KIRKBEŞİNCİ SAYI No: 45 / 2012-1

advertisement
İstanbul Üniversitesi Yayın No: 5111
İktisat Fakültesi Yayın No: 618
ISSN: 1304-0243
SOSYOLOJİ KONFERANSLARI
ISTANBUL JOURNAL OF SOCIOLOGICAL STUDIES
KIRKBEŞİNCİ SAYI
No: 45 / 2012-1
İSTANBUL
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Metodoloji ve Sosyoloji Araştırmaları Merkezi
EDİTÖR
EDITOR IN CHIEF
HAKEM KURULU
EDITORIAL BOARD
Veysel Bozkurt
İstanbul Üniversitesi
Farid Alatas, Singapur Milli Üniversitesi
Burhan Baloğlu, İstanbul Üniversitesi
Şenol Baştürk, Uludağ Üniversitesi
Yücel Bulut, İstanbul Üniversitesi
İsmail Coşkun, İstanbul Üniversitesi
Buket Çakır, İstanbul Üniversitesi
Glenn Dawes, James Cook Üniversitesi
Mustafa E. Erkal, İstanbul Üniversitesi
Hüsnü Erkan, Dokuz Eylül Üniversitesi
Bedri Gencer, Yıldız Teknik Üniversitesi
Nevin Güngör, Hacettepe Üniversitesi
Sari Hanafi, Beirut American University
Wiebke Keim, Freiburg Üniversitesi
Abdullah Korkmaz, İnönü Üniversitesi
Bedri Mermutlu, Uludağ Üniversitesi
Süleyman Seyfi Öğün, Maltepe Üniversitesi
Zeki Parlak, Marmara Üniversitesi
Ali Yaşar Sarıbay, Uludağ Üniversitesi
İhsan Sezal, TOBB Üniversitesi
Edibe Sözen, İstanbul Üniversitesi
Nadir Sugur, Anadolu Üniversitesi
Ümit Tatlıcan, Adnan Menderes Üniversitesi
Korkut Tuna, İstanbul Üniversitesi
Hayati Tüfekçioğlu, İstanbul Üniversitesi
Tina Uys, Johannesburg Üniversitesi
Feridun Yılmaz, Uludağ Üniversitesi
İbrahim Güran Yumuşak, Medeniyet Üniversitesi
Memet Zencirkıran, Uludağ Üniversitesi
SAYI EDİTÖRÜ
ISSUE EDITOR
Feridun Yılmaz
Uludağ Üniversitesi
YARDIMCI EDİTÖRLER
ASSOCIATE EDITORS
Filiz Baloğlu
İstanbul Üniversitesi
Uğur Dolgun
İstanbul Üniversitesi
YÖNETİCİ EDİTÖRLER
MANAGING EDITORS
Arzu Şahin
İstanbul Üniversitesi
Hakan Gülerce
İstanbul Üniversitesi
Web Adresi: www.iudergi.com
E-Mail: sosyoloji@istanbul.edu.tr, Tel: 0212 440 00 00 - 11548
Adres: İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Merkez Bina, Metodoloji ve Sosyoloji
Araştırma Merkezi, Beyazıt/İstanbul.
İÇİNDEKİLER
HAKEMLİ MAKALELER / REFEREED ARTICLES
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi
Feridun YILMAZ ..............................................................................1-17
Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi
Zihniyet
Lütfi SUNAR ....................................................................................19-42
Yeni Kurumsal İktisat
Tamer ÇETİN ...................................................................................43-73
Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal
Sermaye Kavramı: Eğitime Katılma Yönünden Tartışmalar
Şenol BAŞTÜRK ............................................................................75-123
Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar
Hüsnü ERKAN .............................................................................125-148
Din ve Kapitalizm
Hüsniye CANBAY TATAR ..........................................................149-168
KİTAP DEĞERLENDİRMELERİ / BOOK REVIEWS
Türk Sosyoloji Tarihine Eleştirel Bir Katkı - Yasin AKTAY
Celil TAŞKIN / Hakan GÜLERCE.............................................169-171
Sanal Benlik - Ben AGGER
Arzu ŞAHİN................................................................................. 173-174
Şakanın Ardından; Postmodernizmin Bilimsel, Felsefi ve Kültürel
Eleştirisi - Alan SOKAL
Özgür SAYIN.................................................................................175-180
Dergi Politikası ve Yazım Kuralları.............................................181-186
Sosyoloji Konferansları
No: 45 (2012-1) / 1-17
İKTİSAT, KURUMSAL İKTİSAT VE İKTİSAT
SOSYOLOJİSİ
Feridun YILMAZ*
Özet
İktisat ile sosyoloji arasında 1970’li yıllara kadar devam eden bir entelektüel işbölümü
mevcuttu. İktisat rasyonel seçim teorisi çerçevesinde piyasa analizine odaklanırken, sosyoloji
ise yapılar, kültür ve değerleri açıklamaya odaklanmıştı. Yeni kurumsal iktisat ile iktisat
sosyolojisinin gelişimi ile birlikte bu disiplin tanımları 1970’li yıllar başlarında radikal
bir biçimde değişmeye başladı. İktisatta ortodoksi ile heterodoksi arasındaki ilişkinin
doğası da aynı yıllarda hızla değişmeye başladı. Bu çalışmanın amacı iktisatta ortodoksi
ve heterodoksideki gelişmelere odaklanarak iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişkiyi tartışmaktır. Kurumsal iktisat hem ortodoks hem de heterodoks iktisadın kullandığı bir tanım
olduğundan, tartışma bu okul üzerinden yürütülecektir.
Anahtar Kelimeler: Kurumsal iktisat, iktisat sosyolojisi, ortodoksi, heterodoksi
ECONOMICS, INSTITUTIONAL ECONOMICS AND
ECONOMIC SOCIOLOGY
Abstract
The division that existed between economics and sociology survived until the 1970s.
Economics focuses on the market by emphasizing the framework of rational choice under
the constraints of given preferences, whereas sociology emphasizes the roles of culture,
structures and values. These disciplinary definitions changed radically after the 1970s, when
both new institutional economics and economic sociology made significant achievements
in terms of both theory and research. The nature of the relationship between orthodoxy and
heterodoxy in economics also radically changed after the 1970s. The aim of this paper is to
discuss the relationship between economics and sociology by focusing on the developments
in orthodoxy and heterodoxy in economics. As the label of institutional economics is used
by both orthodoxy and heterodoxy, the paper will also focus on institutional economics.
Keywords: Institutional economics, economic sociology, orthodoxy, heterodoxy
*
Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü. E-mail: fyilmaz@uludag.edu.tr
2
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ
Giriş: Tarihsel arka plan ve günümüze yansımalar
Sosyal bilimlerin felsefeden bağımsızlaşarak ortaya çıkışı büyük ölçüde
sanayi kapitalizminin belirginleştirdiği yeni toplumsal yapıyla ilişkilidir.
Ekonomi alanının tarihsel olarak ilk kez bu denli belirleyicilik kazanması,
sosyal bilimlerin disipliner bağımsızlıklarının da şekillenme sıralamasını
belirlemiştir. İktisat biliminin ortaya çıkış yıllarındaki isminin politik ekonomi (political economy) olması, dönemin yazarlarının ekonomi alanının
politik olanın belirleyiciliği altında değerlendirilebileceğini tahayyül ediyor olmalarıyla ilgilidir. Fakat ekonomi alanının bütün toplumsal yapının yönlendiricisi olabileceği ondokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru artık
açıkça görülmeye başlanınca disiplinin ismi iktisat bilimine (economics)
dönüşmüştür. Bu yönüyle iktisat bilimi sosyal bilimlerin bilimsellik iddiasıyla doğuşunun müjdecisi olan bir disiplindir. Bu yüzden doğa bilimleri
benzeri bir bilim olma anlamına gelen bilimsellik iddiası iktisadın peşini
hiç bırakmayacaktır. Marjinalist devrimle birlikte politik ekonomi yerini
iktisat bilimine bırakmıştır. Marjinalist devrimden sonra iktisat inceleme
alanını iktisadi dünyadaki mübadeleye indirgemiş, yöntem olarak da doğa
bilimlerini taklidi esas almıştır.
Sosyoloji ise kendisine iktisadın ekonomi alanına nazaran toplum gibi daha bütüncül bir inceleme nesnesi seçmiş olmasına rağmen, disipliner sınır çizme ve meşruiyet arayışını bütünüyle iktisat biliminin seyrine
dayandırmıştır. İktisadın marjinalist devrimle birlikte kendi inceleme alanını
daraltması, sosyolojinin kendisine alan açmasına imkan vermiştir. Ondokuzuncu yüzyılda daha bütüncül iddialar peşinde koşan politik ekonomi,
sosyoloji için rakip konumdayken, marjinalist devrimi geçirmiş olan iktisat
içinse sosyoloji tamamlayıcı disiplin konumuna geçmiştir (Clarke 1982,
233). İktisatla sosyoloji arasındaki ilişkinin rakiplikten tamamlayıcılığa
evrilmesinde marjinalist iktisatçılarla tarihçi iktisatçılar arasında yaşanan
yöntem kavgasının (methodenstreit) ve bu kavgadan hareketle sosyolojinin
alanını belirleme çabası gösteren Max Weber’in payı büyüktür. Yöntem
kavgasında Carl Menger iktisadın soyut, değerden bağımsız ve evrensel
kanunlarına vurgu yaparken, tarihselciler ise tarihsel bilgiyi, somut olanı
ve değerleri öne çıkarmaktaydılar. Bu kavgada iktisadın ilk yolu seçmesi
ve giderek teknikleşecek olan bir dile doğru evrilmesi paradoksal bir biçimde iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişkiyi de rakiplikten tamamlayıcılık
ilişkisine dönüştürmüştür. Bu durum paradoksaldır çünkü iktisadın tarihselcilerin savunduğu yolda ısrarı sosyolojiye neredeyse alan bırakmamaktadır.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17
3
Weber tam burada devreye girer. Clarke’ın da (1982, 234) belirttiği gibi
Weber sosyolojinin sosyal bilimlerin otonom bir dalı olarak gelişebileceği
sistematik bir temel oluşturmuştur. İktisadi rasyonalitenin neredeyse yegane
ideal etiği sunduğuna ilişkin görüşe itiraz edip, politik, dini, ahlaki ve estetik
kriterlerin de toplumsal eylem için değerlendirme temeli oluşturabileceğinde
ısrar etmiştir. Böylece sosyoloji iktisadın kapsamadığı bencil çıkar peşinde
koşma dogması dışındaki bütün toplumsal eylem alanlarını inceleyebilir
hale gelmiştir. Weber aslında bu sayede hem iktisat hem de sosyoloji için
kavramsal bir temel geliştirmiştir.
Weber’in attığı bu temel asıl olgunlaşmasını Lionel Robbins’in (1932)
An Essay on the Nature and Significance of Economic Science ile Talcott
Parsons’ın ([1937] 1968) The Structure of Social Action kitaplarında bulur.
Bu iki kitapla birlikte iktisat ve sosyoloji arasındaki entelektüel işbölümü
bir centilmenlik anlaşması ile netleşmiştir. “Robbins-Parsons uzlaşması” da
denebilecek olan bu işbölümünde iktisat araçların verili amaçlara ulaşırken
rasyonel olarak seçimine odaklanırken, sosyoloji bu amaçların toplumsal
kökenlerini açıklamaya odaklanır. İktisat bireysel rasyonaliteyi vurgularken,
sosyoloji yapılar, kültür ve değerleri öne çıkarır. Bu entelektüel işbölümü
yaklaşık olarak 1970’li yıllar başlarına kadar sürecektir. (Hodgson 2008,
136).
İlgili entelektüel işbölümünün ortaya çıkış biçiminin üniversitedeki
kurumsallaşmaya da yansıdığı görülmektedir. Örneğin Amerika’da sosyoloji iktisat içinde bir alan olarak başlamış ve giderek ayrı bir disipline
dönüşmüştür. Amerika’daki ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki ilk
kuşak sosyologlar iktisadi sorunlara odaklanmışlar Herbert Spencer’ın
görüşlerinden ve Alman tarihçi okulun kapitalist kurumlara yönelik tarihsel
bilgiyi ve eleştiriyi öne çıkaran yaklaşımından etkilenmişlerdir. Yirminci
yüzyılın ilk çeyreğinde ise sosyoloji artık iktisattan ayrılarak ayrı bölüm
haline gelmeye başlamıştır. (Young 2009, 111). Bu ayrışmada iktisadın ana
akımının marjinalizm lehine tercihinin payı büyüktür.
1970’li yıllar başlarına gelindiğinde ise temelde iki gelişme bu entelektüel
işbölümünün ya da centilmenlik anlaşmasının eski tarzının bozulup yeni bir
temelde yeni bir uzlaşmanın uç vermesine yol açar. Bu yeni uzlaşma kendi
içinde hem imkanlar barındırır hem de diğer bazı imkanların fedasına sebep
olur. Bu gelişmelerden ilki sosyolojinin seyrinde ortaya çıkan değişimlerdir.
İkincisi ise ironik bir biçimde marjinalizmin kendine güveninin yükselişine
bağlı olarak kendi inceleme nesnesi olan ekonominin alanının dışına doğru
inceleme yöntemini yaymaya başlamasıdır.
4
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ
Sosyoloji 1970’li yılların başına kadar da çok homojen bir dil geliştirememiş olsa da, Parsons’ın söylemi etrafında tanımlanabilir bir çerçeveye
ulaşmıştı. 1960’lı yıllarla birlikte ise Parsons’ın yaklaşımı yoğun eleştirilere
konu olmaya başlamış ve sosyolojinin zaten oldukça parçalı ve heterojen
olan söylemi daha da temelli ayrışmalara ve geleneklere bölünmüştür.
Çatışma teorilerinden sembolik etkileşimciliğe, etnometodolojiden Chicago empirisizmine, Frankfurt okulundan tarihsel sosyolojiye kadar hem
mikro hem de makro sosyolojik dönüşümler ortaya çıkmıştır. Bu çeşitliliği
Amerikan sosyolojisi ve Kıta Avrupa sosyolojisi şeklinde de tasnife tabi
tutmak mümkündür. (Kalberg 2007; Caille 2007; Heiskala 2007). Ama
ilgili dönemde Amerika ile Kıta Avrupası sosyolojik gelenekleri arasındaki
etkileşim de çok artmıştır. (Joas 1993; 1996)
İktisat ile sosyoloji arasındaki eski uzlaşmanın 1970’li yıllarla birlikte
sonlanması ve yeni tarz bir uzlaşmanın uç vermeye başlamasının ikinci ve
daha önemli gerekçesi iktisattaki gelişmelerle ilgili olanıdır. 1970’li yıllar
başlarından itibaren iktisatta bir yandan iktisadın ortodoksisini oluşturan ve
temelleri marjinalist devrimde atılmış olan neoklasik teori kendi inceleme
nesnesini aşmaya ve “yakın komşuların”(Yonay and Breslau 2006, 346)
alanlarına doğru yayılmaya başlamış, diğer yandan da ortak paydaları ortodoksiye muhalefet olan heterodoks iktisat okulları da yeniden canlanmaya
başlamıştır. Bu çalışmada iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişki iktisat içi
gelişmelerden ve özelde de ortodoksi ve heterodoksi arasındaki ilişkinin
doğasına ilişkin tartışmalardan hareketle açıklanmaya çalışılmaktadır. Metnin
iddiası iktisattaki ortodoksinin bir iç çeşitlenme olarak zuhur eden evriminin
temelde onun yayılımına hizmet ettiğidir. Bu yayılım hem heterodoks iktisat
okullarını hem de sosyolojiyi kendi içine katan bir yayılımdır. Ortodoksinin
bu yayılımı onun en sosyolojik heterodoksiyi oluşturan kurumsal iktisat ile
olan ilişkisi üzerinden incelenmektedir.
İktisatta Ortodoksi-Heterodoksi Ayrımının Doğasına Dair
İktisatta ortodoksi-heterodoksi ayırımı sosyolojik bir kavram olarak
disiplin içi egemenlik ilişkisini ima etse de bu ayırımın epistemolojik temelleri de vardır ve ayırım ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki yöntem
kavgası (Methodenstreit) dönemine kadar geri gider. Bu yönüyle ayırım
iktisat ile sosyolojinin iki ayrı disiplin olarak şekillenmesi ile de çok yakından ilişkilidir. Yöntem kavgasında sonradan ortodoksiyi oluşturacak
olan taraf temelde doğa bilimlerini taklit etmeyi bilimsellik kriteri olarak
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17
5
almaktaydı ve yöntemsel bireyciliğe dayalı, evrensel kurallar çerçevesinde
bir bilimin mümkün olduğunu savunmaktaydı. Diğer taraf ise sosyal bilimlerin kendine has karakterini öne çıkarıp, doğa bilimlerinden farklı kendine
has yöntemlere başvurması gerektiğini, tarihsel bilgiye dayalı ve bireyden
ziyade bütünü esas alan bir yaklaşımı savunmaktaydı. Kavga, en azından
sosyolojik sonuçları itibariyle, ilk grubun belirleyiciliği ile sonuçlandı ve
neoklasik iktisat disiplinin ortodoksisi haline geldi. Bu gelişme yukarıda da değinildiği gibi daha bütüne bakmaya yönelimli olan sosyolojinin
epistemolojik meşruiyetine de zemin hazırladı. İktisadın ortodoksisi diğer
sosyal bilimlerle mukayese edildiğinde öyle güç kazandı ki kendi tanımını
neredeyse disiplinin tanımını haline getirdi. Ortodoksinin iktisatta bu denli
güçlenmesi aslında onun bıraktığı alana sosyolojinin yerleşmesiyle de ilgilidir. Çünkü heterodoks iktisat okulları ortodoks iktisadı genelde bireyci
olmakla, gerçeklikten sapmakla, soyut olmakla, aşırı matematikselleşmekle,
mekanik olmakla, yani oldukça sosyolojik gerekçelerle eleştirmekteydiler.
Heterodoks iktisat aslında sosyolojinin doldurduğu alana talip olan bir iktisat
disiplini peşindeydi. Fakat sosyolojinin hızla bu alanı doldurması heterodoks
iktisat okullarının neoklasik iktisat karşısında çok zayıf kalmalarına yol
açtı. Hem epistemolojik temelleri hem de sosyolojik görünümü açısından
en öne çıkan iki heterodoks okulda, Marxizm ve kurumsal iktisat örneğinde
bunu görmek mümkündür. Marxizm düşünce atası Marx’ı büyük ölçüde
sosyolojiye kaptırmış, ondokuzuncu yüzyılın bağlamına daha bağımlı bir
iktisadi terminoloji ile söylemine devam etmek zorunda kalmıştır. Kurumsal
iktisat ise kurumların belirleyiciliği üzerinden yürüttüğü sosyolojik vurguyu
koruyup korumamakta mütereddit tavrını hiç bırakamamış, bu da onu ortodoksi karşısında zayıflatmıştır.
Ortodoksi ile heterodoksi arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla iktisat ile
sosyoloji arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeyi gerektiren gelişmeler ise
1970’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Ortodoksi kendi içinde iki önemli atılım
gerçekleştirerek bu ilişkinin doğasını da değiştirmiştir. İlk atılımda ondokuzuncu yüzyıl son çeyreğinde geliştirdiği 1950’li yıllarda matematiksel
bir dilde teknik açıdan mükemmelleştirdiği metodolojiyi, rasyonel seçim
teorisini, yalnızca ekonomi alanını incelemekte değil de insani eylemin
tümünü incelemekte kullanacağını ilan etmiştir. Bu da sosyoloji ile başta
varılan uzlaşmanın ihlali anlamına gelmiştir. Çünkü iktisat artık sosyolojinin
alanını da, politik bilimin alanını da, hukukun alanını da ve tarihin alanını
da rasyonel seçim teorisine dayalı olarak açıklayabileceğini öne sürmeye
6
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ
başlamıştır. Bu atılım literatürde “metodolojik emperyalizm” olarak bilinen
diğer disiplinlerin alanlarının yanında heterodoksinin ilgi alanlarının da
ortodoksinin metodolojik işgaline açılmasına yol açmıştır. Örneğin daha
önce “kara kutu” olarak görülen kurum kavramını neoklasik metodoloji
ile inceleme çabası, bir heterodoks okul olan kurumsal iktisadın en temel
kavramının elinden alınmasına yol açmıştır. Üstelik yine bu atılım kurum
kavramının inceleme nesnesi haline gelmesi ile ortodoks iktisadın sosyolojinin kavramlarına da ortak olmasına yol açmıştır. İktisat sosyolojisi olarak
1980’li yıllar sonrası gelişecek literatürün en merkezi ilgilerinden birisi
kurumlar olacaktır. Kavram çoğunlukla farklılaşan yöntemlerle ama ortak
bir ilgiyle hem ortodoks iktisadın hem de sosyolojinin inceleme nesnesi
olmuştur. Yine ironik bir biçimde yaklaşık yüz yıl önce marjinalist devrim
sosyolojiye alan açmışken, bu devrimin ortodoksi haline getirdiği neoklasik
iktisat kendi söylemini radikalleştirip her alana yaydığında sosyolojinin
alanını işgal eder konuma gelmiştir.
Neoklasik teoriyi yeni inceleme alanlarına açmanın yanında ortodoksinin
ikinci atılımı, doğa bilimlerinin yeni gelişen çağdaş tür ve yöntemlerinin
iktisada taşınarak çeşitlendirilmesi şeklinde olmuştur. Ortodoksi içinde
klasik oyun teorisi, evrimci oyun teorisi, davranışsal iktisat, evrimci iktisat,
deneysel iktisat, nöroiktisat, kompleksite iktisadı, bilgisayar simülasyonları, bilişsel temele dayalı yaklaşımlar gibi ortodoksinin de yöntemini
dönüştüren eğilimler belirginlik kazanmaya başlamışlardır. (Colander 2004;
Davis 2008). Colander’e göre (2000; 2004) bu gelişmeler ortodoksinin
yüzünün değişmekte olduğunun ve içinde fikirlerin evrildiği dinamik bir
yapı olarak algılanması gerektiğinin göstergesidir. Davis de (2006; 2008)
bu fikre temelde katılsa da bu değişimin çoğulcu bir iktisat bilimi ortaya
çıkarmayıp, eğilimlerden birinin ortodoksiyi oluşturacağı yeni bir duruma
yol açacağını düşünmektedir. Hatta ona göre ortodoksi içerisinde böylesine
önemli bir dönüşümün yaşanmakta olduğunun heterodoks iktisatçılarının
birçoğu farkında bile değildir.
Ortodoksi içerisinde böylesine bir dönüşümün yaşanmakta olduğu aşikardır. Ama ortodoksinin topyekün dönüşümüne yol açma ihtimali taşıyan bu
çeşitlenmesi görünüşte bir çeşitlenme olsa da bu çeşitlenme aynı ontolojik
zemine oturmaktadır. Kompleksite, evrim, çok boyutluluk, nöroekonomi,
davranışçılık vb. gibi eğilimler formalistik modelleme çerçevesine dayanmaktadırlar. Her biri matematiksel modellemede ısrarcıdırlar. (Lawson
2005). Bu yönüyle metodolojik anlamda “tersine bir emperyalizmden”
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17
7
(Frey and Benz 2004) bile söz edilebilir. Çünkü bu yeni yaklaşımlar yöntem kavgasının verildiği yıllardaki ortodoksinin temel tercihine sadıktırlar.
Aslolan doğa bilimleridir ve iktisat bu bilimleri taklit etmelidir. Bu yeni
yönelimler metodolojik bireyciliği daha radikal bir boyuta da taşımaktadırlar, çünkü bireyin toplumsal etkileşim içerisinde aidiyet kazanması fikrine,
toplumsallık fikrine tamamen yabancı bir maddi beden olarak kavrandığı
bir evreye varılmış olmaktadır. Bedenin inceleme nesnesine dönüşmesi,
iktisadi olanın toplumsallık içerisinde kavranabilmesinin imkanını bütünüyle
ortadan kaldırırken, ortodoksinin halen kullanmakta olduğu matematik dille
her şeye rağmen metaforik kalan doğa bilimi taklidi giderek taklit olmanın
ötesinde bir doğa bilimi olmaya doğru disiplini götürmektedir. İktisat bunu
başarabilirse, gerçekten de taklit düzeyinde değil de uygulama düzeyinde
bir doğa bilimine dönüşebilir.
Ortodoksideki bu gelişmelere karşı heterodoksinin hem ortodoksideki
radikal atılımı pek kavrayamama, hem de kendi içerisinde giderek belirginleşen uzmanlaşmalarından (Dow 2011, 1156) kaynaklanan bir körlük
yaşadığı söylenebilir. Heterodoks iktisat okullarının da 1970’li yıllarla
birlikte yeniden canlanmaya başladığı, yeni dergiler, akademik birlikler ve
yayınlarla zenginleştiği gözlenmektedir. (O’Hara 2010; Bögenhold 2010; Lee
2010). Ama bütün bu canlanmaya rağmen heterodoks okullar ortodoksiye
itirazlarını ağırlıklı olarak onun “gerçeklikten” kopuk oluşuna yöneltmişlerdir. Bu ise “gerçekliğin” doğasına ilişkin tartışmayı bir kenara, aslında
doğa bilimlerinin “gerçeklik” kavrayışına, bırakmak anlamına gelmektedir. Üstelik “gerçeklik” ortodoks iktisattaki dönüşümle beraber çok daha
ulaşılabilir bir şey haline gelmeye başlamış, yani ortodoksi bu eleştirinin
üstesinden gelme imkanı yakalamıştır. Çünkü ortodoks iktisat davranışsalcılık, deneycilik ve nöro bilimler üzerinden doğa bilimlerinin öteden beri
kullandığı empirik yönteme dönerek, doğa bilimlerinin “gerçeğine” daha
fazla odaklanmış durumdadır.
Heterodoks okullar yöntem kavgası sonucunda kapanmış görülen tartışmayı yeniden düşünme iddiasını dillendirmekten genelde kaçınırlar. Oysa
bu tartışma, zemini felsefede yürüyen bir tartışma olarak heterodoksinin
ortodoksiye itirazını daha temelli kılabileceği imkanlar sunar. Heterodoks
okulların bu tartışmaya yeniden dönme konusundaki isteksizlikleri tam da
ortodoks iktisadın onlara yönelttiği bir eleştiriyi çok ciddiye almaları ile
ilgilidir. Ortodoks iktisatçılar heterodoksların kendilerini soyut kalmakla
suçlamalarına karşı, bu suçlamaları yöneltenlerin tutarlı bir teorilerinin
8
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ
olmadığı cevabını verirler. Gerçekten de hemen hiçbir heterodoks iktisat
okulunun ortodoksinin sahip olduğu iç tutarlılığı olan teknikleşmiş bir dili
yoktur. Hal böyle olunca heterodoks iktisatçılar, salt eleştiri yapan ve bunu
giderek daha da felsefi bir dile taşıyan ve bu yüzden de tutarlı bir iç söylemi
olan disiplin inşasına yaramayacak argümanlardan uzak durmayı yeğlerler.
Bu yüzden de yöntem kavgasının felsefi zeminindeki hermeneutik düşünce
ve onun yirminci yüzyıldaki dönüşümünün sunduğu köklü eleştiri imkanları
heterodoks iktisatçılara sıcak gelmemiştir. Hermeneutik düşünceye yakınlık
duyan yegane eğilim Avusturya iktisat okulu içerisindeki bir yaklaşım olmuş,
o da ne okulun bütünüyle dilini temsil etmiş ne de hüsnü kabul görmüştür.
Heterodoks iktisat okullarının ortodoksiyi felsefi düşünce temelinden
eleştirmekten uzak durmaları, onların eleştirilerini daha araçsal boyutlara
yönlendirmelerine yol açmıştır. Üstelik tam da eleştirdikleri ortodoksinin
tutarlı diline duyulan hayranlık, kendilerinin de benzer bir disiplin inşası
peşine düşmelerine yol açmıştır. Bu da çoğu zaman toplumsal olanı önceleyen
felsefi tercihten uzaklaşmaya ve ortodoksinin dilindeki doğa bilimlerinin
taklidi anlamındaki bilimsel dili yeniden üretmelerine götürmüştür. Öne
çıkan heterodoks iktisat okullarından kurumsal iktisadın seyri bunun tipik
örneklerinden birisidir.
Sosyolojik Gelenek ve Kurumsal İktisat
Kurumsal iktisat heterodoks iktisat okulları içerisinde sosyolojik geleneğe
en yakın olan iktisat okuludur. Toplumsal olanı analizinin merkezine alma,
doğa bilimlerinin taklidinden uzak durma ve mevcut kapitalist kurumların
eleştirisi gibi oldukça sosyolojik imalar taşıyan bir okul olma potansiyeline
sahiptir. Hatta kurumsal iktisadı, “sosyolojik kurumsal iktisat” (Zafirovski
2004), ekonomi ve toplumun sentezini yapan semiyotik kurumsal iktisat
(Heiskala 2007) ya da heterodoks iktisadın bir parçası değil de “sosyal teorinin ve kültür teorisinin bir formu” olarak (Heiskala 2007) tanımlayanlar
da vardır. Swedberg’in de (1991, 255) belirttiği gibi kurumsal iktisadı neoklasik ortodoksiden ayıran ve sosyoloji ile iktisat sosyolojisine yaklaştıran
önemli benzerlikler vardır. Kurumsal iktisatçılar diğer sosyal bilimlerden
de yararlanan daha geniş ve farklı bir iktisat teorisi peşindedirler. Veblen,
Commons ve Mitchell gibi kurumsal iktisadın ilk kuşağını oluşturan isimler, ortodoksinin statikliğinin aksine toplumsal değişimi açıklama peşinde
koşarlar. Bunu yaparken de sosyolojik analize hayli yakın bir kurumsal
analiz temelinde yürütürler.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17
9
Kurumsal iktisadı fazlasıyla sosyolojik geleneğe yakın bulan (Hodgson
1994; Ingham 1996) ya da onu bir çeşit iktisat sosyolojisi olarak yorumlayan
(Groenewegen, Pitelis and Sjostrand 1995) yaklaşımlara rağmen, bir disiplin
olarak sosyolojinin neoklasik ortodoksinin belirlediği sınırların bıraktığı
boşlukta hızla yükselişinin kurumsal iktisadın gerilemesinin gerekçelerinden birisi olduğu söylenebilir. Bu durum kurumsal iktisatçıların entelektüel
işbölümünde işlevsizleşmesine yol açmıştır. Bu işlevsizleşme kurumsal
iktisadın yirminci yüzyıl boyunca sosyolojik söylemle alışverişe girmekten
neden sakındığını ve kendine ortodoks iktisadın dışında ama her durumda
iktisadi bir söylem geliştirme çabası içine neden girdiğini açıklayabilir.
Bir heterodoks iktisat okulu olarak kurumsal iktisadın seyri izlendiğinde
bu seyrin ortodoksi-heterodoksi ilişkisinin doğasına ilişkin ve buna bağlı
olarak da iktisat ile sosyoloji arasındaki münasebete ilişkin oldukça açıklayıcı ipuçlarını barındırdığı görülmektedir. Kurumsal iktisat ortodoksinin
eleştirisi yönünde daha sosyolojik imalarla çıktığı teorik yolculuğunu felsefi
zeminde ortodoksinin zeminine yaklaştırdığından var olan eleştirel potansiyelini kullanamamıştır.
Kurucu figürü Thorstein Veblen olan kurumsal iktisat neredeyse bütünüyle Amerikan ürünüdür. Veblen’in ondokuzuncu yüzyılın hemen sonundan
başlayarak yirminci yüzyılın ilk çeyreğini kapsayacak bir dönem içerisinde
ortaya koyduğu çalışmalar kurumsal iktisadın şekillenmesinde büyük rol
oynamıştır. Veblen’in çalışmaları felsefi ve metodolojik zeminde ortodoks
iktisadın eleştirisinden (Veblen [1919] 1990), mevcut kapitalist kurumların
ve davranış kalıplarının sosyolojik temelde eleştirisine (Veblen [1923] 1964;
[1921] 1990; [1899] 1994) kadar geniş bir yelpaze oluşturur. Veblen’in kapitalist kurumları eleştirirken başvurduğu dil, onun düşünce tarihi içerisinde
sosyologlarca sahiplenilmesine bile yol açmıştır.
Veblen’in ortodoks iktisadı felsefi zemindeki eleştirisi ise, muUygarlığı
Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet
htemelen kendisi öyle amaçlamamış olsa da, kendinden sonra gelecek
olan kurumsalcıları toplumsal olandan uzaklaşıp, iktisadi dünyayı teknik
bir işleyiş olarak algılamalarına yol açacak bir eğilimin altyapısını oluşturmuştur. Bu eğilim yer yer Veblen’in kötüye kullanımından kaynaklansa da
çoğu zaman da Amerikan pragmatizminin yirminci yüzyıldaki dönüşümlerinden etkilenmiştir. Bir Amerikan ürünü olan kurumsal iktisadın felsefi
zeminini yine bir Amerikan ürünü olan Amerikan pragmatizmi oluşturur.
C.S.Peirce ile başlayan gelenek Kartezyen düşünceye itirazla yola çıkmışsa
10
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ
da, yirminci yüzyılın özellikle ikinci çeyreği ile birlikte naif bir empirisizme
ve pozitivizme evrilmiştir. Pragmatizmdeki bu dönüşüm Veblen üzerinden
kurumsal iktisadı inşa etmeye çalışan sonraki dönem iktisatçılarının da
doğa bilimi taklidi anlamında “bilimsellik” standardı peşinde koşmalarına
yol açmıştır. Veblen’in evrimciliği bu dönemde empirik temelde değişimin
analizi olarak algılanmıştır. Kurumsal yapıya yönelik algı hala sosyolojikse
de, felsefi zemin fazlasıyla empiriktir. (Rutherford 2011, 347).
Yirminci yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ise pragmatizm Alman hermeneutik düşüncesini de kullanarak kökenlerine yeniden bakmaya başlamış
(Rorty 1981, Bernstein 1983) bu da kurumsal iktisadın felsefi zemininin
yeniden toplumsal olanın doğal olandan farklılığını iddia eden bir zemine
kavuşması imkanının ortaya çıkışı anlamına gelmiştir. Fakat kurumsal
iktisat bunu kullanmayı yeğlememiştir. Pragmatizmin aldığı yeni biçimin
kendisine sunduğu eleştirel imkanlardan uzak durmuş, iktisadi dünyayı
açıklarken onun toplumsallığını vurgulamak yerine daha evrimci bir dile
yönelmiştir. Bu evrimci dilin son dönemde en öne çıkan isimlerinden birisi
olan Hodgson (2004) yeniden Veblen’e ama evrimci Veblen’e dönüşün
sürükleyici isimlerinden birisi olmuştur. Hodgson’ın çabası ile belirginleşen
bu dil çağdaş kurumsal iktisat içerisinde önemli bir karşılık bulmuş bu da
kurumsal iktisadı biyolojiden yöntem devşiren bir okula dönüştürmüştür.
Felsefi zeminde bakıldığında kurumsal iktisat tıpkı ortodoks iktisat gibi
doğalcı bir zemine yerleşmiştir (Yılmaz 2011). Bu ortaklık sonucunda
ortodoksinin dilinde meydana gelen ve yukarıda dile getirilen deneysel,
davranışsal ve bilişsel yönelimler, kurumsal iktisadın evrimci dilinin oldukça
yakınına gelmişlerdir.
Kurumsal iktisat ile sosyoloji arasındaki ilişki açısından bakıldığında
1980’li yıllar sonrası hızla gelişip belirginleşen “yeni iktisat sosyolojisi”
ile Veblen geleneğine bağlı kurumsal iktisatçıların değil de metodolojik
emperyalizm sonucunda iktisadın yayılımlarından birisi olarak ortaya çıkan
yeni kurumsal iktisadın irtibata geçmiş olması da düşünce tarihinin ironik
öykülerinden birisidir. Veblen geleneğinin kurumsal iktisadının yeni iktisat
sosyolojisinin sosyolojik davetinden görece uzak duruşu, yirminci yüzyılın
ilk yarısındaki zeminini sosyolojiye kaptırmış olması ile kısmen de olsa
ilgilidir.
Kurumsal perspektifi daha sosyolojik bir dille yeniden inşaya yeltenen
metinler varsa da bunlar kurumsal iktisat içerisinde azınlıkta kalmaktadırlar. Zafirovski’nin (2004) sosyolojik kurumsalcılık geliştirme çabaları,
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17
11
Heiskala’nın (2007) Parsons ve Habermas’tan yararlanıp onları da aşan
semiyotik kurumsalcılık inşası, Beckert (2003), Kilpinen (2003), Yılmaz
(2007)’ın pragmatizmi temel alarak kurumsal iktisadı daha sosyolojik bir
kavram olan alışkanlıklar üzerinden inşa çabaları bunlar arasındadır. Bu
çabalar kurumsal iktisada sosyolojik analiz içerse de kendi içinde tutarlı
bir zemine oturan ve doğalcılıktan da uzak duran bir söylem imasında bulunmaktadırlar.
Arabuluculuk Çabası: İktisat Sosyolojisi
İktisadın ortodoksisi 1970’li yıllar sonrası entelektüel işbölümünü ihlal
edip komşu disiplinlerin inceleme alanlarına doğru yönelmeye başlayınca
heterodoks iktisat okullarının daha felsefi ve sosyolojik zeminde itirazlar
ortaya koyması beklenirken bu pek gerçekleşmemiştir. Kurumsal iktisat
örneğinde dile getirildiği gibi ortodoksiye itiraz toplumsallık vurgusundan
değil, ortodoksinin fizik taklidine biyoloji taklidiyle cevap vermek denebilecek bir cepheden gelmiştir. Kurumsal iktisat literatürünün söyleminde
başvurduğu birtakım sosyolojik kavramlar konusunda ise ısrarcı olmadığı,
onları eleştirilerine daha çok dolgu malzemesi kabilinden kullandığı
görülmektedir.
Ortodoks iktisat ise hem sosyolojinin hem de Veblen geleneğinin kurumsal
iktisadının temel kavramı olan kurum kavramını metodolojik bireycilik temelinde rasyonel seçim teorisi ile açıklamaya girişmiştir. Özellikle Douglass
North ile tarihsel kurumlara, Ronald Coase ve Oliver Williamson ile firmalara
yönelen bu inceleme alanı “yeni kurumsal iktisat” olarak etiketlenmiştir.
Sosyolojik düşünce ise buna “yeni iktisat sosyolojisini” geliştirerek
karşılık vermiştir Yılmaz (2003). Sosyolojik düşüncenin klasik metinleri
aynı zamanda iktisat sosyolojisi metinleri olarak okunabilirler ama yirminci
yüzyılın ikinci çeyreğinde iyice netleşen işbölümünden sonra iktisat sosyolojisi kavramının geri çekildiği aşikardır. Kavramın yeniden kullanıma
girmesi ve hızla zenginleşen bir literatüre kavuşması 1980’li yıllar sonrasında gerçekleşecektir.
Yeni iktisat sosyolojisi adı verilen yaklaşımın en belirleyici metinlerinden
birisi Mark Granovetter’ın (1985) “Economic Action and Social Structure:
The Problem of Embeddedness” makalesi olmuştur. Granovetter bu makalede ortodoks iktisadın varsayımlarını eleştirir ki bu eleştiriler yeni kurumsal
iktisat için de geçerlidir. Ona göre sosyolojide aşırı sosyalleşmiş, iktisatta
12
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ
ise eksik sosyalleşmiş bir eylem teorisi söz konusudur. İlki iktisadi etkiyi
dışlarken ikincisi toplumsal olanı dışlamaktadır. Aktörler ne toplumsal yapıdan bağımsızdır ne de bütünüyle onun tarafından belirlenir. Granovetter
kendinden sonra iktisat sosyolojisi literatürünün vazgeçilmez kavramı haline
gelecek olan ve aslında Polanyi’nin vaktiyle kullanmış olduğu gömülülük (embeddedness) kavramını önerir. Kavram iktisadi alanın toplumsal,
kültürel, politik ve bilişsel süreçler içerisine gömülü olduğunu öne sürer
(Beckert 1996; 2003). Granovetter’a göre (1992, 4) öncelikle iktisadi eylem
toplumsal ilişkiler ağı içine gömülüdür. İkinci olarak, iktisadi eylem hem
iktisadi hem de iktisadi olmayan amaçlar peşinde koşar. Üçüncü olarak da
iktisadi kurumlar toplumsal olarak inşa olurlar.
Yeni iktisat sosyolojisinin gelişimine büyük katkı yapmış olan Smelser
ve Swedberg’in (1994, 3) tanımıyla söylemek gerekirse iktisat sosyolojisi
ekonomik alanın sosyolojik perspektiften analizi anlamına gelir. İktisadi
alan ile kastedilen ise kıt kaynakların üretiminin, bölüşümünün, mübadelesinin ve tüketiminin gerçekleştirildiği alandır. İktisat sosyolojisi 1980’li
yılların sonlarından başlayarak hızla ivme kazanmış ve yeniden kayda değer
bir alt disiplin cesametine ulaşmıştır. İktisadi dünyaya yönelik sosyolojik
perspektiften yapılan çalışmalar için önerilen yöntemin Veblen geleneğinin
kurumsal iktisadıyla önemli paralellikler içerdiği görülmektedir. Fakat buna
rağmen kurumsal iktisat ile iktisat sosyolojisi literatürü arasındaki diyalog
yok denecek kadar azdır (Velthuis 1999, 641; Swedberg 1991, 257, 270).
Bu diyalogsuzlukta yukarıda değinilen iki önemli gerekçe rol oynamaktadır.
İlk gerekçe kurumsal iktisadın yirminci yüzyılda sosyolojinin yükselişi ile
zemin yitirmiş olmasıdır. Parsons sosyolojiye alan açmaya çalışırken açıkça
Veblenci kurumsal iktisada saldırır ve ona karşı Weber’i öne çıkarır (Velthuis 1999). Ortodoks iktisat ile sosyoloji arasındaki entelektüel işbölümü
konusundaki uzlaşma, kurumsal iktisadın hızla gerilemesine yol açmıştır.
Kurumsal iktisatçılar, ekonomi alanına yönelik sosyolojik perspektiften
yaklaşmayı öneren iktisat sosyolojisinden bu gerekçeyle uzak duruyor olabilirler. Diğer heterodoks iktisat okulları gibi onlar da ortodoksi karşısında iyi
kötü tutarlılığı olan ve “sosyolojik” suçlamasına maruz kalmayacakları bir
söylem inşası peşinde koşmaktadırlar. Israrcı evrim ve teknoloji vurguları
bununla ilgilidir. İkinci gerekçe ise ilkine bağlı olarak kurumsal iktisatçılar
ortodoksi içerisindeki yeni dönüşümlerle aynı zeminde buluşabileceklerini
düşünmektedirler. Evrim vurgusu ile bilişsel ve davranışçı çalışmaların aynı
doğalcı zemin üzerinde yükseldiğine daha önce değinildi.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17
13
Kurumsal iktisat ile iktisat sosyolojisi arasındaki ilişkide asıl ilginç olan
şudur. Çok daha sosyolojik perspektife sahip olan orijinal kurumsal iktisat
ile iktisat sosyolojisi arasındaki diyalog yok denecek kadar sınırlıyken,
iktisat sosyolojisi metinlerinin bireyci analizi dolayısıyla eleştirerek yola
çıktıkları yeni kurumsal iktisat ile aralarında yoğun bir diyalog ve neredeyse
bir tamamlayıcılık ilişkisi vardır. Yeni kurumsal iktisatçıların yoğunlaştığı
işlem maliyetleri iktisadı, firma teorisi ve organizasyon iktisadı konusundaki
gelişmeler, yeni iktisat sosyolojisi alanında çalışan sosyologların da çok
soğuk bakmadıkları gelişmelerdir. (Swedberg 2003, 87).
Gerçi şunu da belirtmek gerekir. Yeni iktisat sosyolojisinin çıkış metni
sayılabilecek olan Granovetter’ın metni, yukarıda da değinildiği gibi, yeni kurumsal iktisadı, sosyolojik olanı göz ardı etmekle eleştirir ve iktisat
sosyolojisinin bunu aşan bir perspektif önerdiğini dile getirir. Ama iktisat
sosyolojisinin 1980’li yıllar sonrası gelişimi izlendiğinde yeni kurumsal
iktisat ile ilişkisinin pek de düşmanca olduğu söylenemez. İktisat sosyolojisi
yeni kurumsal iktisattan önemli ölçüde kavram transfer etmiştir. İktisat
sosyolojisine ilişkin derlemelerde yeni kurumsal iktisat yaklaşımı önemlice
yer tutmaktadır.
Sonuç
İktisat ile sosyoloji arasındaki ilişki başlangıcından beri hem kendine
özgü bir araştırma alanı belirleme hem de otonom bir bilimsel disiplin
hüviyetini kazanma çabasının belirlediği bir ilişki olmuştur. 1930’lu yıllarda
varılan uzlaşmadan sonra her iki disiplinin kendi iç bünyesindeki evrime
odaklı bir seyir izlemesi beklenirken 1970’li yıllar başı ile beraber iktisat
disiplininin kendi araştırma alanını genişletme çabasına girmesi ile beraber
iki disiplin arasındaki ilişki yeni bir boyut kazanmıştır. Uzlaşma yıllarında sosyolojinin alanına terk edilmiş olan alanlar 1970’li yıllar başlarıyla
birlikte ortodoks iktisadın ilgi alanına girmeye başlamış ve yeni kurumsal
iktisat gelişmiştir. Uzlaşmanın bozulması anlamına gelen bu gelişmeye
sosyolojinin tepkisi bir çeşit karşı atak olarak gerçekleşmiş ve ekonomi
alanını sosyolojik perspektiften inceleme iddiası ile yola çıkan yeni bir
eğilim ortaya çıkmıştır. Yeni iktisat sosyolojisi olarak adlandırılan bu alan,
her ne kadar sosyolojinin bir çeşit karşı atağı olsa da, yeni kurumsal iktisat
ile çatışmacı bir dil benimsemeyi seçmemiş onun yerine daha kabullenici bir
tutuma yönelmiştir. Yeni kurumsal iktisatçıların sosyolojik perspektifle pek
14
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ
ilgilendikleri söylenemese de, yeni iktisat sosyolojisi alanındaki çalışmalar
iktisat içerisindeki gelişmelere bigane kalmamışlardır. Bu yüzden aradaki
ilişki bir diyalog ilişkisi değil, taraflardan birinin diğer alanın söyleminden
yararlanma ilişkisidir.
İktisat ile sosyolojinin yeni kurumsal iktisat ile yeni iktisat sosyolojisi
üzerinden kurduğu bu yeni ilişki sosyolojik gelenek içerisinde mikro geleneğe katkı yapan bir alt disiplinin doğmasına yol açmıştır. Fakat sosyolojinin
klasik teorisyenler kuşağının makro perspektifinden hayli uzak bir alan
olarak bu durum şekillenmiştir. Üstelik yeni iktisat sosyolojisinin 1980’li
yıllar sonrasının önde gelen isimleri Max Weber gibi daha bütünlüklü perspektifler öneren isimlere çokça müracaat etseler de sonuç pek değişmemiştir.
Bu gelişme ise iktisat ile sosyoloji ilişkisinin ilk döneminde sosyolojinin yükselişi ile zemin kaybeden Veblen geleneğinin kurumsal iktisadı ile
vaktiyle kurulamamış diyalogun bir kez daha ihmal edilmesi gibi bir sonuç
doğurmuştur. Daha makro ve eleştirel perspektiften bir diyalog geleneksel
disiplin sınırlarının aşınmasına belki yol açacak ama sosyal bilim ufkuna
önemli imkanlar sunacak bir yol açabilirdi. Oysa hem kurumsal iktisat hem
de yeni iktisat sosyolojisi kendi iç dillerinin mantıksal tutarlılığını öncelediklerinden bu diyalog gerçekleşmemiştir. Diyalogun gerçekleşmemesi daha
bütüncül ve eleştirel bir sosyal teorik yaklaşımın doğuşunu engelleyerek,
kendi söylem alanına çekilen iki dar uzmanlığın yan yana varoluşu gibi bir
sonuç doğurmuştur.
KAYNAKÇA
Beckert, J. (1996), “What Is Sociological about Economic Sociology?
Uncertainty and the Embeddedness of Economic Action”, Theory and Society 25, 803–840.
Beckert, J. (2003), “Economic Sociology and Embeddedness: How
Shall We Conceptualize Economic Action?” Journal of Economic Issues
37: 3, 769-87.
Bernstein, R. J. (1983), Beyond Objectivism and Relativism: Science,
Hermeneutics, and Praxis, Pennsylvania: University of Pennsylvania Press.
Bögenhold, D. (2010), “From Heterodoxy to Othodoxy and Vice Versa:
Economics and Social Sciences in the Division of Academic Work”, American Journal of Economics and Sociology, 69: 5, 1566-1590.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17
15
Caille, A. (2007), “Sociology as Anti-Utilitarianism”, European Journal
of Social Theory, 10: 2, 277-286.
Clarke, S. (1982), Marx, Marginalism and Modern Sociology, London:
Macmillan
Colander, D. (2000) The death of neoclassical economics, Journal of the
History of Economic Thought, 22, 127–143.
Colander, D., Holt, R. P. F. and Rosser, J. B., (2004), “The Changing Face
of Mainstream Economics”, Review of Political Economy, 16: 4, 485-499.
Davis, J. B. (2006), “The Nature of Heterodox Economics”, Post-Autistic
Economics Review, 40, 23-30.
Davis, J. B. (2008), “The Turn in Recent Economics and Return of Orthodoxy”, Cambridge Journal of Economics, 32, 349-366.
Dow, S. C. (2011), “Heterodox Economics: History and Prospects”,
Cambridge Journal of Economics, 35, 1151-1165.
Frey, B. and Benz, M. (2004), “From Imperialism to Inspiration: A Survey
of Economics and Psychology”, D. J., Marciano, A. and R. J. (eds), The
Elgar Companion to Economics and Philosophy, Cheltenham: Edward Elgar.
Granovetter, M. (1985), “Economic Action and Social Structure: The
Problem of Embeddedness”, American Journal of Sociology, 91, 481-510.
Granovetter, M. (1992), “Economic Institutions as Social Constructions:
A Framework for Analysis”, Acta Sociologica, 35, 3-11.
Groenewegen, J., C. Pitelis, and S-E. Sjostrand (eds.) (1995), On Economic Institutions, Theory and Application, Aldershot: Edward Elgar.
Heiskala, R. (2007), “Economy and Society: from Parsons through Habermas to Semiotic Institutionalism”, Theory and Methods, 46: 2, 243-272.
Hodgson, G. M. (1994), “The Return of Institutional Economics”,
N.Smelser and R. Swedberg (eds.) The Handbook of Economic Sociology,
Princeton: Princeton University Press.
Hodgson, G. M. (2004), The Evolution of Institutional Economics, Agency,
Structure and Darwinism in American Institutionalism, London: Routlege.
Hodgson, G. M. (2008), “Prospects for Economic Sociology”, Philosophy
of the Social Sciences, 38: 1, 133-149.
Ingham, G. (1996), “Some Recent Changes in the Relationship Between
Economics and Sociology”, Cambridge Journal of Economics, 20, 243-275.
16
İktisat, Kurumsal İktisat ve İktisat Sosyolojisi / Feridun YILMAZ
Joas, H. (1993), Pragmatism and Social Theory. Chicago: The University
of Chicago Press.
Joas, H. (1996), The Creativity of Action. Chicago: The University of
Chicago Press.
Kalberg, S. (2007), “A Cross-National Consensus on a Unified Sociological Theory? Some Inter-Cultural Obstacles”, European Journal of Social
Theory, 10: 2, 206-219.
Kilpinen, E. (2003), “Does Pragmatism Imply Institutionalism.” Journal
of Economic Issues, 37: 2 291-304.
Lawson, T. (2006), “The Nature of Heterodox Economics”, Cambridge
Journal of Economics, 30, 483-505.
Lee, F. S. (2010), “A Case for Ranking Heterodox Journals and Departments”, On the Horizon, 16: 4, 241-251.
O’Hara, P. A. (2010), “Can the Principles of Heterodox Political Economy
Explain Its Own Re-Emergence and Development?”, On the Horizon, 16:
4, 260-278.
Parsons, T. ([1937] 1968), The Structure of Social Action, New York:
The Free Press.
Robbins, L. (1932), An Essay on the Nature and Significance of Economic Science. London: Macmillan
Rorty, R. (1981), Philosophy and the Mirror of Nature, Princeton: Princeton University Press.
Rutherford, M. (2011), The Institutionalist Movement in American Economics, 1918-1947, Cambridge: Cambridge University Press.
Smelser, N. J. And R. Swedberg (1994), “The Sociological Perspective
on the Economy”, N. J. Smelser and R. Swedberg (eds.), The Handbook of
Economic Sociology, Princetion: Princeton University Press.
Swedberg, R. (1991), “Major Traditions of Economic Sociology”, Annual
Review of Sociology, 17, 251-276.
Swedberg, R. (2003), Principles of Economic Sociology, Princeton:
Princeton University Press.
Veblen, T. B. ([1923] 1964) Absentee Ownership and Business Enterprise
in Recent Times. New York: Augustus M. Kelley.
Veblen, T. B. ([1919] 1990), The Place of Science in Modern Civilization
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012) / 1-17
17
and Other Essays. New Brunswick: Transaction Publishers.
Veblen, T. B. ([1921] 1990), The Engineers and the Price System. New
Brunswick: Transaction Publishers.
Veblen, T. B. ([1899] 1994), The Theory of Leisure Class. New York:
Dover Publications.
Velthuis, O. (1999), “The Changing Relationship Between Economic
Sociology and Institutional Economics: From Talcott Parsons to Mark Granovetter”, American Journal of Economics and Sociology, 58: 4, 629-649.
Yılmaz, F. (2003), “İktisat ve Sosyoloji: Rakip Kardeşlerin Hakimiyet
Kavgası”, Toplum ve Bilim, 95, 61-84
Yılmaz, F. (2007), “Veblen and the Problem of Rationality”, Journal of
Economic Issues, 41: 3, 841-862.
Yılmaz, F. (2011), “Düşünceden Kaçış Çabasının Öyküsü: İktisadın Felsefeden Kopuşu”, O. İşler ve F. Yılmaz (der.) İktisadı Felsefeyle Düşünmek,
İstanbul: İletişim
Yonay, Y. and Breslau, D. (2006), “Marketing Models: The Culture of
Mathematical Economics”, Sociological Forum, 21: 3, 345-386.
Young, C. (2009), “The Emergence of Sociology from Political Economy
in the United States: 1890 to 1940”, Journal of the History of the Behavioral
Sciences, 45: 2, 91-116.
Zafirovski, M. (2004), “Paradigms for Analysis of Social Institutions: A
case for sociological institutionalism”, International Review of Sociology:
Revue Internationale de Sociologie, 14:3, 363-397.
Sosyoloji Konferansları
No: 45 (2012-1) / 19-42
WEBER’IN İKTISAT SOSYOLOJISI: UYGARLIĞI
ANLAMANIN ANAHTARI OLARAK İKTISADI ZIHNIYET
Lütfi SUNAR*
Özet
İktisat sosyolojisi de dahil sosyolojinin pek çok alt çalışma alanının kurucusu olarak
zikredilen Weber’in sosyolojinin ampirik bir bilim olmasında önemli bir yeri vardır. Weber’in
sosyolojisi akılcılaşma ekseninde mukayeseli uygarlıklar tarihi çalışmalarıyla modernitenin
açıklanması ve tarihsel bir gelişme çizgisine yerleştirilmesi çerçevesinde oluşmuştur. Kapitalizmin oluşumu bağlamında iktisadi açıklamalar Weber’in sosyolojisinin büyük ölçüde
bir iktisat sosyolojisi olarak şekillenmesine de yol açmıştır. İlk çalışmalarında daha çok
tarihçi bir perspektife sahip olan Weber sonraki çalışmalarında modernitenin açıklanması
için daha sosyolojik bir zemine kaymıştır. Bu bağlamda Weber’in iktisat sosyolojisi modernitenin ele alınış biçimine göre genişleyen bir ilgiye sahiptir. İlk eserlerinde modernitenin
çeşitli yapılarının kökenlerinin açıklanması ile uğraşan Weber 1904 ve 1909’da yaşanan
iki kırılma neticesinde gittikçe dünya tarihsel bir açıklama ve temellendirmeye ulaşmak
için daha geniş çaplı çalışmalara girişmiştir. Bu tarihten sonra dünya dinlerinin iktisadi
etiğine dair yazdıkları Weber’in modernitenin evrensel bir açıklaması peşinde olduğunu
göstermektedir. Böylece Weber’in iktisat sosyolojisinin odağında uygarlığı anlamanın
anahtarı olarak gördüğü iktisadi zihniyet çözümlemesinin bulunduğu ileri sürülebilir.
Anahtar Kelimeler: Weber, akılcılaşma, zihniyet, iktisat sosyolojisi, uygarlık tarihi, iktisadi etik
WEBER’S ECONOMIC SOCIOLOGY: ECONOMIC
WELTANSCHAUUNG AS A KEY TO UNDERSTAND THE
CIVILISATION
Abstract
Weber has an important place in the making of sociology an empirical science. He is
also known as the founder of many sub-fields of sociology, including economic sociology.
Weber’s sociology aims to explain modernity around rationalization by positioning it in
a historical developmental context. To explain modernity Weber had a broad sociological
base in his later studies although he had a narrower historical perspective in his earlier
studies. In this context his economic sociology has an expanding vision to construct the
development of modernity. As a result of a double break in 1904 and 1909, his scope transformed toward a world-historical level with his studies on the economic ethics of world
religions. He tried to explain the development of modernity with the development of the
capitalist spirit, which means rationalization of the world. In this way, he wanted to reach
a universal outlook of modernity. So, one may state that at the heart of Weber’s economic
sociology lies an analysis of economic mentality. As a result, his economic sociology may
be explained as the master key to enable understanding of Weber’s social theory.
Key Words: Weber, rationalization, mentality, economic sociology, history of civilizations,
economic ethic
Yrd. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü. E-mail: lsunar@istanbul.edu.tr
*
20 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
Giriş: Weber’in Sosyolojideki Yeri
19. yüzyıl sonu pek çok açıdan önemli değişimlere sahne olmuştur. Batı
toplumlarında 19. yüzyıl boyunca mevcut olan iyimser hava yavaş yavaş
yerini kötümserliğin sisli ortamına bırakırken insana ve topluma dair farklı
bakış açıları da yavaş yavaş yeşermekteydi. Bu dönemde Nietzsche, Freud
ve Weber’in uygarlık, toplum ve insanın doğasına dair analizleri 20. Yüzyıl boyunca önemli etkiler bırakmıştır. Modern toplumun geleceğine dair
kaygılarla hareket eden Weber’in siyasetten, sanata, iktisattan hukuka kadar
sosyal alanın hemen hemen bütün alanlarına dair bütüncül açıklamalar getirme arayışı köklü bir geleneğin da başlatıcısı olmuştur. Weber’in bakışını
bu kadar köklü kılan en önemli etken onun çökmekte olduğuna inanılan
modern Batı uygarlığına yeni bir nefes üfleme çabasıdır. Kendisinden sonra sosyal teoride esaslı bir yer edinmesinde Weber’in topluma dair makro
düzeyde açıklamalar geliştiren son düşünür olmasının da etkisi büyüktür. O
esas eserlerini 20. Yüzyılda verse de 19. Yüzyılın her şeyi açıklama peşinde
olan düşünürlerinin hakiki bir son halkası olmuştur. Bu sebeple de belki
klasiklerin sonuncusu olarak görülebilir.
Diğer taraftan böyle bir sürekliliğe ek olarak Weber bir kırılmayı da
temsil etmektedir. Onun entelektüel gelişimi 19. yüzyıl boyunca hâkim
olan evrimci açıklama ve pozitivist yaklaşımların sorgulandığı ve modern
toplumun gelişimine dair farklı açıklamaların arandığı bir döneminde gerçekleşmiştir. Bu dönemde temelde Aydınlanmacılar tarafından geliştirilen
modern toplumun gelişimine dair Ortaçağı yok sayan parçalı açıklamanın
yerine süreklilik arz eden bir Batı uygarlığı tarihi açıklamasının yerleştirilmesi çabası belirginleşmiştir. Böyle bir çevrede yer alan Weber de hukuk
tarihinden iktisat tarihine, oradan da sosyolojiye doğru evrilen çalışmalarıyla
modern toplumun gelişimini bütüncül bir biçimde gerçekleştirmiştir. Karşılaştırmalı uygarlıklar tarihi çalışmalarıyla Weber modernitenin biricikliğini
göstermeye ve ona karşı oluşan şüpheleri izale etmeye çabalamıştır. Onu
sosyal teorinin vazgeçilmezi kılan en önemli nokta budur.
Sosyolojinin bilimsel yöntemini keskinleştirmede Emile Durkheim’in
rolü neyse müstakil bir bilim olarak açıklayıcılığının ve vazgeçilmezliğinin
ortaya konulmasında da Weber’in öyle bir yeri vardır. Julien Freund’a göre
sosyoloji pratikte ampirik ve pozitif bir bilim olmaya Weber’le birlikte başlamıştır (Freund, 1968, s.9). H. Stuart Hughes, (1985) Weber’in (Sigmund
Freud ile birlikte) boş formülasyonlara dönüşmüş olan bozucu pozitivizmin
ve resmîleştirilmiş bir idealizmin kalelerini yıkarak Aydınlanmanın büyük
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
21
geleneklerini yeniden canlandırdığını ifade etmektedir. Ona göre Weber,
19. yüzyıl Avrupa sosyal düşüncesine egemen olan sığ ilerleme inancından
koparak tarihsel gerçekliği ön yargı ve yanılsama olmaksızın algılamanın
yeni yollarını açmıştır. Weber bu yönüyle 19. yüzyıl düşüncesinden kopuşu
veya daha açık bir ifadeyle onun yeniden yorumlanmasını temsil etmektedir.
Diğer taraftan 1945 sonrasında sosyolojinin alt disiplinlerinin oluşumunda Weber’in eserlerinin yorumlanması önemli bir etki oluşturmuştur.
Weber’in erken yorumcuları onun sosyolojinin değişik alanlara katkısını ortaya çıkararmaya yönelmişlerdir: Talcott Parsons (1928, 1929 ve 1968 [1937])
kapitalizm açıklamasını ve sosyal eylem teorisini, Herbert Goldhammer ve
Edward Shils (1939) güç ve statü çözümlemesini, Reinhard Bendix (1945,
1947) bürokrasi çalışması ile siyaset sosyolojisini, Paul Honigsheim (1946)
köy sosyolojisini1, Ernst Moritz Manasse (1947) ırk ve etnik sosyolojisini
ve Oliver Cromwell Cox (1950) tabakalaşma sosyolojisini işleyerek öne
çıkartmışlardır. Dolayısıyla hukuk, siyaset, iktisat, din ve sanat gibi sosyolojinin temel alanlarında Weber bir kurucu olarak görülmeye başlanmıştır.2
Weber’in sosyolojinin sayılan bu alt alanlarında öncü bir rolü olduğu
yadsınamaz. Onun sosyolojinin neredeyse bütün alt alanlarının başlatıcısı
olması modernitenin bütüncül açıklamasına ulaşma çabası ile ilintilidir.
Bütün toplumsal alanlarda akılcılaşmanın gelişimini açıklayarak modernitenin benzersizliğini gösterme peşinde olan Weber, bu çerçevede iktisadi
alandaki gelişmeleri eksene almıştır. Zira çalışma ve işe karşı tutumun değişimi Weber’e göre akılcılaşmanın temel göstergesidir. Böylece Weber’in
sosyolojisi temelde iktisat sosyolojisi etrafında gelişmiştir.
Weber’in İktisat Sosyolojisinin Gelişimi: Modernitenin Teorisinde
Genişleyen Bir Perspektif
Weber’in nesli üç temel problematikle yüzleşmek durumundaydı:
Almanya’nın geç sanayileşmesi ve ulus devletin oluşumu bağlamında
geç kalmış modernite sorunsalı, 19. yüzyılın aşınan pozitivist açıklama
biçimleri ve yükselen Marksizm. Weber’in kendi entelektüel gelişimi ve
bilimsel ilgilerinin değişimi bu sorunlarla yüzleşmeleri ekseninde ortaya
1 Weber’in talebesi olan ve evlerine muntazaman gidip gelen Honigsheim’in Weber’le
ilgili yazıları 1968’de bir kitapta toplanmıştır (Honigsheim, 2000).
2 Weber’in 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Alman, Avrupa ve ABD entelektüel yaşamındaki
etkisine dair kısa ve etkili bir açıklama için bk. Mommsen, 1989, s.170, 179.
22 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
çıkmış; iktisat sosyolojisi bu problematikler bağlamında gittikçe genişleyen
bir ilgiyle oluşmuştur. Başlangıçta modern iktisadi sistemi ortaya çıkaran
tekil koşullarla ilgilenme söz konusudur. Onun geç Ortaçağ’da modern şirketlerin ortaya çıkışına ve geç Roma’da tarım işletmelerine dair çalışmaları
bu bağlamda değerlendirilebilir. Ardından geç uluslaşma ve modernleşme
problemleri ile ilgilenmiştir. Onun Alman kamuoyunda şöhret kazanmasını
sağlayan bu çalışmaları güncel iktisadi sorunlardan hareketle Almanya’nın
siyasetine dair bir bakış açısı üretmeye yönelmektedir (Giddens, 2000, s.
24-33). Hemen ardından gelen hastalık devresinden sonra Weber metodolojik
konulara dönmüş ve daha sonra yapacağı çalışmaların temelini teşkil edecek
yöntemler geliştirmeye girişmiştir. Pozitivizm ile hesaplaşarak yorum ekseninde kendi metodunu geliştirmiştir. Böylece bir taraftan da Marksizm ile
hesaplaşmasını da başlatmıştır. Bu çerçevede Marksizme yönelik metodolojik
eleştirilerini tamamlar bir biçimde Protestan Ahlakı ile birlikte daha geniş
bir perspektif oluşturmuş; modernitenin yeni bir açıklamasına ulaşılmaya
çalışılmıştır. Ancak bunu gerçekleştirmek için Weber kapitalizmin dünya
tarihsel bir açıklamasına ihtiyaç duymuştur. Bu bağlamda dünya dinlerinin
iktisadi etiği bağlamında uygarlıklar arasında geniş çaplı karşılaştırmalar
yapmaya girişmiştir. Bu kısa özetlemede de görüldüğü üzere Weber’in iktisat
sosyolojisi Alman devletinin ve toplumunun sorunlarından başlayıp modernitenin açıklanması ve evrenselleştirilmesi için gittikçe genişleyen ilgilerle
devam etmiştir. Onun son yazdığı metin olan Dünya Dinlerinin İktisadi Etiği
derlemelerine Giriş’in (2009b) karşılaştırmada ve moderniteyi açıklamada
en geniş bakışa sahip olması da bu genişleyen perspektifi göstermektedir.
Weber akademik yaşamına bir sosyolog olarak başlamadı. Onun ilk
çalışma alanı iktisat tarihi ile hukuk tarihinin kesişme noktasında yer almaktadır. Ortaçağ’da şirketlerin gelişimini ele aldığı doktora çalışmasında
Weber (2003b), modern iktisadi yapının oluşumunda geç ortaçağın sonunda
şirketlerin ortaya çıkışına vurgu yapmaktadır. Bu çalışma Ortaçağ tarihine
artan ilgileri de yansıtmaktadır. Weber bunun ardından Roma tarım tarihine
yönelmiştir (2008). Feodalitenin doğuşuna dair bir arka plan hazırlayan
bu çalışmasında Roma’da tarım müesseselerinin doğuşu meselesini ele
almıştır. Bu çalışma Weber’in hukuk tarihinden iktisat tarihine doğru kayışı
temsil etmektedir. Bu çalışmasıyla bir üne kavuşan Weber dönemin güncel
tartışmalarına da katılmıştır.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
23
Bu dönemde verdiği konferanslar, yazdığı raporlarla geç sanayileşen,
modernitenin sorunları ile yeni karşılaşan Almanya’nın toplumsal, siyasal
ve iktisadi sorunlarına dair çözüm önerileri geliştirmiştir. Bu çalışmalarındaki parlak üslubu ve hitabeti ile günün en etkili akademisyenlerinden birisi
olmuştur. Özellikle Verein für Sozialpolitik adlı derneğin hazırladığı Doğu
Almanya ile ilgili geniş çaplı bir araştırmada yer alan altı kişiden biri ve en
genci olmuştur. Bu araştırma kapsamında Doğu Almanya’da Tarım İşçilerinin
Durumu (Die Lage der Landarbeiter im ostelbischen Deutschland) başlıklı
raporunda Alman devletinin iktisadi açmazları ve bunları aşmak üzere siyasetine dair öneriler geliştirmiştir (Weber, 1979).3 Bu raporda ve bu dönemde
verdiği konferanslarda Almanya’nın sanayileşmesinin özgün karakterinin
oluşturduğu açmazlara işaret eden Weber, Junkerlerin toplumsal meselelerin
çözümünde nasıl bir engele dönüştüğünü dile getirmiştir. Weber bunu aşmak
için hakiki bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasına olan ihtiyacı vurgulamakta
ve parlamenter demokrasiye geçişi savunmaktadır (Giddens, 2000, s. 24).
Onun Almanya’nın liberalleşmesine verdiği bu destek Almanya’ya dünya
siyasetinde büyük bir rol atfeden tutkulu bir milliyetçilikle bağlantılıdır
(Mommsen, 1989, s. 25). Bu bağlamda Weber Almanya’nın sömürgeci
bir güç devletine dönüşmesi gerektiğini savunmuştur.4 Weber bunu sadece
akademik camiada savunmakla kalmamış Almanya’nın emperyal bir devlete
dönüşmesi için lobi çalışmaları yapan Donanma Ligi5 ve Pan-Alman Ligi6
(Alldeutscher Verband) gibi örgütlere katılmaktan da çekinmemiştir.7
Weber 1897’de geçirdiği ruhsal rahatsızlıktan sonra 1903’te akademik
çalışmalarına metodolojiye dair çalışmaları ile dönmüştür. Bu çalışmalarında
19. yüzyılda egemen olan pozitivizme karşı bir tavır takınmış ve bu çerçevede
her şeyi iktisadi bir determinizm içinde açıklayan Marksizmi eleştirmiştir
(Weber, 1949, s. 65, 67). Weber yöntemsel bireycilik yaklaşımıyla sosyal
vakaların yorumcu bir biçimde açıklanabilmesini ve sosyal eylemin anlam3 Bu araştırmanın sadece Preussische Jahrbucher’de (1894, vol 77, pp. 437- 73)
yayımlanan ‘Entwickelungstendenzen in der Lage der ostelbischen Landarbeiter’ başlıklı
kısmı İngilizceye çevrilmiştir. Bk. Weber, 1979.
4 Weber’in Alman siyaseti ile ilişkisinin genel bir değerlendirmesi için bk. Mommsen,
1990; Mayer, 1956.
5 Weber’in Donanma Ligindeki faaliyetleri için bk. Turner ve Factor, 1983, s. 13.
6 Weber’in Pan-Alman Ligindeki faaliyetleri için bk. Weber, 1975, s. 202.
7 Weber bu tür kuruluşlarla bağını 1899’da kesmiştir. Zira kısa bir süre sonra kendisinin ulusal duygularla katıldığı bu örgütlerin Junkerlerin şahsi çıkarlarını savunmakta
olduğunu görmüştür. (Weber, 1975, s. 224)
24 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
dan bağımsız bir biçimde ele alınamayacağını ileri sürmüştür. Bu fikrine
bir uygulama olarak 1904 yılında Protestan Ahlakı çalışmasını yapmıştır.
Protestan Ahlakı ile Weber’in çalışmalarında yeni bir dönemin başladığı
düşünülür. Bu dikkat çekici eser Weber’in modern toplumun doğuşunu
açıklamaya yönelmesini resmeder. Weber bu çalışma ile iktisat tarihinden
sosyolojiye doğru bir geçiş yapmış ve Protestanlığın doğuşu ekseninde
iktisadi etiğin sosyal yapıları anlamada önemli bir işlevi olduğuna vurgu
yapmıştır. Bu çalışmadan sonra Weber diğer dünya dinlerinin iktisadi etiğini
incelediği çalışmalarla ilgisini karşılaştırmalı tarihsel incelemelerle dünya
tarihsel bir düzeye genişletmiştir. Böylece Weber din ve toplum arasındaki
evrensel-tarihsel ilişkiyi ele almayı amaçladığını beyan etmektedir. Çalışma alanındaki bu dönüşüm Weber’in iktisat sosyolojisi açısından önemli
neticelere sahiptir. Weber, 1920’de Protestan Ahlakı’nın yeniden yayımına
eklediği bir notta Protestan Ahlakı yayımlandıktan sonra esas niyetinin
Kalvenizm ekseninde yaptığı bu çalışmayı diğer Protestan mezhepleri için
de genişletmek olduğunu ancak 1909’da yakın dostu dinler tarihçisi Ernst
Troeltsch’in Hıristiyan Kiliselerinin Sosyal Öğretileri isimli eserinin yayımlanması sebebiyle bu fikrinden vaz geçtiğini dile getirir. Zira kendisinin
teolog olmayan biri olarak bu konularda onun kadar yetkin olamayacağını
dile getirmektedir (Weber, 2009a: 551, dn 143). Ancak aslında Weber’in
Doğu dinlerini incelemeye yönelmesinin arka planında başka bir etken
vardır. Bu etken onun çalışmalarındaki teorik yönelimlerden çıkarılabilir.
19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başından itibaren moderniteye yöneltilen eleştirilere karşı çıkma arzusu Weber’i modernitenin biricikliğini ifade
etmeye yöneltmiştir. Bunu gerçekleştirmenin en önemli aracı olarak Weber
karşılaştırmalı tarih çalışmalarını görmektedir.
Bu bağlamda onun erken dönem çalışmaları arasında pek dikkat çekmeyen
Antik Uygarlıkların Tarımsal Durumu isimli eseri Weber’in uzun vadedeki
yönelimlerini ciddi bir biçimde etkilemiştir (Weber, 1988). Siyaset Bilimi
Sözlüğü (Handwörterbuch der Staatswissenschaften) için kaleme alınan bu
çalışma8 sözlüğün 1896, 1897 ve 1909’daki baskılarında çeşitli değişikliklerle
8 Weber’in yazısının sözlükteki başlığı Antik Uygarlıkların Tarımsal Durumu anlamına
gelen “Agrarverhältnisse im Altertum” şeklindedir. Ancak Marianne Weber yazının bu
başlığının ansiklopedinin yayıncısı tarafından belirlendiğini ve aslında eserin “antikitenin
bir tür sosyolojisini” temsil ettiğini dile getirmektedir. (Weber, 1924: iç kapak) Dolayısıyla
Weber’in toplu eserlerinden Gesammelte Aufsatze zur Sozial-und Wirtschaftsgeschichte
içinde yazı Antik Uygarlıkların Tarımsal Sosyolojisi başlığı ile yayımlanmıştır. Marianne
Weber’e göre bu yazı dört aylık yoğun bir çalışmanın mahsulüdür. Ayrıca Weber, Georg
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
25
yer almıştır.9 1909’da boyutu ve içeriği ciddi bir şekilde genişletilen bu
çalışma Weber’in karşılaştırmalı uygarlıklar tarihi çalışmalarına geçişte
önemli bir noktayı oluşturmuştur. Bu eserinde Weber, Antik Yunan, Roma,
İbrani ve Mezopotamya uygarlıklarının tarımsal sistemlerinin oluşumunu
ve bu sistemlerin toplumsal yapı üzerindeki etkilerini toprağın bölüşümü
ve mülkiyeti, tarım yapma teknikleri, aile, klan ve oikos, para ekonomisine
geçiş, köleliğin durumu, zanaatların ve zanaatkârların durumu ve şehirlerin
gelişimi bağlamında karşılaştırmalı bir biçimde incelemektedir. Bu çalışmasıyla Weber modernitenin kökenlerini açıklama açısından sosyolojik bir
bakış açısını kurmaya yönelmiştir.
Bu dönemden sonra Weber, Hint Dini, Çin Dini, Yahudilikle ilgili müstakil
çalışmalar yapmıştır. Bu eserlerinde iktisadi etiğin zihniyetle ilişkisini ve
bu çerçevede toplumsal ve siyasal alanı şekillendirmesini ele almaktadır.
Weber özellikle Asya dinlerinin mistik yapısına vurgu yaparak selameti içe
dönük bir biçimde aramalarının bu dinler etrafında gelişen sosyal yapıda
akılcılaşmayı nasıl engellediğine değinmektedir. Diğer taraftan Yahudilikteki
karizmatik peygamberlik giderek aktif bir yönelimi oluşturmuştur. Daha
sonra Protestanlığa temel olacak dini düşüncedeki bu akılcılaşma/büyü
bozumu sosyal alanın da akılcılaşmasına yol açmıştır. Zihniyeti iktisadi
alanın yapısından hareketle çözümleyen Weber iktisadi yapılar üzerinden
karşılaştırmalı bir uygarlık tarihi oluşturmaktadır. Bu dönemde kaleme aldığı
Ekonomi ve Toplum bu yaklaşımın zirvesini teşkil etmektedir. Esas büyük
eseri sayılan bu kitapta Weber, dinlerin sosyal yaşamı şekillendirmesini
her boyutuyla karşılaştırmalı bir biçimde ele almaya girişmiştir. Tamamlayamadığı bu çalışmasında hukuk, siyaset ve iktisat gibi alanlarda Doğu
ile Batı’nın birbirinden farklılaşması ekseninde modernitenin biricikliğini
ortaya koymaya yönelmiştir.
Yukarıdaki açıklamalardan da görüleceği üzere Weber’in iktisat sosyolojisi modernitenin ele alınış biçimine göre genişleyen bir ilgiye sahiptir.
İlk eserlerinde modernitenin çeşitli yapılarının kökenlerinin açıklanması ile
von Below’a yazdığı 21 Haziran 1914 tarihli mektubunda karşılaştırmalı çalışmaların
öneminden bahsederken Leipzig’ten Wilcken’in öğrencilerinin yazdıkları tezlerin bu
çalışmanın yanlışlarını düzelttiğini dile getirmektedir. Bunun sebebi olarak da yazının
büyük bir acele içerisinde yazılmasını dile getirmektedir. [Weber’den Below’a 21 Haziran 1914 tarihli mektup] (von Below, 1925, pp. xxiv-xxv)
9 Birinci ve ikinci nüsha arasında çok fark yoktur, ancak diğer ikisinden çok farklı ve
uzun olan üçüncü nüshada konunun boyutu ve içeriği ciddi bir şekilde genişlemiştir.
Nüshalar arasında oluşan bu fark Weber’in gelişiminin bir ürünü olarak sayılabilir.
26 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
uğraşan Weber 1904 ve 1909’da yaşanan iki kırılma neticesinde gittikçe
dünya tarihsel bir açıklamaya ve temellendirmeye ulaşmak için daha geniş
çaplı çalışmalara girişmiştir. 1904’te Protestan Ahlakı ile moderniteye dair
kısmi açıklamalardan daha bütüncül teorilere doğru bir geçiş söz konusudur.
Her ne kadar bu eser yaygın olarak Marksizm ile bir polemik içerisinde
değerlendirilse de asıl anlamını yeni bir modernite teorisi olması yönüyle
kazanmıştır. Ancak 1909’da bu teorinin yeterli olmadığı, diğer uygarlıklarla
yapılacak tarihsel karşılaştırmalarla evrenselleştirilmesi gerektiği ortaya
çıkmıştır. Bu tarihten sonra Weber gittikçe derinleşen bir ilgiyle modernitenin evrensel bir açıklaması peşinde olmuştur. Bu bağlamda onun en geniş
perspektifli metninin ölümünden 7 gün önce yazdığı Giriş10 (Vorbemerkung)
(2009b) olması bir tesadüf değildir.
Dinî Düşüncenin ve Zihniyetlerin Farklılaşması
Zihniyetin değişiminin bir dizi sosyal değişimi belirleyen temel bir etken
olduğuna inanan Weber’in iktisat sosyolojisi sık sık bir zihniyet analizi olarak resmedilmiştir.11 Protestan Ahlakında dile getirdiği gibi Weber tarihte
zihniyet değişiminin rolünü rayları değiştiren makasçının rolü gibi görür.
Buna göre makasçının trenin yönünü değiştirmesi gibi zihniyetin değişimi
de olguların gerçekleşme biçimlerini ve neticelerini değiştirir. Weber kendi
iktisat sosyolojisini özellikle kapitalizmin doğuşunun arefesinde yaşanan
zihniyet dönüşümü ve bu dönüşümün uzun tarihsel arka planını inceleyerek
geliştirmiştir. Bu bağlamda onun dünya dinleri12 arasındaki büyük tarihsel
10 Weber’in ölümünden sadece yedi gün önce (7 Haziran 1920) tamamlanan bu yazı
Talcott Parsons, 1930’da çevirdiği Protestan Ahlakı’nın başında yazıyı “Author’s Introduction” olarak verdiği için -kendi yazdığı önsözde bu girişin Dinler Sosyolojisi
çalışmalarını topladığı eserlere giriş belirtmesine rağmen- (Parsons, 1992, 2003) yazı
Protestan Ahlakı’na bir giriş olarak bilinmektedir. Halbuki Weber’in dinler sosyolojisi ile
ilgili yazılarını topladığı üç ciltlik kitabın giriş yazısıdır. Bu yazıda Weber kendi sosyolojisinin amacını ve hedeflerini ortaya koymaktadır.
11 Weber çoğu kez zihniyet değişimlerinin sosyal yapı üzerindeki etkilerini ele alan bir
düşünür olarak görülmektedir. Onun tarihsel değişimi fikirlerin değişiminde gördüğü
sıklıkla dile getirilmektedir. Ancak bu tam anlamıyla doğru bir düşünce değildir. Weber çalışmalarında zihniyete merkezi bir yer verse de onun mutlak bir şekilde belirleyici
olduğunu ileri sürmez.
12 Weber dünya dinleri ile merkezî bir dinî düşünce ya da ahlak etrafında bir inananlar
kitlesini bir araya getiren Konfüçyenlik, Hinduizm, Budizm, Hristiyanlık ve İslam gibi
dinleri kastetmektedir. Yahudiler daima azınlıkta ve sıklıkla parya bir halk olmalarına
rağmen bu listeye diğer iki semavi din üzerindeki etkisi sebebiyle Yahudiliği de eklemiştir (Weber, 1946b, s.267).
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
27
karşılaştırmaları iktisadi etiğin değişimi üzerinden gerçekleştirmesi önemli
bir etkendir.
Weber’in dünya dinlerine yönelmesinin temel amacı Protestanlıkta
yaşanan dönüşümün Batı uygarlığı için anlamını daha belirgin bir hale
getirmektir. Zira ona göre Protestanlık tarih boyunca Batı uygarlığı içinde
gerçekleşen büyük dönüşümün son halkasını teşkil etmektedir. Ona göre
Batı uygarlığı başlangıçtaki farklar sebebiyle diğer uygarlıklardan belirgin
bir biçimde ayrışmıştır:
“Avrupa’da yerleşme biçimi Doğu Asya uygarlıklarınınkiyle zıttır. Farklılık kısaca biraz da eksik biçimde şu şekilde özetlenilebilir: Avrupa’da
sabit yerleşmeye geçiş sığır yetiştiriciliğinin (özellikle süt için yapılan)
baskınlığından sığır yetiştiriciliğinin ikincil bir unsur olarak devam ettiği
tarım tarafından belirlenen bir ekonomiye doğru değişim anlamına gelmekteydi; bunun aksine Asya’da yaygın ve dolayısıyla göçebe bir tarımdan
süt sığırcılığı olmaksızın bahçeciliğe doğru bir kayış söz konusuydu. Bu
karşıtlık göreceliydi ve belki de tarih öncesi zamanlar için geçerli değildi
ama ne zaman ortaya çıktığından bağımsız olarak temel ayrımlara yol açtı.
Dolayısıyla Avrupalı halklar arasında toprağın özel mülkiyeti daima ortak
otlatma alanlarının daha küçük gruplar arasında nihai bölünmesi ve tahsisi
ile ilintilidir. Asyalılar arasında bu gelişme gerçekleşmez ve Batı’da bulunan
ilkel komünal tarımsal birimler –örneğin mark ve mera (commons)- ya Asyalılarca bilinmemekteydi ya da başka işlevlere sahiptiler. Bu sebeple Doğu
Asya köy örgütlenmelerinde ortak mülkiyetin rolü, vergi organizasyonu
tarafından neden olunan modern bir başlangıca sahip olmayan yerlerde,
önemli derecede Avrupalı paralellerinden farklılaşır.” (Weber, 1992; s. 37)
Temelde coğrafi etkenlerce belirlenen bu farklar Weber’e göre geri
dönülemez bir biçimde Doğu ve Batıyı birbirinden koparmıştır. Burada
Aydınlanmacılardan itibaren Doğu’yu değerlendirmede başvurulan
despotizm tezlerinin arkasındaki coğrafi farklılaşma tezleri bir kez daha
ortaya çıkmaktadır. Buna göre Avrupa’da yerleşik tarıma geçilirken Yakın
Doğu ve Mısır’da ilkel tarımdan sulama ekonomisine bir geçiş söz konusudur (Weber, 1992; s. 37-38). Böylece toplumsal yapı sulama sisteminin
organizasyonu çerçevesinde despotik siyasi yapı tarafından belirlenmiştir.
Weber Batı’nın özel mülkiyete ve bireysel çabaya dayanan sistemine karşın
Doğu’nun despotun egemenliğine ve bürokratik organizasyona dayalı sisteminde dünya görüşlerinin ve dini inanışların da farklılaştığına inanmaktadır.
28 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
Bu açıdan temelde Yakındoğu dinleri ile Asya dinleri arasındaki farklara
vurgu yapan Weber, özellikle Yahudilik ve Hristiyanlığın diğerlerinden
farklılaşmasına sebep olan iktisadi ve sosyal etkenlere vurgu yapmaktadır.13
Weber’e göre din orjinalinde büyüden neşet etmiştir ve akılcılaşma ile
gerçekleşen büyü bozumu (entzauberung/disenchantment) neticesinde dini
inanış gittikçe daha kurumsal ve kurallı hale gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında Weber Doğu’nun despotik siyasası ile dini inanışların doğası arasında
yakın bir bağ kurmaktadır. Weber’e göre Mısırın bürokratik sisteminin aynısı
Mısır dininde tanrıların birbiri ile ilişkilerinde mevcuttur. Hindistan’daki
iktisadi gelişme düzeyi ve kast sistemi her meslek grubunun ayrı tanrısı
olması neticesini ortaya çıkarmıştır (Weber, 1978, s. 415). Babil’in yıldız
tanrıları ve bunlar arasındaki ilişkiler hükümdarın sarayındaki konumunu ve
bürokrasisini yansıtmaktadır. Yine Çin’de hükümdarın güneşin oğlu olarak
nitelenmesi kendi konumuna göksel bir karşılık arayan bürokrasinin bir
yansıması olarak görülebilir (Weber, 1968, s. 21-22; 1978, s. 417-418). Bu
örneklerde görüldüğü üzere Weber, Doğu’nun despotik yapısının dini inanışlarca desteklenmesine işaret etmektedir. Diğer tarafta ise Yakın Doğu’da
şahsi, aşkın ve etik bir tanrı fikrinin ortaya çıktığını dile getirir. Zira burada
bürokrasi reddedilmiş, egemenliğini bir bürokrasi aracılığıyla kuran kral
figürü ortaya çıkmamıştır.
Yahudilikten kaynaklanan bu aşkın tanrı fikri ve karizmatik peygamberlik
Batı’da dini zihniyeti farklılaştırmıştır. Weber dini zihniyetteki bu farklılaşmanın iki kaynağını işaret etmektedir: İbraniliğin karizmatik peygamberlik
geleneği (Weber, 2003a, s.322) ve Antik Yunan’ın bir insan şeklinde tanımlanan tanrıları. Yahudilikle birlikte ortaya çıkan insandan farklı aşkın bir tanrı
imgesi büyünün bozulmasının en önemli unsurudur. Zira Tanrı’nın insandan
ayrışması dinde büyünün önemini ortadan kaldırmıştır. Bu anlamda Yahudilik
tarafından oluşturulan ve oradan da Hristiyanlığın aldığı ve Protestanlığın
keskinleştirdiği dünya üstü yaratıcı fikri selamet arayışlarının aktif ve zahit
yönelimleri için özellikle önemlidir.14 Kutsal gücün bu şekilde dünya üstü
konumlandırılması ile tanrıyla mistik bütünleşme, onu içerseme arayışının
13 Örneğin Yakın Doğu’da çöllerde ve yarı kuraklık bölgelerde sulamanın kontrolü başka
yerlerde inanılan yeryüzünü ve insanı dölleyerek doğuran tanrının aksine onları yoktan
yaratan bir tanrı anlayışının kaynağı olmuştur (Weber, 1978, s. 448-449).
14 Bu bağlamda Weber’e göre Olimpos’taki Homerik Yunan tanrıları veya Hristiyanlığın
tanrısı gibi Batılı şahsi kahraman tanrılar ile Çin’in animist inancı ve chthonian kültü
arasındaki fark ne kadar fazlaysa Batı ve Çin sosyal düzenleri birbirine o kadar karşıttır
(Weber, 1978, s. 28).
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
29
önünü kesmiştir. Böylece Batı’da Asya’nın aksine tanrı ile insan arasında bir
tür hukuki ilişki ve kurtuluşa ulaşmanın metodik yordamı ortaya çıkmıştır
(Weber, 1978, s. 552-556). Yunan dünyasının bireysel kahraman tanrıları ise
insanın yeryüzünü dönüştürmesinde kendi güçlerinin farkına varmasına ve
büyüyü dinden ayrıştırmalarına neden olmuştur. Böylece yöntemleri akılcılaştırılarak yaygınlaştırılabilen mistisizme karşı zahitlik modern dünyayı
hazırlayan temel zihniyet kalıbı olmuştur (Weber, 1946, s. 324-325). Bu
temeller etrafında kurumsallaşmış bir din olarak Hristiyanlık ortaya çıkış
ve akılcı inanç ve etik normlar şekillenmiştir (Weber, 2009a, s. 114-115).15
Weber göre Batı’da peygamberlik Doğu’da ise rahip ve büyücü vardır.
Doğu mistik16 iken Batı zahittir. Doğu’da dinî düşünce insanı bu dünyadan
soyutlarken Batı’da bu dünyaya yöneltir. Bunların neticesinde Batı’da dinî
düşünce akılcılaşmış iken Doğu’da geleneksellik devam etmiştir.
Batı’daki zihniyetin dönüşümünü, dini inanışın akılcılaşmasını kapitalizmin gelişimi için önemli etkenlerden biri olarak gören Weber, Protestanlık ile birlikte bu gelişmenin tamamlandığını düşünmektedir. Ona
göre Protestanlık, özellikle Kalvenizm insanın selamet arayışını aktif bir
çalışma ve dünyayı dönüştürme sürecine çevirmektedir (Weber, 2009a, s.
110). Kalvenizmdeki kaderin belirlenmişliği (predestination) fikri insanın
selamete ermede hiç bitmeyen bir aktiflik içine girmesine neden olmuştur.
Buna göre Tanrı kendisine yardım edenlere yardım eder. Kendi selametini
kendisi yaratan Kalvenist, selamete ermek için yaşamın her alanı ve her
anında “sistemli öz-kontrole” sahip olmaktadır (Weber, 2009a, s. 113-114).
Böylece Bu da yaşam içerisinde sürekli aktif, dünyayı dönüştüren bir bireyin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu fikir Tanrı’nın inayeti için çalışma
fikrini de beraberinde getirmiştir. Protestanlık ile birlikte selamet fikri ile
dünyayı dönüştürme arasındaki tarihsel ikilik giderilmiş, bireyin çalışması
dini bir vecibeye dönüştürülmüştür (Weber, 1978, s. 573-575).
Weber Kalvenizmdeki kader anlayışının değişimini İncil çevirilerindeki
Beruf kelimesinin meslek anlamına gelecek şekilde geçirdiği dönüşümü
takip ederek göstermektedir (Weber, 2009a, s. 89). Rufen kökünden gelen
ve daha önce çağırmak olarak çevrilen Beruf kelimesinin Luther tarafından
meslek olarak çevrilmesi ile çalışma hayatı ahlaki bakımdan meşrulaştırıl15 Detaylı bir tartışma için bk. Gane, 2002, s. 17-18, Schluchter, 1979, s. 32-33.
16 Batı düşüncesinde mistik kategorisinin temelleriyle ilgili bk. King, 1999, s. 7-35; Mistik bir din olarak Hinduizmin icadı ve Budizmin keşfi için ayrıca bk. King, 1999, s. 96118 ve s. 143-161.
30 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
mıştır. Weber’e göre bu dönüşüm “Reformasyon’un -özelde de gerçekten
şüphesiz ki Luther’in- en etkili başarılarından biridir.”17 Böylece Ortaçağlar
boyunca kötülenen bu dünya için çalışma fikri selamete ermenin temel aracı
olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bu sürecin neticesinde Protestanlık’ta
büyü şeytanın işlerinden bir iş olarak tamamen dünyadan kovulmuş ve
Tanrı’nın dünya ile olan ilişkisi akılcılaşmıştır (Weber, 1978, s. 544). Fakat diğer dünya dinlerinde böyle bir şey gerçekleşmemiş, işe ve çalışmaya
yönelik olumsuz tutumlar devam etmiştir. Asya dinlerinde dünya teoride ve
uygulamada büyülü bir bahçe olarak görülmeye devam etmiştir. Böylece
Protestanlıktaki dünyayı dönüştürücü eyleme karşı Asya’da temel davranış
kalıbı dünyaya uyum ya da ondan kaçma olmuştur. Bu toplumlarda belirli
alanlarda gerçekleşen akılcılaşmaya yönelik dönüşümler de dini zihniyetteki
büyüsel bakış tarafından engellenmiş; nihai anlamda akılcılaşma sekteye
uğratılmıştır.
Weber’in ana projesi dünya dinlerinin iktisadi etiğini inceleyerek toplum
biçimleri arasında karşılaştırmalı bir modelleme geliştirmekti. Zihniyetlerin
tarihsel evrimini mümkün kılan sosyal ve siyasal şekillenmeleri temele
alarak Weber kapitalizmin Batı’da ortaya çıkmasına, dolayısıyla Batı dışında çıkmamasına bir açıklama getirmek niyetindeydi. Buradan hareketle
uygarlık tarihini dini inanışın değişimi etrafında Batılı aktifliğin, dünyayı
dönüştürmenin, büyüden arındırmanın ve akılcılaşmanın gelişimi olarak
ele almaktadır. Bu kapsamda oluşturduğu temellerle modern kapitalizmin
doğuşuna getireceği açıklamalara evrensel bir zemin hazırlamakta ve onu
biricikleştirmektedir.
Kapitalizm ve “Biricik” Batı’nın Gelişimi
Yukarıda ele alınan zihniyet dönüşümü Weber’e göre tarihsel süreç içinde
kapitalizmin gelişiminin temellerini oluşturmuştur. Kapitalizmin iki temel
öğesi olan kapitalist ruh ve iktisadi akılcılaşma bu zihniyetin oluşturduğu
sosyal formasyonlar dâhilinde yaşam alanı bulmuşlardır. Bu bağlamda
17 Weber’e göre Luther, Beruf (çağırma, Tanrı’nın işe/çalışmaya çağırması) kelimesini
kilise ve manastır düzenine karşı olarak kullanmaktaydı. Hayatını çalışmadan başkalarının emeği üzerinden devam ettiren rahipler/din adamları ve bir ölçüde bu sistemin diğer
temel unsuru olan feodal aristokratlara karşı işin ve çalışmanın yüceltilmesi ve dolayısıyla dünyevi çalışmanın Tanrı’nın inayetinin bir aracı olarak belirlenmesi kilise düzenini
hiç şüphesiz tehdit etmekteydi. Buna göre Luther çalışmayı selametin bir aracısına dönüştürmüştür. (Weber, 2009a, s. 90)
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
31
Protestanlığın kilit rolünden bahseden Weber, Batı tarihindeki sürekliliğe
vurgu yapmaktadır. Özellikle Ortaçağ boyunca manastır sistemi ve Katolik kilisesinde kişilere değil görevlere göre tanımlanmış bürokrasisini
gündeme getiren Weber, bu tür etkenlerin birbirini tamamlar bir biçimde
modern dünya görüşünün temellerini oluşturduğunu düşünmektedir. Diğer
taraftan sadece dini zihniyet alanında değil sosyo-iktisadi alanda da Weber
kapitalizmi ortaya çıkaran tarihsel şartların Batı tarihi içinde ortaya çıkışı
ve gelişimini izlemeye özel bir önem vermektedir.
Batı tarihinde seyreden gelişmenin bu sürekliliğini Weber seçmeci yakınlıklar (elective affinities) olarak adlandırdığı kavramla açıklamaktadır
(Weber, 2009a, s. 97). Seçmeci yakınlıklar kavramı genel olarak belirli
tarihsel koşulları doğuran tekil şartların özel koşullar ve süreçlerde bir araya gelebilmesini; özel olarak da kapitalizmin unsurları arasındaki bağları
işaret etmektedir. Bir bakıma zihniyetin maddi koşulların şekillenmesindeki
rolünü ve bu şekillenmenin sürecini ele almaktadır. Buna göre tarihsel süreç
içinde Batı’da akılcılaşmayı meydana çıkaran etkenler seçmeci yakınlaşmalar sayesinde birbirini tamamlayacak bir biçimde bir araya gelmiştir. Özel
olarak dinî etik, meslek ahlakı ve çalışma hayatı arasındaki bağlantıyı tesis
eden bu yakınlaşmanın bir mekanizması veya akılcı/mantıki bir açıklaması
bulunmamaktadır. Weber, Kapitalizmi meydana getiren pek çok parçanın
niçin sadece Batı’da birbirini tamamlar bir biçimde bir araya geldiğini
kültürün genel özelliklerine atıfla açıklamaktadır. Kültürün zihniyet olarak
adlandırılabilecek en soyut biçimi ile açıklanan bu gelişmeler gerektiğinde
tarihe seçmeci bir yaklaşımla sağlanan delillerle bezenmektedir.
Bu bağlamda Orta Çağ’da mevcut tekil koşulların seçilerek bir araya
gelmesinde kapitalist ruhun yeri çok önemlidir.18 Kapitalist ruh, sistemlilik,
hesaplanabilirlik ve öngörülebilirlik gibi akılcılaşmanın bir dizi tezahürünün
işlevsel bir biçimde bir araya gelmesini sağlamıştır. Bazen girişimciyi işe
yönelten temel saik, bazen de işin sosyal koşullarının akılcılaşması olarak
formüle edilen bu ruh, temelde insanın dini yöneliminin iktisadi yönelimlerini beslemesi, yeryüzündeki selamet arayışının çalışma ile bütünleşmesi
ile yakından alakalıdır. Bu bakımdan Weber’e göre ilk bakışta Doğu’da
kapitalizmin doğuşu için gerekli olan pek çok şart bulunmasına ve hatta
Batı’da kapitalizmin önündeki pek çok engelin bulunmamasına rağmen
modern akılcı kapitalizmin Doğu’dan ortaya çıkmaması işte bu kapitalist
18 Weber’in açıklamalarındaki kapitalist ruhun gelişimi Hegel’in dünya tarihi şemasında
Ruh’un oynadığı role benzer bir role sahiptir.
32 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
ruhun eksik olmasına bağlıdır (Weber, 1967, s. 4, 74-75; 2009a, s.75).
Kapitalist ruhun ortaya çıkmaması dini inanışların insanı bu dünyaya
değil, dünya ötesine yöneltmesi, selametin dünyevi akılcı hesaplanabilir
eylemlere değil büyüsel, içe dönük hesaplanamaz inisiyasyonlarla ilişkilendirilmesine bağlıdır. Böylece Batı’daki aktif zahid selamet arayışının
yerine Doğu’da pasif mistik bir yönelim söz konusudur. Bunun neticesinde
hayatın belirli alanlarında akılcılaşma gerçekleşse de nihai anlamda birbirini
tamamlayan akılcı bir gelişme seyri oluşmamıştır. Batı’da hukuki, siyasi
ve sosyal yapılarda birbirini tamamlayan ve kapitalist ruhu ortaya çıkaran
bütüncül bir akılcılaşmanın öneminden bahseden Weber, bu etkenleri açıklarken Doğu toplumları ile mukayeseye özel bir önem vermektedir. Böylece
akılcılaşma ve kapitalist ruh kavramlarını uygarlıklar tarihini açıklamada
anahtar bir kavrama dönüştürmektedir. Ona göre hayatın her alanında birbirini tamamlayan bütüncül bir akılcılaşma sadece Batı’da ortaya çıkmıştır.
Doğu’da ise bir alanda gerçekleşen akılcılaşma diğer bir alandaki gelişme
tarafından engellenmiş, ya da farklı bir yöne doğru çekilmiştir. Bu bakımdan
Weber, şehirleşme, pazarın oluşumu, feodalitenin merkezi olmayan siyasi
yapısı, kanonik hukukun gelişimi gibi bir dizi etkene vurgu yapmakta ve
akılcılaşma ve kapitalist ruhun teşekkülü çerçevesinde uygarlıklar tarihini
karşılaştırmalı bir biçimde açıklamaktadır.
Weber, kapitalizmin gelişimi için şehrin ortaya çıkmasına hayati bir önem
atfetmektedir. Ona göre Batı’da zanaatın ve ticaretin yoğunlaştığı yerler
olarak şehirlerin gelişimi diğer bütün etkenlerin bir arada birbirini tamamlar bir biçimde ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şehirlerin feodal otoriteden
bağımsızlaşmaları, kendi hukuklarını ve özerk yönetimlerini geliştirmeleri
akılcı girişim için gerekli olan hukuki ve siyasi zemini sağlamıştır. Burjuvazinin talep ettiği mülkiyet ve girişim garantisini sağlayan siyasal özerklik
(autocephaly) aynı zamanda girişimcinin kendi işine dair hesapları akılcı bir
biçimde yapabilmesini getiren öngörülebilir hukuk sistemini de sağlamıştır.
Şehir burjuvazisinin feodal güçlerden bağımsızlaşmak için kendi yönetiminin
temeli olarak hukuku tesis etmesi ile mülkiyetin garanti altına alınması ve
dolayısıyla kapitalizmi ortaya çıkaran sermaye birikiminin oluşumu gerçekleşmiştir. Bu birikim ile girişim serbestliği örtüştüğünde şehirler gittikçe
canlanan bir iktisadi yaşamın merkezi haline gelmişler, ticaret ve zanaattan
sanayiye doğru genişleyen bir üretimin zemini olmuşlardır (Weber, 2003,
s. 313-314, 322).
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
33
Şehrin bu tür bir özerkliği Weber’e göre Ortaçağın dünyasında İtalyan
şehirlerinin ticaret ve zanaat ile gelişen yapılarına ve feodalitenin özel karakterine bağlanmalıdır. Ticaret ile gelişen İtalyan şehirlerinde “şehir topluluğu
dâhilinde kendine ait görevlileri, maliyesi, askerî örgütlenmesi ile ayrı bir
siyasi topluluk” olarak şehir birlikleri (Popolo) ortaya çıkmıştır (Weber,
1978, s. 1302-1303). Bunun yanı sıra burjuvanın temellerini oluşturan meslek erbabının dayanışması neticesinde şehrin kendini yönetmesiyle kendi
hukuku üzerinde söz hakkı talebi ortaya çıkmıştır. Feodalitenin kıra dayalı
ekonomisi karşısında şehirler kendi silahlı birliklerine dayanarak farklı bir
iktisadi ve sosyal sistemin temeli olarak ortaya çıkmışlardır (Weber, 1978,
s. 371). Bunda feodalitenin parçalı güç yapısı da önemli bir rol oynamıştır
(Weber, 1978, s. 1099-1104). Şehirlerin surlarını aşacak bir merkezi güç
oluşmadığı için bu tür bir özerkliğin ortaya çıkmasını engellemek söz konusu
olmamıştır. Ancak Doğu’nun merkezi güçlü imparatorluklarında şehirler
böylesi bir özerkliği asla elde edememişlerdir. Kralın despotik bürokrasinin
denetimi altında ne özerk bir yönetime ne de mülkiyet ve girişimi garanti
altına alan akılcı bir hukuka kavuşamamışlardır (Weber, 1978, s. 235-236).
Weber özerk şehirlerde şehir konseyi tarafından yapılan burjuvanın
isteklerini yansıtan hukuka özel bir yer vermektedir. Burjuvanın talepleri
doğrultusunda hesaplanabilirliği ve öngörülebilirliği getirdiği için şehir
hukuku iktisadi yaşamın akılcılaşmasında önemli roller oynamıştır. Bu hukukun düşünsel ve teknik temellerinin Roma hukuku ve kilisenin Kanonik
hukukunda bulunduğunu ileri süren Weber’e göre seküler bir hukuk yapma
sistemi Batı’da öteden beri bilinen bir şeydir:
“Doğu dinleriyle karşılaştırdığımızda kapitalist gelişme için Batı Katolikliğinin önerdiği daha uygun şartlar hiyerokratik egemenliğin eski Roma
geleneklerinin sürdürülmesi ile gerçekleşen akılcılaşmasına bağlıdır. Bu
özellikle bilim ve hukukun geliştiği biçime atıfta bulunmaktadır. Doğu
dinleri dindarlığın akılcılaştırılmamış karizmatik karakterini Batı kilisesinin
yaptığında daha fazla korudu. … Kilise esasen kendi amaçları için akılcı
bir biçimde delil elde etmek maksadıyla bir yargılama süreci -soruşturma- yarattı; bu neticesinde seküler adaletin gelişimini etkiledi. Ayrıca Batı
kilisesinin Roma hukukunun modelinden geliştirdiği ya da onun örneği
üzerinden teşvik ettiği gibi akılcı hukuk bilimi temelinde daimi bir hukuk
yapımı [başka bir yerde] mevcut değildi.” (Weber, 1978, s. 1192)
34 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
Burada dini zihniyete vurgu yapan Weber’e göre Avrupa’da bir şahıs olarak Tanrı fikri bir tür hukuken tanımlanabilir kulluk ilişkisine ve Romalıların
ve Yahudilerin etkilerine bağlı olarak kurtuluşa ulaşmanın metodik yordamının oluşmasına yol açtı (Weber, 1978: 553) ama Asya’da bunun zıddına,
bu tür bir metodik yordam yoktu ve Hint ve İranlıların etkisi sefih, manevi
ve tefekkürcü karakterlere yol açmıştır. (Weber, 1978, s. 556) Hukukun bu
şekilde akılcı ilkelerle belirli kaidelerden türetilmesi gittikçe sosyal realiteye
göre şekillenen bir sistemin ortaya çıkmasına temel hazırlamıştır. Böylece
ortaçağın şehirlerinde bu temel üzerinden kanunlara dayalı formelleşmiş bir
hukuk sisteminin oluşması söz konusu olabilmiştir (Weber, 1978, s. 818819). Şehir konseylerinin uzun mücadeleleri neticesinde kazanılan hukuk
yapmadaki bu özerklik zamanla kapitalizmin sigortası olmuştur. Hukukun
kanunlara dayalı bir sisteme dönüşmesi bireyin kendi eylemlerinin neticesini
önceden bilebilmesi ve hareketini ona göre düzenleyebilmesini sağlamıştır.
Böylece şehir burjuvası egemen siyasi güçler karşısında bir güvence elde
etmiştir. Despotizmin akıldışı baskı ve taleplerinden bu tür bir korunma
başka yerlerde ortaya çıkmamıştır. Zira siyasi egemenliği zorlayacak özerk
yapılar yoktur. Ortaçağ boyunca Batı’da ayakbağı oluşturan parçalı siyasi
otorite Weber’e göre beraberinde bir imkana dönüşmüştür. Feodalitenin
parçalı yapısı, gelişen kapitalizmin ihtiyaç duyduğu özerk alanların oluşmasını sağlamıştır.
Diğer taraftan kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için sadece burjuvazinin
değil emeğin de serbestleşmesi gerekmektedir. Emeğin pazar dinamiklerine tabi olması akılcılaşmanın ve hesaplamanın tam olarak gelişimi için
mecburidir (Weber, 2003a, s. 312-313). Serbest emek olmadan işin akılcı
organizasyonu mümkün değildir. Zira “Antikitenin plantasyonlarında ve
sınırlı bir düzeye kadar antik dünyanın pazar yerlerinde (ergasteria) zorlama
emekle akılcı organizasyonun [belirli] bir düzeyi” (Weber, 2009b, s.211)
yakalansa da bu durumda işin tam anlamıyla hesaplamaya tabi tutulması
gerçekleşmez. Emeğin serbestleşmesi kırdan kopan kitlelerin şehirlerde
emeklerini satarak bir geçim kaynağı oluşturmalarıyla ortaçağın sonlarında
zanaatkârlığın gelişimi ile birlikte şehirlerde meydana çıkan bir gelişmedir.
Başka yerlerde siyasi ve sosyal koşullarca engellenen emeğin serbestleşmesi,
Batı’da şehirlerin sanayi olgusu ile birlikte bir üretim merkezine dönüşmesi
ile tamamlanmıştır. Şehirlerde gerçekleşen sermaye birikimi ile birlikte “iş
yerinin, aletlerin ve ham maddelerin tek bir sahip tarafından mülkiyeti büyük
makineleşme ve mekanik gücü talep eden modern fabrika” serbest emeğin
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
35
koşullarını tamamlamıştır (Weber, 2003a, s. 167). Zanaatkarın tekil üretimi
olan atölyeden sanayiye dönüşüm (Weber, 2003a, s. 158-159) Hindistan’da
kast sisteminin dışlayıcılığı, Çin’de ise klan ekonomisi tarafından engellenmiştir (Weber, 2003a, s. 176). Böylece işin bütün süreçlerinin akılcı bir
biçimde örgütlenebilmesinin önündeki sosyal engeller ortadan kalkmıştır.
Bu tür engellerin ortadan kalkmasında işin farklı örgütlenmesi anlamına gelen kapitalist işletme tarzının ortaya çıkması merkezi bir yer tutmaktadır. Weber’in ilk akademik çalışma alanı olan kapitalist işletmenin
tarihsel gelişimi bu bakımdan önemlidir.19 Weber bunu hukuk ve muhasebe
tekniklerindeki bir dizi gelişmeye bağlamaktadır. Bu bağlamda müstakil
tüzel kişilikler olarak şirketlerin ortaya çıkması önem arzetmektedir. Bunu
tamamlar biçimde muhasebe tekniklerindeki gelişmelerle akılcı işletme tarzı
gelişmiştir. Weber’e göre çağdaş işletmenin bir biçimi olarak geç ortaçağda
İtalyan şehirlerinde commendaların ortaya çıkması ile şirketler tüzel bir
hukuki kişilik olarak ortaya çıkmıştır.20 Şirketin sahibinden ayrılarak hak
ve sorumluluklara sahip hukuki işlemlere konu olabilen bir hükmi şahsiyet olması ile birlikte hane ile işin ayrılması tam olarak gerçekleşmiştir.
Bu sadece mekânsal bir ayrışma değildir. Neticesinde bireysel hesaplar
ile şirket işlemleri ayrılmış, şahsi servet ile şirket sermayesi birbirinden
ayrı hesaplamaların konusu haline gelmiştir. İflas ve borçlar hukukundaki
gelişmelerle işletmenin zararının bireysel servetten tazmin edilmemesinin
ortaya çıkması ile bu ayrışma tam anlamıyla hayata geçmiştir (Weber, 1978,
s. 379-380). Böylece iş akılcılaşmış, keskin bir hesaplamanın konusu haline
gelmiştir (Weber, 2009b, s. 212).
Bu hesaplama ister istemez muhasebe sisteminde bir belirginleşme
ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. İşletmenin kar ve zararının artık kamuyu
ilgilendirdiği tüzel kişilikte iktisadi bir eylemin neticelerinin öngörülebilir
hale gelmesi mühim bir konum kazanmıştır. Bu ihtiyacın neticesinde çift
girişli muhasebe sistemi ortaya çıkmıştır (Weber, 1978, s. 161-162). Daha
önce Doğu’da kullanılsa da bu muhasebe sistemi 16. yüzyıldan itibaren
güneyin ticaret kentlerinde yukarıda bahsedilen kapitalist işletmeye monte
19 Weber ilk akademik çalışması olan Zur Geschichte der Handelsgesellschaften im Mittelalter başlıklı doktora tezinde geç Orta Çağ’da İtalya’da ticari ortaklıkların doğuşunu
incelemektedir (Weber, 2003b).
20 Weber’in ilk defa Batı’da ortaya çıktığını dile getirdiği bir ortaklık türü olarak Comenda esasen İslam dünyasından aktarılmıştır. Bu konuda özellikle Abraham L. Udovitch’in
araştırmalarında (1962, 1970) ikna edici bulgular mevcuttur. Ayrıca bk. Çizakça, 1999.
36 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
olarak modern akılcı karakterini kazanmıştır. Böylece iktisadi bir işlemin
neticesi olan kar ve zarar kolayca takip edilebilir hale gelmiş, tüccarlar yaptıkları işlerin her bir kalemini akılcı bir hesaba tabi tutabilmişlerdir. Weber’e
göre “sermaye muhasebesinin akılcılaştırılması mutedil bir düzeyde tüm
dünya medeniyetlerinde” olsa da akılcı bir kâr zarar hesaplaması ve sermaye
muhasebesi modern Batı dışında hiçbir yerde gelişmemiştir (Weber, 2009b,
s. 209). Weber’in akılcı işletme modeli olarak sunduğu anonim şirketlerin
sadece Batı’da ortaya çıktığını, başka yerlerde akılcı hesaplamaya tabi bir
tüzel kişilik olarak şirket yapılarının oluşmadığını ileri sürmektedir. Ona
göre şehirlerdeki siyasi özerklik, akılcı hukuk yapma, sermaye, girişim ve
emeğin serbestleşmesi olmaksızın bu tür tüzel hukuki kişiliklerin ortaya
çıkması zaten imkânsızdır. Doğu’nun siyasi otoritesinin patrimonyal doğası
bu tür gelişmeleri daha doğmadan boğmuştur. Şahsi servet ile sermaye arasında bir ayrım ortaya çıkmamış, girişimin serbestleşmemesi ile şirketleşme
gerçekleşmemiştir (Weber, 2009b, s. 212-213).
Bu etkenler neticesinde sadece Batı’da bireysel servet şirket sermayesine
dönüşmüştür. Bunun arkasında Weber’e göre iktisadi birikimin üretim ve
ticarete bağlı olarak barışçıl yollardan elde edilmesi vardır. Kapitalist birikim
şiddet yoluyla değil iktisadi değişim için gerekli olan fırsatların kullanımıyla
elde edilmektedir (Weber, 2009b, s. 208-209). Kapitalist birikim el koyma
veya zorbalık ile değil, piyasada rekabete dayalı olarak elde edilmektedir.
Buna her şeyden önce kapitalist isteklidir. Zira yukarıda açıklandığı gibi
onun varlığı siyasi otoritenin bu tür bir el koyma imkanının kısıtlanmasına
bağlıdır. Feodal güçlerin ve şehir lordunun kapitalist girişim üzerindeki etkisinin azaltılmasını sağlayan siyasi ve hukuki özerklik kapitalizmin varoluş
şartını serbest rekabete bağlamıştır. Weber bunun gelişmenin koşullarını
hazırlayan temel etken olduğunu iddia etmektedir. Böylece kapitalistin
varlığını sürdürebilmesi için büyüme imkânları doğrudan akılcı hesaplama
ile genişletilen girişimden başka bir dayanağı kalmamıştır. Bu da işin süreçlerinin ve tekniğinin daimi gelişmesine zemin oluşturmuştur. Birikimin
şiddet yoluyla elde edildiği despotik Doğu toplumlarında ise dolayısıyla bu
tür bir akılcı birikim imkânı ortaya çıkmamıştır.
Bütün bu gelişmeleri tamamlayan etken ise akılcı bürokrasinin ortaya
çıkması olmuştur. Weber’e göre çağdaş bürokrasinin akılcı doğası işlemlerin
önceden belirlenmiş kural ve kaidelere bağlı bir biçimde gerçekleştirilmesine
dayalıdır. Aynen kanunların uygulanmasına dayalı akılcı hukuk sisteminin
ortaya çıkmasında olduğu gibi çağdaş bürokrasi de kendisini siyasi otorite
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
37
karşısında güvenceye almak isteyen burjuvazinin talepleriyle ilintilidir.
Böylece kuralları uygulamakla yükümlü sürekli denetlenen bir bürokratik
sistem ortaya çıkmıştır. Bir yönetim biçimi olarak akılcı bürokrasi sadece
devletle ilintili değildir. Aynı zamanda modern işletme sistemi için de hayati önemi haizdir. Tüzel birer kişilik olarak ortaya çıkan işletmelerde de
işlerin ve işlemlerin kurallara bağlanması organizasyonun ve yönetimin
akılcı bir hal almasını sağlamıştır. Böylece bürokratik teknik için formel
araçların gelişimi gerçekleşmiştir. Bu tür bürokratik mekanizma kralın şahsi
otoritesini ve yönetimini temsil eden patrimonyal bürokrasi ile taban tabana
zıttır. Her ne kadar Çin de bürokratik yönetim akılcı araçları geliştirmişse
de hayatın diğer alanlarının akılcılaşmaması sebebiyle yönetimin akılcı bir
temele kavuşmasını sağlayamamıştır. Çağdaş bürokrasi göreve dayalı bir
bürokratik konumu vurgulayarak sürecin kişilerden bağımsızlaştırılarak
kurallara dayalı hale getirilmesini sağlarken patrimonyal bürokrasi krala
şahsi sadakat temelli olması hasebiyle kişiler bağımlı olmakta, kuralların
genel geçerliği ortaya çıkamamaktadır. Bu bürokratik sistemin bütünlüklü bir karakter kazanması modern devletin gelişmesi ile gerçekleşmiştir.
Profesyonel yönetim, uzmanlaşmış memurluk ve sözleşmeye dayanan
vatandaşlık sistemiyle modern devlet, kapitalizm için gerekli olan formel
koşulların tam olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır (Weber, 1978, s. 11921193, s.313-314 ve s.338).
Sonuç: Uygarlık Tarihi Olarak Kapitalizm İncelemesi
İktisat sosyolojisinin kurucusu olan Weber, Almanya’nın özel problemlerinden hareketle giderek genişleyen bir ilgiyle modernitenin gelişimini kapitalizm tarihi çerçevesinde ele almıştır. Önce tekil vakalar üzerinden yaptığı
iktisadın toplumsal karakterine dair çalışmaları, daha sonra Almanya’nın geç
kapitalistleşmesinden doğan sorunlara yönelmiş ve nihayetinde modernitenin
dünya tarihsel bir açıklaması ile neticelenmiştir. Bu ilgi genişlemesi Weber’in
Alman toplumunun geleceği ile modernitenin geleceğini birbiriyle ilintili bir
şekilde ele almaya başlaması ile ilişkilidir. Özellikle 20. yüzyılın başından
itibaren gelişen modernite eleştirileri karşısında Weber, onun biricikliğini
ve benzersizliğini göstermeye soyunmuştur. Modern toplumun doğasına dair
düşünen 19. yüzyıldaki öncüllerinde olduğu gibi Weber de moderniteye dair
açıklamalarını Batı uygarlığının özel gelişimi teması etrafında kurmuştur.
İçsel gelişme teorileri olarak adlandırılabilecek olan bu yaklaşımlara göre
modernite Batı uygarlığının sahip olduğu bir dizi özgün koşul ve özelliğe
38 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
dayanarak gelişmiştir. Weber’in dilinde Avrupa’nın kendi göbek bağını
kendisinin kesmesi olarak ifadesini bulan bu düşünce modernitenin geriye
doğru bir bakışla açıklanmasını meydana çıkarmıştır.
Modernitenin biricikleştirilmesi, Batı uygarlığına mahsus kılınması için
Weber uygarlıklar arasındaki büyük tarihsel karşılaştırmalara özel bir önem
vermiştir. Bunun için büyük dünya dinlerinin iktisadi etiği çerçevesinde
bu uygarlıkların dini, siyasi, sosyal ve iktisadi yapılarını her düzeyde karşılaştırmaya girişmiştir. Dönemin ciddi bir biçimde çeşitlenen şarkiyatçı
kaynaklarından da beslenerek Doğu uygarlıklarını kapitalizmin açıklaması
bağlamında inşa ettiği teorik modele eklemlemeye çalışmıştır. Kendisinden
sonraki modernite tartışmalarına şekil ve yön veren bu geniş çaplı proje
ile Weber, tüm dünya tarihini kapitalizmin gelişmesi veya gelişmemesi
ekseninde ele almıştır.
Bu çerçevede Weber’in anahtar kavramı akılcılaşmadır. Weber akılcılaşmayı temelde dinin büyüsel karakterinden arındırılması olarak görmektedir.
Bu bakımdan insanın selamet arayışının bu dünyasal etkenlere bağlanması
akılcılaşmada ana noktadır. Bu bağlamda insanın selamete ermede kendi
çaba ve eylemlerini merkeze alması sadece Batı’da ortaya çıkmıştır. Bu tür
etkenler ya Asya dinlerinde olduğu gibi doğa ile bütünleşik yaşamdan dolayı
dinin büyüsel karakterini kaybetmemesi ve mistikleşmesi ile ya da İslam da
olduğu gibi siyasal koşulların dönüştürmesi ile Doğu’da ortaya çıkmamıştır.
İnsanın selametinin doğrudan ve sadece bu dünyadaki eylemlerine bağlanması her türlü eylemin hesaplamanın konusu haline gelmesinde önemli bir
noktadır. Bu bakımdan akılcılaşmanın tarihsel seyrini inceleyerek Weber
modernitenin ortaya çıkışını kapitalist ruhun gelişimi ile açıklamıştır. Bu
bağlamda Weber’e göre çalışma ve işe dair bakışın zihniyeti yansıtmak
bakımından özel bir önemi vardır. Zira Batı’daki zihniyet dönüşümünü
temsil eden Protestanlık bunu çalışmaya yönelik tutumları radikal bir biçimde dönüştürerek gerçekleştirmiştir. Weber kapitalizmin gelişimini Avrupa
tarihinde oluşmuş olan bir dizi özel şartın Protestan ahlakı ile şekillenen
kapitalist ruh tarafından bir araya getirilmesi ile açıklamaktadır. Tarihsel
olarak şehirlerin ortaya çıkması ve hukukun akılcılaşması ile altyapısı
oluşan gelişmeler daha sonra akılcı işletme modelinin ve iş tekniklerinin
ortaya çıkması ile nihayetlenmiştir. Bunun sonucu tüm yaşam alanlarında
akılcılaşmanın zirveye ulaşması ve modernitenin doğmasıdır.
Weber bu noktadan hareketle Batı’da ortaya çıkan gelişmelerin niçin
başka yerlerde ortaya çıkmadığı sorusuna yönelir. Batı dışında kapitalizmin
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
39
gelişimini engelleyen özel koşulların müşahede edilmesi ile derinleşen bu
yönelim Weber’in iktisat sosyolojisinin bir uygarlık tarihine dönüşmesinde
temel hareket noktasını teşkil etmektedir. Weber kapitalizmin tarihini evrenselleştirerek bütün uygarlıkların gelişimini açıklamada temel bir referans
noktasına dönüştürmektedir. Böylece uygarlık tarihini bütüncül bir biçimde
açıklayacak bir anahtara ulaşmaya niyetlenen Weber, Batı uygarlığının
en başından beri izlediği yolu diğerlerinden ayrıştırmaya özel bir önem
vermiştir. Yukarıda bahsedildiği gibi bütüncül bir Batı tarihi açıklaması
arayışının ortaya çıktığı bu dönemde modern kapitalizmi Antik Yunan ve
Roma dünyasıyla, Batılı dini inanışın çeşitli biçimlerine bağlamak meseleye
uygarlık düzeyinde bir yaklaşım geliştirebilmek için gereklidir.
KAYNAKÇA
Bendix, R. (1945), “Bureaucracy and the Problem of Power”, Public
Administration Review, 5(1), 194-209.
Bendix, R. (1947), “Bureaucracy: The Problem and Its Setting”, American
Sociological Review, 12(5), 493-507.
Cox, O.C. (1950), “Max Weber on Social Stratification: A Critique”,
American Sociological Review, XV(2), 223-227.
Çizakça, M. (1999), İslam Dünyasında ve Batı’da İş Ortaklıkları Tarihi,
Çev. Şehnaz Layıkel, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay.
Freund, J. (1968), The Sociology of Max Weber. New York, Pantheon
Books.
Gane, N. (2002), Max Weber and Postmodern Theory: Rationalization
Versus Re-Enchantment, Houndmills, Palgrave.
Giddens, A. (2000), Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori: Toplumsal
Düşüncenin Klasik ve Çağdaş Temsilcileriyle Hesaplaşmalar, Çev. Tuncay
Birkan, İstanbul, Metis Yay.
Goldhammer, H. ve E. Shils, (1939), “Types of Power and Status”, The
American Journal of Sociology, 45(2), 171-182.
Honigsheim, P. (1946), “Max Weber as Rural Sociologist”, Rural Sociology, 11(3), 208-218.
Honigsheim, P. (2000), The Unknown Max Weber, Ed.. Alan Sica, New
Brunswick, Transaction Publishers.
40 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
Hughes, H.S. (1985), Toplum ve Bilinç: Avrupa’da Toplumsal Düşüncenin
Şekillenişi (1890-1930), Çev. Güzin Özkan, İstanbul, Metis Yay.
King, R. (1999) Orientalism and Religion: Postcolonial Theory, India
and the Mystic East, London & New York, Routledge.
Manasse, E.M. (1947), “Max Weber on Race”, Social Research, 14,
191-221.
Mayer, J.P. (1944), Max Weber and German Politics, a Study in Political
Sociology, London, Faber and Faber.
Mommsen, W.J. (1989), The Political and Social Theory of Max Weber:
Collected Essays, Chicago: University of Chicago Press.
Mommsen, W.J. (1990), Max Weber and German Politics, 1890-1920,
Tr. Michael Steinberg, Chicago: University of Chicago Press.
Parsons, T. (1928), ““Capitalism” in Recent German Literature: Sombart
and Weber,” The Journal of Political Economy, 36(6), 641-661.
Parsons, T. (1929) ““Capitalism” in Recent German Literature: Sombart
and Weber-Concluded,” The Journal of Political Economy, 37(1) 31-51.
Parsons, T. (1968) The Structure of Social Action: A Study in Social
Theory With Special Reference to a Group of Recent European Writers, 2
vols., New York, Free Press.
Parsons, T. (1992) [1930], “Translator’s Preface,” Max Weber, The
Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism içinde, Tr. Talcott Parsons,
London and New York, Routledge, xxv-xxvii
Parsons, T. (2003) [1958], “Preface to New Edition,” Max Weber, The
Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism içinde, Tr. Talcott Parsons,
Mineola, Dover Publication, xiii-xvii.
Schluchter, W. (1979), “The Paradox of Rationalization: On the Relation of Ethics and World,” Ed. Guenther Roth and Wolfgang Schluchter,
Max Weber’s Vision of History: Ethics and Methods, Berkeley, University
of California Press, 11-64.
Turner, S.P. & Regis A. Factor, (1983), Max Weber and the Dispute
Over Reason and Value: A Study in Philosophy, Ethics, and Politics, London, Routledge & Kegan Paul.
Udovitch, A.L. (1962), “At the Origins of the Western Commenda: Islam,
Israel, Byzantium?”, Speculum, 37(2), 198-207.
Udovitch, A.L. (1970), Partnership and Profit in Medieval Islam,
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 19-42
41
Princeton, Princeton University Press.
von Below, G. (1925), Der Deutsche Staat des Mittelalters: Eine
grundlegung der deuschen Verfassunfgsgeschichte, Vol. 1, 2. Auflage, Leipzig, Verlag von Quelle & Meyer.
Weber, M. (1975), Max Weber: A Biography, Tr. Harry Zohn, New
York, John Wiley and Sons Inc.
Weber, M. (1924), “Agrarverhältnisse im Altertum” Gesammelte Aufsatze
zur Sozial-und Wirtschaftsgeschichte (GAzSuW), Hrsg. v. Marianne Weber,
Tübingen: Mohr-Siebeck, S. 1-288.
Weber, M. (1946a), “Religious Rejections of the World and Their Directions,” Ed. & Tr. C. Wright Mills ve Hans Heinrich Gerth, From Max
Weber: Essays in Sociology, New York, Oxford University Press, 323363.
Weber, M. (1946b), “The Social Psychology of the World Religions,”
Ed. & Tr. C. Wright Mills ve Hans Heinrich Gerth, From Max Weber: Essays in Sociology, New York, Oxford University Press, 267-301.
Weber, M. (1949), “Objectivity in Social Sciences and Social Policy,” Ed.
& Tr. Edward Shills ve Henry Finch, The Methodology of Social Sciences,
New York, Free Press, 49-112.
Weber, M. (1967), The Religion of India: The Sociology of Hinduism
and Budism, Ed. & Tr. Hans Heinrich Gerth ve Don Martindale, New
York, Free Press.
Weber, M. (1968), The Religion of China: Confucianism and Taoism,
Ed. & Tr. Hans H. Gerth, New York: Free Press.
Weber, M. (1978), Economy and Society: An Outline of Interpretive
Sociology, Ed. Guenther Roth ve Claus Wittich, University of California
Press.
Weber, M. (1979), “Developmental Tendencies in the Situation of East
Elbian Rural Labourers”, Economy and Society, Vol. 8, pp. 172-205.
Weber, M. (1988), The Agrarian Sociology of Ancient Civilizations,
Çev. Richard I. Frank, London, Verso Books.
Weber, M. (1992) [1930], The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism, Tr. Talcott Parsons, London and New York, Routledge, xxv-xxvii
Weber, M. (2003a), General Economic History, Tr. Frank H. Knight,
Mineola, Dover Publication.
42 Weber’in İktisat Sosyolojisi: Uygarlığı Anlamanın Anahtarı Olarak İktisadi Zihniyet / Lütfi SUNAR
Weber, M. (2003b), The History of Commercial Partnerships in the
Middle Ages, Tr. Lutz Kaelber, Lanham, Rowman & Littlefield Publishers.
Weber, M. (2008), Roman Agrarian History: In Its Relation to Roman
Public & Civil Law, Tr. Richard I. Frank, Claremont, Regina Books.
Weber, M. (2009a), The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism
with Other Writings on the Rise of the West, 4th ed., Ed. & Tr. Stephen
Kalberg, New York, Oxford University Press.
Weber, M. (2009b), “Prefatory Remarks to Collected Essays in the Sociology of Religion [Vorbemerkung],” The Protestant Ethic and the Spirit
of Capitalism with Other Writings on the Rise of the West 4th ed. içinde,
Ed. & Tr. Stephen Kalberg, New York, Oxford University Press, 205-220.
Sosyoloji Konferansları Dergisi
No: 45 (2012-1) / 43-73
YENİ KURUMSAL İKTİSAT
Tamer ÇETİN*
Özet
Yeni kurumsal iktisat, son dönemlerde iktisat literatürüne hem teorik hem de ampirik
olarak çok farklı perspektiflerden katkı sağlayan ve bu anlamda, görece sıkışık durumdaki
Ortodoks algıya bir açılım imkanı tanıyan disiplinler arası bir iktisadi yaklaşım olarak
literatürde kendine ayrıcalıklı bir yer bulmayı başarmıştır. Yaklaşım, kurumlar, kurallar
ve organizasyonlar üzerine işlem maliyetleri, sınırlı rasyonalite, mülkiyet hakları, eksik
sözleşmeler ve fırsatçılık gibi yeni bir terminolojiyle farklı bir metodolojik perspektif
sunmayı başarmış ve böylece, iktisadi faaliyetin kurumsal temellerini pozitif araştırmanın
merkezine taşıyarak, günümüzde en canlı ve dinamik iktisat disiplini haline gelmiştir.
Bugün itibarıyla, yeni kurumsal iktisat, hakim iktisadi bilgeliği reddetmeden, ama gerçek
dışı Neoklasik varsayımları sert bir biçimde eleştirip, yerine gerçekçi teoriler üreterek,
yerleşik iktisadi gündemin tam merkezinde bulunmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Yeni Kurumsal İktisat, İşlem Maliyetleri, Mülkiyet Hakları
NEW INSTITUTIONAL ECONOMICS
Abstract
Recently, New Institutional Economics has ensured its own privileged place in literature as an interdisciplinary approach that contributes both empirically and theoretically to
economics literature and in that sense, that gives an opportunity to the stranded Orthodoxy
perception. The approach has achieved to introduce a different methodological perspective
with a new terminology such as transaction costs, bounded rationality, property rights,
incomplete contracts, and opportunity over rules, institutions, and organizations. Thus,
by bringing the institutional foundations of economic activity to the center of the positive
research, it has become the most dynamic and vital discipline in economics. As of today,
New Institutional Economics is exactly at the center of the current economic agenda by
criticizing Neoclassical assumptions and instead, generating realistic theories, but not
rejecting prevailing economic wisdom.
Keywords: New Institutional Economics, Transaction Costs, Property Rights
Doç.Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, İİBF., İktisat Bölümü. E-mail: tcetin@yldiz.edu.tr
*
44
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
Giriş
Yeni kurumsal iktisat (YKİ), son yıllarda iktisat disiplini içinde ortaya
çıkan en önemli teorik yaklaşımların başında gelmektedir. Bu iddia, doğrudan disiplinin teorisyenlerinden 4 iktisatçıya verilen Nobel iktisat ödülüyle
perçinlenmiştir. İlk olarak 1991’de Ronald Coase, “The Nature of the Firm”
(1937) ve “The Problem of Social Cost” (1960) isimli çalışmalarıyla, 1993’te
Douglass North, kurumların tarihsel süreçte iktisadi performans üzerine
etkisine yapmış olduğu katkılarla ve nihayet, 2009’da Oliver Williamson
organizasyon teorisi ve Elinor Ostrom ortak mülkiyet üzerine yapmış oldukları katkılarla Nobel İktisat Ödülü’ne layık görülmüşlerdir.
YKİ literatürünün gelişmesinin en temel nedeni, Neo-klasik teorinin,
kıtlık ve rekabet gibi varsayımlarını kullanmaya devam ederek, fakat rasyonalite ve tam bilgi gibi gerçek dışı varsayımlarını reddederek, yerine,
sınırlı rasyonalite, eksik sözleşmeler, işlem maliyetleri, mülkiyet hakları ve
fırsatçılık gibi yeni ve daha gerçekçi bir terminolojiyle farklı bir metodolojik
perspektif sunmayı başarmış olmasıdır. Yeni kurumsalcı gelenek, Neo-klasik
teoriyi büsbütün eleştirip reddetmek yerine, bazı özellikleriyle ilgilenip ana
disiplin içinde kalmayı başararak, eski kurumsalcı gelenekten ayrılmaktadır.
YKİ, bir kurumlar ve organizasyonlar analizidir. İktisadi performansın
analizinde kurumsal yapıyı yukarıda belirtilen terminolojik dil ve yeni bir
perspektifle ilk defa olarak iktisadi araştırmaların merkezine taşımıştır.
Özellikle (formal) kurumların niçin var olduğu ve nasıl geliştiği yani kurumsal değişimin kökenleri, yaklaşımın temel analiz kaynağıdır. Denilebilir
ki, kurumsal değişim analizi ile iktisadi değişimi doyurucu ve doğru bir
şekilde açıklamak mümkün hale gelmiştir. Bu perspektif, Neoklasik teoride içsel olmayan yenilikçi ve oldukça başarılı bir nitelik göstermektedir.
YKİ’ın bir önemli katkısı, organizasyon teorisi üzerinedir. Organizasyonel
yapı, bir sözleşme ilişkileri bağlamında ele alınarak, Neo-klasik teorinin
veri saydığı pek çok alanda, yeni perspektifler getirilebilmiş ve böylelikle,
oyun teorisinden, sosyolojiye kadar geniş bir yelpazede önemli açılımlar
sağlanabilmiştir. Bu anlamda politik, iktisadi, sosyal ve hukuki kurumlar
ve organizasyonlar araştırmasıyla YKİ, sadece iktisadi ilişkilerin değil, aynı
zamanda hukuk, siyaset, antropoloji ve sosyoloji gibi alanların da analizi
için önemli bir teorik arka plan sağlamayı başarmıştır1.
1 Bununla birlikte bu kısa çalışmada, sadece YKİ’ın ekonomik kurumlar ve organizasyonlar analizine yer verilmektedir.
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
45
Bu çalışmada YKİ’ın gelişimi, analiz araçları (terminolojisi) ve literatüre getirdiği yenilikçi metodolojisi sadece iktisadi alanda kalınarak analiz
edilmektedir. Bu bağlamda öncelikle YKİ nedir sorusunun cevabı ve modern ekonomide yaklaşımın yeri ve önemi tartışılmaktadır. YKİ’ın yerinin
anlaşılması için, takip eden bölümde, eski kurumsalcı gelenekle arasındaki
fark incelenmektedir. Sonraki bölümlerde yaklaşımın kullandığı terminoloji
ve metodoloji iki farklı perspektiften ele alınmaktadır. İlk ayrım, kurallar,
kurumlar ve organizasyonlar analizini içermektedir. Bu çalışmada sadece
YKİ’ın dilini ve yöntemini anlaşılır kılma çabası güdüldüğü için, kavramsal
açıklamalar analiz edilecektir. Daha sonra, bu kavramsal çatıyla, ekonomik
performansın YKİ perspektifinden nasıl incelendiği açıklanmaya çalışılmaktadır. Metodolojik temeller üzerine ikinci ayrım, organizasyon teorisini
kapsamaktadır. Bu bağlamda eksik sözleşmeler, işlem maliyetleri, mülkiyet
hakları, sınırlı rasyonalite ve fırsatçılık gibi yaklaşımın temellerinin kavramsal ve araçsal değeri tartışılmaktadır. Sonraki bölüm, bu kavramsal arka plan
bağlamında YKİ tarafından geliştirilen organizasyonun ekonomik teorisi
yaklaşımına tahsis edilmiştir. Çalışma, sonuç bölümüyle son bulmaktadır.
YKİ ve YKİ’ın Modern Ekonomideki Yeri
YKİ, kurumlar tarafından dizayn edilen bir çevrede gerçekleşen iktisadi
faaliyeti analiz eden disiplinler arası bir iktisadi yaklaşımdır (Coase, 1984;
North, 1986). Bu bağlamda YKİ, iki temel önermeyle başlıyor. Birincisi,
Neo-klasik iktisat teorisinin yaklaşımlarını, kurumların, insanlar için mümkün olan tercih setlerini belirleme yollarıyla bütünleştiren bir teorik yapı
inşa ediyor. Bu anlamda YKİ, geleneksel teoriden tamamen farklılaşmıyor.
İkinci olarak, bu teorik çatıyı, kurumların temel belirleyicileri üzerine inşa
ediyor. Böylece her hangi bir zaman diliminde insanlar için mümkün olan
tercih setlerini analiz etmekle kalmayıp, kurumların ne şekilde değiştiğini ve
zamanla tercih setlerini nasıl değiştirdiğini analiz edebiliyor (North, 1986).
Bu anlamda YKİ, kurumların nasıl ortaya çıktığı ve niçin bu şekilde dizayn
edildiklerini açıklayarak, ekonomik, politik ve sosyal davranışlar üzerindeki
etkilerini analiz etmektedir (Moe, 1990).
Bu anlamda YKİ tarafından analiz edilen tercih seti, geleneksel teori
analizinden hem daha dar hem de daha geniş kapsamlıdır. Kurumlar, bir
toplumda her hangi bir zaman dilimi içinde var olan sınırlı bir alternatifler
setini tanımladıkları için daha dardır. Bu sınırlı alternatifler seti, insan davranışlarına sınırlar koyan davranış normları kadar, politik karar kuralları
46
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
ve mülkiyet haklarının yapısına göre de şekillenmektedir. Diğer yandan,
iki boyutlu (fiyat ve miktar analizi) fiyat teorisine göre mal ve hizmetlerle
iktisadi aktörlerin performansını karakterize eden unsurların çok yönlü boyutlarını analiz ettiği için geleneksel tercih setine göre daha geniş kapsamlı
bir tercih seti analizi sunmaktadır (North, 1986).
YKİ’ın teorik temeli oldukça basittir. İnsanlar veya insanlar tarafından
oluşturulan gruplar (organizasyonlar), kurumsal düzenlemeleri (kurallar,
normlar gibi), kendi gözlemlenemez çıkarlarını maksimize edecek şekilde
değiştirmek isterler. Kurumsal düzenlemelerde bir değişim sonucu (mülkiyet) hakların yeniden dağılımı, bazı insanlar için net faydaya veya zarara
neden oluyorsa, faydayı maksimize eden kurumsal formlar (kurallar) tercih
edilir (Wallis, 1989). Bu durum bize kurumların nasıl ve neden evrildiğini
göstermektedir. Bu analizde YKİ, kurumsal çevre ve kurumsal düzen(leme)
arasında net bir ayrım yapmaktadır. Kurumsal çevre, üretim, dağıtım ve mübadele için temel teşkil eden politik, sosyal ve yasal alandaki kurallar setidir.
Seçimleri, mülkiyet haklarını ve sözleşmeleri yöneten kurallar, kurumsal
çevreye örnek olarak gösterilebilir. Diğer yandan kurumsal düzen(leme),
iktisadi aktörlerin birbirileriyle işbirliği ve/veya rekabet etme yollarını tayin eden, bu aktörler arasındaki bir düzen(leme)dir. Kurumsal düzenleme,
ekonomik birimlerin kendi içlerinde işbirliği yapabilecekleri bir yapı veya
mülkiyet hakları ve yasalarda bir değişimi etkileyebilen bir mekanizma tesis
edebilir (Williamson, 1990).
Bu analize göre YKİ, kurumlar ve organizasyonel düzenlemelerin (arrangements), ekonomideki etkilerini çalışan bir iktisat alt disiplinidir. Bu
iki kavram arasında derin bir ayrım yaparak, kurumları, organizasyonları ve
kurumların organizasyonel düzenlemelerle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu analiz eder. Kurumlar, insanların, belirsizliği azaltmak ve yaşadıkları
çevreyi kontrol etmek için tesis ettikleri yazılı ve yazılı olmayan kurallar,
normlar ve kısıtlardır. Buna göre kurumlar;
a. Sözleşme ilişkilerini ve firma faaliyetlerini yöneten yazılı kurallar,
b. Siyaseti, hükümetlerin politikalarını, finansal alanı ve daha geniş
anlamda toplumu yöneten anayasalar, yasalar ve diğer yasal mevzuata
ilişkin kurallar,
c. Yazılı olmayan geleneksel kodlar, davranış normları ve inanışlar
anlamına gelmektedirler.
Organizasyonal düzenlemeler, iktisadi aktörlerin üretim ve değişimi
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
47
kolaylaştırmak için gerçekleştirdikleri farklı yönetişim modlarıdırlar. Organizasyonel düzenlemeler;
a. İktisadi aktörlerin işlemleri kolaylaştırmak için geliştirdikleri
piyasalar, firmalar ve değişik formların kombinasyonları,
b. İktisadi faaliyeti organize etmek için bir iskelet tesis eden sözleşmesel
düzenlemeler ve
c. Seçilen düzenlemelerin niteliğini belirleyen davranışsal özellikler
anlamına gelmektedir (Menard ve Shirley, 2005).
Aslında YKİ, temel olarak iki alanda analizini derinleştirmektedir. Başka
bir deyişle, YKİ’ın analiz sahası içinde kalan kurumsal çevreyi oluşturan
formal kurallar içindeki piyasa, firma ve bürolara ilişkin analiz, yönetişim
kurumlarının veya oyunun oynandığı sahnenin analizidir. Buna göre YKİ,
bir yandan kurumsal çevreyi analiz ederken, diğer yandan da yönetişim
kurumlarını analiz etmektedir. YKİ’ın ikinci kısmı, ekonomik organizasyon
teorisi ile ilgilidir ve işlem maliyetleri iktisadının ağırlıklı olarak kullanıldığı alandır. Bu anlamda ekonomik organizasyona işlem maliyetleri iktisadı
yaklaşımı, ağırlıklı olarak yönetişim kurumlarında veya oyunun oynandığı
sahnedeki sözleşme ilişkilerinin yönetişimi üzerine vurgu yapmaktadır
(Williamson, 2004).
YKİ, Ronald Coase’un işlem maliyetlerini ekonomik analizin en önemli
araçlarından biri haline getiren 1937’deki makalesiyle başlamıştır. Bununla
birlikte YKİ ismini ilk kullanan Oliver Williamson olmuştur. YKİ’n çok
yaygın hale gelmesinin temel nedeni, doğrudan Ortodoks iktisat literatürüne
veya bir başka deyişle ana akım iktisadi bilgeliğe son dönemlerin en kayda
değer katkısını sağlıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Çokça belirtildiği
gibi bugün iktisat, Adam Smith’in söylediklerinin formüle edilip, test edilen
hali anlamına gelmektedir. Bu anlamda özellikle mikro iktisada en kayda
değer katkı, YKİ tarafından sağlanmaktadır. Coase (1984)’ün belirttiği gibi
iktisat bilimsel bir disiplin olarak, miğferin, gemin, eyerin ve kanın göründüğü bir dünyadan söz ettiği halde, atın kendisini göstermekten uzak bir
disiplindir. Bu tespit, yapılan çalışmalar dikkate alındığında çok da haksız
görünmemektedir. Zira iktisat, kanıt/teori oranının çok düşük olduğu bir
bilimsel bir çabadır (Holmstrom ve Tirole, 1989).
Tam da bu noktada YKİ önem kazanmaktadır. Çünkü son 50 yılda iktisat
disiplininin sıçrama yaptığından söz etmek mümkünse, disiplin, bunu YKİ
yaklaşımına borçludur. YKİ, işlem maliyetleri, kurumlar, organizasyon
48
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
teorisi, mülkiyet hakları, (eksik) sözleşmeler ve (sınırlı) rasyonalite gibi
konularda önermiş olduğu teorik perspektifle, hukuk ve ekonomi, regülasyon ekonomisi, endüstriyel organizasyon, politik ekonomi, iktisat tarihi,
firma teorisi ve dışsallıklar gibi konularda, iktisadın önünün açılmasında
çok nitelikli bir katkı sağlamayı başarmıştır. Adam Smith’in yaklaşımı
üzerinden okumaya devam edersek, bir ekonomik sistemde verimlilik,
uzmanlaşmaya bağımlıdır. Bununla birlikte uzmanlaşma, sistem içinde bir
değişim söz konusu ve bu değişimin maliyetleri çok düşük ise mümkündür.
Değişim maliyetlerini işlem maliyetleri olarak alırsak, işlem maliyetlerinin
düşük olduğu bir dünya, daha fazla uzmanlaşmaya ve daha yüksek bir verimliliğe neden olacaktır. Fakat bir ekonomi içerisindeki değişim sürecinin
maliyetleri, o ülkenin yasal yapısı, siyasi sistemi, kültürel kodları, eğitim
durumu ve bunlar gibi kurumlarına bağımlıdır. Bu bağlamda ülkenin ekonomik performansını, kurumların tayin ettiğini söyleyebiliriz. Ulaştığımız
bu çıkarım, iktisat disiplini için YKİ’n önemini vurgulamak için manidardır.
Eski ve Yeni Kurumsal İktisat Ayrımı
Kurumlar önemlidir önermesi, eski ve yeni, tüm kurumsal iktisatçılar
tarafından benimsenmiş olmakla birlikte, YKİ’ı önceki kurumlar analizinden
ayıran en temel fark, kurumların analize yatkın olduğunun kabul edilmesi ve
fiilen bunun YKİ öğrencileri tarafından sağlanmış olmasıdır. Eski kurumsal
iktisat, doğrudan Ortodoks iktisat yazınını eleştirmekle ilgilendi ve pozitif
bir araştırma gündemi oluşturmadığı için başarısız oldu. Aksine YKİ, organizasyonların karşılaştırmalı bir kurumsal mantığını geliştirerek, Ortodoks
iktisat akımının içinde kalarak ve disiplinler arası bir kombinasyon tesis
ederek geliştirdiği teorik yaklaşımları ampirik olarak test etmiş ve böylece
pozitif bir araştırma sahası tesis etmeyi başarmıştır (Williamson, 1996; 1998).
YKİ da eski akım gibi Neo-klasik iktisadın, iktisadi aktörler tam bilgi
sahibidir, (sınırsız) rasyoneldir ve işlemler maliyetsizdir şeklindeki temel
varsayımlarını terk etmiştir. Ancak yerine, bireylerin, eksik bilgi ve sınırlı
mental kabiliyetleri olduğunu ve bu nedenlerle, geleceğe ilişkin öngörülemez
olay ve sonuçlara ilişkin belirsizlikle karşı karşıya olduklarını ve bilgi elde
etmek için işlem maliyetlerine katlandıklarını ileri sürmektedir. İnsanlar,
risk, belirsizlik ve işlem maliyetlerini azaltmak için;
a. Anayasaları, yasaları, sözleşmeleri ve regülasyonları yazan ve uygulayan,
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
49
b. Geleneksel normları, inanışları, düşünce ve davranış kodlarını yapılandıran kurumları tesis etmektedirler.
İlk grupta yer alan kurumlar, formal (yazılı) ve ikinci grupta yer alan
kurumlar informal (yazılı olmayan) kurumlardır. Aslında eski kurumsal
iktisat, analizinde informal kuralları kullanmıştır. Ancak informal kurumlara
ilişkin analizi, ampirik olarak kanıtlanabilir olmadığı için bu güdülerle hareket eden bireylerin davranışları irrasyonel olarak kabul edilmiştir. Oysa ki
YKİ, formal kurumların analizini pozitif araştırma gündemine dahil etmeyi
başardığı için hakim iktisat içinde yer bulmayı başarmıştır.
İnsanlar, iktisadi aktörleri motive etme kapasitesinde farklılıklara neden olan farklı güdüleri sağlayabilen ortamlarda ortaya çıkan organizasyon
modları geliştirmektedirler. Yeni kurumsalcılar için bir piyasa ekonomisinin
performansı, özel sektör işlemlerini ve birlikte gerçekleştirilen davranışları
(piyasa ilişkilerini) kolaylaştıran formal ve informal kurumlar ile organizasyon modlarına bağımlıdır. Bu anlamda YKİ;
a. Bu tür kurumların nasıl ortaya çıktığı, işlediği ve evrildiği,
b. Kurumların, üretim ve değişimi kolaylaştıran farklı düzenlemeleri
nasıl şekillendirdiği,
c. Bu düzenlemelerin, oyunun kurallarını değiştirmek için nasıl
uyarlandığı üzerine odaklanmaktadır.
YKİ, kurumlar içinde yerleşik olan tercihleri incelediğinden, fiyatlar ve
piyasa sonuçlarına ilişkin olarak Neo-klasik iktisattan çok daha derinlikli
sonuçlar elde edebilmektedir. Fakat eski kurumsal iktisattan farklı olarak,
Neo-klasik iktisat teorisini tamamen reddetmemektedir. Yeni kurumsalcılar,
Neo-klasik teorinin sadece tam bilgi ve enstrümantal rasyonalite varsayımlarını reddederken, Ortodoks kıtlık ve rekabet varsayımlarını kabul etmektedirler. YKİ’ın yükselen trendi, Neo-klasik teorinin özünü kabul etmesine
bağlanmaktadır. Eski kurumsalcıların aksine YKİ, iktisadın, kaynak dağılımı
ve faydanın derecesi gibi geleneksel sorularına yeni cevaplar vermekten ziyade, iktisadi kurumlar niçin ortaya çıkmıştır gibi yeni sorulara cevap arayan
ve verebilen bir akımdır. Williamson (1990)’a göre eski kurumsalcılar, zor
zamanlarda, sadece ortodoksi analizin yeterliliği ile ilgilenmişler, rekabetçi
bir ajanda geliştirmekten ziyade, sadece Neoklasik iktisadın metodolojik
eleştirisini yapabilmişlerdir. Hatta Coase (1984)’e göre eski kurumsalcılar
50
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
bir teori inşa edemedikleri için hiçbir şey yapamamışlardır2.
Buna göre YKİ, Neo-klasik iktisadın analiz alanı içinde kalmayan sorulara cevap aramaya çalışmakta ve bu nedenle, ayırt edici bir kimlik ve
güçlü bir destek kazanmaktadır. Neo-klasik iktisat, çok az politik ve sosyal
değişimi açıklamakla birlikte, iktisadi değişimi açıklamak için herhangi bir
çaba sarf etmemiştir. Aksine bir bütün olarak kurumsalcılar, değişimi, insan
güdülerini, niyetlerini, inanış biçimlerini, normları ve kuralları anlayarak
anlamlandırmaya çalışmaktadırlar. Zira insanoğlu, bu kurumları, bir anlamda
kendi çıkarlarını çoklaştırmak üzere inşa etmektedir (Menard ve Shirley,
2005). Böylelikle YKİ, günümüz iktisat disiplinin en canlı alanlarından biri
olmuştur (Mathews, 1986).
Yeni sorulara cevap vermek, yeni kurumsalcıların, yeni metodolojiler
geliştirmesine neden olmuştur. Dağınık duran disiplini daha anlaşılır kılmak
için bu çalışmada, YKİ’ın iktisadi analize katkılarını iki farklı temelde ele
alınmıştır. Buna göre ilk kavramsal ayrım, kurumlar, kurallar ve organizasyonlar üzerine bina edilmiştir.
Metodolojik Temeller I: Kurumlar, Kurallar ve Organizasyonlar
Belki de iktisadi faaliyetin analizine ilişkin YKİ’ın getirdiği en önemli
katkı, kurumsal değişim analizidir. Kurumsal değişim, ekonomik ve politik
performansın analizinde oldukça önemlidir ve bu nedenle, kurumsal değişimin yerinde bir analizi için kurumlar ve organizasyonlar arasında ayrım
yapmak gerekir (North, 1990 ve 1993). Kurumlar, oyunun kurallarıdır ve
formal kurallar, informal normlar ve bunların uygulamadaki karakteristikleridirler. Kurumlar, oynanan oyunun niteliğini tayin ederler. Kurumlar,
belirli kararları belirli bireylere dağıtarak ve tüm bireylerin refah artışı için
kullanması gereken güdülere yön vererek, ekonomi içinde karar almaya
rehberlik eder. Sonucun, toplum için optimal olup olmadığı, ilgili kurumu
tercih eden bireyler tarafından katlanılan maliyetlerle, sosyal maliyetleri
karşılaştırmaya bağımlıdır (Wallis, 1989).
2 Williamson (1993), yeni kurumsalcıların, eski kurumsal iktisatçılar hakkındaki eleştirilerinin sert ve kırıcı olduğunu kabul edip, bu geleneğe katılmakla birlikte, Commons’un
katkılarının bu eleştiriden uzak tutulması gerektiğini savunmaktadır. Çünkü Commons’un
özellikle, kamu politikasına ilişkin görüşleri günümüzde takipçileri ve öğrencileri tarafından devlet regülasyonu, sosyal güvenlik ve iş yasaları alanlarında kullanılmaya devam
etmektedir.
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
51
Organizasyonlar, oyunculardır, ama bireylerin kendileri değildirler. Ortak
bir amaç etrafında bir araya gelen bireylerin oluşturduğu gruplar tarafından
meydana getirilirler. Bu anlamda, somut olarak firmalar, ticari birlikler,
kooperatifler, ekonomik organizasyonlar; siyasi partiler, yasama meclisleri, düzenleyici kurumlar, politik organizasyonlar; üniversiteler, okullar ve
mesleki eğitim merkezleri, eğitim organizasyonlarıdırlar. Organizasyonların
öncelikli amacı, (örneğin firma için) karı maksimize etmek ve (örneğin siyasi
partiler için) tekrar seçilmek olabilir, fakat nihai amaç hayatta kalmaktır.
Çünkü tüm organizasyonlar, kaynakların kıt ve bu nedenle rekabetin şiddetli
olduğu bir dünyada yaşamaktadırlar (North, 2005).
Bir anlamda kurumlar, organizasyonları tesis eden bireyler arasındaki
sürekli etkileşimde ortaya çıkan formal ve informal kuralların oluşturduğu
düzendir. Düzen anlamında kurumlar, piyasa faaliyetlerinde sonuçların nasıl
belirleneceğine ilişkin olarak insanların karşılaştığı konularda bir miktar
güven sahibi olmalarına imkân tanıyan bir iskelet veya yapı sağlarlar.
Kurumlar, bireysel etkileşimde ortaya çıkan tercih setine bir sınır koymaz.
Yerine, nispi fiyat değişimlerinin sonuçlarını etkileyebilirler. Kurumlar, insan
değil, insanlar için güdü seti sağlayan kurallar ve davranış normlarıdırlar.
Kurumlar, ya bireyler tarafından kendiliğinden davranış kodları yoluyla
uygulanır veya üçüncü tarafların politika belirleme ve denetleme süreçleri
yoluyla uygulanırlar. Üçüncü tarafın varlığı mutlaka devleti, bir zorlama
aracı olarak kullanmayı gerektirdiğinden, kurumlar teorisi, kaçınılmaz
olarak bir toplumun politik yapısının analizini ve bu politik yapının hangi
dereceye kadar etkili bir uygulama çatısı sağlayacağının analiz edilmesini de
gerektirir. O halde formal kurumlardaki değişim, siyaset yoluyla gerçekleşir.
Tarihsel olarak, başarılı ekonomik büyüme, temsili hükümetin evrimiyle
ve mülkiyet haklarının, hukuk kuralı ile güvence altına alınmasıyla birlikte
seyretmektedir (North, 1993).
Açıktır ki kurumlar, uzun yıllar boyunca bireyler arasındaki etkileşim
nedeniyle ortaya çıkar ve evrilirler. Bir toplumda gelişen işbölümü ve uzmanlaşma, kurumsal evrilmenin temel kaynağıdır. Bireyler arasındaki etkileşim pozitif işlem maliyetlerini beraberinde getireceği için, yeni kurumsalcı
yaklaşım, işlem maliyetleri ve kurumların yer almadığı Neo-klasik genel
denge yaklaşımından farklılaşmaktadır. Gerçek dünyada işlem maliyetleri,
mutlaka pozitiftir ve milli gelirin gittikçe artan kısmını oluşturmaktadır.
52
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
Bu kurumsal yapı içinde, işbölümü ve uzmanlaşmanın neden olduğu
getiriden daha fazla pay almak için bireyler, organizasyonları oluştururlar.
Bireyler, mübadelenin niteliğini belirleyen sözleşmeleri, iradi veya zorunlu olarak belirlerler. Bu sözleşmelerin bir araya gelmesiyle oluşan yapıyı
organizasyon olarak tanımlayabiliriz. Buna göre bir firma veya diğer tüm
organizasyonlar, bir sözleşme ilişkisinden başka bir anlam içermemektedir. Organizasyonlar, bir bireyler topluluğunun sözleşme yoluyla bir araya
gelmesi anlamına geldiğinden, herhangi bir organizasyon bir varlık olarak
faaliyet göstermekle birlikte, bu durum, organizasyonun durumunu, kişiler
arası yapılan sözleşmelerden farklılaştırmaktadır. Buna göre bireysel olarak
sözleşmeler yoluyla piyasa ilişkilerini yürütmek yerine, bir sözleşmeler
bütünü olan organizasyon yoluyla ilgili faaliyeti yerine getirmek, aksi duruma göre grup üyelerine daha fazla kazanç/fayda sağlayabilir. Gerçekten,
bireysel sözleşmelere göre bir organizasyonun, üyelerine sağladığı temel
kazanım, organizasyon içindeki sözleşmelerin, sözleşmeye taraf olanlar
arasındaki rant dağılımında ortaya çıkabilecek israfı minimize edecek şekilde tesis edilmesidir. Aslında mübadele formunun (piyasa, firma vs.) temel
belirleyicisi, hangi (organizasyonel) yapının, işlem ve üretim maliyetlerini
minimize edeceğidir. Şu halde organizasyon ve firma teorilerinin bir yanı,
organizasyonları, mübadeleye taraf olanlar arasındaki sözleşme yapmanın
maliyetlerini azaltma yolları olarak görmektedir. Bu nedenle organizasyonlar
bir kurumsal yapı içinde faaliyet göstermektedirler (North, 1986).
Organizasyonlar, kurumsal değişimin temel kaynağıdır. Organizasyonlar
arasındaki rekabet, organizasyonun hayatta kalması veya çıkarını maksimize
edebilmesi için gerekli olan bilgi ve yetenek için daha fazla yatırım yapılmasına ve böylece daha nitelikli bir kurumsal değişime neden olmaktadır.
Buna göre organizasyonlar, bir ekonomide değişimin aktörleri olduğundan,
amaçlarını gerçekleştirme esnasında ortaya çıkan nispi başarılarındaki
değişikliğin sonucu olarak var olan mevcut organizasyonların pazarlık gücünde bir değişim, kurumsal yapıda değişikliklere neden olacaktır. Örneğin
mevcut organizasyonların kabul gören etkinliğindeki bir azalma, mevcut
kurumsal yapıyı sürdürme ve destekleme kabiliyetlerinde zayıflığa neden
olacaktır (North, 1993).
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
53
Ekonomik Performans Üzerinde Kurumsal Değişim Ve Organizasyonların Rolü
Douglass North, standart teorinin fizikten aldığı ilhamla iktisadi faaliyeti analiz ettiğini, ancak ekonomik değişim sürecini açıklamak için bu
statik teorik yaklaşımın yeterli olmadığını, bu nedenle de evrimci biyoloji
yaklaşımının tercih edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ancak North’un
kabulü, Darvinci teoriyi de reddetmektedir. Çünkü Darvinci evrim teorisine
göre seçim mekanizmaları (veya doğal seleksiyon), nihai sonuç hakkındaki
kanaate göre şekillenmez. İnsanın evrimine, oyuncuların idraki rehberlik
eder. Çünkü tercihler veya kararlar, ancak insanların çıkarına hizmet eden
(politik, ekonomik ve sosyal) organizasyonların belirsizliğini azaltacak
sonuçlar üretme niyetinde olan oyuncuların idraki ışığında belirlenir. Bu senaryoda kurumsal değişim, tesadüfi değil, aktörlerin, faaliyetlerinin sonuçları
hakkındaki idrakine göre şekillenen kasıtlı bir süreçtir. Çünkü insanoğlu,
kendi rekabetçi pozisyonunu geliştirmek için çevresini şekillendirmeye
kalktığında elinin altında bulunan en tesirli araç, kurumsal yapıyı değiştirmektir. Bu sürecin anlamlı olabilmesi için belli başlı varsayımlar kullanmak
gerekmektedir (North, 2005).
1. Ekonominin kıtlık ve rekabet ortamında kurumlar ve organizasyonlar
arasındaki sürekli etkileşim, kurumsal değişim için anahtar role sahiptir. Bu
tür rekabet, kurumsal değişimin kaynağıdır.
2. Rekabet, organizasyonları, hayatta kalabilmek için sürekli olarak
yeni yetenek ve bilgiye yatırım yapmaya zorlar. İnsanoğlu ve organizasyonlar tarafından sahip olunan bilginin ve yeteneğin türü, fırsatlar hakkındaki
idrakin evrimini ve böylece kurumları aşamalı olarak değiştirecek olan
tercihler setini şekillendirecektir.
3. Kurumsal çatı, en yüksek kazanımı sağlamak için gerekli olan bilgi
ve yetenek türlerini elde etmeyi zorlayan bir güdü yapısı sağlar.
4. İdrak, oyuncuların mental yapılarından oluşur.
5. Bir kurumsal matrisin barındırdığı kapsam ekonomileri, tamamlayıcılıkları ve ağ dışsallıkları, kurumsal değişimi, kesinlikle aşamalı ve yol
bağımlı hale getirir.
Bu önermeler arasında kurumsal değişimin doğası açısından en kritik
nokta, insanlar ve onlar tarafından oluşturulan ekonomik ve politik organizasyonlar tarafından elde edilen öğrenme, bilgi ve yetenek türleridir.
Yukarıdaki ikinci önermede evrimci bir süreç veya ekonomik büyümenin
54
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
değil, sadece değişimin iması bulunmaktadır. Kurumsal matris, bir ekonomide gelir dağılımından alınabilecek en yüksek payı veya verimli üretim
süreçlerinden en yüksek getiriyi elde edecek kişiler olmayı belirleyen fırsat
setini tanımlar. Her ekonomi, her iki tür iktisadi faaliyet için de karma bir
güdü seti sağlarken, üretim ve yeniden dağıtım arasındaki nispi ağırlıklar,
ekonomilerin performansında can alıcı öneme sahip olacaklardır.
Tesis edilen organizasyonlar, bireylerin elde edecekleri getiri yapısını
yansıtacaktır. Bundan daha fazlası, organizasyonların, yetenek ve bilgiye
yaptıkları yatırımın yönü, güdü yapısını yansıtır. Eğer bir ekonomideki en
yüksek getiri oranının korsanlıktan geldiği kabul edilirse, organizasyonların,
kendilerini daha iyi korsan haline getiren yetenek ve bilgiye yatırım yapmalarını bekleyebiliriz. Benzer şekilde, eğer yüksek getiri, verimli üretim
süreçlerinden geliyorsa, organizasyonlar, verimliliği veya üretimi artıran
teknolojiye (veya yetenek ve bilgiye) yatırım yapacaklardır.
Sonuç, bir yol bağımlılığıdır. Kurumsal matris ve oyuncuların zihni
modelleri, aşamalı olarak gerçekleşen (kurumsal) değişimi biçimlendirecek
şekilde sürekli etkileşim içinde olacaktır. Bütün insanlık tarihi, kurumsal
yapı ve insanların mental modelleri tarafından şekillenen güdü yapısının,
ekonomik değişimin muhtelif şekilleri ile sonuçlanan tercihlere rehberlik
ettiğini göstermektedir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmı, bir ekonomik
büyüme hikâyesi değil, bir durgunluk veya çok ılımlı bir ekonomik büyüme
hikâyesidir.
Kurumsal çevre ve ekonomik performans arasındaki bu etkileşimin, 500
yıldan fazla bir sürede ortaya çıkan Batı Avrupa başarısının temel nedeni
olduğu kabul edilmektedir (Milgrom vd., 1990). Buna göre politik ve ekonomik kurumlardaki aşamalı değişimler, tedrici olarak, güvenilir taahhütlerin kapsamını genişletti. Kurumların sağladığı taahhüdün güvenilirliğinin
artması, üstün bilgi ve yeteneklerin keşfine ve böylece potansiyel olarak
daha verimli teknolojilerin kullanımına neden olan karmaşık sözleşmelerin
gerçekleştirilmesine izin veren güdü mekanizmalarının gelişimine imkân
sağlamış oldu.
Dünyanın geri kalan kısmına göre Batı Avrupa’daki başarılı ekonomik
performansın temel nedeni, mülkiyet hakları üzerinde devletin keyfi davranışlarını sınırlandırıcı güvenilir bir taahhüdün kurumsal değişim yoluyla
sağlanması olmuştur. Çıkış noktası, zaman içinde ortaya çıkan kişiler arası
ilişkilerdeki sorunları çözmek için kullanılan kurumsal düzenlemeleri tayin
eden organizasyonların varlığıdır. Burada bir organizasyon olarak siyaset
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
55
kurumunun somut halinin (meclisler, iktidar partileri) rolü çok az veya hiç
hükmündedir. Esas pay, hukukun gelişimine aittir. Zira ticaret hukukunun
gelişimi daha kapsamlı bir hukuk sistemine ve bu hukuk sistemi de daha
geniş ticaret alanlarında sözleşmelerin uygulanabilmesine ve mülkiyet
haklarının taahhüt altına alınmasına imkân tanışmıştır. Hukuki yapıdaki
bu değişim, tarihsel olarak mübadelenin hem zaman hem de mekân içinde
genişlemesini ve yayılmasını mümkün kılmıştır.
Şu durumda kurumsal yapı, organizasyonlar ve ekonomik performans
arasındaki ilişkiyi özetleyecek olursak, öncelikle, bir ekonominin başarılı
bir şekilde yapılandırılması için, mülkiyet haklarının, doğru güdüler verecek
şekilde ve oyuncuların, bu tür güdülerle uyumlu olan tercihler setine neden
olan mental modeller geliştirmeleri temin edilmelidir. Dolayısıyla iyi bir
ekonomik performans için öncelikle, güvenilir bir taahhüt sağlayan bir kurumsal çevre dizayn edilmelidir. İkinci olarak, mülkiyet haklarını yeniden
yapılandırmak, sadece formal kurallar tesis etmek yerine, bu tür kuralları
tarafsız şekilde uygulayan bir yargı sistemi oluşturmak ve uygulamak
anlamına gelmelidir. Üçüncü olarak, davranış normlarını veya informal
kuralları geliştirmek, formal kurallar tesis etmeye göre daha fazla zaman
alır. Bu nedenle informal kuralların yerleşik olmadığı ülkelerde, kurumsal
çatıyı yeniden yapılandırma süreci çok zaman alacaktır ve kesinlikle sonuç
belirsiz olacaktır3. Dördüncü olarak, yeniden yapılandırma sürecinin amacı,
organizasyonal yenilikler için geniş çaplı bir alternatif tercihler seti barındıran bir kurumsal ortam sağlayan ve böylece başarısızlıkların üstesinden
gelebilen etkin bir ekonomi olmalıdır. Son olarak, başarı için anahtar konu,
bu tür kurumsal kısıtları belirleyen, uygulayan ve destekleyen etkin bir siyasi yapının tesisidir. Bu bağlamda demokratik bir siyasi arena tesis etmek
gereklidir (North, 1993).
3 Kurumların, ekonomik performansı üzerindeki rolü açık olmakla birlikte, formal mi
yoksa informal kuralların mı daha etkili olduğu konusunda açık bir kabul bulunmamaktadır. North (1993)’e göre formal kurallar, kurumsal yapının önemli bir kısmı olmakla
birlikte, sadece bir yanını temsil etmektedirler. Kurumsal yapının ekonomik performansı
olumlu etkilemesi için formal ve informal kurumların uyum içinde olması gerekmektedir.
Ancak böylelikle kurumsal yapı, sözleşmelerin tanımlanması ve uygulanması aşamasında taraflara güvenilir bir taahhüt sağlayabilir. Eğer formal ve informal kurallar arasında
uyumsuzluk veya çatışma var ise, ortaya çıkan gerilim, politik istikrarsızlığa neden olarak
kurumsal çevre, ekonomik performansı olumsuz etkileyecektir. Buna göre formal ve informal kurallar arasında bir tamamlayıcılık olmak zorundadır. Bununla birlikte informal
kuralların evrimi hakkında çok az şey bilinmektedir.
56
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
İyi bir ekonomik performans için organizasyonlara da önemli bir rol
düşmektedir. Yeni fırsatlar, organizasyonların dışında kalan çevredeki dışsal değişimlerin veya siyasi ve iktisadi organizasyonların arasındaki içsel
rekabetin sonucu olarak, organizasyonlar tarafından elde edilebilir. Her iki
durumda da bütün ekonomik ortamdaki kıtlık ve rekabetin varlığı, girişimcileri ve onların organizasyonlarının üyelerini, bilgi ve yeteneğe yatırım
yapmaya teşvik eder. Çünkü bu tür bilgi ve yeteneğe sahip olmak, elinde
bulunduranların hayatta kalmaları için kilit rol oynar (North, 2005). Buna
göre organizasyonlar, kurumsal değişimin belirleyici temel aktörleridirler.
Organizasyonların girişimcileri ve üyeleri, bilgi ve yeteneğe yatırım yaptıklarında, aslında sırası ile yeni fırsatlara, formal kuralların değişimine ve
daha da aşamalı olarak informal normların revizyonuna neden olmaktadırlar.
Çünkü organizasyonların yüksek bir getiri elde etmek için yatırım yaptıkları
yetenek ve bilgi türleri, kurumsal donanımda yerleşik olan güdüleri yansıtmaktadır (North, 1993).
Metodolojik Temeller II: Organizasyon Teorisi
YKİ’ın en önemli araştırma alanlarından birisi organizasyon teorisidir.
Bu bağlamda yaklaşım, iktisadi organizasyonlar yanında, politik, hukuki ve
sosyolojik organizasyonların analizine kadar genişlemiş olmakla birlikte,
burada, makalenin kapsamının darlığı nedeniyle, ağırlıklı olarak firma teorisi üzerinden YKİ’ın organizasyon teorisi üzerine etkisini analiz edeceğiz.
Bu ekonomik organizasyon analizi, diğer alanlar için de benzerlik teşkil
edeceğinden, farklı alanlardaki organizasyonel ilişkilerin anlaşılması için
de fayda sağlayabilecektir. Bu bağlamda öncelikle bir organizasyon olarak
firmanın, geleneksel teori içinde oynadığı rol ve YKİ bağlamında nasıl analiz
edildiğinin anlaşılması için, eksik sözleşmeler, işlem maliyetleri, mülkiyet
hakları, sınırlı rasyonalite ve fırsatçılık4 gibi analiz araçlarının, ilgili teori
için ne anlam ifade ettiği tartışılacaktır.
Eksik Sözleşmeler
YKİ, hem ekonomik hem de politik anlamda bir sözleşme çalışmasıdır.
4 İki ayrı unsur olmakla birlikte Williamson (1985), fırsatçılık ve sınırlı rasyonalitenin
ayrı ayrı var olduğu durumlarda önemli sorunlara neden olmayabileceğini, buna karşılık
bir organizasyon içinde aynı anda var olduklarında mutlaka önemli bir etkinsizliğe neden
olacağını savunmaktadır.
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
57
Gerçek dünyada yasal durumlar, politik karar kuralları ve mülkiyet hakları
içeren spesifik sözleşmeler, temel binalar hükmünde olduklarından, YKİ
perspektifinden bilimsel analiz için inceleme seti oluşturmaktadırlar. Teori,
bu tür incelemeleri, bir kurumsal prosedürler anlayışı ve kurumsal değişim
analizi sağlamak için kullanıyor. Böylece YKİ yaklaşımı, teori ve inceleme
alanları arasında bir köprü inşa ediyor (North, 1986).
YKİ perspektifinden sözleşme teorisine katkı, aslında sözleşme nosyonunun analitik gücüne atfen ele alınabilir. Sözleşme fikri, taraflar arasındaki ilişkileri çift taraflı olarak düzenleyen temel kurumsal yapılar üzerine
odaklanmaktadır. Diğer yandan, bir kavram olarak sözleşme, basit bir ima
içerse de, piyasa ekonomisi ilişkilerini anlamamızda anahtar meseleleri
incelememize izin verir. Bu anlamda YKİ’ın sözleşme teorisine katkısının,
4 şekilde iktisadi analize katkı sağladığını ifade edebiliriz (Brousseau ve
Glachant, 2004).
a. Sözleşmelerin, iktisadi bir perspektifle analizi, iktisadi koordinasyonda var olan zorlukların doğasını açık bir biçimde analiz etmemize olanak
tanır. Zira bu tür bir analiz, koordinasyon mekanizmalarının temellerine ve
işleyişine ilişkin anlayışımızı derinleştirmeye katkı sağlar.
b. YKİ’ın sözleşme yaklaşımı, herhangi bir koordinasyon sürecinde
var olan rutinler, güdüler, otorite ilkesi, zorlama araçları ve çatışmaların
çözümleri gibi çeşitli koordinasyon koşullarının detaylarını açığa çıkarır.
c. Sözleşmelerin kaynağına ilişkin analiz, iktisadi aktörlerin, kendi
kararlarını yapılandıran karar alma yapılarını ve kuralları nasıl kavramsallaştırdıklarını anlamamıza ışık tutar.
d. Son olarak, sözleşme mekanizmalarının evrimini analizin merkezine
almak, iktisadi faaliyete yön veren yapılardaki değişimleri anlamamıza
yardım eder.
Böylece YKİ’ın sözleşme yaklaşımı, piyasalara ilişkin basitleştirilmiş,
fakat sert yapı içindeki koordinasyon mekanizmalarını analiz etmemize
imkân tanır. Sadece sözleşmelerin özelliklerini açığa çıkarmakla kalmayıp,
piyasalar, organizasyonlar ve kurumlar gibi diğer düzenleme araçlarının
özelliklerini de belirgin hale getirir.
Sözleşme teorisinin asıl gelişiminin 1970’lerde Arrow, Akerlof ve
Stiglitz’in bilgi asimetrileri üzerine çalışmalarına dayandırmak mümkün
olmakla birlikte, temellerini 1937’deki Coase’un çalışmasına uzatmak
mümkündür. Williamson (1975), Coase’un 1937’de sözünü ettiği firma için
58
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
hiyerarşik koordinasyon yapısı içindeki işlem maliyetleri analizini tekrar
işleyerek ilgili literatürün derinlemesine ve yatay olarak genişlemesine
neden olmuştur (Brousseau ve Glachant, 2004).
Bir ekonomide tüm ilişkiler, sözleşmeler yoluyla belirlenir. İktisadi
anlamda sözleşme, iki taraf arasında, tarafların davranışları açısından
güvenilir bir taahhüt sağlamak için yapılmış bir anlaşmadır (Brousseau ve
Glachant, 2004). Neo-klasik Teori, sözleşmeleri veri olarak alır. Sözleşmeye
göre bireyler arasında belli bir çaba seviyesinde anlaşıldığı ve tarafların, her
zaman bu çabayı sarf edeceği varsayılır (Leibenstein, 1978). Böylece sözleşmeler yoluyla firmanın beklenen karının ve işçilerin beklenen faydasının
maksimize edileceği varsayılmaktadır (Newbery ve Stiglitz, 1987). Ancak
YKİ, bazı kurumsal ve organizasyonel nedenlerle sözleşmelerin hiçbir zaman tam olamayacağını ileri sürmektedir. Sözleşmelerin eksik olmasının
nedeni, aşağıda detaylı olarak tartışıldığı gibi işlem maliyetleri, mülkiyet
haklarının tam olarak tanımlanamaması, fırsatçılık ve sınırlı rasyonalitedir.
Bu koşullar altında etkin bir sözleşme için anlaşmaya varmak amacıyla
görüşmek, gerekli bilgileri araştırmak ve elde etmek, bir uzlaşmaya varmak
ve nihayet bu sözleşmeyi uygulamak her zaman maliyetlidir. Dolayısıyla
karmaşık bir dünyada sözleşmeler genellikle eksiktir (Coase, 1937; Demsetz,
1983; Joskow, 1985; Hart, 1988).
İşlem Maliyetleri
İlk defa Coase (1937), firmanın niçin var olduğunu analiz ettiği çalışmasında, piyasa süreçlerinde bazı işlemlerin maliyetli olduğunu, bu maliyetlerin,
firma içinde üretimi ve üretim faktörlerini etkin bir biçimde organize etmeyi
engelleyecek kadar yüksek olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre firma, üretim
maliyetlerini minimize etmekten ziyade, bu tür işlem maliyetlerini minimize
etmek için tesis edilir. Firma seviyesinde üretime, sözleşme süreçlerine ve
firmalar arası birleşmelere ilişkin kararlar, işlem maliyetleri dikkate alınarak
verilir. Firma, bir işlemi organize etmenin maliyetleri, bu işlemi piyasada bir
başka firma tesis ederek gerçekleştirmenin maliyetlerine eşit oluncaya kadar
genişlemeyi tercih edecektir (Coase, 1937). Bu nedenle işlem maliyetleri,
organizasyon içindeki aktörlerin sözleşme taahhütlerini ve iktisadi etkinliği
etkileyerek, firmaların üretim imkânları eğrisi altında bir noktada faaliyet
göstermesine neden olabilir. İşlem maliyetleri, bir iktisadi faaliyet içinde
tarafların çok fazla olması, uzlaşmacı olmaması, bilginin açık olmaması ve
değişime direnç gösterilmesi gibi işlem yapmayı zorlaştıran tüm maliyet
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
59
unsurlarıdır. Gerçek dünyada işlem maliyetleri her zaman pozitiftir (Cooter ve Ulen, 2004). Bir firmada etkinlik seviyesini etkileyen pek çok işlem
maliyeti kaynağı bulunmaktadır. İşgücünün, yönetici tarafından denetimi
aşamasında, belirsizlik ve asimetrik bilgiden dolayı işlem maliyetleri ortaya
çıkabilir (Cheung, 1983). Bir firma içindeki koordinasyon maliyetleri ve
firmanın karşılaştığı işlem maliyetleri, firmanın, diğer firmalardan girdi satın
alabilme yeteneğinden etkilenirken, bu girdileri arz edebilme kabiliyeti de
kısmen, firmaların karşı karşıya oldukları koordine olma maliyetlerine ve
işlem maliyetleri seviyesine bağımlıdır (Coase, 1998). Böylece Neo-klasik
teorinin varsayımının aksine karar alıcılar, veri bir fiyat alıcısı değildirler.
Sözleşme taahhütlerini belirlerken, sadece fiyattan değil, pek çok farklı
işlem maliyeti kaynağından etkilenirler (Furubotn, 1991).
Burada YKİ’n ilgilendiği şey, karmaşık bir karşılıklı ilişki yapısıdır
(Coase, 1998). Williamson (1993)’e göre işlem maliyetleri temel olarak sözleşme ilişkilerinin yönetişimiyle ilgilidir. Sözleşme ilişkilerinin yönetişimi,
organizasyon anlamında kullanılmaktadır. Yönetişim izole bir ortamda
gerçekleşmez. Çünkü organizasyonlar, geleneksel teorik kurgunun aksine,
gerçek dünyanın aktörleridirler. Alternatif yönetişim modlarının karşılaştırmalı etkinliği, bir yandan kurumsal çevre, diğer yandan iktisadi aktörlerin davranışlarıyla farklılaşır. Buna göre Willimason’un yönetişim veya
organizasyon kurgusunda, yönetişim, makro temelde kurumsal çevreden,
mikro temelde de bireylerden etkilenir. Bu kurguda kurumsal çevre, değişim
parametrelerinin yeri veya işlemlerin gerçekleştirildiği çevre olarak değerlendirilir. Bu kurumsal çevre veya işlemlerdeki değişmeler de, yönetişimin
karşılaştırmalı maliyetlerini değiştirir. Mikro temelde birey, davranışsal
varsayımların kaynağını aldığı yerde, organizasyon içinde durmaktadır.
Aynı zamanda Williamson’un kurgusunda kurumsal çevre, oyunun kurallarını tanımlar. Buna göre eğer mülkiyet hakları, sözleşme hukuku, sosyal
normlar, gelenek ve benzeri kurumlardaki değişiklikler, yönetişimin karşılaştırmalı maliyetlerini değiştirirse, bu durum, iktisadi organizasyonun yeniden
inşası anlamına gelmektedir. Diğer yandan içinde işlem maliyetlerinin var
olduğu yönetişim veya organizasyon için birey, davranışsal varsayımlar
anlamına gelmektedir (Williamson, 1993). Üretim fonksiyonu tam olarak
bilinemez ve üretim faktörü olarak kullanılan tüm girdiler, eş düzey koşullarda elde edilemez. Bu aksaklıkların varlığı, gerçek iktisadi faaliyette işlem
maliyetlerinin varlığı anlamına gelir (Leibenstein, 1966; 1978; De Alessi,
1983). Buna göre makro anlamda kurumsal yapı anlamına gelen sözleşmeler,
60
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
işlem maliyetleri nedeniyle tam olarak yazılamazlar ve eksiktirler.
O halde YKİ, işlem maliyetlerinin kaynağı, devamlılığı ve sonuçlarıyla
ilgilenmektedir. Değilse kurumların ve organizasyonların iktisadi faaliyet
içindeki rolünü açıklamak oldukça zor olacaktır. Gerçekten eğer işlem
maliyetleri ihmal edilebilirse, herhangi bir organizasyon modunun bir
diğer organizasyon üzerinde sahip olduğu herhangi bir üstünlük, maliyetsizce gerçekleştirilen sözleşmeler yoluyla bertaraf edileceği için iktisadi
faaliyetin organizasyonu anlamsız olacaktır. Bu nedenle işlem maliyetleri
analizi, iktisat, hukuk ve organizasyonu bir araya getiren disiplinler arası bir
yaklaşım (YKİ yaklaşımı) geliştirilmesine öncülük eden temel alanlardan
biri olmuştur (Williamson, 1990).
Diğer yandan organizasyonun mikro temelini oluşturan bireyin davranışsal kodları, yine işlem maliyetlerine neden olan başka unsurlardan
etkilenmektedir. İnsanlar, fırsatçı ve sınırlı olarak rasyoneldirler. Buna
göre işlem maliyetleri iktisadı, insan idrakinin, sınırlı rasyonaliteye tabi
olduğu varsayımını kabul etmektedir. Fırsatçılık, kendi çıkarı peşinden
koşma varsayımı iken (Williamson, 1993a), sınırlı rasyonalite, insanların
niyet açısından rasyonel, fakat fiilen sınırlı olarak rasyonel davrandıkları
varsayımıdır (Simon, 1957). O halde fırsatçılık ve sınırlı rasyonalite, YKİ’ın
analizinde işlem maliyetlerinin ve dolayısıyla (eksik) sözleşmelerin belirleyicisi konumundaki temel davranışsal varsayımlardır.
Sınırlı Rasyonalite
Neoklasik dünyada kurumlara ve kurumların analizine yer yoktur. Çünkü
enstrümantal (tam) rasyonalite postulası, kurumları ve kurumlar analizini
gereksiz kılmaktadır (North, 1993). Bu durum, geleneksel teoride organizasyonların da tam rasyonel olarak kabul edildiklerini ve tam rasyonel olarak etkin çalışan bir organizasyonda kurumlara ihtiyaç olmadığını
göstermektedir. Örneğin geleneksel iktisadi yaklaşım, bir organizasyon olarak
firmaların her durum ve zamanda rasyonel davranarak, yapabileceklerinin
“en iyisini” yaptıklarını kabul etmekte (Stigler, 1976) ve firma içi kurumsal
analize ihtiyaç bırakmamaktadır.
Rasyonalite koşulu, bir organizasyon içinde gerçekleştirilen faaliyetlerin olası tüm durumlarında gelirin/faydanın/çıkarın, maliyetleri/zahmeti
aşması veya eşit olması anlamına geleceğini ima etmektedir. Bu etkin
durum, ancak tam/mükemmel rasyonalite koşulu altında geçerlidir. Buna
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
61
göre bir organizasyon geleceğe ilişkin olası tüm durumları öngörebilir,
optimum çıktı seviyesini maliyetsizce gerçekleştirir, karını maksimize
eder ve dönem sonu hedefine etkin bir biçimde ulaşır (Çetin, 2010). Ancak
gerçek dünyada geleceğe ilişkin kararlar, insan beyninin sınırlı kapasitesi
ve geleceğin öngörülemez belirsizliği nedeniyle, sınırlı bir idrak veya sınırlı
bir rasyonalite koşulu altında alınır. İnsanlar miyoptur ve bu nedenle sınırlı
rasyoneldir (Williamson, 2005). Karar alıcı birimler olarak insanların5,
geleceğe ilişkin tüm olası sonuçları doğru bir şekilde öngörmesi ve tüm
kararları rasyonel bir biçimde alabilmesi mümkün olmadığından, dönem
başı öngörüler, dönem sonunda sapacaktır (Joskow, 2005; Rozen, 1985).
Gerçek dünyada insan davranışları, kurallar ve normlar olarak kurumların
kısıtları altında olabilecek kadar rasyonel olabilecekleri için, YKİ yaklaşımında sınırlı rasyonalite, zorunlu bir varsayımdır. Çünkü iktisadi aktörler,
ancak niyet olarak tam rasyonel olabilirler (Williamson, 1993a).
Şu halde sınırlı rasyonalite, optimal çıktı seviyesine tam olarak
ve maliyetsizce ulaşılamayacağını ima etmektedir. Sınırlı rasyonalite
sorunlarının üretim süreçlerinden dışlanabilmesi veya minimize edilmesi,
ancak taraflar arasında çok iyi bir görüşme ve müzakere mekanizması
anlamına gelen etkin sözleşmeler yoluyla sağlanabilir. Ancak etkin sözleşme
gerçekleştirme süreçleri de bazı sorunlar barındırdığından, optimum çıktıya
ulaşmak imkansız hale gelir. O halde sınırlı rasyonalite altında bir karar
süreci, üretimde maliyetli bir girdi olarak düşünülebilir. Bu maliyet unsuru
geleceğe ilişkin öngörüleri karmaşık hale getirir ve etkin çıktı seviyesi
gerçekleştirmeyi imkansızlaştırır (Conlisk, 1996). Daha açık şekilde, YKİ
perspektifinden bir organizasyon içindeki karar alıcı birimler bireylerdir
ve bireyler, sınırlı rasyoneldir. Bu durum, firma içinde etkin sözleşmeleri
ve geleneksel teorinin öngördüğü etkin çıktı düzeyini gerçekleştirmeyi
zorlaştırmaktadır (Williamson, 1975).
Sonuç olarak sınırlı rasyonalite dünyasında insanlar, eksik bilgi ve bu
bilgiyi işletmek için kullanılacak olan kısıtlı mental kapasiteye sahiptirler.
Bu nedenle niyet açısından rasyonel, ama gerçek dünyada sınırlı olarak
rasyonel insan, piyasa faaliyetlerini yapılandırmak için bir düzeni bulunan
kurallar ve normlar seti geliştirmiş ve geliştirmektedir. Bu kurallar ve norm5 Geleneksel teori, karar alıcı birimlerin firmalar gibi organizasyonların kendileri olduğunu kabul ederken, modern yaklaşımlar, örneğin firma gibi organizasyonlar içinde kararların firmayı oluşturan bireyler tarafından verildiğini kabul etmektedir. Ayrıntılı bir tartışma
için Çetin (2010)’a bakılabilir.
62
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
lar setine, kurumsal çevre denmektedir. Bununla birlikte, sınırlı rasyonalite
durumunda, kurumların, etkin olduğuna dair bir ima bulunmamaktadır. Böyle
bir dünyada fikirler ve ideolojiler, tercihler üzerinde büyük bir rol oynar
ve işlem maliyetleri eksik piyasalara neden olur veya çok yüksek işlem
maliyetlerinin olduğu durumlarda piyasaların oluşumunu engelleyebilir
(North, 1993). Ayrıca kurumlar, bireysel tercihlere göre belirlenir, fakat
bireyler sadece bilgileri ışığında veya geleceğe ilişkin öngörülerine göre
karar vererek bir kurumsal model tercihi yaparlar (Moe, 1990).
Fırsatçılık
Geleneksel teori, firma içinde çalışanların tamamının ortak bir amaç (kar
maksimizasyonu) için bir araya geldiklerini ve bu nedenle fırsatçı davranışların ortaya çıkmayacağını kabul etmektedir (Çetin, 2010). Ancak gerçek
dünyada firma çalışanları, motivasyonel değişiklik gösterir ve her zaman
kendi müşevvikleri paralelinde çaba sarf ederler (Rozen, 1985). Başka bir
deyişle firma çalışanları, kar maksimizasyonu ortak motivasyonu yerine,
fırsatçı davranmayı tercih ederler (Williamson, 1979 ve 1985). Buna göre
firma çalışanları, boş vakit geçirme veya kaytarma eğiliminde olduklarında
(Alchain ve Demsetz, 1972), firma, geleneksel teorinin öngörmediği bir
takım etkinsizliklerle karşı karşıya kalır. Öyle ki modern firma, çalışanlar
arasındaki fırsatçılığa neden olan motivasyonu ve bu motivasyon kaynaklı
etkinsizliği minimize etmek için uygun güdüleme mekanizmaları tesis
etmeye çalıştığında bile kaytarma gibi fırsatçılık eğilimleri sıfırlanamaz
(Demsetz, 1983).
O halde YKİ’ın pozitif işlem maliyetli ve eksik sözleşmeli dünyasında bir
diğer unsur fırsatçılık, analizin merkezinde yer alır. Fırsatçılık, açıkça, gizlice
(sinsice) ve doğal formlar şeklide kendini gösterebilir. Açıkça fırsatçılık,
bireylerin enstrümantal bir formda gerçekleştirdikleri fırsatçı davranışları
ifade ederken, gizli fırsatçılık, stratejik davranışlara atfen kullanılır ve tam
olarak kendi çıkarı peşinde koşmayı ima eder (Williamson, 1993).
Fırsatçılık, iktisadi faaliyet, insani ve fiziki sermayeye işlem spesifik
yatırımlar gerektirdiğinde özellikle önemlidir. Özellikle yüksek maliyetli
işlem spesifik yatırım ve sözleşmeler sonunda, ortaya çıkması muhtemel
quasi-rantların varlığı, firma çalışanlarını firma karı maksimizasyonu yerine,
bu ranttan pay almak için enerji ve zamanlarını ayırarak fırsatçı davranmaya
teşvik edecektir. Firma sahibinin bu motivasyonu değiştirme girişimi, fır-
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
63
satçılık maliyetlerini sıfırlamak için yeterli olmayacaktır (Ellingsen, 1997).
Çünkü bir kez fırsatçılık ortaya çıktığında dönem başı hedeflenenler, dönem
sonu gerçekleştirilemez (Demsetz, 1983). Fırsatçılık, dönem başı hedeflenen
yatırım seviyesine, dönem sonunda ulaşılmasını engeller. Zira fırsatçılık
yatırım döneminde etkin sözleşmeler gerçekleştirmeyi engelleyerek eksik
sözleşmeye neden olacaktır6.
Mülkiyet Hakları
YKİ, işlem maliyetleri ve mülkiyet hakları arasında çok yakın bir ilişki
kurmaktadır. Firma içinde varlıkların kontrolü, yönetim, gelir ve giderler
üzerindeki mülkiyet hakları, farklı departmanlardaki çok sayıda bireye
işlem maliyetleri dikkate alınarak tahsis edilir (Ricketts, 2002). Buna göre
mülkiyet haklarının açıkça tanımlanamadığı durumlarda işlem maliyetleri
artacaktır. Diğer yandan, işlem maliyetlerinin pozitif olduğu durumlarda
mülkiyet haklarını tanımlamak ve uygulamak tam olarak mümkün olmayacak ve mülkiyet hakları yine etkinsizliğin kaynağı olacaktır (Malin ve
Martimort, 2004). Bu tür durumlar geleneksel teoride yer almayan unsurlardır. Örneğin asimetrik bilgi durumlarında piyasada işlem yapmak maliyetli
hale geldiğinde, tarafların mülkiyet hakları, sözleşmelere açık bir biçimde
yazılamaz ve piyasa süreçlerine uygulanamaz. Pozitif işlem maliyetlerinden
dolayı sözleşmelerin eksik ve mülkiyet haklarının tanımlanamamış olması,
mülkiyet haklarının, gelecekte sorun olabileceği anlamına gelir. Gelecekte
yapılacak işlemler için tekrar görüşmeler gerçekleştirmek gerekir. Bir sözleşmenin ve açıkça tanımlanmış mülkiyet haklarının yokluğunda taraflar,
üçüncü kişilere güvenmek istemeyeceklerdir. Bu durum, bireylerin davranışını veya kararlarını etkileyerek, idealize edilmiş rekabetçi bir dengenin veya
Pareto etkinliğin gerçekleşmesini engeller (Furubotn, 1991; Ricketts, 2002).
Coase (1959)’a göre bir özel girişim sistemi anlamında piyasa mekanizması, mülkiyet hakları rejimi tesis edilmedikçe etkin bir şekilde faaliyet
gösteremez. Mülkiyet hakları tam olarak tanımlandığında ve korunduğunda,
herhangi bir varlığı kullanmak isteyen kimse, varlık sahibine onun bedelini
ödemek zorundadır. Böylece bir kaos ortaya çıkmayacaktır (Coase, 1959).
Çünkü herhangi bir organizasyon, bir anlamda makinalar, demirbaşlar, bi6 Klein vd. (1978), dikey birleşmeler durumunda, firmaların gerçekleştirdiği yatırımlar
sonrası fırsatçı davranışlardan kaynaklanan maliyetlerin, entegrasyonu gerçekleştirmenin
maliyetlerinden daha yüksek olacağını ileri sürmektedir.
64
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
nalar, patent hakları, müşteri listeleri, telif hakları ve para gibi varlıkların
toplamından oluşmaktadır. Varlıkların mülkiyeti, sahibine, varlıklar üzerinde
kontrol hakkı gibi kalıcı haklar sağlar (Hart, 1990). Bu tür haklar, hak sahibi
için mülkiyet haklarıdır. Kalıcı haklara sahip kişiler, varlıklar üzerindeki
mülkiyet hakkını kullanarak, üretim faktörlerinin davranışını veya üretim
sürecindeki rolünü gözlemleyebilir, girdilerle ilgili tüm sözleşmelerin temel
belirleyicisi olabilir, üretim sürecinde rol oynayan takım üyelerini ve takım
üyeliği koşullarını değiştirebilir ve bu hakları başkasına devredebilir (Alchian
ve Demsetz, 1972). Bu durumda mübadele süreçleri, mülkiyet haklarının
tanımlanmadığı duruma göre daha iyi işleyen ve iktisadi aktörlere güvenilir
bir taahhüt sağlayan kurumsal çevrede işleyecektir.
Haklar, kaynakları kimin kullanacağını, kullanımdan elde edilecek geliri ve dağılımını, ekonomik olarak değerli mal, hizmet, kişi veya zamanı
belirler. Bir varlık için tüm haklar 3 temel özellik taşır. Birincisi, somut bir
varlıktan söz etmek gerekir ki boyutları tanımlanabilsin. İkincisi, haklar tanımlanmalı ki yeniden dağıtımı mümkün olsun. Üçüncüsü, belli bir varlığın
hakkı, belirli insanlara veya gruplara tahsis edilmiş olmalıdır. Bu üç nitelik
bir arada mülkiyet haklarını oluşturmaktadır. O halde bir varlığın mülkiyet
hakkı, belirli bir mülkiyeti elinde bulunduran tarafından sahip olunan haktır.
Mülkiyet hakları, daha genel hakları elinde bulunduran sınıfların ellerindeki
hakkın tezahürüdür (Wallis, 1989). Zira bir varlığın mülkiyet hakkını elinde
bulunduran bir piyasa aktörü, varlığı bizzat kendi kullanma hakkı, varlığı
gelir getirecek şekilde kiralama veya satma hakkı ve ilgili varlığın biçimini
değiştirme ve/veya tamamen yok etme hakkı gibi çok temel haklar elde eder
(Williamson, 1993).
Demsetz (1967), mülkiyet haklarının, bu tür hakları tesis etmenin faydası, sosyal maliyetini aştığında ortaya çıktığını iddia etmiştir. Başka bir
deyişle, kaynaklara ilişkin hakları tesis eden yasal kurallar, zaman içinde
ilgili topluma net fayda sağlayan bir yol içinde değişir. Bu anlamda mülkiyet
hakları teorisinin gelişim sahası dışsallıklar teorisi olmuştur. Demsetz’in
yaklaşımında mülkiyet haklarının tesis edilmesinin faydaları üç temel özellik
göstermekte ve bu faydalar dışsallıklar literatürü bağlamında açıklanabilmektedir. İlk olarak mülkiyet, kaynaklara erişimin herkese açık olduğu
bir sistemde kaynakların gelişimi için güdüler sağlayacaktır. İkinci olarak
mülkiyet rejimi, serbest piyasa mekanizması içinde rant kaybını engeller
veya azaltır. Üçüncü olarak da mülkiyetin tanımlanması, dışsallıklar durumunda anlaşılması gereken tarafların sayısında bir azalmaya neden olur
(Merril, 2002).
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
65
Gerçekten, Coase (1960)’ın iddia ettiği gibi, bir dışsallık durumunda,
eğer işlem maliyetleri yeteri kadar düşük veya sıfır ve mülkiyet hakları tam
olarak tanımlanmış ise, taraflar aralarında anlaşarak, herhangi bir piyasa dışı
müdahaleye gerek kalmadan dışsallığı piyasa süreçlerinde içselleştirebilirler.
Taraflar arasında müzakere ve anlaşmanın işlem maliyetleri yeteri kadar
düşük olduğunda dışsallık, mülkiyet hakkının kime verildiğine bakmaksızın,
piyasa süreçlerinin işlemesi yoluyla içselleştirilebilir. Ancak bu yaklaşım,
dışsallığa taraf olanların sayısının çok fazla olduğu durumlarda, taraflar
arası müzakere ve anlaşma süreçlerindeki işlem maliyetlerinin yükselmesi
nedeniyle gerçekçi bir çözüm önerisi sunmaktan ziyade, mülkiyet haklarının
tanımlanmasının işlem maliyetleri ile ilişkisini göstermek açısından oldukça
etkili bir perspektif sağlamıştır.
Bir Organizasyon Olarak Firma Teorisinin Gelişimi Üzerine
Firma teorisinin farklı perspektiflerden gelişimini ve YKİ’ın firma teorisine katkısını, Williamson (1990) tarafından geliştirilen ve Şekil 1’de
gösterilen bir taslak yardımıyla açıklayabiliriz. Firma teorisine ilişkin ilk
kategorik ayrım, bir firmayı sözleşme ilişkileri bağlamında ele alıp almama
durumuna göre şekillenmektedir. Buna göre sözleşme yaklaşımı, firmayı bir
sözleşme ilişkileri hiyerarşisi olarak ele alan (yeni) kurumsalcı bir analiz
iması içerirken, firmayı sözleşme dışı bir perspektifle, sadece bir üretim
fonksiyonu bağlamında ele alan teknolojik yaklaşım, Neo-klasik iktisat
perspektifini ve bir takım gelişim imkânı bulamamış farklı yaklaşımları
içermektedir. Yaklaşık olarak 1960’lara kadar firma teorisine ilişkin hâkim
yaklaşım, firmayı sözleşme ilişkileriyle değil de teknolojik olarak açıklayan
iktisat anlayışıdır. Teknolojiden kasıt, üretim fonksiyonudur. Bu bağlamda firmayı organizasyon teorisi veya sözleşme yaklaşımı dışında ele alan
görüşü iki kısma ayırabiliriz. İlk yaklaşım, firmayı bir kar maksimizasyoncusu veya maliyet minimizasyoncusu olarak ele alan Neo-klasik iktisat
teorisidir. Neo-klasik teori, firma içindeki hiyerarşik organizasyonel yapıyı
görmezden gelerek, firmayı uzun süre kapalı bir kutu olarak analiz etmiştir
(Çetin, 2010). Sözleşme dışı teknolojik yaklaşımlar içindeki diğer teorik
yaklaşımlar, X-etkinlik7, yol bağımlılığı ve evrimci iktisat gibi yaklaşımların analizleridir. Bu yaklaşımlarda karşılaştırmalı sözleşme meseleleri,
firmanın sınırları (ölçek ve kapsam ekonomileri olarak) veri olarak alındığı,
7 Firmanın X etkinlik analizinin ayrıntılı bir tartışması için, Çetin (2010)’a bakılabilir.
66
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
mülkiyet hakları tam olarak tanımlanmış varsayıldığı ve eğer varsa firma
içi ve dışı çatışmaların, mahkemeler tarafından maliyetsizce ve etkin bir
biçimde çözüldüğü kabul edildiği için görmezden gelinmiştir. Bu tür varsayımlar, potansiyel olarak var olması muhtemel kurumsal sorunların, bu
tür organizasyonlarda içsel olup olmadığı ile ilgilenilmesini engellemiştir.
Neo-klasik teori, firmayı piyasalar kategorisinden ziyade sadece bütüncül
bir varlık kategorisinde ele aldığı için fiyat ve girdi ilişkileri analiz edilen
kapalı bir kutu olarak bırakmıştır.
Şekil 1. Firmanın (Organizasyon) İktisadi Teorileri
Kaynak: Williamson, 1990.
Firma teorisine diğer yaklaşım, YKİ’ın sözleşmeler yaklaşımıdır. Makalenin başındaki kurumsal çevre ve kurumsal düzen(leme) ayrımını burada
kullanarak, YKİ’ın firma teorisine katkısını daha anlaşılır hale getirebiliriz.
Buna göre kurumsal çevre, kamu sektöründe ve özel sektördeki organi-
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
67
zasyonlar/firmalar8 için oyunun kurallarının belirlenmesi ile ilgilidir. Bu
bağlamda kamu tercihi yaklaşımı, kamu sektöründeki organizasyonların
kurumsal çevresiyle ilgilenirken, mülkiyet hakları analizi, özel sektördeki
organizasyonların kurumsal çevresine ilişkin bir yaklaşım sunmaktadır
(Williamson, 1990). Örneğin siyaset ve bürokrasi birer (politik) kurum
iken, meclis ve bakanlıklar firmalar gibi faaliyet gösteren organizasyonlardır (Spiller, 1996). Bu bağlamda kamu tercihi teorisine göre meclis içinde
siyasiler ve bürokrasi içinde bürokratlar, Neo-klasik teorinin öngördüğü
şekliyle kamu yararını değil, kendi çıkarlarını maksimize etmek için bu
organizasyonlarda rol alırlar. Diğer yandan mülkiyet hakları yaklaşımı, çıkış
noktası itibarıyla özel sektör içindeki organizasyon ilişkilerini açıklamakta
iken, günümüzde bu analoji, bir paradigma kayması yaparak, kamu sektörü
analizini de kapsayacak şekilde genişlemiştir (Majone, 2001).
YKİ’ın sözleşmeler yaklaşımı içinde kurumsal düzen(leme)ler, daha detaylı bir organizasyon analizi sunmaktadır. Buna göre hem vekil teorisi, hem
de işlem maliyetleri yaklaşımı firma analizi için oldukça uygun düşmektedir.
Bunlardan ilki olan vekil teorisinde ex ante ilişkiler ve sözleşmeler yaklaşımı
yaygın olarak kullanılmaktadır. Sözleşme ilişkilerindeki eksiklikler, ex post
yönetişim özellikleri barındıran ekonomik organizasyona işlem maliyetleri
teorilerinin temel karakteristiğidir.
Hem işlem maliyetleri hem de vekil teorisi, tarafların, oyunun kuralları
(kurumsal çevre) içinde nasıl sözleşme yaptığını inceler. Vekil teorisi, tarafların, tüm ilgili sözleşme yapma faaliyetine, ex ante güdü anlaşmasıyla
yoğunlaştığını kabul eder. Neo-klasik vekil teorisi, (örneğin firma içinde
çalışanlar olarak) vekillerin, (firma sahipleri olarak) asıllardan daha fazla riskten kaçınan olduklarını kabul eder. Buna göre vekil teorisi, güdü
yoğunluğu ile etkin riske katlanma seviyesi arasında bir değiş tokuşun
çalışıldığı alandır. Diğer yandan işlem maliyetleri yaklaşımı, tüm karmaşık
sözleşmeleri, sınırlı rasyonaliteden dolayı kaçınılmaz olarak eksik kabul
eder. Buna göre sözleşme sorunlarını dönem başı itibarıyla çözmek veya
tespit etmek mümkün değildir. Yerine, döne başı güdü yapısı ile birlikte
organizasyon içindeki yönetişim yapısı da dikkate alınarak bir çözümle8 Williamson perspektifinden ele alındığında firma, hiyerarşik yapıya sahip bir organizasyon iken, Coase perspektifinden ele alındığında firma, işlem maliyetlerini minimize etmek için tesis edilmiş bir kurumdur. Bu bölümdeki analiz, Williamson tarafından
geliştirilen taslak üzerinden gerçekleştirildiği için, firma ve organizasyon aynı anlamda
kullanılmıştır.
68
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
me yapılmalıdır (Williamson, 1990). Böylece örneğin karmaşık sözleşme
ilişkileri içeren bir firmanın, hem dönem başı güdü mekanizmaları hem de
dönem sonu itibarıyla yönetişimi hesaba katılarak, üretim sürecinin etkin
olup olmadığına karar verilebilir. Bu şekilde, Neo-klasik teorinin bir kapalı
kutu olarak bıraktığı firmanın, YKİ perspektifinden detaylı analizi mümkün
hale gelmiştir (Wiggins, 1991).
Geleneksel teoriye göre firma, üretim faktörlerinin işlem maliyetsiz üretime koşulduğu bir yapı olarak analiz edilmektedir. Firma içinde çalışanlar,
maliyetsizce hareket edebilirler. Firma sahibi, görev ve sorumlulukları tam
olarak tanımlanmamış hipotetik bir oyuncudur. Ancak gerçek dünyada firmalar içindeki aktörlerin birbirileriyle olan ilişkilerinde sürekli bir işlemler
dizisi yer almaktadır. Hem firma sahibi hem de çalışanlar, bu işlemlerin
sürekliliği için önemli güdülere sahiptirler (Wiggins, 1991). Dolayısıyla
modern firma, geleneksel teorinin öngördüğünün aksine, yüksek işlem
maliyetleri barındırmaktadır. Bu anlamda pozitif işlem maliyetleri, firmanın
YKİ perspektifinden varlığını açıklayan en temel gerekçedir (Coase, 1937).
İşlem maliyetleri üzerinden gelişen firma teorisine YKİ yaklaşımı, firma
içi ilişkilerde sözleşme ve taahhüt sorunları yaygın olduğunda özellikle
önemli hale gelmektedir. Uzun dönemli ilişkilerde taraflar, birbirilerine
karşı taahhütlerini, farklı zamanlarda yerine getirirler. Bu taahhütler, tarafların birbirilerine karşı yükümlülükleridir ve sözleşmelerle belirlenir. Eğer
taraflardan biri veya ikisi, sözleşmedeki taahhütlerini yerine getirirlerse,
bu durumda sözleşmeler tamdır. Ancak YKİ’a göre belli başlı kısıtlardan
dolayı insanlar sosyal hayattaki ve firma içindeki tüm ilişkilerde sınırlı
olarak taahhüt sağlayabildiklerinden, sözleşmeler eksiktir. Güvenilir olmayan
taahhüt, eksik sözleşmeler ve işlem maliyetleri gibi sorunlar, firma içindeki
sermaye varlıklarında işlem spesifik yatırımlar, özellikle batık maliyetler
söz konusu olduğunda ortaya çıkmaktadır. Bu durumda taahhüt sorunları,
firmaların, sözleşmelerin ve uzun dönemli piyasa ilişkilerinin yapısını tayin
etmektedir. Bireysel tercihler, firmanın kapsamını ve büyüklüğünü tayin
ederken, taahhüt ve sözleşme sorunları, sözleşmenin niteliğini belirleyecektir. Kurumlar, bu sorunları çözdüğünde mübadele etkin olacak ve firma
Neo-klasik ideal yapısına kavuşacaktır. YKİ, firma, sözleme ve devlet gibi
kurumların, bu tür sorunları çözmek için nasıl kullanılmaları gerektiğini
araştırmaktadır (Williamson, 1975; Klein vd. 1978; Wiggins, 1991).
İşlem maliyetleri yaklaşımı, piyasalar, hiyerarşiler ve melez modlar tarafından gerçekleştirilen sözleşme ilişkileri ile özellikle ilişkilidir. Yaklaşım,
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
69
örneğin bir organizasyon modu olarak mahkemelerin, adaleti, tam bilgi
altında, maliyetsizce ve etkin bir biçimde işleteceği önermesini reddeder
(Williamson, 1990). Aynı şekilde bir iktisadi organizasyon olarak firmaların,
üretim faaliyetini, karını maksimize edecek şekilde etkin olarak sonlandıracağı varsayımı yerine, işlem maliyetlerini minimize etmek için ortaya
çıktıklarını kabul eder (Coase, 1937; Joskow, 1985).
Son olarak, firma ve piyasa organizasyonuna ilişkin daha önceki sözleşme dışı yaklaşımlar, bu meselelere, YKİ’ın sözleşme temelli yaklaşımları
yoluyla geliştirilmiştir. Kamu tercihi, mülkiyet hakları, vekil teorisi ve
işlem maliyetleri yaklaşımları, YKİ içinde gelişen yaklaşımlardır ve
organizasyonların analizinde farklı perspektifler sunmaktadırlar. Mülkiyet
hakları yaklaşımı, ex ante kurumsal düzen(lemer)e vurgu yaparken, vekil
teorisi, ex ante güdülere ve işlem maliyetleri yaklaşımı ex post yönetişime
odaklanmaktadır (Williamson, 1990).
Sonuç
Bu makale, dağınık bir terminolojik ve metodolojik yaklaşım görünümü
arz eden YKİ yaklaşımını, anlaşılır kılma çabasıyla yazılmıştır. Yaklaşımın
dilinden ayrılmama güdüsü korunduğu için özellikle teorinin kurucularının
terminolojisi takip edilmiştir. Bu anlamda makale, YKİ’ın iktisadi analize
getirdiği yenilikleri kendi diliyle açığa kavuşturmaya çalışmıştır. Buna göre
iktisadi performans için kurumlar önemlidir. Kurumsal değişim, gelişen
teknolojik ve iktisat teorik koşullar altında bir zorunluluktur. Kurumların,
daha iyi kurumlara neden olacak şekilde evrimi, ekonomik değişimin de
iyi bir performansa doğru hareket edeceğini ima etmektedir.
Tüm ekonomik (ve politik) kurumlar veya yönetişim yapıları, işlem maliyetlerini minimize etmek için vardır. Mülkiyet hakları ve işlem maliyetleri
arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. İşlem maliyetlerinin yeteri kadar
düşük olduğu durumlarda, mülkiyet haklarının işletilmesi, sözleşmelerin
etkin işleyişine neden olmaktadır. Diğer yandan mülkiyet hakları sisteminin
varlığı, düşük işlem maliyetleri anlamına gelir. Bir organizasyon içinde sınırlı
rasyonel bireylerin ve fırsatçı davranışların varlığı, eksik sözleşmelere ve
sözleşmeler bütünü olan organizasyonları etkinsizliğe sürükler. Sonuç olarak,
YKİ akımı, modern iktisat literatürünün en canlı alanını temsil etmektedir.
70
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
KAYNAKÇA
Alchian, A. ve H. Demsetz (1972); “Production, Information Costs, and
Economic Organization”, The American Economic Review, 62, 777-795.
Brousseau, E. ve M. Glachant (2004); “The Economics of Contracts and
the Renewal of Economics”, içinde. E. Brousseau ve M. Glachant (der.),
The economics of Contracts: Theories and Applications London: Cambridge
University Press, 3-30.
Cheung, S. (1983); “The Contractual Nature of the Firm”, Journal of
Law and Economics, 26, 1-21.
Coase, R. (1998); “The New Institutional Economics”, The American
Economic Review, 88, 72-74
Coase, R. (1984); “The New Institutional Economics”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 140, 229-231.
Coase, R. (1960); “The Problem of Social Cost”, Journal of Law and
Economics, 3, 1, 1-44.
Coase, R. (1959); “The Federal Communications Commission” Journal
of Law and Economics, 2, 1-40.
Coase, R. (1937); “The Nature of the Firm”, Economica, 4, 386-405.
Cooter, R. ve T. Ulen (2004). Law and economics. 4. bs., Addison Wesley
Longman.
Conlisk, J. (1996); “Bounded Rationality and Market Fluctuations”,
Journal of Economic Behavior and Organization, 29, 233-250.
Çetin, T. (2010); “İktisadi Etkinlik Üzerine Bir Deneme: X Etkinlik
Yaklaşımı”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 11, 183-198.
De Alessi, L. (1983); “Property Rights, Transaction Costs, and X-Efficiency: An Essay in Economic Theory”, The American Economic Review,
73, 64-81.
Demsetz, H. (1983); “The Structure of Ownership and the Theory of the
Firm”, Journal of Law and Economics, 26, 375-390.
Demsetz, H. (1967); “Toward a Theory of Property Rights”, American
Economic Review, 57, 347.
Ellingsen, T. (1997); “Efficiency Wages and X Inefficiencies”, Scandinavian Journal of Economics, 99, 581-596.
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
71
Furubotn, E. (1991); “General Equilibrium Models, Transaction Costs,
and the Concept of Efficient Allocation in a Capitalist Economy”, Journal
of Institutional and Theoretical Economics, 147, 662-686.
Hart, O. (1988); “Incomplete Contracts and the Theory of the Firm”,
Journal of Law, Economics, and Organization, 4, 119-139.
Hart, O. (1990); “Is Bounded Rationality an Important Element of a
Theory of Institutions?”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 146, 696-702.
Holmstrom, B. ve Tirole, J. (1989); “The Theory of the Firm”, içinde
Richard Schmalensee ve Robert D. Willig, der., Handbook of İndustrial
Organization. Amsterdam: North- Holland, 61-128.
Joskow, P. (2005). “Vertical Integration”, C. Menard, M. Shirley (ed.),
Handbook of new Institutional Economics içinde, Netherlands: Springer.
Joskow, P. (1985); “Vertical Integration and Long-Term Contracts: The
Case of Coal-Burning Electric Generating Plants”, Journal of Law, Economics, and Organization, 1, 33-80.
Klein, B., R. A. Crawford ve A Alchain (1978); “Vertical Integration,
Appropriable Rents, and the Competitive Contracting Process”, Journal of
Law and Economics, 21, 297-326.
Leibenstein, H. (1966); “Allocative Efficiency versus X-Efficiency”,
American Economic Review, 56, 392-415.
Leibenstein, H. (1978); General X-Efficiency Theory and Economic
Development, Oxford: Oxford University Press.
Majone, G. (2001), “Nonmajoritarian Institutions and the Limits of
Democratic Governance: A Political Transaction-Cost Approach”, Journal
of Institutional and Theoretical Economics, 157, 57-78.
Malin, E. ve D. Martimort (2004); “Transaction Costs and Incentive
Theory”, E. Brousseau, J. Glachant (ed.), The Economics of Contracts:
Theories and Applications içinde. London: Cambridge University Press,
159-179.
Mathews, R. C. O. (1986); “The Economics of Institutions and the Source
of Economic Growth”, Economic Journal, 96, 903-918.
Merril, T. W. (2002); “Introduction: The Demsetz Thesis and the Evolution of Property Rights”, Journal of Legal Studies, 31, 331-338.
Milgrom, P., D. North ve B. Weingast (1990); “The Role of Institutions
72
Yeni Kurumsal İktisat / Tamer ÇETİN
in the Revival of Trade”, Economics and Politics, 2, 1-23.
Moe, T. (1990); “Political Institutions: The Neglected Side of the Story”,
Journal of Law, Economics, and Organization, 6, 213-253.
Newbery, D. ve J. Stiglitz (1987); “Wage Rigidity, Implicit Contracts,
Unemployment and Economic Efficiency”, The Economic Journal, 97,
416-430.
North, D. (2005); Understanding the Process of Economic Change,
Princeton University Press.
North, D. (1993); “Institutions and Credible Commitment”, Journal of
Institutional and Theoretical Economics, 149, 1-23.
North, D. (1986); “The New Institutional Economics”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 142, 230-237.
Ricketts, M. (2002); The Economics of Business Enterprise: An Introduction to Economic Organisation and the Theory of the Firm. Cheltenham:
Edward Elgar.
Rozen, M. (1985); “Maximizing Behavior: Reconciling Neoclassical
and X-Efficiency Approaches. Journal of Economic Issues, 19, 661-689.
Simon, H. (1957); Administrative Behavior. 2. ed., Macmillan, New York.
Spiller, P. (1996); “Institutions and Commitment”, Industrial and Corporate Change, 5, 421-452.
Stigler, G. (1976); “The Existence of X-Efficiency”, The American Economic Review, 66, 213-216.
Wallis, J. (1989); “Towards a Positive Economic Theory of Institutional
Change”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 145, 98-112.
Wiggins, S. (1991); “The Economics of the Firm and Contracts: A Selective Survey”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 147,
603-661.
Williamson, O. (2005); “Transaction Cost Economics”, içinde C. Menard,
M. Shirley (ed.), Handbook of New Institutional Economics, Netherlands:
Springer.
Williamson, O. (2004); “Contract and economic organization”, içinde
Eric Brousseau and Jean-Michel Glachant, The Economics of Contracts
Theories and applications, Cambridge University Press, 49-58.
Williamson, O. (1996); “Prologue: The Mechanisms of Governance”,
Sosyoloji Konferansları Dergisi, No: 45 (2012-1) / 43-73
73
içinde O. Willimson, The Mechanisms of Governance, Oxford University
Press, 3-20.
Williamson, O. (1993); “Transaction Cost Economics and Organization
Theory,” Industrial and Corporate Change 2, 107-156.
Williamson, O. (1993a); “Transaction-Cost Economics: The Governance
of Contractual Relations”, Journal of Law and Economics, 22, 233-261.
Williamson, O. (1990); “A Comparison of Alternative Approaches to
Economic Organization”, Journal of Institutional and Theoretical Economics, 146, 61-71.
Williamson, O. (1985); The Economic Institutions of Capitalism, New
York: The Free Press.
Williamson, O. (1979); Transaction Cost Economics: The Governance
of Contractual Relations. Journal of Law and Economics, 22, 3-61.
Williamson, O. (1975); Markets and Hierarchies: Analysis and Antitrust
Implications, New York: Free Press.
Sosyoloji Konferansları
No: 45 (2012-1) / 75-123
RASYONEL TERCIH SOSYOLOJISI BAĞLAMINDA
JAMES S. COLEMAN’IN SOSYAL SERMAYE
KAVRAMI: EĞITIME KATILMA YÖNÜNDEN
TARTIŞMALAR
Şenol Baştürk*
Özet
Rasyonel tercih kavramı son 20 yıldır, sosyologlar arasında ilgi gören bir eğilimdir.
Geleneksel olarak rasyonel tercih kavramı, iktisat ve sosyoloji arasındaki disipliner ayrımın bir parçası görülür. Buna göre iktisat rasyonel eylemi konu edinirken, sosyolojinin
bu biçimin dışındaki eylem türlerini ve sonuçlarını dikkate aldığı düşünülebilir. Ancak
bu geleneksel ayrım 1970’lerden itibaren sosyolojideki büyük teorilerin zaafa uğraması
ve eylem teorisinin daha önemli görülmesi sonucu zedelenmiştir. Bu yeni eğilimlerin bir
göstergesi olarak rasyonel tercih teorisi, klasik yaklaşımın eksiklerinin tamamlanması
konusunda özelikle Anglo – Sakson dünyasında destekçi bulabilmektedir. Rasyonel tercih
teorisi içerisinde James S. Coleman çok atıf alan çalışmalarıyla önemli bir isim olarak
değerlendirilmektedir. Özellikle eğitime katılma konusunda kullandığı sosyal sermaye
modeli, itibar gören bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, rasyonel
tercih teorisinin varsayımlarına dayanarak çocuk – ebeveyn arasındaki ilişkiler ve eğitime
katılma yönündeki sonuçların rasyonel niyetler ile yürütüldüğüne inanmaktadır. Ancak
bu yaklaşım çok sayıda eleştirinin konusu olmuştur ve Coleman’ın sosyal sermaye kavramının eğitime katılma sürecini fazla basitleştirdiği ileri sürülmektedir. Bu çalışma söz
konusu eleştirilerden hareketle, sosyal sermaye kavramının eğitime katılmayı açıklama
konusundaki potansiyel zayıflıklarına odaklanmayı hedeflemektedir.
Anahtar Kelimeler: Rasyonel tercih sosyolojisi, eğitime katılma, sosyal sermaye,
James S. Coleman
Arş. Gör. Dr., Uludağ Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü.
E-mail: sbasturk@uludag.edu.tr
*
76 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
JAMES S. COLEMAN’S SOCIAL CAPITAL CONCEPT
IN THE CONTEXT OF RATIONAL CHOICE
SOCIOLOGY: DEBATES ON EDUCATIONAL
ATTAINMENT
Abstract
Over the past two decades sociologists have shown more interest in the concept of
rational choice. Traditionally the concept of rational choice has assumed that one of the
main elements is the fractionation between sociology and a neo-classical economic approach, whereas disciplinal bounds have related non–economic action as one. However,
contemporary sociological tendencies have required more specific action theories since
the collapse of the grand explanations at the end of the 1970s. Rational choice theory has
been evaluated as repairing this kind of weakness in sociology by some approaches, especially in American and Anglo-Saxon sociology traditions. James S. Coleman, who was a
prominent figure in post-war American sociology, defended rational-based action theory
in sociology passionately and contemporary action theory approaches have largely cited
his opinions on the general principles of human behavior. The effects of social capital in
the educational attainment process have been treated as substantial proof of rational action
principles by Coleman and this approach has had repercussions in the sociology of education
research. Generally, rational action based social capital has appraised family–child contact
in educational attainment and has claimed that rational intentions have led to this kind of
relationship. Some scholars have also criticized the conformable assessment of a smooth
relationship between choice and rational principles. This study focused on evaluations of
Coleman’s rational based social capital concept and maintained that the educational attainment process is more complex than rational action assumptions. These kinds of approaches
also elaborated on the critical focus on rational choice sociology’s inquiries and tried to
show the potential incommodious of this theory via the social capital effect of education.
Keywords: Rational choice sociology, educational attainment, social capital, James
S. Coleman
Giriş
Sosyal bilimlerin çağdaş eğilimlerinde, “rasyonel tercih” kavramı giderek
daha fazla kendine yer bulmaktadır. Bu eğilimin genellikle iktisat üzerinden
devşirildiği ve siyaset biliminde, özel olarak siyasi tercihlerin şekillenmesinde etkili olduğu, düşünülmektedir. Ancak rasyonel tercih teorisi, farklı
sosyolojik ilgiler için de takip edilebilir bir gündem oluşturabilmektedir
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
77
(Hechter & Kanazawa, 1997). Rasyonel tercih teorisi, genelde tartışmalı
makro – mikro toplumsal düzey arasında işlevsel bir aracılık sağlayacak;
bunun yanında fonksiyonalizm sonrası krizden, sosyolojiyi çıkarabilecek
potansiyel bir “Grand – theory” olarak değerlendirilir (Archer & Tritter,
2000). Bu kapsamlı eğilimin çoğunlukla iktisat ve sosyolojinin yakınlaşması bağlamında ele alınan bir niteliği mevcuttur (Fine, 2000) ve özellikle
Anglo – Sakson akademik ortamı dışında kolay itibar edilmeyen tartışmayı
içinde barındırır (Hauptmann, 1996).
Ancak kısıtlı görülen bu tür bir tartışma alanı, teori içerisinden türetilen
yeni kavramsal araçların etkin olmadığına yönelik bir çıkarımı yanlışlar.
Örneğin Archer & Tritter (2000), 1990’ların başından itibaren OECD,
Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası örgütlerin destekleri yoluyla, bu
teorinin varsayımlarının gündelik politikaların şekillenmesinde belirleyici
olduğu kanısındadır. Ayrıca bu “kökensel” belirleyicilik iddialarının dışında rasyonel tercih yaklaşımından türetilen bazı kavramların, bu yöndeki
teorik tartışmalar bağlamının farkında olmayarak çok sık kullanıldığı da
belirtilmelidir. Söz konusu kavramların popüler olanları genellikle sermaye
teorisine ait değerlendirmelerden türetilmiştir (Lin, 2000). Bunlar arasında
akla gelenlerden ilki “sosyal sermaye”dir. Sosyal sermaye her ne kadar çok
boyutlu bir kavram olarak değerlendirilse de, sivil katılımın gündelik etkileri
dışındaki teorik ilgilerde öncülük Coleman’ın yaklaşımına verilmektedir
(Portes, 1998; Field, 2006). Dahası Coleman, sosyal sermaye kavramına
daha kısıtlı sivil katılım boyutuyla popülerlik kazandıran Putnam (2000)
tarafından dahi öncü olarak tanımlanmaktadır.
Geniş sosyal sermaye literatüründe, Coleman’ın çalışmalarında güçlü bir
biçimde savunduğu “rasyonel tercih teorisi”ne ve bu teorinin sosyal sermaye
bakımından ne gibi bir anlama gelebileceğine nadiren dikkat edilmektedir1.
Bu çalışma Coleman’ın sosyal sermaye kavramını kullanma biçiminin rasyonel tercih içerisinde ne tür bir rol oynadığına değinmeyi amaçlamaktadır.
Bu amaca yine Coleman tarafından oldukça önemsenen “eğitim” üzerindeki
tartışmalar yoluyla ulaşılmaya çalışılacaktır. Eğitim ve eğitimin toplumsal
yapı içerisindeki konumu, Coleman için çoğunlukla rasyonel tercih teorisinin önermelerinin ispatlarından birisi olarak değerlendirilir. İktisatta
Becker’ın yolundan giderek eğitim tercihlerinin şekillenmesinde ve eğitim
başarısında ebeveynler ile çocuklar arasındaki kuşaklar arası ilişkinin ve
bunu yönlendiren rasyonel ilkelerin tespit edilmesi Coleman için oldukça
1 İstisnalar için bkz. Fine (2000); Pescosolido (1992) ve Taylor (2006)
78 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
önemli bir konudur (Coleman, 1993b). Bu ilişkinin gücü sadece eğitim alanı
ile sınırlı kalmayarak, çoğunlukla sosyal sermaye kavramının toplumsal
ilişkilerde ne düzeyde güçlü bir faktör olduğunun tespit edilmesi için de
kullanılır (Dasgupta, 2000; Kwon & Adler, 2002).
Yine eğitim başarısında Coleman’ın analizinin geçerliliği üzerinde geniş
bir literatürden bahsedilmelidir. Buna karşın Coleman’ın sunduğu malzemenin teorik dayanaklarına kısıtlı bir biçimde bağlılık gösteren bu çalışmaların
yaygınlaştırdığı sonuçlar, eleştiri konusu da olmuştur. Geniş ampirik gözlemlere karşın, Coleman’ın varsayımlarının kolay kabul edilemeyeceğine
ilişkin bu vurgular, aynı zamanda rasyonel tercih sosyolojisinin sınırları
hakkında fikir verici olabilmektedir. Coleman’ın sosyal sermaye ve eğitime
katılma arasında kurduğu ilişkiye yönelik tepkiler, bu çalışmada üç boyutuyla değerlendirilecektir. İlk olarak, daha çok ampirik sonuçların tutarsızlığı
üzerine odaklanılacaktır. Özelde rasyonel tercih sosyolojisi, ampirik gözlem
ve matematiksel sonuçlar türetme konusunda kendisine açık bir üstünlük
tanımlamaktadır. Özellikle ölçme konusunda incelikli olduğu kadar tutarlı
modeller ortaya koyabilineceğine duyulan inanç ve buna tanımlı avantajlar, çoğunlukla diğer eğilimlerin eleştirildiği bir dayanak noktası olarak
görülmektedir. Ancak “ölçme”ye verilen bu önemin herhangi bir sosyal
fenomenin değerlendirilmesine yapacağı katkılar tartışma konusudur. Bu
nedenle Coleman’ın modelinin ampirik sonuçlarına yöneltilecek itirazlar,
bu tür bir tartışmanın uzantısı olarak görülebilecektir.
İkinci tür tepkiler, daha çok Coleman’ın modelinde toplumsal bağlam
ve iktidar ilişkilerine önem verilmemesini içerir. Böyle yaparak modelin
işleyişinin soyut kaldığı ve asıl belirleyici faktörlerin hemen hiçbirini dikkate
almadığı sonucuna ulaşılır. Bu tür eleştiriler büyük oranda rasyonel tercih
sosyolojisinin temelden savunduğu “bireyci metodolojiye” dönük itirazlardan kaynaklanmaktadır. Özellikle toplumsalın nasıl tanımlanacağı ve sosyal
ilişkilerde hangi etkileşimlerin belirleyici olacağı genellikle “çıkar nosyonu”
ve “self – interest” kavramı etrafından değerlendirilmektedir. Doğal olarak
bu düzeydeki yorumlarda güç ve hiyerarşi gibi unsurlar, genellikle “kısıtlar”
tanımlamasına dahil edilmektedir. Bu kısıtlar, eylemin sonucunu etkileme
potansiyeli taşımakla birlikte, eyleme neden olan motivasyonun yanında
ikincil bir faktör olarak düşünülmektedir. Toplumsal bağlamın toplumsal güç
ilişkilerini öne çıkaran yorumları, bu tartışma içerisinde değerlendirilecektir.
Son boyuttaki itirazlar, “kültüralist” olarak yorumlanabilecek bir içeriğe sahiptir. Yukarıdaki bağlam vurgulu tepkilerin bir uzantısı olarak,
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
79
kültürel farklılıklar ve cinsiyet gibi evrenselleştirici olmayan faktörlerin
etkisinden kaynaklanır. Buna göre Coleman’ın sosyal sermaye kavramına
dayanan modeli, Amerikan toplumuna fazlaca odaklanmıştır ve modelin
farklı kültürlerdeki karşılıkları genellikle anlamsızdır. Benzer bir biçimde
özellikle Batı dünyası dışında cinsiyetler arası farklılıklar, eğitime katılma
ve buna yönelik aile tercihlerini büyük oranda belirlemektedir. Bu büyük
fark, Coleman tarafında neredeyse hiç dikkate alınmamıştır ve cinsiyetler
arasındaki farklılıklar, genellikle sosyal sermaye eksikliğine bağlanmıştır.
Dolaylı olarak, itirazi bu yorumlar rasyonel tercih sosyolojisinin temel
varsayımlarına dönük tartışmaların içerisinde değerlendirilebilmektedir.
Coleman’a yönelik eleştirel tutumlar da doğal olarak bu teorik bağlamdan
yola çıkılarak izlenecektir. Bu amaçla ilk bölümde rasyonel tercih sosyolojisi ve Coleman’ın bu teori içerisindeki konumu ele alınacaktır. Daha
sonra Coleman sosyal sermaye tabanlı eğitime katılma modeline ve bunun
rasyonel tercih sosyolojisinin önermelerine olan bağlılığına değinilmeye
çalışılacaktır. Son bölümde ise eleştirilerin, yukarıda sıralanan üç boyut
üzerinden değerlendirilmesi hedeflenmektedir.
Rasyonel Tercih Sosyolojisinin Temel Karakteristikleri
Giddens (1999a) 1970’lerin başından itibaren sosyolojide, İşlevselciliğin
açık bir biçimde çözüldüğünü ve bununla birlikte aktör sorunuyla ilgilenen büyük teorilerin sosyolojiyi sorunlu bir disiplin haline getirdiğini ileri
sürmüştür. Sosyolojinin bu gelişmelere yönelik disipliner tepkisi, “analiz
düzeyi”nde Smelser (2003)’ün tabiriyle “küçülme (downgrade)” anlamına gelecek yeni araştırma alanlarının keşfedilmesi şeklinde olmuştur. Bu
dönemde “epistemoloji” karşıtı kritiklerin etkisi de özellikle sosyolojide
yapısal olarak tanımlanan faktörlerin gündemden düşmesini sağlamıştır.
Bu eğilimlerin güçlenmesi bir yandan “özne karşıtı” yapıbozumculuğu
teşvik ederken; diğer yandan aktör yapı ilişkisine yeni yorumlar getirilmesi sonucunu yaratmıştır (Giddens, 1999b; Giddens, 2003; Bourdieu
& Wacquant, 2003). Tüm bu gelişmeler, aktör sorunun daha fazla önem
kazanmasını önemseyen eğilimlerin güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bu
çağdaş eğilimler, yeni ilgi alanları edindikçe, bir kez daha İşlevselciliğin
“mikro – makro bağlantılar” konusundaki önceliklerine de yeni yorumlar
getirilmiştir (Cook & Whitmeyer,1992; Hilbert, 1990).
Bu yeni tür ilgi kayması, sosyolojide etkileşim, kurallar ve sınıflandırma
(rates) gibi kavramların daha yoğun olarak kullanılması ile eylemden türeyen
80 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
sosyal olgu kavrayışlarının önemini arttırmıştır. Yeni yönelimler, “eylem
teorisi”nin evrensel yorumu konusunda daha donanımlı olan ve köklü tartışmalara dayanan neo – klasik iktisadın çıkarımlarını sosyologlar için kullanılabilir kılmıştır. Özellikle Downs’un “politik partiler”, Olson’nun “kolektif
eylem”, Buchanan ve Tullock’un “kurumsal ilişkilier” ve Becker’in “aile”
gibi daha “sosyolojik” olduğu düşünülen olguları iktisadın bakış açısıyla
içsel tutarlılığa sahip bir biçimde ele aldıkları iddiası, sosyoloji içerisinde
yeni türden eğilimler için başlangıçta tuhaf karşılanan, ancak kullanılabilir
örnekler yaratmıştır (Lindenberg & Frey, 1993).
İktisat ile kurulan bu bağ, sadece mikro ilişkilerdeki etkileşim düzeyini
ifade eden kavramların değerlenmesine yol açmamıştır. Ayrıca “rasyonalite” gibi sosyolojinin farklı biçimlerde önem verdiği olguların, yeniden ve
dönüşerek değerlendirilmesine yol açmıştır. Rasyonalite üzerine yapılan bu
tartışmalar, aynı zamanda yapı-bozumcu eğilimlerin de ilgi gösterdiği bir
konu olması bakımından önemlidir. Weber için daha çok toplumsal değer
dönüşümü anlamında önemli olan rasyonalite, asketizmi ve dünyeviliği
(inner-worldly) ifade eden bir niteliğe sahiptir. Ancak Weber, bu tarihsel
analizini aynı zamanda dinamik olarak da kavramsallaştırmış ve rasyonalizmin “tözsel (substantive)” bir içeriğe kavuşmasının tehlikelerine açık bir
biçimde değinmiştir. Çağdaş sosyoloji eğilimlerinin önemli bir kısmı için
rasyonalite, Foucault (2011) ve Elias (2007) üzerinden daha spesifik içeriğe
kavuşan Weberyen bir “demir kafes” anlamına gelir (Sayer, 1991). Ancak
bu ikinci tür eğilimlerin “teorik kurgulara” katkısı göründüğünden daha
sınırlı olmuştur. Öncelikle de daha mikro ilgilerde, daha açık bir şekilde
“eylem teorisi”ndeki derin yöntemsel boşluğun doldurulmasına sınırlı bir
biçimde destek olmuşlardır. Ancak “büyük anlatılar”dan kopan sosyolojinin disipliner ihtiyaçları daha çok “eylem teorisi”ne dönük, daha dikkatli
tahlilleri önemli hale getirmiştir.
Bu bakımdan iktisadın yöntemsel öncüllerini önemseyen eğilimler değer
kazanmıştır. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı, hatta Somers (1998)
tarafından zamanımızın en etkin teorik gelişmesi olarak tanımlanan “rasyonel tercih sosyolojisi”dir. Büyük oranda Becker’in öncüllerini işaret ettiği
yöntemlerin benimsenmesiyle şekillenen bu eğilim, bireyci metodolojiye
ek olarak piyasa kurgusuna bağlılık, karmaşık bağımlılıklardan ayrıksılık,
bireysel çıkar hesabı, genel denge, fayda ve tam enformasyon gibi kavramlara sosyolojide yer açılmasıyla ifade edilir (Zafirovski, 2000). Rasyonel
tercih ve buna ilişkin metodolojik eğilimler, iktisat üzerinden temellenen
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
81
bir niteliğe sahiptir. Ancak bu eğilimlerin diğer disiplinleri etkilemesini
yeni bir gelişme olarak tanımlamak zordur. Aslında iktisadın temel varsayımlarının genel bir davranış tanımlaması ve sosyalin bu davranışsal
kaidelerle açıklanması öteden beri diğer disiplinlerden gelen ilgileri canlı
tutmuştur. Daha çok bilişsel öğelere atıf yapan, örneğin “Mübadele Kuramı
(Exchange Theory)” veya “Davranışsalcılık (Behaviorism)” ın metodolojik
varsayımlarının şekillenmesinde iktisadın ve özellikle de rasyonel tercih
ilkesinin etkisi belirleyici olmuştur (Hardin, 2000). Ancak daha çok Anglo
– Sakson geleneğindeki bu etkileşimin [bunun tek taraflı olduğu neredeyse
kesindir (Lipset, 1994)] ivme kazanması ve başlıca akım olması yukarıda
bahsedilen bağlam içerisinde mümkün olmuştur (Yılmaz, 2003). Turner
(2006), bu ilişkinin temelde klasik iktisadın kökenlerinden özellikle de
“İskoç Ahlakçıları”ndan doğduğunu, ancak çağdaş eğilimlerin bu temelden
çok piyasa fikrinin radikalleşmiş yorumlarına özellikle de “oyun teorisi”nin
matematiksel modellerine bağlılık gösterdiğini iddia etmiştir.
Rasyonel tercih yaklaşımının sosyolojinin geleneksel eğilimleri açısından
yabancı olduğu ve bireyci metodolojiye bu derece bağımlı ve eylem merkezli yaklaşımın bir disipliner tabu olarak görüldüğü açıktır (Hedström &
Swedberg, 1996). Buna karşın geleneksel yaklaşımla bir takım devamlılıkları
olduğu da bilinmektedir. Rasyonel tercih yaklaşımı, toplumsalın oluşması
konusunda Durkheim geleneğine dayanan işlevselci açıklamayı büyük
ölçüde tasdiklemektedir2. Ancak bu gelenekten temel farkı, eylem teorisi
bakımındandır ve eylemin niteliğini belirleyen tarihsel koşulların yerine,
evrensel hükümlere meyleder. Bu bakımdan toplumsal eylemin kendisi
diğer sosyoloji teorilerinde olduğu gibi belirleyici toplumsal faktörler ve
aktörün tarhiselliğinin koşulları ile değil, Newtoncu bir “mutlak zaman”
bağlamında tanımlanır3 4.
Lindenberg (1985) ise “rasyonel tercih” kavramının sosyolojide değer
kazanmasının temel gerekçelerini yine iktisat ve sosyoloji arasındaki özel
ilişki biçimiyle ilgili olduğu kanısındadır. Buna göre, özellikle 1960’ların
2 Özellikle bireyci metodolojinin Boudon tarafından benimsenmesinde Durkheim’ın
etkisi için bkz. Lemert (2011).
3 Newtoncu zaman ilişkisi için bkz. Giocoli (2003).
4 Aslında bu tür düşünsel - tarihsel gelişimle ilgili değerlendirmeler daha çok “meşrulaştırma” ile ilgilidir ve genel modeller bu tür düşünsel kökenlerin muhtemel etkilerine
çok az ilgi gösterir. Çoğu bu ön kabullerin yönelimleri konusunda fikir sahibi dahi olmayabilir. Bu nedenle Yılmaz (2009) bu tür eğilimleri, “felsefi köken bulma çabası” olarak
değerlendirir.
82 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
sonlarına değin, sosyal bilimler içerisinde iktisat ve sosyoloji arasında geleneksel bir işbölümü mevcuttur. İktisat genellikle rasyonel eylemi konu edinir
ve buna yönelik modellemelere dayanırken; sosyolojinin rasyonel olmayan
unsurlara dayanan dağınık bir “sosyal gerçeklik”i konu edinmektedir. Bu
geleneksel işbölümünde iktisatçılar kendi modellerinde rasyonel olmayan ve
iktisadi olarak sonuç vermeyeceği düşünülen alanları doğrudan sosyolojiye
devretmeyi içeren genellikle ilgisiz bir tavra sahip olmuşlardır. Buna karşılık
sosyoloji yine Lindenberg (1985) deyimiyle yanlışlayıcı (debunking) bir
bilim olarak toplumsal belirleyiciliğin önemini gösterme eğilimiyle naif
bir toplumsallık vurgusunun peşinde olmuşlardır.
Bu geleneksel işbölümünün özellikle sosyoloji açısından sorunlu hale
gelmesinin temelinde genellikle toplumsallık üzerinden oluşturulan deterministik bakış açısının tıkanmasıyla ilgili olduğu düşünülmüştür (Bourdieu
& Wacquant, 2003; Okasha, 2000; Turner,B.S, 2006). Lindenberg (1985)
bu tıkanmanın “yanlışlayıcı” niteliğiyle sosyolojinin savunabilir bir politik
gündem yaratma konusundaki başarısına ters orandaki eylem modelleri ile
ilgili olduğunu görüşündedir. Bu nedenle tıkanmanın yeni tür aktör modelleri
ve eylem teorisi ile aşılmasını beklemek şaşırtıcı olmayacaktır. Hedström &
Stern (2008) bu tür eğilimlerin rasyonel tercih yaklaşımı ile örtüşmesinin, bu
eğilimlerin basit bir şekilde iktisadın teorik etkisi ile açıklanamayacağının
bir kanıtı olarak görmektedir. Ayrıca Homans ile başlayarak davranışsalcılıktan sosyal hareketlerin sosyolojisine kadar uzanan geniş bir ilgi alanındaki
girişimlerin ortak bir ürünüdür.
Rasyonel tercih yaklaşımının basit bir biçimde iktisat ve sosyoloji arasında
bir etkileşim düzeyi veya iktisadın metodolojik emperyalizminin bir yansıması olarak algılanmayacağını öne süren görüşler, genellikle sosyolojideki
çağdaş eğilimlerin teorinin dayandığı temelleri uzun bir süre görmezden
gelemeyeceğine inanmaktadırlar (Hedström & Swedberg, 1996; Goldthorpe,
1998; Edling & Stern, 2003). Bu tür bir önemsemenin temelinde, iktisadın
yöntemsel kullanışlılığından çok “eylem teorisine” dayanan avantajlar ve
yöntemsel karakterine duyulan inanç yatmaktadır. Hedström & Swedberg
(1996)’e göre rasyonel tercih yaklaşımının metodolojik bireyciliğe dayanması, teorik eğilimlerdeki analitik yatkınlık ve eylemin niyetini açıklamaya odaklanması gibi üç önemli özelliğe dayanmaktadır ve bu özellikler,
standart bir eylem teorisinin ötesinde başat bir eğilim olarak görülmesine
neden olmaktadır. Goldthorpe (1998) ise bireyciliğe verilen önemin teorinin
ana karakteri olduğu konusunda hemfikirdir. Ayrıca “eylemi” sosyolojik
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
83
düşüncenin merkezine yerleştirmesi ve makro – mikro ilişkilerin reformist
bir tarzda yeniden kurulmasıyla rasyonel tercih teorisinin ilkelerinin belirginleştirdiği kanısındadır.
Bu açıdan teorinin en önemli özelliği, daha holistik ve determinist açılımları önemseme geleneğine karşı bireyci bir metodolojiyi, sosyoloji
içinde savunmanın çağdaş bir biçimi olmasıdır. Gerçekten de günümüzde
bireycilik temelli sosyolojik eğilimlerin hemen tümü bir şekilde rasyonel
tercih teorisine dayanma gereğini hissetmektedirler (Udehn, 2001). Ancak
bireyciliğin nasıl bir açıklama çerçevesi meydana getirdiği konusunda farklı
yorumlar mevcuttur. Bu bakımdan rasyonel tercih teorisinin bireyciliği ve
rasyonel eylemi anlamlandırma konusunda homojen bir karakteri yoktur.
Dolayısıyla eğilimleri net olarak tanımlanabilecek bütüncül bir teori yerine
benzer karakteristikleri paylaşan bir eğilimler bütününden bahsetmek daha
yerinde olabilir (Hechter & Kanazawa, 1997). Malesevic (2002) rasyonel
tercih sosyolojisindeki eğilimlerin, klasikler ile kurulan bağlara göre üç
eğilimde izleneceğini düşünmektedir. Buna göre Elster’in Marx üzerinden
bireyciliği okuması; Boudon’nun Weberyen “verstehen”e uygun bir teorik
açılımı benimsemesi ve Coleman’ın makro sosyolojideki mikro temelleri
keşfetme konusunda işlevselciliğin gündemini takip etmesine bağlı olarak, aynı temeller ile farklı amaçlara odaklanan eğilimleri tanımlar. Ancak
daha çok kabul gören ayrım, eylemdeki rasyonel öğelerin açıklanması ve
bireysel eylemin yönlendirici rollerini dikkate alan “güçlü gelenek (strong
tradition)” ile “zayıf gelenek (weak tradition)” arasındadır (Goldthorpe,
1998; Hedström & Swedberg, 1996)5.
Bu temel ayrımda güçlü gelenek, eylemin tanımlanması konusunda davranışsalcılığa yakın bir konum benimsemektedir ve bireyci metodolojinin
radikal bir biçimde savunulmasını içermektedir. Güçlü gelenek içerisinde
bireysel eylem, toplumsallığın temelidir ve eylemi yönlendiren faktörler
doğrudan rasyonel öğeler ile bağlantılıdır. İktisadın eylem anlayışıyla aşağı yukarı benzer olan bu yaklaşım, aktörün amaçsallığına; aktörün eylemi
tamamen tahmin edebilir ve hesaplayabilir koşullarda değerlendirdiğine
olan inanç ve eylemin fayda maksimizasyonuna yöneldiği konusundaki
varsayımları barındırır (Marshall,2003).
5 Edling & Stern (2003) bu ayrımı yumuşak dilli (soft spoken) ve çekirdek (hard-core)
olarak tanımlarken; Hechter & Kanazawa (1997) ise ağır (thick) model ve zayıf (thin)
model ayrımı yapmaktadır.
84 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
Güçlü gelenekte bireycilik, sosyal fenomenin tanımlanmasında toplumsal
unsurların tamamıyla göz ardı edilmesini içerir (Hedström & Swedberg,
1996). Buna göre toplumsal eylem aktörlerin muhtelif kararlarının anlamlı
biçimde bir araya gelmesinin bir ürünüdür. Bireysel eylem “toplumsal” olarak tanımlanan şeylerin temeli olduğu gibi, toplumsallığın bireysel eylemi
yönlendirmesi bu bakımdan mümkün değildir. Daha çok iktisadın açıklama
çerçevesine yaklaşan bu yorum, Lindenberg (1985)’in bahsettiği disiplinler
arası geleneksel işbölümünün yadsınması anlamına gelir ve ayrıca piyasa
metaforunun uygun bir toplumsal eylem modeli yaratabileceğine duyulan
inancı içeren bir yoruma da evrilebilir (Zafirovski, 2000).
Güçlü versiyonu iktisadın eylem modellerine yaklaştıran asıl unsur,
toplumsal eylemi bir dizi niyet (intentionally) çerçevesinde ele almasıdır
(Christiano, 2004). Dolayısıyla eylem bireyselci metodoloji ile uygun bir
biçimde “davranışsal” olarak tanımlanabilir. Bu bakımdan eylemin tanımlanma düzeyi kadar, eylemi belirleyen genel ilkeler de değer kazanmaktadır.
Rasyonel tercih teorisinde bu yönlendirici ilke doğal olarak rasyonel saiklerdir. Bireylerin eylemleri aslında bir motivasyon unsuru dolayısıyla harekete
geçmeyi içerir. Farklı motivasyon kaynakları mümkün olabilmekle birlikte,
asli unsur sürekli olarak fayda gözetmek ve beklentilerin karşılanması
olmaktadır. Aktörler faydanın gözetilmesi sırasında faydanın sonuçlarına
ve izlenebilecek yollara ilişkin belli kısıtları dikkate almak durumundadır.
Hem faydanın farklı anlamları, hem de faydaya daha az kısıtlı bir biçimde
sağlayabilmek amacıyla, eylem kararının belirli bir çıkar hesabıyla ilişkili
olduğuna inanılır. Bu çıkar hesabının genel nitelikleri, eylemin aslen rasyonel bir düzen gösterdiği ve aktörün aslında bir dizi tercih yaptığına ilişkin
bir ön kabulün oluşmasına neden olmuştur. Ayrıca bu tercihlerin karmaşık
davranışsal bağlamların bütününde, evrensel bir şekilde faydanın en yüksek düzeyde sağlanacağı bir düzen gösterileceği düşünülür. Zira bağlamın
özgün koşullarının öncesinde opsiyonları değerlendirme düzeyi, bunları
gerçekleştirebilme yolları ve karar vermenin biçimleri her şeyden önce
zihinsel ve bu dolayımdan mekanik bir içerik taşımaktadır (Yılmaz, 2009;
Zafirovski, 1999; Boudon,1998). Rasyonel tercih modeli, eylemi niyetsel,
bireysel ve davranışsal öğeler ile açıklaması çoğu zaman sosyolojinin geleneksel disipliner öncüllerini tamamen göz ardı etmesi anlamına gelebilir.
Güçlü gelenek, bu disipliner riski göze alarak toplumsal eylemi doğrudan
rasyonel ilkelerin ışığında algılanması gerekliliğini öne sürer. Goldthorpe
(1998) bu tür katı ön kabullerin eylemi yönlendiren unsurların ampirik olarak
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
85
kanıtlanabilir ve materyal nitelikli olduğu ile aktörün egoistik doğasının ön
kabul gördüğünü ileri sürmektedir. Bu bakımdan güçlü gelenek, eylemin
yönünü bireyin koşulları dikkate alındığında rahatlıkla öngörülebilir olacağına inanır. Zira güçlü ampirik modellerin hemen tümü bu tür öngörülerin
tasdiklenmesi hedefine yönelmiştir.
Ancak güçlü geleneğin sosyoloji içerisinde kabul edilebilir ve etki gösterebilir olduğunu kabul etmek zor görülmektedir (Favereau, 2005). Bunun
temel nedeni toplumsallığın bireysel eylemlerin bütünü olduğuna yönelik
inancın sosyolojik ilgiler ile olan uyumsuzluğu ve tüm modellemelere karşın
bu tür bir sonucu tasdikleyecek ampirik kanıtların zayıflığıdır. Daha çok
nedensellikler üzerinden analitik bir model kurmaya odaklanan ve rasyonel
tercih geleneğine karşın, eğer varolduğu kabul edilecekse eğer, ana akım
sosyoloji çalışmalarında durumsal koşulların öneminin altı çizilmektedir
(Hedström,2005).
Güçlü geleneğin analitik pozisyonundan farklı bir biçimde, rasyonel tercih
teorisini sosyoloji içerisinde ilgi çekici kılan, zayıf bir geleneğin varlığıdır.
Zayıf gelenek temelde, yukarıda da belirtildiği gibi, sosyolojinin eylem
teorisindeki geleneksel “totolojik” konumundan duyulan rahatsızlığın bir
sonucudur. Özellikle rasyonel tercih teorisinin eylemi yüklediği amaçsallıklar yoluyla, toplumsal ilkelerin ne tür biçimlerde genişlediğine yönelik
daha “deneysel” ilgilerin yönlendirdiği bu eğilim (Kanazawa, 1999), araçsal
yönden sorgulanabilir bile olsa makro faktörlerin değerlendirmeye katıldığı bir geleneği ortaya çıkarmıştır (Blossfeld, 1996). Özellikle toplumsal
eylem modellerinde aktörün kararlarını yönlendiren enformasyona ilişkin
sorunlar ve bu sorunların büyük oranda toplumsal ilişkiler bütününden
doğan kısıtlardan doğması, modifiye edilmiş bir rasyonel tercih analizinin
gelişimini desteklemiştir. Bu gelenek içerisinde eylemi yönlendiren asli
unsurun “rasyonel” saikler olduğu kabul edilebilir, ancak bunların bağlamsal
olduğu ve bu nedenle katı bir objektivizm sınırının çizilemeyeceğinin de
fark edilmesi gerekir. Daha doğru olan tavır aktörün karar verme süreçleri
kadar bu sürecin koşullarını belirleyen makro belirleyicilerin varlığının kabul
edilmesidir. Yani temelde aktör çıkar ilkesine uygun eylemlerde bulunur
ancak bu eylemlerdeki tercihleri yönlendiren belirleyici kolektif süreçlerin
de etkili olduğunun unutulmaması gerekir. Çoğu zaman aktörün bilincinde
olmadığı bu süreçlerin örneğin Boudon (1998)’a göre, bilişsel öğelerin etkisi
ile doğru karar verdiğine yönelik bir inanç olarak yansımaktadır. Goldthorpe
(1998) tarafından “subjektif rasyonalite” olarak tanımlanan bu özellik, aynı
86 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
zamanda toplumsal eylemin makro ve mikro boyutları arasında bir paralellik
kurulmasına neden olur.
Hedström & Swedberg (1996) ise bu tür makro kısıtların eylem teorisi
düzeyinde çıkarlar, fırsatlar ve inançlar yoluyla temsil edildiğini düşünmektedir. Buna göre aktör için eylemi yönlendiren evrensel ilkenin rasyonellik
olduğu doğrudur, ancak çıkar maksimizasyonu üzerinden tanımlanan bu
ilkenin işlevselleşmesi ancak aktörün inançları ve fırsatlar yoluyla olur. Bu
iki öğe aynı zamanda yapısal ve toplumsal koşullar ile ilgilidir. İnançlar
bireyin yapabilirliğine ilişkin kişisel yargıları ve eylemin değerine ilişkin
bireysel ön kabulleri ifade eder6. Koşullar ise, eylemin genel çerçevesini
belirler ve eylemin mümkün olmasını sağlayabilecek bireysel olmayan ilişki
ve düzenleri içerir. Başlangıçta (t=1 zamanında) makro toplumsal düzen,
aktörü inanç ve fırsatlar dolayımından bir eylem alanı ortaya çıkarır. Aktör
bu eylem alanında kendi fayda maksimizasyonunu sağlayacak sonuçları
gözetmesi beklenir. Ancak bu ilişkiyi klasik sosyal determinasyondan ayıran unsur bireyin eylemin sonuçlarının, (t=2 zamanında) makro toplumsal
işleyişi etki etmeye muktedir olmasıdır. Bireyci metodolojiyle kurulan
bu tür bir ilişki, eylemin sonuçlarının aktörün tercihlerine bağlı olduğunu
gösteren zaman boyutunda bir senkronizasyonu da içermesidir. Böylelikle
eylem hem (t=2 zamanında) anlamlı bir içerik kazanır, ancak aynı zamanda
(t=2 zamanının) koşullarını da belirler.
James S. Coleman’nın Rasyonel Tercih Teorisi’ndeki Yeri
Rasyonel tercih teorisinin iktisatla kurulan bağlantılardan çok, sosyoloji içerisinde kabul gören bir eğilim olmasında birkaç önemli ismin teorik formülasyona yaptığı katkıların rolü büyüktür. Bu eğilimler arasında
Homans’ın mikro modellere önem veren davranışsalcılığından, Blau’nun
sözleşme teorisine; daha önce belirtildiği gibi Boudon’nun bilişsel modeline
kadar uzanan bir dizi ismin önemini zikretmek gerekir (Hedström & Stern,
2008). Ancak tüm bunlar içinde en çok dikkat çeken ve rasyonel tercihin
1980’lerin ortalarından itibaren değer kazanmasındaki popüler figür olan
J.S. Coleman’nın ayrı bir değeri vardır. Coleman’ın önemi hem rasyonel
tercih teorisinin sosyoloji içerisinde önemli bir eğilim olduğu konusunda,
ancak kimi zaman ikna edici olsa da, çok atıf alan bir yazar olmasının
6 Rasyonel tercih sosyolojisinde bireysel inanç ve tercihlerin etkisine ilişkin ayrıntılar
için bkz. Hechter (1994)
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
87
yanında; rasyonel tercih teorisinin kurumsallaşmasında önemli bir öncül
sayılmasından kaynaklanmaktadır.
Özellikle kurulması için büyük çaba sarf ettiği ve bir dönem editörlüğünü yaptığı “Rationality and Society” dergisi çok uzun bir süre teorinin
etki alanının genişlemesine ve içsel tartışmaların olgunlaşmasına katkıda
bulunmuştur. Ayrıca 1980’lerin sonunda üstlendiği Amerikan Sosyoloji
Derneği başkanlığı sırasında da özellikle Anglo-Sakson akademi dünyasında
rasyonel tercih teorisine yatkın yorumların daha çok duyulmasına katkıda
bulunmuştur (Baron & Hannan, 1994). Yine bu derneğin yöneticiliği sırasında
1991’de derneğin teorik tartışmalar konferansında rasyonel tercih teorisinin
ele alınmasını sağlamış ve bu mini konferanstaki bildiriler, alana ilişkin
yazılan ilk önemli derlemelerden birisi olmuştur (Coleman & Fararo, 1992).
Ancak Coleman’ın katkıları bu tür kurumsal hamiliklerin ötesinde önemlidir. Öncelikle Coleman rasyonel tercih teorisinin bir tür potansiyel büyük
teori olarak görülmesine katkıda bulunan makro ve mikro ilişkiler bağına
özel bir önem göstermiştir. Bu ilişkilerin kurulmasının iki tür önemi vardır. Bunlardan birincisi özgün bir eylem teorisi üretemeyen ve bu nedenle
“yanlışlayıcı (debunking)” yorumlar dışında bireysel eylem ile toplumsallık
arasındaki ilişkileri kavrayabilme konusunda krize girmiş sosyolojiye alternatif bir eğilim türetmesidir (Heckhatron, 2005). İkincisi ise G. Becker’ın
iktisatta yapmış olduğu açılımın bir benzerini sosyolojide yapmış olmaya
niyetlenmesidir (Coleman, 1993a). Bu niyet hem iktisadın aktör kavramlaştırmasının sosyoloji için modellenebilmesine neden olmuş; hem de iktisat
ve sosyoloji arasında kurulan ilişkilerin yeniden yorumlanmasına dayanan
“yeni iktisat sosyolojisinin” ana temalarının şekillenmesine katkıda bulunmuştur (Swedberg, 1990; Swedberg, 1997).
Yazdığı 30’un üzerinde kitap ve 300’den fazla makalede Coleman’ın
temel eğilimlerini ortaya çıkarmak çok kolay değildir. Ancak akademik
hayatının başından itibaren Coleman’ın Lipset, Lazarsfeld ve Merton gibi
işlevselciliğin önemli isimleri ile bağı olmuştur. Belki de bu etkiyle, biyografik anlatılarının birisinde temel amacının gerçek sosyal hayatta etkili olan
normlar, kısıtlar, kurallar ve hedeflerin nasıl bir toplumsal düzen meydana
getirdiğine ilişkin makro – mikro bağın tahsis edilmesi olduğunu belirtmiştir.
Özellikle 1970’lerden sonra disipliner olarak tahrip olan bu bağın tekrar
oluşturulması ve buna ilişkin kuramlar üzerine düşünmenin bir sosyologun
temel görevi olduğuna inanmaktadır (Lindenberg, 2003).
88 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
Bu temel görevin her şeyden önce bir eylem teorisine dayanması normal
karşılanmalıdır. Gerçekten de Coleman 1960’lardan itibaren eğitim sosyolojisi alanındaki çalışmalarını sürdürürken dahi, toplumsal belirleyicilerden
çok eylemi merkeze alan eğilimlere yakınlık göstermiştir. Fine (2011)’a
göre Coleman’ın düşünsel gelişimi takip için özellikle Blau’nun toplumsal
mübadele kuramına yüklediği anlamlara dikkat etmek gerekir. Buna göre
eylem teorisi, bireyciliğin dar versiyonlarından hareket ederek kendisini inşa
etmeli ve aktörün davranışları toplamından toplumsal olan nasıl anlaşılır
sorusunun cevabı bulunmalıdır. Daha çok analitik ve statik özellikli bu anlayış, Holizmin egemenliğe karşın bireyci metodolojinin imkânlarının fark
edilmesi konusunda Coleman üzerinde derin etki yaratmıştır7.
Ancak bu etkilere karşın Coleman daha sonraki dönemde eyleme dönük
mikro sosyoloji çalışmalarının makro bağlantıları kurmakta başarısız olduğunu ve bir pastişten çok öteye gidemediği kanısında olmuştur (Coleman,
1988). Bu tür katkıların kısıtlı görülmesinin temel nedeni büyük oranda
mikro düzeydeki ilişkilere odaklanan “değişim teorisi” gibi girişimlerin
makro boyuttaki etki ve etkileşimlerini açıklamak konusunda yetersiz kalmaları kadar analitik araçlar konusuna neredeyse hiç ilgi göstermemeleridir
(Coleman, 1986; Favereau, 2005). Bu etkinsizliğin tespitinde Coleman’ın
Gary Becker’la ilgilenmesi ve onun çalışmalarının etkisinin rolü büyüktür.
Becker neo-klasik iktisadın standart araçları, piyasa ve homo – economicus
kavramlaştırmalarına dayanarak, toplumsal olarak kabul edilen suç, bağımlılık, doğurganlık vs. olgulara ilişkin en azından içsel tutarlılığı olan açıklamalar getirebilmiştir. Bu açıklamalar, sosyologlar arasında tatminsizlikle
karşılansa da gösterdiği analitik beceri göz ardı edilememiştir. Coleman,
Becker’ın yarattığı bu tür bir genişlemenin aslında sosyolojik karşılığının olabileceğine inanmaktadır. Bu inancın temelinde sosyolojinin temel
ilgi alanı olarak düşündüğü, mikro ilişkilerden türeyen makro sonuçların
tespitiyle, iktisadın “kümelenme (aggregation)” sorununa bulduğu çözümlerin paralelliği yatmaktadır. Gerçi Coleman, iktisadın bu tür bir ilişkiyi
basitleştirdiği kanısındadır, ancak sorunu ele alma konusunda geliştirilen
teori ve amaçların gelişmişliğini de göz ardı etmemek gerekir (Fine,2011;
Frank, 1992).
7 Blumer (1996), Coleman üzerindeki bu etkinin Columbia Üniversitesi’nde Lazarsfeld
ile birilikte çalıştığı dönemin ardından 1970’lerin başında daha etkin bir biçimde izlenebileceği kanısındadır ve bu dönemde özellikle de alan araştırmaları sırasında, bireysel
değerlere ilişkin değişkenlerin yaratabileceği toplumsal sonuçlar üzerine fazlasıyla kafa
yormuştur
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
89
Coleman’a göre toplumsalın davranışsal temellerine ulaşma konusunda
en kritik nokta, zihinsel olarak sorunsuz ve ampirik karşılık bulabilecek bir
teorik eğilimin kabulü konusundadır. Bu bakımdan “rasyonel tercih teorisinin” çağdaş sosyoloji için geçerli bir başlangıç noktası olduğunun kabul
edilmesi gerekmektedir. Rasyonel tercih teorisi Coleman’a göre, homo –
economicus’un karar verme süreçlerinin sosyalleştirilmesine (resocialized)
odaklanmalıdır. Bu sayede sosyal organizasyonların zihinsel olarak düzgün
bir şekilde değerlendirilmesi mümkün olabilecek ve aynı zamanda sosyo
– kültürel faktörlerin etkisi sadece bir bağımsız bir değişken olarak değil,
bütüncül olarak değerlendirilebilecektir (Favereau, 2005; Scott, 2000; Coleman & Fararo, 1992).
Bu bakımdan makro faktörlerin etki alanını da kapsayabilecek bir eylem
teorisi, bireysel seviyeden başlayarak aktörün zorunlulukları ve beklentileri,
bilgi kanalları ve sosyal normları dikkate alabilecek şekilde kurgulanmalıdır.
Zira bu tür ilişkiler, aktörün eyleminin genel kısıtlarını ifade eden makro
olarak tanımlanabilecek faktörleri işaret ettiği gibi bireyci metodolojiye
uygun olarak bireysel eylemin bu tür olgular yoluyla toplumsal düzeni nasıl oluşturduğunu göstermektedir. Bu tür bir düşünce şekli bir zorunluluk
olarak nedensel (causal) olmak durumundadır. Ancak nedenselliğin bireyci
bir metodoloji ile birlikte ele alınması düzeyler arasındaki bağlayıcı gereklilikler dolayısıyla en gerçekçi çözüm olarak değerlendirilir. Coleman bu
konuda en tipik ayrımın Weber’in “Protestan Ahlakı Tezi” üzerinden açıklamaya girişir. Buna göre Weber ve onu izleyen sosyoloji geleneği, anlama
(verstehen) üzerine vurgu yapmakla birlikte, Protestan doktrinle kapitalist
ekonomik sistem arasındaki geçişe önem vermiştir. Ancak bunun bireysel
değer sistemleri dolayısıyla aktörün davranış öncelik ve gereksinmelerini
ne türden dönüştürdüğünü ve aktörün değişen eylem düzeninin nasıl bir
toplumsal sonuç yarattığı kısmen önemli addedilmiştir. Coleman ise bireyci bir metodolojik ön kabulün Protestan doktrin ile kapitalizm arasındaki
nedensellik ilişkisine bireysel değer sistemlerinin değişmesi ve ekonomik
davranışa uyum göstermek gibi mikro düzeyde iki halka daha eklendiği durumda daha anlamlı ve tutarlı bir tez haline geleceğini iddia eder. Bu düzeye
ilişkin işlevselci geleneğin geliştirdiği eylem teorisi önemli bir cevap olabilir.
Ancak ana akım sayılabilecek bu tür bir eğilimde eylemin sonuçlarından
hareketle toplumsal sistemin ne türden döngüselleştiği konusunda önemli
sorunlar ortaya çıkmaktadır (Coleman, 1986).
90 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
(şekil 1.) Kapitalizm – Protestan ahlakı ilişkisi örneğinden Coleman’ın dü-
şüncesinde mikro ve makro bağlantılar (Coleman , 1986: 1322’den alınmıştır).
(şekil.1)’de görüldüğü gibi tüm holistik eğilimler (1) ile gösterilen ilişki
konusuna odaklanmışlardır. Weberyen bakış açısı veya “verstehen” (2) ile
gösterilen hassasiyetlere sahip olmuşlar ve eylem düzeyindeki sonuçları
dikkate almaya gayret göstermişlerdir. İşlevselcilikle ile birlikte (3) ile
gösterilen ilişkisel sonuçlar açıklanabilmiş ancak, mikro düzey ile makro
geçişler arasındaki (4) ile gösterilen alana dair herhangi bir açılım yapılamamaktadır (Coleman, 1986). Ancak nedenselliklerin anlamlı olabilmesi
için sonuca ilişkin eylemsel etkilerin düzeyinin değerlendirilmesi büyük
önem kazanmaktadır ve rasyonel tercih teorisi yoluyla Coleman’ın kurmak istediği ilişkiler bu alanın açıklanmasını sağlayacağına inanmaktadır
(Coleman, 1993a).
Coleman’ın rasyonel tercih teorisine atfettiği anlamı büyük ölçüde belirleyen iktisattaki değişim teorisinin özellikleridir (Fine, 2011). Değişim
teorisi piyasa koşulları altında bağımlı aktörlerin birbirlerinden bağımsız
aldığı kararların, gelecek kararlarını ve piyasa koşulları ne türden etkilediği
konusunda uygun bir örnek olarak değerlendirmektedir. Aktörlerin temel
amacı kişisel çıkarlarına ilişkin en iyi sonuçları elde etmektir ve bu sonuçlara
ulaştıracak yöntemler hakkında belirli akıl yürütme esaslarını kullanarak
davranmaktadırlar. Coleman bu teorik kurgunun karşılıklı bağımlılık ve genel
sonuçların eylemlerin bir uzantısı olmasını, sosyolojinin eylem teorisindeki
bağlantı eksikliğini giderecek şekilde düşünmüştür (Lindenberg, 2003).
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
91
Buna göre aktörün toplumsallık ilişkisini düzenleyen bir dizi sosyal gerekliliğin varlığını kabul etmek gerekir. Her ne kadar toplumsallık bireyselci
bir bakış açısıyla ele alınsa da, aktör piyasa ilişkilerinde olduğu gibi “atomistik” olarak tanımlanmaz. Aksine toplumsallık ilişkisi bir dizi bağlantısallık
üzerinden tanımlanır ve aktörün diğerleriyle kurduğu bu bağlantılar büyük
ölçüde yarı – ilkseldir (Portes, 1998). Bağlantıların bu özelliği eylemin belirleyicileri olma potansiyellerine işaret eder, ancak eylem bu belirleyicilerin
eşliğinde koşulsuz olarak uygulanan ve aktörün bilinçsiz katıldığı motor bir
sürecin ürünü değildir. Aksine aktör bağlantısallığı meydana getiren koşulların büyük ölçüde farkındadır ve bu koşulların gücü aktörün etki düzeyine
göre değişir (Collins, 1996). Buna göre aktör bağlantısallığını normlar,
zorunluluklar ve karşılığında beklentiler ile bilgi kanalları yoluyla sağlar.
Aktörü diğerlerine bağlayan bu bağlar büyük oranda toplumsallık olgusuyla
denk bir içeriğe sahiptir. Ancak bu koşul ve bağların kurulması daha doğrusu aktörün eylemlerinde bu faktörlere de önem vermesinin belirli rasyonel
gerekçeleri vardır. Dolayısıyla çağdaş sosyoloji gündemini takip eden bir
araştırma eylemi yönlendiren bu tür yarı ön koşulların içeriği ve rasyonel
temelleri ile meşgul olmalıdır (Coleman, 1986; Coleman, 1992). Burada söz
konusu bağlantısallıkların rasyonel ilkelerin dışında daha diğerkâmcı veya
geleneksel değerler sistemi tarafından da kurulabileceğine yönelik itirazlar
görülebilir. Ancak yine Coleman’a göre çağdaş bir araştırmanın gündemi,
bunları bir ön kabul olarak değerlendirmek değil aksine mikro temellerine
değinmek durumundadır. Zira aksi bir durum sonu kısırdöngüye varacak
değerlendirme tarzlarına ve buna yönelik Holizm temelli kadim tartışmaların yeniden canlandırılmasına imkân vermekten öteye anlam kazanması
zor gözükmektedir (Coleman, 1996a).
James S. Coleman’nın Sosyal Sermaye Kavramı ve Rasyonel Tercih
Teorisinden Gelen Temelleri
Coleman’ın hedeflerine uygun olarak değişim teorisindeki bağlantısallığa
benzer bir ilkenin ve bunun normatif yönünü toplumsal olarak tanımlayabilecek kavram, sosyal sermayedir. Kavram büyük oranda sermaye teorisinden
kaynaklanmaktadır ve Coleman’ın Becker’in modellemesindeki “beşeri
sermaye” kavramı ile bütünleşik bir niteliği vardır (Coleman, 1988; Coleman, 1986; Coleman, 1992; Boxman & De Graaf & Flap, 1991). Coleman
sosyal sermayeyi aynı zamanda amaçsal eylem ilkesinin bir gereği olarak
toplumsal bağlam ile eylem arasındaki etkileşimlerin düzeyi değerlendirmek
92 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
için kullanmaktadır (Field, 2006).
Buna göre sosyal sermaye, aktörün bağlantısallığına paralel olarak kullandığı kaynakların bir bölümünü oluşturur. Aktörün toplumsal ilişkileri bu
kaynakların dağılımı üzerinden kurulur. Bu bakımdan finansal kaynaklar,
piyasa içi konumların bir göstergesidir. Beşeri sermaye ise, aktörün finans
dışı, özellikle zihinsel, davranışsal ve beceriye dönük kaynaklarını ifade
eder ve bu tür kaynaklar da değişimin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Sosyal sermaye ise toplumsal yapının bir ürünü olarak toplumsal ağlar
yoluyla edinilen kolektif kaynakları ifade eder (Coleman, 1988). Sosyal
sermaye yoluyla ulaşılabilen kaynaklar, eylemin normlar, zorunluluklar ve
bilgi kanallarına karşılık gelebilecek üç şekillendiricisi mevcuttur.
Bunlardan ilki yükümlülükler (obligations) olarak tanımlanır. Yükümlülükler, bireyin diğer bireyler yönelik başlangıçta diğerkâmcı olarak tanımlanabilecek eylemlerini içerir. Birey için karşılıksız olarak tanımlanabilecek
bu eylemler, büyük ölçüde diğer bireyin gelecekteki karşılıklarını gözeterek
meydana gelir (Stone, 2001). Bu anlamıyla yükümlülük, antropoloji literatüründeki “armağan” kavramıyla benzer bir içerdiği düşünülebilir (Godbout,
2003). Ancak bu tür bir ilişki çoğu zaman örtük bir borçluluk ilişkisi tarafından şekillendirilmektedir (Yükseker, 2010). Buna karşın Coleman’a göre
yükümlülük ilişkisinde borçluluk fikri başlangıçtan itibaren aktör tarafından
gözetilen bir niteliği vardır. Bireyler çok sayıda yükümlülük ilişkisi kurarak
çok sayıda karşılık yaratırlar ve bu durum Coleman’ın benzetmesiyle çok
sayıda kredi slipine sahip olmakla aynı anlama gelmektedir (Coleman, 1988).
Bu açıdan sosyal sermaye bireyler arasında ortak yükümlülük alanlarını
ifade eden bir kavram olur ve bireylerin gelecek beklentilerinin somutlaşması anlamına gelir.
İkinci türde şekillendiriciler, beklentiler (expectations) olarak tanımlanabilir. Beklentiler, yükümlülüklerden farklı olarak bireyin karşılıklılık
ilişkisine atıf yapmaz ve daha çok bağlantılarının kendisi için sağlayacağı
avantajları içerir (Rydin & Pennington, 2000). Bu tür kaynakların varlığı
aynı zamanda aktörün toplumsal bağlantılara verdiği önemi anlamlı kılar.
Özellikle potansiyel kaynaklar, bireyin ihtiyaç duyabildiğini kullanacağı
ve erişebileceği unsurlardır ve birey ancak bağlantısallıkları güçlü olduğu
durumlarda en üst düzeyde fayda sağlayabilir. Dolayısıyla sosyal sermaye
kavramının “toplumsal ilişkilerin iyileştirilmesi” nosyonuna en yakın ve
gerçekten sermaye tanımına yakın formunun “beklentiler” dolayımından
kurulduğu ifade edilebilir (Lin, 1999). Bu kavramın etkinliği aynı zaman-
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
93
da sosyal sermayenin rasyonel tercih bağlamında değerlendirilebilmesini
kolaylaştırır ve diğerkâmcılık tartışmalarına karşın elini güçlendirir. Zira
bireysel refahın özellikle uzun vadeli belirleyicilerini başkalarına diğerlerinin refahına bağlı kıldığı için; bireyin fayda maksimizasyonu ile kurduğu
işbirlikleri ve yakınlıkların rasyonel temeller ile değerlendirilmesine imkân
sağlamaktadır (Schmid & Robinson, 1995).
Üçüncü faktör ise güveni (trustworthiness) kapsar ve karşılıkların gelişmesi konusunda bireye, diğer bireylerin benzer eylem kalıp ve ilkelerine
sahip olduğu konusunda inanca sahip olmasını içerir. Bu tür bir inanç aynı
zamanda eylemin olası sonuçlarına karşı önceden edinilebilecek bilginin
niteliğini de belirler. Coleman (1988) için güven unsurunun belirlediği
iletişim kanalları eylemin yaratacağı maliyet veya olası maliyetlerin hacmi
konusunda kullanılabilecek sosyal ilişkilerden kuruludur. Bu tür bir mekanizmaya verdiği örneklerden bir tanesi akademik ağlar ile ilgilidir. Akademi
dünyasında kurulan yakınlıklar ve iletişimler, aynı zamanda yeni gelişme ve
değişmeleri ifade eden sosyal iletişimler anlamına gelir ve bu türden geniş
ağlara sahip akademisyenler gündelik iletişimler üzerinden uygun mesleki
çıktılar elde edebilirler.
Güven ilişkisi büyük oranda beklentiler ve yükümlülükler tarafından
şekillendirilmektedir. Beklentilerin karşılık bulduğu durumlarda güven düzeyinin arttığı ve bunun da sosyal sermaye üzerinden toplumsallığın anlamını
güçlendirdiğini görülmektedir (Glaeser,vd., 1999). Yine yükümlülüklerin
işler olabilmesi için güven düzeyinin etkisi belirleyicidir. Bu tür bir etkinin
iktisattaki “dışsallıklar” sorununun ortadan kaldırılmasına benzer biçimde,
“kolektif eylem sorunu”na çözüm oluşturucu potansiyeli taşıdığına inanılmaktadır (Brehm & Rahn, 1997). Bu sorunun ortadan kaldırılması bakımından
sosyal sermayenin bireysel eylem ve çözümlere odaklanması büyük oranda
kavramın rasyonel tercih teorisinin ilkeleri üzerinden şekillenmesine en
önemli örnek olarak görülmelidir. Ayrıca toplumsallıkların bireysel güven
üzerinden tanımlanması, bireysel eylemin toplumsal sonuçlar verebilecek
düzeyde ele alınması sonucunu doğurur. Coleman için sosyal sermayenin en
önemli çıktısı, mikro ilişkilerin makro sonuçlar ortaya çıkarmasına ilişkin
önemli bir teorik araç olarak görülmesine neden olmaktadır (Portes, 1998;
Sampson & Morenoff & Earls, 1999).
Coleman için sosyal sermayenin mikro düzeyde nasıl kurulduğunu
göstermek, makro düzeyde vereceği önemli sonuçları göstermek kadar
önemlidir. Coleman için rasyonel tercih teorisinin fayda maksimizasyonu,
94 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
amaçsallık ve nedensel ilişkilere dayanılması gibi ilkeleri bu açıdan değer
taşır. Sosyal sermaye güven, beklentiler ve yükümlülükler gibi nitelikleri
üzerinden bireysel düzeyde işbirliği ve olumlu sosyal sonuçların nasıl kurulduğunu açıklayabilmektedir. Bu üç niteliğin birbirini besleyen özellikleri
aynı zamanda toplumsallığın neden kurulduğuna ilişkin eylem teorisinin
genel amacını açıklama konusunda yardımcı olur. Bu şekilde, yani yükümlülük, beklentiler ve güven sayesinde sosyal çevrede diğerlerine yönelen
dayanışmacı duyguların gelişmesi sağlanır, bilgi kanalları işler hale getirilir ve yaptırımların kurulmasına destek olarak bireysel eylem ile olumlu
toplumsal sonuçlar arasındaki ilişki tanımlanmış olmaktadır (Field, 2006).
Sosyal sermayenin olumlu sonuçlar doğurma imkânları büyük ölçüde
“sosyal kapalılık (social closure)” kavramı ile ilgili görülmüştür. Coleman
(1988) için bu kavram, Burt (2000)’un güçlü bağlar tanımına uygun bir niteliğe sahiptir ancak yarattığı sonuçlar bakımından zayıf bağların ifade ettiği
olumlu dışsallıkları ifade eder ve sadece ilksel bağlar tarafından kurulmaz.
Sosyal kapalılık, bireyler ve gruplar arasındaki yapısal ilişkilerden kurulan
sosyal kaynakları ifade eder ve büyük oranda toplumsal kontrol kavramı ile
ilgilidir (Thorlindson & Bjarnason & Sigfusdottir, 2007). Buna göre örneğin
aile içerisinde ebeveynler ile çocuklar arasında kurulan güçlü kapalı bağlar;
diğer aileler kurulan ilişkiler için de devam edebiliyorsa ve bu ilişkiler farklı
birey ve gruplar arasındaki ilişkilerini yatay olarak kesebilme faaliyetine
sahipse, bu tür bir ilişki, sosyal kapalılılığı ifade etmektedir (Morgan &
Sorensen, 1999; Baştürk, 2011). Sosyal kapalılık, yükümlülüklerin toplumsal etkiler yapabilmesinin yegâne yoludur ve bu haliyle bireysel düzeyde
kurulan ilişkilerin nasıl toplumsal sonuçlar verilebileceğini göstermektedir
(Portes, 1999; Sandefur &Lauman, 1998).
Sosyal Sermaye ve Eğitime Katılma: Coleman Modeli
Coleman rasyonel tercih sosyolojisinde kurucu bir isim ve sosyal sermaye
kavramının popüler figürü olduğundan daha önce eğitim sosyolojisi alanında, özellikle eğitim politikaların ve toplumsal faktörlerin etkisi konusunda
önemli bir isimdir (Lindenberg, 2003). Özellikle 1964 yılında Amerikan
Parlamentosu için hazırladığı ve Coleman Raporu olarak bilinen “Eğitimde
Fırsat Eşitliği (Equality of Educational Opportunity)” çalışması 1995 yılına
değin SSCI’de sürekli en fazla atıf yapılan 20 çalışma arasında yer almıştır
(Marsden, 2005). Yine 1961 yılında yapmış olduğu eğitim alanındaki ilk
çalışma “Ergenler Toplumu (Adolescent Society)” çalışma Coleman’ı eğitim
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
95
politikalarında alanında sürekli atıf yapılan ve önem verilen bir isim olmasına neden olmuştur. Özellikle eğitimi toplumsal konumuyla değerlendirme
konusunda ve eğitimin toplumsal sonuçları kadar; eğitim ve politikalarını
yönlendiren toplumsal faktörlere odaklanılması konusunda eğitim sosyolojisi alanında değer görmesini sağlamıştır. 1960’ların sonuna değin yaptığı
çalışmalarda eğitime katılma ve rasyonel tercih arasındaki ilkeleri açık bir
şekilde savunduğuna dair bir ibare bulmak zordur. Buna karşılık Heckmann
& Neal (1996), eylem teorisi ve Blau ile kurduğu yakınlıklar dolayısıyla
Ergenler Toplumu’ndan itibaren rasyonel ilkelerin etkisine ilgi duyduğunu
ileri sürmüşlerdir. Özellikle, formel ve enformel pekiştirici (incentives)
faktörlerin eğitim başarısını etkilemesi konusundaki değerlendirmelerinde
rasyonel ilkelerin dayanan açıklamalar geliştirmiştir. Yine Eğitimde Fırsat
Eşitliği’nde okullarda eğitim koşullarının iyileştirilmesi konusunda, veli
motivasyonlarının ve odaklanmasının etkisini göstermeye çalışarak kolektif
fayda ile bireysel faydanın uyuşmasının önemini göstermiştir. Zira raporun
ana fikirlerinden birisinin eğitim koşulları kadar, ebeveynlerin ilgi düzeyinin
etkisini göz ardı edilemeyeceği olmuştur (Coleman, 1996b).
Ancak eğitime katılma yönünden değerlendirildiğinde Coleman’ın rasyonel tercih teorisinin varsayımlarını güçlü ve açık biçimde kullandığı
kavram “sosyal sermaye” olmuştur. Coleman tarafından sosyal sermaye
her ne kadar eğitim sosyolojisi için düşünülmüş bir kavram olmasa da,
özellikle eğitime katılım ve eğitim başarısı yönünden kullandığı sosyolojik
argümanın desteğiyle bu alanlarda yaygın bir etki bırakmıştır. Bu nedenle
eğitim üzerine yapılan çalışmalarda, sosyal sermayeye dayanan çalışmalar
10 katına çıkmış (Dika & Singh, 2002); ayrıca politika oluşturma düzeyinde
de sık rağbet edilen bir kavram haline gelmiştir (Gamarnikow & Green,
1999). Coleman (1988) sadece eğitim sosyolojisi alanında değil, kavramla
ilgilenen literatürün genelinde de çok atıf alan çalışmasında, sosyal sermayenin eğitime katılma yönündeki olumlu etkisini açıklayıcı bir örnek olarak
kullanmaktadır. Özellikle sosyal kapalılık kavramında ailenin eğitim başarısı
yönünden yaptığı katkıyı göstermesi bu açıdan anlamlıdır.
Buna göre ailenin yapacağı etkiler, sadece finansal kaynakların eğitime
yönlendirilmesini içermez; daha doğrusu finansal kaynakların etkin bir beşeri
sermaye sonucu verebilmesi için sosyal sermayenin ifade ettiği ilişkiler ile
desteklenmesi şarttır. Söz konusu desteklerin yaratılmasında ebeveynlerin
sosyal kontrol rolü önemlidir. Ancak sosyal kontrol sadece ebeveyn – çocuk
ilişkilerinden kurulmaz, bu kuşaklararası etkinin ayrıca sosyal çevreyle
96 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
desteklenmesi şarttır. Sosyal çevrede çocukların sosyal kontrolü genellikle
okul yönetimleri ve akran grupları tarafından belirlenir. Bu açıdan sosyal
kapalılık kuşaklararası ilişkiye ek olarak okul yönetimleri ve akran grupları
adına aynı gruptaki arkadaşların aileleri arasında kurulan ilişkileri kapsamaktadır (Carbonaro, 1999; South &Haynie & Bose, 2007). Kuşaklararası
yakınlıkla elde edilen bireysel gelişim imkanlarının sadece eğitim başarısıyla
ilgili olmadığı, davranışsal ve bilişsel yönden de çok sayıda avantaj yarattığı
(Fletcher & Hunter & Eanes, 2006; Fletcher, vd., 2001), dolayısıyla da hem
mikro boyutta avantajlar hem de makro boyutta kamusal iyi yaratacak bir
potansiyelle ilgili olduğu düşünülmektedir (John, 2005).
Coleman için bu tür bir etkinin iki tipik örneği, Amerikan toplumu bağlamında, Katolik okulları ve Güneydoğu Asyalı ailelerdir. “Eğitimde Fırsat
Eşitliği” çalışmasından itibaren Coleman, farklı okul türleri arasında Katolik
okullarının daha başarılı olduğunu görmüştür. Ancak özellikle 1980’lerin
ortasında yaptığı iki çalışmada (Hoffer & Greeley&Coleman, 1985; Coleman, 1987), bu okulların sadece materyal koşullar bakımından değil aynı
zamanda gelişkin sosyal kontrol imkânları ve ebeveyn ilgisi yönüyle de
farkın yaratıldığını ileri sürmektedir. Ayrıca bu tür imkânların gelişiminin
eğitim başarısı kadar, bilişsel ve moral gelişim gibi mikro boyutta anlamlı
sonuçlar yaratmakta olduğuna inanmaktadır (Coleman & Hoffer & Kilgore,
1982). Bir diğer örnek ABD’deki Güneydoğu Asyalı ailelere ilişkindir.
Karşılaştırmalı olarak ele alındığında diğer göçmen gruplarından daha
avantajlı koşullara sahip olmamasına karşın, Güneydoğu Asya kökenliler
arasında eğitim başarısı belirgindir (Zhou & Blankston, 1994; Noguera,
2004). Coleman bu aileler arasında özellikle ebeveynlerin eğitime sürecinde
gösterdikleri desteklerin, Güneydoğu Asyalı ailelerin asıl farkının olduğuna
inanmaktadır. Örneğin ders kitaplarının hem çocuklar hem de ebeveynler
için alınması ve ev ödevlerine yönelik katılımcı kontroller, eğitim başarısını
dolayısıyla orta öğrenim sonrası katılım oranlarını arttırmaktadır (Coleman,
1988). Bu etkinin doğal sonucu olarak bu gruplar Amerikan toplumu ile
daha entegre olmuş görülmektedir (Ngo & Lee, 2007; Zhou, 1997).
Ancak Coleman’ın analizinde kritik nokta kuşaklararası ilişkilerin kuruluş biçimleri ve buna bağlı olarak kaynakların kullanımındaki öncelik
ve etkileşimlerdir. Bu bakımdan sosyal sermaye, daha çok aile içerisindeki
ilişkilerden kurulan ve mikro – makro bağlantılarda beklendiği gibi genelleştirilebilir sonuçlar yaratan bir niteliğe sahiptir. Aile içi ilişkileri yönlendiren
temel unsur büyük oranda Becker’ın beşeri sermayedeki açıklamalarıyla
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
97
ilgilidir ve ebeveyn – çocuk etkileşiminin rasyonel ilkeleri büyük oranda
Becker’ın açıklamalarına dayanır (Coleman, 1992; Coleman, 1993b). Ancak
bu etkileşimi olumlu toplumsal sonuçlara yönelten unsurların dikkate alınması da gereklidir. Coleman, bahsettiği bu etkilerin daha iyi analiz edilmesi
konusunda, Sandefur & Meier & Campbell (2006) aile içi kaynaklar ile
toplumsal kaynakların ayrıştırılması gerektiğine inanmaktadırlar. Buna göre
aile içi kaynaklar daha çok aile formu ile ebeveynlerin rolünü ifade eder ve
özellikle çekirdek sonrası aile formlarının etkilerine odaklanır (Edwards,
2004; Furstenberg & Kaplan, 2004). Coleman’a göre ebeveyn – çocuk
ilişkisinin yaratabileceği olumlu sosyal sermaye kaynaklar, ebeveynlerin
fiziki varlıklarıyla ilgilidir ve klasik çekirdek aile formunun en olumlu sonuçlar yaratma potansiyeline sahip olduğuna inanır (Coleman, 1988; Downey, 1995). Benzer bir biçimde kardeş sayısının az olması sosyal sermaye
kaynaklarının etkinliğini arttırmaktadır (Shavit & Pierce, 1991). Bu etki
yine büyük oranda doğurganlık çalışmalarında rasyonel tercih ilkelerinin
uygulanmasını içeren “kaynak seyreltme (resources dillution) modeli” nin
bir uygulaması olarak görülmektedir (Downey, 2001).
Yine özellikle kadınların çalışma hayatına katılması yolundaki yaygın
etkilerin dışında bir görüşe sahiptir. Klasik modelde annenin çalışma hayatına katılması ile ailenin finansal kaynaklarının genişlediğine inanılır. Doğal
olarak artan finansal kaynakların eğitime katılım oranlarını da yükselttiği
görülmektedir (Kalil & Ziol-Guest, 2008). Ancak Coleman hem ailenin
çocuklarını ayırabileceği zamanı azaltacağından, hem de sosyal kontrolün
gelişmesini engelleyeceğinden eğitim başarısını olumsuz etkileyeceğine inanmaktadır (Muller, 1995). Nitekim Parcel & Maneghan (1994), Coleman’ın
bu tezini annenin çalışma zamanının artmasıyla çocukların karşılaştığı
davranışsal problemlerin arttığını göstererek desteklemektedir. Annenin
işgücüne katılma hakkındaki bu yorum, genellikle fayda maksimizasyonun dolaylı yadsınması olarak görülebilir. Ancak buradaki genel ilkeler
büyük oranda işgücüne katılım kararını vermek konusunda, rasyonel tercih
teorisinin açıklamalarından birisi olan “zaman tahsisi (time allocation)”
ilkesiyle ilgilidir. Yani ebeveynlerin zaman tercihlerinin bir uzantısı olarak
çalışma zamanı ve hane içi zaman dengesiyle ele alınır (Meester & Mulder
& Fortuijn, 2007).
Coleman modelinin diğer bir yönünü ailenin toplumsal çevreyle ile kurduğu ilişkiler oluşturur ve bu ilişkiler genellikle “sosyal kapalılık” modeli
çerçevesinde ele alınır. Bu model büyük oranda normlara ilişkin rasyonel
98 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
ilkelerin belirleyici temelini tasdik edilen bir niteliğe sahiptir (Fukuyama,
2009;Hechter & Kanazawa 1997). Yani ilkelerin bireysel metodolojiye
uygun bir biçimde ilişkisel düzeyde nasıl türetildiği ve bunların bireysel
faydayla olan ilişkisine odaklanılır. Bu açıdan eğitime katılma açısından
diğer veliler ve komşular gibi toplumsal çevreyle kurulan ilişkiler büyük
oranda, sağlayacağı toplumsal faydalar gözetilerek kurulur. Benzer biçimde
okul ile velilerin kurduğu ilişkilerde benzer ilkeler geçerlidir (Coleman,
1988; De Vos, 1989; Lee & Croninger & Smith, 1994). Özellikle toplumsal
ilişkilerin kurulma düzeyi ile okul yönetimi ile kurulan bağlantıların önemi
üzerinde durulmaktadır (Sandefur & Meier & Campbell, 2006).
Modelin kritik noktalarından bir tanesi, “sosyal sermaye”nin bir kaynak
formu olarak hangi düzeyde etki yaptığı ve diğer kaynak biçimleri ile ne tür
bağlantılar kurulabileceğine ilişkindir. Coleman (1988) sosyal sermayeyi,
çoğunlukla finansal ve beşeri sermaye biçimlerinden bağımsız olarak ele
almaktadır. Ancak bu etkinin özelliklerine nadiren değinmiştir ve daha çok
diğer sermaye türlerini destekleyici boyutunu vurgulamıştır. Bu bakımdan
sosyal sermaye, aile, topluluk (komşular, akran gruplarının velileri, vs.) ve
okulun beşeri ve ekonomik sermayesi tarafından belirlenen ve eğitim başarısında aracı etkiler yapan bir faktör olarak ele alınmıştır (Huang, 2002).
Smith & Beaulieu & Saraphine (1995), bu bakımdan Coleman’ın sosyal
sermaye yorumunun bağlantısal bir karaktere sahip ve daha çok normların
etkileri bağlamında sonuçlar üreten bir faktör olarak eğitime katılım yönünden etki yapabileceğini düşünmektedirler.
Coleman Modeli’nin Eleştirisi: Rasyonel Tercih Teorisine İtirazlar
Coleman’ın eğitime katılma – sosyal sermaye arasındaki modelinin
yarattığı tartışmalar geniş kapsamlı olmuştur. Bunların büyük bir bölümü,
Coleman’ın spekülasyona yol açan, ebeveynlerin rolleri (özellikle annenin
hane içi rolleri), Katolik okulların etkisi ve daha çok sosyal sermaye ve beşeri
sermaye arasındaki bağlantıları kapsamaktadır. Bu önermelerin her birine
ilişkin Coleman’ı destekleyen veya yeren geniş ampirik gözlemlere dayalı
çalışmalar bulunmaktadır. Ancak bu çalışmaların önemli bir bölümü, daha
önce değinildiği gibi Coleman’ın rasyonel tercih teorisiyle kurduğu bağları
yadsımaktadır. Gerçi Fine (2011) sosyal sermayeye dayanan bu tür bir tek
boyutluluğunun, rasyonel tercih teorisinin dayatmış olduğu bağlamsızlığın
bilinçsiz bir ön kabulü olduğu konusunda kapsamlı bir eleştiri getirmiştir.
Burada ise Coleman’ın varsayımlarının rasyonel tercihin ilkelerine dayalı
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
99
olarak üç boyuttaki eleştirisine odaklanılacaktır. Bu eleştiriler büyük oranda
Archer & Tritter (2000) tarafından, rasyonel tercih yaklaşımının sosyoloji
teorisinin çağdaş eleştirilerinde odaklandığı üç yapısal unsurun gücü ile değerlendirildiği eğilimden türetilmiştir. Buna göre çağdaş ve geçerli bir teorik
eğilim, “subjektivizm – objektivizm”, “aktör – yapı” ve “eş zamanlılık – art
zamanlılık” dikotomilerine doyurucu cevaplar üretme durumundadır. Bu
bakımdan Coleman’ın sosyal sermaye ve eğitime katılım arasında kurduğu
bağlantılar bu düzeyde kritik edilmeye çalışılacaktır. Söz konusu eleştirel
eğilimlerin değerlendirilmesinde Pescosolido (1992)’nun sosyal etkileşimin
öncelik ve belirleyiciliğini fazlasıyla göz ardı ettiğine yönelik itirazlarından
ve Malesevic (2002)’nin teoriyi indirgemecilikle itham etmesini ve steril
bir karaktere sahip olup, hegemonik ilişkilere neredeyse tamamen göz ardı
etmesine yönelik görüşleri de dikkate alınmaktadır. Bu bakımdan hem
Archer &Tritter (2000)’nin sınıflandırması; hem de bu iki önemli itirazın
çıkış noktasından hareketle Coleman’ın sosyal sermaye modelinin rasyonel
tercih teorisi temellerine dönük eleştiriler üç başlık halinde ele alınacaktır;
a. Ampirik sonuçların tutarsızlığı
Rasyonel tercih teorisinin en belirgin özelliklerinden bir tanesi eylemi
nedensellik ilkesi bağlamında ele almasıdır. Bu özellik doğal olarak teorinin,
pratik eğilimli ve ampirik kanıtların yarattığı evrenselliğe bağımlı olması
sonucunu doğurmaktadır. Yine kurulan yöntemsel bağlar, iktisadın kuvvetli
ampirik karakterinin, eylemin sosyolojik açıklanmasında da kullanılmasını
sağlamıştır. Hedström & Swedberg (1996), rasyonel tercih teorisinin savunduğu ampirisizmin, daha çok anket gibi yöntemlere dayanan ve değişken
merkezli (variable centered) olan ana akım sosyolojinden farklılaştırdığını
ileri sürmektedir. Rasyonel tercih teorisi için ampirik niteliklerin fazlaca
vurgulanması, çoğu zaman açıklama becerisini diğerlerine kıyasla güçlendiren bir özellik olarak ele almıştır (Udehn, 2008; MacDonald, 2003).
Rasyonel tercih teorisi bağlamında eğitime katılma konusunda çok sayıda
ampirik gözlem yapılmıştır (Hatcher, 1998). Ancak Coleman’ın sosyal sermaye modelinin özgün varsayımları dolayısıyla dikkate değer bir biçimde
farklı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisinde De Garmo & Forgath
& Martinez (1999) eğitime katılma eğilimlerinin genel olarak, sosyal kapalılık, kontrol ve kuşaklararası toplumsal denetim tarafından yönlendirilen
bir faktör olmaktan çok; finansal kaynakların denetimi altında olduğunu
göstermişlerdir. Bu bakımdan eğitime katılmanın aslen toplumsal gelir
100 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
eşitsizlikleriyle beraber düşünülmesi gerekliliğine inanmaktadırlar. Field &
Schuller & Baron (2000) ise sosyal sermayenin toplumsal ağların ve ilksel
ilişkilerin önemini abarttığını ve modern toplumlardaki formel kanalların
işleyiş ilkelerini aşırı derecede göz ardı ettiği kanısındadır. Benzer şekilde
Shah (2007) ABD’deki Laos’lu genç kadınlar üzerinde ve Pinkster (2007)
Hollanda’daki Türk göçmen aileleri üzerine yaptığı çalışmalarda Coleman’ın
altını çizdiği güçlü toplumsallıkların eğitim başarısı yaratmadığını aksine
toplumsal yalıtılmışlığı arttırdığı sonucuna ulaşmışlardır. Bu sonuçlar genel
olarak, Coleman modeli ile ilgili tutarsızlık iddialarının gücünü arttırmaktadır. Coleman’ın modeline ampirik sonuçlar bağlamında getirilen eleştiriler,
daha çok epistemolojik köken ile ilgilidir ve sosyal sermaye ile eğitime
katılma arasındaki ilişkinin fazlasıyla “indirgemeci” ve “iktisadi kurgunun
dilinde” oluşturulduğu ileri sürülür (Smith & Kulynych,2002).
Bu açıdan eğitime katılma kararını etkileyebilecek karmaşık toplumsal
faktörler karşısında fazla yavan kalan bir içeriğe sahip olma riski ile karşılaşılmaktadır. Riskin en önemli sebebi makro faktörlerin etki alanın fazlasıyla
dar tutulması ve bireyci metodolojinin izleklerine sıkıca bağlanma isteğinden
kaynaklanabilir. Gerçekten de Coleman’ın sosyal sermaye modeli, bireyci
metodolojinin kısmen kısıtlayıcı eylem yorumunu fazlaca önemser ve bu
tür bir eğilim makro koşulların etkileme düzeyini algılama konusunda sorunlar taşıyabilmektedir (Fine, 2011). Bazı sosyologlar, bu kısıtlı çerçevenin
açık dezavantajları nedeniyle rasyonel tercih teorisine yatkın olsalar dahi,
Coleman’nın modelinden çok; sınıf ve toplumsal eşitsizliklerin yarattığı
kısıtlar çerçevesinde bir tercih teorisi geliştiren Breen & Goldthorpe Model
(Breen, 2001)’e daha fazla yakınlık duymaktadırlar (Stocke, 2007; Sullivan,
2006). Ancak eğitime katılma konusundaki yorumların daha yaygın olanları
toplumsal öncülleri temel belirleyici olarak gören “yeniden üretim teorisi”ne
dayanmayı daha uygun görmektedir (De Graaf & De Graaf & Kraaykamp,
2000; Katsilis & Rubinson, 1990). Bu durum rasyonel tercih teorisinin ve
sosyal sermaye kavramının katkısının tamamen göz ardı edilmesi anlamına
gelmemektedir. Yine özellikle teorik argümanların sağladığı gücün etkisiyle
her iki eğilimi de bir arada değerlendiren çalışmalara da rastlanılabilmektedir
(Van de Werfhost & Sullivan & Cheung, 2003).
Coleman’ın sosyal sermaye modelinin bu konudaki en önemli eksikliği, toplumsal ağların etkisi olarak tanımladığı yapısal faktörleri, tamamen
ilişkisel düzeyde kurması olmaktadır (Portes, 2000). Ancak asıl sorun bu
ilişkisel tanımlama çerçevesine karşın, ölçme düzeyinde kullanılan yöntem
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
101
ve değişkenler ile veri kaynaklarının söz konusu bağlamın tamamen dışında
oluşmuş olmasıdır. Coleman modelinde çoğunlukla, aile formu, hane halkı
büyüklüğü, kardeş sayısı gibi değişkenleri rasyonel tercihlerin bir sonucu
olarak görür. Örneğin ailenin çekirdek aile formunda olması ve tek çocuklu
olmasını doğrudan ebeveynlerin rasyonel tercihinin bir göstergesi olarak
değerlendirir. Bu tür hipotetik verilerin kullanımı, toplumsallığın tanımlanması konusunda da devam eder ve örneğin kilise faaliyetlerine katılım
gibi ölçütler doğrudan güçlü toplumsallığın bir yansıması olarak görülür.
Dolayısıyla bu tür veriler arasında kurulmaya çalışılan destekleyici ilişkilerin spekülatif karakterli olması doğaldır. Nitekim Morrow (1999), bu tür
göstergelerin çoğu zaman keyfi olarak seçildiğini ileri sürmektedir. Benzer
bir biçimde, çoğu zaman aynı yöntemi kullanan çalışmalar arasında dahi,
ortaya çıkan birbirini yanlışlayıcı sonuçların büyük oranda ölçüme konusundaki kararlardaki tutarsızlığa bağlamaktadır. Doğal olarak bu ölçütler
arasındaki bağlamsallıklar da keyfi olarak kurulmaktadır.
Ölçme ve veri tercihi bakımından ele alınması gereken bir başka sorun,
Dika & Singh (2002) tarafından dile getirilen veritabanı tercihleri ile ilgilidir.
Bu çalışmaların kullandığı veri ve ölçütlerin hemen hepsi sosyal sermaye
için üretilmiş değildir. Dolayısıyla büyük ölçüde proxy göstergeler kullanılır ve sonuçta veri manipülasyonu ile karşılaşılması doğaldır. Ayrıca elde
edilen verilerin ifade ettiği ilişkiselliklerin dinamiği hakkında fikir vermesi
genellikle mümkün olmamaktadır Van Deth (2006), sosyal sermaye söz
konusu olduğunda, verilere ilişkin farklılıkların ulaşılan sonuçları açık bir
biçimde değiştirdiğini göstermiştir ve bu etkiye Coleman’ın modeli takip
edildiğinde rahatlıkla rastlanılabilir.
Bu bakımdan Coleman’ın sosyal sermaye modeli, rasyonel tercih teorisinin kendisine tanıdığı ampirik üstünlüğe analitik olarak bakıldığında
çok kısmi olarak sahiptir. Gerçi Coleman’nın analizinin eğitime katılım
modelleri ve araştırmalarda kullanılan yöntemleri derinleştirdiği bir gerçektir (Heckman & Neal, 1996). Ancak metodolojik tercihlerin rasyonel
tercih teorisinin vaat ettiği sonuçlara ulaşma konusunda yetersiz olduğu da
açıktır. Bu tür bir “yetkinsizlik” büyük oranda, rasyonel tercih teorisinin
yöneldiği analiz düzeyindeki eksikliklerin bir uzantısı olarak görülebilir.
Nitekim daha önce de değinildiği gibi, rasyonel tercih yaklaşımı, ampirik
düzeyde istatistiki analizlerden uzaklaşarak, özellikle iktisatta olduğu gibi
matematiksel modellerin desteğiyle, olgular arasındaki anlamlı ilişkileri
değerlendirmeye çalışmaktadır (Coleman, 1986). Ancak bunun için ihtiyaç
102 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
duyulan, sadece değişkenler arasındaki temel bağıntıları kurmaya yarayacak
verilerin kullanılmasıdır (Hedström & Swedberg, 1996). Bu düzeydeki verilerin, günümüzde sosyolojik çalışmalara yön veren geniş veri setlerinden
sağlanması hemen hemen imkansızdır. Bu tür aksiyomatik veriler ile daha çok
davranışsal boyutta karşılaşılması olasıdır. Nitekim rasyonel tercih yaklaşımı
içerisinde davranışsal değerlendirmeleri içeren deney sonuçlarının güçlü bir
kaynak olabileceğini öne süren görüşlere de rastlanılmaktadır (Kanazawa,
1999). Ancak bu sonuçların çok önem verilen mikro – makro bağlantıları
kurma düzeyi şüpheli görülmelidir. Dolayısıyla Coleman Modeli’nin ampirik tutarsızlığının büyük ölçüde, değişken merkezli sosyolojik paradigmayı
yadsımasına rağmen, uygulamaların tamamen bu amaçlarla derlenmiş veri
tabanları üzerinden yürütülmesiyle ilgili görülebilir.
b. Toplumsal bağlam ve iktidar ilişkilerinin yadsınması
Coleman’ın sosyal sermaye modeline getirilen eleştiriler arasında yaygın bir biçimde kabul göreni, toplumsal ilişkilerin tarihsel bağlamdan ve
iktidar ilişkilerinden kopuk ele alınmasının yol açtığı sonuçlara ilişkindir
(Fine, 2011; Law & Mooney, 2006). Gerçekten yapılan çalışmalardan bir
kısmı sosyal sermayenin toplumsal bağlam ve iktidar ilişkileri bağlamında
şekillenebilen bir faktör olduğunu göstermiştir. Özellikle eğitime katılım
söz konusu olduğunda bu tür ilişkilerin, sürecin kuşaklarlarası etkileşimlere açık olması nedeniyle daha net görüldüğü söylenebilir. Bu bakımdan
toplumsal sınıf, toplumsal iktidar ilişkilerini gösteren faktörlerin eğitime
katılım biçimlerinde önceliğe sahip olduğunu öne süren ve sosyal sermayenin bu tür etkilerin yanından oldukça kısıtlı bir açıklayıcılığı olacağını
düşünen kapsamlı bir literatür mevcuttur.
Bunlardan birisinde Jaeger & Holm (2007)Danimarka’da sosyal hareketlilik desenlerinde sosyal sermayenin etkisini göstermeye çalışmışlardır.
Coleman’ın tezine göre, sosyal sermaye eğitim başarısı yönünden finansal
ve beşeri sermaye unsurlarına aracılık eden bir konuma sahiptir ve sosyal
sermayenin olumlayıcı etkisi olmadan bu kaynakların eğitime katılma yönünden doğrudan etkilerinin sınırlı olacağını ileri sürmektedir. Bu bakımdan
Danimarka örneğinin Coleman tezi için, oldukça açıklayıcı olduğu düşünülebilir. Zira İskandinav refah rejimlerinde, eğitime katılma bakımından
özellikle finansal kaynakların belirleyiciliğini oldukça kısıtlayıcı alternatif
kaynakların varlığı söz konusudur. Ancak analiz sonucunda, sosyal sermaye
kaynaklarının belirleyiciliği, finansal ve beşeri sermaye kaynaklarından daha
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
103
zayıf olduğu görülmüştür. Bu nedenle sosyal sermayenin, diğer sermaye
türlerinin dağılımından bağımsız bir kaynak olarak değerlendirilmemesi gerektiği ve toplumsal kaynak eşitsizliklerinin bir göstergesi olarak görülmesi
gerektiği ileri sürülmüştür. Benzer bir biçimde Ream & Pallardy (2008),
sosyal sermaye kaynaklarının etkin bir biçimde kullanılabilmesi için önceliğin finansal sermaye kaynakları ile ilgili olduğunu ve ancak finansal refaha
sahip ailelerin sosyal sermayenin olumlu sonuçlarından beslenebileceğini
iddia etmişlerdir. Ayrıca yaptıkları analizin ardından, ailenin kuşaklararası
etkileri yani sınıfsal devamlılığın sosyal sermayeyi asıl güçlendiren faktör
olduğunu göstermişlerdir.
Coleman’ın tezi sadece sınıfsal ilişkilerin yaratabileceği etkiler açısından
değil, Batı toplumlarında toplumsal iktidar ilişkisinin önemli göstergelerinden birisi olan “etnik farklılıkların” eğitime katılma yönünden yarattığı
farklılıkları açıklama konusunda yetersiz görülmektedir. Sosyal sermaye
modelinde bu alandaki farklılıklara, Güneydoğu Asyalı aileler üzerinden
önemli bir yer ayırsa da, bu grupların Amerikan toplumunda neden geleneksel olarak eğitime katılma yönünde sürekli dezavantajlı konumda olduğunu
açıklamamıştır (Mc Neal, 1999). Perna & Titus (2005) bu gruplara arasında
özellikle ailenin katılım ve desteğinin eğitime katılımı etkisini değerlendirmeye çalışmışlardır. Buna göre, ailenin desteği konusunda sosyal sermaye
kaynakları bakımından ABD’deki bazı etnik grupların (özellikle Coleman’da
olduğu gibi Güneydoğu Asyalı ailelerin ve Afro-Amerikalıların) kaynakları
fazlaysa da; bu desteğin doğrudan eğitime katılım oranlarının yükseltilmesindeki gücü yetersiz kalmaktadır. ABD’deki etnik gruplar arasında açık
bir finansal avantaja sahip Beyaz Amerikalıların bu avantajı diğer kaynak
türlerini de etkileyerek, onları eğitime katılma yönünden en sorunsuz grup
yapmaktadır. Benzer bir biçimde Hagan & MacMillan & Wheaton (1996)
ise ABD’deki göçmen grupların yeterli sosyal sermaye kaynağı üretme
konusunda açık bir dezavantaja sahip olduklarını göstermiştir. Roscigno
& Ainsworth – Darnell (1999) ise yine ABD’de hem farklı etnik grupların
hem de düşük sosyo – ekonomik statünün uygun kaynaklardan mahrum
olmak anlamına geldiğini ve bu durumun sosyal sermaye için de geçerli
olduğunu göstermeye çalışmıştır.
Coleman’ın toplumsal iktidar ilişkilerine ve özellikle de sınıfsal farklılıklara duyarsız modeline ilişkin en kapsamlı eleştirilerden birisi Horvat &
Weininger & Lareau (2003) tarafından getirilmiştir. Buna göre Coleman’ın
modelinde en baştan itibaren bir sınıfsal yanlılık mevcuttur zira Coleman
104 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
ideal ebeveyn – çocuk – toplum ilişkisini tanımlarken aslında “orta sınıf
ailelerin” hayat tarzının bir göstergesini sunmaktadır. Ayrıca model yoluyla
orta sınıf ilişki biçiminin tüm okul – veli ilişkilerine dayatılması söz konusudur. Örneğin veli toplantılarına katılım ve okul etkinliklerinin desteklenmesi
gibi faktörler orta sınıfların eğitim denetimi anlayışının bir uzantısıdır. Buna
karşın dezavantajlı gruplar, okulla bu tür ilişkiler kurma konusunda hem
finansal kaynaklardan hem de doğrudan hayat tarzının getirdiği olumsuzluklara sahiptir. Okul – veli ilişkilerinin Coleman modeline uygun olarak
kurulması, bu nedenle toplumsal iktidar ilişkilerinin yerleşmesi ve yeniden
üretimini sağlamak gibi asli bir amaç ifade etmektedir. Nitekim yaptıkları
etnografik çalışmada, avantajlı gruplardan gelen öğrencilerin okul içi ve
dışı faaliyetlerde kayrıldığını ve örneğin öğretmenlerin yanlış uygulamaları sonucunda avantajlı öğrencilere yönelmişse okul yönetimi tarafından
hızlıca çözüldüğü; dezavantajlı kökenlere sahip öğrenciler için ise sorunun
devamlılık kazandığını göstermişlerdir.
Gerçekten de Coleman’ın belirttiği eğitime katılımı yükseltici faktörlerin orta sınıfların ekonomik ve sosyal kaynakları ile hayat tarzları ile ilgili
olduğunu gösteren çok sayıda çalışmadan bahsedilebilir. Lee & Bowen
(2006), okul faaliyetlerine katılım yönünden orta sınıf ailelerin önemli ölçüde
avantaja sahip olduğunu ve bunları hem sosyal sermayeyi güçlendirecek
sürekli toplumsal ilişkilere hem de eğitim başarısına yönlendirme kabiliyetlerinin çok yüksek olduğunu göstermiştir. McPherson & Smith - Lovin
& Cook (2001) ise toplumsal ağ ilişkilerinin ve yakınlıkların büyük oranda
toplumsal benzerlik ilkesi etrafından kurulduğunu ve orta sınıf ailelerin okul
ağları bu benzerliklerden fazlasıyla yararlandığını göstermiştir. Astone &
McLanahan (1991) ise tek ebeveynli aile formunun orta sınıf ailelerde daha
nadir görüldüğünü ve çekirdek aile eğitime katılma arasındaki ilişkinin bu
bakımdan sınıfsal faktörler dikkate alınarak değerlendirilmesi kanısındadırlar. Hall (1999) da gönüllü katılım gruplarının ve sosyal organizasyonların
büyük ölçüde sınıf yapısı ile ilgili olduğunu göstermiştir. Bu bakımdan
sosyal katılım ve bunlar üzerinde kurulabilecek ilişkilerde orta sınıfların
daha maharetli olduğuna inanmaktadır. Flouri (2006)’da sosyal sermayenin
eğitime katılma oranlarını ancak yüksek öğrenim mezunu ve profesyonel
mesleklere sahip ebeveynlerin çocukları bağlamında yönlendirici bir etki
yaptığını göstermiştir. Ayrıca mesleki başarıyı etkileyen kontrol odağı (locus
of control) ve kendine saygı gibi öğelerin gelişiminde bu tür aileler kanalıyla
oluşturulan sosyal sermaye kaynaklarının değer kazandığını ileri sürmüştür.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
105
Coleman’ın modeline yöneltilen tüm bu eleştiriler, aslında rasyonel tercih teorisinin bireyci metodolojisine yönelik kaygıların bir sonucu olarak
değerlendirilebilir. Dowding & Hindmoor (1997) rasyonel tercih yaklaşımının toplumsal sınıflar gibi iktidar ilişkilerini yansıtan unsurlara kayıtsız
kalmasının teorinin bireyci olduğu kadar yapısalcı olmasının bir sonucu
olarak algılamaktadır. Teori tüm toplumsal ilişkileri bireysel eylem üzerinden kurarken aslında, bireyi eylemin amaçsallığa paralel olarak seçmen,
işçi, sermayedar gibi rollerin adeta bir oyuncusu olarak değerlendirir. Dolayısıyla eğitime katılma yönünde sosyal sermayenin veli olarak davranan
bireylerin çaba ve etkileşimleri ile doğabilecek sonuçların sorumluluklarına
bağlamaktadır. Böyle bir tavrın eylemi tekdüzeleştireceği açıktır ve eylemin
koşulsallığının tamamen göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Ayrıca sadece
genelin açıklanmasına odaklanılır ve stereo tiplerin yaratacağı öznelleştirme
probleminin daha net bir biçimde tekrarlanması riskine ortaya çıkarır. Bu
bakımdan toplumsal sınıf gibi holistik kategorilerin toplumsal eylemi anlama
konusunda yetersiz olacağına dair başlangıç eleştirisine rağmen; teorinin
ulaştığı sonuç, bir birini tekrarlayan prototipler yaratılmasıdır (Barnes &
Sheppard, 1992). Eğitime katılma yönünden bu durum netleştirildiğinde,
toplumsal sınıflar üzerinden eğitime katılma stratejilerinin yaratacağı tek
boyutluluktan uzaklaşma amacıyla, bireysel düzeyde eğitim kararını belirleyen süreçler analiz edilmek istenirken; bu kez de veliler, okul yöneticiler,
öğrenciler vb. gibi benzer davranış kalıplarına sahip kısmi düzeyde açıklayıcı
ideal tiplere ulaşılmaktadır. Ancak bu kez de davranışın toplumsallığını
tamamen göz ardı eden ve gündelik hayatta karşılaşılması imkansız eylem
modellerine ulaşılmaktadır. Bu modellerin açıklayıcı gücü de sadece teorik
düzeyde kalmakta, toplumsal sonuçları belirleyebilecek önemli faktörler,
aktörler arası sürtünmesiz alanlar yaratan “tercih” kriterine feda edilmektedir.
Dolayısıyla Coleman’ın politika oluşturma konusunda yetkinlik iddiasında
bulunduğu bireysel eylemi değerlendirme amacı gözden kaybolmaktadır.
c. Kültürel farklılıklar ve cinsiyet faktörünün göz ardı edilmesi
Coleman’ın modeline getirilen eleştiriler, makro etkenlerin sadece toplumsal sınıflar ve etnisite bağlamındaki zayıflıklarına yönelmiş değildir. Modelin
evrenselleştirici doğasının yarattığı sorunlar ve bunların kültürel bağlamı
da çoğunlukla eleştiri konusu olmuştur. Whitford (2002) söz konusu yaygın
eleştirinin teorinin iddia ettiği “portfolyo eylem modelinin (portfolio model
of actor)” sonucu olduğu ileri sürmüştür. Bu tür bir modelin kültürel veya
106 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
cinsiyete ilişkin algı ve kültür farklılıklarına dikkat etmemesi başlangıçta
çok anlamlı gözükmeyebilir. Zira evrensel aktör modeline göre diğer bütün
toplumsal ilişkiler, rasyonel saiklerin yönlendirdiği durumsallıkların bir
neticesi olarak ele alınmaktadır. Ancak rasyonel tercih yaklaşımıyla benzer
bir paradigmanın ürünü olan “feminist teori” ve “kültüralizm” bu tür bir
evrensellik iddiasını katı bir biçimde yadsır ve geride bırakılan hegomonik
büyük anlatılar dünyasının bir uzantısı olarak görmektedir. Bu nedenle
rasyonel tercih teorisinin kritik yaklaşımının paradigmatik niteliklerinin
iyi analiz edilmesi gerekir ve Zafirovski (1999) iddia ettiği tarzda asıl odak
notasının büyük anlatılardan kopmak değil; iktisatta olduğu gibi yöntemsel
mükemmelliğe ulaşmak olduğuna dikkat edilmesi gerekir.
Rasyonel tercih yaklaşımının bu yönü, yani iktisatla kurulan bağlantılar
ve özellikle “homo-economicus” ile yakınlıklar, feminist eleştiri tarafından
çabuk fark edilmiştir ve eleştiriler genellikle bu yakınlık üzerinden kurulur.
Friedman & Diem (1993) bu eleştirilerin iki grupta toplanabileceğini ileri
sürmektedir. Bunlardan ilkine göre rasyonel tercih yaklaşımının eylem
teorisinden türeyen Coleman’ın sosyal sermaye modeli gibi yaklaşımlar,
evrenselleştirici olduğu kadar “ayırıcı benlik (separative self)” kavramına
dayanır. Buna karşın feminist eleştirinin temel amacı “birleştirici benlik
(connective self)”e dayanan bir eylem algısının yerleşmesini sağlamaktır.
Ayırıcı benlik yaklaşımı, “ben ve diğerleri” ayrımından hareket eder ve
“ben”nin varlıksal otonomisine dayanır. Buna karşın modern kurumsal düzen
kadınlar ve erkekler arasında “ben”nin mutlak bağımsızlığını ifade edecek
fırsatlar yaratmaz. Zira “kadınlık” durumu büyük ölçüde “birleştirici benlik”
üzerinden kurgulanır. Dolayısıyla bu ayrımın farkında olmayan bir teorik
olgunun “cinsiyetçi” olacağı açıktır. İkinci tür eleştiriler bu talep üzerinden
yükselir ve rasyonel tercih yaklaşımının toplumsallaşmanın bütününü, bireysel çıkar bağlamında değerlendirerek, cinsiyet sorununu tamamen göz
ardı ettiğine inanılmaktadır. Bu noktadan hareket eden Morrow (1999),
Coleman’ın sosyal sermaye modelini kadın sorununa karşı “kör kalmakla”
itham etmiştir.
Coleman’ın modeline yönelik cinsiyetçi eleştirilerin de benzer noktalardan hareket ettiği görülmektedir. Bir kısım eleştiri toplumsallığın ve
ebeveyn olmanın sadece “erkek egemen” anlamı ile kurulduğuna; buna
karşılık kadınların toplumsallığa ve çocuklarına yönelik bakış açılarındaki
farklılıkların dikkate alınmamasına odaklanır. Özellikle kadınların hane
içinde yardımcı rollerinin ön plana çıkarılması, çoğu yorum tarafından
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
107
“muhafazakâr” olarak değerlendirilmektedir (Schuller & Baron & Field,
2000). Yine ailenin çoğunlukla baba denetiminde kurulan ilişkiler bütünü
olarak değerlendirilir. Babanın rolleri rasyonel ilkelerin değerlendirilmesi
yönünde daha stratejik ve önemli görülürken; annenin rolleri içe kapalılık
ile tanımlanması önemli ölçüde erkek egemenliğin yeniden üretici bir faktör
olarak görülmüştür (Kovalainen, 2004). Ayrıca annenin toplumsal çevreyle
ilgili kurduğu yakınlıklar genellikle komşularla iyi ilişkiler veya daha az
konvansiyonel toplumsal üyelikler ile ilgili görülmüştür. Etkin sonuçlar üretme kabiliyeti genellikle erkeklere tanınmış ve toplumsal organizasyonlarda
kadınların ikincil konumunun yaratabileceği sonuçlara hiç değinilmemiştir
(Bruegel, 2005).
İkinci tür eleştiriler ise Coleman’ın kadınların eğitime katılma konusundaki dezavantajlarını göz ardı ettiğini düşünmektedir. Örneğin Beattie
(2002), beşeri sermaye yaklaşımı gibi Coleman’ın sosyal sermaye modelinin
de öğrencileri fayda hesabı peşinde koşan “ergen ekonometrisyenler” gibi
gördüğünü, oysaki eğitime katılım kararını etkileyen pek çok belirleyici
faktörün bu bakış açısı tarafından perdelendiğini ileri sürmüştür. Özellikle
kadın öğrencilerin durumu erkeklerin konumuyla kıyaslandığında sosyal
sermaye kaynaklarından yararlanma düzeylerinin oldukça düştüğü sonucuna ulaşmıştır. Mc Neal (1999) ise yaptığı analizde aile desteğini eğitime
katılımda kullanma yönünde erkeklerin kadınlardan daha başarılı olduğunu
ve başarılı erkek öğrencilerin daha fazla desteğe sahip oldukları sonucuna
ulaşmıştır. Benzer bir biçimde Scott (2004), İngiltere örneğinde erkeklerin
diğer sermaye türleri ile birlikte sosyal sermaye kaynaklarına ulaşım bakımından daha avantajlı konumda olduklarını, çoklu dezavantajların kadınların
eğitime katılım oranlarını düşük düzeylerde bıraktığını göstermiştir.
Coleman modelinin evrenselleştirici ön kabullerine karşı geliştirilen
ikinci tür eleştiri kültürel bağlamın dikkate alınmaması ile ilgilidir. Eğitime
katılma alanında karşılaştırmalı olarak yapılan çalışmalar, kültürün göz ardı
edilemeyecek bir değişken olduğunu göstermiştir (Dandy & Nettelback,
2002; Smith & Cheung, 1986). Buna karşın Coleman’ın sosyal sermaye ve
eğitime katılma ile kurduğu ilişkiler genellikle Amerikan toplumunun bağlamında anlamlı görülmektedir. Bu bakımdan McNeal (2001), Coleman’nın
modelinin eğitime katılma bakımından anlamlı olabilmesi için farklı kültürlerdeki etkilerinin de görülmesi gerektiğine inanmaktadır.
Bu uyarıya uygun bir biçimde ancak farklı kültürler ortamlarda sosyal
sermaye modelinin etkisini test eden sınırlı sayıda çalışma mevcuttur. Bun-
108 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
lar modeli ancak kısmen doğrulamışlar, ancak farklılaşmalar ve bunların
nedenleri konusunda sınırlı çıkarımlara sahip olmuşlardır. Örneğin Hango
(2007), İngiltere’de düşük sosyo-ekonomik koşullara sahip öğrenciler arasında Coleman modelinin geçerliliğini arttırmıştır. Bu grup arasında sosyal
sermaye kaynaklarının güçlü olmasına ilişkin sınırlı sonuçlara ulaşmıştır.
Ancak 11-16 yaş grubunda babaları istihdam edilen çocuklarda özellikle
babanın okul ile etkileşimlerde bulunması durumunda eğitime katılım yönünden olumlu sonuçlarla karşılaşılmıştır. Benzer şekilde Croll (2004) İngiltere
örneğinde yaptığı çalışmada özellikle aile içi destek ve etkileşimin, örneğin
ev ödevlerinin veliler tarafından kontrolünün eğitime katılma oranlarını
arttırdığı sonucuna ulaşmıştır. Norveç örneğinde Huang (2009), aile içi
ilişkilerin eğitime katılma oranlarını arttırdığını, fakat toplumsal ilişkilerin
ve okulla kurulan ilişkilerin daha kısmi etkilerinin olduğunu göstermiştir.
Ancak tüm bu örnekler benzer veya yakın ekonomik ve kültürel koşullara sahip kültürlerden gelen örneklerdir. Buna karşın farklı toplumsal
bağlamları karşılaştırmalı olarak ele alan çalışmalar nadirdir. Bunlardan ilk
akla geleninde Bassani (2006), PISA verilerini kullanarak ABD, Kanada ve
Japonya’daki farklılıkları ele almaya çalışmıştır. Sonuçlara göre ABD ve
Kanada’da Coleman modeline uygun bir biçimde aile içi iletişim biçimlerinin
etkisinin belirgin olmakla birlikte, Japonya’da bu etkinin sınırlı olduğunu
göstermiştir. Bunun temel nedeni olarak da, Japon kültüründe akrabalık ve
benzeri diğer yakınlıkların aile içi kaynaklardan daha fazla etki yapması
olduğunu ileri sürmüştür. Gerçekten de örneğin Sahra – altı ülkelerde Lloyd
& Blanc (1996) aile içi etkin iletişim kanallarının çok etkin çalışmadığı durumlarda akrabalar ve klan gibi bağlantıların etkili sonuçlar üretebildiğini ve
bunu daha çok denetim ve katılım gibi modern ilkelerden çok kuşaklararası
hiyerarşiye dayalı etkileşimlerin ürünü olduğunu göstermiştir.
Bu açıdan Coleman’ın sosyal sermaye modeli toplumsal iktidar ilişkilerinde olduğu gibi, kültüre ilişkin olarak da gündelik hayatın deneyime
bağlı olarak yordanması şeklinde ele alan rasyonel tercih yaklaşımının
bir örneğidir. Buna göre kültür işbirliğini kolaylaştıran ve enformasyona
ulaşmayı içeren maliyetleri düşüren bir faktör olarak değerlendirilmektedir
(Whitefield & Evans, 1999). Ancak kültür çoğu zaman bu tür bir yordam
bütünü olmaktan öteye geçen bir anlam kazanabilmektedir. Değerler ve
anlamların yönlendirdiği bu etkiler, eğitime katılma konusunda bilinen
yöntemlerin farklılaşmasına da neden olabilmektedir. Örneğin Coleman
modelinde kardeş sayısının artması eğitime katılma oranlarını düşürmektedir
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
109
ve bu etki ebeveyn desteğinin seyrelmesi ile ilgili olduğu düşünülür. Ancak
gelişmekte olan ülkelerde ebeveynlerin söz konusu destekleri sağlaması,
eğitim oranlarının genel seviyesi nedeniyle benzer sonuçlar doğurmaz.
Burada özellikle kardeşlerin birinin yüksek öğretim şansı yakalaması, diğer
kardeşlerin bilgi, yöntem ve motivasyonları etkileyebilir. Dolayısıyla bu tür
durumlarda kardeşler arası yükümlülükleri kuran değer sistemlerinin dikkate
alınması gerekir. Nitekim Zuluaga (2010), Kolombiya örneğinde yüksek
öğrenim mezunu ağabey veya ablalara sahip öğrencilerin yüksek öğrenime
katılma olasılıklarının yükseldiğini göstermiştir. Dolayısıyla kültür, evrenselleştirici öğelerin aksine kaynakların kullanılma biçimlerini farklılaştırabilir
ve bu farklılıklar göreceli bir önem sırası oluştururlar. Ancak bu tür etkilere
Coleman modelinde değinilmemesi özellikle uygulamalı çalışmalarda farklı
etkilerin ortaya çıkmasını açıklayamamaktadır.
Sonuç
Sosyal sermaye kavramı, disiplinler arası niteliklerinin etkisiyle, son çeyrek yüzyılda sosyal bilimler arasında ilgi gören kavramlardan bir tanesidir.
Kavram özellikle toplumsal ilişkiler ile iktisadi sonuçlar arasında açılımlar
sunabilme yeteneğine sahip olması dolayısıyla, eğitime katılma konusunda
da çok referans alınmıştır. Eğitime katılma konusunda, daha geleneksel modeller doğrudan hane halkı bütçesiyle ilgi kuran açıklamalarda bulunmaya
eğilimlidir. Ancak eğitim gibi bir konuda toplumsal ilişkilerin belirleyici
yönüne de dikkat edilmesi gereğine ilişkin çok sayıda kanıttan bahsedilebilir.
Buna karşın eğitime katılmayı sosyal sermaye üzerinden anlamının iktisadi
koşullara bağlı tek düze yorumlardan ne düzeyde ayrılabileceği tartışma
konusudur. Bunun temel nedeni, sosyal sermaye kuramcıları tarafından çok
dikkat edilmeyen epistemolojik kökenlerdir. Benzer bir biçimde eğitime
katılma konusunda sık rağbet gören Coleman’ın sosyal sermaye modelinde
rasyonel tercih teorisine bağlı kökenler neredeyse hiç dikkate alınmamıştır.
Coleman’ın sosyal sermaye yaklaşımında odak noktası bireyleri diğerleri
ile kurduğu ilişkilerin rasyonel saikler tarafından yönlendirildiğini iddia
eder. Bireyci metodolojiden hareketle toplumsallığın aktörlerin amaçsallığı
tarafından şekillendirdiği düşünülür. Söz konusu amaçsallığı yönlendiren
üç unsur olduğunu iddia eder ve bunların yükümlülükler, beklentiler ve
güvenden oluştuğunu öne sürmektedir. Bu üç tür ilişki modu, normlar,
moral yakınlıklar ve sosyal kontrol gibi toplumsallığın temelini oluşturan
değerler sistemine yön veren unsurlar olmaktadır. Bu unsurlar aynı zaman-
110 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
da toplumsallığın kaynak niteliğini oluşturan yapılardır ve bu kaynakların
kullanım ve değerlendirilmesi rasyonel ilkelerin kuruculuğunda söz konusu
olabilmektedir. Bu tür bir mekanizmanın, eğitime katılım sürecine tercümesi
büyük oranda ebeveyn – çocuk ve toplumsal çevre düzeniyle sağlanır ve
her bir unsurun neden bireysel fayda yarattığının betimlenmesi en önemli
amaçtır. Ancak Coleman modelinde aynı zamanda toplumsal iyi ile bireysel
iyi arasındaki uyumun nasıl sağlandığını göstermek de önemlidir. Bu hedef
çoğunlukla sosyolojinin, eylem teorisiyle ilgilenerek, temellerini kaybettiğine
yönelik eleştirilere bir karşılık olarak düşünülür. Coleman odak olarak kabul
ettiği bu noktanın önemini, sosyologların temel görevi olarak gördüğünü
ifade ederek gösterir.
Coleman’ın sosyal sermaye modelini temel alan çok sayıda çalışma
yapılmıştır ve Coleman’nın varsayımlarının özellikle ampirik kanıtları
gösterilmeye çalışılır. Ancak literatürdeki bu çalışmalar çoğunlukla hangi
faktörlere vurgu yapılması konusunda “kristalize” eden sonuçlara işaret
edememiştir. Daha çok karmaşık argümanlar yoluyla destekler oluşturulması
veya kısmi kanıtlar ve akıl yürütmelerin tekrarlanmasıyla karşılaşılmıştır.
Dolayısıyla Coleman modelinin ne düzeyde geçerli olduğuna ilişkin bir
fikir edinilmesi zor gözükmektedir. Bu durum, bir ölçüde rasyonel tercih
yaklaşımının teorik cazibesine bir örnek olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de rasyonel tercih teorisi, ayrıntılı bir modelleme eğilimi ve bireysel
eylem üzerinden başlangıçta ikna edici bir açıklama alanı sunar. Özellikle
geleneksel değerlendirmelerin yetersizliği konusunda, bu düzeyde bir analiz gücüne araştırmacılar genellikle karşı koyamazlar. Yine ayrıntılı eylem
modelleri ve bu modellerin düzgün kurulmuş “nedensellikler” ile desteklenmesi rasyonel tercih teorisinin göz ardı edilemez çağdaş bir sosyolojik
eğilim olduğu konusunda şüphe bırakmamaktadır.
Söz konusu teorik cazibeye karşın, rasyonel tercih yaklaşımının sosyolojik karşılıklar konusunda ancak başlangıç yargıları bakımından desteklenebilir. Özellikle toplumsalın eylemden yola çıkarak kurulması ve diğerleri
ile ilişkilerin sadece “amaçsallık” yönünden değerlendirilmesi, yapısal
unsurların tamamen göz ardı edilmesine neden olabilir. Bu nedenle hem
rasyonalite ilkesine hem de bireyci metodolojiye daha gevşek bağılıklara
sahip eğilimlerin daha fazla karşılık bulmasına neden olmaktadır. Bu tür bir
zayıf bağımlılığın sosyolojiye dönük çağdaş eleştiriler konusunda anlamlı
olabileceğini düşen eğilimlerin daha fazla karşılık bulabildiği rahatlıkla
söylenebilir. Coleman’ın yaklaşımını bu bakımdan değerlendirmek, daha
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
111
anlamlı sonuçlar üretebilir. Benzer bir biçimde eğitime katılım yönünden
getirilen eleştirilerin teorinin özellikle daha katı versiyonlarına yönelen
şüpheler ile birlikte düşünmek daha yerinde olabilir.
Ancak daha gevşek bağlılıkların teorik bir argümanı daha iyi temsil ettiğini söylemek de zorlayıcı olmaktadır. Örneğin bu çalışmada ele alınan
ilk grup eleştiri, ampirik öğelere ağırlıklı başvurulmasına karşın bunlardan
nedensellik içerebilecek sonuçlar türetilmesinin yarattığı sıkıntılar üzerinedir.
Özellikle uygun değişken ve yöntemler üzerinde fazla düşünülmemesinin
yarattığı bu sorunlar, aynı zamanda başlangıçta mikro – makro bağlantılar
konusundaki vaatlerin şüpheyle karşılanmasına neden olmaktadır. Bu çalışmada ikinci ve üçüncü gruptaki eleştiriler de aslında mikro düzeydeki eylem
teorisindeki iddialı konuma karşın, makro değişkenlerin bazen hiç, bazen
eksik hesaba katılması ile ilgilidir. İkinci gruptakiler, toplumsal çatışma
alanları ve hiyerarşik ilişkilerin özellikle toplumsal sınıf faktörünün eğitime
katılma konusunda göz ardı edilmesinin yaratabileceği sorunlar üzerinedir.
Üçüncü grup eleştiriler ise cinsiyet üzerinde yoğunlaşmasının yanında,
aynı zamanda kültür gibi bağlamsal öğelerin dikkate alınma talebini içerir.
Coleman’ın çalışması Amerikan toplumundaki öğelere fazla bağımlı görülür
ve cinsiyet farklılıklarına özellikle alt gruplarda yaratabileceği sorunları
neredeyse hiç dikkate almaz.
Bu bakımdan bu çalışma boyunca yapılan tartışmanın Türk toplumu için
anlamlı olduğunu düşünmek zor olabilir. Türkiye’de yapılan çalışmalarda
Coleman’ın sosyal sermaye modeline son dönemlerde sayıları artmakla
birlikte az ilgi gösterilmiştir ve Türk toplumunda modelin anlamlılığına
dönük sınırlı düzeyde tartışma mevcuttur. Benzer bir biçimde, rasyonel
tercih sosyolojisinin Türkiye’deki sosyolojik eğilimler arasında tartışılan
veya taraftar bulan bir yaklaşım olduğu da söylenemez. Ancak örtük de olsa
rasyonel tercih yaklaşımına yakın görülecek yorumların, özellikle kuşaklararası ilişkileri açıklama konusunda sık başvurulan argümanlar olduğu
düşünülebilir. Örneğin ailenin toplumsal katılımına ilişkin yapılan gözlemler,
toplumsal bağlamlara dikkat edilmeden değerlendirilir ve normatif bir değerlendirme çerçevesi daha fazla destek bulur. Benzer bir biçimde ebeveynler
ve çocuklar arasındaki ilişkilerde, çocuğa yönelik sosyal kontrolün daha çok
ebeveynlerin gelecek beklentileri ile ilgili olduğu düşünülür. Yani Türkiye’de
insanlara yaşlanma gibi riskler karşısındaki formel desteklerin eksikliğinde
çocuklar tarafından sağlanabilecek destekleri gözettiklerine inanılır. Dolayısıyla güncel kaynaklar ile olası kaynaklar arasındaki dengenin özellikle
112 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
yüksek öğrenime katılma yönünde belirleyici olduğuna inanılır. Bu etkinin
rasyonel tercih yaklaşımının aktöre yüklediği “fayda kollayıcılık” la benzer
bir içeriği taşıdığı açıktır. Yine eğitime yönelik yönlendirici faaliyetler,
büyük oranda ebeveynlerin eğitim düzeyiyle paralel değerlendiren “beşeri
sermaye” yaklaşımının bir ürünüdür ve sosyal etkilerin zenginleştirilmesi
konusunda sosyal sermayenin aracı bir rolüne benzer bir yaklaşım örtük
olarak yayın kabul görmektedir. Bu yüzden doğrudan değil ama, dolaylı
bir etkinin yarattığı sonuçların bu çalışmada değerlendirilen çerçeve ile ele
alınması mümkün gözükmektedir.
KAYNAKÇA
Archer, M.S & Tritter, J.Q (2000), Rational Choice Theory: Resisting
Colonization, London: Routledge
Astone, Nan Marie & McLanahan, S.S. (1991), “Family Structure,
Parental Practices and High School Completion”, American Sociological
Review, 56 (3), 309 – 320
Baron, James N. & Hanan, M.T. (1994), “The Impact of Economics on
Contemporary Sociology”, Journal of Economic Literature, 32 (3), 1111
– 1146
Barnes, Trevor J. & Sheppard, E. (1992), “Is There a Place for the Rational Actor? A Geographical Critique of the Rational Choice Paradigm”,
Economic Geography, 68 (1), 1 – 21
Bassani, Cherylynn (2006), “A Test of Social Capital Theory Outside of
the American Context: Family and School Social Capital and Youths’ Math
Scores in Canada, Japan, and the United States”, International Journal of
Educational Research, 45 (6), 380 – 403
Baştürk, Şenol (2011), “Türk Toplumunda Sosyal Sermaye, Toplumsal
Ağlar ve Sosyal Hareketlilik”, Yayınlanmamış Doktora Tezi Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa
Beattie, Irene R. (2002), “Are All Adolescent Econometricians Created
Equal? Racial, Class, and Gender Differences in College Enrollment”,
Sociology of Education, 75 (1), 19 – 43
Blossfeld, Hans-Peter (1996), “Macro-sociology, Rational Choice Theory and Time: A Theoretical Perspective on Empirical Analysis of Social
Processes”, European Journal of Sociology, 12 (2), 181 – 206
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
113
Blumer, Martin (1996), “Sociological Contribution to Social Policy
Research”, James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer,
113 – 130
Boudon, Raymond (1998), “Limitations of Rational Choice Theory”,
American Journal of Sociology, 104 (3), 817 – 828
Bourdieu, Pierre & Wacquant, L.J.D. (2003), Düşünümsel Bir Antropoloji
için Cevaplar, (çev. Ötüken,N.), İstanbul: İletişim Yayınları
Boxman, Ed A.W. & De Graaf, P.M. & Flap, H.D. (1991), “The Impact of
Social and Human Capital on the Income Attainment of Dutch Managers”,
Social Networks, 13 (1), 51 – 73
Breen, Richard (2001), “A Rational Choice Model of Educational Inequality”, http://www.march.es/ceacs/publicaciones/working/archivos/2002_166.
pdf
Brehm, John & Rahn, W. (1997), “Individual – Level Evidence for Causes and Consequences of Social Capital”, American Journal of Political
Science, 41 (3), 999 – 1023
Bruegel, Irene (2005), “Social Capital and Feminist Critique”, Women
and Social Capital, (eds. Franklin,J.), London: London South Bank University, 4 – 17, http://www.payonline.lsbu.ac.uk/ahs/downloads/families/
familieswp12.pdf#page=5
Burt, Ronald (2000), “The Network Structure of Social Capital”, Research in Organizational Behaviour, 22, 345 – 423
Christiano, Thomas (2004), “Is Normative Rational Choice Theory Self
Defeating?”, Ethics, 115 (1), 122 – 141
Coleman, James S. (1986), “Social Theory, Social Research and Theory
of Action”, The American Journal of Sociology, 91 (6), 1309 – 1335
Coleman, James S. (1987), “Families and Schools”, Educational Researcher, 16 (6), 32 – 38
Coleman, James S. (1988), “Social Capital in Creation of Human Capital”, The American Journal of Sociology, 94, S104 – S120
Coleman, James S. (1992), “Social Capital, Human Capital, and Investment in Youth”, Youth Unemployment and Society, (eds. Petersen, A.C. &
Mortimer, J.T.), Cambridge: Cambridge University Press, 34 – 50
Coleman, James S. (1993a), “The Rational Reconstruction of Society:
1992 Presidental Address”, Sociological Review, 58 (1), 1 – 15
114 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
Coleman, James S. (1993b), “The Impact of Gary Becker’s Work on
Sociology”, Acta Sociologica, 36 (3), 168 – 178
Coleman, James S. (1996a), “A Vision for Sociology”, James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer, 382 – 390
Coleman, James S. (1996b), “Reflections on Schools and Adolescents”,
James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer, 19 – 25
Coleman, James S. & Fararo,T.J. (1992) (eds), Rational Choice Theory:
Advocacy and Critique, California: Sage Pub.
Collins, Randall (1996), “Can Rational Action Theory Unify the Future
Social Science?”, James S. Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge
Farmer, 366 – 381
Cook, K.S. & Whitmeyer, J.M. (1992), “Two Approaches to Social
Structure: Exchange Theory and Network Analysis”, Annual Review of
Sociology, 18, 109 – 127
Croll, Paul (2004), “Families, Social Capital and Educational Outcomes”,
British Journal of Educational Studies, 52 (4), 390 – 416
Dandy, Justine & Nettelback, T. (2002), “A Cross – Cultural Study of
Parents’ Academic Standarts and Educational Aspirations for Children”,
Educational Psychology: An International Journal of Experimental Educational Psychology, 22 (5), 621 – 627
De Garmo, David S. & Forgath, M.S. & Martinez, C.R. (1999), “Parenting of Divorced Mothers as a Link between Social Status and Boys’
Academic Outcomes: Unpacking Effects of Socioeconomic Status”, Child
Development, 70 (5), 1231 – 1245
De Graaf, Nan Dirk & De Graaf, P.M. & Kraaykamp, G. (2000), “Parental
Cultural Capital and Educational Attainment in Netherlands: A Refinement
of the Cultural Capital Perspective”, Sociology of Education, 73 (2), 92 -111
De Vos, Henk (1989), “A Rational Choice Explanation of Composition
Effects in Educational Research”, Rationality and Society, 1 (2), 220 – 239
Dika, Sandra L. & Singh, K. (2002), “Applications of Social Capital
in Educational Literature: A Critical Synthesis”, Review of Educational
Research, 72 (1), 31 – 60
Dowding, Keith & Hindmoor,A. (1997), “The Usual Suspects: Rational
Choice, Socialism and Political Theory”, New Political Economy, 2 (3),
451 – 463
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
115
Downey, Douglas B. (1995), “When Bigger is not Better: Family Size,
Parental Resources and Children’s Educational Performance”, American
Sociological Review, 60 (5), 746 – 761
Downey, Douglas B. (2001), “Number of Siblings and Intellectual Development: The Resources Dilution Explanation”, American Psychologist,
56 (6/7), 497 – 504
Edling, Christofer & Stern, C. (2003), “Scandinavian Rational Choice
Sociology”, Acta Sociologica, 46 (5), 5 – 16
Edwards, Rosalind (2004), “Present and Absent in Troubling Ways: Families and Social Capital Debates”, The Sociological Review, 52 (1), 1- 21
Elias, Norbert (2007), Uygarlık Süreci – cilt 2: Sosyo-Oluşumsal ve Psiko – Oluşumsal İncelemeler Toplumun Değişimleri Bir Uygarlaşma Teorisi
için Taslak, (çev. Özbek, E.), İstanbul: İletişim Yayınları
Favereau, Oliver (2005), “The Missing Piece in Rational Choice Theory”,
Revue Française de Sociologie, 46 (5), 102 – 122
Field, John (2006), Sosyal Sermaye, (çev. Bilgen,B. & Şen,B.), İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Field, John & Schuller, T. & Baron, S. (2000), “Social Capital and Human Capital Revisited”, Social Capital: Critical Perspectives, (eds. Baron,
S. & Field,J. & Schuller, T.), Oxford: Oxford University Press, 243 – 263
Fine, Ben (2011), Sosyal Sermaye Sosyal Bilime Karşı: Bin Yılın Eşiğinde
Ekonomi, Politik ve Sosyal Bilimler, (çev. Kars, A.), İstanbul: Yordam Kitap
Fletcher, Anne C., vd. (2001), “Social Network Closure and Child Adjustment”, Merill – Palmer Quarterly, 47 (4), 500 – 531
Fletcher, Anne C. & Hunter A.G.& Eanes, A.Y. (2006), “Links Between
Social Network Closure and Child Well – Being: The Organizing Role of
Friendship Context”, Developmental Psychology, 42 (6), 1057 – 1068
Flouri, Eirini (2006), “Parental Interest in Children’s Education, Children’s
Self- Esteem and Locus of Control, and Later Educational Attainment:
Twenty-Six Year Follow-up of the 1970 British Cohort”, British Journal
of Educational Psychology, 76 (1), 41 – 55
Foucault, Michael (2011), Özne ve İktidar: Seçme Yazılar 2, (haz. Keskin,
F.), (çev. Ergüden, I. & Akınhay, O.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Frank, Robert H. (1992), “Melding Sociology and Economics: James
Coleman’s Foundations of Social Theory”, Journal of Economic Literature,
116 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
30 (1), 147 – 170
Freidman, Debra & Diem, C. (1993), “Feminism and the Pro-(Rational)Choice Movement: Rational Choice Theory, Feminist Critiques, and Gender
Inequality”, Theory on Gender Feminism on Theory, (eds. England, P.),
Hawthorne: Walter De Gruyter Inc., 91 – 114
Fukuyama, Francis (2009), Büyük Çözülme: İnsan Doğası ve Toplumsal
Düzenin Yeniden Oluşturulması, İstanbul: Profil Yayıncılık
Furstenberg, Frank F. & Kaplan, S.B. (2004), “Social Capital and Family”, The Blackwell Companion to the Sociology of Families, (eds. Scott,J.
&Treas, J. & Richards, M.), 218 – 232
Gale, Ann (1998), Toplumsalın Sökümü: Yapıbozumcu Bir Sosyolojiye
Doğru, (çev. Küçük,M.), Ankara: Birey Yayıncılık
Gamarnikow, Eva & Green, A.G. (1999), “The Third Way and Social
Capital: Education Action Zones and a New Agenda for Education, Parents
and Community, International Studies in Sociology of Education, 9 (1), 3 -22
Giddens, Anthony (1999a), İleri Toplumları Sınıf Yapısı, (çev. Baldık,Ö.)
İstanbul: Birey Yayıncılık
Giddens, Anthony (1999b), Toplumun Kuruluşu: Yapılaşma Kuramının
Ana Hatları, (çev. Özel, H.), Ankara: Bilim ve Sanat Yayıncılık
Giddens, Anthony (2003), Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları: Yorumcu
Sosyolojilerin Pozitif Eleştirisi, (çev. Balkız, B. & Tatlıcan,Ü.), İstanbul:
Paradigma Yayınları
Giocoli, Nicola (2003), Modelling Rational Agents: From Interwar Economics to Early Modern Game Theory, Cheltenham: Edward Elgar Pub.
Glaeser, Edward L. , vd. (1999), “What is Social Capital? The Determinants of Trust and Trustworthiness”, NBER Working Paper, no.7216, http://
www.nber.org/papers/w7216
Goldthorpe, John H. (1998), “Rational Action Theory for Sociology”,
The British Journal of Sociology, 49 (2), 167 – 192
Goudbout, Jacques T. (2003), Armağan Dünyası, (çev. Hattatoğlu, D.),
İstanbul: İletişim Yayınları
Hagan, John & MacMillan,R. & Wheaton,B. (1996), “New Kid in Town:
Social Capital and Life Course Effects of Family Migration on Children”,
American Sociological Review, 61 (3), 368 – 385
Hango, Darcy (2007), “Parental Involvement in Childhood and Educationa
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
117
Qualifications: Can Greater Parental Involvement Mediate Effects of Socioeconomics Disadvantage”, Social Science Research, 36 (4), 1371 – 1390
Hardin, Russell (2000), “Rational Choice Theory”, Encyclopedia of Sociology, (eds. Borgatta E.F.& Montgomery, R.J.V.), New York: McMillan
Reference
Hatcher, Richard (1998), “Class Differentation in Education: Rational
Choices?”, British Journal of Sociology of Education, 19 (1), 5 – 24
Hechter, Michael (1994), “The Role of Values in Rational Choice Theory”, Rationality and Society, 6 (3), 318 – 333
Hechter, Michael & Kanazawa, S. (1997), “Sociological Rational Choice
Theory”, Annual Review of Sociology, 23, 191 – 214
Heckhathorn, Douglas D. (2005), “Rational Choice”, Encyclopedia of
Social Theory- vol. II, (eds. Ritzer, G.), California: Sage Pub., 620 – 624
Heckman, James J. & Neal, D. (1996), “Coleman’s Contributions to
Education: Theory, Research Styles and Empirical Research”, James S.
Coleman, (eds. Clark, J.), London: Routledge Farmer, 88 – 112
Hilbert, Richard A. (1990), “Ethnomethodology and Micro – Macro
Order”, American Sociological Review, 55 (6), 794 – 808
Hedström, Peter (2005), Dissecting the Social: On the Principles of
Analytical Sociology, Cambridge: Cambridge University Press
Hedström, Peter & Swedberg, Richard (1996), “Rational Choice, Empirical Research, and the Sociological Tradition”, European Sociological
Review, 12 (2), 127 – 146
Hedström, Peter & Stern, C. (2008), “Rational Choice and Sociology”,
The New Palgrave of Economics, (eds. Darlauf, S. & Blume, L.), New York:
Palgrave MacMillan
Hoffer, Thomas & Greeley, A.M. & Coleman, J.S. (1985), “Achievement
Growth in Public and Catholic Schools”, Sociology of Education, 58 (2),
74 – 97
Huang, Lihong (2009), “Social Capital and Student Achievement in
Norwegian Secondary Schools”, Learning and Individual Differences, 19
(2), 320 – 325
Jaeger, Mads M. & Holm, A. (2007), “Does Parents’ Economic, Cultural, and Social Capital Explain the Social Class Effect on Educational
Attainment in Scandinavian Mobility Regime?”, Social Science Research,
36 (2), 719 – 744
118 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
John, Peter (2005), “The Contribution of Volunteering, Trust and Networks to Educational Performance”, The Policy Studies Journal, 33 (4),
635 – 656
Kalil, Ariel & Ziol-Guest, K. (2008), “Parental Employment Circumstances and Children’s Academic Progress”, Social Science Research, 37
(2), 500 – 515
Kanazawa, Satoshi (1999), “Using Laboratory Experiments to Test Theories of Corporate Behavior”, Rationality and Society, 11 (4), 443 – 461
Katsillis, J. & Robinson, R. (1990), “Cultural, Student Achievement, and
Educational Reproduction: The Case of Greece”, American Sociological
Review, 55 (2), 270 – 279
Kovalainen, Anne (2004), “Rethinking the Revival of Social Capital and
Trust in Social Theory: Possibilities for Feminist Analysis”, Engendering
the Social: Feminist Encountres within Sociological Theory, (eds. Marshall,
B.L. & Witz,A.), Berkshire: Open University Press, 155 – 170
Law, Alex & Mooney, G. (2006), “The Maladies of Social Capital I: The
Missing Capital in Theories of Social Capital”, Critique, 34 (2), 127 – 143
Lee, Valerie E. & Croninger, R.G. & Smith, J.B. (1994), “Parental Choice
of Schools and Social Stratification in Education: The Paradox of Detroit”,
Educational Evaluation and Policy Analysis, 16 (4), 434 – 457
Lee, Jung S. & Bowen, N.K. (2006), “Parent Involvement, Cultural
Capital, and the Achievement Gap among Elemantary School Children”,
American Educational Research Journal, 43 (2), 193 – 218
Lemert, Charles (2011), Durkheim’ın Hayaletleri: Kültürel Mantık ve
Sosyal Şeyler, (çev. Aydar, F.B.), İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları
Lin, Nan (1999), “Building Network Theory of Social Capital”, Connections, 22 (1), 28 – 51
Lindenberg, Siegwart (2003), “James Coleman”, The Blackwell Companion to Major Contemporary Social Theorists,(eds. Ritzer,G.), Malden:
Blackwell Pub., 90 – 121
Lindenberg, Siegwart & Frey, B.S. (1993), “Alternatives, Frames, and
Relative Prices: A Broader View of Rational Choice Theory”, Acta Sociologica, 36 (3), 191 – 205
Lipset, Seymour Martin (1994), “The State of American Sociology”,
Sociological Forum, 9 (2), 199 – 220
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
119
Llylod, Cynthia B. & Blanc, A.K. (1996), “Children’s Schooling in
Sub-Saharan Africa: The Role of Fathers, Mothers and Others”, Population
Development Review, 22 (2), 265 – 298
MacDonald, Paul K. (2003), “Useful Fiction or Miracle Maker: The
Competing Epistemological Foundations of Rational Choice Theory”,
American Political Science Review, 97 (4), 551 – 565
Malesevic, Sinisa (2002), “Rational Choice Theory and the Sociology of
Ethnic Relations: A Critique”, Ethnic and Racial Studies, 25 (2), 193 – 212
Marsden, Peter V. (2005), “The Sociology of James S. Coleman”, Annual
Review of Sociology, 31, 1 – 24
Marshall, Douglas A. (2003), Beyond a Rational Choice Sociology: A
Sociology of Rationality, Unpublished PhD. Dissertations of Virginia University Department of Sociology,
McNeal, Ralph B. (1999), “Parental Involvement as Social Capital:
Differential Effectiveness on Science Achievement, Truancy, and Dropping
Out”, Social Forces, 78 (1), 117 – 144
McNeal, Ralph B. (2001), “Differential Effects of Parental Involvement
on Cognitive and Behavioral Outcomes by Socioeconomic Status”, Journal
of Socio-Economics, 30 (2), 171 - 179
McPherson, Miller & Smith – Lovin, L. & Cook, J.M. (2001), “Birds of
a Feather: Homophily in Social Networks”, Annual Review of Sociology,
27, 415 – 444
Meester, Edith De & Mulder, C.H. & Fortuijn, J.D. (2007), “Time Spent
in Paid Work by Women and Men in Urban and Less Urban Context in
Netherlands”, Journal of Economic and Social Geography (Tijdschrift voor
Economische en Sociale Geografie), 98 (5), 585 – 602
Morgan, Stephen L. & Sorensen, A.B. (1999), “Parental Networks, Social Closure and Mathematics Learning: A Test of Colema’s Social Capital
Explanation of School Effects”, American Sociological Review, 64 (5),
661 – 681
Morrow, Virginia (1999), “Conceptualising Social Capital in Relation
to the Well-Being of Children and Young People: A Critical Review”, The
Sociological Review, 47 (4), 744 – 765
Muller, Chandra (1995), “Maternal Employment, Parent Involment, and
Mathematics Achievement among Adolescents”, Journal of Marriage and
Family, 57 (1), 85 - 100
120 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
Ngo, Bic & Lee, S.J. (2007), “Complicating the Image of Model Minority Success: A Review of Southeast Asian American Education”, Review
of Educational Research, 77 (4), 415 – 453
Noguera, Pedro A. (2004), “Social Capital and the Education of Immigrant Students: Categoties and Generalizations”, Sociology of Education, 77
(2), 180 – 183
Okasha, Samir (2000), “The Underdetermination of Theory by Data
and the Strong Programme in the Sociology of Knowledge”, International
Studies in Philosophy of Science, 14 (3), 283 – 297
Parcel, Toby L. & Menaghan, E.G. (1994), “Early Parental Work, Family Social Capital, and Early Childhood Outcomes”, American Journal
of Sociology, 99 (4), 972 – 1009
Perna & Laura W. & Titus, M.A. (2005), “The Relationship between
Parental Involvement as Social Capital and College Enrollment: An Examination of Racial /Ethnic Group Differences”, The Journal of Higher
Education, 76 (5), 485 – 518
Pescosolido, Bernice A. (1992), “Beyond Rational Choice: The Social
Dynamics of How People Seek Help”, American Journal of Sociology, 97
(4), 1096 – 1138
Pinkster, Fenne M. (2007), “Localised Social Networks, Socialisation and
Mobility in Low-Income Neighbourhood in Netherlands”, Urban Studies,
44 (13), 2587 – 2603
Portes, Alejandro (1998), “Social Capital: It’s Origins and Applications
in Modern Sociology”, Annual Review of Sociology, 24, 1 – 24
Portes, Alejandro (2000), “The Two Meanings of Social Capital”, Sociological Forum, 15 (1), 1 – 12
Ream, Robert K. & Pallardy, G.J. (2008), “Reexamining Social Class
Differences in the Avability and Educational Utility of Parental Social Capital”, American Educational Research Journal, 45 (2), 238 – 273
Roscigno, Vincent J. & Ainsworth- Darnell, J.W. (1999), “Race, Cultural
Capital, and Educational Resources: Persistent Inequalities and Achievement
Returns”, Sociology of Education, 72 (3), 158 – 178
Rydin, Yvonne & Pennington, M. (2000), “Public Participation and Local
Environmental Planning: The Collective Action Problem and the Potential
of Social Capital”, Local Environment: The International Journal of Justice
and Sustainability, 5 (2), 153 – 169
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
121
Sampson, Robert J. & Morenoff, J.D. & Earls, F. (1999), “Beyond Social
Capital: Spatial Dynamics of Collective Efficacy for Children”, American
Sociological Review, 64 (5), 633 – 660
Sandefur, Rebecca L. & Laumann, E.O. (1998), “A Paradigm for Social
Capital”, Rationality and Society, 10 (4), 481 – 501
Sandefur, Gary D. & Meier, A.M. & Campbell, M.E. (2006), “Family
Resources, Social Capital and College Attendance”, Social Science Research, 35 (2), 525 – 553
Sayer, Derek (1991), Capitalism and Modernity: An Excursus on Marx
and Weber, London: Routledge
Schmid, A. Allan & Robinson, L.J. (1995), “Applications of Social Capital
Theory”, Journal of Agricultural and Applied Econonomics, 27 (1), 59 – 66
Schuller, Tom & Stephen, B.& Field,J. (2000), “Social Capital: A Review and Critique”, Social Capital: Critical Perspectives, (eds. Baron, S. &
Field,J. & Schuller, T.), Oxford: Oxford University Press, 1 – 38
Scott, Jacqueline (2004), “Family, Gender, and Educational Attainment
in Britain: A Longitudinal Study”, Journal of Comparative Family Studies,
1, 565 – 589
Scott, John (2000), “Rational Choice Theory”, Understanding Contemporary Society: Theories of the Present, London: Sage Pub., 126 – 138
Shah, Bindi (2007), “Being Young, Female and Laotian: Ethnicity as
Social Capital at the Intersection of Gender, Generation, Race and Age,
Ethnic and Racial Studies, 30 (1), 28 – 50
Shavit, Yossi & Pierce, J.L. (1991), Sibship Size and Educational Attainment in Nuclear and Extendend Families: Arabs and Jews in Israel”,
American Sociological Review, 56 (3), 321 – 330
Smelser, Neil J. (2003), “On Comparative Analysis, Interdisciplinarity
and Internalization in Sociology”, International Sociology, 18, 643 – 657
Smith, Herbert L. & Cheung, P.P.L. (1986), “Trends in the Effects of Family Background on Educational Attainment in the Philippines”, American
Journal of Sociology, 91 (6), 1387 – 1408
Smith, Mark H. & Beaulieu, L.J. & Seraphine, A. (1995), “Social Capital, Place of Residence and College Attendance”, Rural Sociology, 60 (3),
363 – 380
Smith, Stephen S. & Kulynych, J. (2002), “It May be Social, But Why
122 Rasyonel Tercih Sosyolojisi Bağlamında James S. Coleman’ın Sosyal Sermaye Kavramı... / Şenol BAŞTÜRK
is Capital? The Social Construction of Social Capital and the Politics of
Language”, Politics Society, 30 (1), 149 – 186
Somers, Margaret (1998), “We’re No Angels: Realism, Rational Choice
and Rationality in Social Science”, American Journal of Sociology, 104
(3), 722 – 784
South, Scott J. & Haynie, D.L. & Bose, S. (2007), “Student Mobility and
School Dropout”, Social Science Research, 36 (1), 68 – 94
Stocke, Volker (2007), “Explaning Educational Decision and Effects of
Families’ Social Class Position: An Empirical Test of the Breen – Goldthorpe Model of Educational Attainment”, European Sociological Review,
23 (4), 505 – 519
Stone, Wendy (2001), “Measuring Social Capital: Towards a Theoretically
Informed Measurement Framework for Researching Social Capital in Family
and Community Life”, Australian Institute of Family Studies Research Paper,
no.24 http://futuretasmania.org/uploads/Social%20capital%20AIFS.pdf,
Sullivan, Alice (2006), “Students as Rational Decision – Makers: The
Question of Beliefs and Attidutes”, London Review of Education, 4 (3),
271 – 290
Swedberg, Richard (1990), Economics and Sociology- Redefining Their
Boundaries: Conversations with Economists and Sociologists, New Jersey:
Princeton University Press
Swedberg, Richard (1997), “New Economic Sociology: What has been
Accomplished, What is Ahead?”, Acta Sociologica, 40 (3), 161 – 182
Thorlindsson, Thorolfur & Bjarnasson, T. & Sigfusdottir, I.D. (2007),
“Individual and Community Process of Social Closure: A Study of Adolescent Academic Achievement and Alcohol Use”, Acta Sociologica, 50
(2), 161 – 178
Turner, Bryan S. (2006), “Classical Sociology and Cosmopolitanism:
A Critical Defence of the Social”, British Journal of Sociology, 57 (1),
133 – 151
Turner, Jonathan (2006), “Rational Choice Theory”, Cambridge Dictionary of Sociology, (eds. Turner, B.S.), New York: Cambridge University
Press, 497 – 499
Udehn, Lars (2001), Methodological Individualism: Background, History
and Meaning, London: Routledge
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 75-123
123
Udehn, Lars (2008), “The Metholdolgy of Rational Choice”, The Blackwell
Guide to Phiolosophy of the Social Sciences, (eds. Turner, S.P.&Roth,P.A.),
London: Blackwell Pub.
Van Deth, Jan W. (2006), “Measuring Social Capital: Orthodoxies and
Continuning Controversies”, International Journal of Social Research
Metholodology, 6 (1), 79 – 92
Van de Werfhost, Herman G. & Sullivan, A. & Cheung, S.Y. (2003),
“Social Class, Ability and Choice of Subject in Secondary and Tertiary
Education in Britain”, British Educational Research Journal, 29 (1), 41 – 62
Whitefield, Stephen & Evans, G. (1999), “Political Culture versus Rational Choice: Explaning Response to Transition in the Czech Republic and
Slovakia, British Journal of Political Science, 29 (1), 129 – 154
Yılmaz, Feridun (2003), “İktisat ve Sosyoloji: Rakip Kardeşlerin
Hâkimiyet Kavgası”, Toplum ve Bilim, 95, 61 – 84
Yılmaz, Feridun (2009), Rasyonalite: İktisat Özelinde Bir Tartışma,
İstanbul: Paradigma Yayıncılık
Yükseker, Deniz (2010), “Türkiye Toplumunu Bir Arada Tutan Nedir?
Toplumsal Tutkal olarak Borç ve Borçluluk”, Toplum ve Bilim, 117, 6 – 18
Zafirovski, Milan (1999), “Unification of Sociological Theory by Rational Choice Model: Conceiving the Relationship between Economics and
Sociology”, Sociology, 33 (3), 495 – 514
Zafirovski, Milan (2000), “The Rational Choice Generalization of Neoclassical Economics Reconsidered: Any Theoretical Legitimation for
Economic Imperialism?”, Sociological Theory, 18 (3), 448 - 471
Zhou, Min (1997), “Segmented Assimilation: Issues, Controversies and
Recent Research on the New Second Generation”, International Migration
Review, 31 (4), 975 – 1008
Zhou, Min & Blankston, C.L. (1994), “Social Capital and the Adaptation
of the Second Generation: The Case of Vietnamese Youth in New Orleans”,
International Migration Review, 28 (4), 821 – 845
Zuluaga, Andre B. (2010), “Quality of Social Networks and Educational
Investment Decisions”, Katholieke Universiteit Leuven Center of Economic
Studies Discussion Paper Series, 10.29, http://www.econ.klueven.be/ces/
discussionpapers/default.htm
Sosyoloji Konferansları
No: 45 (2012-1) / 125-148
TEMEL TEKNOLOJIK PARADIGMAL
KAYMALARDAN SOSYAL BILIMLERE
YANSIMALAR
Hüsnü Erkan*
Özet
Diğer canlılardan farklı olarak insan düşünme üzerine düşünebilir. İnsan aklı ve düşüncesinin doğaya uyarlanması teknoloji olarak şekillenir. İnsan aklı ile doğa/evren etkileşiminde
görülen sıçramalar, düşünsel ve teknolojik paradigmal kaymalardır. İlkel insan, doğa ile
etkileşiminde önce el’ini kullandı. Sağladığı bilgi birikimi ile doğadan aldığı nesneleri
şekillendirerek doğaya müdahale etmesi zamanla geleneksel teknolojileri yarattı. Görünür doğanın işleyişi üzerine sağlanan bilgi birikimi, ilk bilimsel devrim olarak Newton
yasalarıyla gündeme geldi. Bilimin görünür doğa yerine görünmez doğa olan atom altına
ve makro kozmosa yönelmesi ise ikinci bilimsel devrim olarak kuantum paradigmasını
şekillendirdi. Karmaşık ve çok yönlü insan ilişkilerine dayalı toplumsal bütün kendi içinde, ekonomik, teknolojik, sosyal, politik ve kültürel alt sistemlere ayrıldığı gibi, bunların
her biri kendi içinde ayrıca sistem, yapı ve süreç işleyişlerine sahiptir. Bu sistemleşme ve
yapılaşma toplumsal evrim sürecinde bir yandan kendiliğinden oluşmakta, diğer yandan
insan aklının ürünü olarak tasarlanmaktadır. Toplumsal bütünü oluşturan sistemler, yapılar
ve süreçler arasındaki interaktif ve dinamik etkileşim, bir ağ yapılanması oluşturur. Bu
nedenle günümüz Bilgi Toplumunda, mekanik düşüncenin statik noktasal-doğrusal neden
sonuç açıklamaları yerine, Kuantum düşüncesi ile uyumlu sosyal bilimlerin ağ etkileşim
paradigması devreye girer. Ağ etkileşim paradigması, beyin işleyişini açıklayan sinir ağları
modeli ile paralellik gösterir. Fiziğin Kuantum modeli, biyolojinin sinir ağları modeli ile
toplum bilimin, toplumsal bütünün entegre ağ etkileşim modeli, farklı alanlarda şekillenen
ikinci bilimsel devrimin paralel yansımalarıdır. Ayrıca gerek biyolojik etkileşim ağları;
gerekse toplumsal etkileşim ağları, kendi kendini yapılandıran ve yenileyen (autopoietik)
sistemlerdir.
Anahtar Kelimeler: Kuantum Paradigması, Teknolojik Paradigmal Kayma, Sistem
Analizi, Ağların Organik İşleyişi, Autopoietik Sistem, Sinir Ağları (Connectionist ) Modeli.
*
Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü. E-mail: husnu.erkan@deu.edu.tr
126 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
REFLECTIONS FROM BASIC TECHNOLOGICAL
PARADIGMATIC SHIFTS TO SOCIAL SCIENCES
Abstract
Unlike other species, man is able to consider the action of thought. Technology is
created by the implementation of the human mind and thoughts on nature. The leaps that
are seen at the interaction between the human mind and nature/the universe are the shifts
of intellectual and technological paradigms. Primitive man first used her or his hand in
interaction with the environment. With the informational conglomeration that was provided,
she or he formed objects from nature and so after a while traditional technologies were
created in this way. The informational capacity available about the observable process of
nature came up with the Newton laws as the first scientific revolution. As science oriented
to invisible nature, which is subatomic and macro cosmos, instead of the observable one,
the paradigm of quantum arose as the second scientific revolution. Society as a whole,
which is based on sophisticated and multi-directional human relations, separated into subsystems of economic, technological, social, political and cultural systems and all of these
systems also have the mechanism of system, structure and process. This systematization
and structuring emerged by themselves as well as having been designed as a product of
the human mind, within the social evolution. The connected and dynamic interaction between the systems, structures and processes which constitute society as a whole, creates
a network settlement. Thus, nowadays in the Information Society, instead of the static,
point-linear cause and effect explanations of mechanical thought, the paradigm of network
interaction of social sciences, which is consistent with quantum thought, takes a major
role. The paradigm of an interacting network is analogous to the model of neural networks
which explains the functioning of the brain. The quantum model of physics, the neural
network model of biology and the social sciences’ integrated network interaction model
of society as a whole, are the parallel reflections of the second scientific revolution, which
are being shaped in different fields. Moreover, both biological interaction networks and
social interaction networks are those systems which configure and renew themselves by
themselves (autopoietik systems).
Key Words: Quantum paradigm, technological paradigm shifting, system analysis,
the organic operation of the networks, autopoietik systems, neural networks (connectionist) Model.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
127
Giriş
Uygarlığın evrimi, “Temel Teknolojik Paradigma” olarak adlandırdığımız, insanın doğa ve evrenin işleyiş algısındaki köklü sıçramalarla şekillenmektedir. Bu bağlamda, 20.yy’ın ilk çeyreğinde bilimsel paradigmal
sıçrama olarak yaşanan Kuantum Devrimi, aynı yüzyılın son çeyreğinde
teknolojik uygulamalar olarak yoğun biçimde yaşamımıza girdi. Kuantum
düşüncesine dayalı olarak yaşamımıza giren söz konusu yeni teknolojiler ve
uygulamalar, insanlığı Bilgi Toplumu’na taşıdı. Bilgi Toplumuyla birlikte
hızlanan Bilim, Teknoloji ve Toplum alanlarında yaşanan köklü değişimler,
günümüzde giderek Sosyal Bilimlere yansımakta ve yeni yaklaşımların
ortaya çıkmasına kaynaklık etmektedir. İşte bu anlamda yaşanan paradigmal kaymadan Sosyal Bilimlere yansıyan temel unsurlara açıklık getirme
uğraşı bu makalenin konusunu oluşturuyor. Çalışmada, ilkel ve geleneksel
teknolojik paradigmaların özetlenmesinden sonra, akli düşünceden Newtongil Mekanik Paradigmaya giden süreç ile ikinci Bilimsel Devrim olan
Kuantum Paradigması özetlenmektedir. Bu paradigmalarla birlikte şekillenen
bilimsel açıklamalar, mekanik, organik ve toplumsal sistem konseptleri
olarak irdelenmektedir.
I. İnsan, Doğa ve Teknoloji İlişkisi Bağlamında ” İlk-el” ve “Geleneksel” Paradigmalar
İlkel insan, diğer canlılar gibi doğanın bir parçasıdır. Bu nedenle başlangıçta doğa ile bütünleşik bir yaşam sürmüştür. Ancak diğer canlılardan ayrı
olarak insanın aklını kullanma, düşünme ve bilinçli davranma yeteneğine
sahip olması, içinde yaşadığı doğaya bilinçli müdahale etmesine yol açmıştır. Kendi varlığını koruyabilmek için, sürüngenlerin dahi alt -beyninde
kodlanmış olarak var olan, saldırmak, ya da kaçmak ötesinde insan, düşünce üreterek doğaya müdahale etme yeteneğini geliştirmiştir. İşte insanın,
doğa ve evrenle ilişkisinde, ona egemen olabilme yönünde, yeni düşünce
ve yöntemler geliştirerek müdahale etmesi teknolojiyi doğurmuştur. İlkel
insanının doğaya egemenliğinin başlangıcında, iki önemli gelişme olarak,
homo-erectus olarak iki ayak üstünde yürümesi ile el ve parmaklarını
doğaya müdahale yönünde kullanması gelir.
İnsanın, doğa nimetlerini toplaması, avlaması ve yemesi, elin ve parmakların kullanımı ile gerçekleşmiştir. Bu nedenle insanın, zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, sistematik olarak kullandığı ilk araç eli ve
128 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
parmaklarıdır. İnsanda üst beynin, yani neo-korteksin evrimini tetikleyen
de bu olgudur. Daha sonra, konuşma ve dilin gelişimi ile insanlar arası
bilgi paylaşımı ve bu bilgi paylaşımı üzerine insanın yeniden düşünme
ve işbirliği yeteneği olması, insanı doğa karşısında giderek daha güçlü
kılarken, diğer hayvanlardan ayrışmasını sağlamıştır. Başka bir deyimle
insan, el ve beyin faaliyetlerinin interaktif etkileşimi ve birlikte evrimi
yoluyla gerçekleştirdiği sentez sayesinde doğa üzerinde egemenlik kurma
uğraşında başarı kazanmıştır. İnsan- doğa ilişkisinde, doğaya müdahale
düşüncede başlamış ve el yardımı ile uygulama şansı yakalamıştır. Zamanla elin uzantısı olan sopa veya sivriltilmiş taş, alet ve edevat olarak insan
zihninde oluşan düşüncenin doğaya uygulanışı olarak gerçekleşmiştir. Bu
şekilde insanın ürettiği ilk teknoloji, “el-teknolojisi” olup; “İlkel toplum”
yapısının şekillenişini yönlendirmiştir. Bir başka deyimle insanlığın doğaya
müdahale etme ve ona egemen olma yönünde kullandığı ilk temel teknolojik
paradigma, “ilk-el” teknolojisidir.
İnsanın uzun evrim sürecinde zamanla doğaya ilişkin kazandığı bilgi
birikimi ve deneyimi, elin uzantısı olan yeni alet ve edevatların geliştirilmesine yol açmıştır. Bu yeni alet ve edevat, doğadan alınan malzemenin
niteliğini değiştirmeden şekillendirme, örneğin ağaçların sabana dönüştürülmesi, yoluyla sağlanmıştır. Ancak bu şekillendirme, zihinde oluşan ekip
biçme, toprağı işleme veya hayvanları ehlileştirme şeklindeki düşünce konseptlerine dayalı olarak gerçekleşmiştir. Bu şekilde elin uzantısı olan ve elin
doğrudan kullanımına göre, daha dolambaçlı ve karmaşık bilgi birikimine
dayalı olarak geliştirilen bu yeni teknolojik paradigma tarım toplumunun
şekillenişini yaşama geçirmiştir. Tarım toplumunda kullanılan teknolojik bilgi
birikiminin bin yıllar boyu kuşaktan kuşağa hemen hemen hiç değişmeden
aktarılması, bu teknolojik paradigmanın,”geleneksel teknolojik paradigma”
olarak adlandırılmasına yol açmıştır. Tarım toplumlarının, ekonomik, politik,
sosyal ve kültürel sistem ve yapılarının şekillenişi de, söz konusu geleneksel
teknolojik paradigmanın yarattığı bağlamda evrimleşerek gerçekleşmiştir.
İlkel ve geleneksel teknolojileri kullandığı dönemlerde insanların doğa
ile ilişkisi, doğanın pratik gözlemlenmesine dayanır ve onunla yaşadığı
karşılıklı etkileşim ilişkisinde edindiği kısıtlı bilgi birikimi ile bu pratik
teknolojik paradigma evrimleşmesi yaşanmıştır.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
129
II. Logos’un Evriminden Bilimsel Paradigmalara
Doğanın pratik gözlemlenmesi yerine, doğanın insan aklı ile açıklama
arayışı ilk çağların Ege uygarlığında, İyonya’da başlar. Miletli Doğa Filozofları ile başlayan, doğanın insan aklı ile açıklama çabası, uygarlık tarihinde
mitolojik düşünceden , akli düşünceye, yani “mitos” dan “ logos” a geçiştir.
Milet’li doğa filozofları olan,Thales, Anaksimandros,Anaksimenes ve Efesli
Heraklit yanında Susamlı Pisagor’un düşünce sistemleri insanlığı mitolojik
düşünceden, akli düşünceye; yani “mitos” dan “logos” a taşımıştır. Diğer
yandan, Urla’lı (Klazomenai’lı) Anaksegoras’ın izinden giden Abdera’lı
Demokrit ise, gözlenen doğadaki en küçük parçacık olan “ atom “ kavramını bize kazandırır (Bu arada, Abdera’yı, Pers istilasından kaçan Teos
ve Klazomenai’lilerin kurduğu biliniyor ). Mitolojik düşünce, vahşi doğa
karşısındaki çaresiz insanın aczini yansıtırken; “logos” , insanın kendi aklı
ile doğanın akış ve işleyişini açıklama ve anlama girişimini yansıtır ki,
kanımca insanlığın yaşadığı en büyük düşünce devrimlerinden biridir.
Ancak ortaçağ, Akdeniz ve Avrupa topoğrafyasında Hıristiyanlık inancının yaygınlaştığı bir dönemdir. Hıristiyanlık inancına göre, insan ilk günahı
işlemiş ve bu yüzden cennetten kovulmuştur.Daha doğarken günahkardır.
Günahlarından arınması için vaftiz edilir. Zira insan aklı,günaha ve kötüye
eğilimlidir; günaha ve kötüye işler. Bu nedenle,soylu ve erdemli yaşam;
insan aklına itaat etmekten değil; onu kontrol edecek bir ilahi güçten;yani
tanrı buyruğundan geçer. Böylece, mitos’dan logosa geçen insan aklı, bu
kez “Teos” un kontrolüne giriyordu.
İşte insan aklının yeniden, ikinci kez keşfi, bu defa, yeniden doğuş anlamına gelen Rönesansla gerçekleşti.Rönesans ile insan aklının, sadece kötüye
ve günaha değil; iyiye ve güzele de çalıştığı, ilk çağın geometri bilgisinin
uzantısı olarak mimarlık ve güzel sanatlarda yaratılan eserlerle sergilendi.
Rönesansı yaratan İtalyan kentlerinde ilk çağ ve bilgelik yeniden keşfedildi.
İnsanlık, dinsel iktidarın dayattığı zihinsel kalıplardan özgürleşerek, insan
düşüncesinin yaratıcılığını ve doğaya üstün gelme mücadelesini yeniden
keşfetti.
14.yy sonlarında başlayıp,15.yy da gelişip, 16.yy’a uzanan Rönesans
düşüncesinde aklın yeniden keşfi, aynı zamanda insanın ve humanizmanın
keşfi anlamına geliyordu. “İnsan isterse her şeyi yapabilir” (L.B. Alberti)
tümcesiyle, rönesansın ideal insanı ifade ediliyordu. Alberti ve L. de Vinci
gibi yaratıcı ve çok yönlü insanlar en belirgin örneklerdi. Rönesans düşüncesiyle, yerküre merkezli evren düşüncesinden, Kopernik’in (1473-1543)
130 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
Güneş merkezli evren anlayışına geçiliyordu. Keepler, Galilei ve F.Bacon
Rönesans düşüncesinin yaratıcılarıydı.
Bu gelişmelere paralel olarak 16. yy’ın ilk çeyreğinde batı kilisesinde,
Martin Luther ve Jean Calvin’in önderliğinde, dinsel devrimin gerçekleşme
süreci yaşandı. Aynı yy. boyunca, Avrupa ülkelerinin çoğunluğuna yayıldı.
15. ve 16. yy’larda rönesansın getirdiği düşünceler, 17. yy felsefi düşünceleri
içinde, derlenip toparlanıp sistemleştirildi. Bu süreci yaratan düşünürlerin
başında Descartes, Th.Hobbes, Leibniz, Spinoza gibi ünlü düşünürler gelir.
Asıl Aydınlanma çağı 18.yy dır.Aydınlanmanın son dönem filozofu Kant:
“kendi aklını kullanma cesaretiniz olsun; kendi aklını kullanmayan , insan
olamaz, başkasının parçacığı olur” der. İnsanının kendi aklıyla “ bilmeye
cesaret etmesi” aydınlanmanın sloganıdır.
Rönesans ve hümanizma düşüncesine ek olarak reformasyonun yaşanması
ve bu süreçler içinde akli düşüncenin kazanımları, her şeyi aklın süzgecinden geçtiği bir arayışı başlattı.. İşte bu sürecin birikimi olarak, yaşamdaki
her şeyin akıl yoluyla açıklamaları aydınlanma düşüncesi ve aydınlanma
sürecini yarattı. Avrupa’nın önemli ülkelerinde bir çok bilim insanı ve
filozof bu süreçte yerini aldı. Fransa’da Voltaire, J.J. Rousseau ve Ansiklopedistler ; İngiltere’de Newton’un Mekaniğin yasalarıyla ilk bilimsel
devrimin ilkelerini ortaya koyması yanında, J.Locke ve D.Hume gibi
düşünürlerle, Almanya ‘da Leibniz, Wolff ve nihayet Kant aydınlanmanın
düşünür ve filozofları olarak ortaya çıktılar. Aydınlanma düşünürleri, doğa
ve evrenin akıl yoluyla kavranabileceğini, açıklanabileceğini ve bu yolla
insanların özgürlük ve mutluluğa erişebileceğini savundular.
III. İlk Bilimsel Devrim: Newtongil Paradigma
Aydınlanma düşüncesi ile yaratılan sanat , bilim ve teknoloji insanlığın
günlük yaşamına yansıyarak; ekonomik, politik, sosyal ve kültürel yapıların
kökten değişmesine yol açtı. Geleneksel tarım toplumları yerine, giderek
ticaret, bankacılık ve sanayi alanındaki gelişmeler sanayi toplumunun
yapılanışını devreye soktu. Geleneksel toplum yerini modern topluma
bıraktı. Modern sanayi toplumunun temelinde, doğa ve evrenin işleyiş yasaları olarak, akıl ürünü, nedenselliğe dayalı Newtongil mekanik mantık
ilişkileri yatar.
Newton’un 1687 yılında Yayınladığı Principia (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) adlı eserinde Mekaniğin 3 temel yasasını ortaya koydu. Bu
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
131
olgu bilim tarihinde ilk bilimsel devrim ve İlk bilimsel paradigmanın ortaya
çıkmasıydı. Artık insanlık, doğanın işleyiş yasalarını aklı ile bilimsel yasalar
olarak açıklıyor; onun işleyiş tekniğini keşfediyor ve yaşamına teknoloji
olarak uyguluyordu. Çağ artık insan aklının ürünü olan bilim ve teknoloji
çağıydı. Toplumsal değişim ve yenilenmeler bunlar üzerine oturuyordu.
T. Kuhn’un (Kuhn, 1970:5) deyimiyle ilk bilimsel devrim ve paradigmal
sıçrama Newton yasalarıyla gerçekleştirildi. Newton yasaları, doğanın mekanik işleyişini açıklayan doğa kanunları olarak mekanik bilimin doğmasını
sağladı. Böylece mekanik bilim; tüm bilimlerin anası olarak ortaya çıktı.
Bu gelişme ile uygarlık tarihi içinde, pratik düşünceden bilimsel düşünceye
bir sıçrama yaşanmış oldu.
Mekanik Bilimsel düşünce, yaşam bütününden aldığı bir parçayı, soyutlayıp basite indirgeyerek, kurguladığı model içindeki neden-sonuç ilişkisini
mantıksal tutarlılık içinde sunan bir yaklaşım olarak şekillendi. “Yeniçağ
Fiziği” denildiğinde hemen aklımıza gelen Newton Fiziği, o yüzyıllar için
“bilim”den anlaşılan şeyin somut örneği sayıldı. Öyle ki o yüzyıllar için
“bilim” demek “Newton Fiziği” demekti. Burada F. Bacon’ın öncülüğünü
yaptığı tümevarımcı/deneyci yöntem ile Descartes’ın temsilciliğini yaptığı
analitik/matematiksel yöntemin birleştirildiğini görürüz. Zaten ”bilim”,
bu yüzyıllardan itibaren, doğada deneysel yoldan elde edilmiş verileri ve
bulguları, matematik dili içersinde, yasalar şeklinde ifade etmeye çalışan
kesin bilgi faaliyetinin adı oldu (Özlem, 2002:272-73). Doğa bilimleri, bir
yönüyle deneylere dayalı pozitif bilim olarak adlandırılırken, diğer yönüyle
matematik dilini kullanarak açıklama ve modellerini formüle etti.
Araştırmacı özne için, doğa bir “dış dünya”dır. Özne; doğa olaylarını
karşıdan izleyerek, deney yoluyla belirleyip, matematiksel olarak formüle
etmektedir. Bu yolla doğa ve evrenin işleyişi açıklanır oldu. Bu şekilde
elde edilip, deneylerle test edilen bu bilginin, doğaya egemen olmak için
belli yöntem ve araçlar şeklinde kullanımı ise yeni teknolojileri doğurdu.
Böylece teknoloji, uygulamalı doğa bilimlerinin ürünü oldu.
Diğer yandan doğa bilimlerindeki gelişme, sosyal bilimlerin doğmasında
etkili oldu.
Fransız Devriminin “toplumu” öne çıkarması, toplumsal olay ve sorunların bilimsel açıdan ele alınması ihtiyacı, sosyal bilimlerin doğumunda
yönlendirici bir etki yarattı. Hatta Sosyolojinin kurucusu olan O. Comte,
toplumu konu alan bu bilim dalına “sosyal fizik” adını veriyordu. Zira top-
132 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
lumu incelerken Newton Fiziğini model almıştı. Aydınlanma düşüncesi ile
yeniçağ bilimlerindeki gelişmeler ve Comte’cu fizik merkezli yaklaşımlar
pozitivizmi doğurdu. Comte; pozitif düşünceyi toplumsal olaylar için de
kullandı. Böylece doğa yasalarını açıklamaya çalışan fizik bilimleri yanında “toplum yasalarını” açıklamaya yönelen bir “sosyal bilim” doğuyordu
(Özlem, 2002:275-76). “
Kısacası, bilimsel düşüncenin paradigmal bütünlük içinde sunumu Isaac
Newton’ un “Principia” adlı eserinde ortaya kondu. Böylece, bu düşüncenin
kökleri , insan aklının kullanımı ve eski Ege uygarlıklarında ortaya çıkan
düşünce sisteminin Rönesans döneminde yeniden yapılanışı; hümanizma,
reformasyon, aydınlanma ve pozitivizmle tamamlanmasıyla gerçekleşti.
Bu yaklaşımda, doğanın işleyişinin fizik-doğa yasaları olarak keşfedilebileceği ve pozitif doğa olaylarının mekanik yasalara göre işlediği temel
görüşü vardır. Burada doğa (nesne) dıştan ve karşıdan, özne tarafından
gözlenir. Öznenin nesneye müdahalesi söz konusu değildir. Kesin bir öznenesne ayrımı vardır. Bu anlayışı getiren Newtongil Paradigma, ilk bilimsel
devrim olan mekanik düşünceye dayalı olarak, doğa ve yaşama yönelik
teknolojik gelişmelerle, sanayi uygarlığı ve sanayi toplumunu yapılandırıp
şekillendirdi.
IV. İkinci Bilimsel Devrim: Kuantum Paradigması
Bu çalışmada insanın, doğa ve evrenle ilişkisinde karşımıza çıkan ve
doğaya egemen olabilmek için onun işleyiş mekanizmalarıyla bağlantılı
olarak geliştirip uyguladığı yeni sistematik bilgi ve düşünce yöntemlerini “
teknoloji” olarak ele aldık. Bu durumda teknoloji; alet ve edevatlar aracılığı
ile doğaya uyarlanan ve uygulanan organize ( veya sistematize) olmuş bilgidir. Drucker’in (1992; 267) deyimi ile “ Teknoloji aletlerle ilgili değildir;
insanın çalışma biçimi ve düşünme biçimi ile ilgilidir… Teknoloji, insanın
bir uzantısı olduğu içindir ki, teknolojideki temel değişme her zaman hem
dünya görüşümüzü ifade eder, hem de dünya görüşümüzü değiştirir”. Esasen teknoloji ile insan, doğa ve evrenin işleyiş biçimini çözümlediği için;
insanın, doğa ve evrenin işleyiş biçimine ilişkin bilgisidir. Alet ve edevat
sadece bu bilgiyi aktarma ve kullanma aracıdır. Uygarlıkların gelişim süreci
içinde insanlar, doğa ve evrenin işleyiş bilgisini, önce doğayı gözleyerek
edindiler. Doğayı tanıdıkça ona müdahale yolları geliştirdiler. Tarım toplumlarında kullanılan teknolojiler bu türdendir. Ancak zamanla, doğanın
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
133
gizlerini ve işleyişini gözleyerek çözmek ve sınırlı becerilerle ona müdahale
etmek yetersiz kaldı. Doğanın gizlerine ve çözümlemesine daha derinliğine
inebilmek, insan aklının daha etkin kullanım yöntemleriyle, yani bilimsel
dünya görüşü ile gelişti. İşte ilk bilimsel devrim olarak Newton Yasalarıyla
doğanın işleyiş biçiminin “mekanik” olduğu algısı yerleşmişti. Bu nedenle
sanayi toplumu da makine modeline göre yapılandırıldı.
Bilgi ve teknoloji, bilimsel araştırma ve geliştirmenin konusudur. İnsanın,
bilim ve teknolojiye yönelim, bilim bazlı dünya görüşü ile mümkündür.
Birikmiş bilginin öğrenilmesi ve özümsenip kullanılması mevcut teknolojinin pratik kullanımıyla ilgilidir. Mevcut bilginin arttırılması, bilimsel
araştırma, teknolojik gelişme ve yenilikle ilgilidir. Bu nedenle teknoloji,
yenilik ve yeni organize bilgi demektir Bu özelliği ile, toplumsal dinamiğin
temel belirleyenleri olan teknoloji, bilim ve dünya görüşlerinin; mekan ve
zaman boyutları içinde aldığı biçim ile izlediği yol, bize o toplumda uygarlık kalıbının gelişimini verir. Geleneksel değerlere dayalı dünya görüşü,
bilim ve teknoloji üretmekte kısır kalırken; bilim bazlı dünya görüşü, yeni
bilgi ve teknoloji üretmeye açık bir sistem oluşturur. Teknolojik sistemin
mekan ve zaman boyutları içinde geleceğe doğru genişleyip evrilmesi
uygarlık kalıbının gelişim yolunu belirler. Uygarlığın, bilim ve teknoloji
ekseni üzerinde ilerleyebilmesi, bilim bazlı düşünme temelindeki bir dünya
görüşünü gerektirir.
İşte yirminci yüzyılın başında başlayıp ilk çeyreğinde şekillenen kuantum
devrimi, İkinci Bilimsel Devrim olarak, bilime yeni bir anlayış, yeni bir bakış
açısı getirerek, doğa ve evrenin algılayış, analiz ve araştırma yöntemlerinin
değişmesine neden oldu. Bu gelişme, hem doğa bilimlerinin, hem de sosyal
bilimlerin araştırma yöntemlerinin değişmesine yol açtı.
Einstein’ın İzafiyet Teorisi ile başlayıp; parçacık fiziğindeki gelişmeler,
yeni paradigmanın gelişmesine yol açtı. Mekanik anlayışta, sürpriz ve
düzensizlik içermeyen doğa anlayışı, termodinamiğin ısı etkisiyle, İzafiyet
Teorisi ve atom düşüncesinden, atom altı parçacıklara inilerek atomun iç
yapısının çözümlenmesiyle değişti; yani parçacık ve çekirdek fiziğindeki
gelişmeler Kuantum düşüncesini yarattı.
Atom altında temel parçacıkların, hem tanecik (foton), hem de dalga yapısı
göstermesi, konum ve hız açısından, kesin durumların değil olasılıkların
geçerli olduğu görüldü.Atom altında enerjinin açığa çıkışı sürekli değil,
tanımlanmış miktarlarda (kuantalar) şeklinde gerçekleşiyordu.
134 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
Atom altı parçalarda olduğu gibi, makro evrenin de durağan değil büyük
patlamadan beri genişleyen bir yapısı olduğu görüşü geçerlilik kazandı.
Mikro ve makro kozmosun açıklaması, tek düzelilik ve istikrara değil;
karmaşık bir işleyişe sahip olduğu görüldü. Bu nedenle yeni bilim anlayışı,
klasik standart ve mekanik etkileşim algısından; süreksizlik, belirsizlik ve
olasılık öğelerinin geçerli olduğu bir etkileşim sistemine oturtuldu. Fizik,
mekanik ve elektronik başta olmak üzere bütün bilim dalları, yeni araştırma
yöntem ve modellerine yöneldi. Mikro elektronikte yaşanan sıçrama, yeni
ürün ve teknolojiler yarattı; mikro biyolojide DNA şifrelerinin kodları çözülerek genetikte de sıçramalar yaşandı. Bu durum eski bilim anlayışı olan
mekanik düşüncenin ve mekanik bilimin aşılmasını getirirken; yeni bilim,
yeni teknoloji anlayışı ve araştırma yöntemlerini devreye soktu. Zira mekanik paradigmanın statik nokta anlayışı, kuantum paradigmasının zaman
ve mekân boyutları içinde yer alan olay ve olguların, dinamik sistem ve
süreçler oluşturduğu anlayışına yerini bıraktı. Ancak bu durumda karşımıza
çıkan sistem ve süreçlerin karmaşıklığı ile çok yönlülüğü, değişik yönlerden, relativite (görelilik kuramı), kaos kuramı, karmaşıklık kuramı gibi
yaklaşımların doğmasına yol açtı. Böylece, mekanik düşüncedeki doğal
denge durumundan; doğadaki veya toplumsal olay ve süreçlerdeki kaotik,
dinamik, çok yönlü ve karmaşık durumların varlık ve analizine yönelim
gerçekleşti. Kuantum paradigmasında, çok sayıdaki karmaşık ilişkilerin,
karşılıklı interaktif etkileşimli bir bütün olarak ele alınması, karşılıklı etkileşim ilişkilerinin bir ağ ve sistem oluşturmasını; bu sistemin zaman ve
mekan boyutlarında kazandığı işlerlik ise süreç düşüncesini gündeme getirdi.
Mekanik paradigmadan kuantum paradigmasına kayış, nokta durumdan;
sistem ve süreç durumlarına geçişi beraberinde getirirken, toplumsal ve
ekonomik olgular da, sistem ve süreç olarak yeni ve bütüncül etkileşim şeması içinde ele alınır oldu. Yine mekanik paradigmada, doğa ve toplumun
işleyiş modeli, “makine” imajıyla evrenin rasyonel işlediği varsayımına
dayanıyordu. Rasyonelliğe dayalı mekanik işleyiş içindeki evren bütünü,
istendiği kadar küçük parçalarına (atom) ayrılıp, soyutlanıp tek başına ele
alınabilir düşüncesi geçerliydi. Başka bir deyişle evren bütününün, kesin,
değişmez, mekanik, determinist etkileşim gösterdiği kabullenilmişti.
• Oysa ki, kuantum paradigması, evren anlayışına farklı bir yaklaşım
getirdi. Kuantum dünya görüşü, mekanik paradigmanın getirdiği
belirlilik ve mutlaklık ilkesi yerine belirsizliği ve olasılığı; tek yönlü
ve mutlak nedensellik yerine, interaktif etkileşimden oluşan sistem
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
135
bütününü ve objektif tek gerçeklik yerine, etkileşim sisteminin oluşturduğu yapılanmayı ikame etti. Böylece, kuantum paradigmasında
doğa ve toplumun algılanışı ve açıklanışı mekanik paradigmaya göre
tümüyle farklı bir içerik, işleyiş ve açıklama kazandı.
• Karşılıklı bağlantı ve ilişkilerin sistem içinde şekillendiği,
• Sonuçların olasılıklar içinde gerçekleştiği,
• Sistem içindeki, zıtlıkların, olumlu ve olumsuz gelişmelerin sistem
öğelerinin yapılanış ve işleyişine göre olumlu ve olumsuz olabileceği ve sistem bütününün, alt sistem ve süreçlerinde kısa dönemde
farklı yönde gelişmelerin olabileceği doğrusal olmayanbir işleyiş
olduğu ortaya kondu.
Bu anlayışın Sosyal bilimlere yansıması, araştırmacının, tek tek ve anlık neden-sonuç bağlantılarını keşfetmesi yerine, dünden bugüne gelen
ve bugünden geleceğe uzanan sistem, yapılanma ve süreç işleyişlerinin
bağlantılarını bulup, bu bağlantıların oluşturduğu davranış kalıplarını
keşfetme görevi öne çıktı.
V. Toplumsal Ağların Organik İşleyişi
İkinci bilimsel devrimin, gerek atom altındaki parçacıklar arasındaki ilişkilerin, gerekse canlı organizmaların işleyiş ağının, hem bir sistem, hem bir
yapılanma, hem de dinamik bir akış ve işleyiş, yani süreç olduğuna ilişkin
bulgusu toplumsal bütün için de geçerlidir. Toplumsal sistemler de sistem,
yapılanma ve süreç mantığına dayalı dinamik ve interaktif etkileşim analizi
içinde ele alınabilir. Toplumsal bütün, sosyal sistem yanında, teknolojik,
ekonomik, politik ve kültürel sistemleri de kendi bünyesinde birlikte içermekte olup; kapalı değil, açık ve entegre bir sistemdir.
Toplumsal bütün canlı sistemler gibi, birbiriyle organik olarak bütünleşmiş
ve birbiri içinde organik olarak yurtlanmış sistemler olarak; çoklu, dinamik,
doğrusal olmayan, çapraz ilişkileri de içeren “ağ sistemi”, bu sistem içindeki “yapılanma” ve “süreç “ler arasında ortaya çıkan kuantum etkileşimli
bütünleşik bir işleyişe sahiptir. Nitekim Castellany ve Hafferty (2009:38),
sosyal pratiğin beş bileşeni olarak, inter-aksiyon, sosyal birimler, iletişim,
sosyal bilgi ve bunların eşleştirilmesi olarak görür. Ayrıca sosyal karmaşıklığı; sistem ve ağ etkileşimli yeni bir bilimsel yaklaşım (s. 98) olarak ele
alırlar. Ağ analizlerine ve karmaşıklık teorisine, fizikten matematik, biyoloji,
ekonomi ve sosyolojiye kadar uzanan günümüz bilimsel uğraşının tüm
136 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
alanlarında karşılaşıyoruz (Newman 2003;Watts:2004; Newman, Barabasi
ve Watts:2006). Toplumsal sistemdeki yapılanmaların içerdiği;
• Ağ bütününde yer alan sistemler,
• Zaman boyutundaki tarihsel birikimlerle çeşitlenmiş yapılanmalar ve
• Sistem ve yapıların birlikte oluşturduğu bütünün çoklu etkileşim
ilişkisi içindeki dinamik akış ve işleyişlere dayalı süreçler ile süreç
içindeki her türlü etkileşimler dikkate alınıyor.
Sistem analizinde;
• Sistem bütünü,
• Sistem unsurları (elemanları),
• Unsurlar arası bağlantılar (ilişkiler),
• Açık sistem olarak çevre ile ilişkileri ve
• Sistemin davranışı gündeme gelir.
Örneğin, bir sosyal grup bir sistem bütünü, bireyler sistem unsuru ve
bireyler arası iletişim, unsurlararası bağlantıyı verir. Yine sayılar sistemi;
unsurlar olarak rakamlardan ve rakamlar arası bağlantılar olarak matematikteki mantıksal ilişkilerden oluşur. Sistem analizinde sistem bütünü, tekrar alt
sistemlere ayrılabilir. Böylece farklı sistem düzeyleri ve sistem hiyerarşisi
oluşur. Her sistem düzeyinde hangi unsurların alt sistem oluşturduğu yeniden
belirlenir. Analiz yöntemi olarak sistem analizi; bütüncül bir bakış açısına
sahiptir. Çünkü bütün tek tek parçaların toplamından farklıdır. Bütün, kendi
elemanlarına ayrılarak sistemin iç yapılanışı ortaya konur.
Biyolojik sistemlerin aksine, sosyal sistemlerin amaçları vardır. Amaçlar,
sistemlerin varoluş gerekçeleridir. Sistem unsurları, sistemi oluşturan temel
yapı taşlarıdır. Sistem unsurları çeşit, sayı ve işlev açısından ele alınabilir.
Sistemin içerdiği unsurların kendi arasında gösterdiği uyum, yani içsel tutarlılık ölçüsünde, sistemin amaçlarını gerçekleştirme ve etkin olma şansı
vardır. İçsel tutarlılık, sistemin başarısında ön koşul niteliğindedir. Sistem
elemanları arasındaki ilişkiler bütünü bir ağ (network) oluşturur ya da bir
başka deyimle ağ bütünü, bir sistem olarak ortaya çıkar. Bu durum canlı
ve cansız tüm sistemler için geçerlidir. Örneğin; atomdan, atom altındaki
parçacıklar arasındaki ilişkilere geçiş, noktadan ağ sistemine geçiştir. Canlılar dünyasındaki organizma, hücreler, organlar ve organ sistemlerinden;
hücre ise molekül ağlarından oluşur. Farklı hiyerarşik düzeydeki sistemlerin
elemanları bir diğerinden farklılık gösterdiği gibi ,sistem ilişkileri; içsel ve
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
137
dışsal ilişkiler olmak üzere iki açıdan inceleme konusu yapılır. Sistemin
içsel ilişkilerinin düzeyi ve yapısı sistemin işlerliği açısından; sistemin
dışsal ilişkilerinin varlığı veya yokluğu açık ve kapalı sistem olması açısından önem taşır.
Sistemin davranışı, sistemin içerdiği unsurlar ile bunların özellikleri ve
sistemdeki ilişkiler tarafından birlikte belirlenir. Öte yandan sistemdeki
ilişkileri belirleyen bir başka boyut, sistemin organizasyon yapısıdır. Sistem
bütünü içindeki ilişkilerin uyumu, sistem amacı doğrultusunda ve sistem
bütünselliği yönünde sinerji yaratırken, uyumsuzluk ve çatışmanın boyutu;
sistemin negatif sinerji üreterek çözülmesine ve çökmesine kadar gidebilir.
Sistem analizinde; incelenen “genel sistem” ve “bütün sistem”-“alt sistem” ayrımı yanında, ayrıca “kısmi sistem” ayrımı yapılır. Alt sistemlerin
belirlenmesinde sistem bütünü aynı düzeydeki paralel parçalarına ayrılırken;
kısmi sistemlerin belirlenmesinde, sistemin bütünselliği korunarak, yalnızca
belli bir yönü ele alınır. Örneğin; bir işletmede tedarik, üretim, pazarlama
alt sistemlerken; işletme içi hiyerarşi, iletişim ve sosyal ilişkiler kısmi
sistemler olarak her alanda ortaya çıkar. Sosyal ilişki, hiyerarşi ve iletişim
unsurları hem tedarikte, hem üretim, hem de pazarlama sistemlerinde, yani
sistem bütününde ortaya çıkan unsurlar olup bunlar kısmi sistemler olarak
ele alınırlar. Kısmi sistem, sistem bütününün analitik yapılanışını yansıtması açısından önem taşır. “Alt sistem” ile “kısmi sistem” ayrımının ortaya
konulması sayesinde, sistem yapılanmasını belirleyen ilişki ve özellikler
daha bir açıklık kazanır.
Canlı organizma olarak insanların bilinç dışı gerçekleştirdiği sindirim,
dolaşım gibi faaliyetleri ötesinde; bilinçli, niyetli, amaçlı olarak kendi özgür
iradesi ile gerçekleştirdiği davranışları vardır. Capra’ya göre (2003:104
vd.) bunlardan ilki, yaşamın evrim süreci ve doğal seleksiyon sonunda şekillenmiş olan bu yapılanma, oluşmuş yapılar (emergent structures); buna
karşın ikinciler tasarlanmış yapıları (designed structures) oluşturur. Benzer
bir ayrım L. von Hayek’te spontan (kendiliğinden) şekillenmiş sosyal düzen ve organize edilmiş sosyal düzen olarak ele alınır. Tasarlanmış, yani
organize edilmiş sosyal sistemlerin belli bir amacı, somut insan kurgusu
bir yapılanışı ve işleyişine ilişkin kuralları vardır. Buna karşın insan dışı
doğada, amaç ve planlanmış bilinçli yönelimler yoktur. Sadece uzun evrim
ve seleksiyon sürecinin şekillendirdiği, oluşmuş yapılar vardır. Doğanın
yapılanışında, ne amaçlar, ne de tasarlanmış sistemler yer alır. Çünkü amaçlı
davranış, yansıtılmış bilinç niteliğiyle insan dışı doğada yaygın değildir.
138 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
İnsan örgütlenmeleri söz konusu tasarlanmış ve kendiliğinden oluşmuş
yapıları her zaman birlikte içerir. Tasarlanmış yapılar, örgütlerin daha çok
şekli yapılanması olup, resmi (formel) organizasyon şeması olarak yer alır.
Buna karşın kendiliğinden oluşmuş yapılanmalar örgütün resmi olmayan
(informel) ağ-sistemi ve toplumsal yaşam pratiği olarak şekillenir. Örgütler,
her ikisine de ihtiyaç duyar. Tasarlanmış yapılar, örgütün etkin işleyişi için
ihtiyaç duyulan kural ve rutin işleyişler için gereklidir. Organizasyon içinde
istikrarı sağlar. Buna karşın kendiliğinden oluşan yapılanma, örgüte yenilik,
yaratıcılık ve esneklik getirir. Yapılanma içinde uyum, değişim ve gelişimi
belirler. Bu nedenle insan odaklı sosyal örgütlenmede, güç ilişkilerinin vücut bulduğu tasarlanmış yapının getirmek istediği istikrar ile kendiliğinden
şekillenen yapılanışın getirdiği örgütsel canlılık ve yaratıcılık arasında bir
gerilim kaçınılmazdır. Başarılı yöneticiler bu iki farklı yapılanmayı dengeli
ve dinamik biçimde yönetir.
Canlı ve sosyal sistemlerin davranışları arasında belli paralellikler ve
belli farklılıklar vardır. Canlı sistemler sürekli kendi kendini yaratan, yenileyen ve yapılanan sistemlerdir. Canlıların hücresel ağları, kimyasal sistem
olarak doğrusal olmayan bir organizasyon kalıbına sahiptir. Hücresel ağ
sisteminin yapı ve süreçlerini oluşturan ağ sisteminin ilinti ve bağlantılarını
anlayabilmek için moleküler biyoloji ve biyokimya bilgisi, yani enzim ve
enzimin protein sentezlemedeki rolünün bilinmesi zorunludur. Toplumsal
ağlar da, biyolojik ağlar gibi doğrusal olmayan bir organizasyon yapısına
sahiptir. Ancak sosyal ağların ilinti ve bağlantı sistemleri, iletişim ağları
şeklinde yapılanır. İletişim ağları, sembolik dil, kültür bağımlılıkları, bilinç,
güç ilişkileri ve benzeri unsurlar şeklinde devreye girer. Toplumsal sistemler de biyolojik sistemler gibi kendi kendini yaratan, üreten, yenileyen ve
yapılandıran (otopoietik) sistemlerdir. Ancak canlı sistem değillerdir. Daha
çok dil, bilinç ve kültürel bağlantılı bilişsel sistemlerdir (Luhmann 1990;
Capra 2003:70). Zira toplumsal ağ sistemi içindeki iletişim, sürekli değişir,
yenilenir ve yeniden üretilirken; iletişim ağları da kendini sürekli değiştirir
ve yeniden üretir. Her iletişim, yarattığı düşünce, içerik ve anlamlarıyla,
sistem bütününü etkileyerek başkaca iletişim unsurlarının devreye girmesine
yol açar. Her yeni iletişim, yeni düşünce, anlam ve yorum konseptleri yaratırken, aynı zamanda yeni duruma göre verilecek tepki ve davranış kalıpları
ile sosyal yapıda değişime yol açar. İnsanlar için bir şeye yüklenen anlam
önemlidir. İç ve dış dünyamızda hissettiğimiz veya diğer insanlarla olan
ilişkilerimizde vereceğimiz tepkiler, olay ve konuya yüklediğimiz anlamla
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
139
ilgilidir. Zihnimizde hedeflediğimiz amaçlara uygun davranış ihtiyacı, ilgili
konuya yüklediğimiz anlamla yakından ilgilidir.
Sosyal bilimler alanındaki sistem analizi, sistem bütününü sistem bileşenlerine ayırırken konu, toplumsal etkileşimden, bireysel etkileşime kadar
inen farklı düzeyleri gündeme getirir. Toplumsal bütün; toplumsal düzeyde,
kurumsal düzeyde, örgütsel düzeyde, bireysel düzeyde ve etkileşim düzeyinde inceleme konusu olabilir. Analizde bunların birlikte ele alınması sistem
hiyerarşisini verir. Ele alınan sistemin toplumsal düzeyde analizi, toplum
bütününe ait ilişkilerle bunların değişimini içerir. Öte yandan toplumsal
düzeydeki analizlerde, diğer analiz düzeylerinde elde edilen bilgilerin de
dikkate alınması gerekir.
Fiziki ve biyolojik sistemler yanında insan odaklı yapılanmalar olarak
toplumsal sistemler, toplumu oluşturan insanların ilişki, davranış, tutum ve
kararlarına ilişkin kurallar bütününden oluşur. Bu nedenle toplumsal sistem,
davranış ve karar sistemleri şeklinde yapılanır. Analizin odağında insan
ve insan grupları yer alır. İnsanların davranış ve kararları, belli ihtiyaçları
gidermeye yönelik işlevleri üstlenecek biçimde şekillenir:
• Mal ve hizmetlerin üretim, dağıtım ve tüketimi yoluyla insan ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik işlevler, ekonomiktir.
• İnsanlar ve insan grupları arasındaki ilişki ve bir arada yaşama ihtiyacını karşılama işlevi sosyaldir. Sosyal ağlar, insan grupları arasındaki
bütünleşmeyi sağlar.
• Yaşamı kolaylaştırabilmek için bir araya gelmiş insan topluluklarının yönetimi ve ortak amaçları gerçekleştirmeye yönelik işlevler
politiktir. .
• İnsanlar psikolojik doyuma ihtiyaç duyarlar ve bunu sağlayan yaşam
unsurlarını korumak isterler. Onlarla duygusal bağları vardır. İnsanın
bu ihtiyaçlarını karşılama işlevi kültüreldir.
• Doğa ile ilişkisinde insan, ona egemen olma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyacı karşılama işlevi teknolojiye aittir. Teknoloji üretmek bilimsel
yöntemlerden geçer. Teknolojik paradigmadaki kaymalarla, insanın
doğa ve evren algısı değişir. Bilim ve teknolojide yeni yöntemler
devreye girer; ekonomik ilişkiler daha üst düzlemlere taşınır.
Böylece “toplumsal bütün”, insan ihtiyaçlarını karşılama işlevini üstlenmiş; birbiri içinde yurtlanmış; interaktif etkileşimli; ekonomik, politik
sosyal, kültürel ve teknolojik olmak üzere beş sistemin bütünleştiği bir
140 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
yapılanmadır (Erkan-Erkan 1998: 57).
İnsan bünyesini oluşturan sistem ve yapıların işleyiş ilişkileri ile toplumsal
bütünün sistem ve yapıların etkileşim ilişkileri arasında paralellikler kurabiliriz. Dinamik ve çoklu etkileşim için ana örnek beyin ağlarının işleyiş
modelidir. Beynin yapılanışı ve bu yapılanış içinde yurtlanmış olan sinir
ağları ve dendirit bağlantıları yoluyla beynin fiziko–kimyasal işleyişi ile
toplumda insan ilişkileri içinde yurtlanmış olan ekonomik, politik, kültürel
ve teknolojik sistemleri oluşturan unsurlar arasında önemli paralellikler
olduğu görülür. Burada beyindeki dendirit bağlantıları,insan ilişkilerine;
dendritlerdeki sinyal iletici ve algılayıcı proteinler,insanlar arasındaki iletişime ve buradaki enzimlerin türü insanlar arasındaki pozitif veya negatif
algı ve sinerjilere benzetilebilir. Evrenin en karmaşık etkileşim sistemi
beyin olarak bilinirken; buna en çok yaklaşanı da toplumsal ilişkilerdir.
Her ikisinde de oluşmuş ağ yapılanmaları içinde şekillenen karşılıklı ve
karmaşık etkileşim ilişkileri vardır.
Ayrıca, toplumsal bütünü oluşturan sistemlere benzer biçimde insan
bünyesi de sinir, sindirim, solunum, enzim ve dolaşım sistemlerine sahiptir.
Bu sistemler, insan bünyesinin morfolojik ve fizyolojik evrimsel yapılanışı
içinde yurtlanmış olarak vardır. Biri olmadan diğeri de olamaz. Ancak her
biri ayrı bir işleve sahiptir. Her biri işlevini yerine getirirken diğerinin içinde
yurtlanmış ve yerleşik durumdadır ve sürekli birbirini besleyen interaktif
etkileşim ilişkisine sahiptirler. Örneğin dolaşım sistemi, beynin kılcal damarlarının ayrıntılarına kadar yurtlanıp, oraya besin ve oksijen taşırken;
sinir ağları da sindirim ve dolaşım sistemleri içinde yurtlanarak onların
işlevlerini yerine getirmesini sağlar. Bu tür interaktif ve organik etkileşim
ilişkisi, bünyeyi oluşturan tüm sistemler arasında vardır. Benzer ve paralel
bir etkileşim ilişkisi toplumsal sistemler içinde de geçerlidir. Sosyal ilişkiler
ve ekonomik çıkar ağları, politik işleyişler içinde yurtlandığı gibi, teknolojik sistemlerin de politika ve ekonomik çıkar ilişkilerinin işleyişini nasıl
yönlendirdiğini günlük olarak yaşıyoruz. Hatta bu analojide, sinir ağlarının
(beynin) yaratıcı sinerjisini bilimsel-teknolojik sisteme; sindirimle besinleri
vücut için yararlı duruma getirmeyi ekonomik üretim ve tüketime; dolaşım
sisteminin besin ve oksijen taşıma işlevini, sosyal ilişkilere; enzimolojik
sistemin işlevini kültürel öğelerin toplumdaki işlevine; solunum sisteminin
etkilerini politik alanın işlevine ve nihayet insanın doğal çevre bağlantısını,
küresel çevre ile paralel görebiliriz. Ayrıca, mekanik sistemlerin aksine,
canlı sistemler gibi toplumsal sistemler de, kendi kendini yenileyen, uyum
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
141
gösteren ve yapılandıran sistemlerdir. Bu nedenle, toplumsal sistemleri
işleyiş açısından “organik” sistemler olarak adlandırabiliriz.
Diğer yandan insan bünyesini oluşturan sistemlerin her birinin kendine
özgü bir örgütlenişi, yapılanışı, işleyişi ve işlevi vardır. Bu özellikleri nedeniyle bir sistem olarak her biri, kendi işlevini yerine getirirken diğeri içinde
yurtlanmış olarak onu besler, işleyiş ve çalışmasını sağlar. Canlının organik
evrim sürecinde bu sistemler arasında ortaya çıkan uyum, insan vücudunun
sağlıklı işlemesini hep birlikte sağlarlar. Aralarında pozitif bir etkileşim
vardır. Bunların herhangi birinde ortaya çıkan hasar ve hastalık diğerlerinin
işleyişini de olumsuz etkiler. Bu etkileşimde dikkat edilmesi gereken nokta,
bu sistemlerden hiçbirisinin diğerinin işlevini üstlenmemesidir. Kendi içinde
kısmi işlev üstlenmesi olabilir. Örneğin, kalp yan damarlarının birindeki
kısmi bozulmayı çevredeki diğer damarlar üstlenebilir. Ya da beynin iç işleyişinde de bu tür kısmi üstlenme benzerliği bulunuyor. Ancak insan bünyesi
içindeki hiçbir sistem, diğer sistemin işlevini üstlenmez. Örneğin, beyinle
sindiremez; midemizle düşünemez, ya da kalbinizle solunum ve sindirim
işlevini yerine getiremeyiz. Bu paralelliği toplumsal bütüne taşırsak, ekonomik, teknolojik, politik, kültürel, sosyal ve küresel sistemlerin her birinin
insanlar için ayrı bir işlevi vardır. Birinin işlevini diğerine taşıma uğraşı, ayrı
bir sistem olmanın getirdiği işleyiş ve işlevselliği bozar. Örneğin, Türkiye’de
KİT’leri, ekonomik alanın gereği olarak verimlilik ve etkinlik kriterine göre değil, politik kriterlere göre yönetilmesi nedeniyle işlevlerini yitirdiler.
Benzer bir biçimde, Doğu Blokunun çökmesinde, ekonomik alanda, etkinlik
ve verimlilik kriterleri yerine, ideolojik – politik kriterlere verilen abartılı
öncelik sistemin etkinliğini engelledi. Aynı şekilde, geçmişin otoriter toplumlarındaki tek boyutlu ve mutlakçı ideolojiler diğer sistemlerin işlevselliğini
engellediği için sürdürülemez oldular. Yine, kültürel (dini) alanın değer ve
norm sistemlerini, çoğu islam ülkesinde olduğu gibi, politik veya ekonomik
alana hakim kılmak, ekonomi ve toplumun sağlıklı işleyişini bozar. Zira,
ekonomik, politik ve teknolojik-bilimsel sistemlerin etkinliği için bunların
kendi işlevi rotasında sistemleşip yapılandırılması gerekir. Kısacası, insan
bünyesinin sağlıklı işleyişi gibi, toplumsal bütünün sağlıklı işleyişi de, her
toplumun tarihsel evrim ve değişim süreci içinde, her sistem kendi işlevi
doğrultusunda organize olduğu, yapılandığı ve yönlendirildiği sürece etkindir.
Kendi aralarındaki karşılıklı etkileşiminin, pozitif sinerji yaratacak biçimde
dizayn edilmesi, sistem bütünselliği için zorunludur. Üstelik buradaki evrim
ve değişim, biyolojik evrime göre çok daha kısa sürede, çok daha hızlı ve
142 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
insan aklıyla belli sınırlar içinde yönlendirilebilir biçimde şekillendiği için
uygulamadaki reform politikalarında, sistemler arası etkileşimin, değişim,
uyum ve sinerji yaratma özelliği, sürekli gözetilmelidir. Ayrıca karmaşık
bütünü yönlendirme uğraşının başarısı, bilim bazlı, titizlikle oluşturulmuş
strateji ve politika üretiminden geçer.
VI. Paradigmalarda Sezgiler ve Duygusal Zeka
Mekanik paradigmada kesin bir özne nesne ayrımı vardır. Bilimsel uğraşın öznesi olan bilim insanı, inceleme konusuna karşıdan bakar. Burada
bilimsel olay, önceden olup bitmiş, pozitif bir olgudur. Bilim insanı, bu olay
veya olguda ortaya çıkan sonucun hangi neden veya nedenler tarafından
belirlendiğini ortaya koyar. Böylece, bilim insanının ortaya koyduğu, olmuş
bir olay veya olgunun sonucu ile bu sonucu belirleyen nedenler ve aralarındaki ilişki üçlüsü birlikte bilimin nesnel alanını oluşturur. Belirleyenler,
olaya ilişkin bir genel hipotez ve bu hipotezin uygulanabilirlik koşullarını
içerir. Bunlar birlikte, bir bilimsel teorinin açıklayanlarını oluşturur. Bu
açıklayanlar ile sonuç arasındaki ilişki ise bir dedüksiyon (tümden gelim)
sürecidir.
Bu mantık ilişkisi, zaten pozitif bir olgu olarak var olan sonucu, olayı
açıklama konumundaki genel hipotezden ve uygulanabilirlik koşullarından,
şekli mantık kuralları içinde üretir. “Eğer …. (şöyle şöyle)….ise; bundan
dolayı …(böyle böyle)… dir” şeklinde bir bilimsel ifade ortaya konur.
Burada sadece, açıklanan ile açıklayanlar arsındaki şekli mantık ilişkisi
formüle edilir. Üstelik bu ilişkiler zaten matematik veya mantığın şekli
(formel) kalıpları içinde yapılır. Bu yaklaşımda bilim insanının duygu, heyecan, sezgi, motivasyon gibi tüm insani özellikleri, bilimsel açıklamanın,
herkese açık olan nesnel alanında değil, bilim insanının öznel alanında
yer alır. Öznel alan bilim insanının özel yaşantısı olarak görülür. Ancak
ayrı bir bilim alanı olan bilgi sosyolojisinin konusuna girer.
Kuantum paradigmasında ise durum tersinedir. Burada olmuş bir
olayın, tek yönlü neden sonuç ilişkisi yerine; henüz olmamış ve olmasını istediğimiz veya bilmediğimiz ve görmediğimiz karmaşık ilişki ağı
içinde nelerin olabileceği, bir zaman süreci içinde araştırılır. Üstelik bu
süreç, dinamik ve değişkendir. Kalıplaşmış ilişkiler değil, sürekli değişen
ilişkiler ve belirsizlikler içerir.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
143
İşte kuantum paradigmasında bilim insanı kendini tam da bu akıp giden
dinamik ağ etkileşiminin içinde bulur. Bu ilişkilerin neler olabileceği ancak
araştırmacının sezgileriyle keşfedilir. Ayrıca, bu sezgilerin oluşması için
uzun süre, beyninin bu konu ile meşgul olması, bilgi birikimi, deneyim ve
öğrenme süreçlerine sahip olması gerekir.
İlişki ağı içindeki etkileşimin keşfi için en büyük yardımcı, bilim insanının bu konuya odaklanması, sezgileri, bulgularına yüklediği anlam,
tutkuları, heyecanı ve motivasyonudur. Bilim insanı, bilimsel uğraş konusu
olan olayın tam içinde ve onunla haşır neşir olur. Üstelik olayı karşıdan ve
dıştan izleme şansı zaten yoktur. Zira burada görünmeyen doğa veya bilmediğimiz geleceğimiz araştırma konusu olur. Araştırma sürecinin bir parçası
olan araştırmacı, konusu ile ilgili olan, geçmişteki kendi ön yargılarını öne
çıkarırsa, yeniyi ve değişik olanı yakalama konusunda kendi yolunu tıkamış
olur. Bu nedenle araştırmacı, araştırma konusuna odaklanarak, süreç unsularının içerdiği ağdaki etkileşim ilişkilerinin yönelimlerinden kaynaklanan
sezgileri ve onlara yüklediği yeni anlamla yeniye ve geleceğe ilişkin akışı
ve yenilikleri görme şansı yakalar.
Kuantum paradigması ile yaşanan bu sıçrama hem bilimi, hem de insanlığı ve uygarlığı yeni bir spektruma ve yeni bir toplum yapısına yönlendirdi. Başka bir deyimle, yeni paradigma insanlığı bilgi toplumuna, bilgi
uygarlığına ve bilgi teknolojilerine yönelmenin yollarını açtı. Burada artık
görünen doğanın pozitif ilişkileri yerine; görünmez doğanın; yani atom altı
parçalarla, DNA şifrelerinin davranış ve ilişkileri öne çıktı. Yeni yaklaşımda
akıl, mantık, sezgi ve duygusal zekamızın da kullanımı ile beynin birikim
ve odaklanmasının yarattığı, yeni anlamlandırma, fikir ve hayallerin önemi devreye girdi. Olanı değil, olmayanı araştırmak ve yeniliği yakalamak
önem kazandı.
Bugün bilimin kuantum düşüncesiyle ulaştığı düzey; bilinmeyeni, geleceği
ve yeniyi keşfetme uğraşı içindeki insanın ve insan beyninin tüm potansiyeli ile araştırma süreçlerinin içinde yer aldığını ortaya koydu. Araştırmacı,
mekanik düşüncedeki gibi araştırılanın dışında değil; sosyal bilimlerdeki
gibi araştırılanın bir parçası olarak öne çıktı. Araştırmada; nesne öznenin
mutlak ayrımı ortadan kalktı. Araştırmacı özne, artık araştırma sürecini ve
yeni bilgi üretme sürecinin bir parçası durumuna geldi.
144 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
VII. Kuantum Ağ Etkileşimi için Model Arayışları
Ağ etkileşim sistemleri farklı düzeylerde birbiri ile bağlantılı (connectionist) modeller olarak kurgulanmaktadır. Ağ etkileşim modellerinin, basitten
karmaşığa kadar çok sayıda örnekleri oluşturulmakla birlikte, sosyal sürecin
karmaşıklığını, dinamizmini ve öğrenme süresini kavrayabilmesi açısından iki model türü birbiri ile yarışmaktadır. Daha çok yapay zeka, bilişsel
(cognitive) teori, nöröloji bilimi, psikoloji ve zihin felsefesi alanlarındaki
çalışmaların ürünü olarak bu araştırmalar şekillenmektedir.
Bunlardan birincisi, bilgisayar sistemini model alan yaklaşımlardır (computational modelling). Bu yaklaşımda bağlantılı – bütünleşik ağ etkileşim
modeli; içerdiği birbiri ile bağlantılı süreçlerin oluşturduğu bir ağ modelidir.
Daha çok sembolik mantığa dayalı şematik amaçlı olarak yapılandırılmış
modellerdir. Bu modeller,
• Zaman içinde birbiriyle bağlantılı unsurlar,
• Birbirine benzer unsurlar veya
• Birbiriyle zıtlık (karşıtlık) içindeki unsurların bağlantılandırıldığı
modellerdir.
Ağ etkileşim modellerinin giderek daha çok ön plana çıkan bir türü,
beynin çalışması esasına dayalı Sinir Ağları Modelidir. Bu tür ağ-sistem
(connectionst network veya neural network) modellerinde öğrenme özel
sonuçlar doğurmaktadır. Zihnin yaratıcı işlevi sistem dinamikleri için belirleyicidir. Bu modellerin özellikleri şöyle özetlenebilir (M.W. Eysenck,
M. T. Keane, 2000:9-10):
• Bu tür ağ etkileşim sistemleri, beyin ve sinir hücresi benzeri bir yapılanma içinde temel birim veya noktalar içerir. Her birim, bir diğeri
ile çok sayıda bağlantıya sahiptir.
• Her birimde ortaya çıkan bir uyarı veya sinyal diğer birimleri de
etkiler.
• Her birime ulaşan bir etki; etkileşim içindeki etkilerin ağırlıklı ortalamasının belli bir eşik değeri aşması durumunda buradan kaynaklanan
tek bir etki (sonuc) üretir.
• Ağ bütününün karakteri onu oluşturan birimlerin birlikte belirlediği
ağırlığa göre şekillenir.
• Birimler arasındaki bağlantının gücündeki değişim, bütünde geçerli
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
145
kurallarca şekillendirilir.
• Ağ bütünü farklı düzeyde yapı ve bağlantılara sahiptir. Girdi birim
bağlantısı; ara bağlantı ve çıktı bağlantıları oluşur.
• Bağlantı konsepti, bütün içinde farklı biçimde dağılıp yapılanan bir
davranış kalıbı oluşturabilir.
• Aynı ağ sistemi; birbirinden çok farklı davranış kalıplarının oluşumuna yol açabilir.
• Ağdaki önemli bir öğrenme kuralı hatalardan geri bağlantı yoluyla
yararlanma şansıdır. Ağ bütünü bir davranışı öğrenebilir, içerdiği
yapılanmaya göre yeni davranış kalıbı oluşturabilir.
• Ağ bütünü uygun sonucu üretinceye kadar tekrarlanabilir. Bu yüzden
davranışın dıştan ve önceden programlanmasından çok davranışların
öğrenilerek değiştirilmesi söz konusudur. Kuralların belirlenmesinden
çok öğrenilmesi esastır.
Sinir ağları modeli, beynin çeşitlenmiş paralel süreçler içermesi nedeniyle, bilgisayar modellerine göre üstünlüğü söz konusudur. Ayrıca burada
öğrenme becerisi de devreye girmektedir. Ağ sistem bütününün esnekliği
onun öğrenme yeteneğini devreye almasına yol açarken; istikrarı ise, onun
öğrenilen yeteneklerin korunması olarak ortaya çıkar. Ancak ikisi arasında
genellikle kısmi çatışma vardır. Bu nedenle ikisinin sentezi gerekir.
Ağ yapılanışının zaman içinde değişimi onun zaman boyutu içeren dinamik bir sürece sahip olduğunu gösterir. Sinir ağları sistemi sürekli çalışan,
sistem bütününün hepsini birlikte etkileyen yaygın bir işlerliğe sahiptir.
Beynin işleyişini esas alan ağ-sistem modelleri; ekonomik alanda da yeni
sentezler yaratmaktadır (Nöroekonomi bilimi-neuroeconomics). Nöroloji
bilimleri ve ekonomi ile psikoloji sentezine yönelen bir yaklaşımdır. Bu
yaklaşım içinde karar ve tercih süreçleri ile risk ve ödüllerin değerlendirilmesinde beynin rolü inceleme konusu yapılmaktadır. Bu alanlardaki
karar süreçlerinde sinir hücreleri ve biyo-kimyasalların nasıl kullanıldığı
araştırılmaktadır.
Nöro ekonominin bulguları; duyguların, ekonomik karara ve tercihlerde
oldukça etkili olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Nöro ekonomik bulgulara
göre ekonomik karar süreçlerine beynin değişik bölgelerinin katıldığı tespit edilmiştir. Nitekim Daniel Kahneman, ekonomide Nobel Ödülünü bu
alandaki çalışmaları nedeniyle almıştır.
146 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
Nöro ekonomi, ekonomi biliminin belli alanında yeni bir açılım getirmekle, interdisipliner bir araştırma alanının doğmasına katkı yapmıştır.
Ancak yeni gelişmelerin asıl katkısı, geleneksel ekonomi biliminin kendi
kendini hapsettiği kapalı mekanik modellerden, beynin çalışmasını esas
alan ağ etkileşim modellerinin ekonomik alana taşınmasıyla elde edilecektir. Böylece mekanik fiziğin, daha da daraltılmış bir taklit modeli olan ve
pratik değeri olmayan denge modelleri yerine, dinamik çoklu etkileşime
dayalı zaman ve mekan boyutu olan yaklaşımlar geliştirilebilecektir. Bu
anlamda ekonomi bilimin tüm alanları üretim sürecinin çoklu katılım ve
ağ etkileşimi içinde daha gerçekçi açıklamalar ortaya koyabilir. Bu süreçlere tüm farklılıklarıyla sürece katılan insan, örgüt, kurum ve sistemlerin
bu süreçleri birlikte belirlemesi, daha uygulamaya yatkın yeni yaklaşımlar
gerçekleştirilebileceğini göstermektedir.
Ağ etkileşim sistemlerine dayalı bilimsel açıklama şeması sosyal bilimlerin karmaşık, çoğulcu ve çok boyutlu içerik ve işleyişine daha uygun bir
yaklaşımdır. Geçmişte mekanik düşüncenin dar elbisesi, sosyal bilimlere
uymadığı için, mühendislik bilimleri ile sosyal bilimde araştırma projelerinde
farklılık oluşmuştur. Oysa ki ağ etkileşim sistemleri içindeki projelerindeki
fark azalmıştır. Yine de mühendislik bilimlerinde laboratuar deneyiminin
yapılabilir olması karşısında, sosyal bilimin geleceği araştıran simülasyon
modellerinde; belirsizliğin ve kontrol edilemeyen değişkenlerin daha fazla
olduğu söylenebilir. Her iki modelde de bilgisayar destekli araştırma ve
simülasyon modelleri devreye girmektedir. Bir yıldız sisteminin sönümlenmesi veya bir sosyal süreç içindeki farklı karar ve değişimin yaratacağı
sonuçları simülasyon modellerinde görmek mümkündür. Gerçekten de, yeni
yaklaşım içinde mühendislik alanlarında yeni alanlar olarak sistem ve süreç
mühendisliği alanları doğarken; sosyal sürecin ağ etkileşim yapısı sistem
bütünü olarak yapılanmakta ve bu sistem içindeki akış; sosyal süreci vermektedir. Örneğin, artık kalkınma ve büyüme olgusu diğer koşullar sabitken
sadece marjinal tasarruf/yatırım oranına bağlı kalmak yerine, sistem ve süreç
içindeki bir seri yapılar, kurumlar, kararlar, katılımlar ve işbirliğine dayalı
olduğu gibi; bir kerelik bir duruma değil süreç boyunca ortaya çıkan akış
ve işleyiş ile bu süreçteki öğrenmeye bağlı olarak ele alınıyor.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 125-148
147
Sonuç
Yaşadığımız doğa ve evrenin, pratik gözlenmesinin ötesinde, işleyiş ve
açıklamasının yapılması bilimsel dünya görüşünün doğmasını gerektirmiştir.
Bilimsel dünya görüşü, uzun bir evrim süreci sonucunda Newton’un mekanik
düşüncesiyle ilk temel formülasyonuna ulaşmıştır. Newton Devrimi doğa
ve evrenin aşırı soyutlamaya dayalı mekanik açıklamasını basit ve kapalı
model yapıları içinde sunmuştur. Ancak mekanik düşüncenin kuantum düşüncesiyle aşılarak, yeni, bir sıçrama ile ikinci bilimsel paradigmal değişim
yeni yaklaşımların doğmasına yol açmıştır. Kuantum paradigması; fizikte
atom altı parçaların etkileşim ilişkisini, sistem ve süreç mantığı içinde çoklu,
belirsiz ve kesin olmayan etkileşim ağları içinde sunmuştur.
Canlı organizmalara ilişkin açıklama şeması da sinir ağlarının etkileşiminde ortaya çıkan sistem ve süreçler olarak yapılanmıştır. Kısacası yeni
bilimde ağ etkileşim sistemi yeni analiz aracı olarak şekillenmiştir. Ağ etkileşim şeması, görünmez doğanın karmaşık yapısını, çoklu etkileşim bütünü
olarak sezgisel zekayı da katarak açıklamaya çalışmaktadır.
Yeni yaklaşımda insan unsuru ve araştırmacı; araştırılan konunun dışında
değil, içinde ve onun bir parçası olarak, süreç içinde öğrenip motive olarak
yer almaktadır. Çoklu etkileşim süreci içinde sistem, dinamik işleyişini ortaya koyarken, araştırmacı yeni durum veya sonuçlara ulaşmak için; süreç
unsurlarıyla birlikte kendi bilgi, deneyim, motivasyon ile süreç ve sisteme
ilişkin sezgisel gücünü devreye sokarak yeni durum ve sonuçları yaratmaya,
farklı olanı yakalamaya çalışmaktadır. Bu durum, sosyal bilimlerde stratejik planlamayı kaçınılmaz kılmaktadır. Geleceğe yönelik projeler, stratejik
planlar şeklinde uygulamaya konulmakta; sürece katılanların işbirliği, ortak
değer ve kültürleri ile öğrenme becerilerini ve hatalardan öğrenme, sürekli
yenilenen dinamik sistem içinde, sürecin belirlenmiş hedefleri doğrultusundaki bütüncül yönlendirilmesine katılmaktadır.
KAYNAKÇA
Bilton, T. vd. (1996) Introductory Sociology, 3. Baskı, Mc Millan, London.
Bertallanffy,L.von(1976)General System Theory:Foundation,Development;
Aplications, G. Braziller.
Capra, Fr. (2003),The Hidden Connetions,Flamingo,London.
148 Temel Teknolojik Paradigmal Kaymalardan Sosyal Bilimlere Yansımalar / Hüsnü ERKAN
Castellani, B. Ve F. W. Hafferty (2009) Sociology and Complexity
Science:a new field of Inquiry,Springer,Berlin-Heidelberg.
Drucker, P. F. (1992),Yeni Gerçekler,T. İşbankası yayını,Ankara.
Erkan, H.(1982), “Ekonomi Biliminin Temel Paradigması:Denge ve
Kaynakları”, ODTÜ Gelişme Dergisi Sayı7:1-2, Ankara.
Erkan, H., (1998),Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, T. İş Bankası
Kültür Yay. İnsan ve Toplum Bilimleri 1992 Büyük Ödülü4.baskı,Ankara.
Erkan, H. , C. Erkan (1998) Kültür Politikamızda Yeni Boyutlar, Kültür
Bak. Ankara
Erkan, H.,(2000) Bilgi Uygarlığı İçin Yeniden Yapılanma, İmge Yay.
Ankara.
Erkan, H., (2004) Ekonomi Sosyolojisi, Fakülteler Kitabevi, 5. Baskı,
İzmir.
Eysenck, M.W. ve M. T. Keane, ( 2000) Cognitive Pycholology, 4.Edt.
Psycology Pres, East Sussex.
Istvan S. N. Berkeley, “What is Connectionism”, 1997.
Kuhn, Thomas,(1970) The Structure of Scientific Revolutions, University
of Chicago Press, Chicago.
Luhmann, N. (1990)”The Autopoiesis of Social Systems”,N. Luhmann,
Essays on Self-Reference, içinde, Colombia Uni. Press,New York.
Nagel, E. (1971) The Structure of Science, Problems in the Logic of
Scientific Explanation, Routledge, London.
Newman, M. E. J. (2003) The Structure and Function of Complex
Networks,SİAM Rev. 45:167-256.
Newman, M. ,A. L. Barabasi ve D. J. Watts (2006)The Structure and
Dynamics of Netwoks,Princeton.
Özlem, Doğan (2002) Kavramlar ve Tarihleri I, İnkılap.
Smith-Doerr, L. ve W. W. Powell,(2005), “Networks and Economic
Life”, The Handbook of Economic Sociology, Smelser- Swedberg(eds.),2.
baskı içinde s. 379-402).
Watts,D. J. (2004); The “New” Science of Network;Annu. Rev. Sociol.;
Sante Fe Inst.
Sosyoloji Konferansları
No: 45 (2012-1) / 149-168
DİN VE KAPİTALİZM
Hüsniye CANBAY TATAR*
Özet
Din, bir madalyonun iki yüzü gibi, hem bireye hem de topluma hitap eder. Kutsalla
birey arasındaki bağ, din vasıtasıyla kurulur. Ama bu bireyin şahsi dünyası ile sınırlı
kalmaz. Bireyin toplumsal bir varlık olması, Kutsala ilişkin tecrübelerini toplumsal alana
taşımasına yol açar. Dinin mesajlarının toplumsal hayatla da ilişkili olması, toplumsal
yapı üzerindeki etkisini kuvvetlendirir. Dine ister olumlu isterse olumsuz bir bakışa sahip
olunsun, toplum üzerine olan etkisi hususunda düşünürler hemfikirdirler. Konu kapitalizm
olduğunda olumsuz bakış dinin kitleleri uyuşturucu etkisinden hareket ederken; diğerleri
kapitalizmin ortaya çıkışında oynadığı role vurgu yapmaktadırlar. Kapitalizmin hangi din ya
da hangi dinî idrak tarzından etkilenerek ortaya çıktığı konusunda ise iki farklı fikir ortaya
çıkmaktadır: Weber, Protestanlık üzerinde dururken, Sombart asıl etkinin Yahudilikten
geldiğini iddia eder. Makalemizde söz konusu etkiler, eleştirileri ve farklı boyutlarıyla ele
alınarak incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Din, Kapitalizm, Protestanlık, Yahudilik
RELIGION AND CAPITALISM
Abstract
Like the two sides of a coin, religion appeals to both the individual and society. A connection between the sacred and the individual is established through religion. However,
this is not limited to the personal world of the individual. As the individual is a social
entity, this causes him to carry his experiences related to the Sacred into the social sphere.
As the messages of religion are relevant to social life, this empowers its effect on the
social structure. Religion is viewed either positively or negatively; philosophers are of the
same opinion regarding its effect on society. When it comes to capitalism, while negative
perspective moves from the mass narcotic effect of religion, others emphasize its role in
the emergence of capitalism. There are two different views arising as to under the influence
of which religion and religious intellect did capitalism occur. While Weber emphasizes
Protestantism, Sombart claims that the actual effect comes from Judaism. In our article the
mentioned effects will be analyzed by evaluation from critics and different dimensions.
Key Words: Religion, Capitalism, Protestantism, Judaism
Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. E-mail:
hcanbaytatar@yahoo.com.tr
*
150
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
GİRİŞ
Batı dillerinde bir işi dikkatle, tekrar tekrar yapmak ve bağlanmak anlamına gelen din, insanların Tanrıya ve birbirlerine korku ve saygıyla bağlılığını
ifade etmektedir. Sosyolojik açıdan din, genellikle aslî ve fonksiyonel olmak
üzere ikili bir tasniften hareketle tarif edilmektedir. Dinin aslî tariflerinde,
dinin sahip olduğu kutsal, aşkın, ilahi ve tabiatüstü özelliklerine dikkat
çekilir. Fonksiyonel din tariflerinde ise, dinin fert ve cemiyet hayatında
ifa ettiği işlevlerinden hareket edilir.1 Bu yaklaşıma göre dinin açık işlevi
kurtuluşa ulaştırmaktır. Amaçlanmayan işlevi ise ortak değerler oluşturmak
suretiyle sosyal bütünleşmeye zemin hazırlamak, dolayısıyla bir kimlik
kazandırmaktır. Olumsuz yaklaşımda ise din, kolektif kimliği pekiştirici
bir hile, bir sömürü aracı, acıları teskin edici kandırmaca, kaçış gayreti ve
esrarengiz olanla uzlaşma çabasıdır.2
Asli tanımlardan hareketle yapılan din tariflerinde, din ferdin ve cemiyetin
doğru kabul edip, davranışlarını ona göre tanzim ettiği değer ve kurallar
şeklinde ele alınır. Diğer yandan dini insanın dünyayı yorumladığı bir anlam sistemi veya anlam dünyaları oluşturma gayreti şeklindeki kapsayıcı
tanımlar, anlam dünyaları oluşturma gayretinde olan bütün izmleri de içine
almaktadır. Böylece din insanın değer sistemini formüle etme gayretinin
bir yolu olmaktadır.3 Dolayısıyla, komünizm dâhil birçok ideoloji ve fikir
de din şeklinde kabul edilmektedir. Böylece ya dinin ilahi vasfı ihmal
edilmekte, ya da bu tür ideolojiler din vasfına büründürülerek kutsallaştırılmaktadır. Hâlbuki din, beşeri zihniyetin ürünü olmayıp, Tanrı kaynaklı ve
tabiatüstü bir niteliğe sahiptir ve Tanrı ile dünya arasında bir bağ kurmak
amacındadır.4 Bu şekilde dinin tabiatüstü vasfını ön plana çıkaran tarifler,
onu bütün ideolojilerden ayırdığı gibi, bütün semavi olmayan dinlerden
de ayırma temayülündedir. Zira bunların ortak özelliği insan aklının bir
ürünü olmasına rağmen, din ilahi kaynaklıdır. Diğer yaklaşımlarda, dinin
ifa ettiği işlevlerin baz olarak ele alındığını belirtmiştik. Burada ise din,
içinde yaşanılan dünyayı tanıma ve bu dünyada insanın kendisini belirli bir
yere yerleştirmesinin modeli olarak işlev görmektedir.5 Böylece din insanın
1 KÖKTAŞ, Emin; Türkiye’de Dini Hayat, İzmir Örneği, İst., 1992, sh. 24.
2 THOMPSON, Ian: Odaktaki Sosyoloji, Din Sosyolojisine Giriş, (Çev. B.Z. Çoban),
Birey Yay., İst., 2004, sh. 24-25.
3 THOMPSON, Ian: Aynı Eser, sh. 21.
4 NORTHBOURNE, Lord; Modern Dünyada Din, (Çev : S. Yalçın), İst. 1995, sh. 11.
5 MARDİN, Şerif; Din ve İdeoloji, 3. Baskı, İst. 1986, sh. 25.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
151
kendisini, içinde yaşadığı cemiyeti ve dünyayı anlamanın bir yolu olarak
işlev ifa etmektedir.
19. asırda din, ekonomik şartlar ve siyasî iktidar ile belirtilen sosyal
şartlardan hareket edilerek açıklanmaya çalışılmış ve Au. Comte’un pozitivist yaklaşımı kullanılmıştır. Durkheim de dini rasyonel bir yaklaşımla
açıklama yoluna gitmiş ve dini cemiyetin bir işlevi olarak ele almıştır. Ona
göre din emredilmiş veya yasaklanmış kutsal şeylerle ilgili inanç ve ameller
manzumesidir. Bu inanç ve ameller sayesinde müminler kilise veya cemaat
şeklinde manevi bir cemiyet halinde bir araya gelirler.6 Bu durumda din,
cemiyetle fert arasında bir bağımlılık ilişkisi haline gelmiş ve bağımlılık
dinin kaynağı olarak görülmüştür. Böylece sosyal şartlar, ihtiyaçlar ve iktisadî
zaruretler, dinî izahların temeline konmuş, meselâ sosyalist bir yaklaşımla
Kautsky, Hıristiyanlığı bir proletarya hareketi olarak yorumlamıştır. Ancak
bu tarz açıklamalara dini tatbikin özünden uzaklaştırıldığı, ruhundan mahrum
bırakıldığı, tarihî şartların bozulduğu ve tarafgir açıklamalar olarak kabul
edildiğinden dolayı ciddi itirazlar getirilmiştir.7 Benzeri bir yaklaşımla
Durkheim de “delilsiz olarak dini süje ve dinin objesinin ayniyeti hususunda
peşin hükümlere sahip olduğu”8 gerekçesiyle eleştirilmiştir.
Dinin sahibi ve kaynağı Allah olsa da, onun muhatabı ve kabul ettikten sonra mükellefi insandır. Dolayısıyla din, önce ferde hitap ederek ona
nüfuz eder sonra hem dini kabul etmiş fertler arasındaki hem de, nüfuz
etmiş olduğu fertlerle diğer insanlar arasındaki münasebeti tanzim ederek,
cemiyete tesir eden bir müessese haline gelir. Dini tecrübelerden önemli
olanlar fertler arasında köprü oluşturarak tutumlar, düşünceler, görüşler,
davranış ve heyecanlar şekline bürünerek objektif hale gelmiş ve cemiyete dair birtakım sonuçlara yol açmıştır. Her din hayata dair hükümlerle
dünyevi hadiselere karşı takınılan tavırlardan oluşan zihniyeti beraberinde
getirmektedir.9 Nihayetinde dinin cemiyete etkileri olduğu gibi cemiyetin
de dini tecrübeler üzerinde tesiri vardır
Bu tesir sadece biçim, tarz ve usullerle alakalı olmayıp, Ülgener’in de
belirtmiş olduğu gibi, tek yönlü olmasa da, zihniyeti ve ahlâkı belirlemesi
6 DURKHEIM, Emile: Dini Hayatın İlkel Biçimleri, (F. Aydın), Ataç Yay., İst., 2005, sh.
67.
7 MENSCHİNG, Gustav; Dini Sosyoloji, (Çev: M. Aydın), Konya, 1994, sh. 1-3.
8 WACH, Joachim: Din Sosyolojisi, (Çev. Ü. Günay), Erciyes Üni. Yay., Kayseri, 1990,
sh.3.
9 GÜNAY, Ünver: Din Sosyolojisi Dersleri,Erciyes Üni. Yay., Kayseri, 1993, sh.182.
152
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
bakımından oldukça derindir.10 Söz konusu tesir, birçok müessesede olduğu gibi ekonomide de kendisini göstermektedir. Bilhassa kapitalizmin
ortaya çıkışı ve gelişimi dikkate alındığında birçok tesirin yanı sıra dinin
idrak edilişinin ve davranışlara yansımasının da önemi görülmektedir. DinKapitalizm ilişkisinde, dinin belirleyici olduğuna yönelik yaklaşım en belirgin şekliyle Weber tarafından ortaya konmuştur. Hıristiyanlığın Protestan
yorumu üzerinde odaklanan Weber, Kapitalizme geçiş için ihtiyaç duyulan
esasların Protestanlıkta bulunduğunu iddia etmiştir. Onun bu görüşleri birçok
cepheden eleştiriye maruz kalmış olmakla birlikte, dinin toplum üzerinde
ve müesseselere yönelik etkisini tartışmaya açması bakımından da önem
arz etmiştir. Eleştirel yaklaşanların bir kısmı dinin etkisinin olmadığını
iddia ederken, bazıları da bu dinin Protestanlık değil Yahudilik olduğunu
belirterek, yine dinin belirleyiciliğinden hareket etmişlerdir. Bu çerçevede
evvela Weber’in görüşlerini ifade ettikten sonra, Ona yönelik yapılmış bazı
eleştiriler üzerinde odaklanılacaktır.
Kapitalizmin Ruhu: “Protestan Ahlâkı”
Hıristiyanlık tarih boyunca dünya karşısında birbiriyle savaş halinde
iki tutum geliştirmiştir: Dünyaya karşı ilgisiz kalmak ve onunla uzlaşmak.
Protestanlık ile birlikte Luther dünya ile uzlaşma sağlamış, Protestanlığın bu
tutumuyla kutsal dışı maddî bir medeniyet doğmuş ve kapitalizm kilisenin
bahsi geçen tavrına, daha doğrusu geniş tesirine son vermiştir.11 Keza Calvin
doktrini de kilise doktriniyle tezat halindeydi. O ruhani ile fani arasında
hiyerarşi kurmadığı gibi çalışmayı övgüye layık bulur, kazancı da kanunî
görür. Bu yönüyle doktrini Yahudi anlayışına benzer.12 Calvin 1545 yılında
tefecilik konusundaki yasağı delmiş ve faizi onaylamıştır. Zira ona göre Hz.
İsa “geri ödeme ya da faiz beklentisi olmadan fakirlere kredi verilmesini
emrederken, aynı zamanda zenginlere faiziyle verilen kredileri yasaklamayı
kastetmemişti”. Bu yorumla tüccarların ihtiyaç duyduğu ticari cevaz alınmış
oluyordu. Yahudilerin durumu göz önüne alındığında, İbranicesi aldatmak
anlamına gelen tefecilik yapmadan da ticaret mümkün olabilirdi. Ancak
kendi durumlarını peygamberler dönemindeki Yahudilerden farklı gördü10 ÜLGENER, Sabri F.: İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri, İst.,
Üni. Yay., İst., 1951, sh.6.
11 MENSCHİNG, Gustav: A.g.e., sh. 87-90.
12 SEE, Henri: Modern Kapitalizmin Doğuşu, (Çev. T. Erim), Turan Neşriyat Yurdu,
1970, sh. 38.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
153
ğü için tefeciliğin kendilerine tamamen yasaklanmadığını, adalet ve hayır
gözetildiği müddetçe uygun bulunduğunu belirtmiştir. Kaldı ki tefeciliğin
olumsuz bir anlama gelmesi de ona karşı tavır almayı gerektirmez. Zira
Calvin için “bir meselenin ehemmiyeti kelimelerde değil o şeyin kendisinde
yatar.”13 Böylece hem zihniyet bakımından hem dinin idrak tarzı açısından
yeni bir anlayış ve bu anlayışa uygun yeni birey tipinin kabulünün de yolu
açılmış oluyordu.
Weber bahsi geçen süreci ve sonuçlarını zihniyet çerçevesinde ele almış,
daha doğrusu önceliği dine vermiştir. Marks dinin değişmeyi engellediğini
iddia ederken, Weber sosyal değişmeye sebep olabileceğini kabul etmiştir.
Weber de Marks gibi dinin bir meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığını
kabul eder, ancak o, sadece imtiyazsızlığın değil, imtiyazlılığın da bir dini
açıklaması olduğunu ifade eder.14 Dolayısıyla karşılıklı olma ilkesini ihmal
etmemekle birlikte dinin, daha doğrusu dinin bir yorumunun, sosyal değişmeye yol açtığını belirtir.
Weber, kapitalizmin ruhunun Protestan ahlâkından kaynaklandığı iddiasını, birçok noktadan delillendirmeye çalışmıştır. Ona göre, Püriten anlayışın
kapitalizme geçişte etkisinin önemli olduğu husus, kendisini meslek seçiminde göstermektedir. Geleneğin katı meslek anlayışı reddedilerek, ortak
iyi ya da kişinin kendi faydası –şayet kimseye zarar vermiyor ve insanın
bu birleşik mesleklerinden birine sadakatsiz olmasına yol açmıyorsa- gözetilir. Zira Tanrı’nın istediği rasyonel bir meslek uğraşıdır. Faydalı olana
itiraz doğru bir yaklaşım olamaz. Ayrıca kâr elde etmek Tanrı’nın verdiği
bir ikramdır ki onu reddetmek doğru değildir. Yani püriten ahlâk meslekî
görevin yerine getirilmesi açısından zenginliğe izin vermekle kalmaz aynı
zamanda bunu emreder. Fakirlik arzu edilir bir şey değildir. Zira bu hasta
olmayı istemekle aynı şeydir, iş kutsallığı açısından kınanır ve Tanrı’nın
şerefine zarar verdiğine inanılır. Özellikle çalışabilir durumda olanın dilenmesi, sadece tembellik olduğu için değil, aynı zamanda insanın komşusuna
karşı da işlediği bir günahtır. Bütün bu inanç ve anlayışla burjuva, ihtiyacı
olan ahlâkî onayı alır. Buna karşılık, senyörlerin asil tembelliği ve sonradan
görmelerin çalımları, asketizm tarafından nefretle kınanır.15 Nitekim İngiliz
13 CALVIN, John: “Tefecilik Üzerine Mektup”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev.
Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010, sh.595596.
14 THOMPSON, Ian:A.g.e., sh. 17.
15 WEBER, Max: Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çev. Z. Aruoba), Hil Yay.,
154
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
Püritenlerinden R. Baxter’a göre “Davut, tembellikte ve aylaklıkta o şehvet
kırılmalarına yakalandı; zor zamanlarında ve asker iken uzak kalabilmişti”. Bu örnekten hareketle çalışmanın hem aylaklıktan hem de şehvetten
insanı kurtardığı ifade edilmiş oluyordu. O halde insan da erken kalkıp
geç yatmalı ve kendine bir iş edinmeli, aksi takdirde bedenine düşkünlük
göstereceğinden “şehvet boşluğundan yararlanır, bedeninde güdüyü hissetmezse kendini bırakır. Bu yüzdendir zenginlerin ve boş gezenlerin fakir
işçilerden daha şehvetli ve iğrenç olmaları”.16 Bu sözle çalışmakla ahlâk,
tembellikle iğrençlik arasında münasebet kuran bir anlayış inşa edilmiştir.
Söz konusu ahlâk anlayışı Benjamin Franklin’in “Sabah erken kalkan, akşam
erken yatan / olur sağlıklı, varlıklı, akıllı insan” mısralarında da yankısını
bulmuştur. Geriye bütün insanlar kardeştir ve başkalarına karşı sorumluluk
taşır ahlâk ilkesi ile sorumluluk müşteriye aittir ifadesinde kendini düşünen bireye hak veren piyasa ilkesinin bağdaştırılması kalmaktadır.17 Zaten
Kilise de dünyevilik bakımından dünyada yaşayanlarla ondan vazgeçenler
arasında bir ayrım yapmış ve vazgeçenleri seçkin ilan etmişti. Luther bu
hususta mütereddit davransa da, hukukçu bir babanın oğlu olan Calvin,
faizle birlikte Tanrı’nın rızasını kazanmanın yolunun manastırdan değil,
çalışmaktan geçtiği anlayışını da meşrulaştırıyordu. Böylece bu duygu ve
güvenle herkes, bilhassa burjuva banker ve usta tüccarlar da seçkin Hıristiyan olmanın keyfini yaşıyordu. İncil’in tercümesiyle aracıdan kurtarılan
birey, para işlerinde de benzeri tesirlerden kurtarılarak, burjuva ruhuyla
Luther ve Calvin doktrini arasında köprü kuruyor; önceki soyut formüllerin
anlamı aşikâr kılınarak, imanla meşruiyet sağlanmış oluyordu.18 G. Gainer
ise “tüccarların işleri, onların işlerinden bir şey anlamayan vaizler ya da
başkaları tarafından taşa tutulmamalıdır” derken bu meşruiyete muhalefetin
yolunu kesiyordu. Hatta “bir kişinin başka bir kişiyi pazarlıkta aldatması
mubahtır, pazarlık pazarlıktır, insanlar ne derse desin”19 düsturuyla yeni
bireyin ahlâkî kaygılarını –varsa şayet- gideriyordu. Yeni birey, günah ve
İst., 1997, Sh. 142-144.
16 BAXTER, Richard: “Hıristiyan’ın Kitabı”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev.
Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010, sh.599.
17 FUSFELD, Daniel R.: Çağdaş İktisadi Düşüncenin Gelişimi, (Çev. O. SEZGİN),
Nihad Sayar Yay., İst., 1988, sh.7-8.
18 FEBVRE, Lücien: Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, (Çev. M.A. Kılıçbay), İmge
Yay., İst., 2001, sh.99-104.
19 WILSON, Thomas: “Tefecilik Üzerine Bir Vaaz”, Batı’ya Yön Veren Metinler II, (Çev.
Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010, sh.598.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
155
ceza endişesinden kurtarılmış; kesinlik arayışı zaferle sonuçlanmış ve hem
dünyanın hem de ötesinin kurtuluşu garanti altına alınmış oluyordu.
Zenginliğin peşinden koşmak reddedilmekle birlikte, meslekî uğraşının
ürünü olarak zenginliğe ulaşmak Tanrı’nın kutsaması şeklinde görülmekle
kalmamış, daha da önemlisi, durup dinlenmeden sürekli çalışmanın dinî
değerlendirmesinin asketizme ulaştıracak en yüksek araç olduğu ifade
edilmiştir. Bu durum, aynı zamanda, insanın yeniden doğmasının ve gerçek inancının en emin ve açık ispatı; bu ispat da kapitalizmin ruhu olarak
adlandırılan hayat tarzının yayılmasının en büyük manivelası olmuştur. Bu
yaklaşımla sadece çalışma değil aynı zamanda çalışma dışındaki hayat tarzı
da tanzim edilmiştir. Nitekim asketizm, varlıktan doğal zevk alınmasına ve
onun hazzını oluşturan şeylere bütün gücüyle karşı olmuştur. Çünkü hayattan
zevk almak, insanı meslekî uğraşısından uzaklaştırdığı gibi dinî olandan da
uzaklaştırmaktadır. İnsan, sadece Tanrı’nın şanıyla ona lütfedilen malların
mutemedidir. İncil’in hizmetkârı gibi, o da, kendisine emanet edilen her kuruşun hesabını vermek zorundadır ve bir kısmını Tanrı’nın şanı için kullanacağı
yerde kendi zevki için kullanması, en azından, tehlikelidir. Mülk arttıkça,
Tanrı’nın şanı için kaybolmadan tutmak ve durmadan çalışarak çoğaltmak
yükümlülüğü de artar. Bu şekilde dünyevi asketik Protestanlık mülk sahibi
olmanın verdiği doğal zevke var gücüyle karşı çıkmış, tüketimi, özellikle
lüks tüketimini sınırlamıştır. Buna karşılık mal kazancını, psikolojik olarak
geleneksel ahlâkın yasaklarından kurtarmış, kazanç uğraşısının zincirlerini
kırıp, bunu sadece yasal hale getirmekle kalmamış, ayrıca doğrudan doğruya
Tanrı’nın isteği olarak görmüştür. Böylece tüketimin sınırlandırılması ve
kazanç peşinde koşmanın serbest bırakılmasıyla birlikte bir taraftan sermaye birikimi, diğer taraftan da söz konusu sermayenin üretken kullanımı
sağlanmıştır.20
Bireysel servet ve itibar, maddî zenginlik ve başarı peşinde koşanlardan
selamet ve ahlâkî açıdan dikkat beklenmez. Piyasadaki ilişkiler durağan
kır hayatının yüz yüze ve kalıcı ilişkilerine göre kısa süreli ve duygulardan
arınmıştır. İnsanlar artık ahlaka göre değil, zenginlik kazanmadaki başarılarına göre değerlendirilmiştir. Selamet ile maddî çıkar arasında ortaya çıkan
bu gerilim reform hareketini başlatmıştır. Kâr peşinde koşmanın kilisenin
ahlâk anlayışına uyup uymadığı temelinde halenenen sorular, aracıyı ortadan kaldırıp İncil’e danışma isteğini güçlendirerek Protestan düşüncenin
doğuşuna yol açmıştır. Böylece oluşan yeni ahlâk anlayışında da Tanrı’nın
20 WEBER, Max: A.g.e., sh.147-152.
156
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
daveti ile insanın yeryüzünde kaderini yaratabileceği bir alan anlayışı yer
almış; bu yer ve kaderin her insanın kendi ruh yordamıyla arayıp bulabileceğinin kabulüne ulaşılmıştır. Nihayetinde Marks’ın eleştirileriyle yara
alan kapitalizm, yeni ideolojisini şu ölçüye göre belirlemiştir: Bir şey doğru
olduğu için değil yararlı olduğu için kabul edilir ve yararı bitince reddedilir.21
Böylece sermaye-tasarruf-yatırım zinciri kurularak kapitalizm için gerekli
olan müesseseleşme gerçekleşmiştir.
Weber’e Yönelik Eleştiriler:
Weber’in tezi farklı noktalardan eleştirilere tabi tutulmuştur. Bunların
başında ekonomik hayatı değiştiren faktörün din değil, tersine dini değişmeleri meydana getirenin ekonomik faaliyetler olduğu yönündeki itiraz
gelmektedir. Alt yapı-üst yapı hiyerarşisi çerçevesinde temele ekonominin
yerleştirilerek belirleyici kılındığı anlayış, ekonominin belirlenen olduğu
her türlü yorumu reddettiği gibi Protestanlığın etkisini de mümkün görmemektedir. Aslında hem Durkheim hem de Marks dinin sosyal bütünleşmeye
yol açtığı, dolayısıyla işlevi hususunda hemfikirdir. İlki toplumun işleyişi
için dini zorunlu görürken, Marks tarafında sınıfları sömürme ve mevcut
düzeni meşrulaştırma vasıtası, dolayısıyla baskı aracı olarak yorumlanmıştır.22 Zaten söz konusu anlayışta din, mutlaka gerçekleşmesi gereken sosyal
değişmenin yolunda engel olarak görülmüştür.
Jere Cohen’e göre, Weber’in Protestan ahlâkının tarihî etkisi hususundaki
değerlendirmesi muhtemelen abartılmaktadır, çünkü rasyonel kapitalizmin
başlangıçta ve esas olarak Protestanlığın etkisi altında geliştiği doğru değildir.
Çünkü Weber, Rasyonel kapitalizmin Reformasyon öncesi İtalya’sındaki
gelişme derecesinin farkında değildi. Hâlbuki eldeki veriler göstermektedir
ki, rasyonel kapitalizm, Protestanlığın değil, Katolikliğin egemen olduğu
Reformasyon öncesi İtalya’sında doğmuştur. Bu dönemde her ne kadar
küçük kasabalar ve kırsal kesim geride kaldıysa da, birkaç anahtar ticaret
merkezi imalat, ticaret, madencilik ve faizle ödünç vermeye dayalı başarılı
bir kapitalist iktisadî düzen geliştirmişlerdi. Floransa, Piza, Roma, Cenova, Venedik, Siena, Prato, Lucca ve diğer şehirler yüzlerce ticaret şirketi
bulunan önemli ticaret kentleri oldular. Çok sayıda bankacılık şirketi vardı
ve sanayi de zamanına göre çok ileri idi. Riba lekesi, faiz alma biçimleri
21 FUSFELD, Daniel R.: A.g.e., sh. 5-7.
22 THOMPSON, Ian:A.g.e., sh. 15.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
157
kilise öğretisine ters düşen küçük tefeci ve rehincilerin üzerinde kalırken,
bankacılar saygın vatandaşlar olarak hayat sürüyorlardı. Burjuvazi dinî hükumetin müttefiki ve kilisenin dostu idi. Mesela Mediciler Papa’nın sarrafı
idiler. Dolayısıyla kapitalizm, birkaç marjinal tüccarın ara sıra yaptıkları
bir faaliyetten daha fazla bir şeydi. Kapitalist sınıf kendi ortaçağ toplumlarında merkezî ve müesses bir konumdaydılar. Faaliyetleri günün idealleri
ve dinî öğretileriyle tamamen uyum içinde olduğundan, kapitalizm İtalyan
Rönesans’ında müesseseleştirilmiştir.23 Ancak Jere Cohen’in tespitleri doğru
olmakla birlikte kapitalizmin telaffuz edilmesi için henüz erkendir.
Kapitalist sınıfı ifade etmesi bakımından önem arz eden burjuva kelimesi
daha 13. yüzyılda zenginlere yönelik olarak, özellikle şehirlerde gayrimenkul
sahibi olanları ifade etmek için kullanılmıştır. 13. yüzyılın sonundan itibaren,
burjuva mal sahibini işaret etmektedir. En zenginler şehrin topraklarını bile
ele geçirmişlerdir, en yoksullar ise civara, surların dışına atılmış durumdadır. Böylece sanayi şehirlerinde, zengin burjuvalar şehrin konutlarını işgal
ederlerken, “mavi tırnaklar” diye küçümseme ifade eden, dokumacı veya
boyacılardan oluşan “küçük insanlar” ise, surların dışındaki mahallelerde
yaşamaktadırlar.24
Braudel de kaideyi Cenova’nın bozduğundan bahsetmektedir. Zira bir
Katolik şehri olmakla birlikte, henüz 1600’lerde dünya ölçeğinde bir kapitalizmin kalbi olan bu şehirde, faiz hadleri %1.2 dir. Dolayısıyla riba meselesindeki tabu Calvin tarafından yıkılmamış, kapı çoktan beri açılmıştı.
Aslında Roma’ya ve Kilise’ye rağmen kapitalizmin gelişmesini Güney
Avrupa gerçekleştirmiştir. Nitekim Amerika’nın, Ümit Burnu Yolu’nun,
uzak ticaret yollarının keşifçileri güneyliler yani Portekiz ve İspanyollardır.
Amsterdam Bankası bile Venedik bankasının bir modelidir.25
Avrupa’nın sahil şehirleri başta olmak üzere gelişen ticari faaliyetlerin
kapitalizmin ortaya çıkışındaki tesiri çok açıktır. Ancak tüccarlara kazanç
temini sadece bağlı bulundukları dinin-mezhebin öğretileriyle sağlanmamıştır. Onların yasal konumları ve devletle olan ilişkileri de belirleyici
olmuştur. Nitekim tüccarlar feodalizmin çarkları içerisinde özgür kişiler
olarak yer aldılar. Yasa, bir efendiye bağlı olmayan herkese özgür kişiler
23 COHEN, Jere: “Rönesans İtalya’sında Rasyonel Kapitalizm”, Kapitalizm ve Din,
(Haz. M. ÖZEL), İst., 1993, sh.97-100.
24 PERNOUD, Regine: Burjuvazi, (Çev. M.A. KILIÇBAY), İst., 1991, sh.38.
25 BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar,
Mübadele Oyunları, C.2, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Gece Yay., Ank., 1993, sh. 507.
158
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
gibi davranmıştır. Bunun gibi kamu makamları da tüccarları himayeleri
altına almıştır. Zaman içerisinde tüccarlar, yalnızca özgür değil, aynı zamanda ayrıcalıklı insanlar haline gelmiştir. Tıpkı ruhban sınıfı ve soylular
gibi, onlar da kural dışı bir yasadan faydalanmış, köylülerin omuzlarına
yüklenen dirlik ve derebeyi otoritesinden kurtulmuşlardır.26 Devletin desteği
sadece ticarî alana yönelik de değildir. Bizatihi Protestanlığın gelişiminde
de devletin destek bir yana, yönlendirmesini de görmek mümkündür. Zira
Reformasyon döneminde, Luteryanizm ve Calvinizm’de (özellikle kilise
yönetimi ve teolojik sorunları çözmede kullanılan tekniklerde) belirgin
olarak bulunan yüksek rasyonalite seviyesi prensler, mahkemeler ve parlamenter meclislerini kilisevî tartışmalara dâhil etme hatta çekme çabalarının
doğrudan sonucu olarak doğmuş olduğu söylenebilir. Bu dahlin bir sonucu,
söz konusu inanç ve mezheplerin oldukça geniş ve heterojen çevrelerde faaliyet göstermelerine imkân veren standart usullerin geliştirilmesi olmuştur.
Ayrıca, bilimsel gelişme sürecinde, bilim akademileri devletten doğrudan
himaye görmekle kalmayıp, toplantıların yürütülmesi için gerekli usulleri
parlamentonun işleyişinden bilinçli olarak ödünç almışlardır.27
Devletin iktisat politikasının kapitalizmin doğuşundaki etkisini karşılaştırmalı inceleme ile daha iyi anlamak mümkündür. Zira Osmanlı Devleti’nin
iktisadî alana ait siyasetinde tüccarlar, Batıda olduğu gibi ayrıcalıklı bir
konuma sahip olmamışlardır. Padişahın, şehirde “uyruklarının babası” olmak için duyduğu zorunluk, lonca zanaatlarının karşısında ticareti elverişsiz
bir duruma sokmuştur. Batıda feodal beyler ve krallar çoğunlukla esnaftan
çok tüccarları destekledikleri halde, Osmanlı Devletinde durum tersine
olmuştur.28 Esnafın çalışma alanları hem haksız rekabetin hem de işsizliğin
önlenmesi amacıyla tespit edilmiştir. Tekelciliği engelleme amacına yönelik
olarak fiyatlara müdahale edilmiş, dolayısıyla İslâm iktisadiyatının eksik
rekabet şartlarında fiyatlara müdahale edilmesi gerektiği ilkesi Osmanlı
iktisat düşüncesinde ve tatbikatında büyük bir yere sahip olmuştur. Bu
yüzden tekelci eğilimler engellemekle birlikte fiyatlara narh konulmuştur.
29
Devlet, loncaları tüccarların tekelci davranışlarına karşı korurken, aynı
26 PIRENNE, Henri: Ortaçağ Kentleri, Kökenleri ve Ticaretin Canlanması, (Çev. Ş.
Karadeniz), İletişim Yay., İst., 1990, sh.99-101.
27 WUTHNOW, Robert J.: “Din Sosyolojisi” Din ve Modernlik, Toplumbilim Yazıları I,
(Çev. Ve Der. A. Çiftçi), Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002,sh.98.
28 MARDİN, Şerif: Din ve İdeoloji, 4.Baskı, İst., 1990, sh..82
29 TABAKOĞLU, Ahmet: “İslâm Fiyatalma İlkelerinin Osmanlı Dönemindeki
Uygulaması”, 5.Milletlerarası Türkoloji Kongresi Tebliğler, III.Türk Tarihi, Cilt-2,
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
159
zamanda, şehirlere tüzel kişilik ve bağımsız hükümet tanımayarak, tüccar
kapitalist oligarşilerinin kurulmasını önlemiştir. Büyük devlet memurlarına,
birçoklarını tarımda olduğu kadar ticarette de yatırım yapmaya heveslendirecek kadar büyük gelirler sağladığı halde, bu yollardan elde edilmiş
olağandışı herhangi bir büyük servetin müsadere edilerek devlet hazinesine
geçirilmesi muhtemel olmuştur.30 Avrupa devletlerinin aksine olarak, dış
ticaret politikasında da korumacılığın tam tersi bir politika izlenerek, İthalatı
serbest bırakıp ihracat üzerinde kısıtlama, sınırlama ve gümrük duvarlarını
yükseltme, hatta yasaklamalara varan düzenlemeler getirilmiştir. Bu, iktisadî
faaliyete tüketici açısından bakan bir yaklaşımdır. Üretilen mal ve hizmetlerin, mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması, yani piyasada
mal arzının mümkün olan en yüksek seviyede tutulması esas hedef olarak
benimsenmiştir.31 Dolayısıyla Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi için devlet
azami gayret sarf ederken, Osmanlı Devleti bizatihi uzak durmuştur.
Bir başka eleştiri Hill’den gelmiştir. Ona göre, Protestanlıkta otomatik
olarak kapitalizme götüren hiçbir şey yoktur. Protestanlığın önemi, daha
ziyade Katolikliğin katı kurum ve ayinlerinin empoze ettiği engelleri zayıflatıyor olmasıdır. Reformasyon insan kitlelerini Roma Kilisesi’ne ve onu
muhafaza eden siyasî otoritelere karşı harekete geçirdi. Protestanlığa ve
özellikle Kalvinciliğe ilk destek, büyük ölçüde şehirlerde oturan, Kilise ve
devlet meseleleri üzerinde ciddi biçimde düşünen eğitimli insanlardan geldi.
Lakin orta sınıf tarafından ve onun için geliştirilen doktrinler toplumdaki
diğer tatmin olmamış unsurlara da cazip geliyordu. 32
Protestan devrimi, toplumu kadîm kalıbı içinde tutan demirden ideolojik
çerçeveyi eritti. Kapitalizmin zaten mevcut olduğu yerlerde ise, bundan
böyle daha serbest bir alanı olacaktı. Ancak, insanlar ne Protestan oldukları için kapitalist, ne de kapitalist oldukları için Protestan oldular. Zaten
kapitalist olma yoluna girmiş bir toplumda, Protestanlık yeni değerlerin
zaferini kolaylaştırdı. Protestanların tutumluluk, çok çalışma ve biriktirmeye verdikleri önemin hiçbir tabii teolojik sebebi yoktu; ancak bu önem,
kapitalist sanayinin gelişmekte olduğu bir toplumda, kalbe kulak veren dinin
İst.1989, sh.629-630
30 MARDİN, Şerif: A.g.e., sh.82-83
31 GENÇ, Mehmet.: “Osmanlı İmparatoluğu’nda Devlet ve Ekonomi”, V.Milletlerarası
Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler, Ankara, 1990, sh.14-20
32 HİLL, Christopher: “Protestanlık ve Kapitalizmin Doğuşu), Kapitalizm ve Din, (Haz.
M. ÖZEL), İst., 1993, sh.68-69.
160
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
tabii bir sonucuydu. Tabir caizse, bir aklîleştirme idi.33 Akılla meşruiyet
kazandırıldığı ifade edilen değişmelerin de aslında eşyalaşmaktan başka bir
şey olmadığı şeklindeki eleştiriler de dikkate değerdir. Bu hususta Cemil
Meriç’in ifadeleri dikkat çekicidir:
“Kalvinizmin Avrupa düşüncesine mirası akılcılık değildir. Çağdaş bir
sosyolog (Gabel) bir kelime değişikliğiyle Weber düşüncesini içine düştüğü
çıkmazdan kurtarmaya çalışır. Filhakika kapitalizmin püritenler’den aldığı
ideolojik armağan, rasyonalite değil eşyalaşmadır. Eşyalaşma nedir? Eserlerinin insana yabancı hale gelmesi ve karşısına nesnel ve tabii bir realite
olarak çıkması. Başka bir tabirle eşyalaşma ile yabancılaşma mefhumları
birbirinin zaruri tamamlayıcısıdırlar. Eşyalaşmanın hakim olduğu dünya
katı, insan dışı, değerleri ve kişileri yok eden dünya.. Eşyalaşmanın ferman
dinlettiği dünya, Calvin’in kaderci dünyası, yani kapitalist Avrupa”.34
Bir başka açıdan akılcılığın meşruiyeti ve masumiyetinin arkasına gizlenmiş ya da en azından fark edilememiş olan yüzyıllara yayılmış sömürgecilik
ve bunun sonuçlarının kapitalizmin ortaya çıkmasında ve sistematikleşmesindeki etkisinin en az Protestanlık kadar olduğu da düşünülmelidir. Nitekim
Cemil Meriç’in ifadesiyle bu, gerçeklerin üstüne örtülmüş bir şaldır:
“Weber’in hareket noktası ise şu: Avrupa dünyanın kalbgâhı; insan bütün büyük fetihlerini Avrupa’nın kılavuzluğunda gerçekleştirmiştir. Öteki
medeniyetler, birer emekleme, birer başlangıç, birer müsvedde. Avrupa’nın
ayrıcı vasfı; akılcılık. Çağdaş tarihin mimarı; burjuvazi. Dünyanın başka
ülkelerinde burjuvazi olmadığı için, Avrupanın’kine benzeyen bir medeniyet
de yok. Birçok ülkeler kapitalizmin eşiğine kadar gelmişler, fakat kapitalizme
geçememişler. Sınai kapitalizm, Protestan ahlakının eseri. Acaba öyle mi?
Weber’in protestan ahlakını yamamak istediği rasyonalite, irrasyonalite’nin
ta kendisi değil mi? İnsanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bu
ahlak, kapitalizmin cinayetleri ve adilikleri üzerine örtülen bir şal.”35
Braudel’e göre “kapitalist zihniyet” yerine, toplumdan söz etmek daha
doğru olacaktır. Orta Çağ ve Modern Avrupa’nın siyasî kavgaları ve dinî
tutkuları, yabancı haline getirilen çok sayıda bireyin cemaatlerden atılmasına; bu da onların azınlık olarak sürgüne gitmelerine yol açmıştır. Böylece
bunları, tüccar olarak, servet yoluna atmışlardır. Dolayısıyla kapitalizmin
33 HİLL, Christopher: Aynı makale, sh.69.
34 MERİÇ, Cemil: Umrandan Uygarlığa, İletişim Yay., sh.20-21.
35 MERİÇ, Cemil: Bu Ülke, İletişim Yay., sh.158.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
161
doğuşunda “fetihçi azınlıklar” rol oynamıştır ki bunlar büyük tüccarlardır.
Bunlar ya milliyetleri (Yakışıklı Philippe veya I.François Fransa’sında
veya II. Felipe İspanya’sında İtalyanlar), ya da farklı inançları sebebiyle
(Yahudiler, Ermeniler, Banyonlar, Parsiler, Rusya’da Raskolinikiler veya
Müslüman Mısır’da Hristiyan Kıptiler) yabancıdırlar. Bunların hemen
her yerde ticarî ağların efendisi olmalarının sebebi her azınlığın birbirine
sarılmaya, iç yardımlaşmaya, kendini savunmaya doğru tabii bir eğilime
sahip olmasıdır: dışarıda bir Cenevizli, bir Cenevizliyle; bir Ermeni bir
Ermeniyle dayanışma halindedir. Ayrıca bir azınlık kendini kolaylıkla baskı
altına alabilen çoğunluk tarafından sevilmediği duygusuna kapılmaktadır;
bu da onu, bu çoğunluğa karşı fazla bir ar duygusuna sahip olmaktan alıkoymaktadır. Diğer taraftan büyük ticaret, “uzak mesafe ticareti”dir. Onlar
buna mahkûmdurlar. Sürgünler, uzaklaşmaları olgusundan ötürü başarıya
ulaşmaktadırlar. Mesela 1339’da bir grup soylu, Cenova’da sürekli denilen
“doge”lerle birlikte kurulmuş olan halk yönetimini reddeder ve şehri terk
eder. Bu sürgüne giden soylular, “nobili vecchi” adı verilenlerdir; halk
yönetimine tabi olarak şehirde kalanlar ise “nobili novi”dir; bu kırılma,
sürgünler, şehirlerine döndükten sonra da devam edecektir. Ve sanki rastlantıymış gibi, dışarıyla olan büyük işlerin efendileri haline gelenler -hem
de uzaktan- “nobili vecchi”dir. Başka sürgünler: Amsterdam’da Museviliğe
geri dönen, İspanyol veya Portekizli marranolar. Gene kayda değer sürgünler:
Fransız Protestanları. Nantes fermanının 1685’te yürürlükten kaldırılması
kuşkusuz daha sonra Fransız ekonomisinin efendisi olan Protestan Bankasını
“ex nihilo” yaratmamış, ama onun gelişimini sağlamıştır. Yeni bir türden
olan bu “Fuorusciti”, krallık içindeki ilişkilerini, onun kalbi olan Paris’e
varana kadar korumuşlardı. Geride bıraktıkları sermayelerinin önemlice
bir bölümünü, çok kereler dışarı çıkartmayı başarmışlardı. Ve tıpkı “nobili
vecchi” gibi, bir gün güçlü olarak geri dönmüşlerdir. Sonuçta bir azınlık,
sanki önceden ve sağlam bir şekilde inşa edilmiş bir şebeke gibidir. Lyon’a
varan İtalya’nın, yerleşmek için bir masa ve bir yaprak kâğıttan başka bir
şeye ihtiyacı yoktur. Bunun sebebi bu piyasada tabii ortaklara, habercilere,
Avrupa’nın çeşitli piyasalarında muhataplara sahip olmasıdır. Kısacası, bir
tüccarın kredisini meydana getiren ve edinmek için yıllarca uğraşılan her
şeye sahiptir. Bunun için tarihte hemen hemen hiç bir istisnası olmamak
üzere, şans yabancıdan yanadır. Kökeni onu uzak şehirlere, piyasalara,
ülkelere bağlamakta; uzak mesafe ticaretine, büyük ticarete atmaktadır.36
36 BRAUDEL, Fernand: A.g.e., sh.139-141.
162
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
Braudel’in de belirttiği gibi, Batı, iktisadî gelişiminde tek başına yürüyerek ilerlememiştir. Atmış olduğu adımlarda, yapmış olduğu ileri sürülen
icatlar tamamıyla kendilerine ait değildir. Zira kambiyo senedi bunlardan
biridir. Yine “commenda” diye bilinen tacirler arası birlik ve gümrük resmi
gibi daha başka müesseseler İslâm âleminden alınmıştır. Bunun dışında
Avrupa’nın Doğu’dan aldığı, birçok unsur da bunu doğrulamaktadır: ipek,
pirinç, şeker kamışı, kâğıt, pamuk, Arap rakamları, abaküs, İslâm vasıtasıyla yeniden keşfedilen Yunan bilimi, barut, pusula ve daha niceleri. İşte
bu iktibasların varlığını kabul etmek, Batı tarihinin, Batının rasyonaliteye
doğru giden yolda tek başına yürüyen öncü dâhi ve kendiliğinden mucit
olduğu şeklindeki geleneksel izahlarına arkamızı dönmek demektir. İtalyan
şehir- devletlerinin modern ticaret hayatının araçlarını icat etmiş oldukları
iddiasını reddetmek demektir. Ve bu, mantıken, Roma imparatorluğunun
ilerlemesinin beşiği olma rolünü reddetme noktasına kadar gider ki, bu
reddiye bir hakikattir.37
Kapitalist Zihniyetin Dini: Yahudilik
Sombart erken kapitalizm çağında dinin etkisini belirlerken temel olarak
Katolikler, Protestanlar ve özellikle de Yahudiler üzerinde durmaktadır.
Sombart’a göre Kilisenin insan zihninde bütün faaliyetlerinde egemen
olduğu ve dolayısıyla sosyal ve iktisadî faaliyetlerin onun düzenlemelerine tabi olduğu bir çağda ortaya çıkmıştır. Onsekizinci yüzyılın sanayici
tüccarları da en az ondördüncü yüzyıldakiler kadar dindar idiler. Dinleri iş
hayatlarını dölledi. Katolik kilisesi günah çıkarma ile doğrudan doğruya
iş adamlarını yönlendirebiliyorlardı. Protestanlık açısından da durum benzerdir. Calvin’in öğretisi önemli bir tesir kaynağı idi. Protestanlığın tesiri
öyle aşikârdı ki kapitalizmin zirveye ulaştığı yerlerde o da aynı durumda
idi. 38 Ancak Museviliğin Protestanlıktan önce olduğu dikkate alındığında
Püritenliğin aslında Yahudilik olduğu görülmektedir. Zira Püriten öğretilerin
Yahudi kaynaklarından çıkartılması için yeterli delil bulunmaktadır.39 Ancak
Weber’e göre Eski Yahudiliğin hayatı tabii bir tutum içinde değerlendirme
eğilimi, Püritenizme has özelliklerden çok uzaktır. Aynı şekilde- bunun
37 BRAUDEL, Fernand: Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, sh.150-152.
38 SOMBART, Werner: “Kapitalizmin Mânevî Kaynakları: Felsefe ve Din”, Kapitalizm
ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993, sh. 79-87.
39 SOMBART, Werner: Kapitalizm ve Yahudiler, (Çev. S. Gürses), İleri Yay., İst.,2005,
sh. 222-223.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
163
da gözden kaçırılmaması gerekir- ortaçağ ve yeniçağ Yahudilerinin ekonomik ahlakının, gelişen kapitalist ethos içinde, her ikisinin de durumunu
belirleyen özelliklerinden uzaktır. Yahudiler siyasal ya da spekülatif yönde
eğilimi olan “maceracı” kapitalizm tarafında yer almıştı: Ethos’ları, tek bir
sözcükle, kapitalizm idi, Puritenizm ise burjuva işletmesinin ve işin aklî
örgütlenmesinin ethos’unu içinde taşıdı. Yahudi ahlakından da sadece bu
çerçeveye uyanları aldı.40
Weber’in eleştirilerine karşın Sombart, kapitalist insanla Yahudi insanın
birbirinin aynısı olduğunu belirtmektedir. Zira kâr etme fikri, ekonomik
akılcılık, Yahudi dininin Yahudi hayatını şekillendirmesini sağlayan kuralların ekonomik faaliyetlere uygulanmasından başka bir şey değildir.
Kapitalizm gelişmeden önce tabiî insan tanınmaz ölçüde değiştirildi ve
onun yerine akılcı bir zihin taşıyan bir mekanizma getirildi. Sonuç olarak
Homo Judeus’a çok yakın olan Homo Capitalisticus ortaya çıktı. Esasen
her ikisi de aynı türe, homines rationalistic artificiales türüne aittir. Böylece Yahudi hayatının Yahudi dini tarafından akılcılaştırılması, kapitalizme
yönelik Yahudi yeteneklerini gerçekten doğurmamış bile olsa, kesinlikle
onları arttırmış ve yükseltmiştir.41
Sombart Yahudilerin başarısını, sadece dini idrakleriyle müsseseleştirdikleri usullere dayamakla kalmamakta, buna ilave olarak Onların geniş bir alana
yayılmış olmaları; Onlara yabancılar olarak davranılması; yarı-yurttaşlıkları
ve nihayet zenginlikleri olmak üzere dört sebep üzerinde odaklanmaktadır.42
Papalık, krallık, ruhban ya da özel şahısların gelirlerini toplayan kimselerin de sermaye birikimini sağlanmasında rol oynadığı kabul edilmektedir.
Elbette servet birikiminde 16.asırdan itibaren coğrafi keşiflerin ve istilanın
yeri ve rolünü ihmal etmemek gerekir. Bununla birlikte süreçte rol üstlenen
şirketlerin kapitalizme has bir kudret ve kuvvetli bir hareket imkânı yarattığı da tarihi bir tespit olmalıdır. Söz konusu hareket kabiliyeti zaman ve
mekânın tahdit ve engellerini ortadan kaldırıyordu. Böylece imalatı tanzim
eden, kontrol eden kârın aslan payını alan ve uzak pazarları aramaya koşan
usta tüccarlar…bunlar Rönesans ve reform hareketlerinin ve kapitalizmin
gelişmesinde payı ihmal edilemeyecek olan yeni birey tipinin tezahürleriydi. Dolayısıyla Yahudiliğin de içinde yer aldığı anlayışların, kapitalizmin
kaynaklarından olduğu ve Yahudilerin tesirinin de mübalağa edilmemek
40 WEBER, Max: A.g.e., sh.146.
41 SOMBART, Werner: A.g.e., sh.215.
42 SOMBART, Werner: Aynı eser, sh.165-166.
164
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
şartıyla inkâr edilemeyeceğinin kabulü söz konusudur.43
Sombart, Yahudilerin kapitalizmin oluşumundaki rollerinin abartılı olduğuna ilişkin eleştirilere yönelik olarak kendi görüşlerinin Yahudiler dışında
birçok sebebin bulunmadığı anlamına gelmediğini ancak Yahudiler üzerinde
odaklanmış bir çalışmayı yapmakla tespitlerinin de bu merkezde toplandığını ifade etmektedir. Zira Amerika’nın ve onun gümüş hazinelerinin keşfi,
teknik bilimlerin mekanik ihtiyaçları, Avrupa milletlerinin etnik özellikleri
ve değişimleri olmaksızın, kapitalizm Yahudiler olmasa neredeyse imkânsız
olacaktı. Kapitalizmin uzun hikâyesinde, Yahudi etkisi sadece bir bölümü
oluşturmaktadır.44 Bunların içerisinde keşif adıyla başlayan yayılmacılık ve
sömürgecilik faaliyetlerinde de Yahudiler, en belirleyici değilse de, en önemli
rolü oynamışlardır. Hiçbir sömürge girişimi Yahudilersiz tam olmamıştır.
Her basamakta en az bir Yahudiye rastlamak mümkündür.45
Yahudiliğin ve Yahudilerin kapitalizmin gelişmesindeki rollerine dikkat
çeken yegâne düşünür Sombart değildir. Karl Marx’ın da, ekonomik “alt
yapı” ile ilgili görüşleri malum olmakla birlikte, kapitalist zihniyetin gelişmesinde Yahudiliğin önemine işaret ettiği görülmektedir. Çünkü kapitalist
zihniyet için gerekli olan bütün unsurlar Yahudi anlayışının içerisinde vardır:
“Yahudiliğin dünyevî temeli nedir? Pratik ihtiyaçlar ve kişisel çıkar.
Yahudiliğin dünyevi ibadeti nedir? Sıkı pazarlıkçılık (bezirgânlık). Onun
dünyevi Tanrısı? Para. Peki, o halde! Bezirgânlıktan ve paradan, yani pratik,
gerçek Yahudilikten kurtulma çağımızın kendi kendini kurtarması ile aynı
şey olacaktır. (…)
Yahudilerin kurtuluşu, son tahlilde, insanlığın Yahudilik’ten kurtuluşudur.
Yahudi zaten kendini Yahudice bir tarzda kurtarmış bulunuyor.
(...)Yahudi sadece malî güç kazanmak suretiyle değil, fakat aynı zamanda o yüzden ve ondan ayrı olarak paranın bir dünya gücü haline gelmesi
ve pratik Yahudi ruhunun Hristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi
suretiyle kendini Yahudice bir tarzda kurtarmıştır. Yahudiler, Hristiyanların
Yahudileşmesi ölçüsünde kendilerini kurtarmışlardır. (…)
Yahudinin tektanrıcılığı gerçeklikte birçok ihtiyaçların çoktanrıcılığıdır,
tuvaleti bile bir ilahî hukuk nesnesi yapan bir çoktanrıcılık. Pratik ihtiyaç,
bencillik, sivil toplumun ilkesidir ve sivil toplum politik devleti tam anla43 SEE, Henri: A.g.e., sh. 29,173-178.
44 SOMBART, Werner: Aynı eser, sh. 23-24.
45 SOMBART, Werner: Aynı eser, sh.45-46.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
165
mıyla meydana getirir getirmez tüm saflığı ile zuhur eder. Pratik ihtiyaç ve
kişisel çıkarın tanrısı paradır.”46
Sombart gibi düşünenler, “eğer kapitalist zihniyet kapitalizmi yarattıysa,
kapitalist zihniyetin kökenlerini tesbit etmek gerekir” görüşünden hareket
etmişler, bu kökene de “akılcılığı” koymuşlardır. Onlara göre bilimsel zihniyet ve akılcılık, sanayileşmenin ve iktisadî atılımının itici kuvvetleridir.
Buna göre Batı evriminin derin anlamı, yani trendi, onun tarihî kaderidir ve
bu rasyonellik hem modern devleti, hem de kapitalizmi kendi hareketinin
üzerinde taşımıştır. Kısacası, kapitalist zihniyet ile akıl aynı şey olmalıdır.
Söz konusu bu akıl, Sombart açısından her şeyden önce mübadele araç ve
aletlerinin aklileştirilmesidir. Mesela abaküs üzerine kitapların yazılması,
muhasebe defterlerinin tutulmaya başlanması bunlar arasındadır.47 Zira
ona göre insanlar araç gereçleri ya gelenek ve göreneğe istinaden, ya da
aklî olarak seçerler.48 Ancak kapitalizmin akılcı araçlarının sicili çift taraflı
muhasebe kayıtlarından ibaret değildir. Bunun dışında, kambiyo senedi,
banka, borsa, pazar, ciro, iskonto vs. gibi başka aletler ve unsurlar da vardır.
Ancak bu aletler Batı dünyasının ve onun kutsal akılcılığının dışında ortaya
çıkmaktadır. Bunlar ya kültür iktibası neticesinde alınmıştır ya da buna ilave
olarak, uygulamaların tedrici bir birikimidirler ve olağan ekonomik hayat,
hareket ediyor olmaktan ötürü onları basitleştirmiş ve devreye sokmuştur.
Mübadelelerin artan genişliği, para kitlesinin çok sıklıkla ortaya çıkan
yetersizliği vs., girişimcilerin yenileştirici zihniyetinden çok daha ağırlıklı
olmuştur.49 Kültürel iktibas ile alınan bütün bu araçların ve usullerin iktibas
edildiği yerlerde niçin kapitalist bir gelişme göstermediği sorusu cevabını
beklemektedir. Görünen o ki, araçlar aynı olsa da bunların niçin kullanıldığı
da önem arz etmektedir. Bu sorunun cevabını sömürge anlayışında ve buna
paralel gerçekleştirilmiş sömürü sürecinde bulmak mümkündür. Bunun da
meşruiyetini, evvela dinin İlahi ayetlerinin beşeri yorumları (HristiyanlıkYahudilik), sonra da bilimin kutsal buyrukları vermiştir.
46 MARX, Karl: “Yahudilik ve Kapitalist Zihniyet”, Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL),
İst., 1993, sh.92-94.
47 BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar,
Mübadele Oyunları, sh.509-510
48 ÜLGENER, Sabri F.: Darlık Buhranları ve İslâm İktisat Siyaseti, Mayaş Yay., Ankara,
1984, sh.11.
49 BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar,
Mübadele Oyunları, C.2, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Ank., 1993, sh.512.
166
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
Sonuç
İstek, ihtiyaç ve gerilimlerden veya bunların değişmesinden ya da şahsın
ve cemiyetin yaşadığı tecrübeler ve zamanla ortaya çıkan yeni durumlar
karşısında, dinin idrak ediliş tarzı değişmektedir. Dolayısıyla bazen dinin
idrak edilişinde, sadece alınan mesaj veya bunun ilk uygulama şekli esas
alınmakta ve toplu bir değişme esas görülmektedir. Bazen de söz konusu
sebeplerden dolayı sadece yeni karşılaşılan durum ve şartlar karşısında tutum
ve inançlar değişerek, dinin geleneksel yorumu kabul edilip, bu konularla
ilgili yenilik ve değişmelere ihtiyaç hissedilmektedir. Dolayısıyla dinin
etkileyen ve etkilenen özelliği ile karşılaşmaktayız.
Dinin etkileyen özelliği hususunda özellikle kapitalizmin doğuşu ve
gelişimi ile ilişkilendirilen görüşler incelendiğinde görülmektedir ki tek
yönlü olmamakla birlikte hem Protestanlık hem de Yahudilik, Batı dünyasının ekonomik değişiminin dinamiği olması bakımından önemlidir. Diğer
taraftan söz konusu dinî idrak tarzları kapitalizmin etkisiyle değişmektedir.
Değişim sürecinde dinin en önemli etkisi, kapitalist sistemin uygulamaları
için serbestlik alanı ve meşruiyet zemini oluşturmasında görülmektedir. Dinin
etkilenen boyutu ise dünyevileşme olgusudur ki bu bir başka çalışmanın
konusu olacak kadar kapsamlıdır.
KAYNAKÇA
BAXTER, Richard: “Hıristiyan’ın Kitabı”, Batı’ya Yön Veren Metinler
II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya
MYO Yay., 2010.
BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XVXVIII. Yüzyıllar, Mübadele Oyunları, C.2, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Gece
Yay., Ank., 1993.
CALVIN, John: “Tefecilik Üzerine Mektup”, Batı’ya Yön Veren Metinler
II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya
MYO Yay., 2010.
COHEN, Jere: “Rönesans İtalya’sında Rasyonel Kapitalizm”, Kapitalizm
ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993.
DURKHEIM, Emile: Dini Hayatın İlkel Biçimleri, (F. Aydın), Ataç Yay.,
İst., 2005.
Sosyoloji Konferansları, No: 45 (2012-1) / 149-168
167
FEBVRE, Lücien: Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, (Çev. M.A.
Kılıçbay), İmge Yay., İst., 2001.
FUSFELD, Daniel R.: Çağdaş İktisadi Düşüncenin Gelişimi, (Çev. O.
SEZGİN), Nihad Sayar Yay., İst., 1988.
GENÇ, Mehmet.: “Osmanlı İmparatoluğu’nda Devlet ve Ekonomi”,
V.Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler, Ankara, 1990.
GÜNAY, Ünver: Din Sosyolojisi Dersleri, Erciyes Üni. Yay., Kayseri,
1993.
HİLL, Christopher: “Protestanlık ve Kapitalizmin Doğuşu), Kapitalizm
ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993.
KÖKTAŞ, Emin; Türkiye’de Dini Hayat, İzmir Örneği, İst., 1992.
MARDİN, Şerif: Din ve İdeoloji, 4.Baskı, İst., 1990.
MARX, Karl: “Yahudilik ve Kapitalist Zihniyet”, Kapitalizm ve Din,
(Haz. M. ÖZEL), İst., 1993.
MENSCHİNG, Gustav; Dini Sosyoloji, (Çev: M. Aydın), Konya, 1994.
MERİÇ, Cemil: Bu Ülke, İletişim Yay., İst., 2009.
MERİÇ, Cemil: Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yay., İst.,1977.
NORTHBOURNE, Lord; Modern Dünyada Din, (Çev : S. Yalçın), İst.,
1995.
PERNOUD, Regine: Burjuvazi, (Çev. M.A. KILIÇBAY), İst., 1991.
PIRENNE, Henri: Ortaçağ Kentleri, Kökenleri ve Ticaretin Canlanması,
(Çev. Ş. Karadeniz), İletişim Yay., İst., 1990.
SEE, Henri: Modern Kapitalizmin Doğuşu, (Çev. T. Erim), Turan Neşriyat
Yurdu, İst.,1970.
SOMBART, Werner: “Kapitalizmin Mânevî Kaynakları: Felsefe ve Din”,
Kapitalizm ve Din, (Haz. M. ÖZEL), İst., 1993.
SOMBART, Werner: Kapitalizm ve Yahudiler, (Çev. S. Gürses), İleri
Yay., İst.,2005.
TABAKOĞLU, Ahmet: “İslâm Fiyatalma İlkelerinin Osmanlı Dönemindeki Uygulaması”, 5.Milletlerarası Türkoloji Kongresi Tebliğler, III.Türk
Tarihi, Cilt-2, İst.1989.
THOMPSON, Ian: Odaktaki Sosyoloji, Din Sosyolojisine Giriş, (Çev.
B.Z. Çoban), Birey Yay., İst., 2004.
168
Din ve Kapitalizm / Hüsniye CANBAY TATAR
ÜLGENER, Sabri F.: Darlık Buhranları ve İslâm İktisat Siyaseti, Mayaş
Yay., Ankara, 1984.
ÜLGENER, Sabri F.: İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet
Meseleleri, İst., Üni. Yay., İst., 1951.
WACH, Joachim: Din Sosyolojisi, (Çev. Ü. Günay), Erciyes Üni. Yay.,
Kayseri, 1990.
WEBER, Max: Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çev. Z. Aruoba),
Hil Yay., İst., 1997.
WILSON, Thomas: “Tefecilik Üzerine Bir Vaaz”, Batı’ya Yön Veren
Metinler II, (Çev. Kapadokya MYO Çeviri Heyeti, Der. A. ALATLI), Kapadokya MYO Yay., 2010.
WUTHNOW, Robert J.: “Din Sosyolojisi” Din ve Modernlik, Toplumbilim Yazıları I, (Çev. ve Der. A. Çiftçi), Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002.
KİTAP DEĞERLENDİRMELERİ
(BOOK REVIEWS)
Türk Sosyoloji Tarihine Eleştirel Bir Katkı, Yasin Aktay (2010),
Küre Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, 199 Sayfa,
ISBN: 978-975-6614-87-7
Hakan Gülerce & Celil Taşkın
İçinde icra edildikleri toplum(/lar)a sağladıkları faydalar açısından belli
bir mesleğin daha önemli olduğunu iddia edebilmek oldukça güç olsa da
bazı mesleklerin daha kapsayıcı ve kritik roller üstlenme potansiyellerinin
olduğundan söz edilebilir, en azından bazı meslekler için bu yönde beklentilerin oluştuğu söylenebilir. Hiyerarşik bir üstünlüğün kabulünden ziyade bir
yardım çağrısıdır bu. Hayatın akışı içinde karşılıklı ilişkilerin sınırları belli
olmayan coğrafyasında yaşanan bir anın resminden yola çıkarak, etkileşimin seyrini görmeden, bu çağrının ne derecede karşılık görüp görmediğini
kestirebilmek oldukça zor. Yardım çağrısının adresi doğru mudur? Her
meslek sorumluluklarını yerine getirmekte midir? Her meslek erbabının
kendisine sorması gereken kritik soru şudur: Sorumluluklarımın ne kadar
farkındayım? Her meslek erbabı, kendi ve yaptığı iş üzerine düşündükçe,
sorguladıkça, etkileşime geçtikçe kendi imkânlarını keşfedebilecek ve potansiyelini gerçekleştirme imkânına kavuşabilecektir. İyi/yolunda gitmeyen
şeylerin varlığını inkâr edecek birisi çıkmaz. Lakin çoğu kişi iyi/yolunda
gitmeyen şeyleri değiştirmek için bir şey yapmaz. Ya kendi potansiyelinin
farkında değildir ya da yapacaklarını değersiz kabul ettiği için değersiz bir
şey yapmaktan kaçınır ki sonuçta kendisinin farkında değildir…
“Sosyolojik bilginin kendisi üzerine düşünme denemeleri”ne yer veren
Yasin Aktay’ın Türk Sosyoloji Tarihine Eleştirel Bir Katkı adlı çalışması,
bu bağlamda bilim insanlarına özelde sosyal bilimlerle uğraşanlara ve daha
özelde topluma dair çalışmalar yapanlara bir çağrıdır. Unutulanı/unutturulanı
170
hatırlamaya davet. Türkiye’de sosyolojik üretimin/çalışmaların etkisinin
neden cılız kaldığını yerli yerinde ve somut olarak anlatan ve bu durumun
üstesinden gelebilmek için neler yapılması gerektiğine dair önemli ipuçları
veren bir çalışma.
Daha önce çeşitli dergi, kitap ve gazetelerde yayınlanmış bazı yazıların
ve bir TV programının deşifresinden oluşan bu eser, Türk sosyolojisinin
tarihi seyri üzerine ufuk açıcı yorumlar içermesinin yanı sıra daha önce
söylenmiş olanları tekrar gündeme getirerek bir hafızanın oluşmasına da
katkı sağlıyor. Çağrıyı yeniden üreterek tekrarlamak gerekiyor sıkılmadan…
Eser, Aktay’ın dâhil olduğu/beslendiği geleneğin yani ODTÜ sosyoloji
geleneğinin eleştirel olmayan bir övgüsü olmaktan çok uzaktır. Eleştirel ve
yeni şeyler öğrenmeye açık bir duruş. Mevcut bazı yaklaşımları eleştirirken
eleştiren konumunda olmaktan kaynaklı kibirden de olduğunca uzak. Yok
sayabilirdim lütfedip eleştiriyorumun iması bile yok.
Aktay’ın en önemli tespitlerinden birisi, sosyolojinin siyasetsizleştirilmesinin onun gelişimine katkı sağlamak yerine gelişmesinin önündeki en büyük
engel olduğudur. Zizek’in gösterdiği siyasetin askıya alınma yollarına atıfla,
bu siyasetsizleştirmenin hangi mekanizmalarla işlediğini ve katmanlarına
dikkat çekiyor. Komplo teorileri ve sosyoloji arasındaki sorunlu ilişkiye dair
değerlendirmelere de yer veriyor. Değerlerden bağımsız bir bilim icra etme
iddiasını sorunsallaştırıyor ve bilim insanının parçası olduğu süreçten yani
toplumsallıktan ve tarihsellikten ne kadar etkilendiğini, bu ilişkinin meşru
olup olmadığı ve sınırları üzerine değerlendirmelerde bulunuyor.
Bir sosyologun hikâyesi/sosyoloji serüveni üzerinden sosyologları mevcut düşünce noktalarına nasıl vardıkları üzerinde düşünmeye çağırıyor.
Sosyolog kendisiyle hesaplaşmalı ve yüzleşebilmelidir. Bir sosyologun ilgi
alanlarının nasıl oluştuğuna, sosyologun kullandığı kavramsal müktesebatı
nasıl geliştirdiğine dair bir örnek sunuyor okuyucuya.
Ekoller ve onların temsilcileri arasında irtibatsızlık ya da yok sayma çabası
da sosyolojinin gelişimini olumsuz etkilemiştir. Kendine ve bağlı olduğu
dünya görüşünün/ideolojinin açıklayıcılığına aşırı güven duyan, eleştirel ve
değişime açık bir tavra sahip olmayan bir bilim insanı, bir zamanlar açık-
171
layıcı olan fakat içinde bulunulan anı açıklamaya yetmeyen teorilerle yola
çıktığında mevcut teoriler gerçeği görmek için birer engel olurlar sadece.
Aktay, eserin önsözünde zaten makaleleri okuma kılavuzu niteliğinde kısa
bilgilere yer veriyor. Çağrısına/mesajına dair göndermelerde bulunuyor. Bu
durumun, okuyucunun yorum hakkının elinden alınması ve metinlerin nasıl
anlaşılması gerektiğine dair bir dayatma olarak değil de dertli bir yazarın
feryadını tekrarlaması olarak kabul edilmesi gerekir. Bir tanıtım yazısında yer
alması gerekenler fazlasıyla önsözde yer alıyor. Bu yüzden, kitabı alışılmış
şekilde özetlemek yerine kitabın neden okunması gerektiğine dair birtakım
numuneler/argümanlar sunma yoluna gidildi. Her okuyucu metni yeniden
üretme ve anlamlandırma hakkına sahiptir. Yazar sözünü söylemiştir. Sıra
okuyucudadır. Metinleri okuyanlar kendi yorumlarını geliştirebilirler. Bu
yüzden kapsayıcı bir tanıtım yazısı yazma girişiminde/iddiasında bulunulamaz. Dolayısıyla, sadece bazı değerlendirmeler üzerinden bir paylaşımla
yetinildi.
173
Sanal Benlik (The Virtual Self: A Contemporary Sociology),
Ben Agger (Çev: Volkan Hacıoğlu),
Babil Yayınları, İstanbul-2011, 250 Sayfa,
ISBN: 978-605-4097-21-0
Arzu Şahin
Günümüzdeki toplumsal dönüşümlerin disiplinlerarası bir bakış açısıyla ve gelenekselden farklı bir metodla anlatıldığı Ben Agger’ın ‘Sanal
Benlik’ başlıklı kitabı, 2011 yılında İ.Ü. İktisat Fakültesi, İngilizce İktisat
Bölümü’nden Volkan Hacıoğlu tarafından Türkçeye kazandırılmıştır.
Texas Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Beşeri Bilimler Profesörü olan Ben
Agger, aynı zamanda Kuramlar (Teoriler) Merkezi’nin de direktörlüğünü
yapmaktadır. Yazar, Marksist eleştirel kuram başta olmak üzere kültürlerarası
iletişim, aile, sosyal değerler sistemi, toplumsal yapı, kültürel ve ekonomik
çeşitliliğin analizi gibi birçok konuda klasik sosyoloji kuramlarını aşan yeni
ve modern bir yorum ortaya koyduğu için çağdaşlarının arasında etkili bir
yere sahiptir.
Hızla gelişen ve değişen teknoloji çağında, ‘İnternetin’ toplum, toplumsal yapı, kültür ve kişiler üzerindeki etkileri, kısacası internet toplumu ve
kültürü, kitabın ana temasını oluşturmaktadır. Teknoloji ve bilgi kullanım
ve hızına bağlı olarak kişinin kendini toplum içerisinde nasıl hissettiği ve
toplumdaki varlığının nasıl bir değişim geçirdiğinin incelendiği kitapta, yeni
bir sosyoloji kategorisi olarak ‘Sanal Benlik’ kavramı üzerinde durulmaktadır.
Yazara göre; internet, televizyon, cep telefonları, mesajlaşma, e-postalar,
medya vb. iletişim kanalları aracılığıyla kişilerin dünyaya bağlanmak için
oluşturdukları ‘sanal benlikler’, bu iletişim kanallarında öncelikli olarak
ortaya koyulmaktadırlar.
Yazarın ders notlarından derleyerek ortaya çıkardığı kitap altı bölümden
oluşmaktadır. Kitabın “İnternet Dünyasında Gündelik Hayat” başlıklı ilk
bölümünde; toplumun ve kültürün gelişen teknoloji dünyası tarafından de-
174
ğiştirildiği öne sürülmekte ve gündelik hayat ile toplumsal yapı arasındaki
ilişki tartışılmaktadır. Konuyu kendi gündelik hayatından örnekler vererek
anlatan yazar; insanların kendileriyle ve toplumla olan ilişkilerini gündelik
hayattan yola çıkarak tanımlamanın sosyolojik bir anlam ifade ettiği görüşünü dile getirmektedir. Marksist olduğunu açık bir şekilde belirten Agger
sosyolojinin metodoloji ve elde edilen bulgular bütününden ziyade bir yazı
stili, bir retorik olduğunu dile getirmektedir. Bilginin ve söylemin alternatif
sunumlarını reddeden yazar, yöntemlere bağlı sosyolojinin egemenliğini ve
kantitatif ayrıcalığını sorgulamaktadır.
“Sosyoloji’nin Ansiklopedisi” başlıklı ikinci bölümde sosyolojinin tarihi
ve bugünü, sosyal yapılar hakkında bilinenler ve bu bilgilerin elde edilme
sürecinde ne gibi çalışmaların yapıldığı, farklı kuramlar da işin içine katılarak tartışılmaktadır. Bölüm sosyoloji kavram ve teorilerine yönelik küçük
bir ansiklopedi niteliğindedir. “Postmodernizm İnsanı Deli Eder mi ya da
İstatistikten Kaldınız mı? Metodoloji Üzerine Bir Bölüm” başlıklı üçüncü
bölümde; insanların bilgiye nasıl ulaştıkları ve bu bilgiyi nasıl ifade ettiklerine yönelik olarak metodolojiler incelenmektedir.
“Kapitalizmin Serüvenleri” başlıklı dördüncü bölümde; internet gibi
enformasyon teknolojilerinin benlik ile toplum arasındaki ilişkiyi nasıl değiştirdiği incelenirken “Kız Muhabbeti” başlıklı beşinci bölümde ise aile,
cinsiyet ve kadınların kendilerini feminizm karşısında konumlandırmaları
işlenmektedir. “Sanal Bir Sosyoloji!” başlıklı altıncı ve son bölümde; sanal
benliklerin kendilerinden önceki benliklerden daha mı iyi yoksa daha mı
kötü olduğu kuramsal olarak ele alınmaktadır.
Düşünce ve fikirlerini oldukça açık ve sade bir biçimde anlatan ve kullandığı terimleri tanımlayan yazar, argümanlarını temellendirirken ünlü düşünürlerin fikirlerine de yer vermektedir. Ünlü düşünürlerin argümanlarının
yanı sıra sonunda bir de sözlük bulunan kitap, hem sosyoloji ile ilgilenen
ve bu konuda bilgisi olanların bilgilerini tazelemekte hem de sosyoloji
altyapısı olmayanlar tarafından da kolaylıkla okunabilmektedir. Kitabın
bir diğer güzel yanı ise yazarın, bahsettiği konularda daha derinlemesine
okuma yapmak isteyenlere kaynaklar önermesidir. Özetle belirtmek gerekirse
‘Sanal Benlik’ kitabı, sosyolojinin sokağa inmesini ve onu günlük hayatın
bir parçası olarak algılamamızı sağlama yolunda atılmış önemli bir adımdır.
175
Şakanın Ardından: Postmodernizmin Bilimsel, Felsefi ve Kültürel Eleştirisi
(Beyond The Hoax: Science, Philosophy and Culture),
Alan SOKAL, (Çev: Gülsima Eryılmaz),
Alfa Yayınları, 2011, 530 Sayfa, ISBN: 978-975-6614-87-7
Özgür Sayın
Aslen, fizik ve mantık profesörü olan Alan Sokal, 1994 yılında, kültürel
çalışmalar dergisi Social Text’e ‘Sınırları aşmak: Kuantum Kütleçekiminin
Dönüştürücü Bir Hermeneutiğine Doğru’ başlıklı ilk bakışta, fizik bilimindeki
‘kuantum fiziği’ yönlü gelişmelerin ve fizik kavramlarının, sosyal bilimlerin çalışma alanlarına uygulanmasıyla, sosyal bilimlerdeki post-modern
arayışlara dayanak noktası oluşturulması amacıyla yapılan çalışmalardan
herhangi biri olarak görülebilecek ağır ve karmaşık bir makale gönderir.
Makalenin 1995’te yayınlanmasının ardından, Sokal makaleyi post-modern
bilimcilerin, ‘bilim’ ve ‘bilim felsefesi’ üzerindeki yorumlarının saçmalığını,
muğlak bir üslup oluşturmak adına fizik ve mantık bilimlerine ait formülleri
ve kavramları çoğunlukla çarpıtarak ve bilgisizce kullandıklarını göstermek
için yazdığını açıklayan bir makale yayınlar, ve bilim felsefesi tarihine ‘Sokal
Vakası’ olarak geçen tartışmalar dizisi başlamış olur. Pek çok akademisyenin hatta gazetelerin bile dahil olduğu sert tartışmalar yaşanır. Makale
üzerine yapılan eleştirilerin yoğunlaşması üzerine, Sokal, 1997 yılında,
hem kendini savunmak hem de post-modern düşünce bilimcilerin bilimsel
kavramlar ve terminolojide yarattıkları tahribatı göstermek amacıyla ‘Son
Moda Saçmalar; Post-modern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları’ adında
bir kitap yazar. Tartışmaların devamı üzerine, Sokal, aynı sorunsaldan yola
çıkarak, konuyu bilim felsefesi ve bilimsel metodolojiyi de dahil ederek
tartıştığı ‘Şakanın Ardından’ kitabını yazar. 2008 yılında basılan Şakanın
Ardından’ın, bu haliyle bir devam niteliği taşıdığı düşünülse de, Sokal’ın,
kitabında, post-modern düşünürlerin yanı sıra sahte bilimcileri ve dinleri de
konuya dahil ederek bilim karşıtı cepheyi genişletmesiyle, tartışmayı mevcut
176
haliyle devam ettirmekten ziyade yeni bir zemine çektiği görülmektedir.
Sokal, bilim karşıtı olarak gördüğü, düşünce biçimlerine karşı bir nevi
reddiye özelliği taşıyan kitabında, temel eleştiri noktasını bilimsel düşünce
karşıtlığı üzerinden oluştururken, post-modern sosyal bilimcileri, sahte
bilimcilerin ve dinlerin saldırılarına karşı bilimsel dünya görüşünü güçsüzleştirmekle suçlar. Sokal’a göre post-modern sosyal bilimciler, bilim felsefesine getirdikleri şüphecilik, görecilik gibi eleştirilerle, bilimin metodolojik
güçlülüğünü ve güvenilirliğini zayıflatarak bilimsel ve bilimsel olmayan
arasındaki ayrımın kalkmasına neden olmaktadırlar. Bu bağlamda, Sokal,
her ne kadar kitabın nihai hedefinin, ‘Sokal Vakasının’ ardından tartışmaları
devam ettirmekten ziyade sosyal bilimlerle fizik bilimler arasında uzlaşma
sağlamak olduğunu söylese de kitabın pek çok kısmında açık veya örtülü
bir biçimde post-modern düşüncenin, bilim dünyasının dışına çıkarılması
düşüncesinin izlerini taşıdığı görülmektedir.
Kitabın, Sokal’ın, Social Text’e gönderdiği makalenin çözümlemesiyle
başlayan, birinci bölümü tartışmaya giriş niteliği taşıyan ve ‘Sokal Vakasının’ ardından yaşanan tartışmalara cevap niteliği taşıyan makalelerden
oluşuyor. Sokal, makalenin ardından gelen ikinci ve üçüncü kısımlarda
post-modern akademisyenlerin sıklıkla vurguladığı bilinemezcilik ve görecilik gibi varsayımlara karşı nesnel bilgilerin ve bilimsel teorilerin bir
savunusunu yaparken aynı zamanda bu varsayımları politik, toplumsal vb.
kaygılara karşı bilimsel kaygıyı zayıflatmakla suçluyor. Bu kısımlardaki
kısmen siyasi zemine karşı, dördüncü kısımda, akademik zemine geçiş yapan
Sokal, post-modern akademisyenlerin teorilerinde kullandıkları argümanları
analiz etmeye çalışıyor.
Sokal’ın bu kısımda yer alan eleştirileri genel olarak post-modern akademisyenlerin , ‘etik’ ve ‘epistemolojik’ ya da ‘metodolojik’ ayrımını yapamadıkları, özellikle post-modern sosyal bilimcilerin, savlarını desteklemek
için doğa bilimlerine dair kavramları ve formülleri çarpıtarak ve cahilane
bir tutumla kullandıkları gibi noktalarda yoğunlaşıyor. Beşinci kısımda da
‘Sokal Vakasının’ ardından yaşanan tartışmalara dair yorumlarını ve makaleleri yazma amacını açıklayan, Sokal, Social Text editörlerini meseleyi bir
savaş olarak gördükleri ve bu yüzden pek çok post-modern akademisyen
177
gibi gerçekleri çarpıttıkları için eleştiriyor. Bununla beraber yine bu kısımda,
bilimsel epistemoloji ve gündelik hayatın epistemolojisinin aynı olduğunu
belirterek, bilimin gündelik hayata uygulanabilirliği üzerinden bir bilimsel
dünya görüşü tasavvur ediyor.
Sokal, Jean Bricmont ile yazdığı makalelerinden oluşan kitabın ikinci
bölümünde post-modern varsayımlardan bazılarını bilim felsefesi zeminine çekerek tartışıyor. Bölümün birinci kısmında bir dolu kavramsal yanlış
anlama üzerine kurulu olarak nitelendirdiği ‘bilişsel göreciliği’ ontolojik,
epistemolojik ve metodolojik zeminlerdeki varsayımlarını ayrı ayrı inceleyen
Sokal, post-modern akademisyenlerin argümanlarını hem bilimsel yetersizliği hem de gündelik hayatta uygulanamazlığı nedeniyle eleştiriyor. Sokal
ve Bricmont, post-modern bilimciliğin realizm karşıtlığına karşı bilimsel
realizmin savunmasını yaptıkları bölümün ikinci kısmında da bilimin dünya
ile ilgili nesnel bilgilere ulaşma amacının rasyonel ve evrensel metodlar izlenerek gerçekleşebileceğini iddia ediyorlar. Önceki bölümlere oranla daha
spekülatif bir dil kullandıkları bu bölümde, post-modern akademisyenleri
daha genel olarak bütün realizm karşıtlarını hayalcilikle itham eden, iki
düşünür, post-modernistlerin ayrıca deneysel doğrulukla bilimsel açıklamalardaki yetersizliği bilinçli bir şekilde çarpıtmakla suçluyorlar.
Kitabın, siyasi ve toplumsal alanda ayrılan üçüncü bölümü, post-modernist
bilimcilerin öne sürdüğü varsayımların sahte bilimciler tarafından kendi çıkarlarına kullanıldığı ve sahte bilimcileri le post-modernistlerin çoğu zaman
bilim karşıtlığı konusunda aynı minvalde hareket ettikleri gibi önermeleri
barındırıyor. Bölümün birinci kısmında, hemşirelik, alternatif tıp, Hint milliyetçiliği gibi güncel örnekler üzerinde çözümlemelerine yer veren Sokal,
sahte bilimlerin söz konusu alanlarda nasıl üretildiği ve post-modern bilimin
varsayımlarından beslendiği noktaları ortaya koymaya çalışırken ardından
gelen kısımda da sahte bilimlerin en büyüğü olarak nitelendirdiği din olgusunu konuya dahil ederek, bilimsel ve bilimsel olmayan dünya vurgularını
güçlendirmeye çalışıyor. Son kısımda da bir sonsöz olarak, kitabın büyük
bir kısmında vurguladığı epistemoloji ve etik ayrımını detaylandırarak
anlatan, Sokal, inanca dayalı etiğin epistemolojik açıdan doğrulanmadığı
sürece çok ciddi toplumsal zararları olacağı vurgusunu yapıyor.
178
Sokal’ın kitapta yer alan eleştirilerinin kuşkusuz en güçlü tarafı, tartışmayı yürüttüğü zemindeki bilişsel hakimiyeti. Post-modern sosyal bilimcileri
özellikle görecilik ve radikal şüphecilik varsayımlarını içeren önermelerini
desteklemek için fizik ve mantık bilimlerine dair kavram ve formülleri yeterince öğrenmeden ve çarpıtarak kullanmalarını ağır bir dille eleştiren Sokal,
söz konusu bilimlere hakimiyeti sebebiyle, iddialarını ünlü post-modernist
sosyal bilimcilerin eserlerinden yaptığı alıntıları çözümleyerek ispatlıyor.
Bununla beraber, tartışmaların bilim felsefesi boyutunda da Kuhn, Feyerabend gibi bilimcilerin metodolojik hatalarını ya da savundukları ‘bilişsel
görecilik’ varsayımının tutarsızlıklarını güçlü karşı tezlerle ortaya koyuyor.
Sokal’ın eleştirilerini güçlü kılan bir diğer unsur da ‘etik’ ve ‘epistemoloji’
arasındaki farkı açıkça ortaya koyup, bilimsel metodolojiye olan bağlılığı
sebebiyle eleştirilerini ‘epistemoloji ’ üzerinden yürütmesidir.
Sokal’a göre atom bombasının yapılmasından duyulan kaygı etik bir
nitelik taşırken atom bombasının yapılmasına yol açan bilimsel çalışmalar
tamamen epistemolojik kaygılardan yola çıkılarak başlatılmıştır. Kitapta yine
benzer bir ayrım sadece kanıta ve deneyselliğe bağladığı ‘bilimsel doğruluk’
ve ‘olguların açıklanması’ arasında yapılmaktadır. Sokal, yukarıdaki ayrımlar üzerinden şekillendirdiği eleştirilerinde post-modern akademisyenleri,
modern bilimin metodolojisini ve epistemolojik temellerini sarsmak için
bilimsel kavramlar arasındaki ayrımları kasıtlı olarak karıştırdıklarını ve
bilimin sınırlarını muğlaklaştırdığını öne sürmektedir.
Sokal’ın güçlü metodolojisine karşın savlarını desteklemek için verdiği
spekülatif örnekler öne sürdüğü tezlerin bilimselliğine gölge düşüren unsurların başında gelmektedir. Diğer bir ifadeyle post-modern sosyal bilimcileri
cadılara inanmakla, ya da yıldızların varlığını reddetmekle suçlayan Sokal,
hem bu uç örnekleri hem de kullandığı alaycı üslubu nedeniyle çalışmalarının en azından bilimsel etiğe uygunluğu açısından şüphe uyandırmaktadır.
Bilimsel dünya görüşü karşısında, post-modernizmi sahte bilimlere, milliyetçiliklere ve hatta faşizme örtülü ya da açık destek olmakla suçlayan
Sokal’ın aynı eleştirinin modern bilime yöneltildiği noktada, örneğin atom
bombası konusunda, tartışmanın zeminini bilimsel etik ve epistemolojik
ayrımına kaydırması da, hem etik hem de metodolojik olumsuzluklar olarak
179
göze çarpmaktadır. Benzer bir şekilde sahte bilimlerin en büyüğü olarak
nitelendirdiği dinlerin öne sürdüğü iddiaların metodolojik tutarsızlıklarını,
dinlere yönelttiği eleştirilerde temel çıkış noktası olarak kullanan Sokal,
aynı toplumsal olguları açıklamaya çalışan iki farklı düşünme biçimini tek
taraflı (sadece bilimsel açıdan) ve önyargılı bir şekilde incelemeye çalışarak
en başta kendi inandığı bilimsel tarafsızlık ilkesiyle çelişkiye düşmektedir.
Bu minvaldeki eleştirilerinde dini önermelerin metodolojik tutarsızlıklarını
sergilemek için bilimsel kanıtlar yerine kimi zaman daha muğlak ifadeler
kullanması da çelişki yaratan bir diğer unsurdur. Sokal ayrıca bilimsellik
çabası içinde olmakla itham ettiği dinlerin toplumsal işlevlerini de göz ardı
eder. Bir başka ifadeyle dinleri sadece önermelerden oluşan bir bütünmüş
gibi sunar. Buna karşın bilimin evrensel boyutta gündelik hayatın metodolojisinden farklı olmadığı iddialarıyla bir bilim dini yaratma çabasında
olduğu düşünülebilir.
Yukarıda yer alan olumlu ve olumsuz bütün eleştirilerin yanı sıra
yazdığı eser üzerinden Sokal’a getirilebilecek en büyük eleştiri, doğrudan
vurgulanmamakla beraber kitabın içerdiği bilimsel dogmatiklik üzerinedir.
Her ne kadar Sokal çalışmasında gerçek bilimcilerin dünya görüşlerinin
bilimsel çalışmalarını etkilemeyeceğini öne sürse de, benimsediği bilimsel
dünya görüşünün de etkisiyle kitapta zaman zaman bilimsel dogmatizme
varan genellemeler yapmaktadır. Geçen yüzyıl içinde toplumsal hareketler
ve değişmelerin tahmin edilebileceği tezlerine ve daha dramatik bir şekilde
toplum mühendisliği projelerine dayanak olarak sunulan bilimsel bilginin
ve metodolojinin rasyonelliği ve evrenselliği iddiaları gibi modern bilim
felsefesinin önemli varsayımları pek çok defa çürütülmüş olmasına rağmen
Sokal’ın da aralarında bulunduğu bilimciler tarafından savunulmaya devam
edilmesi bilim dünyasının en azından bir kısmının taşıdığı dogmatizmi
açıkça göstermektedir.
Bilim dünyasında yüzyıllardır yaşanan bilimsel yöntem tartışmaları
bugün modern ve post-modern metodoloji üzerinden yürütülmektedir.
Alışageldiği üzere genelde sosyal bilimciler ve felsefecilerin yürüttüğü
tartışmalara zaman zaman fizik ve mantık bilimciler de dahil olmaktadır.
Bir fizik ve mantık profesörünün bakış açısından post-modern bilimcilik
180
anlayışına getirilen eleştirilerin derlenmesinden oluşan Şakanın Ardından,
tartışmaların genel olarak yürütüldüğü bilim felsefesi zeminini genişleterek
bilim ve sahte bilim ayrımları üzerinden tartışıyor. Sokal kitabında örtük bir
biçimde sahte bilimcilikle suçladığı post-modernist bilimcileri eleştirirken
zaman zaman dogmatizme varan ölçülerde bilimsel metodolojiye sarılsa da
genel itibariyle sosyal bilimcilerin özellikle fizik bilimlerinden kurgulayarak
öne sürdüğü varsayımları çürütmekte zorluk çekmiyor. Buna karşın, çok
güçlü olduğunu iddia ettiği modern bilimin metodolojisinin sahte bilimler
karşısındaki duruşunun post-modernistler tarafından zayıflatıldığını öne
süren Sokal’ın, post-modern bilimcileri ve post-modern bilim anlayışını
küçümseyen ifadelerinin, bir anlamda post-modernizmi bir bilim karşıtlığı
olarak görmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Bu bağlamda, Şakanın
Ardından’ı içerdiği güçlü önermelerin modern, post-modern çekişmesine
getirdiği yeni boyutların ve post-modern düşünce biçimini bilim dünyasının dışına atmak amacını gütmesinin yanı sıra bir bilim dini inşa etmek ya
da en azından buna katkıda bulunmak amacıyla yazılmış bir mütevazı bir
manifesto olarak değerlendirmek çok iddialı bir tavır olmayacaktır.
181
SOSYOLOJİ KONFERANSLARI
DERGİ POLİTİKASI
(http://www.iudergi.com)
Dergiye gönderilen tam metinli Türkçe ve/veya İngilizce makaleler ve
araştırmalar, Editör ve Yayın Kurulu tarafından biçim ve içerik açısından
bir ön değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Ardından da alanıyla ilgili en az
iki hakemin değerlendirmesine sunulmaktadır.
Hakem değerlendirmesinin sonucu, varsa istenilen değişiklik ve düzeltmeler ile birlikte yazarlara bildirilir. Düzeltme ve değişiklik istenmesi
durumunda yazarlar, yazı ile ilgili kararın kendilerine bildirildiği tarihten
itibaren en geç bir ay içerisinde, yazıyı düzeltilmiş olarak dergi iletişim
adresine gönderirler. Bu sürenin aşılması durumunda yazı, bir sonraki sayı
için değerlendirmeye alınır. Yayınlanması kabul edilmeyen yazılar, yazarlara iade edilir.
Dergiye gönderilen yazıların içerikleri özgün, daha önce herhangi bir
yerde yayınlanmamış olmalı ve eş zamanlı olarak başka bir yayın organında
değerlendirme sürecinde bulunmamalıdır. Yayınlanan yazıların her türlü
sorumluluğu yazar(lar)ına aittir. Yayın için kabul edilen yazıların yayın
hakkının yanı sıra yayınlanan yazıların da her türlü telif hakları Sosyoloji
Konferansları’na aittir. Dergide yayınlanan yazılardan kaynak gösterilmeden
alıntı yapılamaz.
YAZIM KURALLARI
HACİM VE ŞEKİL ŞARTLARI
• Makaleler 8000 kelimeyi aşmamalıdır. (Bu uzunluk son notları,
referansları ve ekleri kapsamaktadır).
• Makale özeti ve metni, Microsoft Word belgesi olarak, Windows
ortamında kullanılacak şekilde hazırlanmalıdır.
•
Makaleler, A4 boyutlarında beyaz kâğıda üst, alt, sağ ve sol boşluk
182
2,5 cm bırakılarak 1,5 satır aralıklı, iki yana dayalı, satır sonu tirelemesiz
ve Times New Roman yazı karakteri 12 punto kullanılarak yazılmalıdır.
• Sayfa numaraları birbirini izleyecek biçimde, sağ alt kenara koyulmalıdır.
• Gönderilen tablo, şekil, resim, grafik vb. derginin sayfa boyutları
dışına taşmaması ve daha kolay kullanılmaları amacıyla 10 x 17 cm’lik alanı
aşmaması gerekir. Bundan dolayı tablo, şekil, resim, grafik vb. unsurlarda
daha küçük punto ve tek aralık kullanılmalıdır.
MAKALE BAŞLIK SAYFASI
Başlık sayfası, yazar(lar)ın tam adları, unvanları, çalıştıkları kurumlar,
makale üst başlığını (Türkçe ve İngilizce) ve makale özlerini içeren kısımdan
oluşacak şekilde ayrı bir sayfa olarak düzenlenmelidir.
1. Metnin başlığı büyük harf, koyu renk, Times New Roman yazı tipi,
14 punto olarak sayfanın ortasında yer almalıdır.
2. Metin yazar(lar)ının tam adları başlıktan sonra bir satır atlanarak, Times New Roman yazı tipi, 10 punto ve tek satır aralığı kullanılarak
sayfanın sağına yazılacaktır. Yazarın adı küçük harfle, soyadı büyük harfle
yazılacaktır.
3. Yazarın unvanı, kurum ve iletişim bilgileri “*” dipnotu ile aynı
sayfada yer almalıdır.
4. Makalenin 90-150 kelime arası Türkçe ve İngilizce özetleri (Özet/
Abstract) olmalıdır. Özetler, Times New Roman 10 punto ile yazılmalıdır.
5. Özetlerin altında 3-5 kelime arası Türkçe ve İngilizce anahtar
kelimelere (Anahtar Kelimeler / Keywords) yer verilmelidir. Anahtar kelimeler, Times New Roman 10 punto ile ve italik bir şekilde yazılmalıdır.
MAKALENİN İÇERİĞİ İLE İLGİLİ NOTLAR
• Ampirik Çalışmalar; giriş, yöntem, bulgular ve tartışma bölümlerinden oluşmalıdır. Yöntem kısmında ise mutlaka örneklem, veri toplama
araçları ve işlem alt bölümleri olmalıdır.
183
• Derleme türü çalışmalarda ise, problem ortaya konulmalı, ilgili literatür yetkin bir biçimde analiz edilmeli, literatürdeki eksiklikler, boşluklar ve
çelişkilerin üzerinde durulmalı ve çözüm için atılması gereken adımlardan
bahsedilmelidir.
• Diğer çalışmalarda ise konunun türüne göre değişiklikler yapılabilir,
fakat bunun okuyucuyu sıkacak ya da metinden faydalanmasını güçleştirecek
detayda alt bölümler şeklinde olmamasına özen gösterilmelidir.
Ara Başlıkların Düzeni
•
Birinci Tarz (tercih edilmesi istenen):
Giriş 1. 1.1. 1.2. 2. 2.1. 2.2. ….. Sonuç Kaynakça • İkinci Tarz: Numara verilmeden, sadece üst başlıklar kalın punto
(bold) ile, alt başlıklar ise kalın italik olarak yazılmalıdır.
Giriş Refah Devletlerinin Sınıflandırılması Liberal Refah Devleti Muhafazakâr Refah Devleti Sosyal Demokrat Refah Devleti …. Refah Devletlerinde Yaşlılık Emeklilik Sistemleri Sosyal Bakım Hizmetleri Sosyal Yardımlar …. Sonuç Kaynakça 184
DİPNOTLAMA
• Metin içindeki dipnotlama yöntemi olarak “parantez içi” (APA)
dipnotlama kullanılmalıdır.
Örnekler:
Tek yazarlı; (Özdemir, 2004: 261)
İki yazarlı; (Özdemir & Taşçı, 2011: 153)
İkiden fazla yazarlı; (Özdemir vd., 2010: 25)
•
lıdır.
Metin içinde birden fazla yapılan atıflar kronolojik olarak yapılma-
Örnek:
(Özdemir, 2011: 261; Taşçı, 2010: 33; Şenocak, 2008: 25)
• İnternet kaynakları için, çevrimiçi anında kaynağın sayfadan indirildiği tarih esas alınmalıdır.
Örnek:
Yazar belli ise; (Özdemir, 24 Aralık 2010) veya sayfası belli ise (Özdemir,
24 Aralık 2010: 11)
Yazar belli değilse; (www.istanbul.edu.tr, 24 Aralık 2010).
KAYNAKÇA YAZIM YÖNTEMİ
• Kitaplar için örnekler;
o Özdemir, Süleyman (2007), Küreselleşme Sürecinde Refah Devleti,
2. bs., İstanbul, İTO Yayınları.
o Taşçı, Faruk (2010), Sosyal Politikalarda Can Simidi Sosyal
Yardım, Ankara, Nobel Yayınları.
• Kitap içi makaleler için örnekler;
o
Murat, Sedat (2003), “Avrupa Birliği Ülkeleri ve Türkiye’nin Kar-
185
şılaştırmalı Sosyal Yapısı,” Tüm Yönleriyle Türkiye-AB İlişkileri, Ed.
Mustafa Aykaç & Zeki Parlak, İstanbul, Elif Kitabevi, s. 45-91.
o Lee, Ronald D. (2007), “Demographic Change, Welfare, and Intergenerational Transfers: A Global Overview,” Ages, Generations and
the Social Contract: The Demographic Challenges Facing the Welfare
State, Eds. J. Véron vd., Netherlands, Springer, pp. 17-44.
• Dergide yayınlanan makaleler için örnekler;
o Akgeyik, Tekin (2006), “Sosyal Güvenlikte Reform Eğilimleri:
Geleneksel Sistemlerden Bireysel Emeklilik Programlarına Dönüşüm,”
Sosyoloji Konferansları Dergisi, Sayı 41, s. 47-99.
o Lin, Ka (2005), “Cultural Traditions and the Scandinavian Social
Policy Model,” Social Policy & Administration, Vol. 39, No. 7, December,
pp. 723-739.
• Ansiklopedi maddesi için örnek;
o Mccullough, Laurence B. (2002), “Long-Term Care Ethics,” Encyclopedia of Aging (Vol. 3), Eds. David J. Ekerdt vd., USA, Thomson &
Gale, pp. 844-847.
• Çeviriler için örnekler;
o Neumark, Fritz (2006), Boğaziçi’ne Sığınanlar: Türkiye’ye İltica
Eden Alman İlim Siyaset ve Sanat Adamları: 1933-1953, Çev. Şefik Alp
Bahadır, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yay.
o Kessler, Gerhard (1936), “Şehir Tipleri ve Şehre Müteallik Meseleler,” (Çev. Hikmet Somay), Komün Bilgisinin Esas Meseleleri, Ed. Fritz
Neumark, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yay., s. 35-46.
• İnternet kaynakları için örnekler;
o Lindquist, Gabriella S. (1 Ocak 2011), “Unemployment Insurance,
Social Assistance and Activation Policy in Sweden,” (Çevrimiçi): http://
186
pdf.mutual-learning-employment.net/pdf/DE%2007/Sweden_DE_07.pdf,
pp. 1-9.
o
EUROSTAT (18.02.2011), (Çevrimiçi): http://epp.eurostat.ec.europa.eu
• Tezler için örnek;
o Özgür, Asuman (2008), “Pension Reform: The Turkish Case in The
European Context,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, ODTÜ, SBE).
MAKALE GÖNDERME
• Makaleler, İstanbul Üniversitesi Açık Erişim Sistemine kayıt olunduktan sonra Sosyoloji Konferansları dergisi sayfasından online olarak
gönderilmelidir. Online gönderim adresi: www.iudergi.com
•
Makale başvuru ve yükleme kılavuzuna aynı adresten ulaşılabilir.
Download