenlerdir. Benzer bir biçimde eğitime katılma konusunda sık rağbet gören Coleman’ın sosyal sermaye modelinde rasyonel tercih teorisine bağlı kökenler neredeyse hiç dikkate alınmamıştır. Coleman’ın sosyal sermaye yaklaşımında odak noktası bireyleri diğerleri ile kurduğu ilişkilerin rasyonel saikler tarafından yönlendirildiğini iddia eder. Bireyci metodolojiden hareketle toplumsallığın aktörlerin amaçsallığı tarafından şekillendirdiği düşünülür. Söz konusu amaçsallığı yönlendiren üç unsur olduğunu iddia eder ve bunların yükümlülükler, beklentiler ve güvenden oluştuğunu öne sürmektedir. Bu üç tür ilişki modu, normlar, moral yakınlıklar ve sosyal kontrol gibi toplumsallığın temelini oluşturan değerler sistemine yön veren unsurlar olmaktadır. Bu unsurlar aynı zaman- 110 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK da toplumsallığın kaynak niteliğini oluşturan yapılardır ve bu kaynakların kullanım ve değerlendirilmesi rasyonel ilkelerin kuruculuğunda söz konusu olabilmektedir. Bu tür bir mekanizmanın, eğitime katılım sürecine tercümesi büyük oranda ebeveyn – çocuk ve toplumsal çevre düzeniyle sağlanır ve her bir unsurun neden bireysel fayda yarattığının betimlenmesi en önemli amaçtır. Ancak Coleman modelinde aynı zamanda toplumsal iyi ile bireysel iyi arasındaki uyumun nasıl sağlandığını göstermek de önemlidir. Bu hedef çoğunlukla sosyolojinin, eylem teorisiyle ilgilenerek, temellerini kaybettiğine yönelik eleştirilere bir karşılık olarak düşünülür. Coleman odak olarak kabul ettiği bu noktanın önemini, sosyologların temel görevi olarak gördüğünü ifade ederek gösterir. Coleman’ın sosyal sermaye modelini temel alan çok sayıda çalışma yapılmıştır ve Coleman’nın varsayımlarının özellikle ampirik kanıtları gösterilmeye çalışılır. Ancak literatürdeki bu çalışmalar çoğunlukla hangi faktörlere vurgu yapılması konusunda “kristalize” eden sonuçlara işaret edememiştir. Daha çok karmaşık argümanlar yoluyla destekler oluşturulması veya kısmi kanıtlar ve akıl yürütmelerin tekrarlanmasıyla karşılaşılmıştır. Dolayısıyla Coleman modelinin ne düzeyde geçerli olduğuna ilişkin bir fikir edinilmesi zor gözükmektedir. Bu durum, bir ölçüde rasyonel tercih yaklaşımının teorik cazibesine bir örnek olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de rasyonel tercih teorisi, ayrıntılı bir modelleme eğilimi ve bireysel eylem üzerinden başlangıçta ikna edici bir açıklama alanı sunar. Özellikle geleneksel değerlendirmelerin yetersizliği konusunda, bu düzeyde bir analiz gücüne araştırmacılar genellikle karşı koyamazlar. Yine ayrıntılı eylem modelleri ve bu modellerin düzgün kurulmuş “nedensellikler” ile desteklenmesi rasyonel tercih teorisinin göz ardı edilemez çağdaş bir sosyolojik eğilim olduğu konusunda şüphe bırakmamaktadır. Söz konusu teorik cazibeye karşın, rasyonel tercih yaklaşımının sosyolojik karşılıklar konusunda ancak başlangıç yargıları bakımından desteklenebilir. Özellikle toplumsalın eylemden yola çıkarak kurulması ve diğerleri ile ilişkilerin sadece “amaçsallık” yönünden değerlendirilmesi, yapısal unsurların tamamen göz ardı edilmesine neden olabilir. Bu nedenle hem rasyonalite ilkesine hem de bireyci metodolojiye daha gevşek bağılıklara sahip eğilimlerin daha fazla karşılık bulmasına neden olmaktadır. Bu tür bir zayıf bağımlılığın sosyolojiye dönük çağdaş eleştiriler konusunda anlamlı olabileceğini düşen eğilimlerin daha fazla karşılık bulabildiği rahatlıkla söylenebilir. Coleman’ın yaklaşımını bu bakımdan değerlendirmek, daha Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 111 anlamlı sonuçlar üretebilir. Benzer bir biçimde eğitime katılım yönünden getirilen eleştirilerin teorinin özellikle daha katı versiyonlarına yönelen şüpheler ile birlikte düşünmek daha yerinde olabilir. Ancak daha gevşek bağlılıkların teorik bir argümanı daha iyi temsil ettiğini söylemek de zorlayıcı olmaktadır. Örneğin bu çalışmada ele alınan ilk grup eleştiri, ampirik öğelere ağırlıklı başvurulmasına karşın bunlardan nedensellik içerebilecek sonuçlar türetilmesinin yarattığı sıkıntılar üzerinedir. Özellikle uygun değişken ve yöntemler üzerinde fazla düşünülmemesinin yarattığı bu sorunlar, aynı zamanda başlangıçta mikro – makro bağlantılar konusundaki vaatlerin şüpheyle karşılanmasına neden olmaktadır. Bu çalışmada ikinci ve üçüncü gruptaki eleştiriler de aslında mikro düzeydeki eylem teorisindeki iddialı konuma karşın, makro değişkenlerin bazen hiç, bazen eksik hesaba katılması ile ilgilidir. İkinci gruptakiler, toplumsal çatışma alanları ve hiyerarşik ilişkilerin özellikle toplumsal sınıf faktörünün eğitime katılma konusunda göz ardı edilmesinin yaratabileceği sorunlar üzerinedir. Üçüncü grup eleştiriler ise cinsiyet üzerinde yoğunlaşmasının yanında, aynı zamanda kültür gibi bağlamsal öğelerin dikkate alınma talebini içerir. Coleman’ın çalışması Amerikan toplumundaki öğelere fazla bağımlı görülür ve cinsiyet farklılıklarına özellikle alt gruplarda yaratabileceği sorunları neredeyse hiç dikkate almaz. Bu bakımdan bu çalışma boyunca yapılan tartışmanın Türk toplumu için anlamlı olduğunu düşünmek zor olabilir. Türkiye’de yapılan çalışmalarda Coleman’ın sosyal sermaye modeline son dönemlerde sayıları artmakla birlikte az ilgi gösterilmiştir ve Türk toplumunda modelin anlamlılığına dönük sınırlı düzeyde tartışma mevcuttur. Benzer bir biçimde, rasyonel tercih sosyolojisinin Türkiye’deki sosyolojik eğilimler arasında tartışılan veya taraftar bulan bir yaklaşım olduğu da söylenemez. Ancak örtük de olsa rasyonel tercih yaklaşımına yakın görülecek yorumların, özellikle kuşaklararası ilişkileri açıklama konusunda sık başvurulan argümanlar olduğu düşünülebilir. Örneğin ailenin toplumsal katılımına ilişkin yapılan gözlemler, toplumsal bağlamlara dikkat edilmeden değerlendirilir ve normatif bir değerlendirme çerçevesi daha fazla destek bulur. Benzer bir biçimde ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkilerde, çocuğa yönelik sosyal kontrolün daha çok ebeveynlerin gelecek beklentileri ile ilgili olduğu düşünülür. Yani Türkiye’de insanlara yaşlanma gibi riskler karşısındaki formel desteklerin eksikliğinde çocuklar tarafından sağlanabilecek destekleri gözettiklerine inanılır. Dolayısıyla güncel kaynaklar ile olası kaynaklar arasındaki dengenin özellikle 112 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK yüksek öğrenime katılma yönünde belirleyici olduğuna inanılır. Bu etkinin rasyonel tercih yaklaşımının aktöre yüklediği “fayda kollayıcılık” la benzer bir içeriği taşıdığı açıktır. Yine eğitime yönelik yönlendirici faaliyetler, büyük oranda ebeveynlerin eğitim düzeyiyle paralel değerlendiren “beşeri sermaye” yaklaşımının bir ürünüdür ve sosyal etkilerin zenginleştirilmesi konusunda sosyal sermayenin aracı bir rolüne benzer bir yaklaşım örtük olarak yayın kabul görmektedir. Bu yüzden doğrudan değil ama, dolaylı bir etkinin yarattığı sonuçların bu çalışmada değerlendirilen çerçeve ile ele alınması mümkün gözükmektedir. KAYNAKÇA Archer, M.S & Tritter, J.Q (2000), Rational Choice Theory: Resisting Colonization, London: Routledge Astone, Nan Marie & McLanahan, S.S. (1991), “Family Structure, Parental Practices and High School Completion”, American Sociological Review, 56 (3), 309 – 320 Baron, James N. & Hanan, M.T. (1994), “The Impact of Economics on Contemporary Sociology”, Journal of Economic Literature, 32 (3), 1111 – 1146 Barnes, Trevor J. & Sheppard, E. (1992), “Is There a Place for the Rational Actor? A Geographical Critique of the Rational Choice Paradigm”, Economic Geography, 68 (1), 1 – 21 Bassani, Cherylynn (2006), “A Test of Social Capital Theory Outside of the American Context: Family and School Social Capital and Youths’ Math Scores in Canada, Japan, and the United States”, International Journal of Educational Research, 45 (6), 380 – 403 Baştürk, Şenol (2011), “Türk Toplumunda Sosyal Sermaye, Toplumsal Ağlar ve Sosyal Hareketlilik”, Yayınlanmamış Doktora Tezi Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa Beattie, Irene R. (2002), “Are All Adolescent Econometricians Created Equal? Racial, Class, and Gender Differences in College Enrollment”, Sociology of Education, 75 (1), 19 – 43 Blossfeld, Hans-Peter (1996), “Macro-sociology, Rational Choice Theory and Time: A Theoretical Perspective on Empirical Analysis of Social Processes”, European Journal of Sociology, 12 (2), 181 – 206 Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 113 Blumer, Martin (1996), “Sociological Contribution to Social Policy Research”, James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer, 113 – 130 Boudon, Raymond (1998), “Limitations of Rational Choice Theory”, American Journal of Sociology, 104 (3), 817 – 828 Bourdieu, Pierre & Wacquant, L.J.D. (2003), Düşünümsel Bir Antropoloji için Cevaplar, (çev. Ötüken,N.), İstanbul: İletişim Yayınları Boxman, Ed A.W. & De Graaf, P.M. & Flap, H.D. (1991), “The Impact of Social and Human Capital on the Income Attainment of Dutch Managers”, Social Networks, 13 (1), 51 – 73 Breen, Richard (2001), “A Rational Choice Model of Educational Inequality”, http://www.march.es/ceacs/publicaciones/working/archivos/2002_166. pdf Brehm, John & Rahn, W. (1997), “Individual – Level Evidence for Causes and Consequences of Social Capital”, American Journal of Political Science, 41 (3), 999 – 1023 Bruegel, Irene (2005), “Social Capital and Feminist Critique”, Women and Social Capital, (eds. Franklin,J.), London: London South Bank University, 4 – 17, http://www.payonline.lsbu.ac.uk/ahs/downloads/families/ familieswp12.pdf#page=5 Burt, Ronald (2000), “The Network Structure of Social Capital”, Research in Organizational Behaviour, 22, 345 – 423 Christiano, Thomas (2004), “Is Normative Rational Choice Theory Self Defeating?”, Ethics, 115 (1), 122 – 141 Coleman, James S. (1986), “Social Theory, Social Research and Theory of Action”, The American Journal of Sociology, 91 (6), 1309 – 1335 Coleman, James S. (1987), “Families and Schools”, Educational Researcher, 16 (6), 32 – 38 Coleman, James S. (1988), “Social Capital in Creation of Human Capital”, The American Journal of Sociology, 94, S104 – S120 Coleman, James S. (1992), “Social Capital, Human Capital, and Investment in Youth”, Youth Unemployment and Society, (eds. Petersen, A.C. & Mortimer, J.T.), Cambridge: Cambridge University Press, 34 – 50 Coleman, James S. (1993a), “The Rational Reconstruction of Society: 1992 Presidental Address”, Sociological Review, 58 (1), 1 – 15 114 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK Coleman, James S. (1993b), “The Impact of Gary Becker’s Work on Sociology”, Acta Sociologica, 36 (3), 168 – 178 Coleman, James S. (1996a), “A Vision for Sociology”, James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer, 382 – 390 Coleman, James S. (1996b), “Reflections on Schools and Adolescents”, James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer, 19 – 25 Coleman, James S. & Fararo,T.J. (1992) (eds), Rational Choice Theory: Advocacy and Critique, California: Sage Pub. Collins, Randall (1996), “Can Rational Action Theory Unify the Future Social Science?”, James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer, 366 – 381 Cook, K.S. & Whitmeyer, J.M. (1992), “Two Approaches to Social Structure: Exchange Theory and Network Analysis”, Annual Review of Sociology, 18, 109 – 127 Croll, Paul (2004), “Families, Social Capital and Educational Outcomes”, British Journal of Educational Studies, 52 (4), 390 – 416 Dandy, Justine & Nettelback, T. (2002), “A Cross – Cultural Study of Parents’ Academic Standarts and Educational Aspirations for Children”, Educational Psychology: An International Journal of Experimental Educational Psychology, 22 (5), 621 – 627 De Garmo, David S. & Forgath, M.S. & Martinez, C.R. (1999), “Parenting of Divorced Mothers as a Link between Social Status and Boys’ Academic Outcomes: Unpacking Effects of Socioeconomic Status”, Child Development, 70 (5), 1231 – 1245 De Graaf, Nan Dirk & De Graaf, P.M. & Kraaykamp, G. (2000), “Parental Cultural Capital and Educational Attainment in Netherlands: A Refinement of the Cultural Capital Perspective”, Sociology of Education, 73 (2), 92 -111 De Vos, Henk (1989), “A Rational Choice Explanation of Composition Effects in Educational Research”, Rationality and Society, 1 (2), 220 – 239 Dika, Sandra L. & Singh, K. (2002), “Applications of Social Capital in Educational Literature: A Critical Synthesis”, Review of Educational Research, 72 (1), 31 – 60 Dowding, Keith & Hindmoor,A. (1997), “The Usual Suspects: Rational Choice, Socialism and Political Theory”, New Political Economy, 2 (3), 451 – 463 Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 115 Downey, Douglas B. (1995), “When Bigger is not Better: Family Size, Parental Resources and Children’s Educational Performance”, American Sociological Review, 60 (5), 746 – 761 Downey, Douglas B. (2001), “Number of Siblings and Intellectual Development: The Resources Dilution Explanation”, American Psychologist, 56 (6/7), 497 – 504 Edling, Christofer & Stern, C. (2003), “Scandinavian Rational Choice Sociology”, Acta Sociologica, 46 (5), 5 – 16 Edwards, Rosalind (2004), “Present and Absent in Troubling Ways: Families and Social Capital Debates”, The Sociological Review, 52 (1), 1- 21 Elias, Norbert (2007), Uygarlık Süreci – cilt 2: Sosyo-Oluşumsal ve Psiko – Oluşumsal İncelemeler Toplumun Değişimleri Bir Uygarlaşma Teorisi için Taslak, (çev. Özbek, E.), İstanbul: İletişim Yayınları Favereau, Oliver (2005), “The Missing Piece in Rational Choice Theory”, Revue Française de Sociologie, 46 (5), 102 – 122 Field, John (2006), Sosyal Sermaye, (çev. Bilgen,B. & Şen,B.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Field, John & Schuller, T. & Baron, S. (2000), “Social Capital and Human Capital Revisited”, Social Capital: Critical Perspectives, (eds. Baron, S. & Field,J. & Schuller, T.), Oxford: Oxford University Press, 243 – 263 Fine, Ben (2011), Sosyal Sermaye Sosyal Bilime Karşı: Bin Yılın Eşiğinde Ekonomi, Politik ve Sosyal Bilimler, (çev. Kars, A.), İstanbul: Yordam Kitap Fletcher, Anne C., vd. (2001), “Social Network Closure and Child Adjustment”, Merill – Palmer Quarterly, 47 (4), 500 – 531 Fletcher, Anne C. & Hunter A.G.& Eanes, A.Y. (2006), “Links Between Social Network Closure and Child Well – Being: The Organizing Role of Friendship Context”, Developmental Psychology, 42 (6), 1057 – 1068 Flouri, Eirini (2006), “Parental Interest in Children’s Education, Children’s Self- Esteem and Locus of Control, and Later Educational Attainment: Twenty-Six Year Follow-up of the 1970 British Cohort”, British Journal of Educational Psychology, 76 (1), 41 – 55 Foucault, Michael (2011), Özne ve İktidar: Seçme Yazılar 2, (haz. Keskin, F.), (çev. Ergüden, I. & Akınhay, O.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları Frank, Robert H. (1992), “Melding Sociology and Economics: James Coleman’s Foundations of Social Theory”, Journal of Economic Literature, 116 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK 30 (1), 147 – 170 Freidman, Debra & Diem, C. (1993), “Feminism and the Pro-(Rational)Choice Movement: Rational Choice Theory, Feminist Critiques, and Gender Inequality”, Theory on Gender Feminism on Theory, (eds. England, P.), Hawthorne: Walter De Gruyter Inc., 91 – 114 Fukuyama, Francis (2009), Büyük Çözülme: İnsan Doğası ve Toplumsal Düzenin Yeniden Oluşturulması, İstanbul: Profil Yayıncılık Furstenberg, Frank F. & Kaplan, S.B. (2004), “Social Capital and Family”, The Blackwell Companion to the Sociology of Families, (eds. Scott,J. &Treas, J. & Richards, M.), 218 – 232 Gale, Ann (1998), Toplumsalın Sökümü: Yapıbozumcu Bir Sosyolojiye Doğru, (çev. Küçük,M.), Ankara: Birey Yayıncılık Gamarnikow, Eva & Green, A.G. (1999), “The Third Way and Social Capital: Education Action Zones and a New Agenda for Education, Parents and Community, International Studies in Sociology of Education, 9 (1), 3 -22 Giddens, Anthony (1999a), İleri Toplumları Sınıf Yapısı, (çev. Baldık,Ö.) İstanbul: Birey Yayıncılık Giddens, Anthony (1999b), Toplumun Kuruluşu: Yapılaşma Kuramının Ana Hatları, (çev. Özel, H.), Ankara: Bilim ve Sanat Yayıncılık Giddens, Anthony (2003), Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları: Yorumcu Sosyolojilerin Pozitif Eleştirisi, (çev. Balkız, B. & Tatlıcan,Ü.), İstanbul: Paradigma Yayınları Giocoli, Nicola (2003), Modelling Rational Agents: From Interwar Economics to Early Modern Game Theory, Cheltenham: Edward Elgar Pub. Glaeser, Edward L. , vd. (1999), “What is Social Capital? The Determinants of Trust and Trustworthiness”, NBER Working Paper, no.7216, http:// www.nber.org/papers/w7216 Goldthorpe, John H. (1998), “Rational Action Theory for Sociology”, The British Journal of Sociology, 49 (2), 167 – 192 Goudbout, Jacques T. (2003), Armağan Dünyası, (çev. Hattatoğlu, D.), İstanbul: İletişim Yayınları Hagan, John & MacMillan,R. & Wheaton,B. (1996), “New Kid in Town: Social Capital and Life Course Effects of Family Migration on Children”, American Sociological Review, 61 (3), 368 – 385 Hango, Darcy (2007), “Parental Involvement in Childhood and Educationa Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 117 Qualifications: Can Greater Parental Involvement Mediate Effects of Socioeconomics Disadvantage”, Social Science Research, 36 (4), 1371 – 1390 Hardin, Russell (2000), “Rational Choice Theory”, Encyclopedia of Sociology, (eds. Borgatta E.F.& Montgomery, R.J.V.), New York: McMillan Reference Hatcher, Richard (1998), “Class Differentation in Education: Rational Choices?”, British Journal of Sociology of Education, 19 (1), 5 – 24 Hechter, Michael (1994), “The Role of Values in Rational Choice Theory”, Rationality and Society, 6 (3), 318 – 333 Hechter, Michael & Kanazawa, S. (1997), “Sociological Rational Choice Theory”, Annual Review of Sociology, 23, 191 – 214 Heckhathorn, Douglas D. (2005), “Rational Choice”, Encyclopedia of Social Theory- vol. II, (eds. Ritzer, G.), California: Sage Pub., 620 – 624 Heckman, James J. & Neal, D. (1996), “Coleman’s Contributions to Education: Theory, Research Styles and Empirical Research”, James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer, 88 – 112 Hilbert, Richard A. (1990), “Ethnomethodology and Micro – Macro Order”, American Sociological Review, 55 (6), 794 – 808 Hedström, Peter (2005), Dissecting the Social: On the Principles of Analytical Sociology, Cambridge: Cambridge University Press Hedström, Peter & Swedberg, Richard (1996), “Rational Choice, Empirical Research, and the Sociological Tradition”, European Sociological Review, 12 (2), 127 – 146 Hedström, Peter & Stern, C. (2008), “Rational Choice and Sociology”, The New Palgrave of Economics, (eds. Darlauf, S. & Blume, L.), New York: Palgrave MacMillan Hoffer, Thomas & Greeley, A.M. & Coleman, J.S. (1985), “Achievement Growth in Public and Catholic Schools”, Sociology of Education, 58 (2), 74 – 97 Huang, Lihong (2009), “Social Capital and Student Achievement in Norwegian Secondary Schools”, Learning and Individual Differences, 19 (2), 320 – 325 Jaeger, Mads M. & Holm, A. (2007), “Does Parents’ Economic, Cultural, and Social Capital Explain the Social Class Effect on Educational Attainment in Scandinavian Mobility Regime?”, Social Science Research, 36 (2), 719 – 744 118 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK John, Peter (2005), “The Contribution of Volunteering, Trust and Networks to Educational Performance”, The Policy Studies Journal, 33 (4), 635 – 656 Kalil, Ariel & Ziol-Guest, K. (2008), “Parental Employment Circumstances and Children’s Academic Progress”, Social Science Research, 37 (2), 500 – 515 Kanazawa, Satoshi (1999), “Using Laboratory Experiments to Test Theories of Corporate Behavior”, Rationality and Society, 11 (4), 443 – 461 Katsillis, J. & Robinson, R. (1990), “Cultural, Student Achievement, and Educational Reproduction: The Case of Greece”, American Sociological Review, 55 (2), 270 – 279 Kovalainen, Anne (2004), “Rethinking the Revival of Social Capital and Trust in Social Theory: Possibilities for Feminist Analysis”, Engendering the Social: Feminist Encountres within Sociological Theory, (eds. Marshall, B.L. & Witz,A.), Berkshire: Open University Press, 155 – 170 Law, Alex & Mooney, G. (2006), “The Maladies of Social Capital I: The Missing Capital in Theories of Social Capital”, Critique, 34 (2), 127 – 143 Lee, Valerie E. & Croninger, R.G. & Smith, J.B. (1994), “Parental Choice of Schools and Social Stratification in Education: The Paradox of Detroit”, Educational Evaluation and Policy Analysis, 16 (4), 434 – 457 Lee, Jung S. & Bowen, N.K. (2006), “Parent Involvement, Cultural Capital, and the Achievement Gap among Elemantary School Children”, American Educational Research Journal, 43 (2), 193 – 218 Lemert, Charles (2011), Durkheim’ın Hayaletleri: Kültürel Mantık ve Sosyal Şeyler, (çev. Aydar, F.B.), İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları Lin, Nan (1999), “Building Network Theory of Social Capital”, Connections, 22 (1), 28 – 51 Lindenberg, Siegwart (2003), “James Coleman”, The Blackwell Companion to Major Contemporary Social Theorists,(eds. Ritzer,G.), Malden: Blackwell Pub., 90 – 121 Lindenberg, Siegwart & Frey, B.S. (1993), “Alternatives, Frames, and Relative Prices: A Broader View of Rational Choice Theory”, Acta Sociologica, 36 (3), 191 – 205 Lipset, Seymour Martin (1994), “The State of American Sociology”, Sociological Forum, 9 (2), 199 – 220 Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 119 Llylod, Cynthia B. & Blanc, A.K. (1996), “Children’s Schooling in Sub-Saharan Africa: The Role of Fathers, Mothers and Others”, Population Development Review, 22 (2), 265 – 298 MacDonald, Paul K. (2003), “Useful Fiction or Miracle Maker: The Competing Epistemological Foundations of Rational Choice Theory”, American Political Science Review, 97 (4), 551 – 565 Malesevic, Sinisa (2002), “Rational Choice Theory and the Sociology of Ethnic Relations: A Critique”, Ethnic and Racial Studies, 25 (2), 193 – 212 Marsden, Peter V. (2005), “The Sociology of James S. Coleman”, Annual Review of Sociology, 31, 1 – 24 Marshall, Douglas A. (2003), Beyond a Rational Choice Sociology: A Sociology of Rationality, Unpublished PhD. Dissertations of Virginia University Department of Sociology, McNeal, Ralph B. (1999), “Parental Involvement as Social Capital: Differential Effectiveness on Science Achievement, Truancy, and Dropping Out”, Social Forces, 78 (1), 117 – 144 McNeal, Ralph B. (2001), “Differential Effects of Parental Involvement on Cognitive and Behavioral Outcomes by Socioeconomic Status”, Journal of Socio-Economics, 30 (2), 171 - 179 McPherson, Miller & Smith – Lovin, L. & Cook, J.M. (2001), “Birds of a Feather: Homophily in Social Networks”, Annual Review of Sociology, 27, 415 – 444 Meester, Edith De & Mulder, C.H. & Fortuijn, J.D. (2007), “Time Spent in Paid Work by Women and Men in Urban and Less Urban Context in Netherlands”, Journal of Economic and Social Geography (Tijdschrift voor Economische en Sociale Geografie), 98 (5), 585 – 602 Morgan, Stephen L. & Sorensen, A.B. (1999), “Parental Networks, Social Closure and Mathematics Learning: A Test of Colema’s Social Capital Explanation of School Effects”, American Sociological Review, 64 (5), 661 – 681 Morrow, Virginia (1999), “Conceptualising Social Capital in Relation to the Well-Being of Children and Young People: A Critical Review”, The Sociological Review, 47 (4), 744 – 765 Muller, Chandra (1995), “Maternal Employment, Parent Involment, and Mathematics Achievement among Adolescents”, Journal of Marriage and Family, 57 (1), 85 - 100 120 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK Ngo, Bic & Lee, S.J. (2007), “Complicating the Image of Model Minority Success: A Review of Southeast Asian American Education”, Review of Educational Research, 77 (4), 415 – 453 Noguera, Pedro A. (2004), “Social Capital and the Education of Immigrant Students: Categoties and Generalizations”, Sociology of Education, 77 (2), 180 – 183 Okasha, Samir (2000), “The Underdetermination of Theory by Data and the Strong Programme in the Sociology of Knowledge”, International Studies in Philosophy of Science, 14 (3), 283 – 297 Parcel, Toby L. & Menaghan, E.G. (1994), “Early Parental Work, Family Social Capital, and Early Childhood Outcomes”, American Journal of Sociology, 99 (4), 972 – 1009 Perna & Laura W. & Titus, M.A. (2005), “The Relationship between Parental Involvement as Social Capital and College Enrollment: An Examination of Racial /Ethnic Group Differences”, The Journal of Higher Education, 76 (5), 485 – 518 Pescosolido, Bernice A. (1992), “Beyond Rational Choice: The Social Dynamics of How People Seek Help”, American Journal of Sociology, 97 (4), 1096 – 1138 Pinkster, Fenne M. (2007), “Localised Social Networks, Socialisation and Mobility in Low-Income Neighbourhood in Netherlands”, Urban Studies, 44 (13), 2587 – 2603 Portes, Alejandro (1998), “Social Capital: It’s Origins and Applications in Modern Sociology”, Annual Review of Sociology, 24, 1 – 24 Portes, Alejandro (2000), “The Two Meanings of Social Capital”, Sociological Forum, 15 (1), 1 – 12 Ream, Robert K. & Pallardy, G.J. (2008), “Reexamining Social Class Differences in the Avability and Educational Utility of Parental Social Capital”, American Educational Research Journal, 45 (2), 238 – 273 Roscigno, Vincent J. & Ainsworth- Darnell, J.W. (1999), “Race, Cultural Capital, and Educational Resources: Persistent Inequalities and Achievement Returns”, Sociology of Education, 72 (3), 158 – 178 Rydin, Yvonne & Pennington, M. (2000), “Public Participation and Local Environmental Planning: The Collective Action Problem and the Potential of Social Capital”, Local Environment: The International Journal of Justice and Sustainability, 5 (2), 153 – 169 Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 121 Sampson, Robert J. & Morenoff, J.D. & Earls, F. (1999), “Beyond Social Capital: Spatial Dynamics of Collective Efficacy for Children”, American Sociological Review, 64 (5), 633 – 660 Sandefur, Rebecca L. & Laumann, E.O. (1998), “A Paradigm for Social Capital”, Rationality and Society, 10 (4), 481 – 501 Sandefur, Gary D. & Meier, A.M. & Campbell, M.E. (2006), “Family Resources, Social Capital and College Attendance”, Social Science Research, 35 (2), 525 – 553 Sayer, Derek (1991), Capitalism and Modernity: An Excursus on Marx and Weber, London: Routledge Schmid, A. Allan & Robinson, L.J. (1995), “Applications of Social Capital Theory”, Journal of Agricultural and Applied Econonomics, 27 (1), 59 – 66 Schuller, Tom & Stephen, B.& Field,J. (2000), “Social Capital: A Review and Critique”, Social Capital: Critical Perspectives, (eds. Baron, S. & Field,J. & Schuller, T.), Oxford: Oxford University Press, 1 – 38 Scott, Jacqueline (2004), “Family, Gender, and Educational Attainment in Britain: A Longitudinal Study”, Journal of Comparative Family Studies, 1, 565 – 589 Scott, John (2000), “Rational Choice Theory”, Understanding Contemporary Society: Theories of the Present, London: Sage Pub., 126 – 138 Shah, Bindi (2007), “Being Young, Female and Laotian: Ethnicity as Social Capital at the Intersection of Gender, Generation, Race and Age, Ethnic and Racial Studies, 30 (1), 28 – 50 Shavit, Yossi & Pierce, J.L. (1991), Sibship Size and Educational Attainment in Nuclear and Extendend Families: Arabs and Jews in Israel”, American Sociological Review, 56 (3), 321 – 330 Smelser, Neil J. (2003), “On Comparative Analysis, Interdisciplinarity and Internalization in Sociology”, International Sociology, 18, 643 – 657 Smith, Herbert L. & Cheung, P.P.L. (1986), “Trends in the Effects of Family Background on Educational Attainment in the Philippines”, American Journal of Sociology, 91 (6), 1387 – 1408 Smith, Mark H. & Beaulieu, L.J. & Seraphine, A. (1995), “Social Capital, Place of Residence and College Attendance”, Rural Sociology, 60 (3), 363 – 380 Smith, Stephen S. & Kulynych, J. (2002), “It May be Social, But Why 122 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK is Capital? The Social Construction of Social Capital and the Politics of Language”, Politics Society, 30 (1), 149 – 186 Somers, Margaret (1998), “We’re No Angels: Realism, Rational Choice and Rationality in Social Science”, American Journal of Sociology, 104 (3), 722 – 784 South, Scott J. & Haynie, D.L. & Bose, S. (2007), “Student Mobility and School Dropout”, Social Science Research, 36 (1), 68 – 94 Stocke, Volker (2007), “Explaning Educational Decision and Effects of Families’ Social Class Position: An Empirical Test of the Breen – Goldthorpe Model of Educational Attainment”, European Sociological Review, 23 (4), 505 – 519 Stone, Wendy (2001), “Measuring Social Capital: Towards a Theoretically Informed Measurement Framework for Researching Social Capital in Family and Community Life”, Australian Institute of Family Studies Research Paper, no.24 http://futuretasmania.org/uploads/Social%20capital%20AIFS.pdf, Sullivan, Alice (2006), “Students as Rational Decision – Makers: The Question of Beliefs and Attidutes”, London Review of Education, 4 (3), 271 – 290 Swedberg, Richard (1990), Economics and Sociology- Redefining Their Boundaries: Conversations with Economists and Sociologists, New Jersey: Princeton University Press Swedberg, Richard (1997), “New Economic Sociology: What has been Accomplished, What is Ahead?”, Acta Sociologica, 40 (3), 161 – 182 Thorlindsson, Thorolfur & Bjarnasson, T. & Sigfusdottir, I.D. (2007), “Individual and Community Process of Social Closure: A Study of Adolescent Academic Achievement and Alcohol Use”, Acta Sociologica, 50 (2), 161 – 178 Turner, Bryan S. (2006), “Classical Sociology and Cosmopolitanism: A Critical Defence of the Social”, British Journal of Sociology, 57 (1), 133 – 151 Turner, Jonathan (2006), “Rational Choice Theory”, Cambridge Dictionary of Sociology, (eds. Turner, B.S.), New York: Cambridge University Press, 497 – 499 Udehn, Lars (2001), Methodological Individualism: Background, History and Meaning, London: Routledge Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123 123 Udehn, Lars (2008), “The Metholdolgy of Rational Choice”, The Blackwell Guide to Phiolosophy of the Social Sciences, (eds. Turner, S.P.&Roth,P.A.), London: Blackwell Pub. Van Deth, Jan W. (2006), “Measuring Social Capital: Orthodoxies and Continuning Controversies”, International Journal of Social Research Metholodology, 6 (1), 79 – 92 Van de Werfhost, Herman G. & Sullivan, A. & Cheung, S.Y. (2003), “Social Class, Ability and Choice of Subject in Secondary and Tertiary Education in Britain”, British Educational Research Journal, 29 (1), 41 – 62 Whitefield, Stephen & Evans, G. (1999), “Political Culture versus Rational Choice: Explaning Response to Transition in the Czech Republic and Slovakia, British Journal of Political Science, 29 (1), 129 – 154 Yılmaz, Feridun (2003), “İktisat ve Sosyoloji: Rakip Kardeşlerin Hâkimiyet Kavgası”, Toplum ve Bilim, 95, 61 – 84 Yılmaz, Feridun (2009), Rasyonalite: İktisat Özelinde Bir Tartışma, İstanbul: Paradigma Yayıncılık Yükseker, Deniz (2010), “Türkiye Toplumunu Bir Arada Tutan Nedir? Toplumsal Tutkal olarak Borç ve Borçluluk”, Toplum ve Bilim, 117, 6 – 18 Zafirovski, Milan (1999), “Unification of Sociological Theory by Rational Choice Model: Conceiving the Relationship between Economics and Sociology”, Sociology, 33 (3), 495 – 514 Zafirovski, Milan (2000), “The Rational Choice Generalization of Neoclassical Economics Reconsidered: Any Theoretical Legitimation for Economic Imperialism?”, Sociological Theory, 18 (3), 448 - 471 Zhou, Min (1997), “Segmented Assimilation: Issues, Controversies and Recent Research on the New Second Generation”, International Migration Review, 31 (4), 975 – 1008 Zhou, Min & Blankston, C.L. (1994), “Social Capital and the Adaptation of the Second Generation: The Case of Vietnamese Youth in New Orleans”, International Migration Review, 28 (4), 821 – 845 Zuluaga, Andre B. (2010), “Quality of Social Networks and Educational Investment Decisions”, Katholieke Universiteit Leuven Center of Economic Studies Discussion Paper Series, 10.29, http://www.econ.klueven.be/ces/ discussionpapers/default.htm Sosyoloji Konferansları No: 45 (2012-1) / 125-148 TEMEL TEKNOLOJIK PARADIGMAL KAYMALARDAN SOSYAL BILIMLERE YANSIMALAR Hüsnü Erkan* Özet Diğer canlılardan farklı olarak insan düşünme üzerine düşünebilir. İnsan aklı ve düşüncesinin doğaya uyarlanması teknoloji olarak şekillenir. İnsan aklı ile doğa/evren etkileşiminde görülen sıçramalar, düşünsel ve teknolojik paradigmal kaymalardır. İlkel insan, doğa ile etkileşiminde önce el’ini kullandı. Sağladığı bilgi birikimi ile doğadan aldığı nesneleri şekillendirerek doğaya müdahale etmesi zamanla geleneksel teknolojileri yarattı. Görünür doğanın işleyişi üzerine sağlanan bilgi birikimi, ilk bilimsel devrim olarak Newton yasalarıyla gündeme geldi. Bilimin görünür doğa yerine görünmez doğa olan atom altına ve makro kozmosa yönelmesi ise ikinci bilimsel devrim olarak kuantum paradigmasını şekillendirdi. Karmaşık ve çok yönlü insan ilişkilerine dayalı toplumsal bütün kendi içinde, ekonomik, teknolojik, sosyal, politik ve kültürel alt sistemlere ayrıldığı gibi, bunların her biri kendi içinde ayrıca sistem, yapı ve süreç işleyişlerine sahiptir. Bu sistemleşme ve yapılaşma toplumsal evrim sürecinde bir yandan kendiliğinden oluşmakta, diğer yandan insan aklının ürünü olarak tasarlanmaktadır. Toplumsal bütünü oluşturan sistemler, yapılar ve süreçler arasındaki interaktif ve dinamik etkileşim, bir ağ yapılanması oluşturur. Bu nedenle günümüz Bilgi Toplumunda, mekanik düşüncenin statik noktasal-doğrusal neden sonuç açıklamaları yerine, Kuantum düşüncesi ile uyumlu sosyal bilimlerin ağ etkileşim paradigması devreye girer. Ağ etkileşim paradigması, beyin işleyişini açıklayan sinir ağları modeli ile paralellik gösterir. Fiziğin Kuantum modeli, biyolojinin sinir ağları modeli ile toplum bilimin, toplumsal bütünün entegre ağ etkileşim modeli, farklı alanlarda şekillenen ikinci bilimsel devrimin paralel yansımalarıdır. Ayrıca gerek biyolojik etkileşim ağları; gerekse toplumsal etkileşim ağları, kendi kendini yapılandıran ve yenileyen (autopoietik) sistemlerdir. Anahtar Kelimeler: Kuantum Paradigması, Teknolojik Paradigmal Kayma, Sistem Analizi, Ağların Organik İşleyişi, Autopoietik Sistem, Sinir Ağları (Connectionist ) Modeli. * Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü. E-mail: husnu.erkan@deu.edu.tr 126 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN REFLECTIONS FROM BASIC TECHNOLOGICAL PARADIGMATIC SHIFTS TO SOCIAL SCIENCES Abstract Unlike other species, man is able to consider the action of thought. Technology is created by the implementation of the human mind and thoughts on nature. The leaps that are seen at the interaction between the human mind and nature/the universe are the shifts of intellectual and technological paradigms. Primitive man first used her or his hand in interaction with the environment. With the informational conglomeration that was provided, she or he formed objects from nature and so after a while traditional technologies were created in this way. The informational capacity available about the observable process of nature came up with the Newton laws as the first scientific revolution. As science oriented to invisible nature, which is subatomic and macro cosmos, instead of the observable one, the paradigm of quantum arose as the second scientific revolution. Society as a whole, which is based on sophisticated and multi-directional human relations, separated into subsystems of economic, technological, social, political and cultural systems and all of these systems also have the mechanism of system, structure and process. This systematization and structuring emerged by themselves as well as having been designed as a product of the human mind, within the social evolution. The connected and dynamic interaction between the systems, structures and processes which constitute society as a whole, creates a network settlement. Thus, nowadays in the Information Society, instead of the static, point-linear cause and effect explanations of mechanical thought, the paradigm of network interaction of social sciences, which is consistent with quantum thought, takes a major role. The paradigm of an interacting network is analogous to the model of neural networks which explains the functioning of the brain. The quantum model of physics, the neural network model of biology and the social sciences’ integrated network interaction model of society as a whole, are the parallel reflections of the second scientific revolution, which are being shaped in different fields. Moreover, both biological interaction networks and social interaction networks are those systems which configure and renew themselves by themselves (autopoietik systems). Key Words: Quantum paradigm, technological paradigm shifting, system analysis, the organic operation of the networks, autopoietik systems, neural networks (connectionist) Model. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 127 Giriş Uygarlığın evrimi, “Temel Teknolojik Paradigma” olarak adlandırdığımız, insanın doğa ve evrenin işleyiş algısındaki köklü sıçramalarla şekillenmektedir. Bu bağlamda, 20.yy’ın ilk çeyreğinde bilimsel paradigmal sıçrama olarak yaşanan Kuantum Devrimi, aynı yüzyılın son çeyreğinde teknolojik uygulamalar olarak yoğun biçimde yaşamımıza girdi. Kuantum düşüncesine dayalı olarak yaşamımıza giren söz konusu yeni teknolojiler ve uygulamalar, insanlığı Bilgi Toplumu’na taşıdı. Bilgi Toplumuyla birlikte hızlanan Bilim, Teknoloji ve Toplum alanlarında yaşanan köklü değişimler, günümüzde giderek Sosyal Bilimlere yansımakta ve yeni yaklaşımların ortaya çıkmasına kaynaklık etmektedir. İşte bu anlamda yaşanan paradigmal kaymadan Sosyal Bilimlere yansıyan temel unsurlara açıklık getirme uğraşı bu makalenin konusunu oluşturuyor. Çalışmada, ilkel ve geleneksel teknolojik paradigmaların özetlenmesinden sonra, akli düşünceden Newtongil Mekanik Paradigmaya giden süreç ile ikinci Bilimsel Devrim olan Kuantum Paradigması özetlenmektedir. Bu paradigmalarla birlikte şekillenen bilimsel açıklamalar, mekanik, organik ve toplumsal sistem konseptleri olarak irdelenmektedir. I. İnsan, Doğa ve Teknoloji İlişkisi Bağlamında ” İlk-el” ve “Geleneksel” Paradigmalar İlkel insan, diğer canlılar gibi doğanın bir parçasıdır. Bu nedenle başlangıçta doğa ile bütünleşik bir yaşam sürmüştür. Ancak diğer canlılardan ayrı olarak insanın aklını kullanma, düşünme ve bilinçli davranma yeteneğine sahip olması, içinde yaşadığı doğaya bilinçli müdahale etmesine yol açmıştır. Kendi varlığını koruyabilmek için, sürüngenlerin dahi alt -beyninde kodlanmış olarak var olan, saldırmak, ya da kaçmak ötesinde insan, düşünce üreterek doğaya müdahale etme yeteneğini geliştirmiştir. İşte insanın, doğa ve evrenle ilişkisinde, ona egemen olabilme yönünde, yeni düşünce ve yöntemler geliştirerek müdahale etmesi teknolojiyi doğurmuştur. İlkel insanının doğaya egemenliğinin başlangıcında, iki önemli gelişme olarak, homo-erectus olarak iki ayak üstünde yürümesi ile el ve parmaklarını doğaya müdahale yönünde kullanması gelir. İnsanın, doğa nimetlerini toplaması, avlaması ve yemesi, elin ve parmakların kullanımı ile gerçekleşmiştir. Bu nedenle insanın, zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, sistematik olarak kullandığı ilk araç eli ve 128 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN parmaklarıdır. İnsanda üst beynin, yani neo-korteksin evrimini tetikleyen de bu olgudur. Daha sonra, konuşma ve dilin gelişimi ile insanlar arası bilgi paylaşımı ve bu bilgi paylaşımı üzerine insanın yeniden düşünme ve işbirliği yeteneği olması, insanı doğa karşısında giderek daha güçlü kılarken, diğer hayvanlardan ayrışmasını sağlamıştır. Başka bir deyimle insan, el ve beyin faaliyetlerinin interaktif etkileşimi ve birlikte evrimi yoluyla gerçekleştirdiği sentez sayesinde doğa üzerinde egemenlik kurma uğraşında başarı kazanmıştır. İnsan- doğa ilişkisinde, doğaya müdahale düşüncede başlamış ve el yardımı ile uygulama şansı yakalamıştır. Zamanla elin uzantısı olan sopa veya sivriltilmiş taş, alet ve edevat olarak insan zihninde oluşan düşüncenin doğaya uygulanışı olarak gerçekleşmiştir. Bu şekilde insanın ürettiği ilk teknoloji, “el-teknolojisi” olup; “İlkel toplum” yapısının şekillenişini yönlendirmiştir. Bir başka deyimle insanlığın doğaya müdahale etme ve ona egemen olma yönünde kullandığı ilk temel teknolojik paradigma, “ilk-el” teknolojisidir. İnsanın uzun evrim sürecinde zamanla doğaya ilişkin kazandığı bilgi birikimi ve deneyimi, elin uzantısı olan yeni alet ve edevatların geliştirilmesine yol açmıştır. Bu yeni alet ve edevat, doğadan alınan malzemenin niteliğini değiştirmeden şekillendirme, örneğin ağaçların sabana dönüştürülmesi, yoluyla sağlanmıştır. Ancak bu şekillendirme, zihinde oluşan ekip biçme, toprağı işleme veya hayvanları ehlileştirme şeklindeki düşünce konseptlerine dayalı olarak gerçekleşmiştir. Bu şekilde elin uzantısı olan ve elin doğrudan kullanımına göre, daha dolambaçlı ve karmaşık bilgi birikimine dayalı olarak geliştirilen bu yeni teknolojik paradigma tarım toplumunun şekillenişini yaşama geçirmiştir. Tarım toplumunda kullanılan teknolojik bilgi birikiminin bin yıllar boyu kuşaktan kuşağa hemen hemen hiç değişmeden aktarılması, bu teknolojik paradigmanın,”geleneksel teknolojik paradigma” olarak adlandırılmasına yol açmıştır. Tarım toplumlarının, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel sistem ve yapılarının şekillenişi de, söz konusu geleneksel teknolojik paradigmanın yarattığı bağlamda evrimleşerek gerçekleşmiştir. İlkel ve geleneksel teknolojileri kullandığı dönemlerde insanların doğa ile ilişkisi, doğanın pratik gözlemlenmesine dayanır ve onunla yaşadığı karşılıklı etkileşim ilişkisinde edindiği kısıtlı bilgi birikimi ile bu pratik teknolojik paradigma evrimleşmesi yaşanmıştır. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 129 II. Logos’un Evriminden Bilimsel Paradigmalara Doğanın pratik gözlemlenmesi yerine, doğanın insan aklı ile açıklama arayışı ilk çağların Ege uygarlığında, İyonya’da başlar. Miletli Doğa Filozofları ile başlayan, doğanın insan aklı ile açıklama çabası, uygarlık tarihinde mitolojik düşünceden , akli düşünceye, yani “mitos” dan “ logos” a geçiştir. Milet’li doğa filozofları olan,Thales, Anaksimandros,Anaksimenes ve Efesli Heraklit yanında Susamlı Pisagor’un düşünce sistemleri insanlığı mitolojik düşünceden, akli düşünceye; yani “mitos” dan “logos” a taşımıştır. Diğer yandan, Urla’lı (Klazomenai’lı) Anaksegoras’ın izinden giden Abdera’lı Demokrit ise, gözlenen doğadaki en küçük parçacık olan “ atom “ kavramını bize kazandırır (Bu arada, Abdera’yı, Pers istilasından kaçan Teos ve Klazomenai’lilerin kurduğu biliniyor ). Mitolojik düşünce, vahşi doğa karşısındaki çaresiz insanın aczini yansıtırken; “logos” , insanın kendi aklı ile doğanın akış ve işleyişini açıklama ve anlama girişimini yansıtır ki, kanımca insanlığın yaşadığı en büyük düşünce devrimlerinden biridir. Ancak ortaçağ, Akdeniz ve Avrupa topoğrafyasında Hıristiyanlık inancının yaygınlaştığı bir dönemdir. Hıristiyanlık inancına göre, insan ilk günahı işlemiş ve bu yüzden cennetten kovulmuştur.Daha doğarken günahkardır. Günahlarından arınması için vaftiz edilir. Zira insan aklı,günaha ve kötüye eğilimlidir; günaha ve kötüye işler. Bu nedenle,soylu ve erdemli yaşam; insan aklına itaat etmekten değil; onu kontrol edecek bir ilahi güçten;yani tanrı buyruğundan geçer. Böylece, mitos’dan logosa geçen insan aklı, bu kez “Teos” un kontrolüne giriyordu. İşte insan aklının yeniden, ikinci kez keşfi, bu defa, yeniden doğuş anlamına gelen Rönesansla gerçekleşti.Rönesans ile insan aklının, sadece kötüye ve günaha değil; iyiye ve güzele de çalıştığı, ilk çağın geometri bilgisinin uzantısı olarak mimarlık ve güzel sanatlarda yaratılan eserlerle sergilendi. Rönesansı yaratan İtalyan kentlerinde ilk çağ ve bilgelik yeniden keşfedildi. İnsanlık, dinsel iktidarın dayattığı zihinsel kalıplardan özgürleşerek, insan düşüncesinin yaratıcılığını ve doğaya üstün gelme mücadelesini yeniden keşfetti. 14.yy sonlarında başlayıp,15.yy da gelişip, 16.yy’a uzanan Rönesans düşüncesinde aklın yeniden keşfi, aynı zamanda insanın ve humanizmanın keşfi anlamına geliyordu. “İnsan isterse her şeyi yapabilir” (L.B. Alberti) tümcesiyle, rönesansın ideal insanı ifade ediliyordu. Alberti ve L. de Vinci gibi yaratıcı ve çok yönlü insanlar en belirgin örneklerdi. Rönesans düşüncesiyle, yerküre merkezli evren düşüncesinden, Kopernik’in (1473-1543) 130 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN Güneş merkezli evren anlayışına geçiliyordu. Keepler, Galilei ve F.Bacon Rönesans düşüncesinin yaratıcılarıydı. Bu gelişmelere paralel olarak 16. yy’ın ilk çeyreğinde batı kilisesinde, Martin Luther ve Jean Calvin’in önderliğinde, dinsel devrimin gerçekleşme süreci yaşandı. Aynı yy. boyunca, Avrupa ülkelerinin çoğunluğuna yayıldı. 15. ve 16. yy’larda rönesansın getirdiği düşünceler, 17. yy felsefi düşünceleri içinde, derlenip toparlanıp sistemleştirildi. Bu süreci yaratan düşünürlerin başında Descartes, Th.Hobbes, Leibniz, Spinoza gibi ünlü düşünürler gelir. Asıl Aydınlanma çağı 18.yy dır.Aydınlanmanın son dönem filozofu Kant: “kendi aklını kullanma cesaretiniz olsun; kendi aklını kullanmayan , insan olamaz, başkasının parçacığı olur” der. İnsanının kendi aklıyla “ bilmeye cesaret etmesi” aydınlanmanın sloganıdır. Rönesans ve hümanizma düşüncesine ek olarak reformasyonun yaşanması ve bu süreçler içinde akli düşüncenin kazanımları, her şeyi aklın süzgecinden geçtiği bir arayışı başlattı.. İşte bu sürecin birikimi olarak, yaşamdaki her şeyin akıl yoluyla açıklamaları aydınlanma düşüncesi ve aydınlanma sürecini yarattı. Avrupa’nın önemli ülkelerinde bir çok bilim insanı ve filozof bu süreçte yerini aldı. Fransa’da Voltaire, J.J. Rousseau ve Ansiklopedistler ; İngiltere’de Newton’un Mekaniğin yasalarıyla ilk bilimsel devrimin ilkelerini ortaya koyması yanında, J.Locke ve D.Hume gibi düşünürlerle, Almanya ‘da Leibniz, Wolff ve nihayet Kant aydınlanmanın düşünür ve filozofları olarak ortaya çıktılar. Aydınlanma düşünürleri, doğa ve evrenin akıl yoluyla kavranabileceğini, açıklanabileceğini ve bu yolla insanların özgürlük ve mutluluğa erişebileceğini savundular. III. İlk Bilimsel Devrim: Newtongil Paradigma Aydınlanma düşüncesi ile yaratılan sanat , bilim ve teknoloji insanlığın günlük yaşamına yansıyarak; ekonomik, politik, sosyal ve kültürel yapıların kökten değişmesine yol açtı. Geleneksel tarım toplumları yerine, giderek ticaret, bankacılık ve sanayi alanındaki gelişmeler sanayi toplumunun yapılanışını devreye soktu. Geleneksel toplum yerini modern topluma bıraktı. Modern sanayi toplumunun temelinde, doğa ve evrenin işleyiş yasaları olarak, akıl ürünü, nedenselliğe dayalı Newtongil mekanik mantık ilişkileri yatar. Newton’un 1687 yılında Yayınladığı Principia (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) adlı eserinde Mekaniğin 3 temel yasasını ortaya koydu. Bu Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 131 olgu bilim tarihinde ilk bilimsel devrim ve İlk bilimsel paradigmanın ortaya çıkmasıydı. Artık insanlık, doğanın işleyiş yasalarını aklı ile bilimsel yasalar olarak açıklıyor; onun işleyiş tekniğini keşfediyor ve yaşamına teknoloji olarak uyguluyordu. Çağ artık insan aklının ürünü olan bilim ve teknoloji çağıydı. Toplumsal değişim ve yenilenmeler bunlar üzerine oturuyordu. T. Kuhn’un (Kuhn, 1970:5) deyimiyle ilk bilimsel devrim ve paradigmal sıçrama Newton yasalarıyla gerçekleştirildi. Newton yasaları, doğanın mekanik işleyişini açıklayan doğa kanunları olarak mekanik bilimin doğmasını sağladı. Böylece mekanik bilim; tüm bilimlerin anası olarak ortaya çıktı. Bu gelişme ile uygarlık tarihi içinde, pratik düşünceden bilimsel düşünceye bir sıçrama yaşanmış oldu. Mekanik Bilimsel düşünce, yaşam bütününden aldığı bir parçayı, soyutlayıp basite indirgeyerek, kurguladığı model içindeki neden-sonuç ilişkisini mantıksal tutarlılık içinde sunan bir yaklaşım olarak şekillendi. “Yeniçağ Fiziği” denildiğinde hemen aklımıza gelen Newton Fiziği, o yüzyıllar için “bilim”den anlaşılan şeyin somut örneği sayıldı. Öyle ki o yüzyıllar için “bilim” demek “Newton Fiziği” demekti. Burada F. Bacon’ın öncülüğünü yaptığı tümevarımcı/deneyci yöntem ile Descartes’ın temsilciliğini yaptığı analitik/matematiksel yöntemin birleştirildiğini görürüz. Zaten ”bilim”, bu yüzyıllardan itibaren, doğada deneysel yoldan elde edilmiş verileri ve bulguları, matematik dili içersinde, yasalar şeklinde ifade etmeye çalışan kesin bilgi faaliyetinin adı oldu (Özlem, 2002:272-73). Doğa bilimleri, bir yönüyle deneylere dayalı pozitif bilim olarak adlandırılırken, diğer yönüyle matematik dilini kullanarak açıklama ve modellerini formüle etti. Araştırmacı özne için, doğa bir “dış dünya”dır. Özne; doğa olaylarını karşıdan izleyerek, deney yoluyla belirleyip, matematiksel olarak formüle etmektedir. Bu yolla doğa ve evrenin işleyişi açıklanır oldu. Bu şekilde elde edilip, deneylerle test edilen bu bilginin, doğaya egemen olmak için belli yöntem ve araçlar şeklinde kullanımı ise yeni teknolojileri doğurdu. Böylece teknoloji, uygulamalı doğa bilimlerinin ürünü oldu. Diğer yandan doğa bilimlerindeki gelişme, sosyal bilimlerin doğmasında etkili oldu. Fransız Devriminin “toplumu” öne çıkarması, toplumsal olay ve sorunların bilimsel açıdan ele alınması ihtiyacı, sosyal bilimlerin doğumunda yönlendirici bir etki yarattı. Hatta Sosyolojinin kurucusu olan O. Comte, toplumu konu alan bu bilim dalına “sosyal fizik” adını veriyordu. Zira top- 132 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN lumu incelerken Newton Fiziğini model almıştı. Aydınlanma düşüncesi ile yeniçağ bilimlerindeki gelişmeler ve Comte’cu fizik merkezli yaklaşımlar pozitivizmi doğurdu. Comte; pozitif düşünceyi toplumsal olaylar için de kullandı. Böylece doğa yasalarını açıklamaya çalışan fizik bilimleri yanında “toplum yasalarını” açıklamaya yönelen bir “sosyal bilim” doğuyordu (Özlem, 2002:275-76). “ Kısacası, bilimsel düşüncenin paradigmal bütünlük içinde sunumu Isaac Newton’ un “Principia” adlı eserinde ortaya kondu. Böylece, bu düşüncenin kökleri , insan aklının kullanımı ve eski Ege uygarlıklarında ortaya çıkan düşünce sisteminin Rönesans döneminde yeniden yapılanışı; hümanizma, reformasyon, aydınlanma ve pozitivizmle tamamlanmasıyla gerçekleşti. Bu yaklaşımda, doğanın işleyişinin fizik-doğa yasaları olarak keşfedilebileceği ve pozitif doğa olaylarının mekanik yasalara göre işlediği temel görüşü vardır. Burada doğa (nesne) dıştan ve karşıdan, özne tarafından gözlenir. Öznenin nesneye müdahalesi söz konusu değildir. Kesin bir öznenesne ayrımı vardır. Bu anlayışı getiren Newtongil Paradigma, ilk bilimsel devrim olan mekanik düşünceye dayalı olarak, doğa ve yaşama yönelik teknolojik gelişmelerle, sanayi uygarlığı ve sanayi toplumunu yapılandırıp şekillendirdi. IV. İkinci Bilimsel Devrim: Kuantum Paradigması Bu çalışmada insanın, doğa ve evrenle ilişkisinde karşımıza çıkan ve doğaya egemen olabilmek için onun işleyiş mekanizmalarıyla bağlantılı olarak geliştirip uyguladığı yeni sistematik bilgi ve düşünce yöntemlerini “ teknoloji” olarak ele aldık. Bu durumda teknoloji; alet ve edevatlar aracılığı ile doğaya uyarlanan ve uygulanan organize ( veya sistematize) olmuş bilgidir. Drucker’in (1992; 267) deyimi ile “ Teknoloji aletlerle ilgili değildir; insanın çalışma biçimi ve düşünme biçimi ile ilgilidir… Teknoloji, insanın bir uzantısı olduğu içindir ki, teknolojideki temel değişme her zaman hem dünya görüşümüzü ifade eder, hem de dünya görüşümüzü değiştirir”. Esasen teknoloji ile insan, doğa ve evrenin işleyiş biçimini çözümlediği için; insanın, doğa ve evrenin işleyiş biçimine ilişkin bilgisidir. Alet ve edevat sadece bu bilgiyi aktarma ve kullanma aracıdır. Uygarlıkların gelişim süreci içinde insanlar, doğa ve evrenin işleyiş bilgisini, önce doğayı gözleyerek edindiler. Doğayı tanıdıkça ona müdahale yolları geliştirdiler. Tarım toplumlarında kullanılan teknolojiler bu türdendir. Ancak zamanla, doğanın Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 133 gizlerini ve işleyişini gözleyerek çözmek ve sınırlı becerilerle ona müdahale etmek yetersiz kaldı. Doğanın gizlerine ve çözümlemesine daha derinliğine inebilmek, insan aklının daha etkin kullanım yöntemleriyle, yani bilimsel dünya görüşü ile gelişti. İşte ilk bilimsel devrim olarak Newton Yasalarıyla doğanın işleyiş biçiminin “mekanik” olduğu algısı yerleşmişti. Bu nedenle sanayi toplumu da makine modeline göre yapılandırıldı. Bilgi ve teknoloji, bilimsel araştırma ve geliştirmenin konusudur. İnsanın, bilim ve teknolojiye yönelim, bilim bazlı dünya görüşü ile mümkündür. Birikmiş bilginin öğrenilmesi ve özümsenip kullanılması mevcut teknolojinin pratik kullanımıyla ilgilidir. Mevcut bilginin arttırılması, bilimsel araştırma, teknolojik gelişme ve yenilikle ilgilidir. Bu nedenle teknoloji, yenilik ve yeni organize bilgi demektir Bu özelliği ile, toplumsal dinamiğin temel belirleyenleri olan teknoloji, bilim ve dünya görüşlerinin; mekan ve zaman boyutları içinde aldığı biçim ile izlediği yol, bize o toplumda uygarlık kalıbının gelişimini verir. Geleneksel değerlere dayalı dünya görüşü, bilim ve teknoloji üretmekte kısır kalırken; bilim bazlı dünya görüşü, yeni bilgi ve teknoloji üretmeye açık bir sistem oluşturur. Teknolojik sistemin mekan ve zaman boyutları içinde geleceğe doğru genişleyip evrilmesi uygarlık kalıbının gelişim yolunu belirler. Uygarlığın, bilim ve teknoloji ekseni üzerinde ilerleyebilmesi, bilim bazlı düşünme temelindeki bir dünya görüşünü gerektirir. İşte yirminci yüzyılın başında başlayıp ilk çeyreğinde şekillenen kuantum devrimi, İkinci Bilimsel Devrim olarak, bilime yeni bir anlayış, yeni bir bakış açısı getirerek, doğa ve evrenin algılayış, analiz ve araştırma yöntemlerinin değişmesine neden oldu. Bu gelişme, hem doğa bilimlerinin, hem de sosyal bilimlerin araştırma yöntemlerinin değişmesine yol açtı. Einstein’ın İzafiyet Teorisi ile başlayıp; parçacık fiziğindeki gelişmeler, yeni paradigmanın gelişmesine yol açtı. Mekanik anlayışta, sürpriz ve düzensizlik içermeyen doğa anlayışı, termodinamiğin ısı etkisiyle, İzafiyet Teorisi ve atom düşüncesinden, atom altı parçacıklara inilerek atomun iç yapısının çözümlenmesiyle değişti; yani parçacık ve çekirdek fiziğindeki gelişmeler Kuantum düşüncesini yarattı. Atom altında temel parçacıkların, hem tanecik (foton), hem de dalga yapısı göstermesi, konum ve hız açısından, kesin durumların değil olasılıkların geçerli olduğu görüldü.Atom altında enerjinin açığa çıkışı sürekli değil, tanımlanmış miktarlarda (kuantalar) şeklinde gerçekleşiyordu. 134 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN Atom altı parçalarda olduğu gibi, makro evrenin de durağan değil büyük patlamadan beri genişleyen bir yapısı olduğu görüşü geçerlilik kazandı. Mikro ve makro kozmosun açıklaması, tek düzelilik ve istikrara değil; karmaşık bir işleyişe sahip olduğu görüldü. Bu nedenle yeni bilim anlayışı, klasik standart ve mekanik etkileşim algısından; süreksizlik, belirsizlik ve olasılık öğelerinin geçerli olduğu bir etkileşim sistemine oturtuldu. Fizik, mekanik ve elektronik başta olmak üzere bütün bilim dalları, yeni araştırma yöntem ve modellerine yöneldi. Mikro elektronikte yaşanan sıçrama, yeni ürün ve teknolojiler yarattı; mikro biyolojide DNA şifrelerinin kodları çözülerek genetikte de sıçramalar yaşandı. Bu durum eski bilim anlayışı olan mekanik düşüncenin ve mekanik bilimin aşılmasını getirirken; yeni bilim, yeni teknoloji anlayışı ve araştırma yöntemlerini devreye soktu. Zira mekanik paradigmanın statik nokta anlayışı, kuantum paradigmasının zaman ve mekân boyutları içinde yer alan olay ve olguların, dinamik sistem ve süreçler oluşturduğu anlayışına yerini bıraktı. Ancak bu durumda karşımıza çıkan sistem ve süreçlerin karmaşıklığı ile çok yönlülüğü, değişik yönlerden, relativite (görelilik kuramı), kaos kuramı, karmaşıklık kuramı gibi yaklaşımların doğmasına yol açtı. Böylece, mekanik düşüncedeki doğal denge durumundan; doğadaki veya toplumsal olay ve süreçlerdeki kaotik, dinamik, çok yönlü ve karmaşık durumların varlık ve analizine yönelim gerçekleşti. Kuantum paradigmasında, çok sayıdaki karmaşık ilişkilerin, karşılıklı interaktif etkileşimli bir bütün olarak ele alınması, karşılıklı etkileşim ilişkilerinin bir ağ ve sistem oluşturmasını; bu sistemin zaman ve mekan boyutlarında kazandığı işlerlik ise süreç düşüncesini gündeme getirdi. Mekanik paradigmadan kuantum paradigmasına kayış, nokta durumdan; sistem ve süreç durumlarına geçişi beraberinde getirirken, toplumsal ve ekonomik olgular da, sistem ve süreç olarak yeni ve bütüncül etkileşim şeması içinde ele alınır oldu. Yine mekanik paradigmada, doğa ve toplumun işleyiş modeli, “makine” imajıyla evrenin rasyonel işlediği varsayımına dayanıyordu. Rasyonelliğe dayalı mekanik işleyiş içindeki evren bütünü, istendiği kadar küçük parçalarına (atom) ayrılıp, soyutlanıp tek başına ele alınabilir düşüncesi geçerliydi. Başka bir deyişle evren bütününün, kesin, değişmez, mekanik, determinist etkileşim gösterdiği kabullenilmişti. • Oysa ki, kuantum paradigması, evren anlayışına farklı bir yaklaşım getirdi. Kuantum dünya görüşü, mekanik paradigmanın getirdiği belirlilik ve mutlaklık ilkesi yerine belirsizliği ve olasılığı; tek yönlü ve mutlak nedensellik yerine, interaktif etkileşimden oluşan sistem Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 135 bütününü ve objektif tek gerçeklik yerine, etkileşim sisteminin oluşturduğu yapılanmayı ikame etti. Böylece, kuantum paradigmasında doğa ve toplumun algılanışı ve açıklanışı mekanik paradigmaya göre tümüyle farklı bir içerik, işleyiş ve açıklama kazandı. • Karşılıklı bağlantı ve ilişkilerin sistem içinde şekillendiği, • Sonuçların olasılıklar içinde gerçekleştiği, • Sistem içindeki, zıtlıkların, olumlu ve olumsuz gelişmelerin sistem öğelerinin yapılanış ve işleyişine göre olumlu ve olumsuz olabileceği ve sistem bütününün, alt sistem ve süreçlerinde kısa dönemde farklı yönde gelişmelerin olabileceği doğrusal olmayanbir işleyiş olduğu ortaya kondu. Bu anlayışın Sosyal bilimlere yansıması, araştırmacının, tek tek ve anlık neden-sonuç bağlantılarını keşfetmesi yerine, dünden bugüne gelen ve bugünden geleceğe uzanan sistem, yapılanma ve süreç işleyişlerinin bağlantılarını bulup, bu bağlantıların oluşturduğu davranış kalıplarını keşfetme görevi öne çıktı. V. Toplumsal Ağların Organik İşleyişi İkinci bilimsel devrimin, gerek atom altındaki parçacıklar arasındaki ilişkilerin, gerekse canlı organizmaların işleyiş ağının, hem bir sistem, hem bir yapılanma, hem de dinamik bir akış ve işleyiş, yani süreç olduğuna ilişkin bulgusu toplumsal bütün için de geçerlidir. Toplumsal sistemler de sistem, yapılanma ve süreç mantığına dayalı dinamik ve interaktif etkileşim analizi içinde ele alınabilir. Toplumsal bütün, sosyal sistem yanında, teknolojik, ekonomik, politik ve kültürel sistemleri de kendi bünyesinde birlikte içermekte olup; kapalı değil, açık ve entegre bir sistemdir. Toplumsal bütün canlı sistemler gibi, birbiriyle organik olarak bütünleşmiş ve birbiri içinde organik olarak yurtlanmış sistemler olarak; çoklu, dinamik, doğrusal olmayan, çapraz ilişkileri de içeren “ağ sistemi”, bu sistem içindeki “yapılanma” ve “süreç “ler arasında ortaya çıkan kuantum etkileşimli bütünleşik bir işleyişe sahiptir. Nitekim Castellany ve Hafferty (2009:38), sosyal pratiğin beş bileşeni olarak, inter-aksiyon, sosyal birimler, iletişim, sosyal bilgi ve bunların eşleştirilmesi olarak görür. Ayrıca sosyal karmaşıklığı; sistem ve ağ etkileşimli yeni bir bilimsel yaklaşım (s. 98) olarak ele alırlar. Ağ analizlerine ve karmaşıklık teorisine, fizikten matematik, biyoloji, ekonomi ve sosyolojiye kadar uzanan günümüz bilimsel uğraşının tüm 136 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN alanlarında karşılaşıyoruz (Newman 2003;Watts:2004; Newman, Barabasi ve Watts:2006). Toplumsal sistemdeki yapılanmaların içerdiği; • Ağ bütününde yer alan sistemler, • Zaman boyutundaki tarihsel birikimlerle çeşitlenmiş yapılanmalar ve • Sistem ve yapıların birlikte oluşturduğu bütünün çoklu etkileşim ilişkisi içindeki dinamik akış ve işleyişlere dayalı süreçler ile süreç içindeki her türlü etkileşimler dikkate alınıyor. Sistem analizinde; • Sistem bütünü, • Sistem unsurları (elemanları), • Unsurlar arası bağlantılar (ilişkiler), • Açık sistem olarak çevre ile ilişkileri ve • Sistemin davranışı gündeme gelir. Örneğin, bir sosyal grup bir sistem bütünü, bireyler sistem unsuru ve bireyler arası iletişim, unsurlararası bağlantıyı verir. Yine sayılar sistemi; unsurlar olarak rakamlardan ve rakamlar arası bağlantılar olarak matematikteki mantıksal ilişkilerden oluşur. Sistem analizinde sistem bütünü, tekrar alt sistemlere ayrılabilir. Böylece farklı sistem düzeyleri ve sistem hiyerarşisi oluşur. Her sistem düzeyinde hangi unsurların alt sistem oluşturduğu yeniden belirlenir. Analiz yöntemi olarak sistem analizi; bütüncül bir bakış açısına sahiptir. Çünkü bütün tek tek parçaların toplamından farklıdır. Bütün, kendi elemanlarına ayrılarak sistemin iç yapılanışı ortaya konur. Biyolojik sistemlerin aksine, sosyal sistemlerin amaçları vardır. Amaçlar, sistemlerin varoluş gerekçeleridir. Sistem unsurları, sistemi oluşturan temel yapı taşlarıdır. Sistem unsurları çeşit, sayı ve işlev açısından ele alınabilir. Sistemin içerdiği unsurların kendi arasında gösterdiği uyum, yani içsel tutarlılık ölçüsünde, sistemin amaçlarını gerçekleştirme ve etkin olma şansı vardır. İçsel tutarlılık, sistemin başarısında ön koşul niteliğindedir. Sistem elemanları arasındaki ilişkiler bütünü bir ağ (network) oluşturur ya da bir başka deyimle ağ bütünü, bir sistem olarak ortaya çıkar. Bu durum canlı ve cansız tüm sistemler için geçerlidir. Örneğin; atomdan, atom altındaki parçacıklar arasındaki ilişkilere geçiş, noktadan ağ sistemine geçiştir. Canlılar dünyasındaki organizma, hücreler, organlar ve organ sistemlerinden; hücre ise molekül ağlarından oluşur. Farklı hiyerarşik düzeydeki sistemlerin elemanları bir diğerinden farklılık gösterdiği gibi ,sistem ilişkileri; içsel ve Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 137 dışsal ilişkiler olmak üzere iki açıdan inceleme konusu yapılır. Sistemin içsel ilişkilerinin düzeyi ve yapısı sistemin işlerliği açısından; sistemin dışsal ilişkilerinin varlığı veya yokluğu açık ve kapalı sistem olması açısından önem taşır. Sistemin davranışı, sistemin içerdiği unsurlar ile bunların özellikleri ve sistemdeki ilişkiler tarafından birlikte belirlenir. Öte yandan sistemdeki ilişkileri belirleyen bir başka boyut, sistemin organizasyon yapısıdır. Sistem bütünü içindeki ilişkilerin uyumu, sistem amacı doğrultusunda ve sistem bütünselliği yönünde sinerji yaratırken, uyumsuzluk ve çatışmanın boyutu; sistemin negatif sinerji üreterek çözülmesine ve çökmesine kadar gidebilir. Sistem analizinde; incelenen “genel sistem” ve “bütün sistem”-“alt sistem” ayrımı yanında, ayrıca “kısmi sistem” ayrımı yapılır. Alt sistemlerin belirlenmesinde sistem bütünü aynı düzeydeki paralel parçalarına ayrılırken; kısmi sistemlerin belirlenmesinde, sistemin bütünselliği korunarak, yalnızca belli bir yönü ele alınır. Örneğin; bir işletmede tedarik, üretim, pazarlama alt sistemlerken; işletme içi hiyerarşi, iletişim ve sosyal ilişkiler kısmi sistemler olarak her alanda ortaya çıkar. Sosyal ilişki, hiyerarşi ve iletişim unsurları hem tedarikte, hem üretim, hem de pazarlama sistemlerinde, yani sistem bütününde ortaya çıkan unsurlar olup bunlar kısmi sistemler olarak ele alınırlar. Kısmi sistem, sistem bütününün analitik yapılanışını yansıtması açısından önem taşır. “Alt sistem” ile “kısmi sistem” ayrımının ortaya konulması sayesinde, sistem yapılanmasını belirleyen ilişki ve özellikler daha bir açıklık kazanır. Canlı organizma olarak insanların bilinç dışı gerçekleştirdiği sindirim, dolaşım gibi faaliyetleri ötesinde; bilinçli, niyetli, amaçlı olarak kendi özgür iradesi ile gerçekleştirdiği davranışları vardır. Capra’ya göre (2003:104 vd.) bunlardan ilki, yaşamın evrim süreci ve doğal seleksiyon sonunda şekillenmiş olan bu yapılanma, oluşmuş yapılar (emergent structures); buna karşın ikinciler tasarlanmış yapıları (designed structures) oluşturur. Benzer bir ayrım L. von Hayek’te spontan (kendiliğinden) şekillenmiş sosyal düzen ve organize edilmiş sosyal düzen olarak ele alınır. Tasarlanmış, yani organize edilmiş sosyal sistemlerin belli bir amacı, somut insan kurgusu bir yapılanışı ve işleyişine ilişkin kuralları vardır. Buna karşın insan dışı doğada, amaç ve planlanmış bilinçli yönelimler yoktur. Sadece uzun evrim ve seleksiyon sürecinin şekillendirdiği, oluşmuş yapılar vardır. Doğanın yapılanışında, ne amaçlar, ne de tasarlanmış sistemler yer alır. Çünkü amaçlı davranış, yansıtılmış bilinç niteliğiyle insan dışı doğada yaygın değildir. 138 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN İnsan örgütlenmeleri söz konusu tasarlanmış ve kendiliğinden oluşmuş yapıları her zaman birlikte içerir. Tasarlanmış yapılar, örgütlerin daha çok şekli yapılanması olup, resmi (formel) organizasyon şeması olarak yer alır. Buna karşın kendiliğinden oluşmuş yapılanmalar örgütün resmi olmayan (informel) ağ-sistemi ve toplumsal yaşam pratiği olarak şekillenir. Örgütler, her ikisine de ihtiyaç duyar. Tasarlanmış yapılar, örgütün etkin işleyişi için ihtiyaç duyulan kural ve rutin işleyişler için gereklidir. Organizasyon içinde istikrarı sağlar. Buna karşın kendiliğinden oluşan yapılanma, örgüte yenilik, yaratıcılık ve esneklik getirir. Yapılanma içinde uyum, değişim ve gelişimi belirler. Bu nedenle insan odaklı sosyal örgütlenmede, güç ilişkilerinin vücut bulduğu tasarlanmış yapının getirmek istediği istikrar ile kendiliğinden şekillenen yapılanışın getirdiği örgütsel canlılık ve yaratıcılık arasında bir gerilim kaçınılmazdır. Başarılı yöneticiler bu iki farklı yapılanmayı dengeli ve dinamik biçimde yönetir. Canlı ve sosyal sistemlerin davranışları arasında belli paralellikler ve belli farklılıklar vardır. Canlı sistemler sürekli kendi kendini yaratan, yenileyen ve yapılanan sistemlerdir. Canlıların hücresel ağları, kimyasal sistem olarak doğrusal olmayan bir organizasyon kalıbına sahiptir. Hücresel ağ sisteminin yapı ve süreçlerini oluşturan ağ sisteminin ilinti ve bağlantılarını anlayabilmek için moleküler biyoloji ve biyokimya bilgisi, yani enzim ve enzimin protein sentezlemedeki rolünün bilinmesi zorunludur. Toplumsal ağlar da, biyolojik ağlar gibi doğrusal olmayan bir organizasyon yapısına sahiptir. Ancak sosyal ağların ilinti ve bağlantı sistemleri, iletişim ağları şeklinde yapılanır. İletişim ağları, sembolik dil, kültür bağımlılıkları, bilinç, güç ilişkileri ve benzeri unsurlar şeklinde devreye girer. Toplumsal sistemler de biyolojik sistemler gibi kendi kendini yaratan, üreten, yenileyen ve yapılandıran (otopoietik) sistemlerdir. Ancak canlı sistem değillerdir. Daha çok dil, bilinç ve kültürel bağlantılı bilişsel sistemlerdir (Luhmann 1990; Capra 2003:70). Zira toplumsal ağ sistemi içindeki iletişim, sürekli değişir, yenilenir ve yeniden üretilirken; iletişim ağları da kendini sürekli değiştirir ve yeniden üretir. Her iletişim, yarattığı düşünce, içerik ve anlamlarıyla, sistem bütününü etkileyerek başkaca iletişim unsurlarının devreye girmesine yol açar. Her yeni iletişim, yeni düşünce, anlam ve yorum konseptleri yaratırken, aynı zamanda yeni duruma göre verilecek tepki ve davranış kalıpları ile sosyal yapıda değişime yol açar. İnsanlar için bir şeye yüklenen anlam önemlidir. İç ve dış dünyamızda hissettiğimiz veya diğer insanlarla olan ilişkilerimizde vereceğimiz tepkiler, olay ve konuya yüklediğimiz anlamla Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 139 ilgilidir. Zihnimizde hedeflediğimiz amaçlara uygun davranış ihtiyacı, ilgili konuya yüklediğimiz anlamla yakından ilgilidir. Sosyal bilimler alanındaki sistem analizi, sistem bütününü sistem bileşenlerine ayırırken konu, toplumsal etkileşimden, bireysel etkileşime kadar inen farklı düzeyleri gündeme getirir. Toplumsal bütün; toplumsal düzeyde, kurumsal düzeyde, örgütsel düzeyde, bireysel düzeyde ve etkileşim düzeyinde inceleme konusu olabilir. Analizde bunların birlikte ele alınması sistem hiyerarşisini verir. Ele alınan sistemin toplumsal düzeyde analizi, toplum bütününe ait ilişkilerle bunların değişimini içerir. Öte yandan toplumsal düzeydeki analizlerde, diğer analiz düzeylerinde elde edilen bilgilerin de dikkate alınması gerekir. Fiziki ve biyolojik sistemler yanında insan odaklı yapılanmalar olarak toplumsal sistemler, toplumu oluşturan insanların ilişki, davranış, tutum ve kararlarına ilişkin kurallar bütününden oluşur. Bu nedenle toplumsal sistem, davranış ve karar sistemleri şeklinde yapılanır. Analizin odağında insan ve insan grupları yer alır. İnsanların davranış ve kararları, belli ihtiyaçları gidermeye yönelik işlevleri üstlenecek biçimde şekillenir: • Mal ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketimi yoluyla insan ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik işlevler, ekonomiktir. • İnsanlar ve insan grupları arasındaki ilişki ve bir arada yaşama ihtiyacını karşılama işlevi sosyaldir. Sosyal ağlar, insan grupları arasındaki bütünleşmeyi sağlar. • Yaşamı kolaylaştırabilmek için bir araya gelmiş insan topluluklarının yönetimi ve ortak amaçları gerçekleştirmeye yönelik işlevler politiktir. . • İnsanlar psikolojik doyuma ihtiyaç duyarlar ve bunu sağlayan yaşam unsurlarını korumak isterler. Onlarla duygusal bağları vardır. İnsanın bu ihtiyaçlarını karşılama işlevi kültüreldir. • Doğa ile ilişkisinde insan, ona egemen olma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyacı karşılama işlevi teknolojiye aittir. Teknoloji üretmek bilimsel yöntemlerden geçer. Teknolojik paradigmadaki kaymalarla, insanın doğa ve evren algısı değişir. Bilim ve teknolojide yeni yöntemler devreye girer; ekonomik ilişkiler daha üst düzlemlere taşınır. Böylece “toplumsal bütün”, insan ihtiyaçlarını karşılama işlevini üstlenmiş; birbiri içinde yurtlanmış; interaktif etkileşimli; ekonomik, politik sosyal, kültürel ve teknolojik olmak üzere beş sistemin bütünleştiği bir 140 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN yapılanmadır (Erkan-Erkan 1998: 57). İnsan bünyesini oluşturan sistem ve yapıların işleyiş ilişkileri ile toplumsal bütünün sistem ve yapıların etkileşim ilişkileri arasında paralellikler kurabiliriz. Dinamik ve çoklu etkileşim için ana örnek beyin ağlarının işleyiş modelidir. Beynin yapılanışı ve bu yapılanış içinde yurtlanmış olan sinir ağları ve dendirit bağlantıları yoluyla beynin fiziko–kimyasal işleyişi ile toplumda insan ilişkileri içinde yurtlanmış olan ekonomik, politik, kültürel ve teknolojik sistemleri oluşturan unsurlar arasında önemli paralellikler olduğu görülür. Burada beyindeki dendirit bağlantıları,insan ilişkilerine; dendritlerdeki sinyal iletici ve algılayıcı proteinler,insanlar arasındaki iletişime ve buradaki enzimlerin türü insanlar arasındaki pozitif veya negatif algı ve sinerjilere benzetilebilir. Evrenin en karmaşık etkileşim sistemi beyin olarak bilinirken; buna en çok yaklaşanı da toplumsal ilişkilerdir. Her ikisinde de oluşmuş ağ yapılanmaları içinde şekillenen karşılıklı ve karmaşık etkileşim ilişkileri vardır. Ayrıca, toplumsal bütünü oluşturan sistemlere benzer biçimde insan bünyesi de sinir, sindirim, solunum, enzim ve dolaşım sistemlerine sahiptir. Bu sistemler, insan bünyesinin morfolojik ve fizyolojik evrimsel yapılanışı içinde yurtlanmış olarak vardır. Biri olmadan diğeri de olamaz. Ancak her biri ayrı bir işleve sahiptir. Her biri işlevini yerine getirirken diğerinin içinde yurtlanmış ve yerleşik durumdadır ve sürekli birbirini besleyen interaktif etkileşim ilişkisine sahiptirler. Örneğin dolaşım sistemi, beynin kılcal damarlarının ayrıntılarına kadar yurtlanıp, oraya besin ve oksijen taşırken; sinir ağları da sindirim ve dolaşım sistemleri içinde yurtlanarak onların işlevlerini yerine getirmesini sağlar. Bu tür interaktif ve organik etkileşim ilişkisi, bünyeyi oluşturan tüm sistemler arasında vardır. Benzer ve paralel bir etkileşim ilişkisi toplumsal sistemler içinde de geçerlidir. Sosyal ilişkiler ve ekonomik çıkar ağları, politik işleyişler içinde yurtlandığı gibi, teknolojik sistemlerin de politika ve ekonomik çıkar ilişkilerinin işleyişini nasıl yönlendirdiğini günlük olarak yaşıyoruz. Hatta bu analojide, sinir ağlarının (beynin) yaratıcı sinerjisini bilimsel-teknolojik sisteme; sindirimle besinleri vücut için yararlı duruma getirmeyi ekonomik üretim ve tüketime; dolaşım sisteminin besin ve oksijen taşıma işlevini, sosyal ilişkilere; enzimolojik sistemin işlevini kültürel öğelerin toplumdaki işlevine; solunum sisteminin etkilerini politik alanın işlevine ve nihayet insanın doğal çevre bağlantısını, küresel çevre ile paralel görebiliriz. Ayrıca, mekanik sistemlerin aksine, canlı sistemler gibi toplumsal sistemler de, kendi kendini yenileyen, uyum Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 141 gösteren ve yapılandıran sistemlerdir. Bu nedenle, toplumsal sistemleri işleyiş açısından “organik” sistemler olarak adlandırabiliriz. Diğer yandan insan bünyesini oluşturan sistemlerin her birinin kendine özgü bir örgütlenişi, yapılanışı, işleyişi ve işlevi vardır. Bu özellikleri nedeniyle bir sistem olarak her biri, kendi işlevini yerine getirirken diğeri içinde yurtlanmış olarak onu besler, işleyiş ve çalışmasını sağlar. Canlının organik evrim sürecinde bu sistemler arasında ortaya çıkan uyum, insan vücudunun sağlıklı işlemesini hep birlikte sağlarlar. Aralarında pozitif bir etkileşim vardır. Bunların herhangi birinde ortaya çıkan hasar ve hastalık diğerlerinin işleyişini de olumsuz etkiler. Bu etkileşimde dikkat edilmesi gereken nokta, bu sistemlerden hiçbirisinin diğerinin işlevini üstlenmemesidir. Kendi içinde kısmi işlev üstlenmesi olabilir. Örneğin, kalp yan damarlarının birindeki kısmi bozulmayı çevredeki diğer damarlar üstlenebilir. Ya da beynin iç işleyişinde de bu tür kısmi üstlenme benzerliği bulunuyor. Ancak insan bünyesi içindeki hiçbir sistem, diğer sistemin işlevini üstlenmez. Örneğin, beyinle sindiremez; midemizle düşünemez, ya da kalbinizle solunum ve sindirim işlevini yerine getiremeyiz. Bu paralelliği toplumsal bütüne taşırsak, ekonomik, teknolojik, politik, kültürel, sosyal ve küresel sistemlerin her birinin insanlar için ayrı bir işlevi vardır. Birinin işlevini diğerine taşıma uğraşı, ayrı bir sistem olmanın getirdiği işleyiş ve işlevselliği bozar. Örneğin, Türkiye’de KİT’leri, ekonomik alanın gereği olarak verimlilik ve etkinlik kriterine göre değil, politik kriterlere göre yönetilmesi nedeniyle işlevlerini yitirdiler. Benzer bir biçimde, Doğu Blokunun çökmesinde, ekonomik alanda, etkinlik ve verimlilik kriterleri yerine, ideolojik – politik kriterlere verilen abartılı öncelik sistemin etkinliğini engelledi. Aynı şekilde, geçmişin otoriter toplumlarındaki tek boyutlu ve mutlakçı ideolojiler diğer sistemlerin işlevselliğini engellediği için sürdürülemez oldular. Yine, kültürel (dini) alanın değer ve norm sistemlerini, çoğu islam ülkesinde olduğu gibi, politik veya ekonomik alana hakim kılmak, ekonomi ve toplumun sağlıklı işleyişini bozar. Zira, ekonomik, politik ve teknolojik-bilimsel sistemlerin etkinliği için bunların kendi işlevi rotasında sistemleşip yapılandırılması gerekir. Kısacası, insan bünyesinin sağlıklı işleyişi gibi, toplumsal bütünün sağlıklı işleyişi de, her toplumun tarihsel evrim ve değişim süreci içinde, her sistem kendi işlevi doğrultusunda organize olduğu, yapılandığı ve yönlendirildiği sürece etkindir. Kendi aralarındaki karşılıklı etkileşiminin, pozitif sinerji yaratacak biçimde dizayn edilmesi, sistem bütünselliği için zorunludur. Üstelik buradaki evrim ve değişim, biyolojik evrime göre çok daha kısa sürede, çok daha hızlı ve 142 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN insan aklıyla belli sınırlar içinde yönlendirilebilir biçimde şekillendiği için uygulamadaki reform politikalarında, sistemler arası etkileşimin, değişim, uyum ve sinerji yaratma özelliği, sürekli gözetilmelidir. Ayrıca karmaşık bütünü yönlendirme uğraşının başarısı, bilim bazlı, titizlikle oluşturulmuş strateji ve politika üretiminden geçer. VI. Paradigmalarda Sezgiler ve Duygusal Zeka Mekanik paradigmada kesin bir özne nesne ayrımı vardır. Bilimsel uğraşın öznesi olan bilim insanı, inceleme konusuna karşıdan bakar. Burada bilimsel olay, önceden olup bitmiş, pozitif bir olgudur. Bilim insanı, bu olay veya olguda ortaya çıkan sonucun hangi neden veya nedenler tarafından belirlendiğini ortaya koyar. Böylece, bilim insanının ortaya koyduğu, olmuş bir olay veya olgunun sonucu ile bu sonucu belirleyen nedenler ve aralarındaki ilişki üçlüsü birlikte bilimin nesnel alanını oluşturur. Belirleyenler, olaya ilişkin bir genel hipotez ve bu hipotezin uygulanabilirlik koşullarını içerir. Bunlar birlikte, bir bilimsel teorinin açıklayanlarını oluşturur. Bu açıklayanlar ile sonuç arasındaki ilişki ise bir dedüksiyon (tümden gelim) sürecidir. Bu mantık ilişkisi, zaten pozitif bir olgu olarak var olan sonucu, olayı açıklama konumundaki genel hipotezden ve uygulanabilirlik koşullarından, şekli mantık kuralları içinde üretir. “Eğer …. (şöyle şöyle)….ise; bundan dolayı …(böyle böyle)… dir” şeklinde bir bilimsel ifade ortaya konur. Burada sadece, açıklanan ile açıklayanlar arsındaki şekli mantık ilişkisi formüle edilir. Üstelik bu ilişkiler zaten matematik veya mantığın şekli (formel) kalıpları içinde yapılır. Bu yaklaşımda bilim insanının duygu, heyecan, sezgi, motivasyon gibi tüm insani özellikleri, bilimsel açıklamanın, herkese açık olan nesnel alanında değil, bilim insanının öznel alanında yer alır. Öznel alan bilim insanının özel yaşantısı olarak görülür. Ancak ayrı bir bilim alanı olan bilgi sosyolojisinin konusuna girer. Kuantum paradigmasında ise durum tersinedir. Burada olmuş bir olayın, tek yönlü neden sonuç ilişkisi yerine; henüz olmamış ve olmasını istediğimiz veya bilmediğimiz ve görmediğimiz karmaşık ilişki ağı içinde nelerin olabileceği, bir zaman süreci içinde araştırılır. Üstelik bu süreç, dinamik ve değişkendir. Kalıplaşmış ilişkiler değil, sürekli değişen ilişkiler ve belirsizlikler içerir. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 143 İşte kuantum paradigmasında bilim insanı kendini tam da bu akıp giden dinamik ağ etkileşiminin içinde bulur. Bu ilişkilerin neler olabileceği ancak araştırmacının sezgileriyle keşfedilir. Ayrıca, bu sezgilerin oluşması için uzun süre, beyninin bu konu ile meşgul olması, bilgi birikimi, deneyim ve öğrenme süreçlerine sahip olması gerekir. İlişki ağı içindeki etkileşimin keşfi için en büyük yardımcı, bilim insanının bu konuya odaklanması, sezgileri, bulgularına yüklediği anlam, tutkuları, heyecanı ve motivasyonudur. Bilim insanı, bilimsel uğraş konusu olan olayın tam içinde ve onunla haşır neşir olur. Üstelik olayı karşıdan ve dıştan izleme şansı zaten yoktur. Zira burada görünmeyen doğa veya bilmediğimiz geleceğimiz araştırma konusu olur. Araştırma sürecinin bir parçası olan araştırmacı, konusu ile ilgili olan, geçmişteki kendi ön yargılarını öne çıkarırsa, yeniyi ve değişik olanı yakalama konusunda kendi yolunu tıkamış olur. Bu nedenle araştırmacı, araştırma konusuna odaklanarak, süreç unsularının içerdiği ağdaki etkileşim ilişkilerinin yönelimlerinden kaynaklanan sezgileri ve onlara yüklediği yeni anlamla yeniye ve geleceğe ilişkin akışı ve yenilikleri görme şansı yakalar. Kuantum paradigması ile yaşanan bu sıçrama hem bilimi, hem de insanlığı ve uygarlığı yeni bir spektruma ve yeni bir toplum yapısına yönlendirdi. Başka bir deyimle, yeni paradigma insanlığı bilgi toplumuna, bilgi uygarlığına ve bilgi teknolojilerine yönelmenin yollarını açtı. Burada artık görünen doğanın pozitif ilişkileri yerine; görünmez doğanın; yani atom altı parçalarla, DNA şifrelerinin davranış ve ilişkileri öne çıktı. Yeni yaklaşımda akıl, mantık, sezgi ve duygusal zekamızın da kullanımı ile beynin birikim ve odaklanmasının yarattığı, yeni anlamlandırma, fikir ve hayallerin önemi devreye girdi. Olanı değil, olmayanı araştırmak ve yeniliği yakalamak önem kazandı. Bugün bilimin kuantum düşüncesiyle ulaştığı düzey; bilinmeyeni, geleceği ve yeniyi keşfetme uğraşı içindeki insanın ve insan beyninin tüm potansiyeli ile araştırma süreçlerinin içinde yer aldığını ortaya koydu. Araştırmacı, mekanik düşüncedeki gibi araştırılanın dışında değil; sosyal bilimlerdeki gibi araştırılanın bir parçası olarak öne çıktı. Araştırmada; nesne öznenin mutlak ayrımı ortadan kalktı. Araştırmacı özne, artık araştırma sürecini ve yeni bilgi üretme sürecinin bir parçası durumuna geldi. 144 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN VII. Kuantum Ağ Etkileşimi için Model Arayışları Ağ etkileşim sistemleri farklı düzeylerde birbiri ile bağlantılı (connectionist) modeller olarak kurgulanmaktadır. Ağ etkileşim modellerinin, basitten karmaşığa kadar çok sayıda örnekleri oluşturulmakla birlikte, sosyal sürecin karmaşıklığını, dinamizmini ve öğrenme süresini kavrayabilmesi açısından iki model türü birbiri ile yarışmaktadır. Daha çok yapay zeka, bilişsel (cognitive) teori, nöröloji bilimi, psikoloji ve zihin felsefesi alanlarındaki çalışmaların ürünü olarak bu araştırmalar şekillenmektedir. Bunlardan birincisi, bilgisayar sistemini model alan yaklaşımlardır (computational modelling). Bu yaklaşımda bağlantılı – bütünleşik ağ etkileşim modeli; içerdiği birbiri ile bağlantılı süreçlerin oluşturduğu bir ağ modelidir. Daha çok sembolik mantığa dayalı şematik amaçlı olarak yapılandırılmış modellerdir. Bu modeller, • Zaman içinde birbiriyle bağlantılı unsurlar, • Birbirine benzer unsurlar veya • Birbiriyle zıtlık (karşıtlık) içindeki unsurların bağlantılandırıldığı modellerdir. Ağ etkileşim modellerinin giderek daha çok ön plana çıkan bir türü, beynin çalışması esasına dayalı Sinir Ağları Modelidir. Bu tür ağ-sistem (connectionst network veya neural network) modellerinde öğrenme özel sonuçlar doğurmaktadır. Zihnin yaratıcı işlevi sistem dinamikleri için belirleyicidir. Bu modellerin özellikleri şöyle özetlenebilir (M.W. Eysenck, M. T. Keane, 2000:9-10): • Bu tür ağ etkileşim sistemleri, beyin ve sinir hücresi benzeri bir yapılanma içinde temel birim veya noktalar içerir. Her birim, bir diğeri ile çok sayıda bağlantıya sahiptir. • Her birimde ortaya çıkan bir uyarı veya sinyal diğer birimleri de etkiler. • Her birime ulaşan bir etki; etkileşim içindeki etkilerin ağırlıklı ortalamasının belli bir eşik değeri aşması durumunda buradan kaynaklanan tek bir etki (sonuc) üretir. • Ağ bütününün karakteri onu oluşturan birimlerin birlikte belirlediği ağırlığa göre şekillenir. • Birimler arasındaki bağlantının gücündeki değişim, bütünde geçerli Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 145 kurallarca şekillendirilir. • Ağ bütünü farklı düzeyde yapı ve bağlantılara sahiptir. Girdi birim bağlantısı; ara bağlantı ve çıktı bağlantıları oluşur. • Bağlantı konsepti, bütün içinde farklı biçimde dağılıp yapılanan bir davranış kalıbı oluşturabilir. • Aynı ağ sistemi; birbirinden çok farklı davranış kalıplarının oluşumuna yol açabilir. • Ağdaki önemli bir öğrenme kuralı hatalardan geri bağlantı yoluyla yararlanma şansıdır. Ağ bütünü bir davranışı öğrenebilir, içerdiği yapılanmaya göre yeni davranış kalıbı oluşturabilir. • Ağ bütünü uygun sonucu üretinceye kadar tekrarlanabilir. Bu yüzden davranışın dıştan ve önceden programlanmasından çok davranışların öğrenilerek değiştirilmesi söz konusudur. Kuralların belirlenmesinden çok öğrenilmesi esastır. Sinir ağları modeli, beynin çeşitlenmiş paralel süreçler içermesi nedeniyle, bilgisayar modellerine göre üstünlüğü söz konusudur. Ayrıca burada öğrenme becerisi de devreye girmektedir. Ağ sistem bütününün esnekliği onun öğrenme yeteneğini devreye almasına yol açarken; istikrarı ise, onun öğrenilen yeteneklerin korunması olarak ortaya çıkar. Ancak ikisi arasında genellikle kısmi çatışma vardır. Bu nedenle ikisinin sentezi gerekir. Ağ yapılanışının zaman içinde değişimi onun zaman boyutu içeren dinamik bir sürece sahip olduğunu gösterir. Sinir ağları sistemi sürekli çalışan, sistem bütününün hepsini birlikte etkileyen yaygın bir işlerliğe sahiptir. Beynin işleyişini esas alan ağ-sistem modelleri; ekonomik alanda da yeni sentezler yaratmaktadır (Nöroekonomi bilimi-neuroeconomics). Nöroloji bilimleri ve ekonomi ile psikoloji sentezine yönelen bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım içinde karar ve tercih süreçleri ile risk ve ödüllerin değerlendirilmesinde beynin rolü inceleme konusu yapılmaktadır. Bu alanlardaki karar süreçlerinde sinir hücreleri ve biyo-kimyasalların nasıl kullanıldığı araştırılmaktadır. Nöro ekonominin bulguları; duyguların, ekonomik karara ve tercihlerde oldukça etkili olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Nöro ekonomik bulgulara göre ekonomik karar süreçlerine beynin değişik bölgelerinin katıldığı tespit edilmiştir. Nitekim Daniel Kahneman, ekonomide Nobel Ödülünü bu alandaki çalışmaları nedeniyle almıştır. 146 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN Nöro ekonomi, ekonomi biliminin belli alanında yeni bir açılım getirmekle, interdisipliner bir araştırma alanının doğmasına katkı yapmıştır. Ancak yeni gelişmelerin asıl katkısı, geleneksel ekonomi biliminin kendi kendini hapsettiği kapalı mekanik modellerden, beynin çalışmasını esas alan ağ etkileşim modellerinin ekonomik alana taşınmasıyla elde edilecektir. Böylece mekanik fiziğin, daha da daraltılmış bir taklit modeli olan ve pratik değeri olmayan denge modelleri yerine, dinamik çoklu etkileşime dayalı zaman ve mekan boyutu olan yaklaşımlar geliştirilebilecektir. Bu anlamda ekonomi bilimin tüm alanları üretim sürecinin çoklu katılım ve ağ etkileşimi içinde daha gerçekçi açıklamalar ortaya koyabilir. Bu süreçlere tüm farklılıklarıyla sürece katılan insan, örgüt, kurum ve sistemlerin bu süreçleri birlikte belirlemesi, daha uygulamaya yatkın yeni yaklaşımlar gerçekleştirilebileceğini göstermektedir. Ağ etkileşim sistemlerine dayalı bilimsel açıklama şeması sosyal bilimlerin karmaşık, çoğulcu ve çok boyutlu içerik ve işleyişine daha uygun bir yaklaşımdır. Geçmişte mekanik düşüncenin dar elbisesi, sosyal bilimlere uymadığı için, mühendislik bilimleri ile sosyal bilimde araştırma projelerinde farklılık oluşmuştur. Oysa ki ağ etkileşim sistemleri içindeki projelerindeki fark azalmıştır. Yine de mühendislik bilimlerinde laboratuar deneyiminin yapılabilir olması karşısında, sosyal bilimin geleceği araştıran simülasyon modellerinde; belirsizliğin ve kontrol edilemeyen değişkenlerin daha fazla olduğu söylenebilir. Her iki modelde de bilgisayar destekli araştırma ve simülasyon modelleri devreye girmektedir. Bir yıldız sisteminin sönümlenmesi veya bir sosyal süreç içindeki farklı karar ve değişimin yaratacağı sonuçları simülasyon modellerinde görmek mümkündür. Gerçekten de, yeni yaklaşım içinde mühendislik alanlarında yeni alanlar olarak sistem ve süreç mühendisliği alanları doğarken; sosyal sürecin ağ etkileşim yapısı sistem bütünü olarak yapılanmakta ve bu sistem içindeki akış; sosyal süreci vermektedir. Örneğin, artık kalkınma ve büyüme olgusu diğer koşullar sabitken sadece marjinal tasarruf/yatırım oranına bağlı kalmak yerine, sistem ve süreç içindeki bir seri yapılar, kurumlar, kararlar, katılımlar ve işbirliğine dayalı olduğu gibi; bir kerelik bir duruma değil süreç boyunca ortaya çıkan akış ve işleyiş ile bu süreçteki öğrenmeye bağlı olarak ele alınıyor. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148 147 Sonuç Yaşadığımız doğa ve evrenin, pratik gözlenmesinin ötesinde, işleyiş ve açıklamasının yapılması bilimsel dünya görüşünün doğmasını gerektirmiştir. Bilimsel dünya görüşü, uzun bir evrim süreci sonucunda Newton’un mekanik düşüncesiyle ilk temel formülasyonuna ulaşmıştır. Newton Devrimi doğa ve evrenin aşırı soyutlamaya dayalı mekanik açıklamasını basit ve kapalı model yapıları içinde sunmuştur. Ancak mekanik düşüncenin kuantum düşüncesiyle aşılarak, yeni, bir sıçrama ile ikinci bilimsel paradigmal değişim yeni yaklaşımların doğmasına yol açmıştır. Kuantum paradigması; fizikte atom altı parçaların etkileşim ilişkisini, sistem ve süreç mantığı içinde çoklu, belirsiz ve kesin olmayan etkileşim ağları içinde sunmuştur. Canlı organizmalara ilişkin açıklama şeması da sinir ağlarının etkileşiminde ortaya çıkan sistem ve süreçler olarak yapılanmıştır. Kısacası yeni bilimde ağ etkileşim sistemi yeni analiz aracı olarak şekillenmiştir. Ağ etkileşim şeması, görünmez doğanın karmaşık yapısını, çoklu etkileşim bütünü olarak sezgisel zekayı da katarak açıklamaya çalışmaktadır. Yeni yaklaşımda insan unsuru ve araştırmacı; araştırılan konunun dışında değil, içinde ve onun bir parçası olarak, süreç içinde öğrenip motive olarak yer almaktadır. Çoklu etkileşim süreci içinde sistem, dinamik işleyişini ortaya koyarken, araştırmacı yeni durum veya sonuçlara ulaşmak için; süreç unsurlarıyla birlikte kendi bilgi, deneyim, motivasyon ile süreç ve sisteme ilişkin sezgisel gücünü devreye sokarak yeni durum ve sonuçları yaratmaya, farklı olanı yakalamaya çalışmaktadır. Bu durum, sosyal bilimlerde stratejik planlamayı kaçınılmaz kılmaktadır. Geleceğe yönelik projeler, stratejik planlar şeklinde uygulamaya konulmakta; sürece katılanların işbirliği, ortak değer ve kültürleri ile öğrenme becerilerini ve hatalardan öğrenme, sürekli yenilenen dinamik sistem içinde, sürecin belirlenmiş hedefleri doğrultusundaki bütüncül yönlendirilmesine katılmaktadır. KAYNAKÇA Bilton, T. vd. (1996) Introductory Sociology, 3. Baskı, Mc Millan, London. Bertallanffy,L.von(1976)General System Theory:Foundation,Development; Aplications, G. Braziller. Capra, Fr. (2003),The Hidden Connetions,Flamingo,London. 148 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN Castellani, B. Ve F. W. Hafferty (2009) Sociology and Complexity Science:a new field of Inquiry,Springer,Berlin-Heidelberg. Drucker, P. F. (1992),Yeni Gerçekler,T. İşbankası yayını,Ankara. Erkan, H.(1982), “Ekonomi Biliminin Temel Paradigması:Denge ve Kaynakları”, ODTÜ Gelişme Dergisi Sayı7:1-2, Ankara. Erkan, H., (1998),Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, T. İş Bankası Kültür Yay. İnsan ve Toplum Bilimleri 1992 Büyük Ödülü4.baskı,Ankara. Erkan, H. , C. Erkan (1998) Kültür Politikamızda Yeni Boyutlar, Kültür Bak. Ankara Erkan, H.,(2000) Bilgi Uygarlığı İçin Yeniden Yapılanma, İmge Yay. Ankara. Erkan, H., (2004) Ekonomi Sosyolojisi, Fakülteler Kitabevi, 5. Baskı, İzmir. Eysenck, M.W. ve M. T. Keane, ( 2000) Cognitive Pycholology, 4.Edt. Psycology Pres, East Sussex. Istvan S. N. Berkeley, “What is Connectionism”, 1997. Kuhn, Thomas,(1970) The Structure of Scientific Revolutions, University of Chicago Press, Chicago. Luhmann, N. (1990)”The Autopoiesis of Social Systems”,N. Luhmann, Essays on Self-Reference, içinde, Colombia Uni. Press,New York. Nagel, E. (1971) The Structure of Science, Problems in the Logic of Scientific Explanation, Routledge, London. Newman, M. E. J. (2003) The Structure and Function of Complex Networks,SİAM Rev. 45:167-256. Newman, M. ,A. L. Barabasi ve D. J. Watts (2006)The Structure and Dynamics of Netwoks,Princeton. Özlem, Doğan (2002) Kavramlar ve Tarihleri I, İnkılap. Smith-Doerr, L. ve W. W. Powell,(2005), “Networks and Economic Life”, The Handbook of Economic Sociology, Smelser- Swedberg(eds.),2. baskı içinde s. 379-402). Watts,D. J. (2004); The “New” Science of Network;Annu. Rev. Sociol.; Sante Fe Inst. Sosyoloji Konferansları No: 45 (2012-1) / 149-168 DİN VE KAPİTALİZM Hüsniye CANBAY TATAR* Özet Din, bir madalyonun iki yüzü gibi, hem bireye hem de topluma hitap eder. Kutsalla birey arasındaki bağ, din vasıtasıyla kurulur. Ama bu bireyin şahsi dünyası ile sınırlı kalmaz. Bireyin toplumsal bir varlık olması, Kutsala ilişkin tecrübelerini toplumsal alana taşımasına yol açar. Dinin mesajlarının toplumsal hayatla da ilişkili olması, toplumsal yapı üzerindeki etkisini kuvvetlendirir. Dine ister olumlu isterse olumsuz bir bakışa sahip olunsun, toplum üzerine olan etkisi hususunda düşünürler hemfikirdirler. Konu kapitalizm olduğunda olumsuz bakış dinin kitleleri uyuşturucu etkisinden hareket ederken; diğerleri kapitalizmin ortaya çıkışında oynadığı role vurgu yapmaktadırlar. Kapitalizmin hangi din ya da hangi dinî idrak tarzından etkilenerek ortaya çıktığı konusunda ise iki farklı fikir ortaya çıkmaktadır: Weber, Protestanlık üzerinde dururken, Sombart asıl etkinin Yahudilikten geldiğini iddia eder. Makalemizde söz konusu etkiler, eleştirileri ve farklı boyutlarıyla ele alınarak incelenecektir. Anahtar Kelimeler: Din, Kapitalizm, Protestanlık, Yahudilik RELIGION AND CAPITALISM Abstract Like the two sides of a coin, religion appeals to both the individual and society. A connection between the sacred and the individual is established through religion. However, this is not limited to the personal world of the individual. As the individual is a social entity, this causes him to carry his experiences related to the Sacred into the social sphere. As the messages of religion are relevant to social life, this empowers its effect on the social structure. Religion is viewed either positively or negatively; philosophers are of the same opinion regarding its effect on society. When it comes to capitalism, while negative perspective moves from the mass narcotic effect of religion, others emphasize its role in the emergence of capitalism. There are two different views arising as to under the influence of which religion and religious intellect did capitalism occur. While Weber emphasizes Protestantism, Sombart claims that the actual effect comes from Judaism. In our article the mentioned effects will be analyzed by evaluation from critics and different dimensions. Key Words: Religion, Capitalism, Protestantism, Judaism Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. E-mail: hcanbaytatar@yahoo.com.tr * 150 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR GİRİŞ Batı dillerinde bir işi dikkatle, tekrar tekrar yapmak ve bağlanmak anlamına gelen din, insanların Tanrıya ve birbirlerine korku ve saygıyla bağlılığını ifade etmektedir. Sosyolojik açıdan din, genellikle aslî ve fonksiyonel olmak üzere ikili bir tasniften hareketle tarif edilmektedir. Dinin aslî tariflerinde, dinin sahip olduğu kutsal, aşkın, ilahi ve tabiatüstü özelliklerine dikkat çekilir. Fonksiyonel din tariflerinde ise, dinin fert ve cemiyet hayatında ifa ettiği işlevlerinden hareket edilir.1 Bu yaklaşıma göre dinin açık işlevi kurtuluşa ulaştırmaktır. Amaçlanmayan işlevi ise ortak değerler oluşturmak suretiyle sosyal bütünleşmeye zemin hazırlamak, dolayısıyla bir kimlik kazandırmaktır. Olumsuz yaklaşımda ise din, kolektif kimliği pekiştirici bir hile, bir sömürü aracı, acıları teskin edici kandırmaca, kaçış gayreti ve esrarengiz olanla uzlaşma çabasıdır.2 Asli tanımlardan hareketle yapılan din tariflerinde, din ferdin ve cemiyetin doğru kabul edip, davranışlarını ona göre tanzim ettiği değer ve kurallar şeklinde ele alınır. Diğer yandan dini insanın dünyayı yorumladığı bir anlam sistemi veya anlam dünyaları oluşturma gayreti şeklindeki kapsayıcı tanımlar, anlam dünyaları oluşturma gayretinde olan bütün izmleri de içine almaktadır. Böylece din insanın değer sistemini formüle etme gayretinin bir yolu olmaktadır.3 Dolayısıyla, komünizm dâhil birçok ideoloji ve fikir de din şeklinde kabul edilmektedir. Böylece ya dinin ilahi vasfı ihmal edilmekte, ya da bu tür ideolojiler din vasfına büründürülerek kutsallaştırılmaktadır. Hâlbuki din, beşeri zihniyetin ürünü olmayıp, Tanrı kaynaklı ve tabiatüstü bir niteliğe sahiptir ve Tanrı ile dünya arasında bir bağ kurmak amacındadır.4 Bu şekilde dinin tabiatüstü vasfını ön plana çıkaran tarifler, onu bütün ideolojilerden ayırdığı gibi, bütün semavi olmayan dinlerden de ayırma temayülündedir. Zira bunların ortak özelliği insan aklının bir ürünü olmasına rağmen, din ilahi kaynaklıdır. Diğer yaklaşımlarda, dinin ifa ettiği işlevlerin baz olarak ele alındığını belirtmiştik. Burada ise din, içinde yaşanılan dünyayı tanıma ve bu dünyada insanın kendisini belirli bir yere yerleştirmesinin modeli olarak işlev görmektedir.5 Böylece din insanın 1 KÖKTAŞ, Emin; Türkiye’de Dini Hayat, İzmir Örneği, İst., 1992, sh. 24. 2 THOMPSON, Ian: Odaktaki Sosyoloji, Din Sosyolojisine Giriş, (Çev. B.Z. Çoban), Birey Yay., İst., 2004, sh. 24-25. 3 THOMPSON, Ian: Aynı Eser, sh. 21. 4 NORTHBOURNE, Lord; Modern Dünyada Din, (Çev : S. Yalçın), İst. 1995, sh. 11. 5 MARDİN, Şerif; Din ve İdeoloji, 3. Baskı, İst. 1986, sh. 25. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 151 kendisini, içinde yaşadığı cemiyeti ve dünyayı anlamanın bir yolu olarak işlev ifa etmektedir. 19. asırda din, ekonomik şartlar ve siyasî iktidar ile belirtilen sosyal şartlardan hareket edilerek açıklanmaya çalışılmış ve Au. Comte’un pozitivist yaklaşımı kullanılmıştır. Durkheim de dini rasyonel bir yaklaşımla açıklama yoluna gitmiş ve dini cemiyetin bir işlevi olarak ele almıştır. Ona göre din emredilmiş veya yasaklanmış kutsal şeylerle ilgili inanç ve ameller manzumesidir. Bu inanç ve ameller sayesinde müminler kilise veya cemaat şeklinde manevi bir cemiyet halinde bir araya gelirler.6 Bu durumda din, cemiyetle fert arasında bir bağımlılık ilişkisi haline gelmiş ve bağımlılık dinin kaynağı olarak görülmüştür. Böylece sosyal şartlar, ihtiyaçlar ve iktisadî zaruretler, dinî izahların temeline konmuş, meselâ sosyalist bir yaklaşımla Kautsky, Hıristiyanlığı bir proletarya hareketi olarak yorumlamıştır. Ancak bu tarz açıklamalara dini tatbikin özünden uzaklaştırıldığı, ruhundan mahrum bırakıldığı, tarihî şartların bozulduğu ve tarafgir açıklamalar olarak kabul edildiğinden dolayı ciddi itirazlar getirilmiştir.7 Benzeri bir yaklaşımla Durkheim de “delilsiz olarak dini süje ve dinin objesinin ayniyeti hususunda peşin hükümlere sahip olduğu”8 gerekçesiyle eleştirilmiştir. Dinin sahibi ve kaynağı Allah olsa da, onun muhatabı ve kabul ettikten sonra mükellefi insandır. Dolayısıyla din, önce ferde hitap ederek ona nüfuz eder sonra hem dini kabul etmiş fertler arasındaki hem de, nüfuz etmiş olduğu fertlerle diğer insanlar arasındaki münasebeti tanzim ederek, cemiyete tesir eden bir müessese haline gelir. Dini tecrübelerden önemli olanlar fertler arasında köprü oluşturarak tutumlar, düşünceler, görüşler, davranış ve heyecanlar şekline bürünerek objektif hale gelmiş ve cemiyete dair birtakım sonuçlara yol açmıştır. Her din hayata dair hükümlerle dünyevi hadiselere karşı takınılan tavırlardan oluşan zihniyeti beraberinde getirmektedir.9 Nihayetinde dinin cemiyete etkileri olduğu gibi cemiyetin de dini tecrübeler üzerinde tesiri vardır Bu tesir sadece biçim, tarz ve usullerle alakalı olmayıp, Ülgener’in de belirtmiş olduğu gibi, tek yönlü olmasa da, zihniyeti ve ahlâkı belirlemesi 6 DURKHEIM, Emile: Dini Hayatın İlkel Biçimleri, (F. Aydın), Ataç Yay., İst., 2005, sh. 67. 7 MENSCHİNG, Gustav; Dini Sosyoloji, (Çev: M. Aydın), Konya, 1994, sh. 1-3. 8 WACH, Joachim: Din Sosyolojisi, (Çev. Ü. Günay), Erciyes Üni. Yay., Kayseri, 1990, sh.3. 9 GÜNAY, Ünver: Din Sosyolojisi Dersleri,Erciyes Üni. Yay., Kayseri, 1993, sh.182. 152 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR bakımından oldukça derindir.10 Söz konusu tesir, birçok müessesede olduğu gibi ekonomide de kendisini göstermektedir. Bilhassa kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişimi dikkate alındığında birçok tesirin yanı sıra dinin idrak edilişinin ve davranışlara yansımasının da önemi görülmektedir. DinKapitalizm ilişkisinde, dinin belirleyici olduğuna yönelik yaklaşım en belirgin şekliyle Weber tarafından ortaya konmuştur. Hıristiyanlığın Protestan yorumu üzerinde odaklanan Weber, Kapitalizme geçiş için ihtiyaç duyulan esasların Protestanlıkta bulunduğunu iddia etmiştir. Onun bu görüşleri birçok cepheden eleştiriye maruz kalmış olmakla birlikte, dinin toplum üzerinde ve müesseselere yönelik etkisini tartışmaya açması bakımından da önem arz etmiştir. Eleştirel yaklaşanların bir kısmı dinin etkisinin olmadığını iddia ederken, bazıları da bu dinin Protestanlık değil Yahudilik olduğunu belirterek, yine dinin belirleyiciliğinden hareket etmişlerdir. Bu çerçevede evvela Weber’in görüşlerini ifade ettikten sonra, Ona yönelik yapılmış bazı eleştiriler üzerinde odaklanılacaktır. Kapitalizmin Ruhu: “Protestan Ahlâkı” Hıristiyanlık tarih boyunca dünya karşısında birbiriyle savaş halinde iki tutum geliştirmiştir: Dünyaya karşı ilgisiz kalmak ve onunla uzlaşmak. Protestanlık ile birlikte Luther dünya ile uzlaşma sağlamış, Protestanlığın bu tutumuyla kutsal dışı maddî bir medeniyet doğmuş ve kapitalizm kilisenin bahsi geçen tavrına, daha doğrusu geniş tesirine son vermiştir.11 Keza Calvin doktrini de kilise doktriniyle tezat halindeydi. O ruhani ile fani arasında hiyerarşi kurmadığı gibi çalışmayı övgüye layık bulur, kazancı da kanunî görür. Bu yönüyle doktrini Yahudi anlayışına benzer.12 Calvin 1545 yılında tefecilik konusundaki yasağı delmiş ve faizi onaylamıştır. Zira ona göre Hz. İsa “geri ödeme ya da faiz beklentisi olmadan fakirlere kredi verilmesini emrederken, aynı zamanda zenginlere faiziyle verilen kredileri yasaklamayı kastetmemişti”. Bu yorumla tüccarların ihtiyaç duyduğu ticari cevaz alınmış oluyordu. Yahudilerin durumu göz önüne alındığında, İbranicesi aldatmak anlamına gelen tefecilik yapmadan da ticaret mümkün olabilirdi. Ancak kendi durumlarını peygamberler dönemindeki Yahudilerden farklı gördü10 ÜLGENER, Sabri F.: İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri, İst., Üni. Yay., İst., 1951, sh.6. 11 MENSCHİNG, Gustav: A.g.e., sh. 87-90. 12 SEE, Henri: Modern Kapitalizmin Doğuşu, (Çev. T. Erim), Turan Neşriyat Yurdu, 1970, sh. 38. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 153 ğü için tefeciliğin kendilerine tamamen yasaklanmadığını, adalet ve hayır gözetildiği müddetçe uygun bulunduğunu belirtmiştir. Kaldı ki tefeciliğin olumsuz bir anlama gelmesi de ona karşı tavır almayı gerektirmez. Zira Calvin için “bir meselenin ehemmiyeti kelimelerde değil o şeyin kendisinde yatar.”13 Böylece hem zihniyet bakımından hem dinin idrak tarzı açısından yeni bir anlayış ve bu anlayışa uygun yeni birey tipinin kabulünün de yolu açılmış oluyordu. Weber bahsi geçen süreci ve sonuçlarını zihniyet çerçevesinde ele almış, daha doğrusu önceliği dine vermiştir. Marks dinin değişmeyi engellediğini iddia ederken, Weber sosyal değişmeye sebep olabileceğini kabul etmiştir. Weber de Marks gibi dinin bir meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığını kabul eder, ancak o, sadece imtiyazsızlığın değil, imtiyazlılığın da bir dini açıklaması olduğunu ifade eder.14 Dolayısıyla karşılıklı olma ilkesini ihmal etmemekle birlikte dinin, daha doğrusu dinin bir yorumunun, sosyal değişmeye yol açtığını belirtir. Weber, kapitalizmin ruhunun Protestan ahlâkından kaynaklandığı iddiasını, birçok noktadan delillendirmeye çalışmıştır. Ona göre, Püriten anlayışın kapitalizme geçişte etkisinin önemli olduğu husus, kendisini meslek seçiminde göstermektedir. Geleneğin katı meslek anlayışı reddedilerek, ortak iyi ya da kişinin kendi faydası –şayet kimseye zarar vermiyor ve insanın bu birleşik mesleklerinden birine sadakatsiz olmasına yol açmıyorsa- gözetilir. Zira Tanrı’nın istediği rasyonel bir meslek uğraşıdır. Faydalı olana itiraz doğru bir yaklaşım olamaz. Ayrıca kâr elde etmek Tanrı’nın verdiği bir ikramdır ki onu reddetmek doğru değildir. Yani püriten ahlâk meslekî görevin yerine getirilmesi açısından zenginliğe izin vermekle kalmaz aynı zamanda bunu emreder. Fakirlik arzu edilir bir şey değildir. Zira bu hasta olmayı istemekle aynı şeydir, iş kutsallığı açısından kınanır ve Tanrı’nın şerefine zarar verdiğine inanılır. Özellikle çalışabilir durumda olanın dilenmesi, sadece tembellik olduğu için değil, aynı zamanda insanın komşusuna karşı da işlediği bir günahtır. Bütün bu inanç ve anlayışla burjuva, ihtiyacı olan ahlâkî onayı alır. Buna karşılık, senyörlerin asil tembelliği ve sonradan görmelerin çalımları, asketizm tarafından nefretle kınanır.15 Nitekim İngiliz 13 CALVIN, John: “Tefecilik Üzerine Mektup”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010, sh.595596. 14 THOMPSON, Ian:A.g.e., sh. 17. 15 WEBER, Max: Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çev. Z. Aruoba), Hil Yay., 154 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR Püritenlerinden R. Baxter’a göre “Davut, tembellikte ve aylaklıkta o şehvet kırılmalarına yakalandı; zor zamanlarında ve asker iken uzak kalabilmişti”. Bu örnekten hareketle çalışmanın hem aylaklıktan hem de şehvetten insanı kurtardığı ifade edilmiş oluyordu. O halde insan da erken kalkıp geç yatmalı ve kendine bir iş edinmeli, aksi takdirde bedenine düşkünlük göstereceğinden “şehvet boşluğundan yararlanır, bedeninde güdüyü hissetmezse kendini bırakır. Bu yüzdendir zenginlerin ve boş gezenlerin fakir işçilerden daha şehvetli ve iğrenç olmaları”.16 Bu sözle çalışmakla ahlâk, tembellikle iğrençlik arasında münasebet kuran bir anlayış inşa edilmiştir. Söz konusu ahlâk anlayışı Benjamin Franklin’in “Sabah erken kalkan, akşam erken yatan / olur sağlıklı, varlıklı, akıllı insan” mısralarında da yankısını bulmuştur. Geriye bütün insanlar kardeştir ve başkalarına karşı sorumluluk taşır ahlâk ilkesi ile sorumluluk müşteriye aittir ifadesinde kendini düşünen bireye hak veren piyasa ilkesinin bağdaştırılması kalmaktadır.17 Zaten Kilise de dünyevilik bakımından dünyada yaşayanlarla ondan vazgeçenler arasında bir ayrım yapmış ve vazgeçenleri seçkin ilan etmişti. Luther bu hususta mütereddit davransa da, hukukçu bir babanın oğlu olan Calvin, faizle birlikte Tanrı’nın rızasını kazanmanın yolunun manastırdan değil, çalışmaktan geçtiği anlayışını da meşrulaştırıyordu. Böylece bu duygu ve güvenle herkes, bilhassa burjuva banker ve usta tüccarlar da seçkin Hıristiyan olmanın keyfini yaşıyordu. İncil’in tercümesiyle aracıdan kurtarılan birey, para işlerinde de benzeri tesirlerden kurtarılarak, burjuva ruhuyla Luther ve Calvin doktrini arasında köprü kuruyor; önceki soyut formüllerin anlamı aşikâr kılınarak, imanla meşruiyet sağlanmış oluyordu.18 G. Gainer ise “tüccarların işleri, onların işlerinden bir şey anlamayan vaizler ya da başkaları tarafından taşa tutulmamalıdır” derken bu meşruiyete muhalefetin yolunu kesiyordu. Hatta “bir kişinin başka bir kişiyi pazarlıkta aldatması mubahtır, pazarlık pazarlıktır, insanlar ne derse desin”19 düsturuyla yeni bireyin ahlâkî kaygılarını –varsa şayet- gideriyordu. Yeni birey, günah ve İst., 1997, Sh. 142-144. 16 BAXTER, Richard: “Hıristiyan’ın Kitabı”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010, sh.599. 17 FUSFELD, Daniel R.: Çağdaş İktisadi Düşüncenin Gelişimi, (Çev. O. SEZGİN), Nihad Sayar Yay., İst., 1988, sh.7-8. 18 FEBVRE, Lücien: Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, (Çev. M.A. Kılıçbay), İmge Yay., İst., 2001, sh.99-104. 19 WILSON, Thomas: “Tefecilik Üzerine Bir Vaaz”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010, sh.598. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 155 ceza endişesinden kurtarılmış; kesinlik arayışı zaferle sonuçlanmış ve hem dünyanın hem de ötesinin kurtuluşu garanti altına alınmış oluyordu. Zenginliğin peşinden koşmak reddedilmekle birlikte, meslekî uğraşının ürünü olarak zenginliğe ulaşmak Tanrı’nın kutsaması şeklinde görülmekle kalmamış, daha da önemlisi, durup dinlenmeden sürekli çalışmanın dinî değerlendirmesinin asketizme ulaştıracak en yüksek araç olduğu ifade edilmiştir. Bu durum, aynı zamanda, insanın yeniden doğmasının ve gerçek inancının en emin ve açık ispatı; bu ispat da kapitalizmin ruhu olarak adlandırılan hayat tarzının yayılmasının en büyük manivelası olmuştur. Bu yaklaşımla sadece çalışma değil aynı zamanda çalışma dışındaki hayat tarzı da tanzim edilmiştir. Nitekim asketizm, varlıktan doğal zevk alınmasına ve onun hazzını oluşturan şeylere bütün gücüyle karşı olmuştur. Çünkü hayattan zevk almak, insanı meslekî uğraşısından uzaklaştırdığı gibi dinî olandan da uzaklaştırmaktadır. İnsan, sadece Tanrı’nın şanıyla ona lütfedilen malların mutemedidir. İncil’in hizmetkârı gibi, o da, kendisine emanet edilen her kuruşun hesabını vermek zorundadır ve bir kısmını Tanrı’nın şanı için kullanacağı yerde kendi zevki için kullanması, en azından, tehlikelidir. Mülk arttıkça, Tanrı’nın şanı için kaybolmadan tutmak ve durmadan çalışarak çoğaltmak yükümlülüğü de artar. Bu şekilde dünyevi asketik Protestanlık mülk sahibi olmanın verdiği doğal zevke var gücüyle karşı çıkmış, tüketimi, özellikle lüks tüketimini sınırlamıştır. Buna karşılık mal kazancını, psikolojik olarak geleneksel ahlâkın yasaklarından kurtarmış, kazanç uğraşısının zincirlerini kırıp, bunu sadece yasal hale getirmekle kalmamış, ayrıca doğrudan doğruya Tanrı’nın isteği olarak görmüştür. Böylece tüketimin sınırlandırılması ve kazanç peşinde koşmanın serbest bırakılmasıyla birlikte bir taraftan sermaye birikimi, diğer taraftan da söz konusu sermayenin üretken kullanımı sağlanmıştır.20 Bireysel servet ve itibar, maddî zenginlik ve başarı peşinde koşanlardan selamet ve ahlâkî açıdan dikkat beklenmez. Piyasadaki ilişkiler durağan kır hayatının yüz yüze ve kalıcı ilişkilerine göre kısa süreli ve duygulardan arınmıştır. İnsanlar artık ahlaka göre değil, zenginlik kazanmadaki başarılarına göre değerlendirilmiştir. Selamet ile maddî çıkar arasında ortaya çıkan bu gerilim reform hareketini başlatmıştır. Kâr peşinde koşmanın kilisenin ahlâk anlayışına uyup uymadığı temelinde halenenen sorular, aracıyı ortadan kaldırıp İncil’e danışma isteğini güçlendirerek Protestan düşüncenin doğuşuna yol açmıştır. Böylece oluşan yeni ahlâk anlayışında da Tanrı’nın 20 WEBER, Max: A.g.e., sh.147-152. 156 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR daveti ile insanın yeryüzünde kaderini yaratabileceği bir alan anlayışı yer almış; bu yer ve kaderin her insanın kendi ruh yordamıyla arayıp bulabileceğinin kabulüne ulaşılmıştır. Nihayetinde Marks’ın eleştirileriyle yara alan kapitalizm, yeni ideolojisini şu ölçüye göre belirlemiştir: Bir şey doğru olduğu için değil yararlı olduğu için kabul edilir ve yararı bitince reddedilir.21 Böylece sermaye-tasarruf-yatırım zinciri kurularak kapitalizm için gerekli olan müesseseleşme gerçekleşmiştir. Weber’e Yönelik Eleştiriler: Weber’in tezi farklı noktalardan eleştirilere tabi tutulmuştur. Bunların başında ekonomik hayatı değiştiren faktörün din değil, tersine dini değişmeleri meydana getirenin ekonomik faaliyetler olduğu yönündeki itiraz gelmektedir. Alt yapı-üst yapı hiyerarşisi çerçevesinde temele ekonominin yerleştirilerek belirleyici kılındığı anlayış, ekonominin belirlenen olduğu her türlü yorumu reddettiği gibi Protestanlığın etkisini de mümkün görmemektedir. Aslında hem Durkheim hem de Marks dinin sosyal bütünleşmeye yol açtığı, dolayısıyla işlevi hususunda hemfikirdir. İlki toplumun işleyişi için dini zorunlu görürken, Marks tarafında sınıfları sömürme ve mevcut düzeni meşrulaştırma vasıtası, dolayısıyla baskı aracı olarak yorumlanmıştır.22 Zaten söz konusu anlayışta din, mutlaka gerçekleşmesi gereken sosyal değişmenin yolunda engel olarak görülmüştür. Jere Cohen’e göre, Weber’in Protestan ahlâkının tarihî etkisi hususundaki değerlendirmesi muhtemelen abartılmaktadır, çünkü rasyonel kapitalizmin başlangıçta ve esas olarak Protestanlığın etkisi altında geliştiği doğru değildir. Çünkü Weber, Rasyonel kapitalizmin Reformasyon öncesi İtalya’sındaki gelişme derecesinin farkında değildi. Hâlbuki eldeki veriler göstermektedir ki, rasyonel kapitalizm, Protestanlığın değil, Katolikliğin egemen olduğu Reformasyon öncesi İtalya’sında doğmuştur. Bu dönemde her ne kadar küçük kasabalar ve kırsal kesim geride kaldıysa da, birkaç anahtar ticaret merkezi imalat, ticaret, madencilik ve faizle ödünç vermeye dayalı başarılı bir kapitalist iktisadî düzen geliştirmişlerdi. Floransa, Piza, Roma, Cenova, Venedik, Siena, Prato, Lucca ve diğer şehirler yüzlerce ticaret şirketi bulunan önemli ticaret kentleri oldular. Çok sayıda bankacılık şirketi vardı ve sanayi de zamanına göre çok ileri idi. Riba lekesi, faiz alma biçimleri 21 FUSFELD, Daniel R.: A.g.e., sh. 5-7. 22 THOMPSON, Ian:A.g.e., sh. 15. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 157 kilise öğretisine ters düşen küçük tefeci ve rehincilerin üzerinde kalırken, bankacılar saygın vatandaşlar olarak hayat sürüyorlardı. Burjuvazi dinî hükumetin müttefiki ve kilisenin dostu idi. Mesela Mediciler Papa’nın sarrafı idiler. Dolayısıyla kapitalizm, birkaç marjinal tüccarın ara sıra yaptıkları bir faaliyetten daha fazla bir şeydi. Kapitalist sınıf kendi ortaçağ toplumlarında merkezî ve müesses bir konumdaydılar. Faaliyetleri günün idealleri ve dinî öğretileriyle tamamen uyum içinde olduğundan, kapitalizm İtalyan Rönesans’ında müesseseleştirilmiştir.23 Ancak Jere Cohen’in tespitleri doğru olmakla birlikte kapitalizmin telaffuz edilmesi için henüz erkendir. Kapitalist sınıfı ifade etmesi bakımından önem arz eden burjuva kelimesi daha 13. yüzyılda zenginlere yönelik olarak, özellikle şehirlerde gayrimenkul sahibi olanları ifade etmek için kullanılmıştır. 13. yüzyılın sonundan itibaren, burjuva mal sahibini işaret etmektedir. En zenginler şehrin topraklarını bile ele geçirmişlerdir, en yoksullar ise civara, surların dışına atılmış durumdadır. Böylece sanayi şehirlerinde, zengin burjuvalar şehrin konutlarını işgal ederlerken, “mavi tırnaklar” diye küçümseme ifade eden, dokumacı veya boyacılardan oluşan “küçük insanlar” ise, surların dışındaki mahallelerde yaşamaktadırlar.24 Braudel de kaideyi Cenova’nın bozduğundan bahsetmektedir. Zira bir Katolik şehri olmakla birlikte, henüz 1600’lerde dünya ölçeğinde bir kapitalizmin kalbi olan bu şehirde, faiz hadleri %1.2 dir. Dolayısıyla riba meselesindeki tabu Calvin tarafından yıkılmamış, kapı çoktan beri açılmıştı. Aslında Roma’ya ve Kilise’ye rağmen kapitalizmin gelişmesini Güney Avrupa gerçekleştirmiştir. Nitekim Amerika’nın, Ümit Burnu Yolu’nun, uzak ticaret yollarının keşifçileri güneyliler yani Portekiz ve İspanyollardır. Amsterdam Bankası bile Venedik bankasının bir modelidir.25 Avrupa’nın sahil şehirleri başta olmak üzere gelişen ticari faaliyetlerin kapitalizmin ortaya çıkışındaki tesiri çok açıktır. Ancak tüccarlara kazanç temini sadece bağlı bulundukları dinin-mezhebin öğretileriyle sağlanmamıştır. Onların yasal konumları ve devletle olan ilişkileri de belirleyici olmuştur. Nitekim tüccarlar feodalizmin çarkları içerisinde özgür kişiler olarak yer aldılar. Yasa, bir efendiye bağlı olmayan herkese özgür kişiler 23 COHEN, Jere: “Rönesans İtalya’sında Rasyonel Kapitalizm”, Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993, sh.97-100. 24 PERNOUD, Regine: Burjuvazi, (Çev. M.A. KILIÇBAY), İst., 1991, sh.38. 25 BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar, Mübadele Oyunları, C.2, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Gece Yay., Ank., 1993, sh. 507. 158 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR gibi davranmıştır. Bunun gibi kamu makamları da tüccarları himayeleri altına almıştır. Zaman içerisinde tüccarlar, yalnızca özgür değil, aynı zamanda ayrıcalıklı insanlar haline gelmiştir. Tıpkı ruhban sınıfı ve soylular gibi, onlar da kural dışı bir yasadan faydalanmış, köylülerin omuzlarına yüklenen dirlik ve derebeyi otoritesinden kurtulmuşlardır.26 Devletin desteği sadece ticarî alana yönelik de değildir. Bizatihi Protestanlığın gelişiminde de devletin destek bir yana, yönlendirmesini de görmek mümkündür. Zira Reformasyon döneminde, Luteryanizm ve Calvinizm’de (özellikle kilise yönetimi ve teolojik sorunları çözmede kullanılan tekniklerde) belirgin olarak bulunan yüksek rasyonalite seviyesi prensler, mahkemeler ve parlamenter meclislerini kilisevî tartışmalara dâhil etme hatta çekme çabalarının doğrudan sonucu olarak doğmuş olduğu söylenebilir. Bu dahlin bir sonucu, söz konusu inanç ve mezheplerin oldukça geniş ve heterojen çevrelerde faaliyet göstermelerine imkân veren standart usullerin geliştirilmesi olmuştur. Ayrıca, bilimsel gelişme sürecinde, bilim akademileri devletten doğrudan himaye görmekle kalmayıp, toplantıların yürütülmesi için gerekli usulleri parlamentonun işleyişinden bilinçli olarak ödünç almışlardır.27 Devletin iktisat politikasının kapitalizmin doğuşundaki etkisini karşılaştırmalı inceleme ile daha iyi anlamak mümkündür. Zira Osmanlı Devleti’nin iktisadî alana ait siyasetinde tüccarlar, Batıda olduğu gibi ayrıcalıklı bir konuma sahip olmamışlardır. Padişahın, şehirde “uyruklarının babası” olmak için duyduğu zorunluk, lonca zanaatlarının karşısında ticareti elverişsiz bir duruma sokmuştur. Batıda feodal beyler ve krallar çoğunlukla esnaftan çok tüccarları destekledikleri halde, Osmanlı Devletinde durum tersine olmuştur.28 Esnafın çalışma alanları hem haksız rekabetin hem de işsizliğin önlenmesi amacıyla tespit edilmiştir. Tekelciliği engelleme amacına yönelik olarak fiyatlara müdahale edilmiş, dolayısıyla İslâm iktisadiyatının eksik rekabet şartlarında fiyatlara müdahale edilmesi gerektiği ilkesi Osmanlı iktisat düşüncesinde ve tatbikatında büyük bir yere sahip olmuştur. Bu yüzden tekelci eğilimler engellemekle birlikte fiyatlara narh konulmuştur. 29 Devlet, loncaları tüccarların tekelci davranışlarına karşı korurken, aynı 26 PIRENNE, Henri: Ortaçağ Kentleri, Kökenleri ve Ticaretin Canlanması, (Çev. Ş. Karadeniz), İletişim Yay., İst., 1990, sh.99-101. 27 WUTHNOW, Robert J.: “Din Sosyolojisi” Din ve Modernlik, Toplumbilim Yazıları I, (Çev. Ve Der. A. Çiftçi), Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002,sh.98. 28 MARDİN, Şerif: Din ve İdeoloji, 4.Baskı, İst., 1990, sh..82 29 TABAKOĞLU, Ahmet: “İslâm Fiyatalma İlkelerinin Osmanlı Dönemindeki Uygulaması”, 5.Milletlerarası Türkoloji Kongresi Tebliğler, III.Türk Tarihi, Cilt-2, Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 159 zamanda, şehirlere tüzel kişilik ve bağımsız hükümet tanımayarak, tüccar kapitalist oligarşilerinin kurulmasını önlemiştir. Büyük devlet memurlarına, birçoklarını tarımda olduğu kadar ticarette de yatırım yapmaya heveslendirecek kadar büyük gelirler sağladığı halde, bu yollardan elde edilmiş olağandışı herhangi bir büyük servetin müsadere edilerek devlet hazinesine geçirilmesi muhtemel olmuştur.30 Avrupa devletlerinin aksine olarak, dış ticaret politikasında da korumacılığın tam tersi bir politika izlenerek, İthalatı serbest bırakıp ihracat üzerinde kısıtlama, sınırlama ve gümrük duvarlarını yükseltme, hatta yasaklamalara varan düzenlemeler getirilmiştir. Bu, iktisadî faaliyete tüketici açısından bakan bir yaklaşımdır. Üretilen mal ve hizmetlerin, mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması, yani piyasada mal arzının mümkün olan en yüksek seviyede tutulması esas hedef olarak benimsenmiştir.31 Dolayısıyla Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi için devlet azami gayret sarf ederken, Osmanlı Devleti bizatihi uzak durmuştur. Bir başka eleştiri Hill’den gelmiştir. Ona göre, Protestanlıkta otomatik olarak kapitalizme götüren hiçbir şey yoktur. Protestanlığın önemi, daha ziyade Katolikliğin katı kurum ve ayinlerinin empoze ettiği engelleri zayıflatıyor olmasıdır. Reformasyon insan kitlelerini Roma Kilisesi’ne ve onu muhafaza eden siyasî otoritelere karşı harekete geçirdi. Protestanlığa ve özellikle Kalvinciliğe ilk destek, büyük ölçüde şehirlerde oturan, Kilise ve devlet meseleleri üzerinde ciddi biçimde düşünen eğitimli insanlardan geldi. Lakin orta sınıf tarafından ve onun için geliştirilen doktrinler toplumdaki diğer tatmin olmamış unsurlara da cazip geliyordu. 32 Protestan devrimi, toplumu kadîm kalıbı içinde tutan demirden ideolojik çerçeveyi eritti. Kapitalizmin zaten mevcut olduğu yerlerde ise, bundan böyle daha serbest bir alanı olacaktı. Ancak, insanlar ne Protestan oldukları için kapitalist, ne de kapitalist oldukları için Protestan oldular. Zaten kapitalist olma yoluna girmiş bir toplumda, Protestanlık yeni değerlerin zaferini kolaylaştırdı. Protestanların tutumluluk, çok çalışma ve biriktirmeye verdikleri önemin hiçbir tabii teolojik sebebi yoktu; ancak bu önem, kapitalist sanayinin gelişmekte olduğu bir toplumda, kalbe kulak veren dinin İst.1989, sh.629-630 30 MARDİN, Şerif: A.g.e., sh.82-83 31 GENÇ, Mehmet.: “Osmanlı İmparatoluğu’nda Devlet ve Ekonomi”, V.Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler, Ankara, 1990, sh.14-20 32 HİLL, Christopher: “Protestanlık ve Kapitalizmin Doğuşu), Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993, sh.68-69. 160 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR tabii bir sonucuydu. Tabir caizse, bir aklîleştirme idi.33 Akılla meşruiyet kazandırıldığı ifade edilen değişmelerin de aslında eşyalaşmaktan başka bir şey olmadığı şeklindeki eleştiriler de dikkate değerdir. Bu hususta Cemil Meriç’in ifadeleri dikkat çekicidir: “Kalvinizmin Avrupa düşüncesine mirası akılcılık değildir. Çağdaş bir sosyolog (Gabel) bir kelime değişikliğiyle Weber düşüncesini içine düştüğü çıkmazdan kurtarmaya çalışır. Filhakika kapitalizmin püritenler’den aldığı ideolojik armağan, rasyonalite değil eşyalaşmadır. Eşyalaşma nedir? Eserlerinin insana yabancı hale gelmesi ve karşısına nesnel ve tabii bir realite olarak çıkması. Başka bir tabirle eşyalaşma ile yabancılaşma mefhumları birbirinin zaruri tamamlayıcısıdırlar. Eşyalaşmanın hakim olduğu dünya katı, insan dışı, değerleri ve kişileri yok eden dünya.. Eşyalaşmanın ferman dinlettiği dünya, Calvin’in kaderci dünyası, yani kapitalist Avrupa”.34 Bir başka açıdan akılcılığın meşruiyeti ve masumiyetinin arkasına gizlenmiş ya da en azından fark edilememiş olan yüzyıllara yayılmış sömürgecilik ve bunun sonuçlarının kapitalizmin ortaya çıkmasında ve sistematikleşmesindeki etkisinin en az Protestanlık kadar olduğu da düşünülmelidir. Nitekim Cemil Meriç’in ifadesiyle bu, gerçeklerin üstüne örtülmüş bir şaldır: “Weber’in hareket noktası ise şu: Avrupa dünyanın kalbgâhı; insan bütün büyük fetihlerini Avrupa’nın kılavuzluğunda gerçekleştirmiştir. Öteki medeniyetler, birer emekleme, birer başlangıç, birer müsvedde. Avrupa’nın ayrıcı vasfı; akılcılık. Çağdaş tarihin mimarı; burjuvazi. Dünyanın başka ülkelerinde burjuvazi olmadığı için, Avrupanın’kine benzeyen bir medeniyet de yok. Birçok ülkeler kapitalizmin eşiğine kadar gelmişler, fakat kapitalizme geçememişler. Sınai kapitalizm, Protestan ahlakının eseri. Acaba öyle mi? Weber’in protestan ahlakını yamamak istediği rasyonalite, irrasyonalite’nin ta kendisi değil mi? İnsanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bu ahlak, kapitalizmin cinayetleri ve adilikleri üzerine örtülen bir şal.”35 Braudel’e göre “kapitalist zihniyet” yerine, toplumdan söz etmek daha doğru olacaktır. Orta Çağ ve Modern Avrupa’nın siyasî kavgaları ve dinî tutkuları, yabancı haline getirilen çok sayıda bireyin cemaatlerden atılmasına; bu da onların azınlık olarak sürgüne gitmelerine yol açmıştır. Böylece bunları, tüccar olarak, servet yoluna atmışlardır. Dolayısıyla kapitalizmin 33 HİLL, Christopher: Aynı makale, sh.69. 34 MERİÇ, Cemil: Umrandan Uygarlığa, İletişim Yay., sh.20-21. 35 MERİÇ, Cemil: Bu Ülke, İletişim Yay., sh.158. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 161 doğuşunda “fetihçi azınlıklar” rol oynamıştır ki bunlar büyük tüccarlardır. Bunlar ya milliyetleri (Yakışıklı Philippe veya I.François Fransa’sında veya II. Felipe İspanya’sında İtalyanlar), ya da farklı inançları sebebiyle (Yahudiler, Ermeniler, Banyonlar, Parsiler, Rusya’da Raskolinikiler veya Müslüman Mısır’da Hristiyan Kıptiler) yabancıdırlar. Bunların hemen her yerde ticarî ağların efendisi olmalarının sebebi her azınlığın birbirine sarılmaya, iç yardımlaşmaya, kendini savunmaya doğru tabii bir eğilime sahip olmasıdır: dışarıda bir Cenevizli, bir Cenevizliyle; bir Ermeni bir Ermeniyle dayanışma halindedir. Ayrıca bir azınlık kendini kolaylıkla baskı altına alabilen çoğunluk tarafından sevilmediği duygusuna kapılmaktadır; bu da onu, bu çoğunluğa karşı fazla bir ar duygusuna sahip olmaktan alıkoymaktadır. Diğer taraftan büyük ticaret, “uzak mesafe ticareti”dir. Onlar buna mahkûmdurlar. Sürgünler, uzaklaşmaları olgusundan ötürü başarıya ulaşmaktadırlar. Mesela 1339’da bir grup soylu, Cenova’da sürekli denilen “doge”lerle birlikte kurulmuş olan halk yönetimini reddeder ve şehri terk eder. Bu sürgüne giden soylular, “nobili vecchi” adı verilenlerdir; halk yönetimine tabi olarak şehirde kalanlar ise “nobili novi”dir; bu kırılma, sürgünler, şehirlerine döndükten sonra da devam edecektir. Ve sanki rastlantıymış gibi, dışarıyla olan büyük işlerin efendileri haline gelenler -hem de uzaktan- “nobili vecchi”dir. Başka sürgünler: Amsterdam’da Museviliğe geri dönen, İspanyol veya Portekizli marranolar. Gene kayda değer sürgünler: Fransız Protestanları. Nantes fermanının 1685’te yürürlükten kaldırılması kuşkusuz daha sonra Fransız ekonomisinin efendisi olan Protestan Bankasını “ex nihilo” yaratmamış, ama onun gelişimini sağlamıştır. Yeni bir türden olan bu “Fuorusciti”, krallık içindeki ilişkilerini, onun kalbi olan Paris’e varana kadar korumuşlardı. Geride bıraktıkları sermayelerinin önemlice bir bölümünü, çok kereler dışarı çıkartmayı başarmışlardı. Ve tıpkı “nobili vecchi” gibi, bir gün güçlü olarak geri dönmüşlerdir. Sonuçta bir azınlık, sanki önceden ve sağlam bir şekilde inşa edilmiş bir şebeke gibidir. Lyon’a varan İtalya’nın, yerleşmek için bir masa ve bir yaprak kâğıttan başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Bunun sebebi bu piyasada tabii ortaklara, habercilere, Avrupa’nın çeşitli piyasalarında muhataplara sahip olmasıdır. Kısacası, bir tüccarın kredisini meydana getiren ve edinmek için yıllarca uğraşılan her şeye sahiptir. Bunun için tarihte hemen hemen hiç bir istisnası olmamak üzere, şans yabancıdan yanadır. Kökeni onu uzak şehirlere, piyasalara, ülkelere bağlamakta; uzak mesafe ticaretine, büyük ticarete atmaktadır.36 36 BRAUDEL, Fernand: A.g.e., sh.139-141. 162 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR Braudel’in de belirttiği gibi, Batı, iktisadî gelişiminde tek başına yürüyerek ilerlememiştir. Atmış olduğu adımlarda, yapmış olduğu ileri sürülen icatlar tamamıyla kendilerine ait değildir. Zira kambiyo senedi bunlardan biridir. Yine “commenda” diye bilinen tacirler arası birlik ve gümrük resmi gibi daha başka müesseseler İslâm âleminden alınmıştır. Bunun dışında Avrupa’nın Doğu’dan aldığı, birçok unsur da bunu doğrulamaktadır: ipek, pirinç, şeker kamışı, kâğıt, pamuk, Arap rakamları, abaküs, İslâm vasıtasıyla yeniden keşfedilen Yunan bilimi, barut, pusula ve daha niceleri. İşte bu iktibasların varlığını kabul etmek, Batı tarihinin, Batının rasyonaliteye doğru giden yolda tek başına yürüyen öncü dâhi ve kendiliğinden mucit olduğu şeklindeki geleneksel izahlarına arkamızı dönmek demektir. İtalyan şehir- devletlerinin modern ticaret hayatının araçlarını icat etmiş oldukları iddiasını reddetmek demektir. Ve bu, mantıken, Roma imparatorluğunun ilerlemesinin beşiği olma rolünü reddetme noktasına kadar gider ki, bu reddiye bir hakikattir.37 Kapitalist Zihniyetin Dini: Yahudilik Sombart erken kapitalizm çağında dinin etkisini belirlerken temel olarak Katolikler, Protestanlar ve özellikle de Yahudiler üzerinde durmaktadır. Sombart’a göre Kilisenin insan zihninde bütün faaliyetlerinde egemen olduğu ve dolayısıyla sosyal ve iktisadî faaliyetlerin onun düzenlemelerine tabi olduğu bir çağda ortaya çıkmıştır. Onsekizinci yüzyılın sanayici tüccarları da en az ondördüncü yüzyıldakiler kadar dindar idiler. Dinleri iş hayatlarını dölledi. Katolik kilisesi günah çıkarma ile doğrudan doğruya iş adamlarını yönlendirebiliyorlardı. Protestanlık açısından da durum benzerdir. Calvin’in öğretisi önemli bir tesir kaynağı idi. Protestanlığın tesiri öyle aşikârdı ki kapitalizmin zirveye ulaştığı yerlerde o da aynı durumda idi. 38 Ancak Museviliğin Protestanlıktan önce olduğu dikkate alındığında Püritenliğin aslında Yahudilik olduğu görülmektedir. Zira Püriten öğretilerin Yahudi kaynaklarından çıkartılması için yeterli delil bulunmaktadır.39 Ancak Weber’e göre Eski Yahudiliğin hayatı tabii bir tutum içinde değerlendirme eğilimi, Püritenizme has özelliklerden çok uzaktır. Aynı şekilde- bunun 37 BRAUDEL, Fernand: Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, sh.150-152. 38 SOMBART, Werner: “Kapitalizmin Mânevî Kaynakları: Felsefe ve Din”, Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993, sh. 79-87. 39 SOMBART, Werner: Kapitalizm ve Yahudiler, (Çev. S. Gürses), İleri Yay., İst.,2005, sh. 222-223. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 163 da gözden kaçırılmaması gerekir- ortaçağ ve yeniçağ Yahudilerinin ekonomik ahlakının, gelişen kapitalist ethos içinde, her ikisinin de durumunu belirleyen özelliklerinden uzaktır. Yahudiler siyasal ya da spekülatif yönde eğilimi olan “maceracı” kapitalizm tarafında yer almıştı: Ethos’ları, tek bir sözcükle, kapitalizm idi, Puritenizm ise burjuva işletmesinin ve işin aklî örgütlenmesinin ethos’unu içinde taşıdı. Yahudi ahlakından da sadece bu çerçeveye uyanları aldı.40 Weber’in eleştirilerine karşın Sombart, kapitalist insanla Yahudi insanın birbirinin aynısı olduğunu belirtmektedir. Zira kâr etme fikri, ekonomik akılcılık, Yahudi dininin Yahudi hayatını şekillendirmesini sağlayan kuralların ekonomik faaliyetlere uygulanmasından başka bir şey değildir. Kapitalizm gelişmeden önce tabiî insan tanınmaz ölçüde değiştirildi ve onun yerine akılcı bir zihin taşıyan bir mekanizma getirildi. Sonuç olarak Homo Judeus’a çok yakın olan Homo Capitalisticus ortaya çıktı. Esasen her ikisi de aynı türe, homines rationalistic artificiales türüne aittir. Böylece Yahudi hayatının Yahudi dini tarafından akılcılaştırılması, kapitalizme yönelik Yahudi yeteneklerini gerçekten doğurmamış bile olsa, kesinlikle onları arttırmış ve yükseltmiştir.41 Sombart Yahudilerin başarısını, sadece dini idrakleriyle müsseseleştirdikleri usullere dayamakla kalmamakta, buna ilave olarak Onların geniş bir alana yayılmış olmaları; Onlara yabancılar olarak davranılması; yarı-yurttaşlıkları ve nihayet zenginlikleri olmak üzere dört sebep üzerinde odaklanmaktadır.42 Papalık, krallık, ruhban ya da özel şahısların gelirlerini toplayan kimselerin de sermaye birikimini sağlanmasında rol oynadığı kabul edilmektedir. Elbette servet birikiminde 16.asırdan itibaren coğrafi keşiflerin ve istilanın yeri ve rolünü ihmal etmemek gerekir. Bununla birlikte süreçte rol üstlenen şirketlerin kapitalizme has bir kudret ve kuvvetli bir hareket imkânı yarattığı da tarihi bir tespit olmalıdır. Söz konusu hareket kabiliyeti zaman ve mekânın tahdit ve engellerini ortadan kaldırıyordu. Böylece imalatı tanzim eden, kontrol eden kârın aslan payını alan ve uzak pazarları aramaya koşan usta tüccarlar…bunlar Rönesans ve reform hareketlerinin ve kapitalizmin gelişmesinde payı ihmal edilemeyecek olan yeni birey tipinin tezahürleriydi. Dolayısıyla Yahudiliğin de içinde yer aldığı anlayışların, kapitalizmin kaynaklarından olduğu ve Yahudilerin tesirinin de mübalağa edilmemek 40 WEBER, Max: A.g.e., sh.146. 41 SOMBART, Werner: A.g.e., sh.215. 42 SOMBART, Werner: Aynı eser, sh.165-166. 164 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR şartıyla inkâr edilemeyeceğinin kabulü söz konusudur.43 Sombart, Yahudilerin kapitalizmin oluşumundaki rollerinin abartılı olduğuna ilişkin eleştirilere yönelik olarak kendi görüşlerinin Yahudiler dışında birçok sebebin bulunmadığı anlamına gelmediğini ancak Yahudiler üzerinde odaklanmış bir çalışmayı yapmakla tespitlerinin de bu merkezde toplandığını ifade etmektedir. Zira Amerika’nın ve onun gümüş hazinelerinin keşfi, teknik bilimlerin mekanik ihtiyaçları, Avrupa milletlerinin etnik özellikleri ve değişimleri olmaksızın, kapitalizm Yahudiler olmasa neredeyse imkânsız olacaktı. Kapitalizmin uzun hikâyesinde, Yahudi etkisi sadece bir bölümü oluşturmaktadır.44 Bunların içerisinde keşif adıyla başlayan yayılmacılık ve sömürgecilik faaliyetlerinde de Yahudiler, en belirleyici değilse de, en önemli rolü oynamışlardır. Hiçbir sömürge girişimi Yahudilersiz tam olmamıştır. Her basamakta en az bir Yahudiye rastlamak mümkündür.45 Yahudiliğin ve Yahudilerin kapitalizmin gelişmesindeki rollerine dikkat çeken yegâne düşünür Sombart değildir. Karl Marx’ın da, ekonomik “alt yapı” ile ilgili görüşleri malum olmakla birlikte, kapitalist zihniyetin gelişmesinde Yahudiliğin önemine işaret ettiği görülmektedir. Çünkü kapitalist zihniyet için gerekli olan bütün unsurlar Yahudi anlayışının içerisinde vardır: “Yahudiliğin dünyevî temeli nedir? Pratik ihtiyaçlar ve kişisel çıkar. Yahudiliğin dünyevi ibadeti nedir? Sıkı pazarlıkçılık (bezirgânlık). Onun dünyevi Tanrısı? Para. Peki, o halde! Bezirgânlıktan ve paradan, yani pratik, gerçek Yahudilikten kurtulma çağımızın kendi kendini kurtarması ile aynı şey olacaktır. (…) Yahudilerin kurtuluşu, son tahlilde, insanlığın Yahudilik’ten kurtuluşudur. Yahudi zaten kendini Yahudice bir tarzda kurtarmış bulunuyor. (...)Yahudi sadece malî güç kazanmak suretiyle değil, fakat aynı zamanda o yüzden ve ondan ayrı olarak paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi suretiyle kendini Yahudice bir tarzda kurtarmıştır. Yahudiler, Hristiyanların Yahudileşmesi ölçüsünde kendilerini kurtarmışlardır. (…) Yahudinin tektanrıcılığı gerçeklikte birçok ihtiyaçların çoktanrıcılığıdır, tuvaleti bile bir ilahî hukuk nesnesi yapan bir çoktanrıcılık. Pratik ihtiyaç, bencillik, sivil toplumun ilkesidir ve sivil toplum politik devleti tam anla43 SEE, Henri: A.g.e., sh. 29,173-178. 44 SOMBART, Werner: Aynı eser, sh. 23-24. 45 SOMBART, Werner: Aynı eser, sh.45-46. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 165 mıyla meydana getirir getirmez tüm saflığı ile zuhur eder. Pratik ihtiyaç ve kişisel çıkarın tanrısı paradır.”46 Sombart gibi düşünenler, “eğer kapitalist zihniyet kapitalizmi yarattıysa, kapitalist zihniyetin kökenlerini tesbit etmek gerekir” görüşünden hareket etmişler, bu kökene de “akılcılığı” koymuşlardır. Onlara göre bilimsel zihniyet ve akılcılık, sanayileşmenin ve iktisadî atılımının itici kuvvetleridir. Buna göre Batı evriminin derin anlamı, yani trendi, onun tarihî kaderidir ve bu rasyonellik hem modern devleti, hem de kapitalizmi kendi hareketinin üzerinde taşımıştır. Kısacası, kapitalist zihniyet ile akıl aynı şey olmalıdır. Söz konusu bu akıl, Sombart açısından her şeyden önce mübadele araç ve aletlerinin aklileştirilmesidir. Mesela abaküs üzerine kitapların yazılması, muhasebe defterlerinin tutulmaya başlanması bunlar arasındadır.47 Zira ona göre insanlar araç gereçleri ya gelenek ve göreneğe istinaden, ya da aklî olarak seçerler.48 Ancak kapitalizmin akılcı araçlarının sicili çift taraflı muhasebe kayıtlarından ibaret değildir. Bunun dışında, kambiyo senedi, banka, borsa, pazar, ciro, iskonto vs. gibi başka aletler ve unsurlar da vardır. Ancak bu aletler Batı dünyasının ve onun kutsal akılcılığının dışında ortaya çıkmaktadır. Bunlar ya kültür iktibası neticesinde alınmıştır ya da buna ilave olarak, uygulamaların tedrici bir birikimidirler ve olağan ekonomik hayat, hareket ediyor olmaktan ötürü onları basitleştirmiş ve devreye sokmuştur. Mübadelelerin artan genişliği, para kitlesinin çok sıklıkla ortaya çıkan yetersizliği vs., girişimcilerin yenileştirici zihniyetinden çok daha ağırlıklı olmuştur.49 Kültürel iktibas ile alınan bütün bu araçların ve usullerin iktibas edildiği yerlerde niçin kapitalist bir gelişme göstermediği sorusu cevabını beklemektedir. Görünen o ki, araçlar aynı olsa da bunların niçin kullanıldığı da önem arz etmektedir. Bu sorunun cevabını sömürge anlayışında ve buna paralel gerçekleştirilmiş sömürü sürecinde bulmak mümkündür. Bunun da meşruiyetini, evvela dinin İlahi ayetlerinin beşeri yorumları (HristiyanlıkYahudilik), sonra da bilimin kutsal buyrukları vermiştir. 46 MARX, Karl: “Yahudilik ve Kapitalist Zihniyet”, Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993, sh.92-94. 47 BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar, Mübadele Oyunları, sh.509-510 48 ÜLGENER, Sabri F.: Darlık Buhranları ve İslâm İktisat Siyaseti, Mayaş Yay., Ankara, 1984, sh.11. 49 BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar, Mübadele Oyunları, C.2, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Ank., 1993, sh.512. 166 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR Sonuç İstek, ihtiyaç ve gerilimlerden veya bunların değişmesinden ya da şahsın ve cemiyetin yaşadığı tecrübeler ve zamanla ortaya çıkan yeni durumlar karşısında, dinin idrak ediliş tarzı değişmektedir. Dolayısıyla bazen dinin idrak edilişinde, sadece alınan mesaj veya bunun ilk uygulama şekli esas alınmakta ve toplu bir değişme esas görülmektedir. Bazen de söz konusu sebeplerden dolayı sadece yeni karşılaşılan durum ve şartlar karşısında tutum ve inançlar değişerek, dinin geleneksel yorumu kabul edilip, bu konularla ilgili yenilik ve değişmelere ihtiyaç hissedilmektedir. Dolayısıyla dinin etkileyen ve etkilenen özelliği ile karşılaşmaktayız. Dinin etkileyen özelliği hususunda özellikle kapitalizmin doğuşu ve gelişimi ile ilişkilendirilen görüşler incelendiğinde görülmektedir ki tek yönlü olmamakla birlikte hem Protestanlık hem de Yahudilik, Batı dünyasının ekonomik değişiminin dinamiği olması bakımından önemlidir. Diğer taraftan söz konusu dinî idrak tarzları kapitalizmin etkisiyle değişmektedir. Değişim sürecinde dinin en önemli etkisi, kapitalist sistemin uygulamaları için serbestlik alanı ve meşruiyet zemini oluşturmasında görülmektedir. Dinin etkilenen boyutu ise dünyevileşme olgusudur ki bu bir başka çalışmanın konusu olacak kadar kapsamlıdır. KAYNAKÇA BAXTER, Richard: “Hıristiyan’ın Kitabı”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010. BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XVXVIII. Yüzyıllar, Mübadele Oyunları, C.2, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Gece Yay., Ank., 1993. CALVIN, John: “Tefecilik Üzerine Mektup”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010. COHEN, Jere: “Rönesans İtalya’sında Rasyonel Kapitalizm”, Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993. DURKHEIM, Emile: Dini Hayatın İlkel Biçimleri, (F. Aydın), Ataç Yay., İst., 2005. Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168 167 FEBVRE, Lücien: Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, (Çev. M.A. Kılıçbay), İmge Yay., İst., 2001. FUSFELD, Daniel R.: Çağdaş İktisadi Düşüncenin Gelişimi, (Çev. O. SEZGİN), Nihad Sayar Yay., İst., 1988. GENÇ, Mehmet.: “Osmanlı İmparatoluğu’nda Devlet ve Ekonomi”, V.Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler, Ankara, 1990. GÜNAY, Ünver: Din Sosyolojisi Dersleri, Erciyes Üni. Yay., Kayseri, 1993. HİLL, Christopher: “Protestanlık ve Kapitalizmin Doğuşu), Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993. KÖKTAŞ, Emin; Türkiye’de Dini Hayat, İzmir Örneği, İst., 1992. MARDİN, Şerif: Din ve İdeoloji, 4.Baskı, İst., 1990. MARX, Karl: “Yahudilik ve Kapitalist Zihniyet”, Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993. MENSCHİNG, Gustav; Dini Sosyoloji, (Çev: M. Aydın), Konya, 1994. MERİÇ, Cemil: Bu Ülke, İletişim Yay., İst., 2009. MERİÇ, Cemil: Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yay., İst.,1977. NORTHBOURNE, Lord; Modern Dünyada Din, (Çev : S. Yalçın), İst., 1995. PERNOUD, Regine: Burjuvazi, (Çev. M.A. KILIÇBAY), İst., 1991. PIRENNE, Henri: Ortaçağ Kentleri, Kökenleri ve Ticaretin Canlanması, (Çev. Ş. Karadeniz), İletişim Yay., İst., 1990. SEE, Henri: Modern Kapitalizmin Doğuşu, (Çev. T. Erim), Turan Neşriyat Yurdu, İst.,1970. SOMBART, Werner: “Kapitalizmin Mânevî Kaynakları: Felsefe ve Din”, Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993. SOMBART, Werner: Kapitalizm ve Yahudiler, (Çev. S. Gürses), İleri Yay., İst.,2005. TABAKOĞLU, Ahmet: “İslâm Fiyatalma İlkelerinin Osmanlı Dönemindeki Uygulaması”, 5.Milletlerarası Türkoloji Kongresi Tebliğler, III.Türk Tarihi, Cilt-2, İst.1989. THOMPSON, Ian: Odaktaki Sosyoloji, Din Sosyolojisine Giriş, (Çev. B.Z. Çoban), Birey Yay., İst., 2004. 168 Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR ÜLGENER, Sabri F.: Darlık Buhranları ve İslâm İktisat Siyaseti, Mayaş Yay., Ankara, 1984. ÜLGENER, Sabri F.: İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri, İst., Üni. Yay., İst., 1951. WACH, Joachim: Din Sosyolojisi, (Çev. Ü. Günay), Erciyes Üni. Yay., Kayseri, 1990. WEBER, Max: Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çev. Z. Aruoba), Hil Yay., İst., 1997. WILSON, Thomas: “Tefecilik Üzerine Bir Vaaz”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010. WUTHNOW, Robert J.: “Din Sosyolojisi” Din ve Modernlik, Toplumbilim Yazıları I, (Çev. ve Der. A. Çiftçi), Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002. KİTAP DEĞERLENDİRMELERİ (BOOK REVIEWS) Türk Sosyoloji Tarihine Eleştirel Bir Katkı, Yasin Aktay (2010), Küre Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, 199 Sayfa, ISBN: 978-975-6614-87-7 Hakan Gülerce & Celil Taşkın İçinde icra edildikleri toplum(/lar)a sağladıkları faydalar açısından belli bir mesleğin daha önemli olduğunu iddia edebilmek oldukça güç olsa da bazı mesleklerin daha kapsayıcı ve kritik roller üstlenme potansiyellerinin olduğundan söz edilebilir, en azından bazı meslekler için bu yönde beklentilerin oluştuğu söylenebilir. Hiyerarşik bir üstünlüğün kabulünden ziyade bir yardım çağrısıdır bu. Hayatın akışı içinde karşılıklı ilişkilerin sınırları belli olmayan coğrafyasında yaşanan bir anın resminden yola çıkarak, etkileşimin seyrini görmeden, bu çağrının ne derecede karşılık görüp görmediğini kestirebilmek oldukça zor. Yardım çağrısının adresi doğru mudur? Her meslek sorumluluklarını yerine getirmekte midir? Her meslek erbabının kendisine sorması gereken kritik soru şudur: Sorumluluklarımın ne kadar farkındayım? Her meslek erbabı, kendi ve yaptığı iş üzerine düşündükçe, sorguladıkça, etkileşime geçtikçe kendi imkânlarını keşfedebilecek ve potansiyelini gerçekleştirme imkânına kavuşabilecektir. İyi/yolunda gitmeyen şeylerin varlığını inkâr edecek birisi çıkmaz. Lakin çoğu kişi iyi/yolunda gitmeyen şeyleri değiştirmek için bir şey yapmaz. Ya kendi potansiyelinin farkında değildir ya da yapacaklarını değersiz kabul ettiği için değersiz bir şey yapmaktan kaçınır ki sonuçta kendisinin farkında değildir… “Sosyolojik bilginin kendisi üzerine düşünme denemeleri”ne yer veren Yasin Aktay’ın Türk Sosyoloji Tarihine Eleştirel Bir Katkı adlı çalışması, bu bağlamda bilim insanlarına özelde sosyal bilimlerle uğraşanlara ve daha özelde topluma dair çalışmalar yapanlara bir çağrıdır. Unutulanı/unutturulanı 170 hatırlamaya davet. Türkiye’de sosyolojik üretimin/çalışmaların etkisinin neden cılız kaldığını yerli yerinde ve somut olarak anlatan ve bu durumun üstesinden gelebilmek için neler yapılması gerektiğine dair önemli ipuçları veren bir çalışma. Daha önce çeşitli dergi, kitap ve gazetelerde yayınlanmış bazı yazıların ve bir TV programının deşifresinden oluşan bu eser, Türk sosyolojisinin tarihi seyri üzerine ufuk açıcı yorumlar içermesinin yanı sıra daha önce söylenmiş olanları tekrar gündeme getirerek bir hafızanın oluşmasına da katkı sağlıyor. Çağrıyı yeniden üreterek tekrarlamak gerekiyor sıkılmadan… Eser, Aktay’ın dâhil olduğu/beslendiği geleneğin yani ODTÜ sosyoloji geleneğinin eleştirel olmayan bir övgüsü olmaktan çok uzaktır. Eleştirel ve yeni şeyler öğrenmeye açık bir duruş. Mevcut bazı yaklaşımları eleştirirken eleştiren konumunda olmaktan kaynaklı kibirden de olduğunca uzak. Yok sayabilirdim lütfedip eleştiriyorumun iması bile yok. Aktay’ın en önemli tespitlerinden birisi, sosyolojinin siyasetsizleştirilmesinin onun gelişimine katkı sağlamak yerine gelişmesinin önündeki en büyük engel olduğudur. Zizek’in gösterdiği siyasetin askıya alınma yollarına atıfla, bu siyasetsizleştirmenin hangi mekanizmalarla işlediğini ve katmanlarına dikkat çekiyor. Komplo teorileri ve sosyoloji arasındaki sorunlu ilişkiye dair değerlendirmelere de yer veriyor. Değerlerden bağımsız bir bilim icra etme iddiasını sorunsallaştırıyor ve bilim insanının parçası olduğu süreçten yani toplumsallıktan ve tarihsellikten ne kadar etkilendiğini, bu ilişkinin meşru olup olmadığı ve sınırları üzerine değerlendirmelerde bulunuyor. Bir sosyologun hikâyesi/sosyoloji serüveni üzerinden sosyologları mevcut düşünce noktalarına nasıl vardıkları üzerinde düşünmeye çağırıyor. Sosyolog kendisiyle hesaplaşmalı ve yüzleşebilmelidir. Bir sosyologun ilgi alanlarının nasıl oluştuğuna, sosyologun kullandığı kavramsal müktesebatı nasıl geliştirdiğine dair bir örnek sunuyor okuyucuya. Ekoller ve onların temsilcileri arasında irtibatsızlık ya da yok sayma çabası da sosyolojinin gelişimini olumsuz etkilemiştir. Kendine ve bağlı olduğu dünya görüşünün/ideolojinin açıklayıcılığına aşırı güven duyan, eleştirel ve değişime açık bir tavra sahip olmayan bir bilim insanı, bir zamanlar açık- 171 layıcı olan fakat içinde bulunulan anı açıklamaya yetmeyen teorilerle yola çıktığında mevcut teoriler gerçeği görmek için birer engel olurlar sadece. Aktay, eserin önsözünde zaten makaleleri okuma kılavuzu niteliğinde kısa bilgilere yer veriyor. Çağrısına/mesajına dair göndermelerde bulunuyor. Bu durumun, okuyucunun yorum hakkının elinden alınması ve metinlerin nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir dayatma olarak değil de dertli bir yazarın feryadını tekrarlaması olarak kabul edilmesi gerekir. Bir tanıtım yazısında yer alması gerekenler fazlasıyla önsözde yer alıyor. Bu yüzden, kitabı alışılmış şekilde özetlemek yerine kitabın neden okunması gerektiğine dair birtakım numuneler/argümanlar sunma yoluna gidildi. Her okuyucu metni yeniden üretme ve anlamlandırma hakkına sahiptir. Yazar sözünü söylemiştir. Sıra okuyucudadır. Metinleri okuyanlar kendi yorumlarını geliştirebilirler. Bu yüzden kapsayıcı bir tanıtım yazısı yazma girişiminde/iddiasında bulunulamaz. Dolayısıyla, sadece bazı değerlendirmeler üzerinden bir paylaşımla yetinildi. 173 Sanal Benlik (The Virtual Self: A Contemporary Sociology), Ben Agger (Çev: Volkan Hacıoğlu), Babil Yayınları, İstanbul-2011, 250 Sayfa, ISBN: 978-605-4097-21-0 Arzu Şahin Günümüzdeki toplumsal dönüşümlerin disiplinlerarası bir bakış açısıyla ve gelenekselden farklı bir metodla anlatıldığı Ben Agger’ın ‘Sanal Benlik’ başlıklı kitabı, 2011 yılında İ.Ü. İktisat Fakültesi, İngilizce İktisat Bölümü’nden Volkan Hacıoğlu tarafından Türkçeye kazandırılmıştır. Texas Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Beşeri Bilimler Profesörü olan Ben Agger, aynı zamanda Kuramlar (Teoriler) Merkezi’nin de direktörlüğünü yapmaktadır. Yazar, Marksist eleştirel kuram başta olmak üzere kültürlerarası iletişim, aile, sosyal değerler sistemi, toplumsal yapı, kültürel ve ekonomik çeşitliliğin analizi gibi birçok konuda klasik sosyoloji kuramlarını aşan yeni ve modern bir yorum ortaya koyduğu için çağdaşlarının arasında etkili bir yere sahiptir. Hızla gelişen ve değişen teknoloji çağında, ‘İnternetin’ toplum, toplumsal yapı, kültür ve kişiler üzerindeki etkileri, kısacası internet toplumu ve kültürü, kitabın ana temasını oluşturmaktadır. Teknoloji ve bilgi kullanım ve hızına bağlı olarak kişinin kendini toplum içerisinde nasıl hissettiği ve toplumdaki varlığının nasıl bir değişim geçirdiğinin incelendiği kitapta, yeni bir sosyoloji kategorisi olarak ‘Sanal Benlik’ kavramı üzerinde durulmaktadır. Yazara göre; internet, televizyon, cep telefonları, mesajlaşma, e-postalar, medya vb. iletişim kanalları aracılığıyla kişilerin dünyaya bağlanmak için oluşturdukları ‘sanal benlikler’, bu iletişim kanallarında öncelikli olarak ortaya koyulmaktadırlar. Yazarın ders notlarından derleyerek ortaya çıkardığı kitap altı bölümden oluşmaktadır. Kitabın “İnternet Dünyasında Gündelik Hayat” başlıklı ilk bölümünde; toplumun ve kültürün gelişen teknoloji dünyası tarafından de- 174 ğiştirildiği öne sürülmekte ve gündelik hayat ile toplumsal yapı arasındaki ilişki tartışılmaktadır. Konuyu kendi gündelik hayatından örnekler vererek anlatan yazar; insanların kendileriyle ve toplumla olan ilişkilerini gündelik hayattan yola çıkarak tanımlamanın sosyolojik bir anlam ifade ettiği görüşünü dile getirmektedir. Marksist olduğunu açık bir şekilde belirten Agger sosyolojinin metodoloji ve elde edilen bulgular bütününden ziyade bir yazı stili, bir retorik olduğunu dile getirmektedir. Bilginin ve söylemin alternatif sunumlarını reddeden yazar, yöntemlere bağlı sosyolojinin egemenliğini ve kantitatif ayrıcalığını sorgulamaktadır. “Sosyoloji’nin Ansiklopedisi” başlıklı ikinci bölümde sosyolojinin tarihi ve bugünü, sosyal yapılar hakkında bilinenler ve bu bilgilerin elde edilme sürecinde ne gibi çalışmaların yapıldığı, farklı kuramlar da işin içine katılarak tartışılmaktadır. Bölüm sosyoloji kavram ve teorilerine yönelik küçük bir ansiklopedi niteliğindedir. “Postmodernizm İnsanı Deli Eder mi ya da İstatistikten Kaldınız mı? Metodoloji Üzerine Bir Bölüm” başlıklı üçüncü bölümde; insanların bilgiye nasıl ulaştıkları ve bu bilgiyi nasıl ifade ettiklerine yönelik olarak metodolojiler incelenmektedir. “Kapitalizmin Serüvenleri” başlıklı dördüncü bölümde; internet gibi enformasyon teknolojilerinin benlik ile toplum arasındaki ilişkiyi nasıl değiştirdiği incelenirken “Kız Muhabbeti” başlıklı beşinci bölümde ise aile, cinsiyet ve kadınların kendilerini feminizm karşısında konumlandırmaları işlenmektedir. “Sanal Bir Sosyoloji!” başlıklı altıncı ve son bölümde; sanal benliklerin kendilerinden önceki benliklerden daha mı iyi yoksa daha mı kötü olduğu kuramsal olarak ele alınmaktadır. Düşünce ve fikirlerini oldukça açık ve sade bir biçimde anlatan ve kullandığı terimleri tanımlayan yazar, argümanlarını temellendirirken ünlü düşünürlerin fikirlerine de yer vermektedir. Ünlü düşünürlerin argümanlarının yanı sıra sonunda bir de sözlük bulunan kitap, hem sosyoloji ile ilgilenen ve bu konuda bilgisi olanların bilgilerini tazelemekte hem de sosyoloji altyapısı olmayanlar tarafından da kolaylıkla okunabilmektedir. Kitabın bir diğer güzel yanı ise yazarın, bahsettiği konularda daha derinlemesine okuma yapmak isteyenlere kaynaklar önermesidir. Özetle belirtmek gerekirse ‘Sanal Benlik’ kitabı, sosyolojinin sokağa inmesini ve onu günlük hayatın bir parçası olarak algılamamızı sağlama yolunda atılmış önemli bir adımdır. 175 Şakanın Ardından: Postmodernizmin Bilimsel, Felsefi ve Kültürel Eleştirisi (Beyond The Hoax: Science, Philosophy and Culture), Alan SOKAL, (Çev: Gülsima Eryılmaz), Alfa Yayınları, 2011, 530 Sayfa, ISBN: 978-975-6614-87-7 Özgür Sayın Aslen, fizik ve mantık profesörü olan Alan Sokal, 1994 yılında, kültürel çalışmalar dergisi Social Text’e ‘Sınırları aşmak: Kuantum Kütleçekiminin Dönüştürücü Bir Hermeneutiğine Doğru’ başlıklı ilk bakışta, fizik bilimindeki ‘kuantum fiziği’ yönlü gelişmelerin ve fizik kavramlarının, sosyal bilimlerin çalışma alanlarına uygulanmasıyla, sosyal bilimlerdeki post-modern arayışlara dayanak noktası oluşturulması amacıyla yapılan çalışmalardan herhangi biri olarak görülebilecek ağır ve karmaşık bir makale gönderir. Makalenin 1995’te yayınlanmasının ardından, Sokal makaleyi post-modern bilimcilerin, ‘bilim’ ve ‘bilim felsefesi’ üzerindeki yorumlarının saçmalığını, muğlak bir üslup oluşturmak adına fizik ve mantık bilimlerine ait formülleri ve kavramları çoğunlukla çarpıtarak ve bilgisizce kullandıklarını göstermek için yazdığını açıklayan bir makale yayınlar, ve bilim felsefesi tarihine ‘Sokal Vakası’ olarak geçen tartışmalar dizisi başlamış olur. Pek çok akademisyenin hatta gazetelerin bile dahil olduğu sert tartışmalar yaşanır. Makale üzerine yapılan eleştirilerin yoğunlaşması üzerine, Sokal, 1997 yılında, hem kendini savunmak hem de post-modern düşünce bilimcilerin bilimsel kavramlar ve terminolojide yarattıkları tahribatı göstermek amacıyla ‘Son Moda Saçmalar; Post-modern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları’ adında bir kitap yazar. Tartışmaların devamı üzerine, Sokal, aynı sorunsaldan yola çıkarak, konuyu bilim felsefesi ve bilimsel metodolojiyi de dahil ederek tartıştığı ‘Şakanın Ardından’ kitabını yazar. 2008 yılında basılan Şakanın Ardından’ın, bu haliyle bir devam niteliği taşıdığı düşünülse de, Sokal’ın, kitabında, post-modern düşünürlerin yanı sıra sahte bilimcileri ve dinleri de konuya dahil ederek bilim karşıtı cepheyi genişletmesiyle, tartışmayı mevcut 176 haliyle devam ettirmekten ziyade yeni bir zemine çektiği görülmektedir. Sokal, bilim karşıtı olarak gördüğü, düşünce biçimlerine karşı bir nevi reddiye özelliği taşıyan kitabında, temel eleştiri noktasını bilimsel düşünce karşıtlığı üzerinden oluştururken, post-modern sosyal bilimcileri, sahte bilimcilerin ve dinlerin saldırılarına karşı bilimsel dünya görüşünü güçsüzleştirmekle suçlar. Sokal’a göre post-modern sosyal bilimciler, bilim felsefesine getirdikleri şüphecilik, görecilik gibi eleştirilerle, bilimin metodolojik güçlülüğünü ve güvenilirliğini zayıflatarak bilimsel ve bilimsel olmayan arasındaki ayrımın kalkmasına neden olmaktadırlar. Bu bağlamda, Sokal, her ne kadar kitabın nihai hedefinin, ‘Sokal Vakasının’ ardından tartışmaları devam ettirmekten ziyade sosyal bilimlerle fizik bilimler arasında uzlaşma sağlamak olduğunu söylese de kitabın pek çok kısmında açık veya örtülü bir biçimde post-modern düşüncenin, bilim dünyasının dışına çıkarılması düşüncesinin izlerini taşıdığı görülmektedir. Kitabın, Sokal’ın, Social Text’e gönderdiği makalenin çözümlemesiyle başlayan, birinci bölümü tartışmaya giriş niteliği taşıyan ve ‘Sokal Vakasının’ ardından yaşanan tartışmalara cevap niteliği taşıyan makalelerden oluşuyor. Sokal, makalenin ardından gelen ikinci ve üçüncü kısımlarda post-modern akademisyenlerin sıklıkla vurguladığı bilinemezcilik ve görecilik gibi varsayımlara karşı nesnel bilgilerin ve bilimsel teorilerin bir savunusunu yaparken aynı zamanda bu varsayımları politik, toplumsal vb. kaygılara karşı bilimsel kaygıyı zayıflatmakla suçluyor. Bu kısımlardaki kısmen siyasi zemine karşı, dördüncü kısımda, akademik zemine geçiş yapan Sokal, post-modern akademisyenlerin teorilerinde kullandıkları argümanları analiz etmeye çalışıyor. Sokal’ın bu kısımda yer alan eleştirileri genel olarak post-modern akademisyenlerin , ‘etik’ ve ‘epistemolojik’ ya da ‘metodolojik’ ayrımını yapamadıkları, özellikle post-modern sosyal bilimcilerin, savlarını desteklemek için doğa bilimlerine dair kavramları ve formülleri çarpıtarak ve cahilane bir tutumla kullandıkları gibi noktalarda yoğunlaşıyor. Beşinci kısımda da ‘Sokal Vakasının’ ardından yaşanan tartışmalara dair yorumlarını ve makaleleri yazma amacını açıklayan, Sokal, Social Text editörlerini meseleyi bir savaş olarak gördükleri ve bu yüzden pek çok post-modern akademisyen 177 gibi gerçekleri çarpıttıkları için eleştiriyor. Bununla beraber yine bu kısımda, bilimsel epistemoloji ve gündelik hayatın epistemolojisinin aynı olduğunu belirterek, bilimin gündelik hayata uygulanabilirliği üzerinden bir bilimsel dünya görüşü tasavvur ediyor. Sokal, Jean Bricmont ile yazdığı makalelerinden oluşan kitabın ikinci bölümünde post-modern varsayımlardan bazılarını bilim felsefesi zeminine çekerek tartışıyor. Bölümün birinci kısmında bir dolu kavramsal yanlış anlama üzerine kurulu olarak nitelendirdiği ‘bilişsel göreciliği’ ontolojik, epistemolojik ve metodolojik zeminlerdeki varsayımlarını ayrı ayrı inceleyen Sokal, post-modern akademisyenlerin argümanlarını hem bilimsel yetersizliği hem de gündelik hayatta uygulanamazlığı nedeniyle eleştiriyor. Sokal ve Bricmont, post-modern bilimciliğin realizm karşıtlığına karşı bilimsel realizmin savunmasını yaptıkları bölümün ikinci kısmında da bilimin dünya ile ilgili nesnel bilgilere ulaşma amacının rasyonel ve evrensel metodlar izlenerek gerçekleşebileceğini iddia ediyorlar. Önceki bölümlere oranla daha spekülatif bir dil kullandıkları bu bölümde, post-modern akademisyenleri daha genel olarak bütün realizm karşıtlarını hayalcilikle itham eden, iki düşünür, post-modernistlerin ayrıca deneysel doğrulukla bilimsel açıklamalardaki yetersizliği bilinçli bir şekilde çarpıtmakla suçluyorlar. Kitabın, siyasi ve toplumsal alanda ayrılan üçüncü bölümü, post-modernist bilimcilerin öne sürdüğü varsayımların sahte bilimciler tarafından kendi çıkarlarına kullanıldığı ve sahte bilimcileri le post-modernistlerin çoğu zaman bilim karşıtlığı konusunda aynı minvalde hareket ettikleri gibi önermeleri barındırıyor. Bölümün birinci kısmında, hemşirelik, alternatif tıp, Hint milliyetçiliği gibi güncel örnekler üzerinde çözümlemelerine yer veren Sokal, sahte bilimlerin söz konusu alanlarda nasıl üretildiği ve post-modern bilimin varsayımlarından beslendiği noktaları ortaya koymaya çalışırken ardından gelen kısımda da sahte bilimlerin en büyüğü olarak nitelendirdiği din olgusunu konuya dahil ederek, bilimsel ve bilimsel olmayan dünya vurgularını güçlendirmeye çalışıyor. Son kısımda da bir sonsöz olarak, kitabın büyük bir kısmında vurguladığı epistemoloji ve etik ayrımını detaylandırarak anlatan, Sokal, inanca dayalı etiğin epistemolojik açıdan doğrulanmadığı sürece çok ciddi toplumsal zararları olacağı vurgusunu yapıyor. 178 Sokal’ın kitapta yer alan eleştirilerinin kuşkusuz en güçlü tarafı, tartışmayı yürüttüğü zemindeki bilişsel hakimiyeti. Post-modern sosyal bilimcileri özellikle görecilik ve radikal şüphecilik varsayımlarını içeren önermelerini desteklemek için fizik ve mantık bilimlerine dair kavram ve formülleri yeterince öğrenmeden ve çarpıtarak kullanmalarını ağır bir dille eleştiren Sokal, söz konusu bilimlere hakimiyeti sebebiyle, iddialarını ünlü post-modernist sosyal bilimcilerin eserlerinden yaptığı alıntıları çözümleyerek ispatlıyor. Bununla beraber, tartışmaların bilim felsefesi boyutunda da Kuhn, Feyerabend gibi bilimcilerin metodolojik hatalarını ya da savundukları ‘bilişsel görecilik’ varsayımının tutarsızlıklarını güçlü karşı tezlerle ortaya koyuyor. Sokal’ın eleştirilerini güçlü kılan bir diğer unsur da ‘etik’ ve ‘epistemoloji’ arasındaki farkı açıkça ortaya koyup, bilimsel metodolojiye olan bağlılığı sebebiyle eleştirilerini ‘epistemoloji ’ üzerinden yürütmesidir. Sokal’a göre atom bombasının yapılmasından duyulan kaygı etik bir nitelik taşırken atom bombasının yapılmasına yol açan bilimsel çalışmalar tamamen epistemolojik kaygılardan yola çıkılarak başlatılmıştır. Kitapta yine benzer bir ayrım sadece kanıta ve deneyselliğe bağladığı ‘bilimsel doğruluk’ ve ‘olguların açıklanması’ arasında yapılmaktadır. Sokal, yukarıdaki ayrımlar üzerinden şekillendirdiği eleştirilerinde post-modern akademisyenleri, modern bilimin metodolojisini ve epistemolojik temellerini sarsmak için bilimsel kavramlar arasındaki ayrımları kasıtlı olarak karıştırdıklarını ve bilimin sınırlarını muğlaklaştırdığını öne sürmektedir. Sokal’ın güçlü metodolojisine karşın savlarını desteklemek için verdiği spekülatif örnekler öne sürdüğü tezlerin bilimselliğine gölge düşüren unsurların başında gelmektedir. Diğer bir ifadeyle post-modern sosyal bilimcileri cadılara inanmakla, ya da yıldızların varlığını reddetmekle suçlayan Sokal, hem bu uç örnekleri hem de kullandığı alaycı üslubu nedeniyle çalışmalarının en azından bilimsel etiğe uygunluğu açısından şüphe uyandırmaktadır. Bilimsel dünya görüşü karşısında, post-modernizmi sahte bilimlere, milliyetçiliklere ve hatta faşizme örtülü ya da açık destek olmakla suçlayan Sokal’ın aynı eleştirinin modern bilime yöneltildiği noktada, örneğin atom bombası konusunda, tartışmanın zeminini bilimsel etik ve epistemolojik ayrımına kaydırması da, hem etik hem de metodolojik olumsuzluklar olarak 179 göze çarpmaktadır. Benzer bir şekilde sahte bilimlerin en büyüğü olarak nitelendirdiği dinlerin öne sürdüğü iddiaların metodolojik tutarsızlıklarını, dinlere yönelttiği eleştirilerde temel çıkış noktası olarak kullanan Sokal, aynı toplumsal olguları açıklamaya çalışan iki farklı düşünme biçimini tek taraflı (sadece bilimsel açıdan) ve önyargılı bir şekilde incelemeye çalışarak en başta kendi inandığı bilimsel tarafsızlık ilkesiyle çelişkiye düşmektedir. Bu minvaldeki eleştirilerinde dini önermelerin metodolojik tutarsızlıklarını sergilemek için bilimsel kanıtlar yerine kimi zaman daha muğlak ifadeler kullanması da çelişki yaratan bir diğer unsurdur. Sokal ayrıca bilimsellik çabası içinde olmakla itham ettiği dinlerin toplumsal işlevlerini de göz ardı eder. Bir başka ifadeyle dinleri sadece önermelerden oluşan bir bütünmüş gibi sunar. Buna karşın bilimin evrensel boyutta gündelik hayatın metodolojisinden farklı olmadığı iddialarıyla bir bilim dini yaratma çabasında olduğu düşünülebilir. Yukarıda yer alan olumlu ve olumsuz bütün eleştirilerin yanı sıra yazdığı eser üzerinden Sokal’a getirilebilecek en büyük eleştiri, doğrudan vurgulanmamakla beraber kitabın içerdiği bilimsel dogmatiklik üzerinedir. Her ne kadar Sokal çalışmasında gerçek bilimcilerin dünya görüşlerinin bilimsel çalışmalarını etkilemeyeceğini öne sürse de, benimsediği bilimsel dünya görüşünün de etkisiyle kitapta zaman zaman bilimsel dogmatizme varan genellemeler yapmaktadır. Geçen yüzyıl içinde toplumsal hareketler ve değişmelerin tahmin edilebileceği tezlerine ve daha dramatik bir şekilde toplum mühendisliği projelerine dayanak olarak sunulan bilimsel bilginin ve metodolojinin rasyonelliği ve evrenselliği iddiaları gibi modern bilim felsefesinin önemli varsayımları pek çok defa çürütülmüş olmasına rağmen Sokal’ın da aralarında bulunduğu bilimciler tarafından savunulmaya devam edilmesi bilim dünyasının en azından bir kısmının taşıdığı dogmatizmi açıkça göstermektedir. Bilim dünyasında yüzyıllardır yaşanan bilimsel yöntem tartışmaları bugün modern ve post-modern metodoloji üzerinden yürütülmektedir. Alışageldiği üzere genelde sosyal bilimciler ve felsefecilerin yürüttüğü tartışmalara zaman zaman fizik ve mantık bilimciler de dahil olmaktadır. Bir fizik ve mantık profesörünün bakış açısından post-modern bilimcilik 180 anlayışına getirilen eleştirilerin derlenmesinden oluşan Şakanın Ardından, tartışmaların genel olarak yürütüldüğü bilim felsefesi zeminini genişleterek bilim ve sahte bilim ayrımları üzerinden tartışıyor. Sokal kitabında örtük bir biçimde sahte bilimcilikle suçladığı post-modernist bilimcileri eleştirirken zaman zaman dogmatizme varan ölçülerde bilimsel metodolojiye sarılsa da genel itibariyle sosyal bilimcilerin özellikle fizik bilimlerinden kurgulayarak öne sürdüğü varsayımları çürütmekte zorluk çekmiyor. Buna karşın, çok güçlü olduğunu iddia ettiği modern bilimin metodolojisinin sahte bilimler karşısındaki duruşunun post-modernistler tarafından zayıflatıldığını öne süren Sokal’ın, post-modern bilimcileri ve post-modern bilim anlayışını küçümseyen ifadelerinin, bir anlamda post-modernizmi bir bilim karşıtlığı olarak görmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Bu bağlamda, Şakanın Ardından’ı içerdiği güçlü önermelerin modern, post-modern çekişmesine getirdiği yeni boyutların ve post-modern düşünce biçimini bilim dünyasının dışına atmak amacını gütmesinin yanı sıra bir bilim dini inşa etmek ya da en azından buna katkıda bulunmak amacıyla yazılmış bir mütevazı bir manifesto olarak değerlendirmek çok iddialı bir tavır olmayacaktır. 181 SOSYOLOJİ KONFERANSLARI DERGİ POLİTİKASI (http://www.iudergi.com) Dergiye gönderilen tam metinli Türkçe ve/veya İngilizce makaleler ve araştırmalar, Editör ve Yayın Kurulu tarafından biçim ve içerik açısından bir ön değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Ardından da alanıyla ilgili en az iki hakemin değerlendirmesine sunulmaktadır. Hakem değerlendirmesinin sonucu, varsa istenilen değişiklik ve düzeltmeler ile birlikte yazarlara bildirilir. Düzeltme ve değişiklik istenmesi durumunda yazarlar, yazı ile ilgili kararın kendilerine bildirildiği tarihten itibaren en geç bir ay içerisinde, yazıyı düzeltilmiş olarak dergi iletişim adresine gönderirler. Bu sürenin aşılması durumunda yazı, bir sonraki sayı için değerlendirmeye alınır. Yayınlanması kabul edilmeyen yazılar, yazarlara iade edilir. Dergiye gönderilen yazıların içerikleri özgün, daha önce herhangi bir yerde yayınlanmamış olmalı ve eş zamanlı olarak başka bir yayın organında değerlendirme sürecinde bulunmamalıdır. Yayınlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazar(lar)ına aittir. Yayın için kabul edilen yazıların yayın hakkının yanı sıra yayınlanan yazıların da her türlü telif hakları Sosyoloji Konferansları’na aittir. Dergide yayınlanan yazılardan kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. YAZIM KURALLARI HACİM VE ŞEKİL ŞARTLARI • Makaleler 8000 kelimeyi aşmamalıdır. (Bu uzunluk son notları, referansları ve ekleri kapsamaktadır). • Makale özeti ve metni, Microsoft Word belgesi olarak, Windows ortamında kullanılacak şekilde hazırlanmalıdır. • Makaleler, A4 boyutlarında beyaz kâğıda üst, alt, sağ ve sol boşluk 182 2,5 cm bırakılarak 1,5 satır aralıklı, iki yana dayalı, satır sonu tirelemesiz ve Times New Roman yazı karakteri 12 punto kullanılarak yazılmalıdır. • Sayfa numaraları birbirini izleyecek biçimde, sağ alt kenara koyulmalıdır. • Gönderilen tablo, şekil, resim, grafik vb. derginin sayfa boyutları dışına taşmaması ve daha kolay kullanılmaları amacıyla 10 x 17 cm’lik alanı aşmaması gerekir. Bundan dolayı tablo, şekil, resim, grafik vb. unsurlarda daha küçük punto ve tek aralık kullanılmalıdır. MAKALE BAŞLIK SAYFASI Başlık sayfası, yazar(lar)ın tam adları, unvanları, çalıştıkları kurumlar, makale üst başlığını (Türkçe ve İngilizce) ve makale özlerini içeren kısımdan oluşacak şekilde ayrı bir sayfa olarak düzenlenmelidir. 1. Metnin başlığı büyük harf, koyu renk, Times New Roman yazı tipi, 14 punto olarak sayfanın ortasında yer almalıdır. 2. Metin yazar(lar)ının tam adları başlıktan sonra bir satır atlanarak, Times New Roman yazı tipi, 10 punto ve tek satır aralığı kullanılarak sayfanın sağına yazılacaktır. Yazarın adı küçük harfle, soyadı büyük harfle yazılacaktır. 3. Yazarın unvanı, kurum ve iletişim bilgileri “*” dipnotu ile aynı sayfada yer almalıdır. 4. Makalenin 90-150 kelime arası Türkçe ve İngilizce özetleri (Özet/ Abstract) olmalıdır. Özetler, Times New Roman 10 punto ile yazılmalıdır. 5. Özetlerin altında 3-5 kelime arası Türkçe ve İngilizce anahtar kelimelere (Anahtar Kelimeler / Keywords) yer verilmelidir. Anahtar kelimeler, Times New Roman 10 punto ile ve italik bir şekilde yazılmalıdır. MAKALENİN İÇERİĞİ İLE İLGİLİ NOTLAR • Ampirik Çalışmalar; giriş, yöntem, bulgular ve tartışma bölümlerinden oluşmalıdır. Yöntem kısmında ise mutlaka örneklem, veri toplama araçları ve işlem alt bölümleri olmalıdır. 183 • Derleme türü çalışmalarda ise, problem ortaya konulmalı, ilgili literatür yetkin bir biçimde analiz edilmeli, literatürdeki eksiklikler, boşluklar ve çelişkilerin üzerinde durulmalı ve çözüm için atılması gereken adımlardan bahsedilmelidir. • Diğer çalışmalarda ise konunun türüne göre değişiklikler yapılabilir, fakat bunun okuyucuyu sıkacak ya da metinden faydalanmasını güçleştirecek detayda alt bölümler şeklinde olmamasına özen gösterilmelidir. Ara Başlıkların Düzeni • Birinci Tarz (tercih edilmesi istenen): Giriş 1. 1.1. 1.2. 2. 2.1. 2.2. ….. Sonuç Kaynakça • İkinci Tarz: Numara verilmeden, sadece üst başlıklar kalın punto (bold) ile, alt başlıklar ise kalın italik olarak yazılmalıdır. Giriş Refah Devletlerinin Sınıflandırılması Liberal Refah Devleti Muhafazakâr Refah Devleti Sosyal Demokrat Refah Devleti …. Refah Devletlerinde Yaşlılık Emeklilik Sistemleri Sosyal Bakım Hizmetleri Sosyal Yardımlar …. Sonuç Kaynakça 184 DİPNOTLAMA • Metin içindeki dipnotlama yöntemi olarak “parantez içi” (APA) dipnotlama kullanılmalıdır. Örnekler: Tek yazarlı; (Özdemir, 2004: 261) İki yazarlı; (Özdemir & Taşçı, 2011: 153) İkiden fazla yazarlı; (Özdemir vd., 2010: 25) • lıdır. Metin içinde birden fazla yapılan atıflar kronolojik olarak yapılma- Örnek: (Özdemir, 2011: 261; Taşçı, 2010: 33; Şenocak, 2008: 25) • İnternet kaynakları için, çevrimiçi anında kaynağın sayfadan indirildiği tarih esas alınmalıdır. Örnek: Yazar belli ise; (Özdemir, 24 Aralık 2010) veya sayfası belli ise (Özdemir, 24 Aralık 2010: 11) Yazar belli değilse; (www.istanbul.edu.tr, 24 Aralık 2010). KAYNAKÇA YAZIM YÖNTEMİ • Kitaplar için örnekler; o Özdemir, Süleyman (2007), Küreselleşme Sürecinde Refah Devleti, 2. bs., İstanbul, İTO Yayınları. o Taşçı, Faruk (2010), Sosyal Politikalarda Can Simidi Sosyal Yardım, Ankara, Nobel Yayınları. • Kitap içi makaleler için örnekler; o Murat, Sedat (2003), “Avrupa Birliği Ülkeleri ve Türkiye’nin Kar- 185 şılaştırmalı Sosyal Yapısı,” Tüm Yönleriyle Türkiye-AB İlişkileri, Ed. Mustafa Aykaç & Zeki Parlak, İstanbul, Elif Kitabevi, s. 45-91. o Lee, Ronald D. (2007), “Demographic Change, Welfare, and Intergenerational Transfers: A Global Overview,” Ages, Generations and the Social Contract: The Demographic Challenges Facing the Welfare State, Eds. J. Véron vd., Netherlands, Springer, pp. 17-44. • Dergide yayınlanan makaleler için örnekler; o Akgeyik, Tekin (2006), “Sosyal Güvenlikte Reform Eğilimleri: Geleneksel Sistemlerden Bireysel Emeklilik Programlarına Dönüşüm,” Sosyoloji Konferansları Dergisi, Sayı 41, s. 47-99. o Lin, Ka (2005), “Cultural Traditions and the Scandinavian Social Policy Model,” Social Policy & Administration, Vol. 39, No. 7, December, pp. 723-739. • Ansiklopedi maddesi için örnek; o Mccullough, Laurence B. (2002), “Long-Term Care Ethics,” Encyclopedia of Aging (Vol. 3), Eds. David J. Ekerdt vd., USA, Thomson & Gale, pp. 844-847. • Çeviriler için örnekler; o Neumark, Fritz (2006), Boğaziçi’ne Sığınanlar: Türkiye’ye İltica Eden Alman İlim Siyaset ve Sanat Adamları: 1933-1953, Çev. Şefik Alp Bahadır, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yay. o Kessler, Gerhard (1936), “Şehir Tipleri ve Şehre Müteallik Meseleler,” (Çev. Hikmet Somay), Komün Bilgisinin Esas Meseleleri, Ed. Fritz Neumark, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yay., s. 35-46. • İnternet kaynakları için örnekler; o Lindquist, Gabriella S. (1 Ocak 2011), “Unemployment Insurance, Social Assistance and Activation Policy in Sweden,” (Çevrimiçi): http:// 186 pdf.mutual-learning-employment.net/pdf/DE%2007/Sweden_DE_07.pdf, pp. 1-9. o EUROSTAT (18.02.2011), (Çevrimiçi): http://epp.eurostat.ec.europa.eu • Tezler için örnek; o Özgür, Asuman (2008), “Pension Reform: The Turkish Case in The European Context,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, ODTÜ, SBE). MAKALE GÖNDERME • Makaleler, İstanbul Üniversitesi Açık Erişim Sistemine kayıt olunduktan sonra Sosyoloji Konferansları dergisi sayfasından online olarak gönderilmelidir. Online gönderim adresi: www.iudergi.com • Makale başvuru ve yükleme kılavuzuna aynı adresten ulaşılabilir.