TÜRKIYE DIYANET VAKFI YAYINLARI/327 • • AHMET HAMDI AKSEKI (Sempozyum) Yayma Hazırlayanlar Hüseyin Arslan - Mehmet Erdoğan ANKARA 2004 Fıkıhçı Olarak Aksekili Ahmet Hamdi Efendi Prof. Dr. Hayrettin Karaman Fıkıhçı Kişiliğini Oluşturan Çevre Ahmet Harndi Efendi'nin fılahçı kişiliği belli bir siyasi, ictimai ve kültürel çevre içinde oluşmuştur. Çocukluğunda mutlak saltanatı, gençliğinde Meşrutiyeti ve olgun çağında Cumhuriyeti yaşamıştır. Osmanlı toplumunun dağılışını, ümmetin milletiere bölünüşünü, miİll devlet ve toplumun oluşma sancılarını sahneden değil, meydanda müşahede etmiştir. Batı medeniyet ve kültürünün İslam medeniyetini boğmak ve yutmak için giriştiği istila hareketine göğüs gerenieri önce tanımış, sevmiş, sonra da aralarına katılarak manevi cihat ordusunda üst rütbelere kadar gelmiştir. Aksekili ne alaylıdır, ne de yalnızca mektepli; o hem medrese tahsili görerek icazet almış, hem de Daru'l-Fünun ve Medresetü'l-Mütehassısinde oku. muş, ihtisas yapmış ruus imtihanı vererek dersiam payesini elde etmiştir. Yüksek mektep tahsili görürken hocaları ve takip ettiği neşriyat sayesinde ıslahat­ çı İslamcıları tanımıştır. Kaynağı Cemaleddin Afgani 'ye kadar götürülen üç çizgiden laik modernİstler ile İslam modernİstlerinin temsil ettikleri çizgilere cephe almış, Abduh ile başlayan M.Reşid Rıza'da iyice belirginleşen ıslahat­ çı İslamcıların yolunu benimsemiştir. Bu yolun yolcularına göre gerçek İslam asr-ı saadet (Hz.Peygamber ve onun Raşid Halifelerinin dönemleri) İsHl.mı'dır. Sonraki asırlarda İslam'a sokulan, fakat onun bünyesine yabancı olan katialar (hurafeler, bidatlar, sapmalar) ayıklanmalı, İslam ilk saflık ve berraklığı ile ortaya konmalıdır. Bu ilim ve ictihad ile olacaktır. Sonra bu İslam, belli bir çağı yaşamakta ve aynı çağı paylaşan diğer millet ve ümmetlerle yarışmak mecburiyetinde olan İslam ümmetinin hayatına sokulmalı, onunla ümmetin birlik ve bütünlüğü sağlanmalıdır; bu da eğitim ve öğretim ile olacaktır. Bu iki merhale tamamlandıktan sonra sıra siyasi faaliyete ve iktidar talebine gelecektir. Ahmet Harndi Efendi Türkiye'de ıslahatçı İslamcılığı temsil eden Sırat-ı Müstakim/Sebilu'r-Reşad ailesine katılmış, "Doğrudan çloğruya Kur'an'dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı" diyen M.Akif ile Yeni İlın-i 39 Kelam'ı, İlın-i Hilfifı yazan hocası İzmirli İsmail Hakkı Efendi ve diğerleriyle yol ve kader arkadaşlığı yapmıştır. İslamcılarla ilişkisi Ahmet Harndi Efendi daha Daru'l-Fi.inun öğrencisi iken M.Reşid Rı­ za'nın "Muhaveratu'l-Müslim ve'l-Mukallid" isimli eserini "Mezahibin Telfi- · ki ve İslam'ın Bir Noktaya Cemi" adıyle Türkçeye çevirmiş, önce Sebilu'rReşad'ın 9. ve 10. ciltlerinde eserin önemli bir kısmını tefrika etmiş, sonra(da kitap olarak hastırmıştır (İstanbul, 1332). Bu tercümeye yazdığı girişte müellif ile onun hocası Abduh için kullandığı değerlendirme cümlesi şöyledir: "Üstad-ı muazzam Şeyh Muhammed Abduh merhum un til mizlerinden ve Mı­ sır ulema-i benamından meşhur Şeyh Muhammed Reşid Rıza Hazretleri..."(s. 15). Onun bu İslamcı çizgiye ve temsilcilerine bağlılığı yalnızca gençlik çağı­ na mahsus değildir. Bu kitabın neşrinden on yıl sonra kendisi Şer'iye Vekaleti Tedrisat Müdir-i Umumisi ve Bahriye Mektebi muallimi iken kaleme aldığı ve hastırdığı (İstanbul, 1339/1342) "Dini Dersler" kitabinda şu ifadelere yer vermiştir: "Eazım-ı ulema-i İslamiyyeden Mısır Müftüsü meşhur Şeyh Cemaleddin Afgani, ~ısır müftüsü merhum Şeyh Muhammed Abduh gibi eazı"'ı mütefekkirin-i lslamiyyenin isrine ittiba edilmiş, bunların eserleriyle beraber fudalay-ı asırdan Ferid Vecdi 'nin muhtelif eserlerinden da istifade olunmuş­ tur." (2/Ön sözün sonu). Ahmed Harndi Efendi Ve'l-Asr Tefsiri isimli eserini neşrettiği zaman (1346/1928) Diyanet İşleri Reisliği Hey'et-i Müşavere azasındadır. Bu eserin de ön sözünde üstatiarına bağlılığını muhafaza etmektedir. "Bilhassa son asrın büyük İslam mütefekkirlerinden Mısır Müftüsü Muhammed Abduh merhumun tefsiri mühimdir... VeAbduh merhumun tefsirlerinden azami istifade ettim."(s. 6). Fıkhın Islahı Konusundaki Düşünceleri Ahmet Harndi Efendi ümmetin kurtuluşunu ve gelişmesini asr-ı saadet islamı'na dönmekte gördüğü için fıkha bu görüş açısından yaklaşmış ve çeşit­ li yazılarmda bazı ısiahat teklifleri getirmiştir: göre değişmeye açık bulunduğundan bunları değiştirmeli, öğretiminde de asrın idrakine uygun bir üslup geliştirilmelidir. Onun diliyle söylemek gerekirse: "Bu mebadi-i esasiyyeden her asra göre istihraç edilen ve kendilerine şer!' ve kanun nam ı verilen ahkamdan, icabat-ı asra ve muktezay-ı maslahata göre rucu olunmak, tebdil ve tağyirleri cihetine gidilmek mümkündür. Nasıl ki bulefa-i raşidin'in bazıları böyle yapmışlardı."(Dinf Dersler, 2/361). 1. Fıkhın içtihada açık hükümleri zamanın şartlarına Kendisi Bahriye Mektebi'ne muallim olarak tayin edildiğinde fıkıh dersi müfredatını ve kitaplarını incelemiş, bunların öğrenciyi İslamlaştırması bir 40 yana İslam'dan uzaklaştırdığını tespit ederek "Dini Dersler" isimli kitabını Bu kitapta açık, anlaşılır bir ifade kullanmış, hükümleri n gerekli olmayan teferruatını -ihtiyaç duyanların kaynaklarından bulup öğrenmesine­ terketmiş, bunun yerine hüküm ve kaidelerin hikmetine, felsefesine ağırlık vermiştir. (2/Ön söz ve s. 358). yazmıştır. 2. Ümmete fıkıh an! atılırken, fetva verilirken, kanun yapılırken tek mezhebe bağlanıp kalmak yerine bütün İslam mezheplerinden, hiç değilse bunların meşhur dördünden istifade edilmelidir. Bu teklifi, şu satırları canlı bir şekilde ifade etmektedir: "Alem-i İslamın çare-i halası, asırlardan beri ümmetin zihninde temerküz etmiş olan hurafeleri hakikate tebdil edip dini safvet-i asliyyesine icra ederek efkar-ı İslamiyyeyi bir nokta etrafında toplamakla mümkün olabilecektir. Müslümanlar için başka suretle yaşamak kabil değildir. Bu iki kere iki dört ettiği kadar müsellem ve hakikattir. Biz bunun için iki çare buluyoruz: Biri akait itibariyle yekdiğerine muhalif olan firak ve mezahib -ki fenalık en zi.yade buradan neş'et etmiştir- bilhassa iki fırka-i azime olan ehl-i sünnet ile şi'a uleması beyninde bir ittifak-ı tam vücuda gelmektir. İkincisi de mezheb-i fıkhileri tevhit ederek fıkh-ı İslam dairesinde hareket etmektir... Bugün makam~ı hilafetten sudur eden fetvalar fıkh-ı İslam, hele hiç olmazsa mezahib-i erbaa üzerine olmalı değil midir? ... Eğer hepsi de Kur'an ile hadisten alınma şeriat ise yalnız birine saplanıp kalınada nemana var? ... İhtiyaç, masiahat ve menfaat her şeye mukaddemdir. Binaenaleyh bugün hiç olmazsa mezahib-i erbaa eimme ve ashabının kütüb ve akvalinden nasa evfak, zamana evfak olanlar ahzolunarak haşivden, ta'kıdden, hilaftan hali, herkesin sühuletle aniayabileceği bir tarzda gayet münakkah bir kitap (mecelle) telif olunarak halife-i Müslimin de onun mucibi ile amel olunmasına bir irade çıkarmalıdır. Bu suretle hem maslahat-ı Müslimine riayet edilmiş olur, hem de mezahib beynindeki münaferet kalkarak efkar-ı İslamiyye bir nokta etrafında toplanmış olur". (Mezahibin Telfiki, s. 13-15). Ahmet Harndi Efendi 1940 yılında neşrettiği "İslam" isimli eserinin birinci cildine yazdığı ön sözde bu düşüncesini, o günün şartları içinde sahayı daraltarak ve ifadeyi yumuşatarak şöyle dile getirmiştir: "Bazı meselelerde Hanefi mezhebinden başka mezhebiere de işaret olunmuş ve İslam'ın kolaylık üzerine kurulduğu ve İslam dininde güçlük olmadığı da yeri geldikçe gösterilmiştir." lıdır, 3. Fıkıh alanında ısiahat yapılırken gerektiğinde içtihadada başvurulma­ ancak bunu sahte müçtehidler değil, ehliyetli alimler yapmalıdır. Sebilü'r-Reşad dergisinin 12. cildinde (s. 154 vd.) neşrettiği bir makalesinde müntesip müçtehidin her asırda bulunduğunu, içtihat kapısının kapan- 41 madığını ileri sürenAksekili merhum diğer yazılarında da içtihat konusunda- ki düşünce ve teklifini açıklamıştır: "Hulasa biz Ki tab ve Sünnetin her şeyi sarahaten muhtevi olduğunu idKitab ve Sünnette bulamadığımız bir hükm-i fer'i hakkında maslahat-ı ümmetin icab-ı içtihadatta bulunarak Ki tab ve Sünnetteki desatir-i külliyye dahilinde o hükmü tayin edebiliriz. İslam bu selahiyeti bize bahşetmiştir. Bu itibar ile kıyametekadar tehaddüs edecek hadisat-ı cüz'iY,ye \ için Kitab ve Sünneti tecavüz, Kitab ve Sünnetten başka bir yere arz-ı ihtiyaç etmeyerek hall u-fas! etmek, bütün ihtiyacat-ı ümmeti bu esaslar ile temine çalışmak bizim için pek kolay bir meseledir." (Dinf Dersler, 2/361). dia etmediğimizden "Bizim evvel ve ahir söylemek istediğimiz bir şey varsa o da şudur: İslam'ın kurtulması herhalde bu suretle olacak bir ıslahata mütevakkıfdır. Bu olmadıkça İslam'ın çare-i salahı kabil değildir. Fakat ulema-i kirarn hazaratı gözlerini açarak bu ıslahatı kendileri yapmalıdır. Eğer fuzuli yere kendilerine müceddid, müctehid süsü veren ve fakat dini yıkmaktan başka bir maksatları olmayan bir takım züppeler, ısiahat yapacağız diye -ma'azallah- bir kerede kirli ellerini dine sokacak olurlarsa sonra pek pahalıya mal olur, ulema da heqı dünyada, hem ahirette mesuliyet-i maneviyyeden kurtulamazlar."(Meza/ıibı'1ı Tel.fiki, s. 16). İçti/ıat ve terci/ılerinden örnekler ı. Hilalin tespiti Ramazan ve bayram gibi din! gün ve vakitlerin tespitinde telefon, telgraf gibi modern iletişim araçları kullanılarak elde edilen bilgilerle amel edilebileceğini bir makalesinde ileri sürmüş ve tartışmıştır.(Sebilü'r-Reşad, XII/154 vd.) 2. Zekat nisabı Hz. Peygamber zamanında zekat nisabını (zekatla yükümlü olabilmek için sahip olunması gereken servet miktarını) belirleyen malların genellikle eşit bir zenginliği ifade ettiğine, zaman içinde ise bu malların birbirine nispetle değerleri arasında büyük değişikliklerin meydana geldiğine dikkat çekmiş­ tir. Ancak fukaranın lehine olacağı düşüncesiyle yine de en düşük nisap miktarının zekat mükellefiyeti için yeterli olacağı görüşünü tercih etmiştir. (Dinf Dersler, 11148). 3. Ağır işçilerin oruç yerine fidye vermeleri Bakara suresindeki ilgili ayeti (2/184) " ...orucu çok zorlanarak tutanların yükümlülüğü fidyedir... " şeklinde anlayan Muhammed Abduh ve benzerlerinin görüşlerini tercih etmiştir: " ... Zaten oruç tutmaya iktidarı olmayan ihtiyar ve acizlerin, her günün orucu için fidye vermesi mezheb-i Hanefi ve Şa42 fl'iye göre kafidir. Bu hükmün gebe ve emzikli kadınlara şümulü İbn-i Abbas ile İbn-i Ömer'den de menkuldür. Ayet-i kerimenin yukarıda geçen tefsirine göre oruçlarını ancak bin müşkilatla tutabilecek olan a'mal-i şakka ashabına (yani ömrünü bu yolda çalışınakla geçirmek mecburiyetinde olanlara) da bu hüküm teşmil olunmaktadır." (Dinf Dersler, 11182). 4. Din ve vicdan hürriyeti Din ve vicdan hürriyeti kavramına hem İslami hassasiyetleri koruyan, hem de tabii ve evrensel hukuka uygun olan bir yorum getirmiştir: "Hürriyet-i efkar ve vicdan bir had ile mahdud değildir. Bir insan dilediği gibi düşünebilir, buna kimse bir şey diyemez. Fakat hürriyet-i beyan ile hürriyyet-i hareket böyle olmayıp, her ferdin hukuk-u tabiiyyeden olan bu hakkını istimal etmesi, diğerlerinin aynı hukuka malikiyetini temin eden hudud ile mahduttur. İn­ san her şeyi düşünebilir, dilediği gibi itikat edebilir, fakat bunları harice çıka­ racak olsa, o memlekette hükümferma olan kavaid-i alıtakıyye ve alıkam-ı şer'iyye ve kanuniyyeye riayete mecburdur. Bunun içindir ki 'Edyan taarruzdan masund ur, hissiyat-ı diniyye asla cerihadar edilemez'. Binaenaleyh Ramazan-ı şerifte oruç tutan Müslümanların yanında diğer bir kısım Müslümanların oruç yemeleri 'hürriyet-i vicdana, hissiyyat-ı diniyyeye' sarih bir tecavüzdür. Diğer Müslümanların onu menetmeleri, onun hürriyetine katiyyen tecavüz değil, bir haktır. Çünkü o adam 'Hissiyyat-ı diniyye asla cerlhdalar edilemez' kaide-i tabiiyyesine tecavüz etmiştir."(l/250) "Avrupalıların ancakasr-ı hazırda takdir etmeye başladıkları hürriyyet-i vicdan ve hürriyyet-i itikat meselesi on üç asır evvel Müslümanlık tarafından takrir ve tespit olunmuştur. Bu babdaki desatir-i İslamiyye bize bildiriyor ki hiçbir insan düşüncesinden, itikadından dolayı mesul tutulamaz. Hürriyet-i vicdan ve itikat bir kayıt ile mukayyet değildir. Fakat düşünce ve itikadını zahire ihraç ederek propagandaya başlar ve bu fikri de hey' et-i içtimaiyyenin ahlak ve adabını ifsat edecek mahiyette olursa o zaman menolunur ve bu hürriyet ve vicdana tecavüz değildir. Çünkü bu menediş başka suretle düşündüğün­ den, başka· suretle itikat eylediğİnden dolayı değil, belki hakk-ı hürriyeti kendi nefsine kasretmiyerek kendi hürriyyeti ile başkalarını da takyit etmek istemesindendir. Binaenaleyh hürriyyet-i vicdan ve itikad bir had ile mahdud değil ise de hürriyyet-i beyan ve hürriyyet-i hareket bir had ile malıduttur ki o da başkalarının hudud-u hürriyyetidir."(2/364). 5. Din, devlet ve hükumet Ahmet Harndi Efendi'nin aşağıda nakledeceğimiz satırları, İslam'da devlet, rejim ve hükümet konusunda ictihat mahsulü düşüncelerini yansıtmaktadır: "Müslümanlık hem din, hem şeriat (dünya hayatına ait düzen) olduğu 43 için hudut vazetmiş, hukuk tayin eylemiş, herkesi bunları tecavüz etmemekle mükellef tutmuştur... Fakat insan bazen hasbe'l-beşeriyy~ hevesatma mağlup olur, şehevat-ı nefsaniyyesinin tehakkümü altında kalarak haktan zühul eder, yahut haddini tecavüzde bulunur. Demek ki hudut-ı şer'1yi ikame ve idame edecek, hükm-ü hakimi tenfiz, nizam-ı cem'iyyeti ikame eyliyecek bir kuvvet (yani hükumet) bulunmadıkça ahkam-ı şer'iyyenin teşriincieki hikmet tamam olamaz. Binaenaleyh nazar-ı İslam'da hükümet ahkam-ı şer'iyyeyi ikaı:ne ve idameye, hükm-ü hakimi tenfize, nizam-ı ceın'iyyeti sıyanete memur bir kuvvettir. Müslümanlar nazarmda halife ne masumdur, ne de Allah tarafından vahye mazhardır. Kitabullahı, hadis-i Rasulü istediği gibi tefsir imtiyazına da malik değildir. Halife masum olmadığı içindir ki, ona itaat de mutlak değildir. Kur'an'ın, sünnetin gösterdiği doğru yolu takip ettikçe, adaletten ayrılmadık­ ça kendisine itaat vaciptir. Bu yolu bırakınca itaat kat'iyyen caiz olamaz. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar bir taraftan itaatle, diğer taraftan da onun harekatını tetkik ile meınurdurlar. Kur'an-ı Kerim'e, sünnet-i nebeviyyeye muhalefette bulunan bir halifeyi indirip yerine başkasını çıkarmak Müslümanlar üzerine vaciptir. Meğer ki hal'i (indirme) meselesi büyük bir fıtne ve kar,şa-_ Iığı mucip ola! Müslümanlıkta halifeyi naspedecek olan ya bizzat millet, yahut milletin vekilieri olduğu için halifenin millet üzerinde değil, milletin hali. fe üzerinde hakk-ı hakimiyeti vardır."(Z/346-347). Aksekili merhum teokrasi ile hilafeti mukayese ederek bunların farklı şeyler olduğunu, .İslam siyası sisteminin teokrasi ile bir benzerliğinin bulunmadığını detaylı olarak açıkladıktan sonra sözü din1 sulta ve otoriteye getirerek şunları kaydediyor: "Müslümanİıkta mev'ıza-i haseneden, hayra davetten başka bir saltanat-ı diniyye yoktur. Bu ise öyle bir kuvvet, öyle bir selahiyettir ki Cenab-ı Hak onu, yalnız sultana, şeyhülislama değil, Müslümanların en acizine de vermiştir, en kavisine de! En aciz bir Müslüman, en ka vi bir dindaşma karşı bu selahiyeti istimal edebildiği gibi en kavisi de en acizini yine bu kuvvet sayesinde ıslah edebilir."(s.349). "Kur'an'ın takrir eylediği mebadi-i essasiyyeye nazaran bir devletin, bir hükOmetin esası ikidir: Emaneti, vezaifi ehline tevdi etmek, beyne'n-nas adi ile hüküm. Bu iki esas hangi şekl-i hükOmetle temin edilirse o şekil meşrudur. Bunları temin etmeyen şekl-i hükumet her ne olsa gayr-i ıneşrudur. Bunun içindir ki İslam, asr-ı hazırda hak olmak üzere kabul olunan şekl-i hükOmetin mehasinini, esasını tamamı ile göstermiş ve fakat şeklini tayin etmemiş, onu asrın icabına göre ehl-i hal ve akdin tayinine terketmiştir... Mesela siyaset ve kazaya müteallik um ur-u dünyeviyyede şOranın lüzumunu bildirmiş ve fakat şura için bir kaide, bir nizaın vazetıneıniştir. Çünkü bunun şekli her zaman ve mekana göre ümmetin ah val-i ictiınaiyyesi ile muhtelif olacağı bedihidir. Ke44 zalik vücub-u şura, hürriyyet-i kelam, · hürriyyet-i içti ma, hücciyyet-i icma (Avrupalıların meclis-i nüvvap, parlemento dedikleri manada) gibi mebnay-ı hükumet, medar-i kıvam-ı saltanat olacak esasları vazı ile iktifa ederek hükumet-i İslamiyyenin tarz-ı teşekkülünü tahdit, cüz'iyyat-ı ahkamını yegan yegan tayin etmemiştir. Çünkü adalet ve müsavata riayet, zarar ve zırarı deff'i hangi şekilde ise o şeklin meşru olduğunu bize bildirmiş oluyor." (s. 358361,11241). 45