Kamu ve özel kesim krizden sonraki yeni sanayi politikasını birlikte belirlemeli 07.09.2009 | Hasan Ersel | ABD'nin uygulamaya koymayı planladığı yapısal değişim programı, pek çok alanda önemli teknolojik yeniliklerin yaşama kavuşturulmasına yol açacak. Bu gerçekleşirse, Türkiye'nin de yeni bir sanayi politikasını uygulamaya koyması gerekecek. Kriz sonrasında küresel ekonomiye nasıl uyum sağlayacağız? Bu sorunun yanıtını bulmak kolay değil; ama bulmak zorundayız. Bunun için küresel ekonomiye ilişkin iki durumu düşünelim. Bunlardan ilki, krizden önceki döneme dönülmesi olsun. Bu belki bazılarının düşü; ama pek olası görünmüyor. Bence, bu düş gerçekleşirse birkaç yıl sonra benzer bir kriz daha yaşarız, o kadar. Dolayısıyla bunu bir tarafa bırakabiliriz. İkinci durum ise büyük ölçüde ABD'de uygulanması düşünülen iktisadi programın yürürlüğe konulmasına bağlı olsun. Bu program, ABD ekonomisinde başta enerji ve ulaşım olmak üzere çeşitli alanlarda köklü bir teknolojik atılımı öngörüyor. Bunun yanı sıra ABD'nin sürekli ve büyük dış ticaret açığı vermesine dayalı politikasından da vazgeçilmesini içeriyor. Tabii uzun dönemli bir program. Bu programın düş mü, yoksa gerçekçi bir seçenek mi olduğu konusunda karar vermek de pek kolay değil. ABD'deki son siyasal tartışmaları biraz daha yakından izleyince, bu programın gerçekleştirilebilirliğine ilişkin kuşkularım epeyce arttı. Ama yine de bu olasılık, eski günlere dönme düşünün gerçekleşmesine oranla daha fazla. Bu durumun küresel ekonomi ve özellikle gelişmekte olan ülkeler için yaratacağı sonuçlar da göz önüne alındığında, üzerinde durmakta yarar var. İşbirliği olanakları Küresel ekonomiyi düzenleyen ilkeler ve bunların uygulanmasını sağlayan kurumsal yapının ne yönde değişeceği konusunda ise şimdilik pek bir şey söylemek olanaklı değil. Kriz sırasında, uluslararası işbirliği yapılması konusunda çok söz edilmesine rağmen, uygulama oldukça sınırlı kaldı. Ancak ümitler tükenmiş değil. Birleşmiş Milletler ve G-20 gibi örgütlenmeler etrafında daha yaygın ve etkin işbirliği olanakları araştırılmaya devam ediyor. Bu nedenle, küresel ekonominin işleyiş mekanizmasına ilişkin bir öngörü yapmak zor; ama dış ticarette rekabetin çok daha yoğun olacağı bir döneme girileceği anlaşılıyor. Kurumsal çerçevede yapılabilecek değişikliklerin de bu süreci tersine çevirmesi ise söz konusu değil. Bu varsayımlar altında kriz sonrası döneme baktığımızda şu noktalar dikkati çekiyor: 1) Dünya ticareti artık ABD gibi bir büyük ülkenin ödemeler dengesinin cari işlemler kaleminin açığını büyütmesiyle artmayacak. Tabii ki ekonomilerin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak dış ticaret açıkları ya da fazlaları olacak. Bunlar da cari dengelerine yansıyacak. Ancak bunun sürekli olması, eskisi kadar hoşgörüyle karşılanmayacak. 2) ABD'nin uygulamaya koymayı planladığı yapısal değişim programı başarılı olursa, otomotiv sanayii başta olmak üzere bu pek çok alanda önemli teknolojik yeniliklerin yaşama kavuşturulması sağlanacak. ABD'nin bu teknolojik olanakların yaratacağı yatırım hamlesiyle yeni bir büyüme yoluna girmesi söz konusu. ABD'nin bu atılımı, Avrupa ve Japonya'yı da harekete geçirecek. Onlar da bu teknoloji yarışına katılacaklar. Bu durumda gelişmiş ülkelerin yapısal değişimi içeren yeni bir büyüme yoluna girmeleri anlamına geliyor. Bunun iki sonucu var. Bunlardan ilki, bu ülkelerin teknolojik olarak ciddi bir hamle yapıp, gelişmekte olan ülkelerle aralarındaki farkı açmaları. İkincisi ise dünya ticaretinin bu gelişmeler doğrultusunda yeniden şekillenmesi. Türkiye neler yapmalı Bu iki noktada Türkiye'nin neler yapması gerektiğine bakalım. İlk noktada Türkiye'nin geleceğini tehlikeye atmadan ne kadar cari açık verebileceğini yeniden hesaplaması, bu kısıt altında en uygun büyüme yolunu saptaması gerekecek. Çünkü dünya mali sisteminin, önümüzdeki dönemde, geçen yıllarda olduğu kadar kolay kaynak aktarmasına izin verilmeyecek. Bu durumda Türkiye'nin yurtiçi tasarruflarını artırmaktan başka çaresi yok. İkinci nokta ise Türkiye'nin bugünkü üretim teknolojisinin eskimesi anlamına geliyor. Bunun önemli bir yansıması, Türkiye'nin ihracatında son yıllarda önemi giderek artan otomotiv ve benzeri sanayi dallarında olacak. Türkiye, bu alanlardaki yeni teknolojileri edinip, etkin bir biçimde kullanamadığı takdirde, bu malların ihracatçısı olma şansını yitirecek. Bu alanlarda şu anda karşılaştırmalı üstünlüğümüz olduğunu varsaysak bile (bence son gelişmeler ışığında bu da tartışmalı), bunun yeni teknolojiler/yeni ürünlerin söz konusu olduğu farklı bir ortam için pek de anlamı yok. Bu durumda Türkiye ya bu yeni alanlarda üretim yapmaya talip olmayacak, dolayısıyla başka alanlara geçecek ya da bu teknolojileri ithal edip kullanıma sokarak yoluna devam edecek. Her iki durumda da Türkiye'nin bir yatırım hamlesi yapması gerekiyor. Burada da bizi iki soru bekliyor. Bunlardan ilki, bu yatırım hamlesini yapabilecek kaynakları bulabilecek miyiz? Yani iç tasarruflarımız ve dışarıdan temin edebileceğimiz olanaklar, Türkiye ekonomisinin böyle bir dönüşümü sağlıklı bir biçimde yapması için yeterli olacak mı? İkinci soru ise bu kaynakları hangi alanlarda yatırım yaparak daha iyi kullanabiliriz? Aslında bu iki soru birbirinden bağımsız değil. Bir arada düşünülmeleri gerekiyor. Olaya böyle bakıldığında Türkiye'nin önümüzdeki dönem için bir "sanayi politikası" olması gerektiği ortaya çıkıyor. Nasıl bir sanayi politikası Bu noktada sanayi politikasıyla kastedilenin ne olduğunu açıklığa kavuşturmak gerek. Çünkü bu kavram birbirinden çok farklı iki biçimde kullanılıyor. Bunlardan ilki geleneksel sanayi politikası uygulamaları. Bu yaklaşımda bir kamu yetkesi, sanayileşme için hedefler belirliyor. Bu hedefleri sağlama açısından başarılı olan projelere de destek verilmesi sağlanıyor. Böylelikle piyasa çözümünün hesaba katamadığı teknolojik ve diğer dışsallıklar göz önüne alınarak toplumsal açıdan daha iyi alanlara yatırımlar yapılmış, istenilen yönde sanayileşme sağlanmış oluyor. Dikkat edilirse bu yaklaşımın temel varsayımı, özel kesimin toplumsal yararın en çok olduğu alanı bilemeyeceği (çünkü dışsallıklar söz konusu olduğunda piyasa mekanizması bu bilgiyi aktaramaz) ama kamu kesiminin bilebileceğidir. Ancak gerek diğer ülkelerin ve gerekse planlı kalkınma döneminden bu yana ülkemizin deneyimi, kamu kesiminin bu bilgiye sahip olduğu ve dolayısıyla başarılı yatırım projelerini seçebileceği varsayımlarının doğru olmayabileceğini gösteriyor. Ortak çalışma gerekiyor Sanayi politikası kavramının ikinci kullanım biçimi ise hem kamu kesiminin hem de özel kesimin yeterli bilgi sahibi olamayacağı varsayımına dayanıyor. Dolayısıyla hem piyasacı çözümüm "Özel kesim gerekli her şeyi bilir, kamu kesiminin piyasaya müdahalesine gerek yoktur" görüşünü hem de "kamu kesiminin mutlak bilgi üstünlüğü olduğunu" varsayan anlayışı kabul etmiyor. Bu yaklaşım, özel ve kamu kesimlerinin konumları nedeniyle sahip oldukları bilgilerin birbirlerini tamamlayıcı nitelikte olabileceğine dikkati çekerek sanayi politikasını bir "birlikte arayış" süreci olarak ele alıyor. Böyle olunca da sanayi politikası kamu ve özel kesimin ekonominin gelişmesine en uygun yatırımların yapılabilmesi için sürekli işbirliği içinde olmalarını öngörüyor. Bu ise halen uygulanmakta olan yatırım özendirimleri modelinden çok farklı bir anlayışın benimsenmesini ve özellikle kamu kesiminin, yolsuzluğa yol açmadan, özel kesimle birlikte çalışabilecek biçimde yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Kamu kesimi reformu bu bağlamda daha da önem kazanıyor. Bu yaklaşımın bir an önce benimsenerek, yaşama kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum. KRİZDEN SONRA NELER OLUR 1- Krizden önceki döneme dönülebilir. Ancak pek olası görünmüyor. 2- ABD'deki iktisadi programın başarılı olması. Bu program köklü bir teknolojik atılımı ve dış ticaret açığı politikasından vazgeçilmesini içeriyor. TÜRKİYE NELER YAPMALI 1-Geleceğini tehlikeye atmadan ne kadar cari açık verebileceğini yeniden hesaplamalı. 2- Yurtiçi tasarruflar artırılmalı. 3- Özel sektör ve kamu kesimi ortak bir sanayi politikası oluşturmalı.