TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Rio+20 Zirvesine Doğru 5 Haziran Dünya Çevre Günü “ŞEYTANIN BACAĞINI KIR”! BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN Yaşamak Bir Ağaç Gibi… “Basit yaşa ki, başkaları da var olabilsin” Mahadma Gandhi 1 Haziran 2012, Ankara 2011 – 2012 “ÇEVRE”YE NELER OLDU? ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞI YAPILANMASI EKOLOJİK BÜTÜNSELLİKTEN UZAKTIR! 12 Haziran 2012 seçimlerinden sonra, Çevre ve Orman Bakanlığı ortadan kaldırılarak yerine, yıllardır bu kurumda yapılan projeler ve emeklerle hazırlanan tüm stratejik planların tersine; Orman ve Su İşleri Bakanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kurulmuştur. Herhangi bir bilimsel, teknik ve çevresel düşünce sistemine uymayan bu yaklaşım, yangından mal kaçırırcasına, anti-demokratik ve TBMM’yi hiçe sayarak Kanun Hükmünde Kararname yöntemi ile gerçekleştirilmiş ve hükümetin “çevre”ye, “doğa”ya yaklaşımını açıkça ortaya koymuştur. Son 1 yılın en büyük çevresel felaketi yapılan bu idari ve hukuki düzenlemedir. Çevre sorunlarının önlenmesi ve çözülmesi ile görevli olması gereken idari yapının, paramparça edilmesi ekolojinin bütünselliğine aykırıdır. Çevre, vahşi kentleşmenin altında ezilmektedir. Çevre mevzuatının uygulayıcı ve yaptırımcı kurumları birbirinden koparılmış, “su” çevreden bağımsız ele alınmıştır. Öte yandan, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın çevre kısmı, iki genel müdürlük altında toplanmıştır. Ülkemizin çevre ile ilgili idari yapısı iki genel müdürlük ile sınırlandırılmıştır. ÇEVRESEL DENETİM DURMUŞTUR! Çevre ve Orman Bakanlığı’nda başlatılan projelerle birlikte ülkemizde “birleşik çevre denetimi” yaklaşımı hayata geçirilmeye çalışılmış, taşra ve merkez teşkilatlar uzun soluklu eğitimler almıştır. Bu yeni yaklaşımla çevresel denetimler yetersiz olmakla beraber yetişmiş personel kapasitesi ile belirli bir ivme kazanmaya başlamış ancak ne yazık ki mevcut kapasite idari parçalanma ile birlikte dağılmıştır. Çevresel hassasiyeti ve teknik birikimi olan kadrolar atıl duruma getirilmiş, eğitimli, yetişmiş personel iki bakanlık arasında dağıtılmıştır. Onlarca emek, maddi kaynak boşa harcanmıştır. 12 Haziran 2012 seçimlerinden sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın merkez ve taşra teşkilatı planlı ve sistematik çevresel denetimi yapamaz hale gelmiştir. VERİLEN ÇEVRE İZİN-LİSANS GÖSTERGESİ DEĞİLDİR! İSTATİSTİKLERİ ÇEVRESEL DURUMUN Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, 01.04.2012 tarihinde çevre izni ve lisansı verilen işletmelerin sayıları ve faaliyet alanlarını belirten bir istatistiki veri yayımlanmıştır. Çevre mevzuatı kapsamında faaliyet yürüten tesislerin sayısına ve alanına dair bilgileri içermesine rağmen, ülkemizin çevresel durumunu yansıtan herhangi bir bilgi ortaya konulmamıştır. Çevresel izin ve lisans sayıları, kirliliğin ne kadar azaltıldığını göstermemektedir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, görevi gereği, yaptığı çalışmaların yansımalarını kamuoyu ile 2 paylaşmalıdır. Yapılması gereken, bakanlığın gerçekleştirdiği düzenlemeler ve teşviklerle ile çevresel kirliliğin ne kadar önlendiği ve azaltıldığına dair verilerin oluşturulması ve kamuoyu ile paylaşılmasıdır. İL ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK MÜDÜRLERİNDEN SADECE 4’Ü ÇEVRE MÜHENDİSİDİR! Çevre sorunlarına dair yeterli hassasiyeti ve teknik bilgisi bulunmayan kişiler il müdürlüğü görevine getirilmiştir. İdari kurumların özelliklede çevre sorunları ile ilgili çalışma yapan kurumların taşra teşkilatları oldukça önemlidir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın taşra teşkilatında il müdürü olan kişilerin çevre konusunda teknik bilgiye sahip olması gerekmektedir. ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞI’NDA YAPILACAK İSTİHDAMDA KPSS YOK SAYILMIŞTIR! TORPİL YASALAŞTIRILMIŞTIR! 3 Mayıs 2012 tarihinde 2012/3064 Karar Sayısı ile “Çevre ve Şehircilik Bakanlığında Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına Dair Esaslar" hakkında Bakanlar Kurulu Kararı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı meslektaşlarımız, memur ve işçi adaylarımız ve siyasal ve ekonomik haklarımız için bir hezeyandır. Söz konusu karar, Bakanlıkta çalıştırılacak 90 mühendis, 25 mimar, 25 şehir bölge plancısı, 10 avukat ve 20 uzman kadrosuna alınacak personelin 4c statüsünde sözleşmeli çalıştırılmasını öngörmektedir. Kararda, oldukça açık ifadelerle, KPSS’nin uygulanmasına gerek kalmadan, Bakanlığın yazılı ve sözlü veya sadece sözlü yapacağı sınav (!) ile sözleşmeli personel istihdam edileceği belirtilmektedir. Bu kararname ile KPSS`nin işlevsizleştirildiği görülmektedir. Alınan Bakanlar Kurulu Kararı, 2010 yılında KPSS`ye giren 6500 meslektaşımız ve bu yıl düzenlenecek sınava girecek binlerce aday için eşitsizliği muştulamaktadır. Daha açık bir ifadeyle "torpil" olarak bilinen haksız, adaletsiz ve kayırmacı uygulamaya kapı aralamaktadır. ORMAN ALANLARINDA TALAN ONAYLANDI! Kamuoyunda 2B olarak anılan, orman talanının affedilmesi yasası 26 Nisan 2012 tarihli resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş, öte yandan Orman Kanunu 2A bendinin uygulanması ile arazi üzerinde hak iddia edeceklerin sadece orman köylerinin değil, orman bitişiğindeki köylerin de olduğu belirtilmiş ve 21,2 milyon olduğu öne sürülen tüm “orman” sayılan arazilerin “orman olarak muhafaza edilmesinde yarar görülmediği” gerekçesiyle yerleşime açılabilmesi alabildiğine kolaylaştırılmış; ii) bu “kolaylıktan” yararlanabileceklerin sayısı Anayasada öngörülenin yaklaşık üç katına çıkarılmıştır. "Orman Köylülerinin Kalkındırılmalarının Desteklenmesi" kılıfı altında 410.000 ha. Orman alanı işgalcilerine satılması karara bağlanırken, bununla da yetinilmeyip, hazineye ait 927.000 ha. Arazinin de tarım vb. amaçlarla kiracılarına veya isteklilerine satışı, bir başka ifade ile ülkemizin 8. Büyük ili olan Eskişehir ili ile eşit yüzölçüme sahip bir alanın satışı kabul edilmiş durumdadır. 2B alanlarına orman 3 vasfını geri kazandırmaya yönelik bir çabanın yerine her fırsatta bu alanlardaki mevcut işgalleri meşrulaştırmaya yönelik yasal düzenlemelerin dayatılmasının ENERJİ VERİMLİLİĞİNDE VE YENİLENEBİLİR-TEMİZ ENERJİDE ÇOK GERİLERDEYİZ! Enerji üretimi ülkemizdeki çevre sorunlarının başında gelmektedir. Dünya temiz enerji üretiminde yol kat etmeye, yeni teknolojileri hayata geçirmeye çalışırken, ülkemizde kirli bir enerji politikası piyasa koşullarının gereği “arz güvenliği” üzerinden yürütülmektedir. Dışa bağımlı enerji politikası yurt dışından getirilen ithal kömür ile kurulan, denizi doldurma ve doğayı katletme yoluyla yapılması hedeflenen termik santraller, doğalgaz santralleri ve suyun asıl amacından uzak ve yerüstü sularının flora-faunaya zarar verecek şekilde kullanılması ile şekillenmektedir. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi geri ve dışa bağımlı, kirli bir enerji üretim biçimi olan nükleer santraller ile süreç daha da karmaşık hale getirilmektedir. Yenilenebilir enerji kaynaklarından rüzgar enerjisi ve jeotermal enerji, ülkemizdeki potansiyel çok yüksek olmasına rağmen ne yazık ki üretim paydasında sadece %2’lik bir kısma sahiptir. Öte yandan, güneş enerjisi ise halen ülkemizde bir enerji kaynağı olarak ne yazık ki görülmemektedir. Dolayısıyla, ileri teknolojiler olan, gelişmiş ülkelerde üniversiteler ve devlet kurumlarında ARGE çalışmaları hızla devam eden yenilenebilir enerji kaynakları ülkemizde kullanılmamakta, kirli teknolojiler ülkemize ihraç edilmektedir. Enerji sadece üretim süreci ile değil, tüketimi ile de değerlendirilmelidir. Bu anlamda, ısınma, ulaşım gibi başlıklar da mutlaka değerlendirilmeli ve kent yönetimlerinde bu hassasiyet geliştirilmelidir. Başkent Ankara’da Büyükşehir Belediyesi’nin rant odaklı politikalarından dolayı, yıllardır metro çalışması tamamlanamamış ve ülkemizin kaynakları gerek ulaşım süreci ve gerekse çevre kirliliği açısından boşa harcanmıştır. Tüm bunların yanında, enerji verimliliği konusunda, “evlerdeki ampulleri değiştirmekten” öteye gitmeyen bir yaklaşım sürdürülmekte, enerji verimliliğine dair herhangi istatistiki bir veri sunulamamaktadır. %20 kayıp-kaçak oranının olduğu ülkemizde, kirli teknolojileri cennet topraklara kurmaktansa, enerji verimliliği ciddiyetle ele alınmalı ve 5 adet nükleer santrale bedel olan kayıp kaçak oranları azaltılmalıdır. Enerji verimliliği projesi olan ENVER Projesi, enerji verimliliğinin ülkemizdeki istatistiki verilerini yaratabilmeli ve “enerjinin verimli kullanılması” prensibi ile mevcut enerji kaynaklarının teknolojileri geliştirilerek verimliliği arttırılmalı ve mümkün olduğunca yeni enerji santralleri yapmamak üzerine politika geliştirilmelidir. NÜKLEER ENERJİ SANTRALİ İNADI DEVAM EDİYOR! Hükümet tarafından, uluslar arası anlaşma ile hukukun etrafından dolanılarak yürütülen nükleer santral yapım süreci ne yazık ki her türlü yoğun halk tepkisine rağmen devam ettirilmektedir. Çalakalem hazırlanmış bir ÇED başvuru dosyası ile karşımıza çıkan nükleer enerji; atık sorunu çözülmemiş, çok riskli, pahalı ve gelişmiş ülkelerce terk edilen bir enerji türü olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir. 4 Japonya’da, 11 Mart 2011 tarihinde meydana gelen deprem ve tsunami, Fukuşima nükleer santralinden radyoaktif sızıntıya neden olmuştur. Yaşanan felaket sonucu oluşan Nükleer Risk hala devam etmektedir. Gelinen aşamada, tehlike düzeyinin Çernobil’le eşdeğer olduğu açıklanmış ve santral etrafındaki 20 km yarıçapındaki alana girilmesi yasaklanmıştır. Son yapılan değerlendirmelere göre, santralin güvenli bir şekilde faaliyetlerini durdurması için en az 30 yıla ihtiyaç olduğu ve kapatma işleminin maliyetinin 19 milyar doları bulacağı hesaplanmaktadır. Japonya gibi yüksek teknolojiye sahip bir ülkede yaşanan bu kaza, tüm gelişmiş ülkelerin nükleer enerji politikalarını yeniden gözden geçirmelerine neden olmuştur. Almanya ve İsviçre’den sonra İtalya’da nükleer enerjiden vazgeçme kararı almıştır. Yapılan referandum sonucu, İtalyan halkının yaklaşık yüzde 95'i nükleer enerjiye hayır demiştir. Ülkemizde ise; Hükümet tarafından Rusya ile nükleer enerji üretimi konusunda yürütülen süreç, ne yazık ki tüm bunlar yaşanmamış gibi devam etmektedir. Fukuşima ya da Çernobil benzeri bir kazanın Akkuyu veya Sinop’ta yaşanması durumunda ülkemiz ve bölgemizin nasıl bir risk altında kalacağını belirlemek için Odamız bünyesinde bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışmada; ABD-NOAA kurumu tarafından geliştirilen HYSPLIT (http://ready.arl.noaa.gov/HYSPLIT.php, Tek Parçacık Entegre Yörünge Modeli) modeli kullanılarak, Akkuyu ve Sinop’tan olacak bir radyoaktif serpintinin izleyeceği yollar hesaplanmıştır. Her 2 nokta için, atmosfere salınan parçacıkların 4 günlük (96 saat) güzergahları belirlenmiştir. Bu çalışma 2010 yılına ait tüm günler için tekrarlanmış ve aşağıda verilen sonuçlar elde edilmiştir. Yapılan çalışmada, Türkiye alanı küçük hücrelere bölünmüş, Sinop ve Akkuyu’dan salınan parçacıkların bu hücreler üzerinde ne kadar zaman (saat) geçirdiği hesaplanmıştır. 2010 yılı için yapılan hesaplama sonuçlarına göre, hem Akkuyu, hem de Sinop’ta meydana gelecek bir radyoaktif sızıntının Türkiye’nin büyük bölümünü etkileyeceği hesaplanmıştır. Bu etkiler her 2 noktanın 300 km’ye kadar olan çevresinde daha yoğun bulunmuştur. Özellikle Sinop için yapılan çalışmada, Karadeniz Bölgesinin tamamı ile İç Anadolu Bölgesinin Kuzeyinin daha yüksek risk taşıdığı görülmektedir. Son dönemde potansiyel santral sahası olarak belirtilen Kırklareli-Kıyıköy ise, yaklaşık 20 milyon kişinin yaşadığı ve nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu bölgede bulunması nedeniyle en riskli alanlardan birisi olacaktır. Enerji Bakanlığı tarafından 5-10 yıllık periyodu kapsayan ve doz hesaplamalarını da içeren daha kapsamlı bir çalışma yapılarak kamuoyuyla paylaşılmalıdır. 5 Diğer taraftan; Ermenistan ve Bulgaristan’da sınırımıza yakın bulunan Nükleer santraller de büyük tehlike arz etmektedir. Benzer bir çalışma bu noktalar için yapılırsa, bu santrallerin de Türkiye için büyük risk yarattığı görülecektir. Bu santralleri bahane ederek, Türkiye’ye santral inşa etmek yerine, bu santrallerin kapatılması için uluslararası girişimde bulunulması gerekmektedir. Nükleer Atıklar Hala En Büyük Sorundur Nükleer Santrallerin en önemli sorunlarından birisi radyoaktif atıklardır. Ortalama gücü 1000 MW olan bir nükleer santral, yaklaşık 27 ton yüksek düzeyli, 250 ton orta düzeyli, 450 ton düşük düzeyli atık üretmektedir. Bu atıklar ve tükenmiş yakıt çubukları, 10-20 yıl reaktörün içindeki ya da yanındaki havuzlarda bekletilerek radyasyon seviyesi düşürülmektedir. Nükleer Santraller son 40-50 yıldır faaliyette iken, henüz dünyanın hiçbir bölgesinde, nükleer atıkların saklanması ve imhası için, lisanslı nihai bir çözüm ve depolama alanı bulunmadığı unutulmamalıdır. ABD Enerji Ofisi tarafından hazırlanan “Ülke Değerlendirme Özet Raporu”nda Nükleer Atıkların büyük sorun olduğu belirtilmektedir. Amerikan Kongresi tarafından 9 Temmuz 2002 tarihinde, Nevada Eyaletinde bulunan Yucca Dağının Ulusal Nükleer Atık Deposu olarak kullanılması onaylanmıştır. 27.3 Milyar ABD Dolarına mal olacak bu tesiste toplam 77.000 ton nükleer atığın depolama maliyetinin de 40–50 Milyar ABD Doları civarında olacağı hesaplanmaktadır (1 ton ~ 500.000 – 650.000 ABD Doları). Sanayi atıkları ile evsel atıksu (kanalizasyon) ve evsel katı atıklarının (çöp) çağdaş mühendislik normlarına göre yönetilemediği Türkiye’de, nükleer atıkların nasıl yönetileceği ayrı bir sorundur. Bu sorunun en bariz örneği, 8 Ocak 1999 günü İkitelli’de radyoaktif hastane atıklarının ‘yönetilememesi’ nedeniyle meydana gelen ve son dönemde dünyada yaşanan büyük nükleer kazalardan biri olarak Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunca tescil edilen İkitelli radyoaktif kazasıdır. Nükleer Enerji Gelişmiş Ülkeler Tarafından Terk Edilmektedir Gelişmiş ülkeler Nükleer Enerji Programlarından vazgeçerken, bu seçenek bizlerin karşısına bir dayatma olarak çıkmaktadır. ABD Enerji Ofisinin öngörülerine göre, 2020 yılında Dünya üzerinde Nükleer Santral Kurulu gücünde önemli bir değişiklik olmayacağı, ancak gelişmiş ülkelerde santral sayısı azalırken, yeni santrallerin sadece gelişmekte olan ülkelerde kurulacağı belirtilmektedir. Bu öngörülere göre 2000-2020 yılları arasında, Nükleer Enerji Kurulu gücünde; Kuzey Amerika’da % 20.5, Batı Avrupa’da % 18.2, Sovyetler Birliği’nde % 19.5 oranında bir azalma beklenirken, Asya’da % 72.1, Orta ve Güney Amerika’da % 32.0 ve Afrika’da % 23.9 oranında bir artış beklenmektedir. Sonuç olarak Gelişmiş Batı nükleer beladan kurtulurken, bu bela ticari kaygılarla Gelişme Yolundaki Ülkelerin başına sarılmaktadır. Son 30 yıllık dönemde ABD’de 9.764 MW kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılırken 35.000 MW’ın üzerinde Rüzgar Enerjisi Santrali kurulmuştur. Benzer şekilde; Almanya’da 6.000 MW kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılarak 27.000 MW Rüzgar Enerjisi Santrali kurulmuş, Fransa’da 4.000 MW kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılarak 5.600 MW Rüzgar Enerjisi Santrali kurulmuş, İngiltere’de 3.300 MW kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılarak 5.200 MW Rüzgar Enerjisi Santrali kurulmuş, İspanya’da ise 600 MW kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılarak 20.000 MW Rüzgar Enerjisi Santrali kurulmuştur. 6 Nükleer Enerji Pahalıdır Nükleer enerji anlaşması pahalı bir seçenek olarak Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almıştır. Türkiye, Nükleer Santraldan ortalama 12.35 sent gibi çok yüksek bir tarifeden, 15 yıl boyunca elektrik satın almayı garanti etmiş durumdadır. Türkiye ortalama fiyat üzerinden, Rusya’ya 15 yılda satın alacağı 415 milyar kilovat saatlik elektrik karşılığında 51 milyar dolar ödeyecektir. Nükleer santralden üretilen elektriğin kilovat saatine 12.35 sent veren siyasi iktidar, aynı cömertliği yenilenebilir enerji kaynakları için göstermemektedir. 08.01.2011 tarih ve 27809 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile Hidroelektrik ve Rüzgardan üretilecek elektriğe 7.3 sent/kWsaat, Jeotermal kaynaklardan üretilecek elektriğe 10.5 sent/kWsaat, Biyokütle (çöp gazı dahil) ve Güneş enerjisinden üretilecek elektriğe ise 13.3 sent/kWsaat fiyat vermiştir. Diğer taraftan, Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 50’ye yakını doğalgaz çevrim santrallerinden karşılanmaktadır. Elektrik fiyatlarının yüksek olmasında baş rolü oynayan Doğalgazın çok büyük bölümünün Rusya’dan alınmasının yanı sıra, yüksek maliyetli nükleer enerjide de aynı ülkeye bağımlı olunması Rusya’ya olan enerji bağımlılığını daha da artıracaktır. Zaten halkta çok büyük ödeme zorluğu yaratan elektrik faturaları, böylece daha da kabaracaktır. Sonuç olarak; hem Akkuyu, hem de Sinop’ta meydana gelecek bir radyoaktif sızıntının Türkiye’nin hemen hemen tamamını etkileyeceği görülmektedir. Trakya’da kurulacak bir santralin ise en az Akkuyu ve Sinop kadar risk taşıyacağı söylenebilir. Böylesine kritik bir kararda, bilimsel gerçekleri dikkate almadan çok aceleci davranan, bu konuda yıllardır görüş üreten sivil toplum örgütleri ve meslek odaları ile iletişime geçmeden halkımızın geleceğini belirsizliğe sürükleyen hükümet, yaşanacak tüm olumsuzluklardan sorumludur. SUYUN TOPLUMDAN KOPARILIŞINA VE HALK TEPKİSİNE RAĞMEN HİDROELEKTRİK SANTRAL (HES) İNŞAATLARINA DEVAM! Suyun varlık nedeninden uzaklaştırılıp, “enerji üretme görevine” hükümet tarafından atanması ile birlikte, zaten su fakiri olan ülkemiz hep toplumsal hem de çevresel sorunlar ile boğuşmak durumunda bırakılmıştır. Çağdaş yaşam standartlarında bir insanın su ihtiyacı 150 litredir. Sanayileşmiş ülkelerde bu ihtiyaç 266 litre iken, Afrika’da 67 litre, Asya’da 143 litre, Arap Yarımadasında 158 litre, Latin Amerika’da 184 litre ve Türkiye’de ise 111 litredir. Bir ülkenin su zengini olabilmesi için yıllık kişi başına düşen su miktarı 8000 – 10000 metreküp olmalıdır. Ülkemizde ise bu miktar 1430 metreküptür. Bu verilerden görüleceği üzere ülkemiz su fakiridir. DSİ verilerine göre, 2030 yılında nüfusu 80 milyon olacak olan ülkemizde, bu tarihlerde kişi başına düşen yıllık su miktarı 1100 metreküp olacaktır. Bugünün istatistiklerine göre 2050 ve 2100 yıllarında Türkiye’yi ciddi su krizleri beklemektedir. Hal böyleyken ve tüm dünya bu verileri bilirken, suyumuza, toprağımıza sahip çıkılması gerekirken, yaşam kaynağı olan “su”yun toplumdan koparılması, ticari bir meta olarak değerlendirilerek derelerimizin, akarsularımızın, nehirlerimizin ve yer altı sularımızın 7 kiralanması, varlık nedeninden kopartılarak enerji kartellerine terk edilmesi, bilimden ve teknikten ve kuşkusuz kamu yararından ne kadar uzak olunduğunu göstermektedir. Halkın tepkilerinin yine göz ardı edildiği bir alan olan HES projeleri biran önce durdurulmalı ve derelerin tekrar özgür akması sağlanmalıdır. Aksi halde, biyoçeşitliliğindeki yoğunluğu ile övündüğümüz ülkemizin flora ve faunasının tükenişine hep birlikte tanık olacağız. SULARIMIZIN TİCARİLEŞTİRİLMESİNDE YENİ BİR ARAÇ: 658 SAYILI KHK‘YLA KURULAN "bağımlı" TÜRKİYE SU ENSTİTÜSÜ Ülkemizin çevre politikasını, çevre yönetimini ve bu alanlardaki tüm idari yapıları şekillendiren konular da TBMM‘den ve halkımızdan kaçırılan KHK‘lar arasında yerini almıştır. Dikensiz gül bahçesi yaratılması kaygısı ile yapılan değişikliklere Su Enstitüsü‘nün kurulması da eklenmiştir. 2 Kasım 2011 tarih ve 658 Sayılı KHK ile Türkiye Su Enstitüsü kurulmuş, görev ve yetkileri tanımlanmıştır. Doğa ve halk sağlığı açısından hayati olan ve ülkemizin idari yapısında yeni yaklaşımları içeren bir düzenlemenin halktan, bilim insanlarından ve bağımsız kurumlardan adeta kaçırılarak kurulması kaygı vericidir. KHK‘nın içeriğinde önemli çelişkiler ve soru işaretleri bulunmaktadır: •Diğer ülkelerde oluşturulan su enstitüleri bağımsız, bilimsel-teknik çalışmalar yapan ve bunu topluma, kurumlara sunan bir yapıya sahiptir. Bakanlıklar üstü, özerk bir yapıya sahip olması gereken enstitü hükümet güdümlü bir şekilde yapılandırılmıştır. •Devletin küçültüleceğini iddia eden bir iktidarın devlet bürokrasisini bilimsel yapıya sahip olması gereken bir kurumda kökleştirmeye çalışması ciddi bir çelişkidir. Türkiye Su Enstitüsü, bilimsel, özerk ve demokratik bir yapıya sahip olması gereken bir kurum halinde yapılandırılmalıdır. •Enstitünün yapacağı işler zaten başka kamu kurumlarının örneğin DSİ, Orman Su İşleri‘nin ilgili birimlerinin sorumluluğundadır. Sorumlulukların üst üste binmesine, yetkilerin çatışmasına yol açabilecektir. •Enstitü‘nün hangi "sularla" (göl, deniz, akarsu) ilgili çalışma yapacağı belirtilmemiştir. •Suyun "sektör" olarak algılanması, doğanın ve suyun ticari meta olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Bu yaklaşım ile suların kamu yararı ilkesi doğrultusunda yönetilmeyeceği açıktır. •Enstitülerin, özellikle de yaşamla doğrudan bağlantılı olan "su" enstitüsünün ilkeler çerçevesinde yapılandırılması gerekmektedir. Bu anlamda, KHK‘da belirtilen projelerin neler olacağının ve ulusal-uluslar arası kurum ve kuruluşların çerçevesinin net çizilmesi 8 için ilkelerin belirlenmesi gerekmektedir. Böyle bir enstitünün, suyun ticarileştirilmesi sürecinin önüne geçilmesi adına kamu yararı, halk sağlığı ve çevre sorunlarının engellenmesi ilkeleri uyarınca yapılandırılması gerekmektedir. •Enstitü personelinin sözleşmeli olması öngörülmektedir. İş güvencesi olmayan, gelecek kaygısına sahip personel çalıştırılması güdümlü personel politikasının göstergesi ve kamu kurumlarının "şirket" mantığı ile yönetilme isteğinin yansımasıdır. Su Enstitüsü‘nde görev yapacak personelin bağımsız düşünmesinin önü açılmalı, görüşlerinde güdümlü, bürokrasi ve yönetici baskısından arındırılmalıdır. DERT ÜLKEMİZİN TABİATI VE BİYOÇEŞİTLİLİĞİ DEĞİL, “TALANIN” MEŞRULAŞTIRILMASIDIR! 2012 yılında gündemde yine önemli bir yer tutacak olan Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı, TBMM Çevre Komisyonu’ndan tekrar görüşülmeye başlanmıştır. CENNET MEMLEKET, DEĞER BİLMEYEN YÖNETİCİLER VE İKTİDARLAR… Türkiye, Avrupa kıtasında bulunan bitki türlerinin %75’ini barındırmakta olup, bunun üçte birini endemik bitkiler oluşturmaktadır. Ülkemiz, 80.000'in üzerindeki türe ev sahipliği yapmaktadır. Kuş göç yolları üzerinde bulunması sebebiyle, Türkiye pek çok kuş türü için anahtar ülke konumundadır. Ülkemizde yaklaşık 454 kuş türü olduğu bilinmektedir. Bunlardan bir kısmı küresel olarak tehdit altında olan türlerdir. TASARI BU HALİYLE ÜLKEMİZDEKİ BİYOÇEŞİTLİLİĞİN YANİ YAŞAMIN TÜKENİŞİNİ İLAN ETMEKTEDİR! Hükümet tarafından Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanun tasarısı tekrar gündeme getirilmiştir. TBMM Çevre Komisyonu’nda görüşülmeye başlanan kanun tasarısı, mevcut haliyle ülkemizin doğal zenginliklerinin yok edilmesinin önünü açmaktadır. Genel olarak koruma kullanma düşüncesi üzerinde hazırlanan tasarı, benzer diğer kanunlarda olduğu gibi doğal varlıkları, ekonomik kaynak olarak görmekte ve “doğal varlıkları kullanma” fikri üzerinden hazırlandığı anlaşılmaktadır. Koruma-kullanma dengesinde koruma ihmal edilirken kullanım ağırlık kazanmaktadır. Doğal varlıkları ekonomik değer olarak kullanma anlayışı, günü kurtaran ekonomik girdiler sağlamayı hedeflemekte ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının yok sayılmasını göstermektedir. Bu yaklaşım; talanı, rantı, yok oluşu, ülkemizdeki insanların sağlıksızlığa itilmesi meşru kılmanın yanı sıra, ülkemizin taraf olduğu birçok uluslar arası sözleşme ve Anayasa’nın 56. Maddesi ve diğer ilgili maddelere aykırı olduğu görülmektedir. KULLANMA DEĞİL! KORUMA ZAMANI… Ülkemizdeki 1,876 tür yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Gün “kullanmanın, kiralamanın, tahsisin, affında” değil, korumanın ve yaşamın savunulmasının günüdür! Aksi halde, böylesine zengin biyoçeşitliliğe sahip ülkemizde, doğa yok olacak ve halk sağlığı tehdit altında kalacaktır. ÇALAKALEM HAZIRLANMIŞTIR Kanun tasarısının; anlaşılamayan anlatım dili sonucu, yetki ve sorumluluklar net olarak ifade edilmemektedir, bu durum “kötü” kullanım ve suiistimalleri mümkün kılmaktadır. Yükümlülükler ve doğal varlıkların çeşitli vakıf, dernek ve üçüncü şahıslara kiralanmasına 9 izin verilmesi gibi hükümlerle, çalakalem, yangından mal kaçırırcasına, doğayı ve çevreyi umursamayan bir yaklaşımla hazırlandığını göstermektedir. Tasarı ile “koruma kullanma dengesi” gözetilmeden ülkenin kara, kıyı, sucul ve deniz alanlarındaki ulusal ve uluslararası öneme sahip doğal değerler üzerinde ekonomik faaliyetler yapılacak, korunan alanlar (Milli Park-Doğal Sit-Özel Çevre Koruma Bölgeleri vb.) yatırımlara açılacaktır. Uluslararası sözleşmelere ve AB direktiflerinde yer alan koruma felsefesine uyumlu olarak hazırlanması zorunlu olan bir koruma kanunun gerekçe maddelerinde toplumsal kalkınma ve insan odaklı bir anlayışın olması söz konusu kanunun uygulama sonuçlarını daha şimdiden ortaya sermektedir. BELİRSİZLİKLER ARTTIRILMAKTADIR! Doğal Varlıkların korunması konusunda her türlü düzeyde plan yapma ve tescil yetkisinin, asıl amacı yapılaşma ve kentleşme olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na emanet edilmesi doğal varlık tahribatını ve yok edilmesini daha da kolaylaştırmaktan farklı bir sonuca ulaşamayacaktır. Söz konusu bakanlık, koruma alanlarını nasıl belirleyecektir? Bakanlık kadrosunda koruma alanı tescili konusunda, çevresel hassasiyeti olan uzman kadrolar bulunmakta mıdır? Üniversitelerin ve bilim insanlarının görüşleri alınacak mıdır ve nasıl bir yöntem izlenecektir? Bu sorular tasarıda cevap verilememektedir. YETKİ VE SORUMLULUK KARGAŞASI ARTACAKTIR! Çevre ve doğal varlıklar konusunda mevcut olan yetki ve sorumluluk karmaşası yeni kanun tasarısıyla daha da artacaktır. Kanun tasarında, yerel halkın karar verme sürecine katılmasını kolaylaştıracağının amaçlandığı belirtilse de mevcut uygulamalarda yerel halkın tüm direnişine rağmen doğal varlıkları tahrip eden yatırımlar (Örneğin HES ve Nükleer Santraller) engellenmemekte ve halkın talepleri, tepkileri göz ardı edilmektedir. TASARI BİLİMDEN YOKSUN HAZIRLANMIŞTIR! Gerekçe maddesinde yer alan “katılım kavramı, doğal kaynakların yönetilmesi ve korunmasında izlenen son yönetim trendlerinden biridir” ifadesi hem doğal kaynak yönetimini ve korunmasını popüler olmak adına yapılan bir kavram olduğunun zannedildiğini göstermekte hem de antik Yunandan beri demokrasinin ana ilkesi olan katılım kavramını son moda bir trend olarak görmektedir. Gerekçesi bu kadar üstün körü hazırlanan bir kanun tasarısı kabul edilmeden önce mutlaka bir kez daha gözden geçirilmelidir. TASARIDAKİ MADDELER ÜZERİNE GÖRÜŞLER: Madde 2: Uluslar arası dokümanlardan çeviri olabileceği düşünülen bazı tanımlar (Koruma Alanı, Korunan Alan v.b.) net değildir. Madde 3: a) Koruma ve Kullanma dengesi ilkesi kullanma yönünde kötüye kullanılabilecektir. e) “Bu kanunda tanımlanan korunan alanların birden fazlasının özelliklerine sahip olsa dahi, koruma altına alınan bir alanın tek bir korunan alan adı altında ilan edilmesi” ifadesi Madde 7/c/8 bendindeki “Planlanan her korunan alan tek birim tarafından yönetilir. Aynı koruma alanın farklı bölgelerinde veya bölgeleri içindeki farklı kısımlarda, farklı koruma ve kullanım kararları alınabilir.” ifadesi ile çelişmektedir. 10 Madde 4/2: Özel koruma alanı ifadesi yer almaktadır ancak bu ifadenin ne anlama geldiği tanımlar bölümünde açıklanmamıştır. Madde 6: Yeniden değerlendirme maddesi ile daha önceden koruma alanı olarak ilan edilmiş bir alanın sınırlarının değiştirilebileceği, kısmen veya tamamen farklı statü kapsamına alınabileceği veya koruma alanı kararının kaldırılabileceği hükmü yer almaktadır. Bu konuda yetkili olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığının hangi şartlarda bu yetkiyi kullanabileceği açık olarak ifade edilmemekle birlikte daha önceden koruma alanı ilan edilen doğal varlıkların istenildiğinde bu statüsünün kaldırılmasının önü açılmaktadır. Madde 8: Üstün kamu yararı tam olarak doğa korumayı sağlayacak şekilde tanımlanmamıştır. Mevcutta üstün kamu yararı ile ilgili olarak sadece bazı yargı kararları mevcut olmakla birlikte Yargıtay ve Danıştay üstün kamu yararını birbirinden farklı olarak tanımlanabilmektedir. Madde 10: Ulusal Çeşitlilik Danışma Kurulu’nda özel sektörün olmasının sebebi anlaşılamamaktadır. Siyası ve ekonomik gücü olan özel sektörün kurulda yer alması doğal varlıkların korunmasında olumsuz sonuçlar doğurabilir, çıkar grubu olan bu yapıların bağımsız, tarafsız ve bilimsel yürütülmesi gereken bu sürece katkıdan çok zarar vereceği tarihsel bir gerçekliktir. Madde 14: Korunan alanların ilanından önce mevcut tesislere (burada yer alan tesis ifadesi bile endüstriyel tesislere izin verileceği anlamına gelmektedir.) izin verilmesinin önü açılmaktadır. Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra 3 yıl gibi çok uzun bir süre içinde ilgili yönetmeliklerin çıkacağı ve koruma alanlarının ilan edileceği göz önünde bulundurulduğunda koruma ilanı öncesinde birçok doğal varlığın işgal edilebileceği ve mevcut tesis statüsünde faaliyetlerine devam edebileceği anlaşılmaktadır. Madde 26: Bu tasarı ile doğal alanlar, ulusal ve uluslararası öneme sahip Özel Çevre Koruma Alanları kullanıma açılacak, doğada meydana gelen tahribat ise caydırıcı niteliği olmayan cezalara tabii tutulacaktır. Madde 28: Turizm Teşvik Kanunu ile çakışma olması durumunda koruma kalkınma dengesi kalkınma yönünde kullanılacak ve Turizm Teşvik Kanunu’nun hükümleri uygulanacaktır. Bu maddede bile açıkça derdin doğal hayat veya biyoçeşitlilik değil, ekonomik girdiler olduğu çok açıktır. Tasarı, koruma esası üzerinden şekillendirilmeli, bilim çevrelerinin ve meslek örgütlerinin kamu yararı gözeten önerileri taslakta yerini almalıdır. Tasarının bu haliyle kanunlaşması durumunda; talanın, yok oluşun meşrulaştırıldığı ve gelecek nesillerin sağlıksız bir ülkede ve dünyada yaşayacağı su götürmez bir gerçektir. Ve tarih bu yok oluşun sorumlularını asla unutmayacaktır… 11