ÇOCUKTA ROL ÖZDEŞİMİ VE CİNSEL KİMLİĞİN KAZANILMASI Bütün toplumlarda ve her çağda çocuk toplum için en önemli varlık olmuştur. Onun çeşitli yönlerden gelişimi incelenmiş, korunması, bakımı ve eğitimi üzerinde önemle durulmuştur. İnsan davranışını inceleyen bilimler ve özellikle psikanalitik kuram yaşamın ilk yıllarının kişiliğin oluşmasında en önemli devreyi oluşturduğunu bilimsel olarak kanıtlamıştır. Bu ilk yıllarda çocuk aile üyeleriyle yoğun ilişkiler içindedir. Aile kişiliğin temellerinin atıldığı ve izlerinin yaşam boyu taşındığı bur kuruma olarak tüm insanların yaşamında önemali bir rol oynar. Çocuk daha sonra, toplumsallaşma gereksinimini aile dışında, diğer yetişkinler ve kendi yaşıtlarıyla beraber olduğu ortamlarda gidermeye çalışır. Bu aşamada da toplumsal bir sistem olan eğitim kurulularının rolleri belirgin bir biçimde ortaya çıkar çocuklar doğal olarak yapılarında varolan cinsel donanımlar doğ rultusunda gelişirler. Ancak çocuk, kendi cinsiyetinin eğilimleri desteklendiği sürece kız ya da erkek kimliğini benimseyecektir. Bir çocuğun kız ya da erkek olarak doğması, cinsel kimliğini kazanması için ilk koşuldur, ama yeterli ve tek koşul değildir. Cinsiyetin farklılaşmasında ve cinsel kimliğin kazanılmasında cinsiyete ait rollerin benimsenmesi baş etkendir. Kadın ya da erkek olmak bedensel yapıya uygun ruhsal ve toplumsal tutum ve davranışların kazanılmasıyla gerçekleşir. Böylece insan bedensel, ruhsal ve toplumsal olarak kadın ya da erkek kabul edilir Cinsiyete ait rollerin benimsenmesinde ise en önemli etken özdeşim olayıdır. Özdeşim olayında öncelikle aile önemli rol oynar. Çocuk erkek ve kız davranışlarını anne-babasına özendiği, onlara benzemek istediği için benimser. Bu, bilinçli bir taklitten çok, daha derine inen ruhsal bir olaydır. Kız çocukla annesi, erkek çocukla babası arasındaki ilişki ne denli yakın ve olumlu İse özdeşim o denli kolay oluşur. Bu arada çocuk çevresinden aldığı teşvik ve övgüyle kendi cinsiyetine ait özelliklerini daha da pekiştirir ve cinsel kimliğini geliştirir. Cinsel rol; farklı cinsiyetteki bireylere özgü ve onlara uygun davranış özellikleri ile toplumun bu davranışlara ilişkin beklentileridir. Cinsiyet rolüne uygun davranışların benimsenmesi sonucu kişi cinsel kimliğini oluşturur Çocukta Cinsel Kimliğin Gelişimi Cinsel kimlik, bireyin kendi bedenini ve benliğini belli bir cinsellik içinde algılayışı, kabullenişi, duygu ve davranışlarında buna uygun biçimde yönelişidir. Başka bir deyişle, bireyin kadın ya da erkek olarak kendisinin farkına varması ve kendini kabulüdür. Örneğin, erkeğin kendini erkek olarak algılaması, kabullenmesi, güdü, duygu ve davranışlarında dişiye doğru yönelişi normal denebilecek bir cinsel benalik duygusunun kişiye yerleşmiş olduğunu ve erkek cinsel kimliğinin varlığını gösterir ERGENLİKTE KİMLİK OLUŞUMU Ergenlik dönemi, fiziksel ve duygusal gelişimlerin yol açtığı psikososyal ve cinsel olgunlaşma dönemi olması nedeniyle ruhsal gelişim süreci içinde önemli bir yer tutar. Bu dönemde kimlik oluşum süreciyle birlikte bilişsel gelişimin hızlanması, dürtüsel gereksinimlerde ve duygu yoğunluğunda artma, çatışmaların yeniden alevlenmesi, meslek seçimi, karşı cinsle kurulan ilişkiler, anne babadan ayrılma bireyselleşme sürecinin yaşantılanması gibi nedenlerle ergenler bu döneme özgü zorluklar ve çatışmalar yaşamaktadır Ergenlik dönemi fizyolojik değişikliklerle başlayıp gerçekçi bir kimlik bulma sürecine kadar devam eden, kimlik arayışının da gerçekleştiği bir dönemdir (Ekşi, 2011a: 130; Ekşi, 2011b: 133). Ergen birey, biyolojik, psikolojik ve sosyal alanlarda ortaya çıkan bu değişimlerin zorluklarıyla mücadele ederken aynı zamanda kimlik arayışının getirdiği zorluklarla da mücadele etmek durumundadır Ergenlik dönemi, buluğ çagı belirtileri ile başlar. Buluğa ermek kişinin üreme yeteneğini kazanması anlamına gelir. Buluğ çagındaki gencin vücudunda boyunu ve yapısını degistiren hızlı degisiklikler olur, zihinsel yapısında ve ilgilerinde gelimseler görülür, her iki cins de fizyolojik olarak cinsel gelişimlerini tamamlarlar Kisinin bedenindeki degisiklikler, nasıl davrandıgını ve neler hissettigini etkiledigi gibi, nasıl göründügü de diger insanların ona karsı davranısını etkiler. Ergenin vücudundaki degisiklikler ve bu degisikliklerin kendi alıstıgı kontrolün dısına çıkması; bazen utanma, suçluluk duygusu, korkma ve hatta panik yasamalarına neden olmaktadır Kız ve erkek çocukların erken ya da geç gelismesi cinsiyetleri dolayısıyla birbirinden farklı etkiler yaratır. Kız çocugunun yasıtlarından erken gelismesi ile ilgili iki görüş bulunmaktadır: İlki olumlu etkisinden bahsetmektedir: Erken gelisen kızın yasıtları tarafından hayranlıkla karsılanması ve kendisinden büyük kisilerle olgun iliskiler kurması ve olumlu benlik kavramına sahip olabilmesini saglar (Gander veGandiner, 1993). İkincisi ise, olumsuz etkisidir: Erken gelisim, anne-baba ve çevrenin çocukluk dönemini tam yasamamış çocuktan genç kız tavrı beklemesine yol açar. Ancak ergen, bu beklentiyi gerçeklestirecek ruh haline sahip olmadıgı için uyum problemi yasar. Erken gelisen kız çocukları genç kızlardan beklenen sorumluluk ve görevlerle yüz yüze kalırlar. Yani erken olgunlasmak kızlar için bazı zorlukları da beraberinde getirebilmektedir (Kulaksızoglu, 1998). Kız ve erkek çocukların erken ya da geç gelismesi cinsiyetleri dolayısıyla birbirinden farklı etkiler yaratır. Kız çocugunun yasıtlarından erken gelismesi ile ilgili iki görüş bulunmaktadır: İlki olumlu etkisinden bahsetmektedir: Erken gelisen kızın yasıtları tarafından hayranlıkla karsılanması ve kendisinden büyük kisilerle olgun iliskiler kurması ve olumlu benlik kavramına sahip olabilmesini saglar (Gander veGandiner, 1993). İkincisi ise, olumsuz etkisidir: Erken gelisim, anne-baba ve çevrenin çocukluk dönemini tam yasamamış çocuktan genç kız tavrı beklemesine yol açar. Ancak ergen, bu beklentiyi gerçeklestirecek ruh haline sahip olmadıgı için uyum problemi yasar. Erken gelisen kız çocukları genç kızlardan beklenen sorumluluk ve görevlerle yüz yüze kalırlar. Yani erken olgunlasmak kızlar için bazı zorlukları da beraberinde getirebilmektedir (Kulaksızoglu, 1998). Akranlarından önce ya da sonra buluga erme kız ve erkeklerin aileleri ve arkadasları arasında ve çevrelerinde farklı biçimlerde degerlendirilmelerine yol açar (Tan, 1992). Bir yanda bedendeki degisiklikler gencin kendini algılamasını degistirirken diger yandan da çevredekilerin genci algılaması da bu dönemde degismeye baslar. Gencin fiziksel gelisim hızı, karsılasacagı tutumları belirleyen önemli bir faktördür. Gencin çevresindeki kisilerin kendisine karsı degisen davranıslarını uyum saglaması gerekir. Çevre gençlerden belli davranısları bekler ve genç de bu beklentiler uygun davranıslar sergilemek için kendini zorunlu hisseder. Bu da ergenin kisilik gelisimi etkiler Ergen bireyin kişilik oluşumu, bu dönemde gerçekleşen değişiklikler, çevre ile ilişkileri, içsel çatışmalarını çözme şekli, engellemelere karşı sergilediği hoşgörü düzeyi, çatışmalarını çözmek için kullandığı savunma mekanizmaları vb. den etkilenir. Örneğin daha önce çözülmemiş cinsel çatışmalar ilerleyen yıllarda ergenin kişiliğini etkileyen bir problem olarak karşısına çıkabilmektedir. Bu nedenle ergene yön verecek değerlerin bulunması, hayatın anlamını bulabilmesi ve kimlik edinebilmesi için kişilik yapısının güçlü olması gerekir ergenlik döneminde kimlik arayışının nedenleri olarak; ergende meydana gelen fiziki ve ruhsal değişimler, bağımsızlık arzusu ve sosyalleşme sürecini gösterir. Psikososyal gelişimin bir parçası olan kişilik kademe kademe gelişir ve kişiliği oluşturan parçalar bir bütün olarak birbirini etkiler (Yavuz, 1988). Ancak bireyin kendisine ilişkin görme ve hissetme biçimlerindeki değişiklikler, yaşam boyu sürmesine rağmen, kimlik gelişimi büyük oranda ergenlik döneminde kendisini gösterir. Kimlik gelişimi, oluşumu, bunalımı olarak kavramlaştırılan bu ilerleme, gençlerin çoğunda görece rahat, sorunsuz bir tırmanış biçiminde gerçekleşirken, bazı gençlerde sancılı, sıkıntılı, bazen umarsız bir tırmanma mücadelesine dönüşebilmektedir Kimlik karmaşası da denilen bu durum için Erikson (2006: 46-47) “Bazı gençlerde, kimlik krizi süreci çok sakin bir şekilde sürer. Bazılarında ise kollektif ayinler ve eğitim yoluyla veya bireysel çatışmalar sonucu güçlenerek bunalımlı bir dönem, hatta bir çeşit ikinci doğum olarak kendini gösterir” ifadesinde bulunur. Kimlik karmaşasının oluşumunda çeşitli etmenler rol oynamakta ya da yatkınlık oluşturmaktadır. En çok vurgu yapılan etmenler arasında; benlik saygısı, psikiyatrik bir bozukluğa sahip oluş ve cinsiyet farklılığı gösterilir. Psikiyatrik belirti sıklığı ile kimlik duygusu arasında pozitif bir ilişkinin olduğu, birçok çalışmada kimlik karmaşasında artmış anksiyete, depresyon, madde kullanımı ve diğer insanlarla ilişki sorunları olduğu ifade edilir Çeşitli dayatmalar ve ebeveynlerin etkisiyle ergenlerde olumsuz bir kimlik oluşabilmektedir (Erikson, 2006: 50). Yine toplumsal beklenti ve çatışmalar da bu süreçte ergeni rahatsız eder Kula (2001) ise, yukarıdaki etkenlere ek olarak kimlik karmaşasının nedenleri arasında; bağımsızlık duygusunun yeterince kazanılamaması, sosyal statü, mesleki rolde belirsizlik ve gelecek endişesi, hayat felsefesinin yeterince oluşamaması, cinsel kimliğin yeterince oluşamaması ve güven duygusu eksikliğini gösterir. TOPLUMSAL CİNSİYET, TOPLUMSAL CİNSİYET KİMLİĞİ İnsanlar dişi veya erkek cinsiyeti ile doğarlar ancak yetiştirilirken toplumun cinsiyetlerine özgü beklediği roller çerçevesinde kız veya erkek çocuk olmayı öğrenerek büyürler (Terzioğlu ve Taşkın, 2008: 63). Toplumsal cinsiyet, kültürel olarak belirlenir (Torgrimson&Minson, 2005: 785).Cinsiyet kültürü, toplumsal sistem içerisinde cinsiyete yönelik tüm nitelemeleri ve değerlendirmeleri kapsamaktadır. Cinsiyeti, toplumsal cinsiyeti ve cinsiyet rollerini de içine alan ve belirleyen cinsiyet kültürü, cinsiyete yönelik değer, tutum ve davranışların nasıl olması gerektiğini ifade eden, bu doğrultuda ikazlar yapan, sınır koyan, rehberlik eden ve yönlendiren kültürün bir alt bölümüdür. Diğer bir ifade ile cinsiyet kültürü, cinsiyete yönelik kültürün geliştirmiş olduğu değer hükümleri bütünüdür. Her toplumda mevcut kültürel yapı içerisinde “Kadın ve erkek nasıl davranır? Nasıl giyinir? Kadınlara ve erkelere özgü alışkanlıklar ve uğraşılar nelerdir?” gibi soruların farklı cevapları bulunur. Kültürel yapının vermiş olduğu bu cevap farklılıkları aynı zamanda cinsiyetlerin toplum içerisindeki konumlanışına ve şekillenmesine de etki ederek bir farklılık doğurur. cinsiyetin sosyal ve kültürel bir olgu olduğunu kabul eden “cinsiyet kültürü”, bireye ve toplumsal ilişkilere yönelik geniş bir çerçevede yer alır. Cinsiyet kültürü, bir toplumda kadına ve erkeğe yönelik tanımlamaları, bunlara ilişkin imajlar, davranış kalıpları, cinsiyete dair kimlikler, cinslerin bir birlerine karşı olan ilişki biçimleri, tutumları, evlenme adetleri, aile tipleri, güzellik anlayışları, giyim kuşamlarını da içine alan çok geniş bir alanı ifade eder Cinsiyet kültürünün oluşması bu konudaki kültürel rol ve beklentilerin öğrenilmesine ve yerine getirilmesine bağlıdır. Cinsiyet rolleri, belirli bir kültürdeki kadınlarla ve erkeklerle alakalı olan davranışlara, inançlara ve değerlere, kültürel beklentilere, sosyal olarak tanımlanan özelliklere işaret eder Her kültür, kendi içerisinde kadının ve erkeğin davranışlarını tayin eden cinsiyete yönelik belirli statü ve rollere sahiptir. Hangi alanda olursa olsun statü ve roller toplum içerisinde ayırıcı özelliklere işaret ederler. Roller arkasında pek çok değeri barındırır ve aynı zamanda belirli bir statüde yer alan bireyden gerçekleştirilmesi istenen davranışları ve toplumsal beklentileri gösterir (Arkanoç, 1993: 40). Dolayısıyla bir toplumdaki cinsiyet rolleri o toplum içerisinde kişilerin sahip oldukları cinsiyetlere göre toplumun beklentilerini ifade eden, alışkanlık, hal, tavır ve değerleri içinde taşır. KİMLİK Kimlik içinde çeşitli soruları barındıran bir sorunsaldır. Bu durumda soruların odak noktasında, “bireyin kendisini ne olarak tanımladığı ve konumlandırdığı ya da “kendisini diğerlerinden ayırt eden özelliklerin neler olduğu” bulunur. Bu soruların özünde yatan şey ait olma ihtiyacıdır. Aitlik, kişinin özsaygısını yükseltebilmek adına önemli bir ihtiyaçtır. Bir grup aidiyeti temelinde oluşan kolektif kimlikler, beraberinde bağlanmayı ve bütünleşmeyi getirir. Sosyal ilişkilerin devamlılığın sağlanmasında kimlik, bu anlamda insanları bir arada tutan bir sosyal bağ ve çimento özelliği gösteren bir nitelik taşır. Kimliğin kişiler arası düzeyi, sosyal kimlik olarak tanımlanır. “Sosyo‐demografik karakterlere (erkeklik, Afro‐Amerikan gibi), grup/kurumsal üyeliklere (futbol takımı tutmak, kilise mensubiyeti gibi), sosyal rollere (babalık, avukatlık gibi ), kişiliğin sosyal tiplerine (entelektüellik, liderlik gibi), olaylara bakış açısını gösteren kişilik ve karakter özelliklerine (iyimser, dikkatli olmak gibi) atıfta bulunan sosyal kimlikler, “ben kimim?” ya da “biz kimiz” sorularının cevabını verir” (Thoits‐Virshup, 1997:107). Kişinin sosyal kimliği, kişiler arası iletişimde kişinin sosyal kategorisini öne çıkararak ve bir sosyal statüye bağlı davranışlar göstererek sunduğu yüzüdür. İçinde yaşadığımız sosyal ortamların genellikle belli normları vardır. Bu normlar, neyi ne zaman ve nasıl yapacağımızı bize söyler. Sosyal onay, bu sosyal ortamların vazgeçilmez bir gerekliliğidir. Hepimiz bunlara uyan tutum ve davranışlar sergilediğimiz ölçüde kabul görür, toplumun sosyal onayını almış oluruz. Bu aşamada, kendini diğerleriyle kıyaslama, kimlik inşasını sağlayan en önemli süreçlerden biri olarak karşımıza çıkar. En temel düzeyde kimlikler, Smith’in (2002:139) de önerdiği gibi; iki boyutta incelenebilir; Bireysel ve kolektif kimlikler. Bireysel kimlikler çok yönlü (aile, toplumsal cinsiyet, sınıf, bölge, din etnik ve millet) ve sıklıkla durumsal olup, farklı zamanlarda koşullara bağlı olarak önem dereceleri değişebilir. kolektif kimlikler, (etnik ve milli bağlar) çoğu zaman “durumsal” değil, “kapsayıcı”dır. Kolektif düzeyde önemli olan, bireylerin seçenek ve hisleri değil, kolektif bağın niteliğidir. Kolektif kimliğin versiyonlarından olan etnik, dinsel ve ulusal kimliklerin esasında, farklılaşma eğilimi yatmaktadır. Bireysel ve kolektif kimlik ihtiyacı, bir kişi veya grubun kendisinde duyduğu ve doyurmaya çalıştığı bir ihtiyaç olmaktan ziyade, toplumsal yapı ve örgütlenmelerle, çevresel norm ve değerlerle, dünyanın ve çağın havasıyla ilişkili olarak gelişen ve yaşanan bir ihtiyaçtır. “Ben’in kuvvetle içerimlediği ‘öteki’ algısı, etnik, dinsel farklılıklar, ekonomik‐sınıfsal ayrımlar, aile geleneği, cinsiyet vb. konumlandırmalar kimliklerin şekillendirilmesinde belirleyici rollere sahiptirler.” (milliyet, sınıf, cinsiyet, dini inançlar, meslekler). Milliyet, sınıf, cinsiyet, meslek vs. birer sosyal kategorizasyondurlar. Kendilerini aynı sosyal grubun içine dahil edenler, ya da bunu paylaşan ve hissedenler, aynı sosyal kategori ile belirlenmiş sosyal grubun üyesidirler.∗ Bütünleşme ve farklılık, insanın varoluşsal bir eğilimidir ve dolayısıyla kimlik bu iki unsuru beraber içinde barındırır. Kimliği sosyal süreçler oluşturur. Kimlik bir kez somutlaştığında, sosyal ilişkiler tarafından idame ettirilir, değiştirilir, hatta yeniden biçimlendirilir. Kimliğin hem oluşumunu hem de idâmesini içeren sosyal süreçler, sosyal yapı tarafından biçimlendirilir. Kimlik de bu dünyanın içerisinde üretilir ve içselleştirilir. Kimliğin kazanılmasında en önemli etkiyi anlamlı ötekiler (significant others) yapar ve “her birey, kendi kimliğini ve pozisyonunu da içine alan dünyasının devamlı olarak onaylanmasını ister” Kimliği toplumsal cinsiyet bağlamında ele alırsak, Toplumsal sistem içerisindeki cinsiyetlere yönelik bakış açısı ve bu konudaki değer hükümleri toplumdan topluma, zamandan zamana farklılaşabilmektedir Toplumumuzda evlilik teklifini genellikle erkekler yapar veya teklif erkekten beklenir. Erkek tarafı çikolatasını, şekerini alarak kız tarafına kız istemeye gider. Ama hiçbir zaman kız tarafı, erkek tarafına erkek istemeye gitmez. Oysa Malinowski’nin (1990: 127) de belirttiği gibi Meksiko’daki Zuni yerlilerinde ve Trobriand adalarında kadın aktiftir. Burada cinsiyetler arasında cinselliğe ait o kültüre mahsus belirli ilişki kalıpları ve düzeni vardır. Sayısal bakımdan eşit olmakla beraber, iki cinsin toplumsal alanda temsiliyetleri farklılaşır. Kadın cinsiyeti daha çok ev gibi özel alanda kalırken; erkek cinsiyeti, dışarıda her türlü kamusal alanda kendini ifade eder. Kamusal alanda çalışma, üretim ve politika erkek; ev işleri, aile ile ilgili özel alanlar, yeniden üretim kadın işidir görüşü birçok toplum tarafından benimsenilir. “Roller”, kaynakları sağlayan kişi (erkek) ve evle ilgilenen kişi (kadın) olarak dağılmaktadır Toplumda cinsler genelde birbirine denk görülmemiştir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği; kadınların erkeklere göre ikinci planda görülmesi, ayrımcılığa maruz kalmalarıdır (Bhasin, 2003:4-5). Hâlbuki kadın ve erkek cinsi doğuşta eşittir. İkisi de evlattır. Sonradan bir cins diğerine göre daha üstün tutulur. En uygar toplumlarda dahi, kız çocukları ve kadınlara yönelik önyargılar olduğu bir gerçektir İsveç toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin en az olduğu ülkedir, Türkiye sonlarda yer alır. Bu eşitsizlik en belirgin olarak, eğitim, gelir ve servet dağılımında kendini gösterir. Türkiye’de kadın ve erkek geleneksel olarak, daha doğum öncesinde anne karnından başlayıp ölümüne dek farklı bir sosyal kalıba konulmaktadır. Kadınlar, eğitim olanaklarından erkeklere göre eşit biçimde yararlanamamaktadırlar. Aileler ve toplum tarafından kadınlara ve kız çocuklarına verilen düşük değer; okur- yazarlık durumunda belirgin olarak kendini göstermektedir Toplumsal yapının statik olmaması değişimlere açık, dinamik bir yapı karakterinde olması, bünyesinde yer alan sosyal ilişkilerin ve değerlerin de zamanla etkilenmesine ve değişmesine neden olmaktadır. Bu çerçevede toplumsal davranışların önemli bir belirleyicisi olan cinsiyetle alakalı roller ve değerler de zamanla çeşitli faktörlerin etkisiyle değişebilmektedir. Bunların başında, toplumsal ve kültürel yapıları köklü ve önemli değişmelere zorlayan modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin yarattığı etkiler gelmektedir. Modern zihniyet ve sosyal koşulları ile birlikte kadınların çalışma hayatına girişi ve eğitim durumlarındaki yükselme, erken evlenmelerde ve çocuk sahibi olmada bir azalmaya tesir etmiştir. Bu durum, kadının geleneksel rollerinde önemli değişmeleri doğurmuştur. Ayrıca bu süreçteki edinilen eğitim imkânları ve kadınların iş hayatına girmesi cinsiyet rollerinin algılanmasında ve yeniden şekillenmesinde etkili olmuştur (Tallichet and Willits, 1986: 219-220). Kadınlar bir yandan aile içerisinde kararlarda ve bazı rollerde daha aktif olurken, diğer taraftan üstlendiği geleneksel rollerini de toplumsal kurumlara ve yapılara devretmiştir. iş bölümü açısından geleneksel toplumda ev içi işleri gerçekleştiren kadın, artık modern sosyal hayat içerisinde erkeklerle benzer işlerde çalışmaya başlamış ve cinsiyet rolleri birbirine yakınlaşmıştır. Modern toplumlarda iş hayatına atılan kadın, sosyal hayat içerisinde kendisini daha fazla gösterirken, artan sorumlulukları beraberinde yeni problemlerin de doğmasına neden olmuştur. Geleneksel rollerin henüz tam olarak değişmediği ve aile içi ilişkilerde geleneksel rollerin sürdüğü bir ortamda kadınların çalışması, ev içi sorumluluklarına ek bir yükü de beraberinde getirmiştir. Bu sürece yeteri kadar destek çıkmayan ve değişimi gerçekleştiremeyen eşler arasında çoğu zaman çatışmalar ve huzursuzluklar yaşanmıştır. Burada mağdur olan ise çoğu zaman ailenin en küçük üyeleri çocuklar olmuştur. Geleneksellik ve modernlik tavırları, değişim sürecinden geçen bireyin tutum ve davranışlarını göstermesi, hayata karşı bakışını ifade etmesi açısından oldukça önemlidir. Hem kadın hem de erkek, her iki cinsiyet grubu da maruz kaldığı sosyal şartlar itibariyle konumları, bireysel rol ve statüleri ile alakalı bazen yeni değerlendirmelerde bulunur. Bu değerlendirmeler cinsiyetlere özgü tanımlamaların şekillenmesine de etki eder. Kadınlara yüklenen en önemli toplumsal rol anneliktir. Kadınlar, toplumsal olarak desteklenmediklerinde ve güçsüz kaldıklarında, annelik rollerini de gereği gibi yerine getiremezler. Kadınlar, anneliğin yanı sıra, evin idaresinden de sorumludurlar. Ev işleri, yapıldığı sürece farkına varılmayan, herhangi bir maddi karşılığı olmayan, çalışma tanımına girmeyen işlerdir. Ev kadını, çocuk sayısına ve yaşına da bağlı olarak günde ortalama on-on iki saat çalışır. Ama herhangi bir sosyal güvencesi olmadığı gibi, geçinmek için de kocasına bağımlıdır. Kadınların çoğu çalışma hayatına yeterince katılamaz; toplumsal olarak ev kadınlığı ve anneliğin uzantısı olan işlevleri yerine getirirler. Çalışan kadınlar ise, ancak erkek kazancının ortalama ¾’ü kadar ücret kazanmaktadırlar. Kadınlar ücretli çalışmaya katıldıklarında da, asıl sorumluluklarının ailelerine karşı olduğu düşünülür; bu nedenle çalışma hayatında erkeklerle eşit olarak kabul edilmeleri zordur. Ayrıca, her iki cins için uygun görülmeyen yükleri taşımak çoğunlukla yine kadına düşer. Kadınların birçoğu aynı zaman sürecinde çocuk doğurma ve bakımıyla birlikte, ailedeki yaşlı ve bağımlı bireylerin, akrabaların bakımlarından da sorumlu olurlar. Kadınların boş zamanları erkeklerinkinden çok daha azdır. Diğer yandan, kadın ailenin namusu olarak görülür. Aşırı korumacı tutumla eğitime, çalışmaya katılmaları, toplumsal faaliyetlerde bulunmaları engellenir, sıkı denetim altında tutulurlar (Topçuoğlu, 1978:55-56). Erkeklere ait olan ailenin geleceğini etkileyecek türde kararların verilmesi, son derece güç ve ağır bir sorumluluktur. Bu sorumluluğun ailedeki tüm bireylerle, özellikle eşle paylaşımı, hem daha doğru kararların alınabilmesini, hem de erkeğin yükünün hafifletilmesini sağlayacaktır Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, temel olarak kadın ve erkekler arasında haklar, kaynaklar ve sağlıkla bağlantılı hizmetlere erişimde ve ekonomik faaliyetlerde yer alınmasında gözlenmektedir. Sosyal, ekonomik, yasal ve siyasal haklar açısından toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri vardır. Kadınlar, toprak ve mülk sahipliği, iş kurma ve yürütme gibi konularda erkeklerle eşit değildir. Şiddetin Yeniden Üretilmesinde Kültürün ve Dilin Etkisi Ailede kız ve erkek çocuklara yönelik ayrımcı uygulamalar ve toplumsal hayatta ve çalışma hayatında etkili olan toplumsal cinsiyetçi yaklaşım tarzları da şiddetin kuşaktan kuşağa aktarılmasında ve yeniden üretilmesinde etkili olmaktadır. Çocuk yetiştirmeye yönelik tutum kapsamında, bir erkek çocuğa sahip olmanın çok önemli olarak görüldüğü, kız çocuklarının evin içi ile erkek çocukların ise dışarısı ile ilişkilendirildiği, kız çocukları kısıtlamak erkek çocukları ise serbest yetiştirmek gerektiği yönündeki anlayış; toplumsal hayatta, kadına “gerektiğinde” şiddet uygulamanın normal olduğu, namusu korumak için gerektiğinde kadının öldürülebileceği, boşanmayı asla kabullenmeyen, namusun/iffetin korunmasından öncelikle kadının sorumlu olduğu yönündeki anlayışlar; çalışma hayatına ilişkin olarak, erkek çocukların meslek sahibi olmaları önemsenirken kız çocuklar için aynı düşüncede olunmaması, kadın çalışma hayatına girse dahi kadınla erkek arasındaki kadının aleyhine olan algının değişmeyeceği gibi yaklaşım tarzları kadını ikincil planda gören yaklaşım tarzları aile içi şiddeti devam ettirmektedir. Dilin kültürün taşıyıcısı olduğunu düşündüğümüzde, yukarıda söylenenlere ek olarak dilde yer etmiş olan kadına yönelik olumsuz ifade biçimleri de kadına yönelik şiddetin normalleştirilmesinde önemli bir rol oynayabilmektedir. Saçı uzun aklı kısa, kızını dövmeyen dizini döver, kadına mı gidiyorsun kamçını unutma, kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etme, erken kalkmayan avrat söz dinlemeyen evlat mahmuzla gitmeyen at kapında varsa kaldır at, kız kocaya oğlan hocaya gibi dile girmiş olan ifade biçimleri, kadına yönelik olumsuz bakış açılarının ve şiddetin normalleştirilmesinde önemli bir etken olarak ortaya çıkabilmektedir. Buna ek olarak, kadını kontrol altında tutan ve gücü elinde bulunduran erkek bu kontrolü kaybetmemek için kültürde var olan kadına yönelik olumsuz unsurları pek ala kendi çıkarına kullanabilmektedir. Bu durum gerek toplumsal ilişkiler boyutunda erkeği öne çıkarma ve kadını ikinci plana itme şeklinde, gerekse de ekonomik alanda üretim ilişkileri boyutunda erkeği daha avantajlı pozisyona yerleştirme şeklinde olabilir. Kadınların istihdama katılımı ilk olarak sermayenin istediği biçimde yani iş güvencesinden yoksun, sosyal güvencesiz ve esnek biçimde, daha sonra da ataerkil normlar uyarınca yani erkeklerin istediği şekilde kadınların ev içi sorumluluklarını da devam ettirerek katılımı öngörülmektedir (Dedeoğlu ve Yaman Öztürk, 2010:45; Ecevit, 1998:267; Demirbilek, 2007:12). Bu da kadının çalışma hayatında kendisiyle aynı pozisyonda olan bir erkeğe göre daha dezavantajlı bir pozisyona düşmesine neden olmaktadır.