TÜRKİYE DİYANET VAKFI YAYlNLARI 1 201 Doğu'da ll IN (Kutlu ve Batt'da N H L 1 Doğum Haftası ANKARA 1996 : 1993-94) OSMANLI iMPARATORLUGU'NDA iNSAN HAKLARI Doç. Dr. Mümtaz'er TÜRKÖNE Osmanlı İmparatorluğu, dünya tarihinde görülen imparatorlukların en büyüklerinden biridir. "imparatorluk" deyimi, farklı din, ırk ve kültürden toplulukları tek bir siyasi hükümranlık altında yönetmeyi ifade eder. Osmanlı devletinin yönettiği din ve ırk toplulukları bilinen dünyanın hemen hemen bütününü temsil eden renkli bir kompozisyon teşkil ediyordu. Son derece karmaşık ve renkli bu kompozisyonu bir arada tutmak, uzun ömürlü bir siyasi çatı altında toplamak üstesinden gelinmesi zor bir işti. Osmanlı devleti kuruluşundan itibaren dahiyane bir ineelikle bu işi başarmış, böylesine karmaşık bir coğrafyayı 600 sene. gibi uzun bir süre yönetmiştir. Bu yönetimin kahır ve korkuya dayandığını iddia etmek; tarihi realiteleri inkar etmek demektir. Osmanlı yönetimi, dönemi için çok ileri bir mutabakata, yönetilenlerin rızasına dayanıyordu. Gücünü, uzun ömrünü bu rızadan aldığını söylemek, tarihi hakikati teslim etmekle aynı anlama gelir. İnsanın doğuştan vazgeçilmez ve devredilemez temel haklara sahip olduğu inancı götürülemeyen yepyeni bir fenomendir. 1774 Amerikan Yurttaşlık Bildirisi ve 1789 Fransız ihtilali'nin ilan ettiği İnsan ve Vatandaş Hakiarı Beyannamesi, bu alanda bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Batı, bu tarihierin öncesinde farklı dinlerin, inançların bas~ı altına alındığı, insanların işkencelere tabi tutulduğu, yakıldığı, toplu halde yokedildiği bir evreni ifade eder. Feodal sistem içinde serllerin köle gibi addedilmeleri; temel hakların hiçbir şekilde güvencede olmadığı sosyal-siyasal tablonun son figürüdür. Yukarda verdiğimiz tariflerden sonra da Batı sömürgeciliğinin yayılmasına paralel olarak gelişen ve güçlenen ırkçı tezler de herkese tanınması gereken temel haklara kuwetli sınır­ lamalar getirmiştir. Amerika'da kölelik ancak 1860'larda kaldırılabilmiş, daha uzun süre zencilerin insan olup olmadıkları ciddi bir tartışma konusu yapılmış­ tır. Osmanlı'nın tebasına sağladığı dünyanın bu haksız, ve güvence altına aldığı haklara, geri kalan hukuksuz penceresinden bakıldığı zaman, Osmanlı'nın --KUTLU D O G U M , - - - - - - - - - - - - - 8 3 - - gerçekleştirdiği ve yaşattığı sistemin çağının çok ilerisinde olduğu daha _kolay anlaşılabilir. Osmanlı Devleti'nin tesis ettiği insani düzen eşit değildir. Müslümanların "millet-i hakime" olarak her din ve inancın üzerinde yer aldığı bu sistem eşit olmamakla beraber adildir. En ince teferruatına kadar geliştirilmiş bir hukuk sistemi içinde, ferde sosyal-siyasi ve hukuki statüsünü veren inandığı dindir. Doğuştan kazanılmış bir asalet yoktur. Bu hiyerarşi içinde müslüman olmayanlar, zımml yani Allah'ın emanetidir. Onların, bugün temel insan hakları adını verdiğimiz hukukiarına başından sonuna kadar riayet, aynı zamanda dini bir vecibedir. "Irz, can, namus ve mal emniyeti" olarak sıralanan temel haklar tam bir emniyet altındadır. Bu hukuki yapıyı kuran ve hassasiyetle uygulayan Osmanlı­ lar, müslüman olmayan halkların bile kurtuluş melcei olarak görülmüştür. Katolik ve Ortodoks mezhepler dışındaki Vniteryan mezheplerin ve Yahudilerin Osmanlı topraklarına bakışı ve tarihi olarak gördükleri adil muamele bu durumun delili olarak kabul edilebilir. Kanun Karşısında Fert Şer'! hukuk ve kanunnameler çerçevesinde adaleti yerine getirmek ve hukuk sisteminin işlerliğini sürdürmek, Osmanlı düzeninde kadının işiydi. Kadı kararı olmadan tutuklama ve cezalandırma yapılamazdı. Yine kadı emri olmadan kimsenin evi aranamazdı. Kadının çıkarttığı arama emrinde kişinin adı, özellikleri oturduğu yer çok açık bir şekilde belirtilirciL Eğer, arama yapılacak ev Türk,ise mahallenin irrıamı, Hristiyan ise kilisenin papazı aramada bulunmak üzere çağrılmak zorundaydı. Tutuklu genel olarak üç günden fazla gözaltında tutulamazdı. Bu süre içinde muhakeme edilmesi gerekirdi. Eğer bir kişi mahkeme kararı olmadan hapse atılır ve orada ölürse, tutuklama emrini veren sorumlu tutulurdu. Suçların şahslliği esası, zamanı için çok ileri düzeyde kabul ediliyordu. Kadı bütün davalara bakma yetkisine sahipti. Verdiği karar, mahallin yöneticisi tarafından hemen uygularıırdı. Bütün mahkemeler, aleniyet prensibine uygun olarak herkese açık yapılırdı. Her kaza kadısı, mahkeme için gerekli oturumu yalnız herkese açık bir şe­ kilde yapmakla değil, yargının baskı, işkence kullanılmaksızın yapıldığına tanık olmaları için beş-sekiz kişinin de müşahid sıfatıyla_ mahkemede bulunmasını sağlamak ve kararın altına bu kişilerin isimlerini yazmakla yükümlüydü. Muhakemede suç yeri esastı; olayın geçtiği yer dışında yargılama yapılamazdı. - - 8 4 - - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM-- Kadı mahkemeye düşenler arasında soy, cins, mezhep, din, toplumsal ya da hükümetteki yerleri bakımından hiçbir ayrıcalık gözetmeksizin herkese eşit davranmak zorundaydı. Yargı usulündeki bu önemli hukuk kuralı zaman zaman fermanlar ve emirlerle pekiştirildi. Bu konuda İslam hukukunun bir prensibinin yoksullar lehinde değiştirildiğini de görmekteyiz. Ta'zir cezalarında, kanun karşısında eşitlik prensibi terkedilir ve sosyal durumu en iyi olana en az ceza verilirken, Osmanlılarda bunun tam tersi Dir uygulama söz konusu olmuştur. Kanunnamelerde suçlular arasında mali durumlarına göre bir tasnif yapılmış ve mali durumu en yüksek olanın en ağır cezaya çarptırılması yoluna gidilmiştir. Mahkeme oldukça hızlı ve seri görülürdü. Formalite son derece azdı. Şikayetçi şikayetini dile getirir ve suçlunun cezalandırılmasını isterdi. Daha sonra kadı şikayet edilen kişinin ifadesine baş­ vururdu. Eğer sanık suçunu kabul ederse ifadesi yazılırdı. Birçok durumda sanıkların "şeytana uydukları" yolunda ifade verdiklerini ve itiraf oranının oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Eğer bir sanık ifadesinden vazgeçerse bu onun lehine yorumlanır ve had cezaları ile cezalandırılmazdı. Mahkemede en önemli kurum şahitlikti. En az iki müslüman erkeğin şahitliği şarttı. Bu gelişmiş hukuk sistemi içinde işkence hem şer! hukuka, hem de örfe göre yasaktı. İslam hukukuna göre oluşturulmuş ve geliştirilmiş bu sistem, iş­ kencenin sistemin hukuki bir parçası olarak kurumlaşmasını engellemiştir. Aynı dönemde Avrupa'da işkence hem soruşturmada, hem de cezalandırmacia kuruıniaşmış ve sıkça uygulanmaktadır. Millet Sistemi "Millet" kelimesinin modem "nation"u karşılaması son derece yeni bir geliş­ medir. 20. asrın başlarına kadar Osmanlı literatüründe "millet", aynı dine (veya mezhebe) inanan insan topluluğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Osmanlı devleti müslümanları tek millet, gayrimüslim!eri de inandıkları din veya mezheplere göre ayrı ayrı milletler olarak tanımramış; siyasi, idari ve sosyal organizasyonları bu ayırım temelinde geliştirmiştir. İslam hukukunun getirdiği esaslara ve kayıtlamalara bağlı kalarak gerçekleştirilen bu organizasyonda, bu birimin meydana getirdiği sisteme de "millet sistemi" adı verilmektedir. Osmanlı devletinin bir İslam devleti olarak gayrimüslimlere tatbik ettikleri hukuk, İslam hukukunun harp hukuku kısmına dayanır. İslam hukukuna göre iki türlü ülke vardır: Darü'l İslam ve Darü'l-Harb. Birincisi müslümanların hakim olduğu ve şeriatın uygulandığı toprakları ifade eder; İkincisi İslam toprakları dı­ şında kalan bütün dünyayı içine alır. Adından da anlaşılacağı üzere müslüman--KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 8 5 - - lar dışlarındaki dünya ile sürekli bir savaş hali içindedirler. Dar'ül İslam'la Oarü'l-Harb arasında ancak geçici mütarekeler olabilir. Bu ayırımın temelinde iki türlü gayrimüslim bulunmaktadır. Darü'l Harb'de harbflerdir: Bunlar ele geçirildiği zaman öldürülebilir, esir veya köle olarak alıkonabilir. Ancak herhangi bir müslüman bu gayrimüslimlerden birine veya birkaçma eman verebilir. Eman verilen ga~rimüslime müste'min denir ve müste'min canından ve malından emin olarak Islam topraklarında dolaşabilir, ticaret yapabilir. Osmanlı devletinin verdiği kapitülasyonlar eman kurumuna dayandınlarak düzenlenmiştir. İkinci türe İslam topraklannda yaşayan gayri müslimler dahildir. Müslümanlar hristiyanların yaşadıkları bir bölgeyi işgal ettikleri zaman onlara, üç kere İslamiyet tebliğ edilir. Kabul edip, müslüman oldukları takdirde bir müslümanın sahip olduğu bütün haklara tamamiyi e sahip olur. Kabul etmedikleri takdirde kendilerine müslüman hakimiyetine rıza gösterdiklerini içeren bir antlaşma teklif edilir. Bu anlaşmaya zimmet, bu anlaşma ile gayrimüslirnlerin kazandıkları statüye zımmf adı verilir. Zimmet anlaşması ile müslümanlar gayrimüslimlerin temel haklarını korumayı taahhüt ederler. Buna karşılık gayrimüslirnler, müslümanlardan farklı bir hukuka tabi olmayı kabul ederler. Bu yükümlülükler: Cizye (baş) ve haraç (arazi) vergileri başta olmak üzere çok ayrıntılı bir şekilde ?üzenlenmiştir. Tarihte en büyük gayrimüslim nüfusu idare eden Osmanlılar, Islam hukukunun getirdiği yükümlülük ve kayıtla­ maları ayrıntıda bazı ilaveler yaparak düzenli bir şekilde belirlemiş ve uygulamıslardır. Gündelik hayatta çok geniş yansımaları olan bu ayrıntılı hükümlerden bazıları şunlardır: Gayri müslimlerin şer'i mahkemelerde (müslümanların taraf olduğu davalarda) şahitlikleri kabul edilmez, müslümanlara has kıyafetleri giyemezler, ata binip silah taşıyamazlar, dini ibadetlerini müslümanların gözü önünde icra edemezler, çan çalamazlar, yeni ibadethane açmaları veya eskilerini tamir etmeleri izne bağlıdır, evlerini müslümanlardan yüksek yapamazlar, açık renge boyayamazlar vs. yaşayanlar Bu yükümlülükler ve kayıtlamalar tamamiyle bir hukuk sistemi içinde düzenlenmiştir. Bu sistem içinde zımmllere dönemin dünyasının çok ilerisinde haklar tanınmıştır: Herşeyden önce temel hakları güvence altındadır, zımmilerin haklarına riayet etmek dini bir vecibedir. Gayrimüslimler din değiştirmek için zorlanamazlar, köle veya esir edilemezler; Medeni hukuk açısından bir müslüman gibi temyiz kabiliyetine sahiptirler. İslam hukukunun ceza! hükümleri müslümanlara da gayrimüslimlere de eşit olarak uygulanır. Bütün bunlara ilave olarak, müslümanları ilgilendirmeyen, kendi cemaatled ile ilgili işlerde tamamiyle serbest bırakılmışlardır. Kilise hukuku başta olmak üzere, kendi aralarında özel - 8 6 ---------------------------KUTLUDOGUM--- hukukiarına tabidirler. Kiliseler mal1, idari ve adli açıdan kendi cemaatleri üzerinde hükmünü icra etmektedir. Kendi din ve dilleriyle eğitim yapma, dini örgütlenmelE~rini devam ettirme, vakıf kurma, hastahane ve yetimhane açma gibi haklara da sahiptirler. Bu sistemde göze çarpan en önemli husus gayrimüslimlere tanınan özerkliktir. Millet sistemi, bu özerk cemaat yapılarının Osmanlı siyası birliği altında oluşturduğu rengarenk kompozisyonun adıdır. Klasik Osmanlı toplum yapısı, resmel'1 din esasına dayanan "millet"lere bölünmüş idari teşkilatianınada bu ayırım nirengi noktası alınmış, vergilendirme, eğitim, sosyal hayat bu esas çerçevesinde düzenlenmiştir. Bu teşkilatiarımada adem-i merkeziyetçilik ve çeşitli­ lik vardır. Millet ayırımında dil ve ırk esası hiçbir zaman dikkate alınmamıştır. Araplar, Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar, Kürtler müslüman hakim milleti meydana getirirken; Ermeniler mensup oldukları kiliseye göre Gregoryen Ermeni, Katalik ve 19. asırdan itibaren Protestan milletleri olarak tanımlanmış; Rumlar, Bulgarlar, Sırplar Ortodoks Kilisesi'nin çatısı altında tek millet olarak kabul edilmiştir. Osmanlıların uyguladığı "millet sistemi" herşeyden önce farklı din ve mezhepler arasında çatışmayı önleyen güçlü bir merkez! devlet şartına bağlıydı. Osınanlılar bu şarta bağlı olarak, "millet sistemi"ni dahiyane bir ineelikle geliştir­ mişler ve uygulamışlar, uzun ömürlü bir devletin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Özerklik, farklı kültürlerin bir baskıya maruz kalmadan yaşaması­ na ve gelişmesine hizmet etmiş ve Osmanlı hakimiyeti, gayrimüslimler arasın­ da rızaya dayalı bir kabul görmüştür. Bu müsamahadan en çok istifade eden dini topluluk yahudilerdir. Hristiyan topluluklar ve ülkeler içinde baskıya maruz kalan Yahudiler için Osmanlı toprakları adeta bir cennet olarak görülmüştür. yahudi topraklarının kolay idare edilen bir cemaat olmaları ve yanlarında bilimsel ve teknik beceriler getirmeleri yüzünden, Osmanlı idarecileri yahudi göçüşünü teşvik bile etmişlerdir. Hristiyan kiliselerinin itibarı ve gücü de Osmanlılar tarafından takviye edilmiş, dini lideriere devlet protokolünde imtiyazlı mevkiler verilmiştir. Gayrimüslim Azınlık Osmanlı İmparatorluğu'nun müslümanlardan sonra en büyük topluluğunu Ortodokslar oluşturmaktaydı. Fatih, Rum-Ortodoks cemaat üzerinde İstanbul Patriği'ni imtiyazlı bir merci haline getirirken Sırp ve Bulgar kiliselerini de buraya bağlamış, ancak Fener'e Antakya ve İskenderiye Patrikliği karşısında bir üstünlük vermemiştir. Mısır'daki Kobt Kilisesi, Lübnan'daki Melkitler, Şark katolikleri sayılan Maruniler, Süryanl ve Keldan! kiliseleri ile Fener Patrikhanesi'nin hiçbir ilişkisi olmamıştır. Ortodoks olmasına rağmen Kıbrıs Kilisesi'de bağımsız- --KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - - 8 7 - - lığını muhafaza etmiştir. Fener'in etkisiyle Yunanca bütün balkanların ibadet dili haline gelmiştir. Sırp ve Bulgar mill! hareketlerin başlangıçtan itibaren en büyük hedeflerinden biri, Fener karşısında bağımsız eksarhlık kurmak hedefi olmuştur. Bu hedeflerine ancak 19. asırda ulaşabilmişlerdir. Fener Patrikhanesi dini, adil, mal! yönetim merkezi olarak bütün Balkan ve Anadolu Ortodokslarını yönetmiştir. Bu işlerin yürütülmesi için kalabalık bir memur kadrosu istihdam edilmiştir. Fener Patrikhanesi'nin etkili organı, ruhani ve dünyeVı işlerin görüşüldüğü yüksek rütbeli rahipler ve metropolitlerden oluşan Sinod Meclisi'dir. imparatorluk içinde Ortodokslardan sonra ikinci kalabalık grup Ermenilerdir. Gregoryan Ermeniler, Doğu'nun eski kilisesine sahip-topluluktur. imparatorluk coğrafyası içinde dağınık bir şekilde yaşayan Ermeniler, 19. yüzyılın sonIanna kadar yönetilmesi kolay bir topluluk olmuştur. Bu özelliklerden dolayı "Millet-i Sadıka" olarak nitelenirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermeniler adetler ve gelenekler bakımından Türklere benzerlerdi. Hemen hepsi Türkçe konuşurlar, kadınlan müslümanlar gibi örtülü gezerlerdi. Ermeni unsurun devlet hizmetinde kullanılması, Yunan bağımsızlığından sonra Rumların gözden düşmesi üzerine başlamıştır. Yahudiler, imparatorluğun en az problem çıkartan topluluğu olmuştur. De- ğişik zamanlarda, değişik ülkelerden göç ederek Osmanlı İmparatorluğu'na yerleşen yahudiler, özellikle ticaretin yoğun olduğu merkezlerde iskan edilmişlerdir. Marul).iler, Lübnan ve Suriye'de oturan ve Arapça konuşan Katoliklerdir. Nasturiler, Diyarbakır ve İran arasında oturan ve Arapça konuşan, devletin vergi ve askerlikten muaf tuttuğu bir hristiyan topluluh.iur. Süryaniler de Suriye Lübnan, Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Irak'ta oturan bir topluluktur ki dinleri Ortodoksluğun bir çeşididir. Osmanlı millet sistemi içinde, yukandaki dini toplulukların kendi aralannda da bir hiyerarşi vardır. Rumlar,en imtiyazlı grup, yahudiler de en aşağı cemaat olarak kabul edilmiştir. Isiahat Fermanı'nın ilan edilôiği 1856 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun nüfusu 36 milyon civarındadır. Bu nüfusun 20 milyon kadarı müslümanlardan, geri kalan 16 milyonu Hristiyanlardan meydana geliyordu. Bu nüfus içinde tahminen 10-12 milyon kadar Türk, 6 milyon Bulgarlar dahil Slavlar, 2 milyon Rum, 4 milyon Romen, 2,5 milyon Ermeni, 6-8 milyon Arap, 1,5 milyon Arnavut ve 1 milyon Kürt bulunmaktaydı. Yahudiler. ve diğer topluluklar küçük topluluklar oluşturmaktaydı. - - 8 8 - - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM--