Uluslararası İslâm Bilgeleri Zirvesi Tebliğler Bilim Kurulu / Science Committee Prof. Dr. Ahmet Taşğın (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Konya) Prof. Dr. Azmi Özcan (İstanbul Üniversitesi, İstanbul) Konsept Danışmanı / Concept Advisor (Phd) Dr. Erol Cihangir Koordinatörler / Coordinators Prof. Dr. Ahmet Taşğın (Necmettin Erbakan Üniversitesi, Konya) Doç Dr. Emek Üşenmez (İstanbul Üniversitesi, İstanbul) Doç. Dr. İlyas Topsakal (İstanbul Üniversitesi, İstanbul) Dr. Ahmet Hakan Yılmaz (18 Mart Üniversitesi, Çanakkale) Nermin Taylan (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Arşiv Uzmanı) Azimet Bucak (1453 / İletişim Ajansı) Organizasyon ve Yayına Hazırlayan / Organization 1453 / İletişim Ajansı +90 216 557 88 07 • www.ajans1453.com Sekreterya / Secretariat (Phd) Dr. Derya Aydın Tasarım / Design 1453 / İletişim Ajansı Hayrullah Aycın Çeviri / Translation Atlantik Tercüme Hizmetleri Baskı / Press Marmara Matbaası +90 212 612 99 87 ® Şanlıurfa Valiliği Tebliğlerin içerik sorumluluğu tebliğ sahiplerine aittir. Tebliğ ve görseller kaynak gösterilerek kullanılabilir. The authors are responsible for the contents of the articles. The content of the articles and the visual materials may the used only by making relevant references. www.sanliurfa.gov.tr 1. Baskı / 1st Editions İstanbul / Haziran 2017 / June 2017 İçindekiler Protokol Konuşmaları Dr. Hüseyin Efendi Kazanoviç Suriye 8-9 Dr. Mahmut El Habbaş Baş Kadı, Diyanet İşleri Başkan Müsteşarı ve İslami İlişkiler Bölüm Başkanı 10 Nihat Çiftçi Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanı 11 Güngör Azim Tuna Şanlıurfa Valisi Dr. İsmet Yılmaz T.C. Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı 12-13 14 15-18 Zirve Açılış Konuşması Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı 20-24 I. Gün / I. Oturum Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün / Ankara Üniversitesi Toplumsal Birlik, Farklılık ve Ayrılığın Sınırları Üzerine 26-29 Dr. Necdet Subașı / Başbakan Müşaviri Alim, Bilge ve Entellektüel Kavramsallaştırmaları "İslam Dünyası Özelinde Bir Tartışma" 30-35 Emin İsa El Osmani İslam Toplumu ve İslamofobi Üzerine Düşüncelerin Yansıması 36-38 II. Oturum Şeyh Dr. İkrime Sait Sabri Kutsal Mescidi Aksa İmam Hatibi İslam Yüksek Kurulu Derneği Başkanı- Kudüs Abartı, Aşırılık ve Teröre Karşı Koymada Ulemanın Rolü 40-48 Prof. Dr. Ali Çelik Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Toplumsal Barışı Sağlamada Hz. Peygamber'in Sünnetinde Bazı Temel İlkeler 49-53 Nawaf Takruri Filistin Dışındaki Âlimler Derneği Başkanı Meşru Direniş ve Terör Arasındaki Fark 54-58 Doç. Dr. Adil Şen Osmangazi Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslam Tarihinde Toplumsal Barışı Tesis Etme Çabasına Örnek Bazı Uygulamalar Üzerine Bir Bakış 59-61 III. Oturum Prof. Dr. Ahmet Taşğın Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü / Konya Dünya Katolikliği ve Müslümanların Krizi: Kıraate İkradan Başlamak 64-66 Lütfi Bergen / Hukukçu, Yazar Farabi’nin Siyaset Teorisi ile Katip Çelebi’nin “Düstûru’l-Amel Li Islâhi’l-Halel” Eserinden Hareketle “Denge Düzeni” veya “Mizan Siyaseti” Üzerine Bir Teklif 67-80 Yrd. Doç. Dr. Mahmut Ay İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim Üyesi Kur’an’da Savaş ve Barış “Bağlamsal Bir Okuma Denemesi” 81-91 Dr. Ömer Müftüoğlu Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Şiddeti Doğuran Söylemlere Kur’an’dan Kaynak Bulma Hevesiyle Yapılan Bazı Usul Hataları 92-94 II. Gün / I. Oturum Dr. Faid Mustafa Filistin Devleti Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla Prof. Dr. Azmi Özcan İstanbul Üniversitesi Sömürgeci Tehditler ve İslam Dünyası Yrd. Doç. Dr. Selim Argun İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Küresel Tehditler ve Bölgesel Trendler Kıskacında İslam Dünyasının Geleceği 96-98 99-100 101-103 II. Oturum Dr. Abdur-Rahman Mangera White Thread Press - www.zamzamacademy.com Laiklik ve İslamofobi 106-107 Yrd. Doç. Dr. Abdullah Hikmet Atan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Nebevî Estetik ve Hayat 108-112 Prof. Dr. Ahmet Yıldırım Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Ankara Hoşgörü ve Müsamaha Sembolü, Bilge Şahsiyet Hoca Ahmed Yesevî 113-117 Prof. Dr. Bedri Gencer Yıldız Teknik Üniversitesi Keşf-i Kadimin Altı Kapısı 118-125 III. Oturum Doç. Dr. Nurullah Ardıç İstanbul Şehir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü İslamofobinin Toplumsal ve Siyasi Sonuçları 128-133 Prof. Dr. Saffet Haliloviç Bosna Hersek Snesta Üniversitesi İslami Eğitim Fakültesi. Tefsir ve Kuran İntrobiyolojisi Hocası Dünya İslam Alimleri Birliği Sekreterliği Kurulu Üyesi İslamofobinin Nedenleri ve Çözüm Yolları 134-139 Romas Jakubauskas (Ramazan Yakuboğlu) Vilnius / Litvanya Müftüsü Müslüman Azınlık Olarak Litvanya Tatarları ve İslamofobi 140-142 Reis Yangliçev / İlahiyatçı, Moskova/Rusya Rusya’da İslâm ve Müslümanlarının Durumu 143-144 IV. Oturum Prof. Dr. Ersin Özarslan Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı İslam Ülkeleri Arasında Bilginin İletişim Boyutu Üzerine Bazı Dikkatler 146-148 Şeyh Muvaffak Şhâzeli Suriye Siyeri Pakı Nebiden Hoşgörü Manzaraları 149-150 Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya İstanbul Üniversitesi Selam (Barış) Yurdunun Birarada Yaşama İlkeleri 151-158 Rifat Feyziç Karadağ Müftüsü Karadağ’dan İslâm ve Barışa Bakmak 159-162 V. Oturum Prof. Dr. Fikret Karaman İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam Anabilim Dalı Batı'nın İslam Barışına Karşı Tutum ve İmajı 164-171 Kamil Samatov Hantı-Mansi Özerk Okrugu-Yugra İslam Cemaati İmamı İslamofobi Karşısında Batı Ülkelerinin Tavrı ve Hanti Mansi Müslümanları 172-173 Prof. Dr. Adas Yakubauskas Beşeri Bilimler Doktoru, Mykolas Romeris Üniversitesi Öğretim Üyesi, Litvanyalı Tatar Toplulukları Birliği Başkanı, Vilnius Mykolas Romeris Üniversitesi Litvanya Tatar Müslümanları Cemiyeti Başkanı Dün ve Bugün Litvanyalı Tatarlar 174-177 Sawadogo Yacouba Burkina Faso Yardım Cemiyeti Başkanı Batı Afrika’da Terör ve Terörist Hareketler 178-179 Uluslararası İslâm Bilgeleri Zirvesi Tebliğler İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Protokol Konuşmaları Dr. Hüseyin Efendi Kazanoviç Suriye Dr. Mahmut El Habbaş Baş Kadı, Diyanet İşleri Başkan Müsteşarı ve İslami İlişkiler Bölüm Başkanı Nihat Çiftçi Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanı Güngör Azim Tuna Şanlıurfa Valisi Dr. İsmet Yılmaz T.C. Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Dr. Hüseyin Efendi Kazanoviç Saraybosna Balkan Müslümanları ve Dünya Müslümanlarının Trajedisi Muhterem ilim adamları, sevgili kardeşlerim Sayın misafirler, Değerli dostlar, es-selamu aleykum. 21. asrın başında İslam dünyasının hangi noktaya geldiğine dair âcizane görüşümü siz muhterem ve kıymetli âlimlerimizle paylaşmak isterim. Sözlerime başlamadan önce, hepinizi Allah'ın selamı ile selâmlıyorum, Onun bereketi ve rahmeti üzerinize olsun. Davetiniz için Bosna Hersek İslâm Birliği ve şahsım adına bir defa daha teşekkür ederim. Bugün burada büyük ve muhterem ilim adamlarını, dünya Müslümanlarının haklarını korumak için büyük mücadele veren, Balkan Müslümanlarını, Bosna Hersek Müslümanlarını, dostum Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Sayın Mehmet Görmez’i selâmlamaktan çok büyük bir memnuniyet ve onur duyduğumu ifade etmek isterim. Sıkıntılarımızın giderilmesinde büyük mücadele veren Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Sayın Mehmet Görmez kendi çalışmaları ile Avrupanın çeşitli bölgelerinde yaşayan insanların karşılaştıkları problem ve sıkıntılarını büyük bir titizlik ve özenle takip etmektedir. Maalesef, her gün karşılaştığımız problemler hiç de az değildir. Balkanlar, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başlarında, o günkü Osmanlı İmparatorluğunda hilafet merkezinden ayrılmıştır. Asırlarca siyasi ve devlet yapısı itibariyle bir bütünlük oluşturan İslâm dünyasından da ayrılan Balkan müslümanları, artık farklı ve bizce bilinmeyen ideolojilere sahip yabancı devletlere bağlanmıştır. O günden itibaren her gün üzerimize baskı yapılmakta, kimliğimiz reddedilmekte, İslâmi kimliğimiz ve kökenimiz kınanmaktadır. Dini hak ve hürriyetlerimiz, ibadet ve inançlarımızı korumak için mücadele verdiğimizden dolayı tarih boyunca zülüm ve ölümlere maruz kaldık ve maalesef 20. asrın sonunda da toplu bir soykırıma maruz kaldık. İnsanların en çok güvendiği âlimlerimiz, entelektüel zenginliğimize ve daha önceki âlimlerimize dayanarak, fiziki ve manevi açıdan ellerinden geldiği kadar halkı savunmaya çalıştılar. Üçüncü milenyum (binyıl) Müslümanlar için çok dramatik bir şekilde başladı. 11 Eylül 2001 yılında ABD’de meydana gelen saldırı olayı, Müslüman topraklarında büyük fırtınaların kopacağının habercisi niteliğinde idi. Artık bundan sonra İslâm dünyasına kaygı, korku ve acı hakim oldu. Söz konusu bu olaylardan daha önce, öncelikle Filistin meselesi, sonrasında İran devriminden dolayı Batılı ülkeler İslam dünyasına her gün baskı uyguluyordu. Filistin halkının trajedisi, onlara uygulanan zulümler, acımasız katliamlar, yağmalamalar, topraklarının zorla gasp edilmesi ve vatanlarından kovulmalar büyük travmalara neden olmuştur. Böyle bir sorunu kökten çözmemiz gerekirken, onu sürekli olarak ertelememiz, şiddete karşı şiddet ile mücadele verilmesi ve sonucunun hiç düşünülmeden hareket edilmesi fikri belli bir gurupta hâkim olmuştur. Maalesef, büyük ve zor meseleleri çözme yaklaşımında akıl ve sabır kaybedilmiş, önemli işlerin yürütülmesinde duyguların egemen olması, Filistinlilerin trajedisini daha da arttırmıştır. Bazı Müslümanlar, artık ümmetin birikmiş sorunlarını çözmek için iş yaptıklarını söylemeye başladılar. Ancak, Kraliçe Belkıs misalinde olduğu gibi, onların bu meseleleri çözmek için ne akılları ne de hikmetleri vardı: "Krallar bir memlekete girdi mi orayı harap ederler ve halkının ileri gelenlerini zelil hale getirirler. İşte onlar böyle yaparlar" (Kur’an 27/34). Bu durum sadece Müslümanların acılarını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. 8 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Böylece İslâmın kalbinde bir girdabın ortaya çıkmasıyla, Müslümanların bir arada yaşama kültürü, yüzyıllarca korunan miras ve gelenek uçurumun kenarına itilmiş, eski bölünmeler ve tehditler yeniden alev alevleniyordu. Oysa, eski nesiller dogmaya (itikadı) dayalı değil, yaşamaya dayalı bir dünyayı inşa etmeyi başarmışlardı. 20. yüzyılın başında, İslâmın geleneksel merkezlerinin dışında eğitim gören entelektüellerin, eski ulemamızın argümanlarını/delillerini incelemeye hiç niyetleri yoktur. Dünyaya bakış açıları geleneksel ulemanın belirlediği bazı kalıp çizgileri tek hakikat kabul ederek, Müslümanların birliğini hiçe sayma pahasına bu fikirlerini yaymaya başladılar. Geleneksel ulema – kısmen de olsa- ümmetin tek parça halinde kalmasını gözetirken, yeni “entelektüeller” toplumun parçalanması pahasına inanç saflığı üzerinde duruyorlar. Bu durum, maalesef günümüzde de devam etmektedir. Bir zamanlar birlikte yaşama ve birbirine karşılıklı saygı gösterilen bir dünyanın aksine, bugün İslâm dünyası tabir yerindeyse karşılıklı çatışma alanı içinde siyasi, ilmi ve manevi merkez özelliğini kaybetmiş bulunmaktadır. Dışarıdan görünen parçalanmaların fiili tezahürü görünmeden önce değerler sistemimizin parçalanması çoktan bir buhran olarak karşımızda durmaktadır. Yaşadığımız asrının efendileri, artık bir zamanlar çağın önder sıfatı taşıyan hukukçular, feylesoflar ve sufiler değildir. Onların yerini maneviyattan mahrum, ilimsiz ve İslâm ümmetini kucaklayacak sorumluluk duygusundan uzak benciller ve maceracı insanlar almıştır. Ayrışmalar neticesinde ortaya çıkan böylesi bir ortamda, katil ordular tarafından öldürülen (Müslüman ve gayr-i müslim) insanları, zalimlerin yaptıkları vahşi zulümleri çaresizce seyrediyoruz. Vatanları ve milletlerinin hatıralarını ve geleneklerini yok eden vahşi katil sürülerinden canlarını kurtarmak için uzun katarlar halinde kendi evlerinden, ocaklarından kaçıp, göç eden insanları öyle görünüyor ki, daha süre seyredeceğiz. Bildiğimiz dünya, büyük bir depremin yarattığı feci son misâli yavaş yavaş yok olmaktadır. Saldırıya uğrayıp, yok edilen her millet, hiçbir empati duygusu taşımayan, dünyanın medeniyet beşiğine mensup insanları tarafından yok ediliyor. Amaçlarına ulaşana kadar söz konusu durumun sakinleşmesini beklemek, maalesef imkansızdır ve yıllardır süren bu facianın büyüklüğünden bahsetmek için maalesef henüz çok erkendir. Dünya kamuoyu, şimdilk sadece ölülerin sayısını sayma ve mülteci korkusu ile uğraşmaktadır. Daha da kötüsü, en çok Müslümanları vuran bu trajediye Müslümanlar tarafından herhangi bir çözüm üretilememesidir. Onlar ne küresel düzeydeki sorunlar, ne de kendi kaderlerindeki belirleyici unsur değillerdir. İslâm dünyasında birlik (hilafet) sağlanmadığı sürece, Bosna’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de, Miyanmar’da ve daha nice yerlerde müslümanların trajedisini, öldürülen ve boğulan Müslüman çocuk ceset- lerini görmeye, güvenilir bir bölgeye ulaşmak için diyar diyar dolaşan Müslümanları izlemeye daha uzun bir süre devam edeceğiz. Savaşın yarattığı fırtına sonunda, şehit düşen ve Türkiye kıyılarında bulunan Müslüman çocuk cesetleri, islâmi siyasi hareketlerle, ideolojiler, Müslümanların içinde bulundukları durumu en iyi tasvir eden örnektir. Türkiyeyi hariç tutarsak, “Müslümanların İslâmlaştırılması” projesi dışında etkili olacak hiçbir siyasi, ekonomik veya kültürel program sunulmamaktadır. Cuntalara ve iktidara karşı bir alternatif sunma başarısızlığı hayal kırklığının ötesine geçememiştir. Müslüman toprakları yağmalayan guruplar bunun bir neticesidir. Elimizdeki mevcut bilgilere göre, bu kötülük her geçen gün büyümekte ve onu durdurmak için büyük güç ve kararlılık gerekmektedir. Günümüz Müslüman dünyasının durumu Moğol istilası ile başlayan zamana çok benzemektedir. İslâm tarihinde yaşadığımız bu dönem, vandallık ve şiddet içinde süregelen bir dönem olarak anılacaktır. Bu dönem, sonunda yeni bir başlangıcı müjdeliyor mu, bunu ancak önümüzdeki zamanlar gösterecektir. Zaman en iyi şahittir. Balkan Müslümanlarının yaşadığı bölgeler, şimdi Batı Avrupa’da kurtuluş arayan Suriye’den, Irak’tan ve diğer ülkelerin mültecilerinin göç güzergahı olmuş durumdadır. Bundan sadece yüzyıl önce Hıristiyan vahşilerden canlarını kurtarmak için bugünkü Suriye ve Türkiye topraklarını yani, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kurtuluş ümidi arayan binlerce Balkan Müslümanı göç etti. Toplumun hafızasında iz bırakan söz konusu travmalar yıkıcıydı. Aynı şey bugün Suriye ve Irak halkı için geçerlidir. Ellerinde şehadet yazılı bayrakları taşıyan insanlar tarafından böyle bir duruma getirildiklerini anladıklarında hayal kırklığına uğrayacaklardır. Allah Teala tarafından alemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed a.s.’in misyonunun bizim için olduğuna inananlar olarak, onun misyonuna ihanet ettiğimiz duygusu içerisindeyiz. Zira, onun; “İki Müslüman birbirine kılıç çekerse, öldüren de öldürülen de cehenneme gider" sözlerini unuttuk. Son günlerde bir sohbet esnasında şunu işittim: “Suriye’de birkaç ordu savaşıyor ama, hiçbir tarafta şehit yoktur. Öyle zannediyorum ki, kana bulaşmamak için oradan kaçanlar şehittirler” Bu ülkelerdeki trajediyi azaltmak üzerimize düşen en büyük sorumluluktur. Uzun vadeli planları yaparken, İslâm dünyasına barışı, adaleti ve hürriyeti getirmek için düşünmemiz, planlar yapmamız ve çalışmamız gerekecektir. Ümmetimizin istikbali buna bağlıdır. İslâm dünyasının gözleri Türkiye’ye dönüktür. Önümüzdeki günler ve yıllar bu beklentilerimizin ne kadar isabetli olduğuna şahitlik edecektir. Mülk sahibi olana Allah Teala’nın yardımına sığınırım. 9 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Dr. Mahmut El Habbaş Baş Kadı, Diyanet İşleri Başkan Müsteşarı ve İslami İlişkiler Bölüm Başkanı Allah'ın Selamı Rahmeti Ve Bereketi Üzerinize Olsun Kıyamete kadar Filistin devleti olarak isimlendirilecek, Filistin devletinden huzurunuza geldik. Barış peygamberinin, adalet elçisinin ve özgürlük nebisi Muhammed bin Abdullah s.a.v.’in miraca çıktığı yerden.. İki kıblenin ilkinden, İsa a.s.'ın toprağı ve beşiğinden, peygamber ve gönderilmişlerin topraklarından, sahabelerin diyarından, peygamberimiz s.a.v.’in bedenlerini kuşatan yerden, İslam'ın sancağını, adaletin sancağını ve hürriyetin sancağını yükselten şehit ve gazilerin topraklarından... Ancak bizim toprağımız olan Filistin bugün barıştan mahrum, adaletten mahrum, bağımsızlıktan mahrum... Halkımız işgal altında, sıkıntılar altında... Bu işgal ki zulüm, düşmanlık, baskı ve despotluğun en çirkin yüzüdür... Topraklarımıza tecavüz eden, haklarımızı çalan, babalarımızı ve dedelerimizi kovan, yüzlerce binlerce hatta yüzbinlerce masum insanı öldüren, köyleri ve şehirleri tarumar eden işgal.. Bugün bizleri ve Müslümanları mukaddesatına ve mübarek Mescidi Aksa'yı varmaktan engelleyen, aynı zamanda Hıristiyanları da kiliselerine ve kendi mukaddesatına varmaktan engelleyen işgal.. Bizim bayrağımızı açmamızı istemeyen, devletimizi kurmamızı, hayatımızı, kültürümüzü ve dinimizi icra etmemizi istemeyen işgal.. Beyti Makdis’de ve Beyti Mukaddes’in civarında ezan okunmasını engelleyen ve istemeyen İsrail işgali... Kıymetli kardeşlerim ve bacılarım, bizler ne kimseye karşı düşmanlık yapıyor, ne de haddi açıyoruz. Ancak ne düşmanına boyun eğiyor, ne de düşmanlığı kabulleniyoruz. Allah'tan başkasına boynumuzu bükmüyor, sadece Allah'a rüku ediyoruz. Dinimizi savunmak, topraklarımızı savunmak, mukaddesatımızı savunmak ve bağımsızlığımızı savunmak için ölüyor, ama asla eğilmiyor ve zulme razı olmuyoruz. Elleri- mizi barışa uzatıyoruz.. Adalet ile olan barışa, hak ile olan barışa ve hürriyet ile olan barışa... Herkes için barışı istiyoruz.. Bir münasebetle bizler Yahudilere düşmanlık etmiyor ve Yahudilerle savaşmıyoruz. Yahudiler İslam devletinin gölgesinde güvenle yaşamışlardır. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in devletinin gölgesinde yaşamışlardır. Ancak bizler işgale karşı duruyor, zulme karşı duruyor ve düşmanlara karşı duruyoruz. Yüce Rabbimiz bizlere kendimizi savunmamızı emretmiş ve “Sizlerle savaşanlar ile Allah yolunda savaşın ve haddi açmayın. Muhakkak Allah haddi aşanları sevmez” buyurmuştur. Bizler haddi açmıyoruz. Yüce Rabbimiz haddi aşanlar hakkında onları nerede bulursanız öldürün buyurmuş, ama kafirler için böyle buyurmuştur. Biz adalete dayalı bir barış istiyoruz. Belki de bu günlerde tamamen adaleti elde edemeyecek, belki de yapılan siyaseti çözüm teklifleriyle gerçek adaleti sağlayamayacağız. Bunu kesinlikle biliyoruz. Örneğin iki devlet şeklindeki çözüm teklifi adil bir çözüm değildir. Bu Filistin’in hakkının %78’den fazlasının Filistin devletinin elinde olmaması, yani bütün sınırlarımız ve topraklarımızdan mahrum bırakılmamız, kendimize ait bir devlet, ilim, marş ve hürriyetimiz olmaması anlamına gelmektedir. Buna ne Allah razı olur, ne de insanlık razı olur. Ellerimiz barış için bütün dünyaya uzanmış durumda. Müslümanlar barış elçileridir, Müslümanlar adalet elçileridir, Müslümanlar hürriyet elçileridir. Türkiye Cumhuriyetine teşekkürler. Babamız İbrahim a.s.’ın beldesinde, Filistin El Halil şehri ile kardeş olan bu şehirde böylesine mübarek bir mekanda bugün bizleri aranıza davet ettiğiniz için sizlere teşekkür ederim. Allah'ın selamı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun... 10 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Nihat Çiftçi Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanı fe ve astroloji gibi alanlarda dünyanın ilk üniversitesi olarak ilim ve irfan yurdu olmuştur. İbn-i Teymiye, Sabit bin Kurra, Sinan Bin Sabit, Ümmül Hayr, El Battânî, Cabir Bin Hayyan bu bereketli topraklarda yetişmiştir. Sayın Bakanım, Sayın Diyanet İşleri Başkanım, Sayın Valim, Ulusal ve uluslararası bazda toplantıya teşrif eden değerli bilim insanları, Urfa Akademisi ve tarihi Harran Üniversitesinden yetişen bu âlimler eserleri ile dünya medeniyetine büyük katkı sağlamış; ilim, felsefe ve sanatta modern Batı düşüncesini de etkilemiştir… Saygıdeğer misafirlerimiz, Değerli dostlar, Hanımefendiler, beyefendiler, Şanlıurfa, peygamberler evliyalar ve şairler şehridir. Sizleri İslam Âleminin ve mazlumların son sığınağı olan ülkemiz, tarihin ve insanlığın başlangıç noktası olan kadim şehrimiz, ensar halkımız ve şahsım adına saygı ile selâmlıyorum. Hz. Şuayb, Hz. Nuh, Hz. Eyyub, Hz. Elyasa Peygamberlerin yanı sıra yeryüzünde yaşayan insanların yaklaşık %70’inin mensup olduğu üç kutsal din, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerinin atası İbrahim peygamberin Urfa’da olması, Urfa’yı bir inanç merkezi haline getirmektedir. Sayın Millet Vekilleri, Başta dünyanın ilk tapınağı Göbeklitepe olmak üzere birçok medeniyete ve kültürel mirasa hamilik yapan bu kadim kentte sizleri ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz. Âlimler ve Evliyalar diyarı “Peygamberler Şehri” Şanlıurfa’ya hoş geldiniz safa getirdiniz efendim. Saygıdeğer katılımcılar, İslâm tarihçileri ve coğrafyacılarına göre Nuh Tufanı’ndan sonra yeryüzünde kurulan ilk yerleşim merkezlerinden biri olan Urfa, İslâm Medeniyeti tarihinde de önemli bir şehir olma özelliğini korumuştur. Urfa, enbiyası, evliyası, ereni, ermişi ile gönül sultanlarının mekânı, muhabbetin başkentidir.. Âlimi, din adamı, filozofu, düşünürü, yazarı, şairi, seyyahı, ressamı, sanatçısıyla ünlü olan Urfa, mistik ve otantik yapısıyla ve sahip olduğu özgün mirası ile hala ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Değerli konuklar, Tarihi Harran şehri, bağrında taşıdığı kültür varlıklarının yanı sıra tarihsel misyonu ile din, kültür, sanat edebiyat, felse- Hz. Eyyub sabır damlalarını bu topraklarda yudumlamıştır. “Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” İlahi emriyle Nemrutun ateşi burada sönmüştür. Değerli misafirler, Mezopotamya olarak tabir edilen bu coğrafya, sahip olduğu değerler itibarı ile insanlığa ve insanlığa ait değerlere her zaman beşiklik etmiş, sayısız medeniyetler bu topraklarda boy atıp gelişmiştir. Bu medeniyetlerin kültürünü, sanatını, yaşam biçimini bu mekânlara nakış nakış işlediğini görmek mümkündür. Bu nedenle Zirve’nin şehrimizde yapılması çok anlamlı ve önemlidir. Burada “Uluslararası İslâm Bilgeleri Zirvesinde” konuşacak olan aydınlar ve bilim insanları inanıyorum ki; hepimiz için yol gösterici meşaleler yakacaklardır. Bu güzel programa emeği geçen herkesi kutluyorum. Şanlı şehrimizde misafir ettiğimiz tüm konuklarımıza, tekrar kalbi muhabbetlerimi arz ediyor, hepinizi saygı ve sevgiyle selâmlıyorum. 11 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Güngör Azim Tuna Şanlıurfa Valisi Çok muhterem Kardeşlerim, değerli Dostlar, Evliya Çelebi’nin güzel ifadesiyle “İbrahim’in nazargahı” dediği güzel şehrimize, Şanlıurfa’mıza hoş geldiniz. Hepinize en kalbi hürmetlerimi arz ediyorum. İslam’ın Evrensel Mesajı: “Barış, Adalet, Özgürlük” temalı Uluslararası İslam Dünyası Bilgeler Zirvesi’ni; peygamberler şehri Şanlıurfa’mızda düzenlemenin bizim için ayrı bir anlamı ve önemi vardır. “Şanlıurfa”mız, her şeyden önce kalbiyle, yüreğiyle konuşan bir şehirdir. Çünkü bu şehrin kalbine; insanlığa bir serinlik ve selamet olan değerler ekilmiştir. Bu şehirde “Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” ilâhi emriyle Nemrutların ateşi, gördüğü rüyasına sadakat gösteren Hz. İbrahim’den beri sönmeye mahkûmdur. Köklü tarihi ile İslâmın evrensel mesajının hayat bulduğu; peygamberlerin, evliyaların ayak izleriyle şereflendirdiği bu mübarek beldede, Uluslararası İslam Dünyası Bilgeler Zirvesi’ni gerçekleştirmeyi Şanlıurfa Valiliği olarak bir onur vesilesi saymaktayız. Davetimize büyük bir tevazuyla icabet ederek, çalışmamıza değerli katkılar sunacak olan çok kıymetli ilim-irfan ehli siz sayın misafirlerimize bu vesileyle şükranlarımı sunuyorum. Yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların lanetlendiği bir dinin mensubu olarak hepimiz yakinen biliyoruz ki tuzak kuranların tuzaklarını Allah bozar. Hatta o kadar yakinen biliyoruz ki son olarak biz bunu milletçe 15 Temmuz’da yaşadık. Tuzak kuranların tuzağı 15 Temmuz’da bir kez daha bozulmuştur. O karanlık gecede Hakk’a tapan milletimizin kalbi olan Meclisimiz bombalanmış, göğsü imanla dolu kahramanlarımızın üzerine kurşunlar sıkılmıştır. İslâmın temel mesajının ele alınacağı bu Zirve’de bu vesileyle şunu muhakkak dile getirmek gerekir: Milleti alçakça vuran bu darbe; bir insanı öldürmeyi bütün bir insanlığı öldürmekle eş değerde tutan dinimizi hain ve çirkin emellerine alet edenlerce gerçekleştirilmişti. İşte tam da bu noktada hepimize düşen görev, her zamankinden daha büyük hassasiyet, her zamankinden daha büyük dikkat ve her zamankinden daha büyük çaba gerektiriyor. “Şirke bulaşmadan iman etmeyen”, takiyyeyi hayat tarzı hâline getirmiş hainlerin tuzağını, yine İslâmı terörle özdeş hâle getirmeye, bu konuda bir “fobi” oluşturmaya çalışanlara karşı, her zamankinden daha uyanık olmalıyız. İslâmı terörle ilişkilendirme gayretleri de bu bağlamda çağımızın yeni bir tuzağıdır. Tuzak kuranların tuzağını bozan Rabbimiz, ‘Emrolunduğu gibi dosdoğru olan”, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, ilkeli, güzel ahlâklı nesiller vesilesiyle inşallah bu tuzağı da bozacaktır. Zira tarih boyunca var olan Hak-Batıl mücadelesinde batılın galip gelmesi söz konusu bile olamaz. Büyük Türkiye mücadelemizde 15 Temmuz’da millî iradeyi tankların altında çiğnetmeyen aziz milletimizin her ferdi; bir olmak için, iri olmak için, diri olmak için; iyilikte, güzellikte ve barışta girdiğimiz yarışta “evet ben de varım” diyerek 15 Temmuz Demokrasi Zaferi’ni taçlandıracaktır. Sadakatin ihanete galip geldiği, millî birlik ve beraberlik ruhunun tazelendiği bu günlerde, geleceğe daha ümitle, daha güvenle bakıyoruz. Nitekim birbirimizi sevmekle emrolunduğumuz bir inanç dünyamız var. Bütün insanlığın bir tarağın dişleri gibi eşit olduğu bir inanç dünyamız var. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” şeklinde bir yönetim geleneğine sahibiz. “İnsan”ı ulvi ve şerefli bir varlık olarak niteleyen bir milletiz. Hâtta öyle ki gönlü Kabe’den üstün tutarak gönül yıkanların iki cihan bedbahtı olacağına inanan, bu hususta hassasiyet ve zarafet sahibi bir milletiz. Zira Yaradılan’ın evi olan gönlü incitmeyişimiz, o evin asıl sahibine olan hürmetimizden ileri gelmektedir. Bu bakımdan Batı ülkelerinin her fırsatta diline doladığı, ancak “insanına göre” çifte standart uyguladığı insan hakları konusu, bizim için, her şeyden önce bir iman meselesidir. İnsan haklarının bayraktarlığını yapan Batı ülkelerinin, meselâ göçler karşısında, üzerine düşeni yapmayışı, İnsan Hakları Beyannamesi’nin hükümleriyle çelişmektedir. Oysa halka hizmeti Hakk’a hizmet olarak gören devletimiz ve devlet büyüklerimiz için mazlumun yanında olmak, her şeyden insan olmanın gereğidir. Suriyeli kardeşlerimizin Şanlıurfa’ya gelişiyle gönül memleketimiz daralmamış, bilakis gönlümüz daha da genişlemiştir. “Bir Ensar da biz olalım” diyen Şanlıurfa’da şimdi hep birlikte bir göç tarihi yazıyoruz. Halil İbrahim bereketiyle kardeşlerimize kucak açarak “İbrahim’in milleti” olduğumuzu bütün dünyaya bir kez daha gösteriyoruz. Çünkü İlâhi Kelam’ın “Vellezîne tebevveud dâre vel îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcera ileyhim” şeklinde buyurduğu gibi kendilerine göç edip gelenleri sevenlerdeniz. Bütün bu iyi- 12 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük liklerde, güzelliklerde temel motivasyon kaynağı, elbette İslâmın ta kendisidir. Yüksek insani değerler üzerine inşa edilen medeniyetimizde tarih boyunca her nerede olursa olsun, hangi yüzyılda yaşamış olursa olsun bütün gönül mimarlarımız, bütün bilgelerimiz bizlere bir tek yönü işaret eder. Onlar; iyiliği emretmeleri ve kötülükten sakındırmaları; hakkı, sabrı, merhameti tavsiye etmeleri sebebiyle gönlümüzde taht kurmuşlardır. “Biz sevgiden sudûr ettik, sevgi üzerine yaratıldık, sevgiye doğru yöneldik ve sevgiye verdik gönlümüzü.” diyen İbnü’l-Arabî ile “Davanın esası sevgi olmalıdır” diyen Şeyh Edebalî’nin sözünde ayrı gayrı yoktur. Eşrefi mahlûkat olan insanda evvela ruhi ve ahlaki arınmanın önemine dikkat çeken ve erdemli toplumu anlatan Farabi ile Hoca Ahmed Yesevî’nin hikmetleri aynı menzile gider. Üç gün sürecek olan Uluslararası İslam Bilgeleri Zirvesi’nde, Şanlıurfa Valiliği olarak bu büyük ummana bir damla katmayı; iyiliklere, güzelliklere kapı aralamayı; küresel barışa, küresel kardeşliğe katkıda bulunmayı hedefliyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle salih amellerde bulunanlardan, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerden olabilmek ümidiyle İslâmın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük” temalı Uluslararası İslâm Dünyası Bilgeler Zirvesi’nin verimli geçmesini temenni ediyor, çalışmada yüreğini ortaya koyan herkese teşekkürü borç biliyorum. Hz. İbrahim’in nazargâhına, Şanlıurfa’mıza tekrar hoş geldiniz diyor, hepinizi en kalbi hislerle selâmlıyorum. 13 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Dr. İsmet Yılmaz T.C. Milli Eğitim Bakanı Muhterem Diyanet İşleri Başkanı ve gönül coğrafyamızın dört bir tarafından peygamberler şehri Şanlıurfa’ya gelen kardeşlerimiz: Hepinizi sevgiyle, saygıyla, muhabbetle selamlıyorum, Allah yüzünüzü ak eylesin. Evinize, yurdunuza, vatanınıza; İbrahim ve Eyüp Peygamberin Şehri’ne hoş geldiniz. Burası her zaman sizin evinizdir. Bu zirveyi düzenlediği için Şanlıurfa Valiliğimize, katkıda bulunan Belediye Başkanlığımıza, Harran Üniversitesine ve en büyük katkıyı veren Diyanet İşleri Başkanlığımıza huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Muhakkak ki İslâm Dünyası, günümüzde büyük sıkıntılar içerisindedir. Ancak umut da vardır. Gecenin en karanlık olduğu nokta, sabaha en yakın olan noktadır. Sıkıntılar olacaktır. Çünkü pişmeden, yanmadan olabilmek mümkün değildir. İnanıyoruz ki bunlar bu ümmet için, bu coğrafyanın insanları için bir sınavdır. Hepimiz bir sınavdan geçiyoruz. İşte bu sınavdan yüz akıyla çıkabilmenin yolu; mazlumların yanında olmak, kimsesizlerin yanında olmak, birlik ve dayanışmamızı arttırmaktır. Biz ne kadar birlik ve dayanışmamızı arttırırsak, inanıyoruz ki o aydınlık günler çok daha yakın olacaktır. Bu anlamda, bu zirvenin, düzenleniş amacına ulaşacağından hiç şüpheniz olmasın. Güzel bir söz var bizim kültürümüzde: “Sana senden gelir bir işte ancak tat lazımsa, ümidin kes gayrı imdat lazımsa” derler. Elbette ki problemlerimiz var, ama bunları bir olursak, beraber olursak mutlaka ve mutlaka çözeceğiz. Çünkü biz inanıyoruz ki; Allah nurunu tamamlayacaktır, O her şeye kadirdir. Ama sabretmek lazım. İnşallah aydınlık günler bize geliyor, bizi bekliyor. Bundan hiç şüphemiz yok. Ne yapmalıyız? Daha çok bir araya gelmeli, İslâm’ın evrensel mesajları olan ‘Barışı’, ‘Adaleti’, ‘Özgürlüğü’ mutlaka her ortamda dile getirmeliyiz. Bundan da usanmamalı, yorgunluğa düşmemeli, ümitsizliğe kapılmamalıyız. İnşallah bu zirve yerinde, zamanında olmuştur. Bunların sayısının mutlaka artması gerekmektedir. Dolayısıyla bu toplantıyı düzenleyen ve katkı veren bütün kardeşlerime huzurlarınızda bir kez daha teşekkür ediyorum. Allah iki cihanda yüzlerini ak eylesin. Müsaadenizle, bizim bir öğretmenimizin bir dörtlüğü ile konuşmama son vermek istiyorum. Diyor ki: “Karışma hikmetine / Dokunur gayretine / Sahibi hürmetine / Kulu incitme gönül.” Hepinizi saygıyla selamlıyorum. 14 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbi’l âlemin. Vessalâtü vesselâmü ala rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. Bizleri Hazreti İbrahim’in tevhit mücadelesini başlattığı bu mübarek, bu güzel şehirde İslâmın evrensel mesajları barış, adalet ve hürriyeti konuşmak üzere biraraya getiren Yüce Rabbimize sonsuz hamdüsenalar olsun. Hazreti Âdem’den Hazreti İbrahim’e, Hazreti İbrahim’den Resulü Ekrem Muhammed Mustafa’ya (sas) kadar yolumuzu aydınlatan bütün peygamberlere salat ve selâm olsun. Saygıdeğer Bakanımız, Çok kıymetli Bosna Hersek Reis-ul Uleması değerli dostum, Filistin’den, Kudüs’ten toplantımıza teşrif eden çok kıymetli Doktor İkrime Sabri, Saygıdeğer Habbaş Beyefendi, Balkanlardan gelen çok kıymetli kardeşlerim, Rusya’dan, Kafkasya’dan gelen kıymetli dostlarım, Ülkemizden salonumuzu teşrif eden çok kıymetli ilim adamları, Peygamber mirası olan ilim sahibi bilge şahsiyetler, Öncelikle sözlerime başlarken hepinizi sevgiyle, saygıyla, muhabbetle selâmlıyorum. Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, feyzi, fazileti, afiyeti, atıfeti üzerinize olsun. Şanlıurfa, medeniyetimizin kalbi olan bir şehirdir. Şanlıurfa, Hazreti İbrahim’in bu topraklara yadigârıdır. Şanlıurfa’nın ülkemiz içerisindeki varlığı bizim için bir şereftir. Şanlıurfa, “şehirlerin anası” Mekke ve “gökten inen şehir” olarak bazı şairlerimizin tavsif ettiği Kudüs’ten ayrılmaz, ayrılamaz. Bu coğrafyaları Hazreti İbrahim birleştirmiştir. Hz. İbrahim, ümmetleri birleştirdiği gibi, inananları birleştirdiği gibi coğrafyaları da birleştirmiştir. Hz. İbrahim’in mekânındayız. Onun tevhit mücadelesini başlattığı mübarek şehirdeyiz. Yüce Rabbimizin Hazreti İbrahim’le ilgili ifade buyurduğu bir ayet-i kerimeyi hatırlatmak isterim. Malûm olduğu gibi ümmet insanlardan oluşan bir topluluktur. Ancak bir insan var ki tek başına bir ümmettir. “Kuşkusuz İbrahim, başlı başına muvahhit bir ümmet idi. Bir tevhit önderi idi” (Nahl 16/120) Tevhidi temsil eden, vahdeti temsil eden başlı başına bir ümmet idi. Değerli konuklar, Hanımefendiler, Beyefendiler, “Uluslararası İslâm Bilgeleri Zirvesi” sempozyumunun başlığı “İslâm’ın Evrensel Mesajı; Barış, Adalet ve Özgürlük”tür. Hazreti Âdem’den Resulü Ekrem’e (sas) kadar bütün peygamberler barışın, adaletin, hürriyetin temsilcileri olmuştur. Bütün peygamberlerin yeryüzündeki mücadeleleri, yeryüzünü ifsat olmaktan kurtarmak, barışı, adaleti, merhameti, tevhidi ve de gerçek özgürlüğü yerine getirmek içindir. Bu sempozyumda “Barış, Adalet ve Özgürlüğü” ele almak, İslâm’ın kendisini konuşmak demektir. Son yıllarda her Müslümanın sözüne başlarken “İslâm barış dinidir” diye söze başlaması kalbime dokunuyor. “Güneş ışık verir”, “gündüz aydınlıktır”, “gece karanlıktır” demek ne kadar zait cümle ise, “İslâm barış dinidir” “İslâm adalet dinidir”, “İslâm hürriyet dinidir” demek de o kadar zaittir aslında. Üzülerek ifade edeyim ki bugün iman beldeleri emanı kaybetti, İslâm beldeleri selâmı kaybetti. Hakk’a inananlar adaleti kaybetti, tevhide iman edenler gerecek hürriyeti kaybetti. Bugün, Müslümanlar barıştan, adaletten ve hürriyetten söz ederken sanki kaybettikleri, yitik sahibi oldukları bir değer gibi bahsetmeye başladılar, bu bizim bir eksiğimizdir. Değerli ilim adamları, Kur’an’ın dilinde “barış”ın karşılığı bildiğiniz gibi “selâm”dır. “selâm”, sadece savaşın, harbin zıddı değildir. “Selâm”, sadece çatışmasızlık hâli de değildir. Selâm’ın bir ahlâkı vardır, selâmın bir hukuku vardır, selâmın ve barışın bir felsefesi vardır. Ve dini mübin-i İslâm sadece barıştan söz etmemiş, 15 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük barışın ahlâkını ikame etmiştir. Sadece selâmdan söz etmemiş, selâmın hukukunu yeryüzünde egemen kılmıştır. Bizler nice medeniyetler kurduk. Merhamet medeniyetlerinde selâmın hukukunu ve barışın hukukunu hâkim kıldık ve yeryüzünü inşa ettik. Yüce Rabbimiz aynı zamanda “es-Selâm”dır. “Selâm”, Rabbimizin adıdır. derken, biz Rabbimizi selâmın en büyük kaynağı olarak kabul etmiş ve iman etmiş oluruz. Yüce Rabbimiz “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin.” (Bakara 2/208) derken, adeta İslâm ile selâm, İslâm ile barış aynı manada, aynı kelimeler olarak kullanılmış ve kabul edilmiştir. Biz Müslümanların en büyük şiarı, (Buhârî, Îmân, 6) Tanıdığımız ve tanımadığımız her insanı gördüğümüzde “es-selâmu aleyküm” demektir. Bu şekilde barışı ilân ederiz. Selâm, öteki ile ilişkilerde ahlâka riayettir. Ötekinin ahlâkını gözetmektir. Biz sadece dirilerimize selâm vermeyiz, ölülerimize de selâm veririz. Mezarlıktan geçerken ölülerimiz sanki hayattaymış gibi selâm veririz. Çünkü biz hayatı sadece dünyadan ibaret kabul etmeyiz, çünkü biz ölümü yok olmak olarak değerlendirmeyiz. Onun için sadece hayatta olanlara değil, ölülere dahi selâm veririz. İslâm’ın Yüce Kitabı selâmın yollarını, barışın yollarını göstermek için nazil olmuştur. Kur’an bizzat kendisi bunu ifade buyurur. (Mâide 5/15-16) Bu Kur’an, bu Kitap, bu ışık, bu nur bütün insanlara selâmın yollarını, barışın yollarını göstermek için gelmiştir. Selâmın ve barışın ilk adımı insanın kendisiyle barışık olmasıdır. Barışı ortadan kaldıran en büyük amil insanın kalbinde, insanın aklında başlar. İnsanın kendisiyle savaşmaya başlaması yeryüzündeki bütün mefsedetlerin kaynağıdır. Barış ve selâm önce insanın kendinde başlar. Selâmın ve barışın ikinci adımı ötekiyle barışık olmasıdır. Hangi inançtan, hangi ırktan, hangi renkten, hangi coğrafyadan olursa olsun makamı, mevkii ne olursa olsun ötekiyle barış içinde olmaktır. Selâmın ve barışın üçüncü adımı; varlıkla, bütün kâinatla barışmaktır. Ağaçlarla, taşlarla, dağlarla, ovalarla kısacası tüm kâinatla barışık olmaktır. Bugün barışı kaybeden insan kâinatla savaşıyor. Kâinata tahakküm ediyor. Bir zorba gibi tüm kâinata ve tabiata hükmetmeye çalışıyor. Güç tutkusuyla bütün kâinatı kötülüğe zorluyor. Mefsedeti yayıyor. Sayın Bakanımız, Değerli Konuklar, Yüce Rabbimiz kitabında ifade ettiği gibi bize ümitsizlik yoktur. Bize ümitsizlik haramdır. Durumu tespit etmek açısından kâinatın ezeli tercümesi olan yüce kitaptan hareketle bugünün dünyasını okuduğumuz zaman, kötülüğün küreselleştiğini görüyoruz. Küresel bir kötülükle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Coğrafyamızda yaşadığımız bütün acılar, kâinatı işgal eden, kâinatı kuşatan küresel kötülüğün bir parçasıdır. (Rûm 30/41) İnsanların yapıp ettiklerinden dolayı, insanların yanlışlıklardan dolayı fesat, mefsedet, bozgunculuk bütün yeryüzünü sardı, karayı, denizi sardı. Onun için her mümin aynı zamanda muslih olmak zorundadır. Fesada karşı salah müfside ve bozguncuya karşı her mümin selâmın temsilcisi olmalı, muslih olmak durumundadır. Yüce Rabbimiz Hazreti Şuayib’in dilinden bütün peygamberlerin yeryüzündeki vazifesini şöyle ifade buyurmaktadır: (A’râf 7/85) Benim Rabbimin bana verdiği güç ve kudret nispetinde tek gayem, yeryüzünü ıslah etmek, her türlü kötülüğü ortadan kaldırmaktır. Biz Hazreti İbrahim gibi ateşi selâma dönüştürmekle mükellefiz. Müslümanlar yeryüzünde sadece ateşi söndürmekle mükellef değildirler. Hazreti İbrahim’in milleti, Hazreti İbrahim’in ümmeti, Hazreti İbrahim’in zürriyeti aynı zamanda ateşin yakma gücünü yok ederek, ateşi selâma dönüştürmekle mükelleftirler. Ayette (Enbiyâ 21/69) buyurarak Selâmla ateş beraber zikredilir. Hazreti İbrahim’in Allah ile dostluğu ateşi selâma dönüştürmüştür, ateşi barışa dönüştürmüştür. Bize düşen, yeryüzüne “darü’s-selâm” yapmaktır. Yani yeryüzünü barışın yurduna dönüştürmektir. Yeryüzünü “darü’s-selâm” kılanlar, adı “darü’s-selâm” olan cenneti de hak ederler. Aslolan, kötülüğe rağmen barışta ısrar etmektir. (Furkan 25/63) Cahiller sataşsa dahi, cahillerin seviyesine inmemek, selâmda ve barışta ısrar etmek müminin olmazsa 16 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük olmaz görevidir. Çok değerli katılımcılar, Barışın en büyük eseri adalettir. Adaletin en büyük eseri barıştır. Bu kavramları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hangisi hangisinin sebebi, hangisi hangisinin sonucu belli değildir. Barış, adaletin sebebidir, adalet, barışın neticesidir, hürriyet olmadan da adalet olmaz. Adalet olmadan barış olmaz. Bunlar İslâm medeniyetinin en temel kavramlarıdır, tıpkı ilim, hikmet ve marifet gibi. Selâm, adalet ve hürriyet de İslâm’ın en temel kavramlarıdır. Hazreti Ömer’in ifadesiyle “Adalet mülkün temelidir.” Devletlerin küfrü zulümdür, imanı adalettir. Devlet adaleti kaybettiği zaman imanı kaybeder, zulmetmeye başladığı zaman küfrün yolunu açmış olur. Adalet sadece kendimize adalet değil, asıl adalet ötekine adalettir. Resulü Ekrem’in (sas) en zor zamanlarında dahi adaletten zerre kadar taviz verdiğine şahit olamazsınız. (Mâide 5/8) Bir kavme olan öfkeniz, kininiz, nefretiniz, sizi asla adaletsizliğe sevk etmesin. Rabbimizin bir adı da Hakk’tır. Adaletsizlik haksızlıktır, haksızlık Hakk’a isyandır. Değerli konuklar, Harvard Üniversitesinin Hukuk Fakültesi açıldığında bilim adamlarına adaletle ilgili kadim metinler okutularak tarihteki adalet anlatımlarından en güzel üç tanesi seçilmesi istenmiştir. Seçilen bu metinleri de Hukuk Fakültesinin duvarlarına asmaya karar vermişlerdir. Araştırmanın neticesinde ilim adamları, hep birlikte Kur’an-ı Kerim’den bir ayetin Hukuk Fakültesinin duvarına nakşedilmesin karar vermişlerdir. Her ne kadar daha sonra yanına konan resim ile İslâmofobik nefret neticesinde onu izale etmeye çalışsalar da bütün araştırmacılar Nisa Süresinin 135. Ayeti üzerinde ittifak etmişlerdir. Peki, yeryüzündeki kadim bütün metinler içerisinde adaletin en güzel, en kapsamlı anlatımı olarak kabul edilen ve Harvard Üniversitesi hukuk fakültesinin girişinde duvara nakşedilen ayet ne diyor? Ayet-i kerime şunu söylüyor: Ey iman edenler, Allah’ın yeryüzünde şahitleri olarak adaleti ayakta tutunuz. Kendi aleyhinize de olsa, adaletten vazgeçmeyin. Annenizin, babanızın ve akrabalarınızın aleyhine de olsa sakın adaletten ayrılmayın. Resulü Ekrem’in kızı Fatıma ile ilgili verdiği örneği unutmayalım. Bu suçu işleyen kızım Fatıma’da olsa Allah’ın adaletini icra etmekten asla geri duramam. Karşınızdaki insan fakirde olsa, zengin de olsa sakın adaletten ayrılmayın, Asla ayrımcılık yapmayın. Hevanıza uyarak, arzularınıza uyarak adaletsizlik yapmayın. Eğer siz adaleti yerine getirmezseniz Allah onlara karşı adaleti yerine getirmeye daha lâyıktır. Bu ayet, bütün kadim metinler içerisinde adaletin en güzel anlatımı olarak kabul edilmiştir. Bu ayetin nakşedildiği duvarın hemen yanına Magna Carta’yla, Aziz Augustinus’nun birer sözünü de yazmışlardır. O sözlerdeki hafiflikle, bu ayetin muhteşemliğini mukayese ettiğinizde çok açık ve net olarak Allah-ü Teâla’nın bu ayet ile biz müminlere yeryüzünde adaletle ilgili yüklediği vazifeleri görmüş oluyoruz. Değerli konuklar, İslâm’ın adaleti merhamet yüklü bir adalettir. İslâm’da merhamet ayrı, adalet ayrı değildir. İslâm’ın adaleti merhamet yüklü olmak zorundadır. Merhametsiz adalet, adalet değildir. Merhamet zina cezasında, katil cezasında veya başka bir cezada ifade edildiği gibi sadece acıma duygusu değildir. Merhamet adaleti ayakta tutan zemindir. Adalet sadece müeyyidelere indirgendiği zaman adalet değildir, adalet sadece müeyyidelerden de ibaret değildir. Müeyyidelerden ibaret olan adalet kötülüktür. (Şûrâ 42/40) Kötülüğün cezası kendisi gibi bir kötülüktür. Dikkat edersek adalet, Kur’an-Kerim’de ihsanla birlikte geçmektedir. Her hafta Cuma günü hatiplerimiz hutbeyi Allah size adaleti ve ihsanı emrediyor. Ayetini okuyarak bitirmektedirler. Bazen adalet ihsandan üstün, bazen ihsan adaletten üstündür. Kardeşler arasındaki ilişkide ihsan, adaletten üstündür. Aile hukukunda, eşler arasında ki münasebette ihsan, adaletten üstündür, ama devlet ile millet arasındaki ilişkide adalet, ihsandan üstündür. Adaletin haram olduğu yerler vardır, anneniz size haksız yere bir tokat vurmaya kalkışırsa adalet yerini bulsun diye siz elinizi kaldıramazsınız. İslâm’ın adaleti merhamet yüklü bir adalettir. Özgürlük, İslâm’ın yeryüzündeki en büyük gayesidir. Tevhidin en büyük gayesi kula kulluğa son vererek insanı gerçek özgürlüğüne kavuşturmaktır. İslâm âhlakçıları hürriyeti üçe ayırmışlardır; Cismanî-bedenî hürriyet, siyasî-medenî hürriyet ve ahlakî-vicdanî hürriyettir. Cismanî-bedenî hürriyet; hapis olmamak, şehirlerde özgürce serbest dolaşabilmektir. 17 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Siyasî-medenî hürriyet; özgürce yöneticiler belirlemek, idarecileri seçmektir. Ahlakî-vicdanî hürriyet ise; kişinin hevasına, arzularına esir olmamasıdır. Tarih bize âhlakî-vicdanî hürriyetini kaybeden milletlerin siyasî-medenî hürriyetlerini de kaybettiğini, siyasî-medenî hürriyetlerini kaybedenlerin aynı zamanda cismanî-bedenî hürriyetlerini kaybettiğini göstermiştir. Esaret ve özgürlük bu açılardan da ele alınmalıdır. Ben sözlerime son verirken, coğrafyamızı kuşatan emandan ve selâmdan mahrumiyetin bir an önce ortadan kalkmasını Yüce Mevlâdan niyaz ediyorum. Coğrafyamızı kuşatan cinayet şebekelerinin İslâm’ı kirleterek yeryüzünde oluşturdukları fitne en büyük mefsedettir. Unutulmamalıdır ki en büyük mefsedet, maslahat adı altında yapılandır. Dini ve İslâm’ı kullanarak, istismar ederek yapılan kötülükler en büyük mefsedettir. (Bakara 2/11-12) “Onlara gelin yeryüzünü ifsat etmeyin dediğiniz zaman, biz ıslah ediyoruz derler. Gerçek bozguncular ve müfsitler onlardır” buyuruyor Rabbimiz. Yüce Rabbimiz, İslâm ümmetine, cinayet şebekelerinin, terör örgütlerinin İslâma en büyük kötülüğü yaparak din adı altında, maslahat adı altında, İslâm’a hakaret ederek, gerçekleştirdikleri tüm mefsedetleri bir an önce ortadan kaldırabilmeyi nasip etsin. Yüce Rabbimiz, yeryüzünde barışı, adaleti ve gerçek özgürlüğü gerçekleştirmeyi bizlere nasip etsin. Hepinizi sevgiyle, saygıyla selâmlıyorum. Sayın Valimize ve Sayın Rektörümüze, Üniversitemize, Şanlıurfa’mızda böyle bir sempozyum tertip ettikleri için teşekkür etmeyi yerine getirmesi gereken biz vazife addediyorum. Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. 18 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Zirve Açılış Konuşması Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbi’l âlemin. Vessalâtü vesselâmü ala rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. Kıymetli ilim adamları, “Yaratılmışlar, Allah’ın iyâlidir.” (Taberani, el-Mucemu’l-Evsat, 5/336) Kur’an-ı Kerim’in yaratılışımızı anlatan bütün ayetleri bu hakikati çok açık bir şekilde ifade etmektedir. 2. Bütün insanlığın aynı özden yaratıldığı, insanlık onur ve değeri bakımından eşit olduğu bilinmeli, herkese insanca muamele edilmelidir. Bu da insanın kerameti, insanın onurudur. Aziz dinleyiciler, Hanımefendiler, Beyefendiler, Allah’ın Selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Açılış konuşmasında uzun denilebilecek bir konuşma yaptığımdan dolayı dinlemek istediğimiz hocaların zamanından alarak uzun bir konuşma yapmayı düşünmüyorum. Kendimi ev sahibi addederek, misafirlerimizi dinlemek istiyorum. Kur’an-ı Kerim ve Resulü Ekrem’in (sas) sünnetini esas alarak İslâm’ın evrensel mesajları çerçevesinde adalet, barış ve özgürlük kavramları merkezinde gönül coğrafyamızın pek çok seçkin ilim adamı, Türkiye’den pek çok düşünce ve ilim insanı bir araya gelmişken 24 maddelik Şanlıurfa misakı veya vesikası diyebileceğimiz bazı hususları müzakere etmeyi düşünüyorum. Daha sonra hocalarımızın konuşmalarını dinlemeyi tercih edeceğim. Şanlıurfa misakı diyebileceğimiz maddeler şu şekildedir; 1. Bütün insanlık Hazreti Âdem’in çocuklarıdır ve eşit haklara sahiptir. İnsanlar renk, cinsiyet, din, coğrafya ve benzeri yönlerden bir ayırıma ve ayrımcılığa tabi tutulmazlar, tutulamazlar. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayeti, Resulü Ekrem’in (sas) veda hutbesi ve Medine Vesikasının maddeleri bu hususu bütün yönleriyle ortaya koymaktadır. “Ey insanlar! Şüphe yok ki biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat, 40/13) “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, zira hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem ise topraktandır. Allah katında en değerli olanınız, ona en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana, Allah’a saygı ölçüsü dışında başka bir üstünlüğü yoktur.” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Edeb, 111). “And olsun biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Güzel, temiz nimetler verdik ve onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.” (İsra, 17/70) “Tîn’e, Zeytûn’a, Sina dağına ve bu emin belde (Mekke)ye andolsun ki, biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/1-4) “Bütün insanlar, tarağın dişleri gibi birbirlerine eşittirler.” (Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, 1/145) Fıkıh kitaplarımızda “el-İsmetü bi’l-Âdemiyye” başlıklı insanın dokunulmazlığı konusu vardır. Özellikle Hanefi fıkıh kitaplarında bunların başında da İmam Serahsî olmak üzere kullanılan bu kavram dokunulmazlık demektir. Fıkıh kaynaklarımızda dokunulmazlık iki şekilde tarif edilmektedir; Bazı fakihlere göre dokunulmazlık bizatihi Âdem olmaktan, âdemoğlu olmaktan yani insan olmaktan kaynaklıdır. İnsan ise, o dokunulmazdır. Onun canına, malına, ırzına, onuruna dokunulamaz. İster kâfir olsun, ister gayrimüslim olsun. Hangi dinden olursa olsun zalim değilse onun canı, malı, ırzı dokunulmazdır. Fakihlerin genel yaklaşımı bu olmakla birlikte, saygınlık ve dokunulmazlığın bir başka ifadeyle temel insan haklarının, insan olmaya değil de, Müslüman olmaya “el-ismetü bi’l-îman” veya Müslümanların verdiği güvenceye dayanarak İslâm toplumunda yaşamaya ya da Müslümanlarla barış anlaşması yapmış olmaya “el-ismetü bi’l-emân” bağlı olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Bugün bu ikinci görüş, coğrafyamızda çok kötü bir şekilde istismar edilmektedir. Bu coğrafya da şiddet üreten bütün hareketler fıkıhta var olan bu ikinci görüşü istismar ediyorlar ve birbirlerini tekfir ediyorlar. Tekfir ettiği her insanın canını dokunulur buluyorlar. İsmet’i 20 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük kaldırıyorlar ve kendi şiddetlerine bunu mesnet olarak kabul edebiliyorlar. Onun için ben “ismet/insanın dokunulmazlığı” konusunun yeniden ele alınması gerekmektedir. Bilhassa Hanefî fukahasının üzerinde çokça ısrar ettiği ve bazı Malikî fukahasının da üzerinde durduğu “el-İsmetü bi’l-Âdemiyye” yani dokunulmazlığın sadece insan olmaktan kaynaklandığı düşüncesini yaygınlaştırmak gerektiğini düşünüyorum. Dini istismarlara ve istismar edenlere bu kapıyı kapatmak gerektiğini ifade etmek istiyorum. 3. Dini, dili, ırkı, rengi, cinsiyeti ne olursa olsun her insanın canının, haysiyetinin ve malının dokunulmaz olduğu bilinmelidir. “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.” (Mâide, 5/32) “Her Müslümanın bir başka Müslümana kanı, malı, ırzı haramdır.” (Müslim Birr ve sıla, 32) “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mümin de halkın, canları ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kişidir.” (Tirmizi, İman, 12) “Bilin ki kim bir zimmîye haksızlık ederse, onun hakkını eksik verirse, ona gücünün üstünde şeyler yüklerse veya gönülsüz olarak ondan bir şey alırsa, ben kıyamet gününde o kişinin düşmanıyım.” (Ebû Dâvûd, Harâc, fey’ ve imâre, 31-33) 4. Her insanın kimliğine, kişiliğine, bireyselliğine ve farklılığına saygı gösterilmelidir. İnsanlar birbirlerinden farklı düşüncelere sahip olabilirler buna saygı gösterilmelidir. “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum 30/22) “Rabbin dileseydi insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı.” (Hud 11/118) “Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz birdir. Atanız da birdir. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur.” (İbn Hanbel, 5/411) 5. İnsan, başkalarının kendisine nasıl davranmasını istiyorsa, kendisi de başkalarına öyle davranmalıdır. Âdil ve dürüst olmalıdır. Bu altın kuraldır. “Onlar, kendi canları istemesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Ve derler ki: Biz size sadece Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür de beklemiyoruz. Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından) dolayı Rabbimizden korkarız.” (İnsan, 76/8–10) “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 59) “Kişi, insanların kendisine nasıl davranmaları istiyorsa o da insanlara öyle davransın.” (Müslim, İmare, 46) “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları (mümin kardeşlerini) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr,10) 6. Hiç kimsenin ikinci sınıf insan muamelesi görmesi, aşağılanması, küçümsenmesi, kendisiyle alay edilmesi kabul edilemez. Bu hem barışı zedelemekte hem adaleti yok etmekte hem de insanın özgürlüğüne müdahale anlamına gelmektedir. “Ey iman edenler! Erkekler diğer erkeklerle alay etmesinler; onlar kendilerinden daha iyi olabilirler; kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler; alay edilen kadınlar edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi karalamayın, birbirinize kötü ad takmayın. İman ettikten sonra fasıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte zalimler onlardır.” (Hucurat 49/11) “Birbirinizi kıskanmayın, alışverişte birbirinizi aldatmayın, birbirinize düşmanlık beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmayın; ey Allah’ın kulları kardeş olun! Müslüman Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez” (Müslim, “Birr”, 32) 7. Allah’ın yaratılış kanunda, yeryüzündeki varoluş gayesinde ve ilahi vahye muhatap olma noktasında her kadının öncelikle insan olarak değer görmeyi ve saygıyı hak ettiği bilinmelidir. “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/71) “Kadınlar, erkeklerle bir bütünün iki eşit yarısıdır.” (Ebu Davud, Taharet, 94) Allah sadece erkekleri kendi halifesi olarak yaratmamıştır. Allah erkekleri de, kadınları da yeryüzünde halifesi olarak yaratmıştır. Allah, bu dini sadece erkeklere göndermemiştir. Allah, muhatap olarak erkeği nasıl kabul ettiyse, kadını da öyle muhatap kabul etmiştir. Dinin muhatabı hem erkek hem de kadındır. Allah, sadece erkekten yeryüzünü imar etmesini istemedi, erkeğin de kadının da yeryüzünü birlikte imar etmelerini, birbirlerinin velileri olduğunu açıkça ilan etmiştir. 8. Kadına karşı her türlü şiddet ve cinsiyete dayalı ayrımcılık 21 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük tamamen reddedilmeli ve önlenmelidir. dır…” (Ebû Dâvûd, Harâc, fey’ ve imâre, 35, 37) “Kadınlarla iyi geçinin…” (Nisa 4/19 “İyilik, gönlünü huzura kavuşturan ve içine sinen şeydir; kötülük ise insanlar sana fetva verseler bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde kuşku bırakan şeydir.” (Dârimî, Büyû’, 2) “Müminlerin iman bakımından en olgun olanları, ahlâkı en iyi olanlarıdır. Sizin en hayırlılarınız da hanımlarına karşı en iyi davrananınızdır.” (Tirmizî, Radâ’, 11) “Allah’ın kadın kullarına şiddet uygulamayın… Kadınlarını döven kimseler sizin hayırlılarınız değildir.” (Ebu Davud Nikah 42) 12.Kâinat bütün insanlığa aittir. Tabiatın havası, suyu, toprağı, denizleri, bitkileri, hayvanları ve diğer canlılarıyla korunmayı hak ettiği bilinciyle hareket edilmelidir. Bütün tabiat insana emanettir ve sahibi Allah’tır. Cahiliye âdeti olan bu husus ile Allah Resulü (sas) mücadele etmiştir. Maalesef cahiliye âdeti olduğu halde hala bazı İslâm beldelerinde kadına karşı ayrımcılığın tortularını görmeye devam ediyoruz. “Görmüyor musun ki, Allah yeryüzündekileri ve Onun emriyle denizde akıp giden gemileri sizin hizmetinize verdi! Kendi izni olmadıkça yerkürenin üzerine düşmemesi için göğü tutan da O’dur. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Hac 22/65) 9. Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasında kadın erkek arasındaki biyolojik farklar göz önünde bulundurularak fırsat eşitliği sağlanmalı, adalet esas alınmalıdır. “Birinizin elinde bir hurma fidanı varken kıyamet kopuyor olsa bile, derhâl onu diksin!” (İbn Hanbel, III, 184) “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun.” (Nisa 4/135) “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı şekilde davrananlarınızdır.” (Tirmizî, Menâkıb, 63) 10.Allah’ın lütfettiği en değerli emanet olan çocuklar cinsiyet ayrımcılığından, bedenen ve ruhen her türlü şiddet ve istismardan korunmalıdır. “Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.” (Nisa 4/31) “Çocuklarınız arasında adaletli davranın!” (Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre, 83) “Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen ve iyiliği emredip/teşvik edip kötülükten sakındırmayan/uzaklaştırmayan bizden değildir.” (Tirmizî, Birr ve sıla, 15) Bugün Müslümanların çocuk hakları ile ilgili bir dünyaya yönelik bir belgeye sahip olmamış olması çok üzüntü vericidir. Coğrafyamızda çeşitli vesilelerle meydana gelen şiddetin çocuklara da yönelmiş olması da üzüntü vericidir. Bu dinin mensuplarından çocuk katili çıkmaz, çıkamaz. 11. Bütün insanlar yaratılış gayelerinden birinin insanlığın ortak evi ve yurdu olan yeryüzünü imar etmek olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. İmar etmek beton yığınları yapmak değildir. İmar etmek, tabiatın tabiiliğini bozmadan medeniyet kurmak demektir. “O, sizi yeryüzünden/topraktan yarattı ve sizden yeryüzünü imar etmenizi istedi.” (Hud 11/61) “Arz (yeryüzü) Allah’ın arzıdır, insanlar da Allah’ın kulları- 13.Yeryüzü bizden sonrakilerin bize emanetidir. Onların yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için her türlü ifsat ve bozgunculuktan uzak durulmalıdır. “Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez” (28. Kasas, 77). “Bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın!” “Şuara 26/183) “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm, 30/41) “Evet, akan bir nehirden bile abdest alsanız israf etmeyin!” (İbn Mâcei, Taharet 48) Sebepsiz yere öldürülen bir serçe kıyamet günü Allah’a hâlini arz ederek davacı olup, “Yâ Rabbi! Falan kimse beni, herhangi bir yarar için değil de boş yere öldürdü” diyecektir. (Nesâî, Dahâyâ, 42) Hz. Peygamber, bir devenin sıkıntılı olduğunu fark edince sahibini, “Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkunuz!” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44) diyerek uyarmıştır. Biz gelecek nesillerin dünyasını tüketiyoruz, onun için Allah Resulü (sas) akarsudan dahi abdest alırken israf etmeyeceksiniz buyurmaktadır. Şu örneği tahayyül edebiliyor muyuz: “Akarsudan bile abdest alırken israf etmeyin.” Bugün otellerde duş alırken sarf ettiği su ile Afrika’nın susuz kalmış bir köyü bir günlük su ihtiyacını karşılayabilmektedir. Bu adaletsizlik ortadan kalkmadan yeryüzünde barışı nasıl egemen kılabileceğiz? 14. Yeryüzünde saygıya, adalete, barışa, merhamete ve hoşgörüye dayalı bir medeniyeti yeniden inşa etme çabası gösterilmelidir. 22 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük “Ey iman edenler! Hep birlikte barış ve güvenliğe girin!” (Bakara 2/208) “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya yardımı emreder. Fenalığı, azgınlığı ve haddi aşmayı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl 16/90) “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.” (Buhari Tevhid 2) “Hoş gör ki, hoş görülesin.” (İbn Hanbel, I, 249) 15.Bütün insanların ve diğer canlıların merhamet ve şefkatle muamele edilmeyi hak ettiği bilinmelidir. Merhamet medeniyetine yeniden vurgu yapmaya ihtiyacımız bulunmaktadır. “Sonra da iman edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar var ya, işte onlar Ahiret mutluluğuna erenlerdir.” (Beled 90/17-18) “Yeryüzündekilere merhamet gösterin ki göktekiler de size merhamet etsin!” (Ebu Davud Edeb 58) 18. Mezhepçilik, meşrepçilik, hizipçilik, ırkçılık taassubunun insanî değerini tükettiği ve insan onurunu yok ettiği gerçeği artık görülmelidir. “Sûr’a üfürüldüğü zaman (işte) o gün ne aralarında soy sop yakınlığı kalacak, ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.” (Mü’minûn, 23/101) “Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen bizden değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 111-112) 19.Tarihte yaşanmış acılardan ders ve ibret alınmalı, yaşanmış acılar kin, nefret, intikam duygusuna dönüştürülmemelidir. “Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz” (Bakara 2/134) 16. Özel hayatın mahremiyetine saygı duyulmalı, hiç kimsenin namus şeref ve iffetine el ve dil uzatılmamalıdır. “Birbirinize nefret ve düşmanlık beslemeyin. Birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun! Bir Müslümanın (din) kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir.” (Buhârî, Edeb, 57) “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın! Birbirinizin gıybetini yapmayın! Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının!..” (Hucurât 49/12) 20.Aile ve akraba münasebetlerinde, komşuluk ilişkilerinde, arkadaşlıklarda, iş yerlerinde, trafikte, ortak yaşam ve kullanım alanlarında karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörü içinde ve kul hakkı bilinciyle hareket edilmeli, sükûnet, itidal ve sabır ilişkilere hâkim kılınmalıdır. Bu madde de barışı, adaleti ve özgürlüğü temin eden bir ahlâk ilkesidir. “Mümin erkekleri ve mümin kadınları işlemedikleri şeyler yüzünden incitenler, bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab, 33/38) “Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.” (Al-i İmran 3/134) “Kişinin haksız yere bir Müslüman’ın şeref ve namusuna dil uzatması, büyük günahların en büyüklerindendir...” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35) “Güçlü kimse, insanları güreşte yenen değil, bilâkis öfke anında kendisine hâkim olandır.” (Müslim, Birr ve sıla, 107) “Ey insanlar! Sizin kanlarınız, mallarınız ve kişilikleriniz Rabbinize kavuşuncaya kadar dokunulmazdır” (Buhârî, “Hac”, 132) 17.Kimden gelirse gelsin, hangi amaçla yapılırsa yapılsın ve kime karşı olursa olsun şiddetin her türlüsü reddedilmeli ve önlenmelidir. “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.” (Mâide, 5/32) “Sen af yolunu tut, iyi ve güzel olanı emret, cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199) “Kıyamet günü en şiddetli azap görecek kimseler, dünyada insanlara en çok işkence edenlerdir.” (İbn Hanbel, IV, 90) “Mümin cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimsede hayır yoktur.” (İbn Hanbel, II, 400) “Sıla-i rahim (akrabalık ilişkilerini gözetmek), güzel ahlâk ve iyi komşuluk, beldeleri mamur (yaşanır) hâle getirir ve ömürleri uzatır.” (İbn Hanbel, VI, 159) 21.Dünya toplumu olma adına, dar görüşlü kavgaları bırakıp kalpleri birbirine açmalı, dayanışma ve yardımlaşmaya dayalı bir hayat inşa edilmelidir. “İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Maide 5/2) “Allah için size sığınan kimseye sığınak olun. Allah için isteyen kimseye verin. Sizi davet edene icabet edin, size bir iyilik yapana karşılığını verin. Eğer onun karşılığını verecek bir şey bulamazsanız, karşılıkta bulunduğunuza kanaat getirinceye kadar ona dua edin.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 38) 23 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük “İnsanlar iyilik yaparlarsa biz de iyilik yaparız, zulmederlerse biz de zulmederiz, diyen zayıf karakterli kimseler olmayın. Bilâkis iyilik yaptıklarında insanlara iyilik yapmayı, kötülük yaptıklarında ise onlara zulmetmemeyi içinize bir ilke olarak yerleştirin” (Tirmizi, Birr 63) 22. Daha güzel bir dünya için güç, mevki, makam ve tüketim hırslarını bir tarafa bırakıp, insanların yeryüzü imkânlarından hakkaniyet ve adalet ölçüleri çerçevesinde yararlanabilecekleri sosyal ve ekonomik bir düzen inşa edilmelidir. “… (servet) içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmasın diye böyle hükmedilmiştir….” (Haşr 7) “Mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır.” (Zariyat 51/19) “Allah’ın, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere mallarına zekâtı farz kıldığını onlara bildir.” (Buhârî, Zekât, 1) 23.Hayatı anlamlı kılan, insanın sadece kendisi için değil, başkaları için de yaşayabilmesidir. Yaşlıların, fakirlerin, engellilerin, hastaların, yetimlerin ve kimsesizlerin himaye edildiği mültecilerin bulunmadığı mağdur edilmediği bir dünya 21. yüzyılda artık bir özlem olmaktan çıkarılmalıdır. “O hâlde sakın yetimi ezme! El açıp isteyeni de sakın boş çevirme!” (Duha 8-9) “Müslümanlar(ın evleri) arasında en hayırlı ev, içinde kendisine iyi davranılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar arasında en kötü ev ise, içinde kendisine kötü davranılan bir yetimin bulunduğu evdir” (İbn Mâce, Edeb, 6) “Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşından dolayı hürmet ederse, Allah da ona yaşlılığında kendisine hürmet edecek birisini hazırlar” (Tirmizî, Birr ve sıla, 75) “Siz ancak zayıflarınız sebebiyle yardım ediliyor ve rızık veriliyor değil mi!” (Buhârî, Cihâd, 76) 24.İnsanlara, farklılığın kaynağını, amacını, derecesini ve sonucunu doğru okuyabilen ferasetli ve hikmetli bir bakış kazandırılmalıdır. Yeni nesiller, toplumdaki dengeyi fark eden, onu bir bütün olarak görebilen, bütünle uyum içinde hareket eden, bütünle ve kendisiyle barışık bir iç görüye sahip olarak yetiştirilmelidir. “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a aittir. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlât, dilediğine erkek evlât verir. Ya da erkek ve kız olmak üzere çifter çifter verir ve dilediği kimseyi de kısır bırakır. O, bilen ve gücü yetendir.” (Şûrâ, 42/49-50) “Hiçbir anne baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamıştır.” (Tirmizî, Birr ve sıla, 33) Bu maddeler, barış, adalet ve özgürlüğü yeryüzünde yeniden egemen kılmak için bir misak olarak insanlıkla paylaşılması gereken maddelerdir. Beni sabırla dinlediğiniz için tekrar çok teşekkür ediyorum. Hocalarımız söze başlarken bütün zamanımızı aldınız demezler inşallah. Haklarını helal etsinler. Hepinizi sevgiyle, saygıyla Selâmlıyorum. 24 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük I. Gün I. Oturum Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün / Ankara Üniversitesi Toplumsal Birlik, Farklılık ve Ayrılığın Sınırları Üzerine Dr. Necdet Subașı / Başbakan Müşaviri Alim, Bilge ve Entellektüel Kavramsallaştırmaları "İslam Dünyası Özelinde Bir Tartışma" Emin İsa El Osmani İslam Toplumu ve İslamofobi Üzerine Düşüncelerin Yansıması Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün Ankara Üniversitesi Toplumsal Birlik, Farklılık ve Ayrılığın Sınırları Üzerine Güncelin Tespiti İnsanları radikalize eden, gerçeklemeyen ümitler; verilip tutulmayan sözlerdir. Binlerce yıldır birlikte yaşamın yarattığı kader birliğinin yahut İslâm ortak paydasının yıpratıldığı bir süreç yaşıyoruz. İslâm coğrafyasının büyük bir bölümü, bir kısmına kendilerinin sebep olduğu, büyük bir kısmına ise Kur’an’ın şiddete eğilimli çöl insanları (A’rabî) olarak tanımladığı1 aşırı gruplarının yarattığı bir tarihin trajedisini yaşamaktadır. Bu insanları tanımlayan eşedd (şiddete eğilimli) ifadesi, şehrin getirdiği değerlerden ve nimetlerden yararlanamamış insanların şiddete eğilim gösterdiklerine ve hem kendilerini hem de birlikte yaşadıkları insanları bu şiddetin kurbanlarına dönüştürdüklerine işaret etmektedir. Bugünün şiddetini üreten radikal örgütlerin devşirdikleri insanların da benzer şekilde marjinal kalmış/şehrin getirdiği medeni değerlerden ve refahtan pay alamamış insanlardan oluştuğunu gözlemlemek mümkündür. İnsanı çevresinin çocuğu olarak gören sosyal teoriler de, fiziksel şartların ve sosyal dokunun insan karakteri üzerindeki inşa edici etkisine işaret etmektedir. Hayat neşesini ve gelecek ümidini kaybeden insanlar radikal bir karakter geliştirirler. Bu insanların radikalliklerini şiddete dönüştürmeleri için geriye kalan tek şey, bu şiddeti nasıl gerekçelendirecekleridir. Hz. Ali’yi öldüren haricilerin gerekçesi, Kur’an’ın dışında bir insanı hâkim/hakem olarak kabul etmesidir. Bugünün radikali de kendine onlarca gerekçe bulabilir. Mesele şudur: Bu gerekçelerin hiçbiri sebep değildir. Dinin/Kur’an’ın gerekçe olarak kullanıldığı bütün olay ve olgularda, sebep insanların yaşam koşullarıdır. Mesele dinî değil, insanidir. Burada sorulacak diğer soru; İslâm coğrafyasının içine sürüklendiği bu şiddet sarmalının ne kadarının dinden ne kadarının insan faktöründen kaynaklandığıdır. Rengine, diline ve dinine bakmadan insan hak ve özgürlüklerinin garantörü olarak Allah’ı gören, bir insanın hakkına tecavüzü Allah’ın sınırlarına (hududullah) tecavüz olarak tanımlayan, bütün gayesinin insanların önlerini görmelerini sağlayacak bir zihin ve kalp birlikteliğini sağlamak olduğunu (hidayet) beyan eden ve insanların önüne ‘toplu halde barışa girmeyi’ (2/ Bakara, 208) hedef olarak koyan Kur’an’ın söyleminin şiddet üretme ihtimali var mıdır? Varlıklara merhametli olmayı ilke olarak benimsediğini bildiren (6/En’âm, 12) Allah’ın kitabı, nasıl şiddetin, insan onurunun ayaklar altına alındığı işkencenin, alınan esirleri köleleştirmenin yahut boynunu vurmanın meşrulaştırma aracına dönüştürülebilir? Kur’an’ın bütün hedefi insanın onurlu bir yaşam sürme mücadelesinde ona destek olmaktır. İnsanlık onurunun can, mal (mülkiyet hakkı), nesil, akıl (düşünce ve ifade özgürlüğü) din (dinî özgürlükler) gibi temel hak ve hürriyetlerin sağlanmasıyla korunabileceği açıktır. Ama bir o kadar açık olan da şudur ki; doğal/fıtri olanın üzerine giydirilen her kimlik (din, mezhep, meşrep, etnik köken, vs.), insanların bu hakların korunma ihtimalini zayıflatmaktadır. Din mensuplarının mutlak hakikat iddialarını ve bu iddiaların onları sürüklediği çatışmaları bu çerçevede hatırlamak yeterlidir. Bütün bu tartışmaların bir trajedi yaratmaması için İslâm bilginleri insanın doğuştan getirdiği bu temel hakların her şart altında korunması gerektiğinde ısrarcı olmuşlardır. Bir ülkenin daru’l-harb yahut daru’l-İslâm olarak anılmasının temel şartı da bir insanın bu temel haklarını sonuna kadar özgürce kullanıp kullanamadığına bağlanmıştır. Kur’an Haşr Suresi’nin 10. ayetinde tarihte bütün bu olup bitenlere bir sünger çekilmesini, bu olayların hüznün ve nefretin kökeni olarak bir üst-anlatıya dönüştürülüp her yeni doğanın kaderine yapıştırılmamasını istemektedir. İnsanın hüznü ne kadar derin olursa, nefreti de o kadar fazla olur. Örneğin Şiî düşüncenin Kerbela trajedisi üzerinden devşirdiği Sünnilik nefreti, bu tarihsel olayla sürekli canlı tutulmakta- 1 9/Tevbe, 87: “Çöl Arapları (Marjinaller), inkâr ve ikiyüzlülük karakterleri sebebiyle (kentsoylulardan) daha fazla şiddet eğilimi gösterirler. Bu yüzden Allah’ın elçisine indirdiğinin nasıl bir yaşamı gerekli kıldığını da kavrayamazlar.” 1 26 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük dır. Tarihte olup bitenleri birer hata olarak görmeyi ve onları bağışlamak suretiyle kendini de bu trajediden kurtarmayı öneren ilgili ayeti, bu trajediyi sonlandırmaya köklü bir çağrı olarak okumak gerekir. Geçmişinde derin yaralar bulunan toplumların bir boşaltıma ihtiyacı vardır. Bunun Kur’anî adı, aftır. Kur’an, affetmeyi en büyük erdem saymaktadır. Affın bulunduğu yerde, kin, öfke gibi yıkıcı içgüdüsel güçler barınamazlar. Sağduyu sahibi insanlar, politikaya ve devlete ait reflekslerden bağımsız düşünce ve davranış geliştirebilmelidirler. Çatışmaları müzakere aşamasına evirecek dip dalga halktır. Halkın bu ortak payda ve sağ duyu zeminini asla kaybetmemesi gerekir. Bu rıza toplumu olarak kavramsallaştırdığımız olgudur. Bu, her insanın bir diğerini olduğu gibi kabul ettiği, kimsenin kimseyi kendine göre hizaya getirmeye çalışmadığı, güven hissinin maksimum karşılığını bulduğu, temel hak ve özgürlüklerin herkes için güvenceye alındığı bir toplum yapısıdır. Çoğulcu toplum yapısını içeren ama onu aşan bir yönü vardır “rıza toplumu”nun. Zira insanların birbirinden razı oluşu, herkesin birbiri için var olduğu bu diğerkâm toplum yapısının nihai maksimi (kusvâ’sı) Allah’ın rızasıdır. Bütün olumsuzluklara rağmen, kelimelerin gücüne çağrıda bulunan Kur’an mesajına kulak verilmelidir. Davamız barış ve insanlık davası olmalıdır. Adalet ve merhamet talebi, yaratılmak istenen barışın ön şartıdır. Şiddet anaforuna çekilen gençler de halk da şiddetten nemalananlardan kurtarılmalıdırlar. “Herkesin barışın peşinde olması gerektiği” (2/Bakara, 128) yönündeki talep ötekileştirmeyi/bölücülüğü doğal olarak dışlar. “... Hayır barıştadır ...” (4/Nisa, 128). “Size kötülük yapanlara karşı siz iyilikle karşılık verirseniz, o insanların size dost olduklarını görürsünüz.” (41/Fussilet, 34) ayetleri herkes için ümit kaynağı olmalıdır. Onarıcı bir adalete her zamankinden daha muhtaç olduğumuz açıktır. Cihadı Nasıl Anlamalıyız? Cihadı Savaşı Engellemenin Bir Yolu Olarak Tanımlayabilir miyiz? Cihad kelimesi, ceht/gayret; mücahede (oto kontrol/ kendini disipline etme), içtihat (sorun çözecek düşünce üretme), müçtehit (mütefekkir âlim) anlamlarının tamamını kapsayan şemsiye bir kavramdır. Bu anlamlarıyla cihat, insanın kendinde sürekli iyi olanı hâkim kılma gayretinin ve karşılaştığı her problemi açık bir zihinle karşısına alıp çözüm üretme çabasının adıdır. Denilebilir ki bugün cihat denilince bunlar değil de, savaş anlamı akla gelmektedir. Cihadın savaş anlamı yok mu? Buhârî’nin şarihi Aliyyu’l-Kârî’de cihadın küçük cihad ve büyük cihad olarak ayrıldığını görürüz. Küçük cihat savaş, büyük cihat kişinin nefsiyle mücadelesi karşılığında kullanılmıştır. Silahın elde bulunduğu bir aşamaya cihat adı verilmesi rivayetlerden kaynaklıdır. Kur’an bu son aşama yani savaş durumu için cihat değil, kıtal terimini kullanmaktadır. Kur’an, “size saldırılması durumunda savaşmanıza izin verildi.” (22/ Hacc, 39) diyerek savaşın Müslümanlar cephesinde saldırıya değil, savunmaya dönük bir çaba olduğunu beyan eder. Zira insanın vatanını, namusunu, temel haklarını ve insanlık onurunu korumak için savaşmasından daha doğal bir şey yoktur. Kur’an’ın cihada teşvik ettiğini ama savaşa izin verdiğini düşündüğümüzde iki terim arasında ciddi bir farkın bulunduğunu görürüz. Savaş/kital son çare olarak başvurulan bir yoldur. Savunma amaçlı savaşa izin veren Kur’an-ı Kerim, ardından bunun çirkin ve zorlu (kerih) bir eylem olduğunu söyler. Zira savaşta ölmek-öldürmek var; yerinden yurdundan olmak, yersiz yurtsuz kalmak var. Onun için cihat, kerih görülen savaşa/kıtale yahut bundan daha da kötü görülen iç savaşa yani fitneye (2/Bakara, 191) girmemek için her türlü çabayı içinde barındıran farz/zorunlu bir süreç olarak görülmelidir. Buna Kur’an’ın mücadele/diplomasi (16/Nahl, 125) dediği süreç de dâhildir. Allah bu barış hâlinin bütün insanlık için esas olduğunu ve herkesin gayretini bu yönde seferber etmesini istemekte ve insanların hep birlikte barışın peşinde olmasını talep etmektedir (2/Bakara, 208). Kur’an-ı Kerim ister farklı milletlerin birbiriyle savaşını (kıtal) isterse, bir ülkenin kendi iç savaşını (mezhep, etnik köken vs. sebebiyle yapılan savaş ki buna Kur’an ‘Fitne’ demektedir) istenmeyen bir hâl olarak görmekte, insan onurunun ayaklar altına alındığı, işkence dâhil her türlü uygulamaya başvurulduğu bu sürecin önünün bloke edilmesini, yani cihadı emretmektedir. Ama birileri illa da başkalarının hakkına hukukuna tecavüz etmeyi, yerini yurdunu işgal etmeyi vs. niyetine koymuşsa ve hiçbir uzlaşma teklifini de kabul etmiyorsa, Allah bunları ‘zalim’ olarak ilan etmekte ve bunların bertaraf edilmelerini istemektedir (2/Bakara, 193) . Cihat ayetlerinin ağırlıklı olarak Mekke döneminde inmiş olmasından çıkarmamız gereken bir mesaj var aslında. Müslümanların organize askerî bir güç hâlinde bulunmadıkları Mekke döneminde cihada ilişkin ayetlerin varlığı, cihadın bireysel bir inşa amacı güttüğünü göstermektedir. Allah’a ve peygamberine inanmanın hemen ardından cihadın istenmesini (61/Saff, 11) böyle okumak gerekir. Müslümanların Mekke dönemi, Medine’de kamusal alana çıkacak olan bireylerin eğitim sürecidir. Bu eğitim sürecinin en başat özelliklerinden biri de cihattır. Mekke döneminde cihadı emreden ayetleri, bir insan gücü yetiştirme stratejisi olarak okumak gerekir. Şu üç terime dikkat çekmek gerekir: Mücahede, Mücadele ve Mukatele. Mücahede: Temel dinî/ahlaki/insani/vicdani ilkelere bağlı insan gücü yetiştirmek. Terörü ve şiddeti asla diplomasi aracı olarak kullanmayacak bir güçtür bu. Mücadele/diplomasi: Anılan ilkeler ışığında yetişen insan gücü; farklı din, dil, etnik köken vs. insanlarla karşılaştığında kullanacağı etkin bir söylem geliştirir. Bu aşamada sözün/kelimenin etkin bir güç olarak kullanılması söz konusudur (16/ Nahl, 125). Bunun modern karşılığı diplomasidir. 27 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Unutmamak gerekir ki, peygamberlerin insanlarla ilişkide kullandıkları yegâne ikna silahı kelimeleridir. Kelimelerle/ vahiyle/Kur’an’la yapılan cihada Kur’an büyük cihat adı vermektedir (25/Furkân; 51, 52). Cihadın hedefi kâfir ve müşrik zihinlerdir (9/Tevbe, 73). Savaşın/kıtalin/mukatelenin hedefi ise zalim bedenlerdir. Kâfir ve müşrik zihinlerin hakikate ikna edilmesi, zalim bedenlerin ise bertaraf edilmesi gerekir. Cihat büyük bir sabrı, kıtal/savaş ise azmi/kararlılığı gerektirir. Bu kelimelerin beslediği mücadele en derin ihtilafları bile çözebilecek dinî, felsefi, psikolojik, sosyolojik vs. bir içerik desteğiyle yürütülür. Mücahede ile mücadele arasında doğrusal bir ilişki vardır. Etkin bir mücahede, sonuç alan bir mücadele/diplomasi getirir. Mukatele/savaş: Mücadeleyle/diplomasiyle çözülemeyen bir mesele sonunda temel insan haklarına, insan onuruna dokunan bir duruma evrilirse Kur’an’ın zulüm dediği hâl ortaya çıkar. Hoşumuza gitmese ve çirkin bir şey olarak tanımlansa da bu hâl, savaşı zorunlu kılar (2/Bakara, 216). Cihada kutsal savaş anlamının verilmesi ve cihadın insanları Müslümanlaştırmanın bir yolu olarak sunulması, İslamı kılıç dini olarak sunmaya çalışan bir algı operasyonunun parçasıdır. Tekrar tekrar vurgulanması gereken şudur: Savaş insanları dine girdirmenin yolu olarak asla meşru görülmemiştir. Savaşın iki sebebi var: Savaş ya saldırı karşısında savunmadır ya da zulmü ortadan kaldırma eylemidir. Zira savaşı zorunlu kılan haksızlıklar, zulümler, adaletsizlikler var. Bunlara duyarsızlığın ne gibi sonuçlar doğuracağı Hacc suresinin 39. ve 40. ayetlerinde anlatılmaktadır: “Kendileriyle saldırılanlara zulme uğramış olmaları sebebiyle savaşma izni verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeye mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile etkisiz hâle getirmeseydi, içlerinde Allah’ın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah kendisine yardım edenlere muhakkak yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, azizdir.” Mücahede ve mücadele, mukateleye/savaşa giden yolun kapatılmasını öngörür. Mücahede ve mücadele, dinin refleksidir; mukatele ise devletin refleksidir. Kastım şu: Din bireyi muhatap aldığına göre, ilk iki aşama, yani mücahede ve mücadele birey(ler) vasıtasıyla yerine getirilir. Mukatele ise organize bir gücün varlığını gerektirdiği için kamu otoritesi/ devlet eliyle deruhte edilir. Bireylerin kendilerinin karar alarak savaşa, tek kişilik eylemlere, açıkçası, terör eylemlerine girişmelerinin hiçbir dinî dayanağı bulunamaz. Neler Yapılabilir? İslâm toplumları içine düştükleri bu trajediden nasıl kurtulabilirler? Tragedia, fakir ve mutsuz bir insanın, yine fakir ve mutsuz olarak ölmesini anlatan oyun türü değildir. Zengin ve mutlu bir adamın beklenmedik bir şekilde beş parasız ve sefil bir şekilde ölmesidir. İslâmın başına gelen tam da budur. Hz. Peygamber’in gelişiyle, kavgalı Araplar arasında tam bir barış yaratan (Pax Arabica) İslâmın tarihi bugün beklenmedik bir şekilde inananların birbirini kırdığı bir tarihe evrilmiş durumda. Müslümanların medeniyet başkentlerinde bugün ya bir fitne ateşi yakılmış ve Müslümanlar birbirlerini avlar hâle gelmiştir ya da fakirliğin ve yoksunluğun kol gezdiği coğrafyalara dönüşmüştür. Bu yönüyle bugünün tarihi Müslüman halklar için bir düşüş ve tragedya özelliği taşımaktadır. Tarihsel geçmişi ile bugünü arasında büyük bir uçurum olan Müslüman halklar, her geçen gün enerjisini daha da tüketen bu ağır yükün altından nasıl kalkabilir? İnsan düştüğü yerden kalkar. Müslümanların bilgiyi ve bilimsel zihniyeti terk etmeleri, düşüşlerindeki en büyük etkendir. Bilginin göç ettirildiği İslâm coğrafyasında meydana gelen boşluğu şiddet doldurdu. Neler yapılabileceğine gelince; İlk olarak, bilginin yönlendirici gücüne inanmak gerekir. Bütün çatışmaların cephaneliği cehalettir. İkinci olarak, insanlar, dindarlıkla özgürlük arasında bir ikilem yaşamamalıdırlar. Dinin bireyi muhatap aldığı gerçeği keşfedilmeli ve her bireyin kendini özgür hissetmesini sağlayan bir din dili ve bu dilin hayat verdiği bir toplumsal yapı inşa edilmelidir. Toplumu tepeden inşa eden, buyurgan bir dille bireyi büyük çoğunluğa uydurmaya çalışan davranış alışkanlığından vazgeçmek gerekir. Namaz vakti geldiğinde elindeki kırbaçla insanları camiye girmeye zorlayan uygulamalar var bugün İslâm dünyasında. Üçüncü olarak, çoğulculuk ve tolerans kültürü geliştirilmelidir. Müslümanların gayr-ı müslimlere gösterdiği toleransı birbirlerine göstermediklerine tarih şahittir. Hepimiz biliyoruz ki Müslüman dünyadaki kavga ve gürültünün oksijeni mezhep farklılıklarıdır. Bunun üstüne bir de iktidar kavgasını ekleyince buyurun size iç savaş. İnsanlar kendilerini tarihin yükünden kurtarmalıdırlar. Şii’si, Sünni’si, Alevi’siyle bütün kesimlerin tarihe dönüp baktıkları zaman, yasını tutacakları olaylar var. Hiç kimse bu kayıtlara dönüp bakmamalıdır. Haşr suresinin 10. Ayeti, tarihe nasıl bakmamız gerektiğini bütün açıklığıyla anlatmaktadır. Biz önümüze, irademizle ve ellerimizle inşa edeceğimiz kendi gerçek tarihimize odaklanmalıyız. Kur’an-ı Kerim’in geçmiş olayları/kıssaları anlatmasının mantığı burada yatar. Dördüncü olarak, Müslüman grupların ‘ben’ ve ‘öteki’ algısı yeniden sorgulanmalıdır. Tek bir doğruyu mutlaklaştırıp onunla örtüşmeyenleri mahkûm etmeye çalışmanın bilgi ahlakıyla uyuşmadığını kabul etmek gerekir. Tek tipleştirme eğilimi nihayetinde düşünce faşizmini doğurur. Dinin asla böyle bir tek tipleştirme talebi yoktur. ‘Ben’ ve ‘öteki’nin ‘ötesi’ne geçip insanlar arasında birlik fikrini yaratacak dinamiklere Kur’an’dan ve Hz. Peygamberin yaşamından şahitler bulunmalıdır. Müslüman bilginlerin İslam medeniyetini bu dinamiklerin özgürleştirdiği zihinlerle inşa ettikleri unutulmamalıdır. 28 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Beşinci olarak, gayr-ı müslimlerle ilişkimizin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Dünyanın koca dağlar arasındaki yaşam alanlarından oluşan bir yer olarak görüldüğü eski dönemlerde, muhtemelen atalarımız kendilerini diğer insanlardan bu dağlar ve vadilerle ayırıyorlardı. Kendilerini ayırdıkları bu ötekilerle ilişki biçimleri, ya fethetmek ya da uzak durmak gibi farklı şekillerde tezahür etmiştir. Artık dağlar ve okyanuslar insanları birbirinden ayırma kudretine sahip değil. Görünen bu coğrafi engellerin yerini, insanların başkalarıyla iletişimini ve işbirliğini bloke eden zihniyet bariyerleri aldı ve maalesef bu görünmez engelleri aşmak, öncekileri aşmak kadar kolay değil. İnsanlar başkalarıyla ilişkilerini hâlâ eskiden olduğu gibi tahakküm, asimilasyon, fetih, işgal gibi terimler üzerinden kuruyorsa, insanlara binlerce yıldır önderlik eden peygamberlerin mesajı hedefine ulaşamamış demektir. Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’in mesajına kulak veren insanlarla, tek amacı başkalarını boyunduruk altına almak olan ve hiçbir ahlaki kaygı gütmeyen kralların ardına düşenler arasında bir fark olması gerekmez mi? Bu soruya verilecek cevap, yaşadığımız dünyada farklı din mensupları arasındaki ilişki ahlakını yeniden gözden geçirmemizi gerektirmektedir. Dinler, geliştirecekleri modellerle insanlar arasındaki ilişkiyi, birbirine hükmetme modelinden işbirliği modeline çevirebilmelidirler. Dinlerin yaşanan zamanın ruhu olabilmelerini, müminlerin de yaşadıkları çağın vicdanını temsil edebilmelerini mümkün kılan bu sorumluluk bilincidir. Uluslararası hareketliliğin fazlasıyla arttığı ve homojen dinî bir gruptan oluşan bir ülkenin bulunmadığı günümüzde, böyle bir yaşam tecrübesine muhtaç olduğumuz açıktır. Eskiden Müslüman olarak tanımladığımız ülkeler içinde şimdi Hıristiyanlar, Hıristiyan olarak tanımladığımız ülkeler içinde de Müslümanlar kitleler hâlinde yaşamaktadırlar. Katolikliğin merkezinde (Roma) devasa bir cami, Müslüman ülkelerde ise kiliseler boy göstermektedir. O hâlde, dinler arasındaki ortak temalar, sadece dinlerin ana doktrinlerini değil aynı zamanda ortak yaşama kültürünü de dikkate alan bir söylem geliştirmelerinin zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Ama bunun çok da kolay olmadığını söylemek gerekir. Zira sömürgecilikten kurtulmak için milyonlarca kurban veren Müslümanların kolektif hafızalarındaki derin yaralar, onların Avrupa’ya entegrasyonunu doğal olarak zorlaştırmaktadır. Filistin, Irak, Afganistan, Çeçenistan, Bosna gibi coğrafyalarda Amerika’nın ve Batı’nın sebep olduğu katliamlar da bu hafızaya yeni yaralar eklemektedir. Bütün bunlarla birlikte Batı kaynaklı bu olumsuzluklara yüksek sesle itiraz eden ve Müslümanları yargılamayı değil anlamayı önceleyen sağduyu sahibi Batılıların varlığı da unutulmamalıdır. Müslümanların radikalleşmesini Bush’un Irak saldırısına bağlayıp neo-con’ları şiddetle eleştiren Londra’nın eski belediye başkanı Ken Livingston’un bu sözleri aslında akl-ı selim sahibi Batılı entelektüellere tercüman olmaktadır. (BBC News online, London, 13 Eylül, 2005.). Ama Batılı zihnin bu söylemin çok daha ötesine geçen bir metodoloji farklılığına ihtiyaç duyduğu açıktır. Eskiden İslam ve Batı yahut Müslümanlar ve Batı şeklinde yapılan kategorik ayrım yerini, Batı’da İslam veya Batı’da Müslümanlar şeklinde bir entegre kullanıma bırakmalıdır. Müslümanları kendi topraklarında azınlık olarak gören ve onların dinlerini ve kültürlerini oryantalist zaviyeden inceleyen Batılı akademisyenler, çalışmalarını hızlı bir şekilde antropolojik araştırmalara kaydırmak durumundadır. Şüphesiz bunu yaparken Andew Hussey’in French Intifada adlı eserinde kullandığı gibi suçlayan ve küçümseyen bir dil ile değil tabii ki. Fransa ile sömürdüğü Arapların şimdi Fransa’da nasıl bir hesaplaşma içine girdiklerini göstermeye çalışan Hussey’in çalışması meseleyi antropolojik (bir insan sorunu) olarak temellendirmesi açısından önemlidir. Ama kullandığı dil, son derece itici ve provokatiftir. Batılı entelektüeller, Müslümanları yargılamayı değil anlamayı, kurulması gereken ilişkinin omurgası olarak kabul etmelidirler. İnsan odaklı sosyoekonomik, politik sorunları din üzerinden analiz etmenin hiçbir sonuç vermeyeceği görülmelidir. Müslümanları şimdiye kadar yabancı yahut göçmen olarak tanımlayan Batı, onları kendi medeniyetlerinin geçmişteki kurucu unsurlarından biri olarak kabul etmelidir. Endülüs’te 800, Sicilya’da 250 yıllık Müslüman varlığının Avrupanın medeniyet karakterine kalıcı etkisi unutulmamalıdır. David Levering’in God’s Crucible: Islam and the Making of Europe, 570-1215 adlı eserinde Müslümanları Avrupa medeniyetinin öncü ilk dalgası olarak tanımlaması boşuna değildir. Son olarak, şu hakikatin farkına varılmalıdır: Dinler, farklı coğrafya ve kültür ortamlarında ortaya çıksalar da peygamberlerinin mesajı, ‘ortak payda’larla insanların ‘ortak algı’sına hitap etmiştir. Dinî mesajdaki bu ‘ortak hedef’, din mensuplarının karşılaşmasını bir çatışmaya değil, aksine işbirliğine yöneltmenin başlangıcını oluşturur. Bu ortak payda etrafında birleşerek herkes için daha iyi bir dünya idealinin talipleri olmak herkesin hayrına olacaktır. İnsan doğasından kopuk bir ‘din ölçütü’ yaratarak bütün kültürleri tek tipleştirmeye çalışmak ve farklı kültürlere ayni elbiseyi biçmek, yaratılması hedeflenen İslam medeniyetini kısırlaştırır. Bir medeniyetin gücü ve kudreti, beslendiği kültürlerin çeşitliliğine ve bu çeşitliliğin yarattığı kudrete bağlıdır. Kültür çeşitliliğini öldürmek, İslam medeniyeti havzasına su taşıyan farklı kültür ırmaklarını kurutmaktan öte bir işe yaramaz. 29 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Necdet Subaşı T.C. Başbakan Başmüşaviri Âlim, Bilge ve Entelektüel Kavramsallaştırmaları “İslam Dünyası Özelinde Bir Tartışma” Bu çalışmada, âlim, bilge ve entelektüel kavramsallaştırmaları etrafında bir değerlendirme amaçlanmaktadır. Toplumun sözcüleri arasında yer alan bu üç kategori bugün yaslandıkları değerler, ilgi alanları ve öne çıkardıkları iddia ve tasavvurlarıyla birbirlerinden ayrışmış durumdadırlar. İslâm dünyasının bugün içinden geçtiği oldukça kaotik sayılabilecek süreçte söz edilen bu kategorilerin etkisi, inisiyatif ve etkinlikleri önem kazanmaktadır. Burada toplumun olağan akışında kişisel rol ve imtiyazlı statüleriyle sorumluluk üstlenen temsiller üzerinde bir değerlendirme yapılacaktır. En başta bilge geleneksel bir kategori olarak değerlendirilebilir. Kavram bugün değişik adlandırmalarla ilşkilendirilerek kullanılsa da çoklukla verili bilgiyi geliştirme, çoğaltma imkanına sahip, bütün bunları kişisel gözlem, deneyim ve çıkarımlarla bütünleştirmeyi başarmış kişiler için kullanılmaktadır. Töreye, örf ve adetlere ve topyekün geleneğe bağlı bir sürekliliği ifade eden bilgelik örneğin Türkler söz konusu olduğunda İslâm öncesi dönemlerden beri kullanılan bir kavramdır. Kuşkusuz öngörüde yetkinlik deneyimle ve bilgiyle ilişki içindedir. Kanaat önderi ifadesi günümüzde bu bağlamda kullanılan kavramlar arasında yer almaktadır. Topluma rehberlik eden, kritik süreçlerde sorumluluk sahibi olarak rol alan ve gerilimi aşmada kendisine sık sık başvurulan bu kişiler toplumsal imaj ve formasyonlarıyla kuşkusuz yüksek bir değer ve itibar sahibidirler. Toplumsal rolleriyle etkin birer kişilik ortaya koyan aydın, entelektüel ve âlimin statüsü ise bilgeden ayrışır. Bilge doğrudan yerelin hissiyatı içinde şekillenirken aydın, entelektüel ve âlimin referans dünyası yeni ve özgün bilgi formlarıyla temasa geçen farklılıklarla şekillenir. Örneğin aydınların kitleselleşen imajı, sanıldığı gibi her zaman olumlu bir çağrışım alanı üretmez. Aslında farklı referans dünyalarına bağlı aydınların katılımıyla gerçekleşen bir oturumda din konusundaki bir tartışmaya tanıklık etmek, aydınların yerini, duruşunu, refleks ve beklentilerini yeniden görmek açısından vazgeçilmez fırsatlar yaratır. Aydının kesin bir referans dünyasına ait olma mecburiyetiyle başlayan trajedisi, din ve toplum gibi konuların verili siyasetin sınırlarına sadık bir şekilde ele alınıp tüketilmesiyle daha da derin bir hüzün yaratır. Müslüman dünyada aydınınların aslında genel olarak din özel olarak da İslâm hakkında dikkate değer bir aymazlıktan fark edilir bir cehalete varıncaya değin sonuçta aynı kapıya açılan bir değerlendirmeye kolayca tabi olması, gerçekte mevcut problematiğin kronikleştiğini de gösterir. Hiç şüphesiz bu gözlemleri, “gerçek” entelektüel duyarlılığın herhangi bir düzeyiyle ilişkilendirmek oldukça zor olmalıdır. Aydın kavramı her zaman çekicidir ve pozitif anlamlarla yüklüdür. Genel aydın tipolojisinin taşıdığı değerler, anlam ve tavırlar toplumumuzda da her zaman aranan özelliklerdir. Ne var ki bu arama, çok kere bir hayal kırıklığıyla son bulur. Bizde aydınlara ilişkin bir beklentiyi, tipik görünümler üzerinden sürdürmek oldukça zordur. Ortada gezinen tipik aydın görüntüsü, hem aydının hem de müslüman dünyasının özgül/ filiî koşullarından beslenir/pekişir. Son tahlilde zorluk verili dünya söz konusu olduğunda hiç de şaşırtıcı görülmez.. Aydınlar, modernleşme süreçleriyle olduğu kadar gelişme stratejileriyle de yakından ilişkilidir. Aydınlanmadan mülhem bir arayış, İslâm’la aydınlarımız arasında artık neredeyse kemikleşmiş bir kopma yaratır. Müslüman aydınlanmacılığı, pozitivizm, rasyonalizm, sekülerlik, bireysellik, işbölümü, kurumsallaşma gibi dinamiklerin oluşturduğu bir harita içinde yeni bir dil peşindedir. İlerlemecilik içkin bir temadır. Toplumsal bağlamdaki formülasyonu ilericilik-gericilik çekişmesinde karşılık bulur. Hemen her konuda sathilikten uzak bir derinlik talebiyle gündelik hayata ilişkin açıklamalar peşinde koşma iddiasındaki aydınların, din söz konusu olduğunda ciddi bir derinlik taşıdığına tanık olmak ham bir hayalden öteye geçmez. Bu nedenle aydınlar, her zaman sorunlu bir kategori olarak değerlendirilir. Ancak ortalama eleştirilerin odağında, aydınların toplumsal bellekten, toplumsal taleplerden, toplumsal gerçeklikten ciddi ve hissedilir bir şekilde uzak kaldıkları iddiası ve kanaati yer alır. Seçkinci, elitist ve elden geldiğince 30 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük toplumunun sorunlarına yabancı bir tipoloji, öteden beri sorunlu kabul edilen genel aydın eleştirilerine destek verir. O, tez üretir, ancak ürettiği tezlerin menzili konusunda bir geri bildirime ihtiyaç duymaz. Hiç şüphesiz bu iddiaların değeri, derinlemesine gözlemleri ve ampirik deneyimleri gerekli kılar. Ancak kitleselleşen bilgi fazlasıyla ürkütücüdür. eklemlenmiş aydınlar, son tahlilde bu bağımlığın gerektirdiği şekilde sadakatin sahibi olarak ünlenirler. Bu ilişkisellik, devlet-toplum ilişkilerindeki yönelimlere paralel bir şekilde aydının konumunu şekillendirecektir. Ne var ki kişisel tercihlerini dışa vurdukları her seferinde, baskıcı temayülleriyle resmedilmekten kurtulamazlar. Aydınların söylemleri, bir tercüme havasında değerlendirilmeleriyle veya toplumsal düzenekte birer yabancı olarak kodlanmalarıyla ya da gündelik hayatın içindeki ayrıksılıkları göz ardı edilerek çözümlenemez. Gerçi inatçı bir gelenekselliğin, farklılıkları göz ardı eden boyutları, aydın eleştirilerinde her zaman dikkate değer yanlışlara yol açar. Aslında aydının Said’in de dediği gibi genel ortama uyum sağlaması beklenemez. Çünkü yine onun ifadesiyle aydın, özgüllüğünü biraz da bu özelliklerine borçlu olmalıdır. Sonuçta o, “sürgün”, “marjinal” ve “yabancı”dan başkası değildir. Geleneğin dünyasında aydın, kendini her zaman dışarıda bulur. Çünkü modernleşme süreci toplumsal bağlamı yerle bir etmiştir ancak geleneğin yeni bir hatırlanışı onu modern kalıplar içinde biteviye yaratma konusunda topluma şaşırtıcı bir direnç katar. Bizde aydının konumu, toplumsal yapının ağır işleyen değişimiyle ilişkisiz bir şekilde tasarlanmıştır. Nihayet aydın toplumuyla karşılaşmaz, yüzleşmez, kendini farklılıklarını mitikleştirerek inşa eder. Öte yandan derin toplumsal muhayyile, kendi sorunlarına kulak veren, toplumsal açmazlar karşısında duyarlı, öngörü ve hissiyatıyla genel düzeneğin farkında olan aydınları kabullenmekte ise şaşırtıcı bir heyecana sahiptir. Aydınlar üzerine konuşmak her zaman bir genellemeye izin verir. Aydınların genel olarak ürettikleri vizyon, bu çerçeveyi zorlayan entelektüellerin sınırın dışına çıkmalarını hızlandırır. Genel toplumsal bellek, aydın konusunda, aydın duyarlılığının maliyeti ve hedefleri konusunda ancak yabancılaşma çerçevesinde ele alınabilecek bir tartışma alanı yaratır. Gerçekten de belli bir kategori içinde ele alındığında aydınların kapalılığı, gizemlilikleri ve her zaman mevcut yola karşı mesafeli duruşları dikkat çeker. Entelektüel hayat, iki koşulda serpilip gelişir: entelektüellerin göreli olarak bağımsız bir konumda olmaları ve büyük ölçüde okur yazar olmayan toplumda eşsiz bir konumda olmaları. Demokrasi, kitlesel okur-yazarlık ve bürokratikleşme; bunlar bağımsız entelektüelin rolünü sarsmaya eğilimli olan etkenlerdir. Bu bağlamda entelektüellerin giderek gözden düşmeye başladığı da söylenebilir. Bizde ise aydınlar üzerinde bir tanım birliğine ulaşmak her zaman zordur. Bu zorluk, aydınların sosyal orijinlerinde içkin olan çeşitlilikleri ve değişik hâlleri yansıtır. Modernleşmede, çağdaş Batı normlarına ulaşmak temel hareket noktası olarak görülür. Çok kere Batılılaşmayla modernleşmenin aynı anlamları taşıyan ortaklıkları belirgindir. Aydınlar bu yönelimde kilit rollere sahiptirler. Son dönem Osmanlı toplumunda aydınlar birer münevverdirler ve geleneksel toplumu mevcut yaşam kalıplarından kurtaracak kimi arayışlarla temayüz etmişlerdir. Cumhuriyetle birlikte aydınlar, pek çok yerde olduğu gibi bizde de Batılılaşma serüveninin başat aktörleri olarak, toplumu aydınlatmayı, onları yönlendirmeyi görev edinirler. Son tahlilde aydınlar, kurtarıcı misyonlarına sadık kalırlar, kendileri kurtulmuş ve tabii ki kurtarıcıdırlar. Geride kalanlar ise aydınlar marifetiyle kurtarılmayı bekleyen bir acizler topluluğudur. Ne var ki aydınların memur ve bürokrat kimlikleri, bağımsız düşünce üretmeleri konusunda apaçık kuşkulara yol açar. Devletin bürokratik ve aylıklı dünyasına Popüler aydın tiplemesi üç temel özelliğiyle entelektüel açıdan tartışılıp-sorgulanır, bu özellikleri onu sahici bir dünyadan uzaklaştırıp/ayrıştırır. Esasen bu niteliklere mesafe koyan, ya da bu sıyrılmayı başaran aydınları da söz konusu kategori içine hapsetmek gereksizdir. Aydınlarımız muğlaktır, çünkü, kapalı ve adeta kilitlidirler. Zor anlaşılır ve karışıktırlar. Söylediklerinin çoğu belirsizliğe mahkûmdur, içeriği kuşkuya yol açar, anlaşılmazlık bariz karakterleridir. Ancak bu belirsizlik onları mutlu eder. Müsteardırlar, çünkü duruşları iğretidir, sahici değildir. Kendi adlarıyla varolmazlar, rolleri ısmarlama ve emanettir. Taşıdıkları rollerinden nasıl ve ne zaman ya da hangi koşullar eşliğinde vazgeçecekleri, yeni rollere nasıl adapte olacakları merak konusudur. Kendilerine ait olmayan bir roller kümesi kullanılır; bu roller, aidiyeti, cemaati, aşinalığı gündeme getirir. Sonuçta muğlak ve müstear olmak, aydını mürtet yapmaya yeter. Toplumun genel geçer dünyasıyla sadece dil ya da kimlik açısından kopmaz, onun istikametinden de kendini koparmayı başarır. Mürtettir, çünkü o artık “yol”dan çıkmıştır. İrtidat etmek, aydın olmanın neredeyse temel bir koşulu olur. Zaten bütün bu özellikleriyle onun inat ve gücü, ancak mürtet olmaya yetecektir. Toplumsala sirayet eden epistemolojik bunalım aydınları yorar Dünya ölçeğinde bakıldığında da aydın, bizde olduğu gibi kurumsal olarak aşınmıştır. Artık gerçek bir entelektüelin kendisine yüklenen özgül bir kişiliği yerine getirdiğini düşünmek imkansızdır. Modern dünyada aydının biricik rollere sahip olduğunu düşünmek neredeyse zordur. Eğitim olanaklarının artması, iletişim olanaklarının kitleselleşmesi, sınırların görece ortadan kalkması, aydınlara yüklenen ya da onlardan beklenen rolleri de zayıflatmıştır. Hatta bu nedenle aydınların açıkça tanımlanmış bir grup oluşturabildiklerinden söz etmek bile zordur. Geleneksel düzlemde bakıldığında, entelektüelin rolü, düşünürlük ve hakikat arayıcılıktır. Hatta entelektüeller, Avrupa’da Rönesanstan 19. yüzyıla kadar yüksek kültürün yaratıcıları olarak görülürler. Farklı entelektüel yapılanmalar, geleneklere bağlı toplumlara yeni fikirler ve yeni bilgiler sokarak toplumu sözcüğün gerçek anlamında değiştirmişlerdir. 31 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Aslında aydınların rolleri ve genel toplumsal hayat içinde nasıl kavrandıklarına ilişkin algıların yeri burası değildir. Ancak İslâm ve toplum söz konusu olduğunda genel aydın perspektifine hakim olan temalar bu kopukluk ve ayrışma zemini üzerinde inşa edilir. Toplum nezdinde aydınlar, dil yönünden kopukluğu, evren açısından yabancılığı, hedef açısından da zıtlaşmayı temsil eder. Toplumun aydına atfettiği değer bu çerçeve içinde netleşir. Aydın da toplumu bağnazlık, geri kalmışlık, taşralılık-köylülük, bilgisizlik-kültürsüzlük kavramları eşliğinde açıklamaya çalışır. Bu bağlamda aydınlar kendilerini “fildişi kule”de görmeyi tercih ederler. Entelektüel ise, aydın söz konusu olduğunda açık statü farkıyla ele alınmayı gerektiren bir kavramdır. Aydın ve entelektüel kavramlarının tanımları üzerinde her düzlemde geçerli bir mutabakattan söz etmek zordur. Bu bağlamda aydın ve entelektüel kavramlarının, dini ve kültürel kimliğin maruz kaldığı baskıların ortaya çıkardığı zorluklarla baş etme ve bütün bunları aşma konusunda sık başvurulan ideal tipler ve kavramlar arasında yer aldığı söylenebilir. Bununla birlikte soy kütükleri ve tarihsellikleri ihmal edilmemek şartıyla üzerinde durulması gereken asıl nokta her iki kavramın “gerçek İslâmi ve insani talepler” söz konusu olduğunda fonksiyonlarını ne düzeyde icra edebildikleriydi. Yanı sıra eğer bu kavramlar üzerinde yoğunlaşılacaksa son tahlilde her iki kavramın da semantik müdahalelere maruz kaldığı söylenebilir. Aydın ve entelektüel kavramları arasındaki sınırların iç içe geçmişliği, gerek Batı’da gerekse Müslüman toplumlarda bu kavramlara tanınan statünün yer yer muğlaklaşmasına yol açmıştır. Aslında her tanımlama çabasında yerel, kültürel ya da siyasi zeminlerin belirleyici ağırlığı oldukça yüksek düzeyde olmuştur. Nitekim 18. yüzyılın sonlarından itibaren batılı değerler dünyasında varlık kazanan ve özellikle 19. yüzyıl’la birlikte yeni anlamlar kazanan aydın ve entelektüel kavramlarının İslam toplumlarındaki karşılığı eşleştirme, uyum ve taklitten öteye geçememiştir. Modernleşme süreçlerinin gündelikleştirdiği kavramlar arasında yer alan “entelektüel”in Aydınlanma’dan mülhem “münevver” kavramı üzerinden “aydın” tipolojisiyle eşleştirilmesi değişim süreçlerinin ortaya çıkardığı referans kargaşasını ele vermektedir. Daha çok zihinsel emek ve ameliye anlamında kullanılan entelektüelle, toplumsal sorumluluk ve girişkenlik düzeyindeki fark edilir bilgi ve duyarlılıklarını hayatın akışına müdahil olarak kullanma anlamındaki aydın kavramının bugün yerel kullanımlarındaki iç içe geçmişlikler, artık yeniden tartışılmaya ve her ikisi arasındaki nüanslara bilhassa dikkat çekilmeye başlanmıştır. Türkiye örneğinden ilerlendiğinde sıklıkla bu iki kavramın birbiriyle karıştırıldığı gözlense de, yine de entelektüel kavramının taşıdığı derinlik, hatta asaletin aydın kavramında yer almadığı açıkça fark edilir. Entelektüel ve aydın tipolojileri son tahlilde birbirlerinden farklı bir şekilde tanımlanmak koşuluyla fikir ve eylem dünyasındaki değişen temsilleri top- lumsal itibar ve iktidar ilişkilerindeki konumları açısından hiç de yabana atılmayacak güçlü atıflar içermektedir. Her ikisi de sonuçta seçkin bir topluluğa, kısmen sınıfsal sayılabilecek bilişsel bir aidiyete vurguyla şekillense de, entelektüelde her zaman belirgin olan bağımsızlık teması onu görece daha güçlü kılmaktadır. Entelektüeli ele alırken kullanılan ölçütlerin çoklukla daha olumlayıcı niteliklere sahip olması bile bu bağlamda oldukça önemlidir. Aynı çerçeveden bakıldığında aydın kavramının da herkes için bağlayıcı, herkes için yol gösterici bir rol üstlendiğini söylemek güçtür. Ancak Ali Şeriati’nin İran özelinde geliştirdiği kavramsal çerçeveden hareket edildiğinde gerek entelektüel, gerekse aydın kavramsallaştırmalarının sonuçta kuşatıcı olma iddiası taşıyan merkez paradigmaların ürünü olarak anlam kazanıp tanımlandığını dolayısıyla her birinin son tahlilde belli bir toplumsal tahayyülün sınırlarına tabi olduğunu unutmamak gerekir. Öyle ki artık “Batının entelektüeli” ile bir tercümeye hapsolmuş “Doğu’nun aydını” hiçbir şekilde aynı tarihsel bağlamların ürünü olarak eşleştirilemeyecektir. Bu çerçevede münevver, mütefekkir, aydın ve entelektüel kavramları da aynı şekilde modernleşme süreçleri içinde kıymet kazanan birer tipoloji olarak aralarında ayrışır. Geleneksel müslüman toplumlarda bu rollerin geçmişteki “izdüşümleri” takip edildiğinde âlim, ârif ve hâkim gibi tipolojilerin de son tahlilde epistemolojik ve paradigmatik özellikler unutulmamak şartıyla kısmen benzer sayılabilecek fonksiyonlar icra ettikleri, kendi sorumluluk sahalarını dinin temel sabiteleriyle sınırlı tutarak varlık kazandıkları bilinmektedir. Gerek etimolojik gerekse semantik analizlerin ortaya çıkardığı farklılıklardan hareket edildiğinde bugün modernleşme süreçleri içinde ithal edilerek sahiplenilen pek çok kavramın tartışmasız bir anlam bütünlüğü içinde değerlendirilmesinin imkânsız olduğu söylenebilir. Ülkeden ülkeye kültürden kültüre değişebilen düşünme ve tavır koyma biçimleriyle dünyayı algılama ve farkındalık üretme çabaları hep birlikte aydın ve entelektüel kavramlarının tanımını güçleştiren sorunlara destek sunmaktadır. Entelektüel kavramının Çarlık Rusyasının tarihsel ve kültürel envanterinden başlayarak, bugün dünyanın hemen her yerinde kendine naif karşılıklar bulan yansımalarına bir ortak tanımlama çerçevesinde ulaşmak hala zordur. Bununla birlikte Edward Said’in de vurguladığı gibi o, örneğin aydınla karşılaştırıldığında kendi yerini açıkça ortaya koyan özgün bir sima üretmektedir. Bu rolüne sahip çıktığı ölçüde, “nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlar” arasında yer almaktadır. Çünkü entelektüelin esas görevi, bu tür baskılar karşısında kendi bağımsızlığına gölge düşürmemektir. Zaten entelektüelin, “sürgün, marjinal ve amatör” kimliğiyle iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan biri olarak nitelendirilmesi de 32 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük onun bu hassasiyetinden kaynaklanmaktadır. Anlam arayışında sıkı bir filozof, hayatın akışının yaslandığı temel ilkeleri belirlemede yetkin bir bilim adamı, dünyanın gidişatını sorgularken dert sahibi bir ahlakçı, erdem ve fazilet kaybının söz konusu olduğu durumlarda paniğe kapılan bir “felaket habercisi” olarak entelektüel, her zaman telaşlı ve huzursuzdur. Onun yer yer bir “fikir işçisi” yer yer de “ahlak zabıtası” olarak değerlendirilmesine fırsat veren kişilik örüntüleri, kimlik bileşenleri arasında baskın bir yer tutan yüksek sorumluluk ve derin vicdani kaygılarla buluştuğunda entelektüel formasyon ancak tamamlanabilmektedir Edward Said’e göre, genel olarak entelektüelin rolü, mücadeleyi diyalektik ve karşıt tavrıyla ortaya çıkartıp aydınlatmak, bilinmedik gücün zorla kabul ettirilmiş sessizliğine ve kanıksanmış sükûnetine ne zaman nerede olursa olsun meydan okuyup bozguna uğratmaktır. Öte yandan aydın kavramının yer yer entelektüel kavramının sınırlarına dahil olarak gerçekleştirilen tanımlarının da gösterdiği gibi ikisi arasındaki farklılaşmayı açığa çıkarmanın yolu her şeyden önce düşünsel derinliği, toplumsal sorumluluğu, eylemliliği ve ahlâksal yüceliği esas almaktan geçmektedir. Düşünce ufkunun sınırlarını zorlarken hiçbir kotaya riayet etmeyen bir rahatlık içinde kendini yapılandıran entelektüele karşılık aydın, her hal ü kârda kendi referans ve aidiyet dünyasının temel ilkelerine bağlılığını vurgulamak ve hatta kanıtlamak zorunda kalacaktır. Aydının bu özellikleri karşısında entelektüelin durduğu nokta onu üniversal bir düzeyde tutmaktadır. Her ikisi de “kitabın ortasından konuşma” iddiasına sahip olsalar bile entelektüelle, aydının başvurdukları külliyatın aynı kitapları içermeyebileceği kolaylıkla anlaşılır. Bu nedenle entelektüelin kendi görevini ifası her zaman ağır sorumluluklar üstlenmesini gerektirmiştir. Bu bağlamda entelektüel olmak bedel ödemeyi göze almayı gerektirir. Bu nedenle Said’in de vurguladığı gibi, “ne koruyacak makamları, ne de başında nöbet tutup gücüne güç katacak toprakları olan entelektüellerde bazılarını çok rahatsız eden bir şeyler vardır; meselâ, lafı eveleyip gevelemektense dobra dobra konuşurlar. Ama şu gerçekten kaçış yoktur: kendilerini böyle gören entelektüellerin ne yüksek mevkilerde eş dostları, ne de resmi makamlarda itibarları olur. İnsan yalnız kalır, doğru; ama her zaman sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü göstermekten iyidir yalnızlık”. Entelektüel ve aydın kavramı etrafında oluşan polemik ve spekülasyonlar Gramsci’den beri, onların her zaman bir iktidar aygıtı olarak değerlendirilmelerini kolaylaştıran örneklere dayandırılmıştır. Foucault’nun da vurguladığı gibi aslında entelektüelin gerçek işlevi, “herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için biraz öne veya biraz yana çıkmak değil, iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi, hem aracı olduğu yerde mücadele etmek”tir. Aynı sorun kısmen aydın için de geçerli sayılabilir. Aydının sonuçta bir söylem grubunun içinden gelen birisi olarak kendi organik kimliğine halel getirebilecek saldırılar karşısında korunma ihtiyacı duyması kuvvetle muhtemeldir. Ancak tekrarlamak gerekirse aydının toplumsal bağlamı evrensellik iddiaları karşısında sınırlı bir gereklilik içinde fikir yürütmeye daha çok uygundur. Nihayet aydının kişilik yapısı da bu beklentiler içinde şekillenmektedir. Entelektüelin evrensellik iddiası taşıyan hakikat talebine karşılık, aydının duruşu dahil olduğu sosyo-kültürel kümenin talep ve beklentileriyle sınırlıdır. Onun bağımsızlığı görecedir ve artık burada temel sorun her şeyden önce aydının verili istikametini nasıl koruyabileceğinde kilitlenmektedir. “Kendi dili, geleneği ve tarihi olan bir toplumun mensupları olarak aydınların, bu fiili durumların ne ölçüde kölesi, ne ölçüde de düşmanı” oldukları her zaman temel bir sorun olarak hazırda beklemektedir. Aydın, her şeyden önce tarihseldir ve tiplemeler tanımlama süreçlerinde bir hayli yıpranmıştır. Bununla birlikte aydın da kendi “çağının ve içinde yaşadığı toplumun durumu ve sorunları hakkında zengin bir bilgi birikimine sahip ve bu birikim temelinde analiz, sorgulama, değerlendirme yapan, düşünce üreten, daha iyi bir toplum ve giderek daha iyi bir insanlık için gerektiğinde politik eylemde bulunan bir insan tipi” olmak zorundadır. Son tahlilde aydın, bu özellikleriyle Aydınlanma çağının bir ürünü olarak misyon ve vizyon kazanmış olsa da karmaşık değişim süreçleri içinde sorunun tarihsel boyutları sıklıkla göz ardı edilmektedir. Âlim kavramı ise, bilgiye sahip olmak ve onu yerli yerinde kullanmak anlamında bir toplumsal statü göstergesidir. Kavramın İslâmi gelenek içindeki ağırlığı emsalsizdir. Âlimin dinî bilgi alanındaki yetkinliği İslâm’ın temel referanslarıyla ilgili vukûfiyetini ve gündelik sorunlar ekseninde Müslüman toplumu harekete geçirme kabiliyetini yansıtır. Esasen müçtehit ve müceddid gibi mertebeler katıksız birer tanımlama olarak, bilgiye erişim ve onu meşru bir şekilde kullanmak hususundaki yetkinliği ile âlime dayanmaktadır. Âlimlerin toplumsal rol ve fonksiyonlarında aslolan temel formasyon, her şeyden önce dinin temel iddialarında ısrarcı olmak, bu konuda devlet ve iktidarın kurumsal aygıtı ile toplum karşısında “tanımlanmış hakikat”i bütün çıplaklığıyla ve her koşulda dile getirmeyi esas kabul eden sağlam bir duruş sergilemektir. Ulema kategorisinin bir prototipi olarak âlim, ortak kabuller söz konusu olduğunda “peygamberlerin varisleri” statüsünde kategorize edilmektedir. Daha çok felsefe, irfan ve tasavvufun keşf ve ilham esprisiyle şekillenen ârif ve hâkim tipolojileri ise İslâmın toplumsal gerçekliği içinde farklı referans dünyalarının katkılarına açık olma ve onları da bir şekilde içermeye açık bir mecra olarak fonksiyon icra etmektedirler. Bir başka açıdan yer, bağlam ve değerler haritası sık sık hatırlanmak kaydıyla geleneksel toplumlarda “şaman”ın, “les clercs” ya da “literati”nin kendi siyasi ve dini bağlamlarında kristalize olmuş rolleri, müslüman toplumlarda da âlim, ârif ve hâkim gibi stereotiplerle karşılanmaktadır. 33 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Ulema geleneksel İslâm toplumunda dinin hem yorumlayıcısı hem de onun gündelik hayattaki karşılıklarını izleyen süreklilik taşıyan bir uzmanlar grubu olarak dikkat çekmiştir. Dini bilgiye hakim olmalarıyla ulema, içinde fakih, müçtehit gibi değişik kategorilere sahiptir. Ulemanın dini bilgiyi kontrol eden ve çok kere de onu geliştiren konumu tarih boyunca farklı özellikler kazanmış olsa da, genelde asıl kaygının temel referanslara sadakat etrafında döndüğünde şüphe yoktur. Yani ulema İslâm’ın ruhuna bağlı kalınarak, dinin gündelik dünyaya yansıyan boyutlarını ele almakta; dinle hayat arasındaki bağları ve olası gerilimleri kendi metodolojik çabasıyla gidermeye çalışmaktadır. Yerleşik toplum tarafından dinî değer ve yargıların sınırlarının zorlandığı ya da dinin farklı gerekçe ve yollarla istismar edildiği durumlarda ulema, İslâm’ın çetin muhafızları olarak dikkat çekici rolleriyle öne çıkmaktadır. Ne var ki ulemanın dinin aslına sahip çıkma hususundaki ısrar ve enerjisi giderek ardı ardına gelen meşruiyet tartışmalarıyla günümüze problemli bir şekilde ulaşmıştır. Tarihsel süreç içinde ulemanın konumunda meydana gelen bu farklılaşma ve değişim, hem İslâm toplumlarının yaşadıkları siyasi dönüşümden hem de bütün bunlardan ayrıştırılması mümkün olmayan ve dünya çapında yaşanan zihinsel kargaşadan derin bir şekilde etkilenilerek gerçekleşmektedir. Tipik bir müslüman toplumda ulemaya yüklenen görev, dinin referans dünyasını koruma altına almak ve İslâmı bir yandan bilgi ekseninde güncellemeye çalışırken bir yandan da onu yeterlilik düzeyinde sürekli hareketli kılmaktır. Kriz dönemlerinde İslâm’ı yenileme düşüncesinin öncüleri olarak ortaya çıkan mücedditler her seferinde farklı aktivite ve tercihlere sahip olarak İslâm’ı canlandırma azminde olmuşlardır. Bu azmin sonuçlarına bakıldığında da, sözkonusu niyetlerle gerçekleştirilenin aslında dini, yeni koşulların yıpratıcı ağırlığı karşısında arınma ve toparlanma düzeyinde bir sağlamaya almak olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda ulemanın asıl görevinin toplumun sürekli olarak İslâmileştirilmesine ilişkin stratejilerle içiçe olduğu söylenebilir. Kelam, fıkıh, tefsir gibi İslâmi ilahiyatın bütün alanlarında yapılan da genellikle budur. Hatta fetihler, kültürel karşılaşmalar, ahlaki çöküntüler, çatışma ve hesaplaşmalar gibi hemen her zaman karşı karşıya gelinebilecek maliyeti yüksek tehditler karşısında müslüman ulema, İslâm’ın sahih bir çerçevesine sadık kalarak onu güçlü kılmayı ve korumayı amaçlamıştır. Örneğin İmam Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Gazali’nin kişilikleri üzerinde netleşen tipoloji bile tarihsel anlamda ulemanın misyonunu kavramaya yeterlidir. Ulemayı bu çerçeve içinde tanımlamak İslâm toplumlarının neredeyse ortak bir kabulüdür. 18. ve 19. yüzyılın sarsıntılı-çalkantılı şartlarında bile ulema sadece dinin muhafızı olarak değil aynı zamanda dinle aynileşen kültür, coğrafya ve entelektüel duyarlılıkların korunmasında da ciddi sorumluluklar üstlenmiştir. Bu, direnç ve savunmadan karşı çıkışa kadar değişken bir kimlik ibrazıyla tanınan ulema, kendilerini peygamberlerin varisleri olarak değerlendirmeye imkan veren bir hassasiyete her zaman dikkat etmek zorunluluğu içindedirler. Gerçi bilgi ve derinliğini kişisel çıkar ya da politik ayak oyunları içinde kullanıma açan din bilginlerinin varlığı da inkar edilemez ama İslâmi bellek bu türden örneklerin gayrı meşruluğu konusunda hassasiyetinden sapma göstermemiştir. Modern zamanlarda İslâmın konumunda olduğu gibi, ulemanın konumunda da esaslı bir sarsıntı gözlenmiştir. Çok kere ulema, şimdiki zamanların dil, söylem ve problemlerini bilmemekle, hatta bu konulardaki yeterliliğıini kanıtlama konusunda kabul edilebilir bir çabaya sahip olmamakla suçlanmıştır. Modern söylem ağları içinde ulema ve alt kategorileri, her türden dinsel biçim ve renklerin dönüşümünde gözlendiği gibi ciddi bir tıkanma ve parçalanma yaşamıştır. Nihayet günümüz toplumlarında ortaya çıkan yeni sosyo-politik yapılanmalar içinde ulemanın varlığı da ancak şartlı olarak gündeme getirilmekte ve tarihsel misyonunu devam ettirecek bir geleneği sürdürebilme arzusu, çağdaş gelişmeler karşısında açıkça gölgelenmektedir. 19. yüzyıl, İslâm toplumlarının da diğer toplumlar gibi epistemolojik düzeyde ciddi kırılmalara maruz kaldığı bir süreç olarak dikkat çekmiştir. Batılı bilgiye hazırlıksız yakalanan İslâm dünyası, çok kere kendi bilgi kodlarıyla yüzleşmek zorunda kalacağı yeni bir evrilme şoku yaşamak zorunda bırakılmıştır. Öte yandan geleneksel ulemanın, formüle edilmiş bir dinselliği, hayatın bütün alanlarına yayma girişiminin de, toplumdaki diğer çıkışlara önem vermediği oranda varolan hareketliliği dondurduğu inkar edilemez. Pek çok İslâm toplumunda ulemanın meşruiyeti de ortaya çıkan sömürgeci tasallutun etkisi altında tartışılmaya başlanmıştır. Radikal bir Batı düşmanlığından köktenci bir İslâm karşıtlığına kadar hemen her boyutta ortaya çıkan arayışlar içinde ulemanın otoritesi de esaslı bir yara almıştır. Müslümanlar varolan koşullarda ulemayı oldukça gevşek bulurken, buna karşılık gayri islami unsurlar da söylemleriyle ulemayı yeni paradigmatik eğilimlerin dışında kalmakla itham etmişlerdir. Bu İslâm toplumlarının Batılılaşma üzerinden modernleşmesinin doğurduğu kayıplar arasında belki de en hazin olanıdır. Kuşkusuz bu sıkıntının ulema üzerinden ele alınacak yanları da göz ardı edilemez. İslâmi bilginin elde edilmesi, bilginin aktarımı ve yeni sorunları göğüsleyebilecek bir söylem arayışı yerini kendini sık sık teferruat analizlerine hapseden bir reel-politik stratejiye terketmiştir. “Modern çağda ulema”, bu gerilim ve sakınımın ürettiği sorunlarla karşı karşıyadır. Mevcut durum, dönüşüm, misyon kaybı ve kendini yenileyememek gibi iddialarla daha sık gündeme gelmektedir. Ulemanın varoluşsal dünyası, yeni şartların ürettiği ve kimi zamanlar da bir zorunluluk olarak dayattığı fiili gerçeklikler karşısında gözden düşmüş gibidir. Esasta tartışma İslâmın bugün nasıl dillendirileceği ve bu görevi üstlenecek ulemanın nasıl bir ehliyete sahip olacağı etrafında dönmektedir. Artık günümüz İslâmının temel tartışma konuları arasında yer edinen bu problem, ağırlıklı olarak ulemayı ilgilendirmemektedir. Ne var ki ulemanın misyonunu tamamlamışlığından, yerini ve fonksiyonlarını kime devret- 34 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük tiğine kadar pek çok konuda ortaya çıkan sorular müslümanların derinlikli tartışmalarında yerini almaktadır. Ulemadan aydına geçişin sağlandığının düşünüldüğü günümüzde gerçekte birbirinden bağımsız ve farklı epistemolojik temellerden hareketle gerçekleşen dini faaliyetler sözkonusudur. Bugün İslâmi bilginin kontrolü büyük ölçüde ulemanın tekelinden çıkmıştır ve yeni fikirlerin üretildiği kulvarlarda İslâm üzerine konuşma hakkı el değiştirmiştir. Bu bağlamda sık sorulan sorulardan biri aydının ulemanın mirasını sürdürüp sürdüremiyeceğidir. Aydın bu bağlamda ortaya çıkan yeni bir kategoridir. Aydın, belli tarihsel birikim ve süreçlerin parçası olarak kazandığı imaj ve özellikleriyle dikkat çekmektedir. Aydınların modern zamanlardaki konumuna ilişkin sorular müslüman dünyasında yeni ve can yakıcı soruların yarattığı gerekçelerden hareketle sorulmaktadır. Kuşkusuz tarihin her döneminde günümüzde geçerli rollerinden hareketle, aydın fonksiyonelliğine sahip bir toplumsal kategoriden söz etmek mümkündür. Esasen tarihsel olan herşey gibi aydın kavramının da yeni bir sunumuna ihtiyaç sözkonusu olabilir. Hatta bu nedenle geçmişte ulemanın üstlendiği rollerin bugün aydınlar tarafından ne düzeyde işlevsel kılınabileceği sorusu da haklı olarak sorulabilmektedir. Varlığını ulemanın arayışlarında bulan bir toplumun şimdiki zamanların ortaya çıkardığı sorunlar ve maliyetler karşısında yeni problemleri aşabilecek bir temsil gücüne ihtiyaç duyması gayet doğaldır. Ulemanın sosyolojik ağırlığı günümüzde bir hayli hırpalanmıştır. Bilgi, takva ve entelektüel donanımın ulemayla özdeşleşen yanı günümüz dünyasında ciddi bir parçalanma yaşamaktadır. Tipik bir müslüman için aydının nasıl bir kimlik beyan ettiği tartışılmaya değerdir. Onun işlevi bir yandan toplumsal yapıyı değiştirmek, bir yandan da neredeyse bütün bireylerde görülebilecek yerleşik bir aydın ruhu üretmeye çalışmaktır. Bu ise sosyal kurum ve yapıların taşıdığı geleneksel zaafiyetlerden kurtulmayı ve entellektüel muhayyile gücünün yeniden ortaya çıkarılmasını gerektirmektedir. O, bir yandan kültür değişimine öncülük ederken, bir yandan da değişeni daha popüler ve yaygın hale getirmek, yeni bir zevkin ve üslubun öncülüğünü sürdürmek, halkın politik ve sosyal tercihlerini etkilemek istemektedir. Ulemanın şimdiki zamanların değer, norm ve ilkelerini dikkate alan bir tipolojisi, aydının eşzamanlı olarak üstlendiği özgürlükçü açılımlar karşısında nasıl kurulacaktır? Yoksa bu talepler aydın üzerinden mi gerçekleştirilecektir? Aydın sözkonusu olduğunda inanmanın oluşturacağı bir bağımlılık, sürekli bağımsızlık üzerinden kendini inşa eden duyarlılıklar karşısında nasıl bir denge tutturacaktır? Bu düzeye bağlı olarak çıkacak gerilimler nasıl aşılacaktır? İslam toplumunun modernleşme deneyimlerinden hareketle böyle bir soruya muhatap olan dini bilgi kadrolarının içtenlikli bir şekilde cevaplamaları gereken sorulardan biri belki de budur. Kaynakça Arslan, Ahmet (2002). “Aydınlar, Entelektüeller ve Müminler”, Cogito, S. 31 (Bahar), Foucault, Michel (2000). Entelektüelin Siyasi İşlevi, Haz. Ferda Keskin, Çev. Işık Ergüden Osman Akınhay - Ferda Keskin, İstanbul, Ayrıntı Yay. Genç, Ernur (2006). Sosyolojik Açıdan Entelektüel Karşılaştırmaları, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Sosyal Bilimler Enstitüsü. Gramsci, A. (1985). Aydınlar ve Toplum, Çev. Vedat Günyol, Ferid Edgü, Bertan Onaran, İstanbul. Le-Goff, Jacques (1994). Ortaçağda Entelektüeller, Çev. M. Ali Kılıçbay, İstanbul: Ayrıntı. Özlem, Doğan (1995). “Felsefe Geleneği ve Aydınımız”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Ed. Sabahattin Şen, İstanbul Said, Edward (1995). Entelektüel, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Ayrıntı. Said, Edward (2002) “Yazar ve Entelektüelin Kamusal Rolü”, Çev. Ece Gamze Atıcı, Cogito, S. 31 (Bahar) Saybaşılı, Kemal (1995). “Münevver, Entelektüel, Aydın”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Ed. Sabahattin Şen, İstanbul Subaşı, Necdet (2010). “Ali Şeriati”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt: XXXVIII, İstanbul Şeriati, Ali (1992). Aydın, Çev. İbrahim Ağacan, 2. b., İstanbul, Dünya Yay. 35 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Emin İsa El Osmani İslami Fıkıh Akademisi Başkanı (Hindistan) İslam Toplumu ve İslamofobi Üzerine Düşüncelerin Yansıması Günümüzde İslam ve ümmet ile ilgili kişiler ve gruplar her zaman düşüşümüz ve geri kalmışlığımızın, yenilmemiz ve çaresizliğimizin nedenleri konusunda düşünüp, tartışıp, değerlendirme yapmışlardır. Bu muazzam kaynaklara rağmen, bu büyük ümmet neden çaresiz ve bölünmüş durumdadır? Gerçekte, tüm sefaletin arkasında asıl neden iktidar dengesizliğidir, yani diğer ülkelere ve topluluklara kıyasla Müslüman ümmet güçlü değildir ve bu nedenle edilgen tarafta olmakla, korkmakta ve etkilenmektedir. Kuran’ın vaaz ettiği iktidar kazanılmazsa, diğer güçlü milletler karşısında sesi zayıf kalır ve yenilmeye devam eder. Adalet, özgürlük, bağımsızlık, eşitlik, haklara saygı, istişare, hizmet, barış, hayır ve sadaka, İslam’ın müminlerden takip etmesini istediği temel ilkeler arasındadır. Her seviyede, bireysel ve kolektif olarak bu öğretilere uymak için kesin kurallar bulunmaktadır. Bütün bu öğretiler, İslami yasanın ruhunu oluşturur ve İslam’ın özü olarak görülür. Bu öğretiler İslam’ın siyasi ve ekonomik sisteminin ayrılmaz bir parçası olduğu sürece, Müslüman ümmet mutlu ve refah içinde yaşamıştır ancak, refah, toptan kalkınma, barış, düzen, denge ve uyumun anahtarı olan bu öğretilerin ihlal ve göz ardı edilmesi durumunda, ümmet kaos ve anarşiyle karşı karşıya kalmıştır. İslam tarihi tahlil edilip, sözü edilen temel öğretiler benimsendiğinde ve hakkıyla uygulandığında, İslami hükümetler ve Müslüman ümmetin tatmin olduğu ve barış içinde yaşadığı açıkça görülmektedir. Nitekim emperyal güçler, Yahudilerin ve Hristiyanların istihbarat kurumları ve orduları, komplolar düzenlemiş ve planlama ve stratejileri ile Müslüman ümmetine olağanüstü zarar vermiş ve Orta Doğu siyasetini ve durumunu birçok yönden etkileyerek, Osmanlı Devleti gibi büyük bir gücü kırmayı başarmışlardır. Şüphesiz, bu tarihin karanlık bir yüzüdür, ancak yöneticiler ve yöneticilerin desteği, İslam’ın temel ilkelerini ve ümmetin menfaatlerini gerektiği şekilde göz önünde bulundurmadıklarından, geçici menfaat, mevki, iktidar ve dünyevi kaygıların heveslerine kapılmış, bunlara giderek daha fazla gömülmüşlerdir. Müslümanlara düşman güçler, Orta Doğu’nun siyasi güçlerini ağlarına sarmaya başlamış ve farklı sözleşmeler ve anlaşmalarla, hâkimiyetlerini güçlendirmeyi başarmışlardır. Şu anda bütün ümmet, Orta Doğu’nun ciddi sorunlarının etkisi altında ve düşmanlar omurgaya saldırmaya çalışmaktadır, ancak Orta Doğu ülkelerinin politikalarını analiz ettiğimizde aşağıdaki sorunlar ön plana çıkmaktadır: • Orta Doğu ülkeleri, kendi kendilerine yetmek yerine, başkalarına bağımlı olmayı daha kolay görmektedirler. • Sadece bilim ve teknolojide dünyanın gelişmiş ülkelerinden geriye kalmadılar, aynı zamanda bu alanda bağımsız araştırma, rekabet ve soruşturma yapmayı denemediler. • Bu ülkelerin savunma gücü çok zayıf kaldı ve böylece bir şekilde büyük güçlerin etkisi altında kaldılar. • Bu bölgenin yöneticileri ve vatandaşları arasında hiçbir zaman koordinasyon ve uyumlu ilişkiler olmadı; başka bir deyişle birlik yoktu ve hala yoktur. • Aşiretler, bölgeler ve mezhepler arasında grup çatışmaları devam etmektedir. • Orta Doğu’da gelişen Arap milliyetçiliği kavramı, ümmetin kaygılarına zarar verdi. • Orta Doğu’da Türk karşıtı duyguları yükselten bu eğilimler kabul gördü. • Tüm bu ülkelerin yöneticileri ümmetin sorunlarına kayıtsız kaldılar ve aldırmadılar. • İslam’ın egemenliğiyle ilgili düşünce trendi artık yok. • Bu ülkelerin siyasetçileri ve yöneticileri arasında vurdumduymazların, maddiyatçıların ve açgözlülerin oranı arttı. • Batılı siyaset ve Batı kültürünün etkisinde kalan bu ülkeler, Batı’nın hayat biçimlerini benimsedi, bu da politikalarının 36 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük çok fazla Batı etkisinde kalmasına ve farklı derecelerde çeşitli Batı ülkelerinin baskısı altına girmelerine neden oldu. yitirmiştir. Müslüman yöneticiler, İslam’a ve ümmet’e ait olmayan menfaatleri ve amaçları tercih etmiştir. • Orta Doğu’daki yöneticiler, ilk Kıble’yi korumak ve Gazze’deki ablulayı kırmak konusunu ihmal etti. Benzer şekilde stratejileri, Filistin’e siyasi destek meselesinde de Batı etkisinde kaldı. • Günümüzde analistler, Müslüman ülkelerde, özellikle Peygamberlerin mücadelelerinin merkezi olan bu bölgede, İslam düşmanlarının neden bu kadar güçlü olduklarını gözlemlemiştir; Ümmetin birliğinin koruyucusu olan Türkleri alt etmek için daha önce de girişimlerde bulunulmuş ve İslam dünyasının etkisi ve gücüne engeller yaratılmaya devam edilmiştir. • Bu bölgedeki yöneticiler, Müslüman azınlıkların sorunlarına kayıtsız kaldı ve konuya hiç ilgi göstermediler. • Orta Doğudaki iktidardaki ailelerin başlıca dezavantajlarından biri ruhanilik ve dünya görüşü açısından boş olmalarıdır. Bu yöneticiler, dengeli özgürlüğe ve ifade özgürlüğüne karşı çıkmakta ve demokratik değerlerin yolunda engeller yaratmaktadır. • Bölgede var olan doğal kaynaklar, ümmetin düşmanlarına devredildi ve bu düşmanların burada egemenlik kurmasına izin verildi. • Ülkelerini, bölgelerini, adalarını ve havaalanlarını ümmetin ve Müslümanların düşmanlarına verme eğilimi çok zarar verdi. • Orta Doğu milletlerinin Batı ülkelerinde yatırım yapma ve buradaki başkentleri koruma davranışı da ümmeti zayıflattı ve Batı’yı güçlendirdi. • Orta Doğu’da tüm siyasi, ekonomik, ticari ve uluslararası ilişkilerle ilgili araştırma yapabilen ve bunları analiz edebilen bağımsız Araştırma ve Analiz merkezleri yoktur. • Bölgenin tamamında zenginliklerin ve kaynakların bulunmasına rağmen, yöneticilerin modern silah ve savunma sistemleri ve diğer unsurları üretememe en zayıf noktalarıdır. • Orta Doğu’nun dış politikası dengesizdir ve son otuz yılda değişen şartlar altında belirlenen politikalarında önemli değişiklikler görülmemiştir. • Bir yandan bu ülkelerin zayıflıkları, stratejik hatalar ve sorunlar devam ederken, diğer yandan Batı’nın ve uluslararası mali ve ticari kurumlarının baskısı ve uluslararası yasalar, Orta Doğu’da çok sayıda karmaşıklığa neden olmuştur. • Birçok sebepten dolayı şiddet, aşırılık ve terör, tepkiler ve komplolar, bu bölgeye büyük ölçüde zarar verdiği gibi, ekonomi, ticaret ve askeri düzeyde sorunlar yarattı. • Bu hususların daha derinine indiğimizde, Osmanlı hilafetinin yok edilmesiyle, ümmeti bölmek ve dağıtmak yönündeki girişim sonucu, Arap milliyetçiliği ve diğer bölgesel meseleler esasında Arapların ve Türklerin ayrıldığını ve daha sonra Arapların da kendi aralarında duvarlar yarattığını görüyoruz. Bu yapay duvarlar, ümmetin birliği yolunda birçok sorun yaratmıştır. Nitekim daha sonra Orta Doğu’da birçok federasyon kurma girişimi olmuş, ancak uygulamada geçerliliğini • İslam düşmanı gruplar, partiler ve ülkeler, farklı kisve altında, geçtiğimiz dönemde Müslüman dünyasında kaos yaratmak, barışı, düzeni ve istikrarı bozmak için girişimlerde bulunmuştur. Bu noktada, İran Devriminin başta Batı’da birçok soru uyandırdığını ancak İran’ın yayılmacı politikasının kısa sürede bölgede yeni bir durum yarattığını belirtmek gerekir. İran’ın silahlı milisleri ve her tür grubu, nüfuzunu artırmak için farklı ülkelerde adımlar atmaya başlamıştır. Şiilik de, dini temelde önemli bir rol oynamıştır. Şiilik, demokrasi, Velayet, İmamet ve İran Şiiliği, kimi zaman bölgedeki çıkarlarla ilgili olarak Avrupa ve Amerika ile anlaşmalar yapmış, bazı zamanlarda da yeni bir diplomasi benimsemiştir. İran tüm bölgedeki etkisini ve hegemonyasını artırmak için farklı düzeylerde, farklı davranışlar benimsemiş ve kültür, eğitim konusunda bu anlamda çok ileri gitmiştir. İran’ın Körfez ülkeleri, Türkiye ve Suriye ile olan ilişkileri de, İran’ın kendi menfaatlerini savunması bakımından değerlendirilmelidir. İran, kimi zaman Amerika ve Avrupa’ya, kimi zaman Rusya ve Çin ile yakınlık kurmuş, kimi zaman Kürtlere tavizler vermiş, kimi zaman da diğer ülkelerdeki Şii parti ve nüfusları kendi menfaatleri doğrultusunda etkilemiştir. İran, özellikle bu amaç için Suriye ve Ürdün’deki petrol gelirlerini kullanmıştır. Gerçekten de, bu çalışmalar için büyük hazırlıklar yapmış ve kendi milletini mezhep temelinde bir araya getirmeye çalışmıştır. Bölgede Türkiye’nin varlığı çok değerlidir. Burası, Osmanlı Hilafetinin merkezi olmuştur. Türkiye’nin görkemli tarihi, İslam’ın ve Müslüman ümmetin zaferinin, korunmasının tarihi olmuştur. Türkiye’nin düşünen saygın insanları, büyük sorunlara rağmen fedakârlıklar yapmaktadır. Bu fedakârlıkları İslam ve insanlık adına yapmaktadır. Şu anda Türkiye, birçok sorunla karşı karşıyadır; bunlardan biri, farklı örgütler üzerinden eylemler yapan Suriye’deki radikal örgütler meselesidir. Nitekim bu sorun aynı zamanda Müslüman ümmetin sorunudur, ancak Türkiye büyük hizmetlerle bunu çözmeye çalışmaktadır. Türkiye, bu insani ve dengeli politikası sonucu ardarda terör saldırılarına maruz kalmıştır. Bu terör faaliyetleri, Türkiye ekonomisini, barış ve düzenini bozarak, tutumunu değiştirmesini ve kararlılığının zayıflatılması için yapılmıştır. Bu adımlar sonuç vermeyince, sistemi değiştirmek için darbe girişimi düzenlenmiş, ancak Türk milleti bu çabaları boşa çıkarmıştır. Avrupa Türkiye’ye gerçek sorunlar konusunda ciddi bir destek vermemiştir; nitekim Batı ülkeleri her daim Türkiye için çifte standart uygulamış, dolayısıyla 37 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Avrupa Birliği Türkiye’yi üyeliğe kabul etmemiştir. Türkiye’nin sınırları birçok farklı ülkeye dokunmaktadır, bu nedenle düşmanlar bu sınırlarda barış yerine şiddeti sürdürmeye çalışmaktadırlar. Türkiye değişen şartlarda her açıdan kendi kendine yeter bir ülke olmalı ve her türlü mal, silah ve makineyi kendisi üretmelidir. Savunma gücü, modern silahların üretilmesiyle sağlamlaştırılmalıdır. Kuran’da, demirin kullanılması amacıyla demir gönderilmesinden bahsedilmektedir. Türkiye, para birimini konsolide etmek için inisiyatifler almalı, böylece para birimi büyük güçlerin para birimlerine karşı daha güçlü olmalıdır. Para birimi altına bağlanmadıkça, para biriminde gerçek bir güç elde edilemez. Türkiye’nin Amerika ve Avrupa yerine üçüncü blok ve Uzak Doğu ülkeleriyle daha yeni ilişkiler kurarak yeni bloklar oluşturması gereklidir. Benzer şekilde, Amerika ve Avrupa yerine, ilerlemesine yardımcı olacak Afrika ülkeleri, Rusya ve Çin ile ilişkilerini güçlendirmelidir. İslamofobi Gayrimüslim dünyada, özellikle Avrupa ve Amerika’da nefret ve İslamofobi’nin yaygınlaştırılmasına yönelik düzenli girişimlerin nedenlerini ve onları ortadan kaldırmanın yollarını değerlendirmek gereklidir. Nitekim Müslüman ümmet, vaaz eden ümmettir ve ümmetin başarısı sadece İslam’a bağlı kalmaktan geçer. Dolayısıyla, İslam’ın denge, iyilik ve refaha dayanan gerçek imajı hem teoride, hem de pratikte temsil edilmeli, aynı zamanda diyalog hızlandırılmalı, bunun için yeni bir strateji ve daha geniş bir tanım yapılmalıdır. Bu çalışma için, modern medya araçlarının, elektronik araçların, sinema sektörü ve benzeri diğer araçların daha etkili kullanılması faydalı olabilir. Benzer şekilde, değişim ve modern- leşme sürecinin hızlandırılması için kültür ve eğitim alanlarında da düzenli çalışmalar yapılmalıdır. Dil, ırk ve renklerin İslam ile hiçbir alakası yoktur, zira İslam, temelde en önemli ilkelerden ve öğretilerden üretilen evrensel mesajları içerir ve hiçbir millet bunları göz ardı edemez. Faydalı olma, toplumsal, politik ve ekonomik adalet, insanlığa saygı, hak, barış içinde denge ilkeleri uygulanmadığı sürece, kültürel gelişim ve daha iyiye doğru değişim zor gerçekleşir. Nitekim siyasi şartlar, toplumsal değişimler, savunma, ulaşım, ekonomi ve eğitim meseleleri, aşiretlerin ve farklı milletler analiz edilmeli, Türkiye, Rusya ve Balkan bölgeleriyle dikkatini geçmişte ilişki kurduğu alanlara yöneltmelidir. Türkiye’nin yeni bir sözleşme ve yeni bir iktidar oluşumuyla Orta Doğu’da diğer ülkelere güvenerek hareket etmesi gereklidir. Ayrıca Türkiye, yeni araştırma ve inceleme kurumları, yeni bilimsel laboratuvarlar kurması, böylece Türkiye’nin en parlak beyinlerinin etkili bir şekilde eğitilebilmesi için eğitim ve öğretim vermesi gereklidir. Türkiye, Arap olmayan Müslüman ülkelerle daha iyi ilişkiler kurmak için bu ülkelerle, kültürel, eğitim ve ticari ilişkilerini arttırmalı, Türkiye, tarihini, şahsiyetlerini ve edebiyatını diğer dillere çevirmeli ve bu ülkelerin dillerini öğrenmek ve bu dillerde eğitim vermek için düzenlemeler yapmalıdır. Türkiye’nin Müslüman azınlıklarla, çoğunluğu Müslüman olan ülkelere zaman zaman Müslümanlar adına mesajlar yayınlaması Müslüman ümmetin kaybettiği ihtişam ve şanı nasıl yakalayabileceğine odaklanması da doğru olacaktır. Bu açıdan Türkiye, bir Mesih, Kurtarıcı ve stratejist rolü oynamak zorundadır. Umarız Türkiye’deki mevcut iktidar ve aydınlar bu yönde ilerler. 38 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük I. Gün II. Oturum Şeyh Dr. İkrime Sait Sabri Kutsal Mescidi Aksa İmam Hatibi - İslam Yüksek Kurulu Derneği Başkanı- Kudüs Abartı, Aşırılık ve Teröre Karşı Koymada Ulemanın Rolü Prof. Dr. Ali Çelik Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Toplumsal Barışı Sağlamada Hz. Peygamber'in Sünnetinde Bazı Temel İlkeler Nawaf Takruri Filistin Dışındaki Âlimler Derneği Başkanı Meşru Direniş ve Terör Arasındaki Fark Doç. Dr. Adil Şen Osmangazi Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslam Tarihinde Toplumsal Barışı Tesis Etme Çabasına Örnek Bazı Uygulamalar Üzerine Bir Bakış Şeyh Dr. İkrime Sait Sabri Mescidi Aksa İmam Hatibi ve İslam Yüksek Kurulu Derneği Başkanı Abartı, Aşırılık ve Teröre Karşı Koymada Ulemanın Rolü Giriş Konferansın başarılı ve muvaffak olmasını temenni ederim. Hamd, alemlerin rabbi olan Allah’a aittir. Salat ve selam gönderilmişlerin en şereflisi olan ümmi ve emin peygamber Abdullah oğlu Muhammed s.a.v., onun tertemiz ve nur gibi parlak ehlibeyti, bir çerağ gibi aydınlık ve öncülerin en hayırlısı olan sahabelerle, onların peşinden giden, ayak izlerini takip eden, eserlerinden nasiplenen ve ihsan ile onların sünnetlerini kıyamet gününe kadar sünnet edinenlerin üzerine olsun. Alemlerin rabbi olan Allah’a hamt ederim. Öncelikle bizleri uluslararası İslam alimleri zirvesine katılmaya davet ettikleri için Türkiye Şanlıurfa vilayeti valisi ve zirvenin hazırlık kuruluna teşekkürlerimi sunuyorum. İnsanların karıştırdığı bazı kavram ve tanımların tarifi noktasında temel rol, ümmetin alimlerine ait olup, zirvenin önemi de bu noktadan ortaya çıkmaktadır. Bazıları İslamın terör kaynağı olduğunu iddia ederler, ancak sosyal, iktisadi ve siyasi baskıyla, zulüm ve özgürlüklerin yasaklanması, işgal sömürge, katliam ve yıkım siyaseti gibi her türlü şiddete Müslümanların maruz kaldığını görmezden gelirler. Yüce İslam dinimiz sevgi adalet ve barış üzerine kurulmuş olup, İslam dini itidal medeniyet hoşgörü ve kolaylık dinidir. İslam dininin öğretileri derinden ve bilinçli gözden geçirildiğinde, geçmiş dönemlerdeki İslam’ın pratik uygulamalarında bu durum açıkça görülecektir. Eğer bu çalışmayı hazırlarken başarılı olmuşsam, bu Allah cc.’nin muvaffak kılması iledir. Ancak bir kusurum var ise ve doğruya uzak kalmışsam, bu kendi nefsimdendir. Mükemmellik tek olan Allah’a aittir. Abartı aşırılık ve terör kavramları bugünlerde alim, cahil herkesin dilinde dolaşır hale geldi. Bilen de, bilmeyen de bu kavramların manaları hakkında konuşuyorlar. Basın organlarında bu ifadelerin çok kullanılması büyük bir hızla yayılmalarına yardımcı oldu. İslâm düşmanları da terörle mücadele bahanesiyle, Müslümanlara ve İslam’a karşı yürüttükleri acımasız savaşta bundan faydalanmaya başladılar. O halde bu ümmetin düşmanlarının İslam’ın ve Müslümanların görünümünü şaibeye sokmak için yaptıkları pervasız saldırıların boyutunu açıklamak üzere perdeyi kaldırmamız ve olanları ortaya çıkarmamız gerekmektedir. Kavramların Anlamları İnsanlar İslam’ı şaibe altında bırakmak ve Müslümanları kötülemek için silah olarak birçok kavramı kullanmaktadırlar. Bu kavramlara kısaca değinmek istiyorum. Abartı: Arapça kökü “ğala-ğalven” olup, “arttı ve yükseldi” anlamına gelmektedir. “Falanca dinde abarttı” denildiğinde “çok şedit oldu, haddi aştı ve aşırıya kaçtı” anlamlarını taşımaktadır. Rabbimiz Kur’anı Kerim’de aşırıya gitmeyin anlamında “Ey Kitab ehli! Dininizde sınırları aşmayın ”1 buyurmuştur.2 Peygamber efendimiz s.a.v. de abartmayı yasaklamış ve “Dinde abartıya kaçmaktan sakının. Zira sizden öncekiler dinde abarttıkları için helak oldular”3 buyurmuştur. Peygamberimiz s.a.v. bir başka hadis-i şerifinde abartıya kaçanları zor beğenenler olarak nitelemiş ve “Zor beğenenler helak oldu, 1 Nisa suresi – Ayet 171 2 İbni Manzur, Lisanül Arap, “Ğala” Maddesi 3 Ebu Davud, Ahmed Bin Hambel, Nesai ve İbni Mace basit lafız farklarıyla büyük sahabe Abdullah İbni Abbas r.a.’dan rivayet etmişlerdir. 40 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük zor beğenenler helak oldu, zor beğenenler helak oldu”4 buyurmuştur. İmamı Nevevi “Onlar sıkı davranma yeri olmayan yerlerde derinlere dalıp, sıkı davranan kimselerdir”5 hadisi şerifini tefsir ederken, “zor beğenenler” kelimesini “işlerinde abartıya kaçanlar, çok iyi bildiğini ve anladığını iddia edenler” olarak yorumlamıştır. Efendimiz s.a.v. “Din kolaylıktır. Dini aşmak isteyen kimse, ona yenik düşer. O halde, orta yolu tutunuz, en iyiyi yapmaya çalışınız, o zaman size müjdeler olsun; günün başlangıcından, sonundan ve bir miktar da geceden faydalanınız.” 6 İbni Hacer El Askalani ise “Bir kimse dini işlerde derine dalar ve itidali terk ederse, sonunda aciz düşer ve o amelden kesilir”7 demiş, Efendimiz s.a.v. de “Muhakkak Allah yumuşak huylu olmayı sever ve şiddet ile vermediklerini yumuşak huyluluk karşılığında verir”8 buyurmuştur. Aşırılık: Sözlükte “taraf” kelimesinden gelmekte olup iki manası vardır. Birincisi bazı organların hareket etmesi, ikincisi ise bir şeyin kenarı ve ucu demek olup, burada kastedilen mana budur. İbni Manzur şöyle der; Taraf kelimesi mastardır. Develerin etrafını kontrol ettiğinde ve sürü karışmadığında “tetarrefet en nakatü” denir. Yine İbni Manzur İbni Seyyid’den şöyle nakleder; Bir şeyin tarafı “bittiği nokta” anlamına gelir ve güneş batmaya yaklaştığında “Tetarrefet Eş Şemsî” denilir. Dolayısıyla her şeyin tarafı o şeyin bittiği nokta, yan veya alan anlamına gelmektedir.9 Taraf kelimesi, basın organları üzerinden birçok insanın lisanında kullanılan bir kavram haline gelmiş ve bu kavram ile genel sosyal örf ya da İslam adına ortaya konulmuş olan şer-i hukuka aykırı işler kastedilir olmuştur. Şeri Anlamı ve Batılıların Yorumlaması Arasında Terör Terör, sözlükte ürkütme ve korkutma anlamına gelmekte olup mastarı “rahbün” kelimesidir ve bu kelimeden türeyen kelimeler Kur’anı Kerim’in birçok ayetinde geçmekte, bu bağlamda yüce rabbimiz “Büyük bir sihir yaparak onları korkuttular”10 buyurmuştur.11 4 İmamı Müslim büyük sahabi Abdullah İbni Mesud r.a.’dan rivayet etmiştir. 5 İmamı Nevevi, Riyazussalihin, S:82 6 İmamı Buhari ve Nesai büyük sahabi Ebu Hureyre r.a.’dan rivayet etmişlerdir. 7 İbni Hacer El Askalani, Fethül Bari 1/94 8 Müslim, Ali Müttaki El Hindi, Kenzül Ummal, no : 5374 9 İbni Manzur, Lisanül Arap, “Taraf” Maddesi Kavram olarak terör kelimesi; Şer-i delaleti itibarıyla terör, düşmanların ürkütülmesi, korkutulması ve böylece Müslümanlara saldırmaya cüret edememeleri durumudur. Yüce rabbimiz Kur’anı Kerim’de “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız, karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.”12 Buyurarak, Müslümanlara güç hazırlığı yapmalarını emretmiştir. Ayet-i Kerimede güç kelimesinin nekre olarak belirsiz bir şekilde gelmesi, mana itibarıyla genelleme yapmak için olup, yani genel anlamda vaktine ve dönemine göre güçlü olmaya götüren her türlü hazırlığı yapın anlamına gelmektedir. Ardından “bağlı atlar” ifadesiylele de güce bir örnek verilmiş, ancak hazırlık olarak illaki at yetiştirilmesi mecburi tutulmamıştır. Bu ayeti kerimeden güç hazırlamanın savaş ve düşmanlığın engellenmesi için bir koruma eylemi olduğu anlaşılmaktadır. Peki neden? Zira kuvvet noktasında hazırlık yapmak, diğer ülkelerle eşitliği ve dengeyi sağlayacaktır. Dolayısıyla hiçbir ülke İslam devletine saldırmaya cüret edemeyecektir. Böylelikle, düşmanlık meydana gelmeden önce engellemekte olup, İslam dini kesinlikle işe düşmanlıkla başlamaz. Müslümanlarla diğerleri arasındaki temel ilişki savaş ilişkisi değil, barış ilişkisidir. Savaş ise istisnai durumlarda gelişen olağanüstü13 bir hal sayılmaktadır. Dolayısıyla anlaşma ve sözleşmeler yapmak ve iyi geçirmek suretiyle barış ve selamet elde edilir.14 Batılı anlayışıta ise terör ile kastedilen, belirli bir siyasi hedefi gerçekleştirmek için suikast, şantaj işkence tahribat ve patlatma gibi eylemleri, örneğin bireylerin direniş ve bağlılık ruhunu kırma, kurum ve kuruluşların maneviyatlarını sarsma gibi farklı şekillerde hukuki olmayan şiddeti kullanma veya bu şiddeti kullanacağını söyleyerek tehdit etme, bunu belirli bir takım bilgi veya mal ele geçirme aracı olarak veya hedef alınan tarafı terör uygulayan tarafın isteklerine razı olmaya zorlamak için yapılan eylemlerdir. İslam şeriatında bu durum, düşmanlık veya ulûl-emre itaat çerçevesinden dışarı çıkma olarak tabir edilmekte olup, Allahu teala her türlü düşmanlık şekillerini yasaklamıştır.Terör kavramı batılı anlamıyla Fransız devrimi esnasında ortaya çıkmış ve altmışlı yılların başlarında İslami hareketinin doğmasıyla birlikte İslami hareketi 10 Araf Suresi, Ayet 116 11 İbni Manzur, Lisanül Arap, “Rahab” Maddesi 12 Enfal Suresi, Ayet 52 13 İslamda Uluslararası İlişkiler, Muhammed Ebu Zehra, S:52 14 İslam Diyarı Dışında İkamet, (araştırma) Dr. İkrime Sabri 41 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük yaftalamak için bu kavrama odaklanmaya başlamışlardır.15 İslam’ın En Önemli Özellikleri İslam’ın özellikleri ve nitelikleri arasında en önemli olanı, orta yollu mutedil müsamahakâr sözleşme ve anlaşmalara saygılı olmasıdır. Allah Resulü s.a.v. İslam davetinin bütün aşamalarını bu sıfatlarla nitelemiştir. Mekke döneminde kendisi hiç kılıç taşımamış, kaba söz konuşmamış, son derece sakin ve mutedilolmuştur.16 Yüce rabbimiz bir Ayeti Kerimede peygamberini “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan af dile. İş konusunda onlarla müşavere et.”17 sözleriyle vasıflarken, diğer bir Ayeti kerimede “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir”18 buyurmuştur. Peygamberimiz s.a.v.’in Taif ahalisi ile yaşadığı kıssa kendisinin gönlünün genişliği, müsamahakarlığı ve misliyle veya kendi nefsi için intikam duygusuyla hareket etmeyişine en büyük delildir. Allah Resulü s.a.v. Cebrail a.s.’ı indirerek Efendimiz s.a.v. den iki tahtayı (ipi) Taif ahalisine doğru vurmasını istemiş, o ise bunu reddetmiş ve “Belki Allahu teala bunların zürriyetlerinden Allah’ın birliğini tanıyan kimseleri çıkartır”19 buyurmuştur. Mekke’nin fethi esnasındaki davranışı da buna örnektir. Mekkeliler “keremli kardeşimizin oğlu keremli kardeş” diyerek af dilediklerinde, Efendimiz s.a.v.; “Gidin hepiniz hürsünüz”20 buyurmuş, kendilerine eziyet eden, ashabına her türlü işkenceyi yapan, onlara prangalar vuran ve mallarına el koyanlardan intikam almamıştır. Bununla birlikte Efendimiz s.a.v. bir damla bile kan dökülmesine izin vermemiştir. Bu konuda Siyer’i nebiyi şerif Efendimiz s.a.v.’in güzel muameleleriyle doludur. Ilımlılık işe Arapçadaki “vasat” kelimesinden gelmekte olup, en iyi ve orta yol anlamına gelmektedir. İslam ümmetinin orta yolu bir ümmet olması, metot olarak orta yolu benimsemesine dayalıdır. Orta yol itidal ve denge metodu olup, ifrattan ve tefrikten, bir başka deyişle abartıdan veya eksik bırakmaktan arındırılmış bir yoldur. Yüce rabbimiz Kur’anı Kerim’de “İşte böylece sizi orta ümmet kıldık”21 buyurmaktadır. İbni Kesir bu Ayeti Kerimenin tefsirinde vasat kelimesini “seçkin” ve “en iyi” anlamlarıyla yorumlamış, Efendimiz s.a.v. kavmi arasında en seçkin ve en şerefli olması, yine Kur’anı Kerim’de geçen orta namaz ifadesi bu minval üzere bulunmuştur. 22 Anlaşmaları bağlılık ve iyi geçinme örnekleri ise Efendimiz s.a.v.’in Hudeybiye barışındaki muamelesinde, yine Medine-i Münevverede Yahudiler ile olan ilişkilerinde, Emirül Müminin Ömer Bin Hattab r.a.’ın Ömeriye sözleşmesi ile Kudüs ehline karşı olan sulhü ve diğer birçok örneklerle dolu bulunmaktadır. İslam, aşırılıktan uzak durmaya, kolay yolu seçmeye, yumuşak huyluluğu ve ümmetin fertlerine sert davranmamayı emretmiştir.İmamı Şatibi, “İslam şeriatında şiddeti yasaklamak o kadar meşhurdur k,i kesin bir asli hüküm haline gelmiştir” demektedir. 23 Yüce rabbimizin kastı, insanlara şiddetli davranılması veya bazılarının diğerlerine şiddet ve aşırılıkla muamele etmesi olsaydı, mükellef kullara hafiflik getirmeyi hedefleyen ruhsat hükümlerini meşru kılmazdı. Efendimiz s.a.v. bir hadisi şeriflerinde “Muhakkak Allah yumuşak huylu olmayı sever ve şiddet ile vermediklerini yumuşak huyluluk karşılığında verir”24 buyurduğu gibi, bir başka hadisi şerifte “Yumuşak huyluluk bir şeyde olduğunda onu süsler ve bir şeyden arındığında ise onu alçak bırakır”25 buyurmuştur. Abartılı Davrananlara Karşı Şeri Uygulamalar Abartılı ve aşırı davrananlara karşı İslam’da birçok uygulama şekli bulunmaktadır. Emri Bil Maruf Ve Nehyi Anil Münker Yüce rabbimiz Kur’anı Kerim’de bir Ayet-i Kerimede “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlar- 15 Abdulvahap El Keylani ve Diğerleri, Siyaset Ansiklopedisi, 1/153 16 Abdulrahman İbat, İslamda Şiddetsizlik, 4-1 17 Ali İmran Suresi, Ayet 159 18 Tevbe Suresi, Ayet 128 19 İbni Hişam, Siyeri İbni Hişam, 2/48 20 Siyeri İbni Hişam, C:2 S: 274, Taberi Tarihi, C:3 S:61 21 Bakara Suresi, Ayet 143 22 İbni Kesir, İbni Kesir Tefsiri, 1/190 23 Şatıbi, Muvafakat, C:2 S: 133 24 Müslim, Alaüddin Ali Bin Hüsameddin El Müttaki El Hindi, Büyük Sahabe Abdullah İbni Mesud r.a.’dan rivayetle. 25 Müslim, Ahmed bin Hambel, Hz. Aişe r.a. validemizden rivayetle. 42 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük dan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir.”26 Buyururken, diğer bir Ayet-i Kerimede ise “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”27 buyurmaktadır. Ancak emri bil marufun Efendimiz s.a.v.’in “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, eğer gücü yetmezse diliyle düzeltsin, eğer buna da gücü yetmezse kalbiyle buğuz etsin ki bu imanın en zayıfıdır”28 buyurduğu gibi dereceleri de vardır. Maruf ve nehyi anil münkerin fayda ve zarar bakış açısına ihtiyaç duyan üç farklı mertebesi bulunmaktadır. Fayda ve zararlar birbiriyle karşılaştırıldığında, ağır basanın tercih edilmesi gerekir. Örneğin kötü bir işi yapanın inkar etmesi daha büyük zarara veya daha büyük bir kötülüğe götürecekse, o halde onun inkara sürüklenmemesi daha evladır. Allah Resulü s.a.v. Mekke’de en büyük kötülükleri görür, ancak bunları değiştirmezdi. Çünkü bunların o esnada değiştirilmesi, daha büyük kötülüklere veya zarara neden olacaktır. Davet alanında gayret sarf eden kimselerin emri bil maruf ve nehyi anil münker için uygun vakti tercih etmeleri gerekir. İbni Mesut r.a. “Muhakkak kalpler içinde istek yöneliş ve geri duruş durumları vardır. Dolayısıyla istek ve yöneliş anında kalbi alın geri duruş anında ise terk edin”29 buyurmuştur. Kötülüklerden nehyeden kimselerin de insanları bu kötülükten uzaklaştırmak ve terk etmeye razı etmek için mümkün olduğu kadar başka tercihlere yönlendirmesi gerekir. Ömer İbni Abdülaziz “İnsanları sinir disipliniyle disipline ediyorum”30 buyurmuştur. Nasihat Etmek İnsanlara şefkat duyma ve onlara nasihat etmektir. Efendimiz s.a.v. “din nasihattir” buyurduğunda sahabe-i kiram; “Kime nasihattır ya Resulallah? diye sormuşlar, o ise; “Allah için, resulü için, kitapları için, müslümanların imamları ve geneli içindir”31 buyurarak cevap vermiştir. İnsanoğlunun nefsinin kendisini düşük göstermeye ve toplum içerisinde ayıplarını ortaya çıkarmaya çalışanlara nefret beslemeye meyilli olması nedeniyle nasihatin gizliden yapılması tercih edilir. İmamı Şafi r.a. şöyle buyurmuştur; Bana nasihatini tek başımayken yap, insanlar içinde bana nasihatten uzak dur. Çünkü insanlar arasında nasihat etmek, duymak istemediğim bir azar biçimidir. Eğer beni dinlemez ve bu sözüme kulak asmasan, itaat etmediğim de sakın incinme!...32 Peygamberler a.s.’ın ümmetlerine olan üslubu budur. Kur’anı Kerim’de birçok yerde peygamberlerin kıssaları anlatılmış ve her bir peygamberin ümmetine “Ben size nasihat eden emin biriyim” dediği nakledilmiştir. Davetçilerin abartı ve aşırılık yapan bazı gençlere nasihat etmeleri, bu işin sonuçlarını onlara göstermeleri, Allah Resulü s.a.v., selefi salihin, ulema ve hukemanın bu konudaki tavırları ve bu aşırılık ve abartının sonucunda meydana gelebilecek zararları anlatmaları gerekir. Gençlerin bazı anlayışlarının düzeltilmesi, karşılıklı konuşma ve konunun uzmanlık sahibi olan ulemaya sevk edilme edebinin öğretilmesi, bu konuda yüce rabbimizin “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorun”33 ayeti kerimesinin örnek gösterilmesi ve ulemanın bu gençlerin görüşlerine uygun fetva verme ve hüküm çıkarmasına izin verilmemesi gerekir. Diyalog Zorlama yerine, diyalog kurarak ikna etmeye çalışmak gerekmektedir. Kur’anı Kerim bizlere İbrahim a.s. ve Nuh a.s.’ın kavimleri ile, Musa a.s.’ın Firavun ile ve Muhammed s.a.v.’in Kureyş ile diyaloglarını bildirerek bizlere rehberlik etmiştir. Muhalif diyaloglar noktasında bizlere en güzel örnek Ali Bin Ebu Talip r.a. zamanında Abdullah İbni Abbas r.a.’ın hariciler ile tartışması34 ve Cafer Bin Ebu Talip r.a.’ın Müslümanların Habeşistan’a hicreti sonrasında Kureyş elçileri ile tartışmasıdır.35 Bizler gençlerimizi korumalı ve kendilerine İslam’ın doğru öğretilerini göstermek ve onları yönlendirmek suretiyle abartı şiddet ve aşırılık metodunu yol edilmekten onları engellenmemiz gerekmektedir. Onlara hiçbir şeyin güç ve şiddet ile değiştirilemeyeceğine, bilakis ikna etme delil gösterme, karşı tarafın fikrini delillerle iptal etme yöntemini öğretmeliyiz. Örneğin Allah Resulü s.a.v. Musab Bin Umeyr r.a.’ı Medine-i Münevvere ahalisine öğretici olarak gönderdiğinde Medine’nin liderleri ve bazı sefihler “onu dinlemeyin” diyorlardı. 26 Ali İmran Suresi, Ayet 110 27 Ali İmran Suresi, Ayet 104 28 Büyük sahabe Ebu Sait El Hudri r.a.’dan rivayetle Müslim 1/69, Ebu Davud 4340, Tirmizi C:8 S:111, Ahmed Bin Hambel C:3 S:20 29 Muhammed Bin Müflih El Makdisi, Töreleri Engellemenin Şeri Edepleri, S: 191 30 İbni Cevzi, Ömer İbni Abdulaziz’in hayatı ve Menkıbeleri, S:88 31 Büyük sahabe Temim Ed Dari r.a.’dan rivayetle Buhari ve Müslim 32 İmamı Şafii, Divanı Şafii, 116 33 Nahl Suresi, Ayet 43 34 İbni Abdil Ber, Camiul ilim ve Fadl, S: 103 - 104 35 Gönderilmişlerin Efendi’nin Hayatı Hakkında Nurül Yakın, Muhammed El Hadari, S: 43 43 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Musap r.a. ise onlara “Oturun ve dinleyin, eğer söylediklerim hoşunuza giderse ne ala, yok hoşunuza gitmezse gidersiniz ve bizi kendi halimize bırakırsınız” diye cevap veriyordu.36 Öte yandan gençlerin hasımla yumuşak bir üslup ve yüksek ses yada başkaları ile alaycı olmaktan uzak iyi bir üslupla tartışmaya yönlendirilmeleri, hasımla karşılaştıklarında yumuşak sesle, büyük bir alçak gönüllülük ve hafif gülümseme ile güzel kelimeleri seçerek konuşulması gerektiği, kendilerini belirli bir fikre tabii olmaya zorlamamak veya diretmemek gerektiği, zira yüce rabbimizin “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır.”37 buyurduğu öğretilmelidir. Suç Sayılan Terör Ve Meşru Direniş Akide ve iman açısından zorlama yasak ise, diğer konularda zorlama hayli hayli yasaktır. Yöneticilerin karşı tarafı göndererek, zulme uğrayanların şikayetlerini dinlemesi gerektiği gibi bozuklukları da düzeltmesi gerekir. İbni Teymiye şöyle der; “Yönetici onları gönderir, eğer bir şüphe dile getirirlerse, onu beyan eder, eğer bir şikayette bulunurlarsa, onu ortadan kaldırır. Tıpkı Ali Bin Ebu Talip r.a.’ın İbni Abbas r.a.’yı Haricilere göndermesi ve onlarla tartıştıktan sonra dört bin kişinin dönmesi gibi.”38 İşte davet Allahu teala’nın “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.”39 emrettiği gibi. Terör belirli bir hedefi gerçekleştirmek için yasal olmayan şiddet, tehdit, ürkütme ve farklı şekillerle korkutma yollarının kullanılmasıdır. Bu gibi bir güç kullanımı yasak olup, hiç kimse başkalarını meşru bir gerekçe bulunmaksızın ürkütemez ve korkutamaz. Burada sizlere terörün yasak olduğunu gösteren birçok ayet ve hadis okuyabilirim; örneğin, Yüce Rabbimiz bir Ayet-i Kerimede “Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın ”40 diğer bir Ayet-i Kerimede ise; “Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamış- tır.”41 Buyurmaktadır. Allah Resulü s.a.v. ise “Bize silah doğrultan, bizden değildir”42 demiş, diğer bir Hadisi şerif’te ise “Benden sonra birbirinizin boğazına vurarak kafirler olarak dönmeyin”43 buyurmuştur. Cihat veya meşru direniş Müslüman yöneticinin emriyle yapılır. Eğer Müslüman bir yönetici veya devlet varsa, cihat işini üstlenecek olan ve Müslümanları cihada yönlendirecek olan odur. Eğer Müslümanların bir devleti varsa, bu devlet her türlü silahla kâfirlerle cihat eder. Bu konuda yüce rabbimizin “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz.”44 ve ” Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.”45 ve “Kitap verilenlerden, Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın”46 Ayet-i Kerimeleri delildir. Ayrıca aşağıdaki durumlarda cihat etmek her Müslümana farz-ı ayındır. Düşmanların Müslüman topraklarından bir beldeyi işgal etmesi. Müslümanların saldırıya maruz kalması halinde halife veya komutan tarafından savaş emri verilmesi veya seferberlik ilan edilmesi. Savaş başladığında ve çarpışmalar yaşanırken, hiçbir askerin geri çekilmesi caiz değildir. Bu konuda İbni Teymiye şöyle der; “İslam topraklarına düşman girdiğinde olabildiğince yakın yerde o düşmanı karşılamak gerektiğinde hiç bir şüphe yoktur. Çünkü İslam ülkelerinin tamamı tek bir ülke hükmündedir.”47 İmamı Kurtubi ise şöyle der: “İmam bir kavme tayin edilir ve o kavmi cihada çağırırsa, o kavmin bu çağrıya karşı ağırdan alma hakkı yoktur.”48 36 Aynı Kaynak, S:52-53 37 Bakara Suresi, Ayet 256 38 İbni Teymiye, Fetava 3/20 39 Nahl Suresi, Ayet 125 40 İsra Suresi, Ayet 33 41 Nisa Suresi, Ayet 91 42 Buhari ve Müslim 43 Buhari ve Müslim 44 Enfal Suresi, Ayet 60 45 Bakara Suresi, Ayet 190 46 Tevbe Suresi, Ayet 29 47 İbni Teymiye, Fetva Matbualarından İlmi Seçmeler, 4/609 48 El Kurtubi, Ahkamül Karn, 8/142 44 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Allah Resulü s.a.v. ise “Fetihten sonra hicret yoktur, ancak cihat ve niyet vardır. O halde savaşa çağrıldığınızda savaşa çıkın” buyurmuştur. Terör Alanları İslami harekete bağlı olanların tutuklanması, hapishanelerde çürümeleri, farklı türden işkence ve eziyetlerle hatırlandığında tüyler ürperten ve gençleri yaşlandıracak şekilde işkencelere maruz bırakmaları ve bu kötü muamelenin sonuçta aşırılık ve terörü doğurması. Bireylerin terörü; Bir bireyin terör eylemi işlenmesi durumunda sadece kendisi hakkında hüküm verilir ve bu hüküm genele uygulanmaz. Zira yüce rabbimiz “Hiçbir kimse başkasının günahını taşımaz”49 buyurmaktadır. Halk ile yöneticiler arasında güvenin bulunmaması. Zira halklar savaşlarda birçok yenilgi tatmaları ve peşinden Amerika ve İsrail gibi işgal ülkelerle ilişkiler kurulması neticesinde yöneticilerine olan güvenlerini kaybetmeleri. Ancak İslâm düşmanları duydukları aşırı kin neticesinde eylemi cemaatin bilgisi olmaksızın bir birey işlemiş olsa ve bu birey o veya başka bir cemaate bağlı bulunmasa bile İslami hareketlerin tamamının terör eylemi olduğunu söylemektedirler. Halbuki düşman tarafındaki bireyler terör eylemleri işlediklerinde faili deli veya başka yakıştırmalarla, terörist olarak isimlendirilmemektedirler. Örneğin 1969 yılında mübarek Mescidi Aksa’yı yakan Denis Michael Rohan isimli bir terörist ve 1994 yılında El Halil kentinde İbrahim’i El-Şerif Camisinde katliam yapan Goldstein isimli terörist doktor için terörist kelimesi kullanılmamıştır. Refahın kötü dağıtılması. Öyle ki toplumun bireyleri arasında aşırı zenginler ve meteliksiz fakirleri bir arada görmekteyiz. Bazı liderler ve bazı kimseler milyonları kutlamalar, lüks evler ve içinde kalıp, onları kullanacak kimseyi bile bulamayan lüks mobilyalara harcamaktadırlar. Halbuki İslam öğretileri servetlerini dağıtılmasını ve malların yığılmamasını vurgulamaktadır. Azınlık gruplarının terörü; Bazen de bir komutanı veya sorumlusu olan belirli bir grup terör eylem işler. Eylemlerini sitematik bir şekilde işleyen bu grupların örnekleri dünyada çoktur. Örneğin Siyonist “Kahana hareketi” Filistin halkına karşı katliamlar işleyen “Hajana” örgütleri gibi. Bazen İslami hareketler kendi nazarında bir nevi cihat icra ederken, basın organları bir taraftan bunları teşhir etmekte, aşırı ve terörist diye nitelerken, diğer yandan Siyonist terör guruplarına basında terörist diyen çıkmamaktadır. Devlet terörü; Bazen de terör bir devletten, diğer bir devlete veya bir devletten başka bir devletteki İslami bir cemaate karşı işleniyor olabilir. Bu çok yeni bir olgu olup, misalleri çoktur. Zira Amerika Birleşik Devletlerinin “Yeni Dünya Düzeni” adına Somali, Afganistan ve Irak’ta işlediği terör eylemleri gibi. Ne var ki Amerika yaptığı bu operasyonları, diğer ülkelerdeki terörün kontrol altına almasını gerekçe göstermektedir. Aynı şekilde İsrail işgal devletinin Filistin topraklarında Filistin halkına karşı yaptıkları da buna örnek olarak gösterilebilir. Terörün Sebepleri Yerel nedenler İslami davet alanında faaliyet gösterenlere zorluk çıkarılması. İslam ülkelerinde hakim olan yönetimlerin, bu üslup ile çalıştıklarını ve İslami çalışmaların yönetimdeki rejimler tarafından sakıncalı bulunması ve el konulması gereken bir mal muamelesi görmesi. 49 Enfal Suresi, Ayet 164 50 Rıfat, Seyyit Ahmet, Rafiziler S:22 51 Bakara Suresi, Ayet 120 Gayrimeşru kazanç yollarının yaygınlaşması; faiz, rüşvet ve hırsızlık gibi olaylar yaygınlaşmış ve bu nedenle birçok genç durumu şiddet ve aşırılıkla değiştirme yolunu şeçmeye başlamıştır. Ahlakın bozulması; toplumsal fedakarlık ruhunun kaybolması ve işsizliğin yaygınlaşması. Halbuki İslam öğretisi herhangi bir muhtaç kimsenin olmamasını istemekte ve iyi ahlaka sarılmayı emretmektedir. Basın organlarının bozulması; hedefi olan programların yer almaması, basın organlarının yönetici ve ailesine amade olması ve bu vesileyle halkın lüks tüketim için faizle işlem yapmaya davet edilmesi. Eğitimin bozulması; öyle ki birçok İslam ülkesinde eğitim-öğretim bakanlıkları İslam kültürünün kaynakları ve İslam tarihini unutturma politikasını tercih ederek, laiklik milliyetçilik ve benzeri söylemleri davet edici olmuşlardır.50 Uluslararası Sebepler Yüce rabbimizin “Dinlerine uymadıkça, yahudiler de hıristiyanlar da asla sizden razı olmayacaklardır“51 buyurduğu gibi, İslamla dünya çapında savaşılması. Öyle ki, Yahudi, Hıristiyan ve oryantalistler İslam’ı ve yeni İslami hayatın benimsenmesini başarısız kılmak için İslam’la savaşmak adına, küresel program ve planlar çerçevesinde hareket etmektedirler. Demokrasinin bozulması; İslam dünyasındaki yönetim sistemlerinin büyük çoğunluğu demokrasi ile yönetilen ülkeler arasına katılarak, modernlik, hürriyet ve eşitlik sesleri yükseltmektedirler. Halbuki bunlar sadece tövbe ve günah çıkarma mahiyetinde söylenen mücerret laflar olup, yöneticiler gerçek demokrasiyi reddetmektedirler. 45 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Allah’ın şeriatı ile hükmedilmemesi. Zira, İslam toplumlarına bakan bir kimse şeriat mahkemelerindeki ahvali şahsiye konuları hariç, pratikte Allah’ın şeriatının uygulanmadığını göreceklerdir. Öte yandan bizler günlük hayatımızın bütün alanlarında Allah’ın şeriatının uygulanmasına ihtiyaç duymaktayız. Dinin, devletten ayrılması. İslam, din ile siyaseti birbirinden ayırmaz. Ancak İslam dünyasındaki yönetim sistemleri, dini devletten ayırma çağrısı yapmakta ve laikliği uygulamak istemektedirler. Hristiyanlar dini devletten ayırmayı başardılar diye İslam’ın siyasetçilerinin ümmetin politikasına karşı cahil olmaları ve akıbetinin ne olacağını bilmemeleri kabul edilemez. Yerel Ve Uluslararası Sebeplerin Giderilmesi Yerel Sebeplerin Giderilmesi İslami davet alanında faaliyet gösteren İslami hareketlerin baskı altına, bireylerinin göz altına alınmaması, aşırılık ve terörizm ile suçlanmaması, böylece halk ile yöneticiler arasında güvenin yeniden oluşturulması, servetlerin adaletli ve insaflı dağıtılması, gayrimeşru kazanç yollarına müsaade edilmemesi, faizle mücadele edilmesi, sosyal fedakarlık ruhunun oluşturulması, basın organlarının rolünün düzeltilmesi, okullarda ve üniversitelerde eğitim müfredatının düzeltilmesi, insan haklarına saygı duyulması, gerek görev, gerekse çalışmalarla ilgili olarak şahıslar arasında ayrımcılık yapılmaması, görev ve işlerin ülkelerdeki belirli parti mensupları veya yönetici akrabalarının toplandığı yerlere çevrilmemesi gerektiğini düşünmekteyim. mahrumu, muhtacı, engelliyi, işsizi, hastayı veya çalışmak isteyip iş bulamayanı ihmal etmez.53 Uluslararası Sebeplerin Giderilmesi Uluslararası sitemin düzeltilmesi. Bunun için ilan edilen veya gizliden uygulanan tek taraflılığın bırakılması. Küreselleşme fikri iktisadi ve diğer açılardan dünyanın tamamında güçlü devletlerin politikalarının uygulanmasıdır. Kararlar alınırken, toplu katılım sağlanması başkalarının görüşlerine saygı duyulması ve genel çıkarların özel çıkarlara tercih edilmesi gerekir. Bütün ülkelerle standartlar belirlenirken, adalet kurallarına bağlı kalınması, özellikle de güvenlik konseyi ile ilgili konular, nükleer silahlanma, saldırı silahları, kıtalararası füzeler ve bunların tek bir devletin elinde toplanmaması. Bağımsız olmayan halklar üzerinden zulmün kaldırılması. Büyük devletlerin çoğu yenilen ve bağımsızlıktan mahrum olan halkların haklarını korumayı reddetmektedir. Her ne kadar bazı Müslüman ülkeler askeri sömürgeciliğin zulmü altından kurtulmuş olsa da, bunların çoğu halen bağlılığın etkilerinden sıkıntı çekmekte ve bu halkların bireylerini hedefe ulaşmak için terör veya aşırılığa sevk etmektedir. Bazı ülkelerde işgalin sonlandırılması. İslam dini bir devletin başka bir devleti işgal etmesini, zulüm uygulamasını, bireylere işkence ve eziyet etmesini, onları hapishanelere koymasını, ülkenin varlıklarına el konmasını ve bireylere baskı yapılmasını yasaklamıştır. Örneğin Filistin halkı altmış yılı aşkın bir dönemdir bütün bunlara maruz kalmıştır. Bunun yanında Arap hükümetleri, Müslüman devletler ve dünya devletleri Filistin halkı karşısında sessiz kalmayı tercih etmektedirler. Yöneticileri Allah’ın şeriatını uygulamaya, sonradan dahil olan fikirleri uzak tutmaya, halkın arasında tefrikaya neden olmamaya, azınlıkları veya diğerlerini ayrıştırmamaya, herkese fikir ve din hürriyeti tanımaya ve etkili bir devlet olarak yabancı saldırılara karşı Müslüman topluluklarının tamamını birleştirmeye çalışmaya davet ederek, yönetim rejimlerinin yönlendirilmesi. Gerçek şudur ki, bu halkların evlatlarını baş kaldırmaya ve sömürgeciliğin zincirini kırarak, ülkelerini işgalden kurtarmaya sevk eden sebep, sömürgecilik veya işgalinin ta kendisidir. Halbuki sömürgeci veya işgal eden devletler bu meşru direniş hareketini terörizm ve aşırılık olarak saymaktadır. Millet meclisleri, belediyeler ve köy meclislerine adaylıkları açmak suretiyle şura sisteminin etkinleştirilmesi, devletin adalet ve insaf uygulaması beyanatta sahtecilik yapmaması, hayatın herhangi bir alanından İslami partiler kazandığında yönetimde olan partilerin buna saygı duyması ve bu partilere kendi rolünü oynaması için alan açılması. Hayati konuları Allah’ın kitabı ve Allah Resulü s.a.v.’in sünneti üzere oluşturmak gerekir. Başarılı bir çözüm tek bir yana değil, konuyu bütün yönleriyle ele alan çözümdür. Dolayısıyla bu ümmeti eski, iyi ve mutedil hale yeniden döndürebilecek köklü değişiklik, İslami davet yolunda çalışanların önlerinin açılması ve böylece aşırılık ve terör tarzının önlenmesidir. Fakirlik ve mahrumiyetin giderilmesi. Bunun için İslam’ın yönlendirdiği adımların atılması, mal biriktirmeyle mücadele, işsizlikle mücadele için doğru yolların bulunması gençlere iş fırsatlarının bulunması. Dinimizde, fikri veya alın teri sonucu kazanılmayan her mal reddedilmiştir. 52İslam hiçbir Bütün alanlarda fesat yuvası kaynaklarının kurutulması ve asli hakların öne çıkarılması. 52 Terörün Bitirilmesi İçin Ortak Planlar Siyasette çok partiye izin verilmesi, başkalarının görüşlerinin incelenmesi, baskı ve despotluktan uzak durulması. Muhsin Abdulhamit, İslam ve Sosyal Gelişim, S: 103 53 Abdulaziz Fehmi, İktisat ve İslama Giriş, S:85 46 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Bu olgunun işlenmesi ve bu konuda ulema ile, tecrübe sahibi kimselerin deneyimlerinden istifade edilmesi için seminer, konferans ve toplantılar düzenlenmesini. Kaynak İslam ülkelerinde güvenlik birimlerinin ıslahat davetçilerine karşı şiddet ve işkence uygulamalarının, hakim olan rejimi korumak için hapishanelerde küçük düşürülmelerinin engellenmesi. İbni Teymiyye, 728-1327, İbni Teymiye’nin Tüm Fetvaları, Birinci Baskı, Hükümet Matbaası, Riyad, 1381-1961 - Toplayıp Tertip Eden Abdurrahman Bin Muhammed Bin Kasım El Asımi En Necdi El Hanbeli, Yardımcısı Oğlu Muhammet, Riyad Basının bu konuda yönlendirilmesi, herkese hizmet etmek için emri bil maruf yapmak, ıslahatı teşvik etmek, değiştirmek ve bunu yapan kişileri denetim altında tutmak için gerekli programların hazırlanması. Gençlerin ve emri bil maruf yapanların toplumun bireyleri veya yöneticilerini tekfir etmemeye davet edilmesi. İslam dininin en önemli sıfatları olan orta yolu bulma, mutedil olma, hoşgörü, ifrat ve tefritten, kaba davranışlardan, aşırılık ve terörden kaçma gibi en önemli sıfatlara odaklanılması. Aşırılık ve teröre götüren sebeplerin bilinmesi ve gerek siyasi iktisadi, sosyal gerekse fikri ve psikolojik her birine uygun bir yöntem bulunmaya çalışılması. İslami davet ile, aşırılığın birbirine karıştırılmaması. Var olanın değiştirilmeye çalışılmaması, bazı istisnai konuların güç ve zor kullanılarak ele alınmaması, Allah Resulü s.a.v.’in yaptığı değişiklik modelleri ikna, hikmet ve güzel vaaz üsluplarının uygulanması. Karşıt görüşlerin dinlenmesi, bakış açılarının karşılaştırılması, diyalog kapısının açılması. Çünkü bunların ihmal edilmesi şiddet ve aşırılığa neden olmakta, bu nedenle muhalefet adabının korunması gerekmektedir. Halk ile yöneticiler arasında güven ortamının oluşturulması için, yöneticilerle alimler arasında işbirliği yapılması, sevgi köprülerinin kurulması, alimlerin ıslahat ve değişiklik araçlarına katılımdan kaçınmaması. Kan dökmenin haram olduğunun anlatması, kan dökmenin ve öldürmenin kolay bir olay sayılmaması gerektiğinin ve bunu yapan kimselerin günahkar olup, büyük suç işlediklerinin anlatılması. Terörist eylemlerle, meşru direnişin birbirinden ayrılması, işgale karşı direniş konusunda İslam’ın davet ettiği yol ve araçların açıklanması, bunların zannedildiği gibi aşırılık veya terörist eylem olmadığının bütün dünyaya ispat edilmesi. Kur’anı Kerim İbnü’l Cevzi, Ebu’l Feraç Abdurrahman Bin Ali Bin Muhammed, 597-1200, Ömer Bin Hattab R.a.’ın Hayatı El Kavmiye Baskı Ve Yayınevi, Mısır İbni Hacer Askalani, Ahmet Bin Ali Bin Hacer El Askalani, 852-1448, Sahih-İ Buhari Şerhi, Fethul Bari Birinci Baskı, El Hayriye Matbaası, Kahire 1325-1907 İbni Hazm, Ebu Muhammed Ali Bin Ahmed Bin Said Bin Hazım, El Muhalla, Yeni Darul Afak Yayınları, Beyrut İbni Abdilberr, Ebu Ömer Yusuf Bin Abdül Bayer El Kurtubi, 463-1070, Adamların İsimlerini Kuşatma (Doğruluk Dipnotuyla) Büyük Ticaret Kitabevi, Kahire, 1358-1939 İbni Asakir, Ebu’l-Kasım Ali Bin Hasan Bin Hibetullah Bin Asakir El Dimeşki, 576-1180 Büyük Şam Tarihi, Muhittin Ebu Sait Ömer Bin Garame El Amri, Darul Fiker, Beyrut, 1418-1997 İbni Kesir, İmadeddin Ebül Feda İsmail Bin Kesir El Kureyşi Ed Dimeşki, 774-1372, Büyük Kur’anı Kerim Tefsiri (İbni Kesir Tefsiri diye bilinen) Daru İhyaül Kütübil Arabiyye, Mısır İbni Mace, Ebu Abdullah Muhammed Bin Yezid El Kazvini, 273-886, Süneni İbni Mace, Darul Fiker, Beyrut, İsa Matbaası, Kahire, 1373-1954 İbni Manzur, Ebulfazl Muhammed İbni Manzur, 711-1311, Lisanul Arap, Darussadir, Beyrut İbni Hişam, Ebu Muhammed Abdullah Bin Hişam, 218-833, İbni Hişam Siyeri, Siyeri Nebi, İkinci Baskı, Mustafa Elbabi El Halebi, Mısır, 1375-1955 Ebu Davud, Ebu Davud Süleyman Bin El Esaş Es Sacistani, 275-888, Süneni Ebu Davud, Darul Fiker, Beyrut Ebu Yusuf, Ebu Yusuf Yakup Bin İbrahim, 182-798, El Haraç, Dördüncü Baskı, Selefiye Matbaası, Kahire, 1392-1972 Ahmet Bin Hanbel, 241-855, Müsnedül İmam Ahmed, İkinci Baskı, Darül Fiker, Beyrut, 1398-1978 El Buhari, Ebu Abdullah Muhammed Bin İsmail Bin İbrahim El Buhari, 256-869, Sahih-İ Buhari, İkinci Baskı, El Ahram Matbaası, Ehli Sünnet Kitapları Kurulu, Mısır, 1410-1990, 47 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Tirmizi, Ebu İsa Muhammed Bin İsa Et Tirmizi, 279-892, Cami Ül Kebir, Sünen-İ Tirmizi, İkinci Baskı, Darul Cil Beyrut, 1419-1998 Alaaddin Ali Bin Hüsameddin El-Muttaki El Hindi, 9751567, Kenzül Ummal, Er Risale Kurumu, Beyrut, 1410-1989 El Şatıbi, Ebu İshak İbrahim Bin Musa El Lahmi, 790-1388, Muvafakat Kitabı, Birinci Baskı, Darul Kütübil İlmiyye, Beyrut, 1411-1991 El Kurtubi, Ebu Abdullah El Ensari El Kurtubi, 761-1272, Kur’anı Kerim Hükümlerini Toplayan Kitap, (Kurtubi Tefsiri Diye Meşhur) İkinci Baskı, Darül Kütübil Mısriyye, Mısır, 1372-1952 Eş Şafii, Ebu Abdullah Muhammed Bin İdris Eş Şafii, 204891, El Üm (Ana), Birinci Baskı, Mektebei Kayyime Basın Ve Yayın Evi, Kahire, 1409-1989 Müslim, Yahya Bin Şeref El Nevevi, 676 – 1277, Sahihi Müslim Şerhi, Nebevi, İkinci Baskı, Darül Fiker, Beyrut, 13921972 Taberi, Ebu Cafer Muhammed Bin Cerir Et Taberi, 210-922, Taberi Tarihi, Peygamberler Ve Krallar Tarihi, Darülmaarif, Mısır, 1380-1960 El Maverdi, Ebul Hasan Ali Bin Muhammed Bin Habip El Maverdi, 450-1059 Dr Abdurrahman İbat, Kudüs, Filistin İslam’da Şiddetsizlik, Ulema Ve Davetçiler Derneği Matbaası Kudüs, 1416-1996 Dr İkrime Sait Sabri, Kudüs, Filistin Mustafa S.a.v.’in Hadislerinden Seçmeler, Birinci Baskı, Kudüs, Risale Matbaası, Kudüs, 1424-2003 Dr İklime Sabri, Ümmet Kimliğinin Ve Şahsiyetinin Korunması, Araştırma, 2006, Mekke-İ Mükerreme Dr İklime Sabri, Müslümanların Gayrimüslimlerle İlişkileri, Araştırma, 2006, Amman, Ürdün Dr İkrime Sabri, Hayırlı Ümmet Ve Orta Yol, Araştırma, 2003, Amman, Ürdün Dr İkrime Sabri, İslam Diyarı Dışında İkamet, Araştırma, 2005, Amerika Şeriat Fukahası Grubu, Ahkamı Sultaniye Ve Vilayat-I Diniyye, Üçüncü Baskı, Mustafa Elbabi El Halebi Matbaası, Kahire, 1393-1973 Muhammed Ebu Zehra, 1393-1974, İslam Ve Uluslararası İlişkiler, Darül Fiker El Arabi, Mısır, 1363-1973 Muhammed El Hadari, 1346-1927, Kahire, Gönderilmişlerin Hayatı Hakkında Nurül Yakın, 19. Baskı, Kahire Ticaret Kütüphanesi, 1386-1966 El Meraği, Ahmet Mustafa El Meraği, 1367-1948, El Meraği Tefsiri, 3 Baskı, İhyaüt Türasil Arabi, Beyrut, 1394-1974 En Nesai Ahmet Bin Şuayip En Nesai, 302-914, Süneni Nesai, El Mücteba, Darul Fiker, Beyrut, 1348-1930 En Nevevi, Ebu Zekeriya Yahya El Nevevi, 676-1631, Riyazüs Salihin, İkinci Baskı, Darul Memun Lit Türas, Şam, 1396-1976 48 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Prof. Dr. Ali Çelik Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi “Toplumsal Barışı Sağlamada Hz. Peygamber’in Sünnetinde Bazı Temel İlkeler” Giriş/ Durum Tespiti 21. yüzyıl Müslümanları olarak günümüzde İslâmı anlama ve hayatımıza intikal ettirme adına insanımız bir arayış içindedir. Enformatik alanda meydana gelen yeni gelişmeler, iletişim araçlarının çeşitlenmesi haberleşme ve etkileşimi bir taraftan hızlandırırken, diğer taraftan da bilgi kanallarını çoğaltmış, etkileşimin gücünü artırmıştır. Gerçekten günümüz Müslümanı sahip olduğu inanç, ahlâkî değerlerini daha iyi anlama ve yaşama konusunda bir tedirginlik ve kafa karışıklığı yaşamaktadır.1 Böyle bir ortamda meselelerimize çözüm ararken bir Müslüman olarak, diğer konularda olduğu gibi “toplumsal barışı sağlama” konusunda da tekrar tekrar Kur’an’a ve onun açıklanıp beyan edildiği Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünnetine dönmenin ve bu iki kaynağı derinliğine incelemenin daha uygun olacağını ifade etmek istiyorum. Hz. Peygamber (s.a.v) risâlet göreviyle yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’i tebliğ etti, beyân edip açıkladı. İlâhî buyrukların hayata nasıl intikal edeceğini, yaşanır hale geleceğini gösterdi.2 Bu sebepten Kur’an ve Sünnet, İslâmın temel iki referans kaynağını teşkil etmektedir. Bu hepimizin malu- mudur. Gerek Kur’an âyetlerinin gerekse Hz. Peygamberin Sünnetinin nihâî hedefi, tevhide dayalı, ahlâkîliği esas alan, sosyal adâletin hâkim olduğu barış içinde yaşayan bir toplum oluşturmaktır. “Barış” kavramıyla aynı kökten gelen “İslâm”, Yüce Rabbimiz tarafından insanlığa esenliği, kurtuluşu, huzur ve güveni sağlamak için vaz’ edilmiş ilke ve esasları ihtivâ etmektedir. “İslâm”, getirmiş olduğu îtikâdî-amelî ve ahlâkî tüm ilke ve esaslarla, bireysel ve toplumsal hayatı şekillendiren, toplumun tüm fertlerini birbiriyle kaynaştıran en güçlü ortak paydadır. Kur’an’da şöyle buyurulmuştur: “Ey iman edenler! Hep birden “silm”e (çatışmasızlık haline) girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.” 3 Görüldüğü gibi Kur’an’da bütün inananlar barışa (Silm)’e girmeye, barış ve huzurun teminatı demek olan İslâm esaslarını 1 Günümüz Müslümanının içinde bulunduğu durumun 20. Yüzyıl ve 21. Yüzyılda değişenler-değişmeyenler üzerinden anlatıldığı satırlar için bkz. Müftüoğlu, Ömer, Bugünün Müslümanının Kur’an’la İletişimi, Ankara: Otto Yay., 2016 (2. Baskı), s.15-27. 2 Kur’an ayetleriyle günlük hayatta amel etme hususu, Peygamberimizden itibaren gelenek içerisinde bütün ulemanın önem verdiği bir durumdur. Halkı, kendi zaviyelerinden Kur’an’a uygun yaşamaya çağıran ulemaya bir örnek de Hoca Ahmed Yesevî’dir. Yesevî’nin, ayetlerle amel etmenin önemine yaptığı atıflara şu satırlar örnek verilebilir: Yesevî’nin hikmetlerinin yer aldığı çalışmaları incelerken özellikle ayetlerden yaptığı iktibaslarda, yayına hazırlayanlardan veya okuyanlardan kaynaklandığını düşündüğümüz bazı okuma hataları tespit ettik. Bunları burada açıklamak istemiyoruz. Yine der “veleyebku kesiran” diye Yene aytur “veleyebku kesiran” dep Ancak yukarıdaki ayetle ilgili böyle bir hatayı da yeri gelmişken düzeltmek gerekir. Bu ayetin anlamına göre amel eyle diye Bu ayetni manasige amel kıl dep Hikmetlerin yayınlandığı çalışmalarda ayetin “ ” kısmı “felizehu kalilen” şeklinde latinize edilmiştir. Doğrusu “fel yadhakû kalîlen” olacaktır. Hikmetin Bu dünyada hiç gülmeden yürüdüm ben işte. Bu dünyada hiç külmeyin yürdüm mena ikinci satırında iktibası yapılan kısmın da orijinalinin görülmesi açısından ayeti bu(15.Hikmet) raya almak uygun olacaktır: “ ” (Tevbe, 9/ 82); Ayetin “felizehu kalilen” şeklinde okunmuş halinin yer aldığı çalışmalardan bazıları şunlardır: Hoca Ahmed Yesevî, Dîvan-ı Hikmet, (Yayına Hazırlayan: Hayati Bice) s, 25; Sultan Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, (Yayına Hazırlayan: Mehran Bahari), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s, 26; Bu bilgiler için bkz. Müftüoğlu, Ömer, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinde Ayetlerle Amel Etmenin Önemine Yapılan Vurgular”, Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu, 28-30 Nisan 2016, Ankara: Ahmed Yesevî Üniversitesi Yayınları, 2016, s.808. Haber verir “fel yadhakû kalîlen” diye 3 Haber berür “felizehu kalilen” dep Bakara, 208 49 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük benimseyip kabul etmeye çağrılmaktadır. Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, nihâî hedef, tevhide dayalı, ahlâkîliği esas alan, sosyal adâletin hakim olduğu barış içinde yaşayan bir toplum oluşturmanın esaslarını hakim kılmaktır. Bir medeniyetin oluşmasında şu üç temel esasın bulunması gerektiği belirtilmektedir. Bunlar: Düşünce planında değişim, eylem planında değişim ve kurumsallaşma. Konuya bu açıdan bakıldığında Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in risâletine bu üç merhalenin adım adım uygulandığını görmekteyiz. Şöyle ki: M.S. VII. Asır, Hicaz bölgesi; Mekke-Medine ve Tâif üçgeni. Peygamber Efendimiz risâlet ile görevlendirilmiş. Kendisine tebliğ edilen ilâhî vahyi tebliğ ediyor. İçinde bulunduğu toplumda bir değişim ve dönüşüm meydana getiriyor. Risâletinin onüç yılı Mekke’de geçiyor. Mekke döneminde tebliğ ettiği bütün Mekkî sûre ve âyetlerin konusu, Allah ve Ahiret inancını yani Tevhid inancını işleniyor. Başka bir ifâde ile bu dönemde insanların zihin dünyası, inanç dünyası yeniden düzenleniyor; düşünce planında bir değişim gerçekleşiyor yani, kısaca Müslüman tipolojisi çiziliyor. Kur’an âyetleriyle ve Hz. Peygamberin açıklamaları ve yol göstermeleriyle İslâm insanının (=Müslümanın) zihin ve inanç dünyası inşaa ediliyor. Peygamberimizin risâletinin on yıllık Medine dönemi safhasında ise, sahip olunan inanç, eyleme dönüşüyor. Onun için ibâdet ve muâmelâtla ilgili hükümler bu dönemde. Bu dönemde din, bireysel ilkelerle birlikte toplumsal hayatı düzenleyen ve böylece, tevhide dayalı, ahlâkîliği esas alan, sosyal adâletin hakim olduğu barış içinde yaşayan bir toplum oluşturmanın ilkeleri vaz ediliyor ve uygulama safhası buluyor. Bu uygulamalara baktığımız zaman eylem planındaki öncelik, toplumsal barışın sağlanmasına yönelik ilkelerin vaz edildiği şeklinde olduğu görülüyor. Bu ilkelerin başında huzur ve sükûnun temini gelmektedir. Peygamberimizin hicreti müteâkip Medine yaptığı üç önemli iş vardı. Bunlar: Mescid-i Nebevî’nin inşaası, çoğulcu bir toplumun bir arada yaşayabilecek şartları hazırlayan 52 maddelik “Medine Sözleşmesi” ve en önemlisi de Medine-site devletinde, huzuru ve barışı sağlamada ana unsur olarak Uhuvvet (Kardeşlik) müessesesinin tesis edilmesi. Toplumsal Barışın Temel İlkesi Birleştirici Unsur; Kardeşliktir Toplumu oluşturan fertlerin birbirleriyle kardeşlik hukuku içinde kaynaşıp bütünleşmesini sağlamaktır. Bu vasıf, İslâm toplumunun en belirgin vasfıdır. Kardeş olmak, kardeş gibi olmak, kardeşlik hassasiyeti içinde olmak. Kur’an bireysel anlamda insanları Müslüman olmanın gereği 4 49/Hucurât, 10. 5 Buhârî, Edeb, 57, 62. olan sıfatlarla bezenmesi yönünde emirler verirken, bir taraftan da toplumda barış ve huzuru temin edecek ilke esaslardan bahsetmekte, böylece toplumsal barışın ilkelerini ortaya koymaktaydı. Bu ilkelerin en başında toplumun bütün fertlerinin inançta, eylemde ve ahlâkta aynı ortak değerler üzerinde olmalarını sağlamakla ilgili hükümler geliyordu. Bunun için, başka hiçbir dinde veya felsefî düşüncede görülmeyen bir esas getirmiştir ki o da “Uhuvvet (Kardeşlik” anlayışıdır. Toplumda inanan her insan, aynı inancı paylaşan diğer insanlarla kardeştir. Gerek Kur’an âyetlerinde, gerekse Hz. Peygamberin hadislerinde kardeşliğin sağlanması için gereken ne varsa yapılması istenilmektedir: Kur’an’da bu şöyle ifâde edilir: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’ın emirlerine karşı saygılı olun ki, merhamete ulaşasınız.”4 Hz. Peygamber (s.a.v) de: “Birbirinize buğz etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin; ey Allah’ın kulları, kardeş olun…”5 buyurarak, toplumsal barışı sağlamaya engel olan buğz etmek, hased etmek, arkadan vurmak gibi bazı ahlâkî çirkinliklerden sakınılması istemektedir. Kardeşlik ilkesi, İslâmın insanlık âlemine getirmiş olduğu en büyük yenilik ve en temel ilkelerden biridir. “Kardeşlik ilkesi”, toplum fertlerini aynı inanç ve aynı amaç için bir arada tutan, en temel esastır. Aslolan, toplumda barışın hâkim olmasıdır. Bu ilâhî bir emirdir. Zira Tevhid inancının toplum hayatında somutlaşması, “kardeşlik” müessesesiyle gerçekleşir. “Kardeşlik”, “amaç ve davranış birliği ” demektir. Kardeşlik inancı, toplumda Mensûbiyet, Âidiyyet bilincini geliştirerek “bir binanın yapı taşları” gibi, toplumun bütün fertlerinin birbiriyle kaynaşmasında ve toplumda barışın sağlanmasında en etkin role sahiptir. Hz. Peygamberin Medine’ye hicretlerini müteâkip yaptığı ilk iş, Medine’ye hicret eden Mekkeli 168 âile ile Medineli müslümanlar arasında kardeşlik ilân etmesidir. Medine’de yeni oluşan İslâm toplumunun tesisinin temelinde “kardeş olmaya”, “amaç ve eylem birliği” içinde bulunmaya söz verme ilkesi yatmaktadır. Daha sonra yapılan bütün tavsiyeler, kardeşlik ruhunu güçlendirmeye yöneliktir. Kardeşlik bilincinin canlı tutulması, toplumda bireyler arasında karşılıklı sevgi ve saygıyı artıracak, güven duygusunu tesis edecek, birbirlerine dâima hakkı ve sabrı tavsiye ederek hak ihlallerini önleyecek, toplumsal barışın hâkim olmasını sağlayacaktır. 50 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Hz. Peygamberin Sünnetinde Toplumsal Barışın Sağlanmasına Yönelik Bazı Temel İlkeler Hz. Peygamberin sünnetinde toplumsal barışın sağlanmasına yönelik temel ilkelerden bazılarını şöyle tespit edebiliriz: a. Kardeşlik hukukunun gerektirdiği duyarlılığa sahip olmak. Kardeşlik, sözle olmaz, fedâkarlık ister, bencillik değil. Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu, kıyamet gününün sıkıntılarından kurtarır. Kim bir müslümanın (kusurunu) örterse, Allah da kıyâmet günü onun (kusurunu) örter.”6 “Kendiniz için istediğinizi mü’min kardeşiniz için de istemedikçe kâmil mü’min olamazsınız.”7 b. Adaletli olmak: Bu ilke, temel insan hakları ve değerleri açısından, insanlar arasında hiçbir ayırım yapılmaksızın her hakkın sahibine verilmesini temin etmeyi amaçlamaktadır. Toplumsal barışın olmazsa olmaz şartlarından biridir. Allah Teâla Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Ey imân edenler! adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup, adâletten sapmayın, (şâhitliği) eğer, büker (doğru şâhitlik etmez), yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”8 Peygamber Efendimizin farklı vesilelerle dile getirdiği, ( ) “Her hak sahibine hakkını ver”9 öğüdü, bu konuyu açıklığa kavuşturacak temel bir ilkedir. Yaşanan şu örnek Allah Rasülünün adâlet anlayışını en güzel şekilde yansıtmaktadır. Arapların en saygın kabilelerinden olan Kureyş’in Mahzumoğullan koluna mensup Fatıma bint. el-Esved isimli bir kadın vardır. Bu kadın, saygınlığın 6 Buhârî, Mezâlim, 3 7 Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71. 8 Nisa, 35 9 Buharı, Savm , 5 1; Tirmizi , Vesaya, 5. 10 Buhari, Enbiya, 54. 11 Ebu Davud, Sünnet, 2. 12 Müslim İman, 93. arkasına gizlenip yasal olmayan şeyler yapıyordu. Tanınmış insanların adını kullanarak, toplum adına zenginlerinden borç istiyordu. Ancak Fatıma, zamanı gelmesine rağmen borcunu ödemiyordu. Bunun üzerine alacaklılar, Fatıma’nın borç isterken adını kullandığı kişilere gidip alacaklarını istediler. Oysa bu insanların hiçbir şeyden haberi yoktu. Olayın biraz üzerine gidince Fatıma’nın yalan söylediği, aslında her şeyi kendisi için yaptığı anlaşıldı. Ancak o, her şeyi inkar etmekteydi. Alacaklılar için başka çâre kalmamıştı. Onu Hz. Peygamber’e şikâyet ettiler. Allah Rasulü olayı hırsızlık olarak değerlendirdi ve kadının cezalandırılmasını emretti. Fatıma’nın mensubu olduğu Mahzumoğulları, kendi isimlerini taşıyan birinin cezalandırılmasını istemediler. Kabilenin önemli isimleri hemen bir araya gelip, Fatıma’yı cezadan kurtaracak bir yol aradılar. Allah Rasûlünün çok sevdiği azatlısı Üsâme’yi iknâ edip Hz. Peygambere aracı olarak gönderdiler. En sevdiği insanların birinden gelen bu beklenmedik talep karşısında Allah Rasûlü oldukça kesin ve keskin konuşmuş ve “Bizzat Allah tarafından tespit edilmiş bir cezanın affını mı istiyorsun!” diyerek, Mâide 5/38. âyetine atıfta bulunmuştur. Daha sonra insanları toplamış ve şu açıklamayı yapmıştır: “Sizden önceki insanlar şu yüzden helak oldular: Onların ileri gelenlerinden biri hırsızlık yaptığında onu bırakırlar, güçsüz ve zayıf biri çaldığında ise onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin olsun ki, eğer Muhammed›in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun elini de keserdim”10 Yani, o suçu işleyen Mahzumoğullarından Fâtıma değil de, benim kendi kızım Muhammed’in kızı Fâtıma olsa bile, Allah’ın hükmünü uygular, farklı muamelede bulunmazdım. Faklı davranma veya özel muamele, İslâmın adâlet ilkesiyle tamamen çelişen bir durumdur. Kişilere özel farklı muamelelerin yapıldığı yerde adâletten söz etmek mümkün değildir. c. İnsanları sevmek, onlara güven vermek, dürüst olmak. İnsana güvenmek, ona değer vermektir. Peygamberimiz şöyle demiştir: “Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek ve Allah için nefret etmektir.”11 Toplum fertlerinin birbirlerini sevmeleri teşvik edilmiştir: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız”12 İman etmek demek, güvenmek, güven vermek demektir.13 13 İnsanların tekil olarak birbirlerine güvenmeleri önemli olduğu kadar, toplumu oluşturan herkesin derecesine bakılmaksızın birbirlerine güvenmeleri de güven ortamının oluşması için gereklidir. Güven ortamının bulunmadığı durumlarda, hayat normal bir akışla devam etmez. Bazı sektörler tıkanır, bazıları kilitlenme noktasına gelir. Mümin toplumların ise bu türden sorunları çok daha kolay aştıkları bilinir. Zira birbirine güvenen insanların bir arada olduğu topluluklar “müminler topluluğu”dur. Bu bilgiler için bkz. Müftüoğlu, Ömer, Güven Ortamının Bir Toplum İçin Önemi ve Bunu Engelleyen Faktörler, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, Cilt:5, Sayı:2, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, s.147-148. 51 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Aslında inanan insan, güvenen ve güven veren insan demektir. Hz. Peygamber (s.a.v): “Aldatan bizden değildir”14 sözleriyle bu gerçeği çok net olarak açıklamışlardır. Güven vermeyen insan, yalan söyleyen insandır. Yalan söylemek ise, münafık olmanın alâmetidir. Peygamberimiz Enes bin Mâlik’e şöyle demiştir: “Yavrucuğum! Kalbinde herhangi birine karşı bir aldatma (samimiyetsizlik) bulunmadan sabahlayabilecek veya akşamlayabileceksen, bunu yap! İşte bu benim sünnetimdendir..”15 “Bir kimse, komşusu onun kötü davranışlarından güvende olmadığı sürece iman etmiş olmaz”16 “Doğruluk, iyiliğe; iyilik de cennete götürür.”17 d. İyilik Yapmak: İyi ve güzel davranmak. İslâm buna “ihsan” mertebesi demektedir. İnsanın yaratıcısıyla olan ilişkilerini, ailesi ile olan ilişkilerini, toplumu ile olan ilişkilerini ve bütün bir insanlıkla olan ilişkilerini en iyi şekilde yapması demektir. Rasülullah (sav) iyliği şöyle tarif etmiştir: “... İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir; kötülük ise, insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir kuşku bırakan şeydir.”18 Başka bir tarifi şöyledir: “İyilik, güzel ahlaktır; kötülük ise, vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.” e. Söylem ve eylemleriyle başkasına zarar vermemek, zulmetmemek. Bazı hadisler şöyledir: “Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu hor görmez.” 19 “Bir davada zulme yardımcı olan kimse, kuşkusuz Allahın gazabına uğrar.”20 “Sizin en hayırlınız, insanlara faydalı olanınızdır; sizin en kötü olanınız da insanlara zararlı olanınızdır.” 14 “Zâlimin zulmünü önlemedikçe size kurtuluş yoktur.”21 f. Paylaşmak Küreselleşme ile birlikte tüketici bir toplum olduk. Refah seviyemiz artıyor ve buna bağlı olarak normalde daha çok cömert ve yardımsever olmamız gerekirken, ne komşuluk ilişkilerimiz eski samimi ve candan komşuluk ilişkilerine benziyor, ne de komşularımızın ihtiyaç sahibi olup olmadıklarını biliyoruz. Hâlbuki biliyoruz ki dinimiz, paylaşmayı “sâlih amel” olarak adlandırmakta ve teşvik etmektedir. g. Fitne ve fesad çıkarmamak, fitneye âlet olmamak. Kur’an’da: “Fitne çıkarmanın insan öldürmekten daha kötü olduğu”22 açıklanıyor. Sosyal barışa katkı verecek ve toplumsal birlik ve bütünlüğü sağlayacak bu ve buna benzer daha pek çok değerlerimizi sayabiliriz. Bütün bu ilkelerin bir tek amacı vardır o da “Kardeşlik” duygusunu hâkim kılmak ve daima bu duyguyu canlı tutmaktır. Çünkü İslâm toplumunun bütün fertleri, “iman etmek”le, birbiriyle kardeşlik duygusu içinde aynı inanç, aynı hedef ve eylem birliği içinde olmanın andını içmiş, bu konuda ittifak etmiş bir topluluktur. Kur’an’da, hadislerde/Sünnette böyle olunması istenmektedir. Toplumu bir arada tutan en ulvî değer olarak hep “Kardeşlik”e vurgu yapılmaktadır. Diğer bütün ilkeler hep bu kardeşlik duygusunu pekiştirmeye yöneliktir. Burada üzerinde durulması gereken, bu ulvî değerin (Kardeşliğin), bütün eğitim metotları en etkin biçimde kullanarak topluma kazandırılmasını sağlanması konusudur. Gerek Kur’an âyetlerinde, gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde/ sünnetinde üzerinde önemle durulan husus budur. İyinin ve güzelin teorik olarak bilinmesi ayrı şey, onların pratik hayata aktarılması ise ayrı şeydir. Aslolan da bunların pratik hayatta yaşanır hale gelmesidir. Yoksa toplumsal barış ve huzurdan söz etmek, fanteziden öte geçmeyecektir. Kardeşlik ilkesinin topluma hâkim kılınmasının yöntemi ise, kardeşlik duygusunu pekiştiren bütün ilkelerin “Emr-i bi’lmârûf nehyi ani’l-münker” (iyiliği emretmek, kötülükten kaçınmak) metodu ile Kur’an’da belirtilen üslûb içinde insanımıza kazandırılması şeklinde olacaktır. Bu üslûb: Muslim, İman, 164; Ebu Davud, Buyu’, 50; Tirmizi, Buyu’, 72. 15 Tirmizi, İlim 16. 16 Müsned, I, 388. 17 Buhari, ha.6094. 18 Darimi , Büyü’, 2 19 Müslim.Birr, 32 20 Tirmizi, fiten,13 21 İbn Mâce,Fiten, 20 22 Bakar, 191 52 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.”23 Arz etmeye çalıştığım bu tablo, tarih boyunca insanlığın özlemini çektiği huzurlu bir hayat tarzının tasviridir. Geçmişten günümüze yazılan bütün ahlâk kitaplarının konusu hep, insanın ve insanlığın barış ve huzur içinde mutlu bir hayatın yolunu aramaktır. Toplumsal birlik ve bütünlüğe, barış ve huzura daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde çocuklarımıza-gençlerimize ülke insanımıza sosyal barışımızı sağlayacak ortak değerlerimizi daha iyi öğrenmek, birlik ve beraberliğimizi sağlayacak olan “Kardeşlik” ruhunu canlı tutacak değerlerimiz konusunda daha duyarlı olmamız gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Toplumsal yapımızı, Hak, Adâlet, Güvenlik, Dürüstlük, Sevgi, Saygı, Yardımlaşma gibi temel evrensel değerler çerçevesinde yeniden inşa edip birlik, beraberlik; barış ve huzur içinde yaşamamız dilek ve temennilerimle hepinize saygılar sunuyorum. (Vallahu a’lemu bi’s-sevâb) 23 Nahl,125. 53 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Dr. Nawaf Takruri Filistin Dışındaki Âlimler Derneği Başkanı Meşru Direniş ve Terör Arasındaki Fark Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a aittir. Salat ve selam gönderilmişlerin efendisinin, onun ehlibeytinin, bahtiyarların önderi olan ashabının ve kıyamet gününe kadar onların yolundan gidenlerin üzerine olsun. Buradan Dünya Müslüman Âlimler Birliğini temsil etmekten, birlik başkanı üstadımız kıymetli allame Yusuf El Kardavi ve birliğin genel sekreteri üstadımız kıymetli Doktor Ali El Karadaği adına konuşmaktan, ümmetin âlimlerini temsil eden birliğin selamlarını ve kıymetli girişiminiz karşısında tebriklerini sizlere ile etmekten mutluluk duymaktayım. Ayrıca kıymetli Diyanet İşleri Başkanı Profesör Doktor Mehmet Görmez ve Şanlıurfa valisi Sayın Güngör Azim Tuna beyefendiye değerli davetlerinden dolayı teşekkür ve takdirlerimi sunarım. Ziyadesiyle önemli olan bu konuyu görüşmek için yapılan davet için, en uygun ve münasip bir zaman ve mekânın tercih edildiği konusunda hiç şüphem yoktur. Burada yasak olan terör ile meşru cihat arasındaki fark olduğundan, konuları bu eksende ele almadan önce, zirvenin teması olan “İslam’ın Evrensel Mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük” hakkında bir ifadede bulunmak istiyorum. Öncelikle şunu söylemek isterim, bütün bu usul ilke ve değerlerin hayata geçirilmesi bir sisteme ihtiyaç duymaktadır ki; bu sistem güçtür. Çünkü zayıf olanın barışa yönelik çağrısı, güçlünün nazarında barış değil, teslim olmak, hürriyet çağrısı ise dilencilik sayılmaktadır. Hürriyet verilmez, alınır ve adaleti zayıflar gerçekleştiremezler. Barış adalet ve hürriyeti sağlayabilmenin şartı, güce sahip olmaktan geçmektedir. Ancak burada kastedilen güç, hegemonya kurmak veya cinayet işlemek değildir. Bu gücün amacı yapılan cinayetleri engellemektir. Yüce rabbimiz Kuranı Kerim’de “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri kor- kutursunuz.” (Enfal,60) buyurmuştur. Burada güç ile kastedilen, saldırganları düşmanlıktan engellenmesi için korkutulmalarıdır. Zira düşmanlar, Müslümanların gücünü bilirlerse, kendileri adına korkarlar ve düşmanlık yapamazlar. Böylece hem kendi kanları, hem de Müslümanların kanları korunmuş olur. Bu nedenle yüce rabbimiz “Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı öldürürsünüz” dememiş, bunun yerine “Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı korkutursunuz” buyurmuştur. Dolayısıyla Müslümanların elindeki güç, zalimlerin ve haddi aşanların gururlanmalarına karşı canlıların korunması ve beşeriyetin muhafazası anlamına gelmekte olup, bu stratejik bir savunmadır. İkinci olarak,bütün zamanlarda bu ilke ve değerlerin yaygınlaştırılmasındaki temel etken ve yine bu ilke ve değerlerin yok olmasının en baş sorumlusu güç sahipleridir. Bu ilke ve değerlerin var olmayışının nedeni olarak başkaları gösterilemez, bunun büyük ya da baş sorumluluğunu onlardan başkası üstlenemez. Bu nedenle İslam ve ümmeti Muhammed’in beşeriyete hâkim olduğu dönemlerde adaletin yaygın olması nedeniyle terörizm en zayıf dönemini yaşıyordu. Bugün ise dünyada terörü besleyen, küresel barışı zedeleyen ve adaletin esaslarını yok sayarak çifte standart uygulayan, böylece halklarının özgürlüklerini ellerinden alan, insanların onuruna karşı saldırılarda bulunan, haddi aşan zalimlere imkân veren gücün bizzat dünyadaki en büyük gücün kendisi olduğuna inanıyorum. Hatta sözkonusu bu eylemleri doğrudan o “en büyük güç” yapmakta ve yapmaya devam etmektedir. Siyonistler, İslam âleminin kalbine saplanmış bir hançer misali, köklü bir halkı topraklarından çıkarmış ve yerine yeni bir halk getirmiş, yeryüzünün farklı bölgelerinden ne kadar haddi aşan varsa toplayıp, zorla evlerini gasp ettikleri bu kimselerin yerine yerleştirilmişlerdir. Ardından bölgedeki direnişin din ve hukuk çerçevesinde gerçekleşmesi ve disiplinli olması, aynı zamanda uluslararası kanunlara uyması karşısında Amerika, batı ülkeleri ve yandaşları İslam’ın suretini ve meşru direnişin zedelenmesi için Müslüman dünyasının azgın ve despot 54 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük olan yöneticileri ile birlikte tavır almışlar ve terör güçlerini destekleme yoluna gitmişlerdir. Üçüncü olarak, Müslüman toplumlar olarak yapmamız gereken; bizim kendimizi savunma konumunda olduğumuzu ve ortada bizi yaftalayan bir suç var olup, buna karşı kendimizi nasıl savunacağımızı aradığımızı zannetmememizdir. Zira birçok yetkili siyasetçi, Müslüman aydın, hatta âlimlerin hitap ve konuşmaları bu yönde olup, sanki bir zanlı veya suçlu kafesinde gibi İslam’ı savunma konumunda durmaktadırlar. Her ne kadar İslam’a mensup bazı gruplar yasaklanan terör eylemlerini açıkça işliyor olsalar da, bu durum bizde İslam’ın ve Müslümanların terör ile alçaldığı hissini oluşturmamalıdır. Eğer Yahudi, Hristiyan, Budist veya komünist düşüncelere mensup olan kimselerin gerçekleştirdiği terör eylemlerinin istatistiğini çıkarmaya kalksak, bunların sayısının çok daha fazla olduğunu ve bu eylemlerin kurbanlarının sayısının Müslümanların yaptığı eylemlerden çok daha fazla olduğunu görürüz. Aşağıdaki noktalarda da ifade edeceğimiz gibi kaynağı ne olursa olsun bütün bu terör eylemleri suçtur. Terör Kavramı Birçoğunun düşmanlıklarını ve büyüğüyle küçüğüyle bütün bir halk ve ümmetten intikamlarını asmış oldukları bir askı haline gelen “terörizm” kelimesini kabullenmeye zorlandığımız bir ortamda, terörün uzlaşılmış bir tarifini bile yapmadan, hatta hiçbir tarif yapmadan, özellikle de Amerika gibi büyük devletlerin teröre savaş ilan etmesi kadar dehşete düşürücü bir tavır yoktur. Zira herhangi bir olgu karşısında atılması gereken ilk adım, ona ait kavramın tanımlanması, sonrasında, başkaları karşısında takınılacak olan tavrın belirlenmesidir. Terörle mücadele diye bahsedilen bağlamda, bu tanımlama bugüne kadar gerçekleşmemiş ve kavram açısından bu terimin bugüne kadar anlaşma sağlanmış küresel bir tanımı ortaya çıkmamıştır. Arap dilinde terör, sülasi mezid “erhebe” babından gelmekte olup, “erhebe fülanen” ifadesi, falancayı ürküttü ve korkuttu anlamına gelmektedir. Yüce rabbimizin “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz.” (Enfal,60) ayeti kerimesinde de “Allah’ın düşmanlarını ve sizin düşmanlarınızı korkutursunuz” anlamı geçmektedir. Yine rabbimiz “Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr, 13) buyurmuş, İbni Kesir ise burada “Allah’tan korktuklarından çok, sizden korkarlar” diye mana vermiştir. Terörün kavramsal mefhumu ile ilgili çabalar, terör ile kastedilen anlam hakkında uzlaşma sağlanmış bir tanımlama noktasında başarısız kalmıştır. Dolayısıyla terörist, kiminin gözünde bağımsızlık savaşçısı, kiminin gözünde ise adalet arayan biri olarak görülebilmektedir. Burada şunu da belirteyim ki, fıkıh ansiklopedisi terörü; “Birey grup veya ülkelerin, insanların dini, canı, aklı, malı veya namusuna karşı haksız bir şekilde yürütmüş olduğu düşmanlıktır. Haksız yere yapılan her türlü korkutma eziyet tehdit ve öldürme terör kapsamına girmekte olup, haydutluk, korkutma, yol kesme, her türlü şiddet ve tehdit eylemi, insanlar arasında korku oluşturmayı hedefleyerek bireyler veya gruplar tarafından işlenen her türlü projenin uygulanması, eziyet etmek suretiyle insanların korkutulmaları, hayatlarının, özgürlüklerinin, güvenliklerinin veya hayatlarının tehlikeye maruz kalması” olarak tanımlamaktadır. Çevreye, özel veya kamusal alanlara, tesislere zarar verilmesi ve milli veya doğal kaynakların tehlikelere maruz bırakılması gibi durumlar da terör kapsamında olup, bütün bunlar yüce Allah’ın yasaklamış olduğu “yeryüzünde fesat çıkarma” şekillerinden biridir. Bu tanım sonrasında terör konusunda konuşmanın temel ve kurallarını teşkil edebilecek bir kaç noktayı vurgulamak istiyorum. 1. Terör, faili kim olursa olsun, fiil ile ilgili bir şeydir ve terör denilen şey eylemdir. Terörist ise, mensubiyetine, ırkına, uyruğuna veya dinine bakılmaksızın, terör eylemlerini işleyen herkes olup, terörün ne belirli bir dini, ne vatanı, ne de coğrafyası bulunmaktadır. 2. Terör eyleminin kime yapıldığına bakılmaksızın, terör olarak nitelenmesi gerekir. Dolayısıyla Müslümana, Hıristiyana, Mecusiye veya ateistlere karşı yapılan terörist davranış bir terör eylemidir. Ancak bu eylemler Müslüman olmayanlara karşı yapıldığında terör deyip, Müslümanlara karşı yapıldığı takdirde, uygar dünyanın kör kalması ve dilini yutması iğrenç ve korkunç bir ikiyüzlülüktür. 3. Kur’an kavramlarından “fesad”a çok yakın olan terör, insana, düşüncelerine, manevi haklara, özgürlüklere ve doğal kaynaklara karşı yapılan eylemlerdir. Terör ister bireyler, isterse devlet tarafından yapılsın, hatta bu devlet güçlü veya zayıf bir devlet olsun fark etmez. Terör belli bir takım fiilleri yapan kişinin niteliğidir. Böyle bir eylem işlediğinde zayıf ülkelerin terörist sıfatını alması, güçlü ülkelerin devamlı işlemelerine rağmen, bu sıfat ile nitelenmekten kurtulmaları yine büyük bir çifte standarttır. Terör İle Meşru Direniş ve Cihat Arasındaki Fark Günümüzde batılı dünya güçlerinin yapmaya çalıştığı, Allah yolunda cihada ve hatta İslam’ın tamamına terör elbisesi giydirme girişimleri; öğretilerinin yıkılması, etkilerinin bozulması ve temellerinin zayıflığı nedeniyle sefil ve çaresiz bir girişimdir. Alman şansölyesi Angela Merkel’in Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı son görüşmede 55 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük “İslami terör” kavramını kullanmaya kalkması ve Cumhurbaşkanının buna; “Terörün dininin olmadığı ve İslam’dan kaynaklanmadığını” söylemesi bu kabilden bir cevaptır. Cumhurbaşkanı açıkça; “Benim bir Müslüman olarak ve bir Müslüman ülke lideri olarak İslam’ı terörle bir araya getiren bu cümleleri kabul etmem mümkün değildir. İslam ve terör bir araya gelmez. Cahil ve ahmakların korkak ellerini uzatarak, cihat kisvesi altında yapmaya çalıştıkları korkutma ve rastgele işledikleri katliamlar, İslam’da cihat kavramını bozma çabalarının, İslam ve Müslümanlarla savaşma bahanesiyle Müslümanları yok etme gayreti içinde olanların kendilerine sunulan bedava silah verme hizmetinin bir neticesi” olduğunu söylemiştir. Terör ile cihat ve meşru direniş arasında temelde birçok fark bulunmakta olup, bu farklar aşağıdaki alanlara yansımaktadır. Maksat Farkı Cihadın maksadı, yeryüzünde adaleti sağlamak, düşmanlara cevap vermek, zulmü kaldırmak, hakkı yerli yerine koyup, batılı ortadan kaldırmak, dini, vatanı, canı, malı, namus ve mukaddesatı koruyarak, Müslüman olsun, gayrimüslim olsun mazlumların yanında yer almaktır. Mekke’nin fethi ancak Kureyş ve müttefiki olan Beni Bekir kabilesinin Huzaalılara karşı saldırılarının cevabı olarak gerçekleşmiştir. Allah Resulü s.a.v.’den yardım isteyen Huzaa kabilesi o günlerde henüz Müslüman olmamıştı. Terörün maksadı ise, yeryüzünde fesat çıkarmak, güvende olan kimseleri korkutmak, insanların çıkarlarını ve hayatlarını tarumar etmek, topraklarına, mallarına, namuslarına, özgürlüklerine ve insanlık onurlarına haksız yere, zulüm ile saldırıda bulunmak, bütün bir halkı yeryüzünden silmeye çalışmak, zulüm ve düşmanlık suretiyle yerlerine başkalarını koymak için bir halkı darmadağın etmek üzere yapılan girişimlerdir. Metot Farkı Metot itibariyle terör, öldürme maksadıyla kanlı katliam eylemleri düzenlemekte, böylece daha fazla insanı korkutmak istemekte, insana ve insanhayatına, dinine, çevresine ve genel olarak hiçbir şeye saygı duymamaktadır. Cihat ise, sadece çatışma sahasına giren ve saldırıda bulunan savaşçılara karşı yapılmakta olup, tabilerini saldırmayan insanlara, çocuklara, kadınlara ve hayvanlara karşı hürmet edilmesi, zulüm ve düşmanlık ne olursa olsun, konunun bir reaksiyon şekline çekilmemesini öğretmektedir. Ebubekir Sıddık r.a.’ın İslam ordusuna yaptığı şu vasiyet cihat hususunda daima geçerli bir düsturdur; “Çocukları, kadınları, yaşlıları, hastaları veya kaçanları öldürmeyin, ağaçları kesmeyin, binaları yıkmayın, yemek ihtiyacı dışında develeri veya inekleri kesmeyin, hurma ağaçlarını koparmayın, yakmayın…” Fransız işgal güçlerinin Cezayir’de, İtalyanlar’ın Libya’da, Siyonistlerin Gazze’de uyguladıkları arazi yakma politikala- rı, Hiroşima ve Nagazaki’de genel anlamda her şey yok eden nükleer bombalı saldırılar, aynı zamanda cihat ettiğini iddia ederek farklı bölgelerde çocukları öldürüp, yaşlıları ve kadınları boğazlayan kimselerin yaptıkları da terördür. Haçlıların Kudüs şehrini, Filistin topraklarını ve Müslümanların ülkelerini işgal etmeleri, sadece Kudüs’te birkaç gün içerisinde yetmiş binden fazla Müslümanı öldürmeleri, 92 sene kadar mübarek Mescidi Aksa’da namaz kılmayı ve ezan okumayı yasaklamaları ve Mescidi Aksa’yı at ahırına çevirmeleri de birer terördür. Müslümanların 583 yılında Selahattin Eyyubi komutasında mübarek Mescidi Aksa’yı ve Kudüs şehrini özgürlüğüne kavuşturmaları cihattır. Bu savaşta Selahattin Eyyubi esirlere bizzat kendi eliyle soğuk su getirmiş ve sonra hepsini affetmiştir. İspanyolların Müslümanları Endülüs’ten çıkardıktan sonra Haçlılık adına camileri kiliseye çevirmeleri, engizisyon mahkemelerinde Müslümanları öldürmeleri ve işkence yapmaları, Yahudi ve Siyonistlerin işgal ettikleri Filistin’de camileri at ahırlarına çevirmeleri, Gazze’ye yapılan son saldırılarda 42’den fazla camiyi tamamen yerle bir etmeleri birer terördür. Ömer Bin Hattab r.a.’ın Kudüs fatihi olarak şehre girmesi, Kudüs’ün anahtarlarını Sophronius’tan teslim alması, El Kıyame kilisesine gitmesi ve öğle namazı vakti yaklaştığında -kendisinden sonra Ömer burada namaz kıldı denilerek kilisenin camiye çevrilmemesi için- İslam’da caiz olmasına rağmen burada namaz kılınmasına izin vermemesi bir cihattır. Deyr Yasin katliamı sırasında Yahudi ve Siyonistlerin hamile kadınların karınlarını yarması, Bahrul Bakar Okulu’nda çocukların katledilmesi, Gazze Batı, Şeria ve Lübnan’da binlerce çocuğun okullarda öldürülmesi birer terördür. Topraklarını işgal eden saldırgan Siyonistlere karşı gerçekleştirdiği bir operasyon sırasında mücahitlerden birinin bir otobüse binmesi, otobüsü patlatmaya muktedir olmasına rağmen, otobüste bulunan çocukları gördükten sonra otobüsten inmesi cihattır. Gazze kesiminin ortasına tüneyen Eli Sina yerleşim yerine saldırdıktan sonra iki Müslüman gencin bir eve girerek sığınması, evde üç çocuklu bir kadının yaşadığını gördükten sonra kadının; “Gençler çok kibardı, bize -korkmayın size zarar vermek istemiyoruz. Bizi evin en uzak yerine, banyoya koyun dediler ve sonra kapıyı kapattılar. Sonra da buradan çıkmayın ki başınıza bir şey gelmesin- dediler” diye anlattığı, ardından askerlerle çatışarak Allah yolunda şehit düşmeleri cihattır. Mücahitlerin Batı Şeria’da Siyonist askerleri taşıyan bir araçla çatışmaları, araçta çocukların bulunduğunu fark etmeleriyle, kurşunların çocuklara isabet etmemesine dikkat edip, sadece askerleri hedef almaları cihattır. Terör, teröristlerin en küçük insani hislerini bile yok eder. Te- 56 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük röristler hiçbir ahlaki veya insani kurala bağlı kalmaksızın, sadece öldürmek için öldürürler. Cihat ise, en önemlisi insanlık onuru ve bu onurun korunması için birtakım temel kurallara bağlı bir kıyamdır. Gerçek ve sadık mücahitler, yüksek insani duygulara ve sadık hislere sahip kimselerdir. Onların ana gayesi zulmü kaldırmak, düşmanlığı engellemek ve elden geldiği kadar kan dökmemektir. Mücahitlere göre kan dökmek bir heves değildir. Gerektiğinde nefislerinin arzularının tersine öldürmek zorunda kalırlar. Allah, istemedikleri halde cihadı onlara yazmıştır. Çünkü cihat saldırılar karşısında cevap vermenin ve zulmü önlemenin tek yolu haline gelmiştir. Farklı Dinlere Sahip Kimselerin Ülkelerin ve Rejimlerin Terör Manzaraları Konuşmamın başlangıcında bahsettiğim bağlamda burada diğer dinlere mensup kimselerin terör eylemlerine de birkaç gerçek örnek vermek ve böylece terörün dininin olmadığını-Müslüman bazı grupların kabul edilemeyecek eylemler yapmalarına rağmen- İslam’ın teröre en uzak din olduğuna da değinmek isterim. Terörün sahip olduğu en acımasız haksız saldırı, terörün sadece Müslümanlara özgü olduğu ve İslam kisvesi altında yapıldığına dair oluşturulan yanlış algıdır. Bu sıradan bir tesadüf değildir. Aksine İslam’ın alametlerini bozmak, öğretilerini tahrif etmek ve dünyayı İslam’a karşı birleştirerek, İslam ve Müslümanlara karşı düşmanlık sahasını genişletmek için her türlü metot ve aracı kullanan İslam düşmanlarının oyun ve hilesidir. Ancak birazcık olsun araştırma, düşünme ve tefekkür bizleri terörün dininin de, vatanının da olduğu sonucuna ulaştıracaktır. Herhangi bir sınırlamaya gitmeden, örnek göstermek üzere farklı milletlerden bir takım terör olayları ve hadiseleri üzerinde durmamız gerekir. Terör olaylarına girmeden önce Dünya Müslüman Âlimler Birliği genel sekreteri Şeyh Ali Karadaği’nin vurguladığı ifadeleri burada tekrarlamak isterim; “Semavi dinlerden herhangi birini terör veya faşizmle suçlamak, ilk olarak Hıristiyan siyasetçilerin İslam’ı terör ile özdeşleştirme şeklinde gerçekleşmiştir. Zira insanlığa karşı suç işlemiş olmalarına rağmen, bazı tabilerini Katolik, Protestan veya Ortodoks Hıristiyanlarını terör veya faşizm ile suçlayan herhangi bir Müslümana hiç rastlanmamıştır. Şimdi bazı terör manzaralarını sizlere nakledelim. Yahudi Teröründen Manzaralar Dünya üzerinde Yahudilerin tarih boyunca gerçekleştirdikleri terör eylemleri birkaç satırda sınırlandırılamayacak kadar büyüktür. Ancak burada birkaç hususa kısaca değinelim. 1. Yahudilerin terör eylemleri ve düşmanlıkların kaynağı haline getirmek için din adamları ve hahamların içerisindeki öğretilerin birçoğunu tahrif ettikleri Tevrat da (Eski Ahit) Yahudilerin Allah’ın seçkin halkı olduğu, Allah’ın diğer halkları Yahudi halkına hizmet etmek için köle olarak yarattığı vurgulanmakta, Yahudi olmayanların ölüm ve sürgünü hak ettiği açıkça ifade edilmektedir. 2. Sultan Abdülhamit Filistin’de Yahudi göçüne izin vermeyince, Osmanlı Halifeliğinin parçalanması. 3. Yahudiler din adına Filistin’i işgal etmişler ve kurdukları devlete Yakup a.s.’ın adı olan İsrail ismini vererek, kendilerine tabi olanları dünyanın birçok bölgesinden buraya göç etmeye teşvik etmişler, Filistin’in asıl sakinlerini yurtlarından kovarak, dünyanın farklı bölgelerinden getirdikleri insanları Filistin topraklarının binlerce yıllık halkı olan kimselerin yerine yerleştirmişlerdir. 4. Yahudiler sözde devletlerini terör esası üzere kurmuşlar ve 1948 yılında insanları korkutup, baskı yaparak köylerini terk etmeleri için yüzlerce cinayet işlemişlerdir. 5. Yahudiler halen başka inançlara sahip olanlara karşı terörist tutum sergilemekte olup, yüzlerce camiyi atlar için ahır veya meyhane çevirip, kiliselere saldırmaktadırlar. 6. Yahudiler Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak, Mısır ve Tunus gibi birçok İslam ülkesine savaş ilan etmiş, buralarda katliamlar işleyerek, yüzlerce masum insanı öldürmüşlerdir. 7. Geçtiğimiz altı yıl içerisinde Yahudiler, Gazze kesimine üç ayrı saldırı düzenleyerek, ve bu saldırılarda binlerce Müslümanı öldürerek on binlerce evi yerle bir etmişlerdir. 8. Yahudiler Gazze kesimini modern tarihin görmüş olduğu en kötü şartlar altında ve en uzun süreli on yıldan fazladır kuşatma altında tutmaktadırlar. Buna rağmen dünya ülkelerinden veya politikacılarından hiçbirinin Yahudi terörü dediğini duyulmamıştır. Aksine bu kimseler hala ağızlarında İslami terör lafını gevelemekte, Yahudilerin mazlum millet olduğunu söylemektedirler. Zira gözleri hakikati tersine çevirmekte, tarihi karalamakta ve tüm demokratik ilkeleri yok saymaktadırlar. Hristiyanlık Dinine Mensup Olanların Terör Manzaraları İsa a.s. efendimiz sevgi ve barış mesajıyla gelmiş, ancak bazı tabileri bu öğretilerin dışına çıkarak, Hıristiyanlık adına terör eylemleri işler olmuşlardır. Gerçek Hıristiyanlar ise bunlardan istisnadır. Bu eylemlerin örnekleri; 1. Avrupa’da kiliselerin doğudaki Hıristiyanları koruma bahanesiyle Müslüman ülkelere savaş açmaları ve bu savaşların “Haçlı savaşları” olarak isimlendirilmesi. Bu tanım Hıristiyan tarihçi ve din adamlarının koyduğu bir isim olup, Müslüman tarihçiler bu savaşları “haçlı seferleri” diye adlandırmaktadırlar. 2. Endülüs’te Müslümanların hâkimiyeti sona erdikten sonra, Hıristiyanlar anne karnındaki bebeklerin bile maruz 57 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük kaldığı bir terör sergilemişler ve engizisyon mahkemelerinde Müslümanları katlederek, tarihte görülmemiş işkenceler yapmışlar, Müslümanları Hıristiyan olmaya zorlamışlar, bedenlerini diri diri yakmışlar, camileri kiliselere çevirmişler ve Müslüman isimlerinin konulmasını ve ibadet edilmesini kesinlikle yasaklamışlardır. 3. Kudüs şehrinin işgali esnasında haçlılar yetmiş bin Müslümanı katletmişler ve Müslümanların kanları Mescidi Aksa’nın avlusundan nehir gibi akmıştır. Ancak Müslümanlar Kudüs’ü kurtardıklarında hiç kimseye kötü davranmamışlardır. Mübarek Mescidi Aksa’da 92 yıl boyunca ezan okunması ve namaz kılınması yasaklanmış, Kubbetüs Sahra’nın üzerine altın haç takılmış, mescidin bir kısmı ise atlar için ahıra ve meyhaneye çevrilmiştir. a. Emir Şekip Arslan “Müslümanlar niçin geri kaldı?” adlı kitabında 1911 yılında İtalyan ordusunun Libya’yı işgal giderken, bir İtalyan askerin: “Anne! Duanı tamamla, ağlama! Aksine gül ve düşün. Bilmez misin İtalya beni çağırıyor. Sevinç ve mutlulukla Trablus’a gidiyorum. Melun ümmeti ezmek ve İslam dini ile savaşmak için canımı feda edeceğim. Kur’an’ı yok etmek için bütün gücümle öldüreceğim. Gerçek bir İtalyan olarak ölmeyenin şerefi yoktur. Anne, ben yola çıkıyorum, sevinçli bir şekilde Trablus’a gidiyorum. Eğer dönmezsem oğlun için ağlama. Ama her akşam git, mezarlığı ziyaret et. Eğer sana benim hakkımda ne için bu kadar merhametsiz olduğumu sorarlarsa, o İslam’la savaşırken öldü diye cevap ver” dediğini nakletmektedir. b. İçinde bulunduğumuz asırda, Hıristiyanlık ve haçlı adına açılmış birçok savaş önümüzde durmaktadır. 11 Eylül terör saldırıları sonrasında oğul Bush tarafından Müslüman dünyasına Haçlı savaşı ilan edilmiş, Afganistan ve Irak’ta bu savaşlar esnasında milyonlarca Müslüman şehit edilmiştir. c. Al Jazeera kanalında 7.7.2004 tarihinde yayınlanan ve Guantanamo hapishanesinde tahkikat esnasında Kur’an-ı Kerim’leri tuvalete veya köpeklerin ayakları altına atmak suretiyle küçük düşürdüklerini belirten rapora ne isim verebiliriz? Hatta ve hatta bizzat Guantanamo hapishanesine terörden başka ne diyebiliriz? Komünist ve Ateist Terör Komünistler ve ateistler de İslam ve Müslümanları terörle yaftalamaktan asla geri kalmamışlardır. Ancak kendileri farklı şekillerde terör eylemlerini işlemeye devam etmişler- dir.Örnekleri; d. Kızıl terör; 1917 yılında Bolşeviklerin Rusya yönetimini ele geçirmeleri sonrasında işlemiş oldukları toplu katliam, işkence ve sistemli terör kampanyasının adıdır. Kampanya 1918 yılı Eylül ayında resmi olarak ilan edilmek suretiyle başlamış ve aynı yılın Ekim ayında son bulmuştur. Kampanya sırasında farklı dinlere mensup bir buçuk milyon insan katledilmiştir. e. PKK terör örgütü ve bu örgütün farklı ülkelerde ve özellikle de Türkiye’de yaptığı katliam, yıkım ve terör eylemleri. Bazı Tabileri veya Tabii Olduklarını İddia Edenler Tarafından İslam Adına Yapılan Terör Yukarıdan anlatılanlar, terörün sadece Müslümanlara ait olmadığı ve bazı Müslümanlar tarafından terör eylemlerinin gerçekleştirilmesinin İslam’ın terör dini veya Müslümanların terörist olduğu anlamına gelmediğini göstermektedir. Hatta bizler açıkça görmekteyiz ki geçmişte ve günümüzde Müslüman olmayanlar tarafından yapılan terör eylemleri ve fesat, Müslüman olduklarını söyleyenler tarafından yapılanlardan kat kat fazladır. Günümüzde İslam adına taassup ve aşırılık bulunduğu bir gerçek olmakla, bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ancak bunun da sebepleri vardır. Örneğin değişme tarzı ve bazı kalıpların kırılması gibi şiddete yönelik tepkilere karşı, despotluk ve krizlerle ilgili siyasi sebepler, çoğunluklara cehalet ve bilgisizliğin getirdiği fakirlik ve zorlu hayat şartları ile ilgili ekonomik sebepler, İslam’ın yanlış anlaşılması, yanlış anlatılması suretiyle ortaya çıkan fikrî sebepler. Kötü niyetli, kirli ellerin yarattığı bu terör örgütlerinin en ön saflarında İslâm düşmanları tarafından yalandan yere İslam bayrağı dalgalandırılmakta ve insanlık suçu teşkil eden projelerini uygulamak için duygularına yenik düşen cahil gençlerin kanına yatırım yapılmaktadır. Şeyh Muhammed El Gazali bir sözünde şöyle der; “düşmanına hizmet etmek için, her zaman düşmanın işçisi olman gerekmez; ahmak olman yeterlidir...” Rehbersiz duygularını ve gayretlerini yatırıma dönüştürmek için İslam adına uzanan hileli ve pis ellerin tahrik ettiği bu cahil ahmaklar, sadece ve sadece İslam’ın aleyhine, İslam’ın direklerini yıkmak ve ortadan kaldırmak için kızıştırılan savaşın araçlarından ibarettir. 58 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Doç. Dr. Adil Şen Osmangazi Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihinde Toplumsal Barışı Tesis Etme Çabasına Örnek Bazı Uygulamalar Üzerine Bir Bakış İnsanoğlu Dünyaya ayak bastığı günden, zamanımıza kadar kendi gibi hemcinsleri ile birlikte yaşamak suretiyle varlığını devam ettirmiştir. Fıtratındaki ünsiyyet sebebiyle tek başına yaşama imkânı olmayan insan, varlığını idame için diğer insanlara ihtiyaç duymuştur. Diğer insanlarla birlikte yaşama zarureti, beraberinde karşılıklı hak ve vazife kaidelerinin oluşmasını temin etmiştir. İnsan toplulukları bu hak ve vazifelere riayet edilen yerlerde ve zaman dilimlerinde huzur içinde yaşamayı becerebilmişlerdir. Ne yazık ki Dünya tarihi bu hak ve vazifelere riayet edilmeyen birçok yer ve vakaya şahitlik etmiştir. İnsanların hukukunun gözetilmediği yer ve zamanlar, insanlık için acı ve zulümlere sahne olmuştur. İslâmiyetin insanlığa gelişine takaddüm eden yıllarda bu hukuksuzluğun ve birçok zulmün insanlığın vicdanını kanattığını o devirlerden bahseden kaynaklarda görmek mümkündür.1 Şairimiz Mehmed Akif Ersoy, Hz. Peygamber’e bir na’atında o günleri çok veciz bir uslüble tasvir etmiştir: Bir kere de, ma’mure-i dünyâ, o zamanlar, Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi2. İslâmiyetin gelişi ile Hz. Peygamber insanlığa kainat, hayat ve insana dair küllî bir düşünce, iman ve itidali esas alan bir ahlâk ve fazilet şuuru aşılamıştır. İslâmın iman ve fikirde ortaya koyduğu esaslar, şirkin her çeşidini dışlayan “mutlak tevhid inancı” bunun sosyal plânda tezahürü ise tefrikanın her çeşidini öteleyen “cemiyette vahdet” olarak tecelli etmiştir. Kanaatimizce, İslâmiyetin “Toplumsal Barış” gibi bir derdi olmamıştır. İslâmın inanç, fikir ve ahlakî kabul dünyasında bütün insanlık “Ümmet-i Muhammed” dairesi içinde telakki edilir. Hz. Peygamberin getirdiği dine gönül verenler, davetine icabet edenler “ümmet-i icabet”, henüz iman etmemiş fakat iman etmeye namzet diğer kesim ise “ümmet-i davet” olarak görülmüştür. Dolayısıyla herhangi bir ferdin veya sosyal sınıfın menfaatlerini ön plana çıkarıp, diğerlerini gözardı edecek bir temayülün İslâm toplumunda yeri yoktur. İslâmın öngördüğü cemiyette şümullü bir barış ve huzur toplumu vardır. Bu toplumu Hz. Peygamber kendisine nazil olan ilâhi kaideleri çevresine tebliğ esnasında, bilhassa Mekke ortamında her türlü mukavemete rağmen büyük bir sabırla kendisine inanıp gönül verenlere talim etmiş, her türlü ifrat ve tefritten uzak bir çekirdek kadroyu yetiştirmiştir. Daha Mekke’de iken kadınların horlanması, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, kölelerin aşağılanması gibi toplum vicdanını yaralayacak tutum ve davranışlardan sakındırmıştır. Kardeşlik bağları, sevgi ve merhamet duygularının pekiştirilmesi gibi hususlar üzerinde durmuştur. Ancak Hz. Peygamber Mekke’de topyekun sosyal barışın temini için yeterli güç ve zemini sağlayacak imkânları elde edememiştir. Bizzat kendisi ve yeni müminler, Mekke’nin yerleşik düzenini elde tutan müşriklerin eza, cefa ve zulmüne maruz kalmışlardır.3 Mekke’de ötekileştirilen ve insanca yaşama şansları kalmayan Müslümanlardan bir kısmının Habeşistan’a hicret etmelerini bile hazmedemeyen Mekke müşrikleri Habeşistan kralı nezdine elçi gönderip, Müslümanları reddetmelerini talep ettikleri zaman, kral mülteci Müslümanlarla, Mekke’li müşrik elçileri huzurunda mürafaa yaparak Müslümanlardan müşriklerin iddiaları ve yeni dinleri hakkında soru sorduğunda Cafer bin Ebi Talib’in verdiği cevap, İslâm davetinin öncesi ile sonrası 1 Bkz., Ali Muhammed Sallâbî, Es-Sîretü’n-Nebeviyye,Beyrut 2008 (1429 H.),s.13-27; Mustafa Fayda, Câhiliye Mad. DİA, C. 7, s,17- 19, İstanbul, 1993 2 Mehmed Akif Ersoy, Safahat, s, 548, Ankara 1999 3 Fazla bilgi için bkz İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye( tahkik. Mustafa es-Sekkâ, İbrahim el-Ebyârî, Abdulhafiz eş-Şelebî) , C.1,Mısır 1936 (1355 H.)’dan Beyrut, s, 380 vd; Safiyurrahman el-Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, 2. Baskı, s, 83-94 , Dımeşk, 2009 59 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük hakkında yeterli kanaati vermektedir: ‘Ey Melik, biz cahil bir topluluk idik, putlara tapar idik, lâşe yerdik, fuhuş yapardık. Akrabalara küser, komşuluk hakkını gözetmez idik. Zayıf, kuvvetlinin esiri idi. Biz bu hâl üzere iken; Allah içimizden birisini Peygamber olarak gönderdi. Soyu, asaleti, şeref ve namuslu hareketi hepimiz tarafından bilinmektedir. O, bizi bir olan Allah’a kulluğa çağırıyor, atalarımızın taptıkları putları, ağaçları ve taş parçalarını terketmemizi söylüyor. Bize doğru söylemeği, emanete ve akrabalığa riayet etmeği, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildiriyor. Fuhuştan , yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira atmayı yasaklıyor. Bir olan Allah’a kulluk etmemizi ve O’na ortak koşmamamızı , namazı, zekatı ve orucu emrediyor. (… Kral’a İslam’ın emirlerini saydı.) O’na inandık ve tasdik ettik, Allah’dan getirdiklerine tabi olduk. Yalnız Allah’a ibadet ettik ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Bize haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını helâl bildik. Bundan dolayı kavmimiz bize düşman oldu, bize işkence ettiler. Bizi dinimizden döndürüp yeniden putlara kulluğa zorladılar. Önceleri helâl gördüğümüz pis şeyleri yeniden helâl saymamızı istediler. Bize zulmettikleri, baskı uyguladıkları ve dinimizi yaşamamıza imkân vermedikleri zaman sizin ülkenize sığındık. Sizi başkalarına tercih ettik. Sizin komşuluğunuzu istedik ve Ey Melik, yanında haksızlığa uğramayacağımızı umduk.4 Bu konuşmadan da anlaşılacağı üzere İslâm daveti başında itibaren bütünlüklü/külli bir bakış açısı içinde hareketin sınırlarını kademe kademe genişletmiştir. Müslümanların Mekke’de çaresiz kalıp Medine şehrine hicret etmelerinden sonradır ki, Hz. Peygamber idareci mevkiinde olmuş ve kıyamete kadar insanlığa örnek olacak cihanşümul kaideleri uygulamaya sokmuştur. Tam bu noktada unutulmaması gereken husus Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti Yesrib/Medine için bir dönüm noktası olmuştur. Daha yakın zamana kadar iç savaşlara sahne olan Medine, birbirine kılıç çeken Evs ve Hazrec kabileleri Hz. Peygamberin gelişi ile O’nun önderliğinde birlik ve beraberliğin nümunesi olmuştur.5 Hz Peygamber’in Medine’yi şereflendirdiklerinde ilk hadislerinden biri şuydu: ‘Ey İnsanlar! Selâmı yayınız! Rast geldiğinize açıkça selâm veriniz, muhtaçlara yemek yediriniz, akrabanıza yardım ediniz ve onları ziyaret ediniz, herkesin uykuda olduğu bir sırada (geceleyin) namaz kılınız (böyle yaparsanız) selametle cennete girersiniz.6 Hz. Peygamber’in daha ilk günden itibaren Müslümanlar arasındaki ilişkiyi pekiştirmek için birleştirici unsur olarak selâm/barışı esas alıyor, ihtiyaç sahiplerinin yedirilip içirilmesi, akrabalar arasında yardımlaşmayı ve ziyaretleşmeyi sosyal bir görev olarak vaz’ediyor, İslâm toplumunun nüvesi olarak sosyal yardımlaşma esaslarını koyuyordu. Medine’de yapılan ilk işlerden birisi de her şeyini Mekke’de bırakıp canını zor kurtararak Medine’ye hicret etmiş olan muhacirler ile, Medine’nin yerlisi olan müslüman Ensar arasında kardeşlik/muâhat akdetmesidir.7 Bu kardeşlik sayesinde Muhacirler maddi-manevi destek görüyor, Ensar da kendilerinden islamî yetişmişliği ve kıdemi önde kardeşlerinden İslâmiyeti öğrenme fırsatı bulmuş oluyordu. Bu kardeşlik akdi Müslümanların her yönden kaynaşmasını, varını yoğunu paylaşma ruhunu temin etmiş oluyordu. Bu ruhun devamı niteliğindeki infak ibadeti, i’sar ahlakı vs. dolayısıyla sosyal barış tesis edilmiş oluyordu. Hz. Peygamber’in Medine günlerinin hemen başlarında icra ettiği Muhammed Hamidullah’ın deyimiyle ‘Yeryüzünde İlk Yazılı Anayasa’ olarak kabul edebileceğimiz; Müslüman ve gayr-i müslim Arapları, Musevileri, hâtta Hristiyanları içine alan “Medine Sözleşmesi”ni imzaladı.8 Bu metin İslâma yeni bir ‘sosyal-siyasi’ yapı anlayışı getirmiş, kıyamete kadar İslâmiyetin şümullü barış ve huzur temelli ana karakterinin esasları ortaya konmuş oluyordu. İslâm tarihi boyunca Hz. Peygamberin koyduğu bu esaslar, İslâm devletleri için örnek olmuş ve İslâm devletleri adı ve hanedan kim olursa olsun muasırlarına göre hep daha insani, daha adil, daha ahlâki olmuş, teb’aları kim olursa olsun sosyal adaletin, barışın, huzurun nimetlerini tatmışlardır.9 Medine döneminde Hz. Peygamber her vesile ile tarihe şeref levhası olacak insaniyet misali uygulamalarda bulunmuştur. Hz. Peygamberin örnek ve Arab’ın tarihte hiç şahit olmadığı bu insaniyet, kısa sürede İslâm dini Arabistan’ın çoğunu etkisi altına almıştı. Hz. Peygamberin vefatını müteakip Hulefa-i Raşidîn de O’nun yolunu izlemişlerdir. Bunları ilki Hz. Ebu Bekir’den bir misalle yetinmek istiyoruz. Ebu Bekir, Suriye yönüne gönderdiği ordunun komutanı Usame bin Zeyd’e hitaben: ‘Hainlik etmeyiniz. Savaşta bile insaftan ayrılmayınız, gadretmeyiniz. Kimsenin organlarını (kulak ve burunları gibi) kesmeyiniz. Çocukları, yaşlıları, kadınları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Meyve veren ağaçlara dokunmayınız. Koyun, inek, deve gibi hayvanları yemek amacı dışında kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş adamlara rastlayacaksınız, onları kendi hallerine bırakınız. Silahla karşı çıkanların dışında kimseye silah çekmeyi- 4 İbn Hişam, age,s, 359-360 5 İbn Hişam, age, C.II, s, 146 vd 6 Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, C. I, s, 318, İstanbul 1987, (İbn Sa’d Tabakat’tan naklen) 7 İbn Hişam, age, C. II, s, 150-151; İbn Sa’d, et_Tabâkâtu’l-Kübrâ, C. I, s, 115, Beyrut 1997 (1417 H.) 8 İbn Hişam, age, C. II, s, 147;Mukavelename’nin Mad., için bkz; Muhammed Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku (Editör. Vecdi Akyüz), s, 104-113, İstanbul, 1995; agmlf, İslâm Peygamberi, (Terc. Said Mutlu-Salih Tuğ),C. I, s,131, İstanbul, 1966 9 Fazla bilgi için bkz. Seyyid Kutub, Dünya Barışı ve İslâm, (Terc. Bekir Sadak), s, 119 vd., İstanbul 1987 60 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük niz…’10 şeklinde öğüt/emir vermiştir. Kaynakça Hz. Ebu Bekir’in bu tavsiyesi bir beyanname niteliğinde davranış ve geleneğe dönüşmüştür. Bu sebeple, İslam tarihinde (bir iki münferit vak’a haricinde) katliam yoktur, tecavüz yoktur, tahribat yoktur, asimilasyon yoktur.Aksine İslâm devletleri idaresini zimmetine/uhdesine aldıkları kavim, kabile ve milletleri din, dil, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan topyekûn sosyal barış, refah seviyesi ve adaletten nasiplendirmişlerdir. Gayr-i müslim unsurlar devlete bağlılıkları sürdüğü müddetçe devlet kademelerinde çeşitli vazifelerde istihdam edilmişler, canları, malları, aileleri teminat altında olmuş, örf-adetlerine karışılmamış, din ve vicdan hürriyetleri bir bütün olarak muhterem tutulmuştur. Algül, Hüseyin, İslam Tarihi, C. I, 2. Baskı, İstanbul, 1987 Umumî bir değerlendirme yapacak olursak, İslâm tarihi zaman itibariyle derin, mekân itibariyle geniş bir coğrafyaya yayılmış olmasına rağmen, karakteristiği itibariyle hak, hukuk, adalet, sulh/barış, ictimai tesanüt, teavün, insaniyet, insaf ve fıtrata riayet gibi prensipleri her zaman imkânlar çerçevesinde tatbik edilmiştir. Yerli ve yabancı yazarların birçok değerlendirmesi bu gerçeği teyit etmektedir. Bu ve benzeri toplantılar, çalışmalar karşılıklı bilgi, fikir alışverişi açısından ve yeni çalışmalar için altyapı oluşturacağından, bu toplantıyı tertip edenlere teşekkür ve saygılarımı sunuyorum. İbn Sa’d, et_Tabâkâtu’l-Kübrâ, C. I, Beyrut 1997 (1417 H.) Fayda, Mustafa, “Cahiliye Mad.”, DİA, C. VII, İstanbul, 1993 Hamidullah, ; Muhammed, İslâm Anayasa Hukuku (Editör. Vecdi Akyüz), İstanbul, 1995 Hamidullah, ; Muhammed, İslâm Peygamberi (Terc. Said Mutlu-Salih Tuğ), C. I, İstanbul, 1966 İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye( tahkik. Mustafa es-Sekkâ, İbrahim el-Ebyârî, Abdulhafiz eş_Şelebî) , C. I, Mısır 1936 (1355 H.) Beyrut, 1997 Kutub, Seyyid, Dünya Barışı ve İslâm, (Terc. Bekir Sadak), İstanbul, 1987 Mehmed Akif Ersoy, Safahat, Ankara, 1999 Muhammed et-Taberî, Tarihu’t-Taberî, C. II, Beyrut 2003 (1424 H.) Safiyurrahman el-Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm,2. Baskı, Dımeşk, 2009 Sallâbî, Ali Muhammed, Es-Sîretü’n-Nebeviyye ,Beyrut, 2008 (1429 H.) 10 Muhammed et-Taberî, Tarihu’t-Taberî, C. II, s, 518, Beyrut 2003 (1424 H.) 61 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Uluslararası İslâm Bilgeleri Zirvesi Tebliğler İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük III. Oturum Prof. Dr. Ahmet Taşğın Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü / Konya Dünya Katolikliği ve Müslümanların Krizi: Kıraate İkradan Başlamak Lütfi Bergen / Hukukçu, Yazar Farabi’nin Siyaset Teorisi ile Katip Çelebi’nin “Düstûru’l-Amel Li Islâhi’l-Halel” Eserinden Hareketle “Denge Düzeni” veya “Mizan Siyaseti” Üzerine Bir Teklif Yrd. Doç. Dr. Mahmut Ay İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim Üyesi Kur’an’da Savaş ve Barış “Bağlamsal Bir Okuma Denemesi” Dr. Ömer Müftüoğlu Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Şiddeti Doğuran Söylemlere Kur’an’dan Kaynak Bulma Hevesiyle Yapılan Bazı Usul Hataları Prof. Dr. Ahmet Taşğın Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü / Konya Dünyanın, Katolikliğin ve Müslümanların Krizi: Kıraate İkra’dan Başlamak Giriş Avrupa, son bin yıllık tarihinde siyasi olarak toparlanmayı kilise aracılığıyla gerçekleştirmektedir. Toparlanmanın merkezinde de Roma İmparatorluğu bulunmakta ve hatta onun siyasi sınırlarında yeniden yükselmeyi tahayyül etmektedir. Bunun için de ilk çıkış Haçlı Seferleriyle olmuştur. Haçlı Seferleri, Avrupa için İsa Mesih etrafında yeni bir uyanış ve programa dönüştüğünde, bu programın kurucularının ve paydaşlarının Kudüs’e ulaşmalarını sağlamıştır. Tarihsel anlamda Roma’nın Kudüs’ten çıkarılması, Avrupa’da var olan Müslümanların sürülmesine Sicilya, Marsilya ve Endülüs’ün tarihten izleriyle birlikte silinmesine neden olmuştur.1 Roma imparatorluğuna uyarlanmış veya üzerine Hıristiyanlık giydirilmiş Roma, Katoliklik olarak vahyin havzası ve vahiy geleneğinin sürdürülmeye çalışıldığı coğrafyaya karşı yürüttüğü savaşı devam ettirmiş ve farklı Hıristiyan geleneklerini her geçen günde iç ederek alanı temizlemiştir. Böylece Hıristiyanlığın merkezi yani Roma’ya giydirilen Hıristiyanlık olarak Katoliklik, Kudüs ve çevresinden kaydırılarak Roma merkezine ve coğrafyasına taşınmıştır. Bu durum Hıristiyanlığın vahiy geleneği ve bu geleneğin sürdürüldüğü coğrafyanın kaybına neden olmuş ve bununla birlikte baştan itibaren verdiği savaş ve mücadele nedeniyle de Hıristiyanlık da Roma’nın çerçevesine bürünmüştür. Batı Roma İmparatorluğunun Kavimler Göçü ardından yıkılması ve Doğu İmparatorluğu yani Doğu Bizans İmparatorluğu olarak devam etmesiyle diğer yarısını uzun bir süre korumuştur. Lakin Batı Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde gelişen parçalı devletçik ve feodal yönetimler, Kutsal Roma Cermen adıyla kendisini tamamlamaya çalışmıştır. Bunun için de Avrupa’yı bir yay halinde kuşatan Müslüman devletlerin kuşatmasının kaldırılması çerçevesinde bir program geliştirilmiştir. Böyle1 ce Kutsal Roma ve Cermen topluluklarını birleştirme çabasına girişilmiş ve Müslümanların Avrupa’dan sökülüp atılması programı uygulanırken, Müslüman coğrafyanın maddî zenginliklerinin de yağmalanması hedeflenmiştir. Kıta Avrupası siyasal sınırları itibariyle kendisini kuşatan Müslüman dünyayla karşı karşıya kaldığından onlarla sürekli mücadele etmek zorunda kalmıştır. Önce Arapların ardından Türklerin kendilerini kuşatmalarını sürekli enselerinde hissetti ve bunun oluşturduğu kaygı da sürekli saldırıya geçmelerine neden oldu. Diğer yandan bu saldırıları kutsal olarak adlandırarak, sürekli üretilen birden fazla alan ile de taçlandırdı. Kudüs başta olmak üzere Avrupa dışına doğru hareket ettiklerinde yine Heretik olarak gördükleri Katarlar, Bogomiller, Nesturiler, Keldaniler, Süryaniler vb. birçok Hıristiyan topluluğu da bu kutsallık çerçevesinde ortadan kaydırmaya veya dönüştürmeye çabaladı. Doğrusu Romanın sürekli mücadeleyle dönüştürmeye veya ortadan kaldırmaya çalıştığı Müslümanların da Hıristiyan toplulukların da varlığını sürdürdüğü alan-toprak, Müslüman coğrafya olmuştur. Her hal ve şartta Avrupa, Müslümanları kendisi için iyi bir hedef olarak gördü ve onunla mücadeleye girişti. Sonuç olarak Batı Roma, Katolik dünyanın merkezi ve içerisine Roma giydirilmiş bir Batı-dünya olarak sadece dini bir çabayı değil, onun beraberinde siyasi bir çabayı da temsil etmektedir. Müslümanlarla karşılaşma yeni ve kendilerinden kaçtıkları hedef olmuştur. Böylece Roma İmparatorluğu ihtişamını yeniden üretmede başvurdukları önemli bir programın parçası buradan çıkarılmıştır. Müslümanların doğu kiliseleri aracılığıyla ulaşmayı başardığı Yunan eserlerinin yeniden Batıya aktarılmasının ardından, Katolik dünya kaybettiği birçok alanı yeniden takip edecek güce ulaştı. Haçlı Seferlerinin sonuçları arasında yer alan Bildirinin oluşması ve yazılma aşamasında katkılarından dolayı Saygıdeğer Lütfi Bergen’e minnet ve şükranlarımı sunarım. 64 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük bilgi ve kaynağın taşınması Müslümanlara olan düşmanlığın boyutunu daha da fazla katlamış oldu. Çünkü Katolik dünya, paganlar için üretilmiş bir dindir ve vahyin geleneğine sahip değildir. Bu nedenle de içerisinde barındırdığı Roma ve bu Roma için tahrif bir din, bu paganlığın gizlenmesine veya devam ettirilmesine imkân sağlamıştır. Geçen bin yıllık tarihte Katolik dünya giderek farklı alanlarda gösterdiği başarıyla Müslümanlara ve daha geniş bir alana yaymıştır. Öncelikli olarak sınırlarında yer alan Müslümanların bertaraf edilmesi için büyük bir gayret gösterilmiş; bilginin üretilmesi, ticaretin kontrol edilmesi ve askeri başarıların sağlanması gibi temel alanlarda başarı sağlamaya başlamışlardır. Üniversiteler kurulması, eserlerin yeniden Latinceye aktarılması, matbaa, pusula, uzun yolculuklara dayanacak gemiler, Avrupalıların kendi içlerindeki tartışma ve anlaşmazlıklar için de bir fırsat oluşturmaya başladı. Ama bu arada Türkler Doğu Roma İmparatorluğunu yıkarak, İslâmın Batı Roma coğrafyasına yeniden, doğrudan ve daha keskin bir şekilde komşu olmasıyla, sınırdaş olmasıyla sonuçlanan bir durumu gerçekleştirdi. Bu kısa tarihin ardından şunu söylemek mümkün olabilir: Geçen bin yıllık Kıta Avrupasındaki çaba ve değişim günümüz dünyasının paylaşımına sunulmuş ve bütün dünya bu gelişmeleri takip etme zorunda bırakılıp, çıktıların her geçen gün daha fazla uygulamaya aktarıldığı yeni paylaşım teknikleriyle yaşamaktadır. Doğrusu temel esasları yukarıda aktarılan Avrupanın düşünce, siyasi, iktisadi, dini ve idari anlamdaki tecrübesi, kriz ve bunalım olarak dünyaya bulanmıştır. Vahyin havzası ve vahyin kendisi, paganlara uyarlanmakta ve Roma için yeni bir din kurulmaktadır. Bu iki temel kurgu, Batı Avrupanın doğu batı ekseninde yayılmasına neden olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Bir şekilde Batı Avrupa kendi krizlerini ve bunalımlarını bütün dünyayı Batılılaştırarak veya Katolikleştirerek yayılmasını sağlamıştır. Kıta Avrupasındaki talep ve değişimin Roma İmparatorluğu ve Roma için üretilen Katolikliğin açılımlarıyla gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Siyasi istikrarsızlık ve toplumsal bütünlüğün bütün kurumlarıyla gerçekleşmesine getirdiği ağırlık tabi olarak yeni bir idea etrafında organize olmayı veya bu ideanın üretilmesine yol açmaktadır. İşte Kıta Avrupasında yaşanan siyasi kriz ve parçalardan oluşan yönetim sürekli Romanın ihtişamı hayali etrafında debelenip durmaktadır. Bin yıllık sürede de bu çabayı Müslümanları düşman olarak bilip, işaret edip, şeytanlaştırarak kurtuluş aramaktadır. Çünkü Doğu Hıristiyanlarının iç edilip bitirilmesinin ardından vahiy ve havzası Müslümanlar elinde kaldığı için bu işi orada bitirip kurutmak istemektedirler. Müslüman dünyasının üzerinde yaşadığı toprakların verimsizleştirilmesi, Roma ve Katolik kurgunun bu topraklara sirayet ettirilmesiyle gerçekleştirilmektedir. Müslümanların yaşadığı büyük krizin nedeni budur. Bu sadece Müslümanlar için geçerli değil, bütün dünyanın Batılılaştırıp Katolikleştirilmesiyle krizin yaygınlaştırılmasıyla gerçekleşmektedir. Tabiatıyla Müslümanların bu krizden çıkışı için öncelikle bu alanı iyice çözümleyip kendilerince söyleyecekleri ne varsa bunu ortaya koymaları gerekir. Doğrusu Emevi ve Abbasi iktidarları zamanında iktidarın meşruiyetini sağlamak için girilen çabanın çıkış noktasında da büyük katkı ve emeği olan “Çeviri Faaliyetleri” olduğu hatırlanmalıdır. Kıta Avrupasının kendi krizine yeniden yakalandığı, krizinden çıkamadığı ve bu krizi küreselleştirdiği dikkate alınmalıdır. Böylece vahiy ile olan ilişki ya da bağlantının koparıldığı yer yeniden gösterilmeye ve onarılmaya çalışabilir. Diğer yandan Müslümanlara bulaşan veya bulaştırılan hem tarihsel, hem de güncel dokunuş da yeniden değerlendirilip “Çeviri” ile başlayan ve eklenen ne varsa güncellenme imkânı ortaya çıkar. Bu dahi başlı başına büyük bir katkı ve genişleme sunabilir. Çünkü Müslümanlar “Çeviriler” ile kazandıklarını verilmiş ve sorgusuz bir alan olarak halen işlemekte ve işlemesine de büyük bir çabayla gayret göstermektedir. Öncelikli olarak bu alanın yeniden (elden) geçirilip Avrupa ile birlikte aynı sürecin farklı tezahürleri olarak nasıl gerçekleştiğini bir başka yerden tartışmaya açmak pekâlâ mümkün olacaktır. Buna göre “Çeviri” faaliyetleriyle Müslümanların kazandığı ve bir şekilde Süryanilerin Roma ve Katolikler karşısında uğradığı mağlubiyet bir şekilde Ortodoksların, Roma İmparatorluğunun diğer yarısı ve Katolikliğin eksik parçası olduğuyla sonuçlanmıştır. Nesturilerin tartışmaya açtığı ve çabaladığı alan bir süre sonra Müslümanlar arasında kaybolduğunda, Müslüman Türkler Doğu Roma İmparatorluğu ya da Bizansı fethetmiştiler. Türklerin yani Osmanlı Devletinin Doğu Bizansı fethedip İstanbul’u topraklarına dahil etmesinin ardından Osmanlı Devleti, Doğu Roma İmparatorluğunu ve İmparatorunu temsil etmeye başladı ve hatta bunu gönüllü yaptı. Böylece iki ana eksenden birisi olan Ortodoks dünyanın merkezine Türkler yerleşti ve bunun için de İstanbul halen de Ortodoks dünyanın merkezi olmayı iddia etmektedir. Oysa Ortodokslar ve Katolikler arasında nasıl bir fark var da bu alan böylece iki ana parçaya bölünmüştü? Bu bölünmede Osmanlı, Ortodoks dünyanın temsilcisi oldu? Bu temsiliyet Hıristiyanların Heretik olarak kabul ettiği diğer topluluklara karşı nasıl işlemiştir? Osmanlı Devleti de Doğu kiliselerini dikkate almamış mıdır? Ya da Katolikler, endüstriyel devrimle Kutsal topraklara geri döndüklerinde Heretik toplulukların irşadıyla neden meşgul olmuşlardır? Bunun için Batının takip ettiği Yunan düşüncesi ya da Roma aklı, bu aklının Müslümanlar arasında kazandığı anlam hatta geri Avrupa’ya döndürüldüğünde dahi nasıl bir çerçeveye sahip olduğuna yeniden nazar edilmesi zorunludur. Yeni bir çeviri faaliyetleriyle Batı birikimini bütün alanlarıyla değerlendirip, Batı ile karşılaşan Müslümanlar ve kamusal alanın yeniden kurulması, tarihsel karşılaşmayla kazanılan mevzilere yeni anlam kazandırıp mücadeleye devam etmek gereklidir. İkinci olarak, vahyin evinden çıkıp gelen Türkistan ve Horasan irfanının yeniden güncellenip bu iktidar ve kamu aklının oluşturulduğu düzlemin dışında takip edilmesi bir zorunluluktur. Aksi halde Müslümanların bu dünya içerisinde geliş- 65 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük tirdikleri modeller, Avrupa ile karşılaşmanın sonucu bir ürün olarak ortaya çıkacak, hatta Batı’nın kendi içerisindeki savrulmalarını andıracak programlara dönüşecektir. İslamcılık, Vehabilik ve Selefilik gibi akımlar, Batı ile karşılaşma üzerinden inşa edilmiş bir anlam dünyası zemini üzerine kuruludur. Oysa bu zeminin dışında kalan Türkistan Horasan eren ve evliyası doğrudan vahye, vahyin evine yönelerek Allah’ın dinini tahrif ederek Roma İmparatorluğuna uyarlayan çevreye karşı mücadele etmiştir. Bu hal zaman içerisinde kamu aklı ve kamu için dönüştürülmüş ve Doğu Bizans İmparatorluğunu temsil etme mücadelesi içerisinde yitip kaybolup veya belirsizleşip gitmiştir. Sonuç olarak Müslümanlar uzun süreden beri Batı ile karşılaşma ve yüzleşmenin değerlendirmesini yapmaktadır. Modern dönemde de bunu kendi müktesebatına dönerek yeniden değerlendirmelidir. Çünkü bu müktesebat mevcut Batı Roma İmparatorluğunun modernizm olarak dünyayı istilasıyla neticelenmiştir. Öyleyse ortak bir alan sürekli el değiştirmektedir; son kaldığı yerde de Müslümanlar yeni takibe muhtaçtırlar. Buradan çıkacak sonuç ve elde edilecek netice Dünyanın yüz yüze kaldığı krizin bir Katolik ve Roma krizi olduğunu anlamlarına ve anlatmalarına yol açacaktır. Üçüncü olarak kamusal bir akla dönüştürülmüş bulanım, kendi içerisinde dengelendiğinde de Müslümanlar, Türkistan ve Horasan irfanından beslenerek Roma ve Katoliklikle mü- cadeleyi mukavemetli kılmış bu alanı güncellemiş olacaklardır. Çünkü bu istilayla olaşan ve meydana gelen keşmekeş ve kargaşaya dingin ve düzenleyici bir yerden kurulması mümkün görünmektedir. Doğrusu bu alan günümüzde belirsiz bir hal almış ve hatta öylesine örselenmiş ki bir bütün program olarak görülmesi bile neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Dünyanın karşı karşıya kaldığı bulanım Roma ve Katolik bunalımıdır. Bütün dünya Roma ve Katolik, iç çözümleme ve açılımlarla elde edilmiş çıktılarla biçimlendirilmiştir. Son iki yüzyıldır dünyanın giderek bu kıskaca alındığı dikkate alınacak olursa bu çerçeve programın dışında öneri yoktur ve olsa bile pratik imkânı bulamamıştır. Böyle olunca da bütün dünyanın bireysel ve toplumsal hayatın bütün işaretlerini tanımladığı ve uyguladığı alan Roma ve Katolik dünya içerisinden yeni yüzlerle günümüze ulaşan mutasyonu ile var olmuştur. Dünyanın krizi, Roma ve Katolikliğin krizidir. Müslümanlar bu krize “Çeviriler” döneminde kazandığı bağışıklık ile yeniden cevap verebilir ve boşluklarını doldurmaya yardımcı olabilir. Böylece dünyanın karşı karşıya kaldığı buhranın seyreltilmesinde büyük bir destek sağlamış olurlar. Kendilerini kurtarmaya gelince; Türkistan ve Horasan irfanına dönerek mümkün olabilir. Bu irfan vahdet-i vücut ve vahdet-i şühut dışında ya da bu alanlara bulaşmadan Tevhid’in esas alındığı bir yerdir. 66 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Lütfi Bergen Hukukçu, Yazar Farabi’nin Siyaset Teorisi ile Katip Çelebi’nin “Düstûru’l-Amel Li Islâhi’l-Halel” Eserinden Hareketle “Denge Düzeni” veya “Mizan Siyaseti” Üzerine Bir Teklif Giriş: Farabi’nin ve Tûsî’nin işaret ettiği üzere, insan ihtiyaç sahibi bir varlıktır. İhtiyaçlarını karşılamak için bir topluluk içinde yaşaması gerekir. Allah, daha cennette iken Âdem’e dünyaya indiğinde hangi problemlerle karşılaşacağını ikaz etmiştir: “Ey Âdem! Doğrusu bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa mutsuz olursun. Zira cennette ne acıkırsın ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın, dedik” (20 Taha 117-119). Ayetin işaretiyle insan yiyecek, su, giyecek, barınmaya muhtaçtır. Bu konularda meslekî anlamda uzmanlaşmaya mecburdur. Bu dört temel ihtiyaç yüzlerce mesleğin doğuşunu zaruri kılmaktadır. Yiyecek Gıdaya ulaşmayı sağlayan alet-edevat Ziraat orak düven tırmık Hayvancılık (et) balta bıçak urgan Hayvancılık (süt) süt kabı peynir küpü yayık Orman (gıda) ip sepet araba Balcılık kovan bal küpü arı giysisi Bahçecilik-bostan su kanalı çapa kürek Balıkçılık kayık olta ağ Yağ-sabun imalatıZeytin yağ değirmeni çömlek küp kazan Değirmencilik taş silindir su çarkı hayvan çarkı Gemicilik marangoz aletleri reçine kürek-yelken Yukarıdaki tabloda gıdaya ulaşmak için gerekli alet ve edevatlar kabaca gösterilmiştir. Buna göre basit bir toplumun sadece gıda ihtiyacı dahi birçok mesleğin doğmasına sebebiyet vermektedir. Üretim başladığında yiyeceklerin tamamının tüketilmesi mümkün değildir. Mevsimlere göre gıda işleme faaliyeti tabiatta gıdanın hammaddesinin bulunmadığı zamanlar düşünülerek yürütülecektir. Örneğin kış aylarında arı bal yapmayacaktır. Yazın çıkan artık ürün (bal), kışın tüketilmek için depolanacaktır. Bu faaliyet çemberi, gıdanın muhafazasını, depolanmasını, takasını zaruri kılmaktadır. Yukarıdaki tabloda yer almasa da örneğin tuz imalatı, yiyeceklerin muhafazası için kaçınılmaz olacaktır. Toplumun bütün fertlerinin birbirinden çok farklı olan bu imalatları kendi başlarına yapabilmeleri imkân dışıdır. Toplum haline geliş üretim ilişkilerini zaruri kılmaktadır. Üretim ilişkilerinin toplamı, toplumun ekonomik yapısını (alt yapıyı) meydana getirir. Malların muhafazası ve artık malın pazara çıkarılması tacirlerin varlığını gerekli kılmaktadır. Ticaret, adalet sistemini zaruri kılmaktadır. Malların yağma, hırsızlıktan korunması ve mahkeme kararlarının infazı da inzibat-kolluk görevlilerine ihtiyaç doğurur. “Toplum”, teşkilatlanmak zorunda kalan topluluğun hayatını devam ettirebilmesinin kaçınılmaz neticesidir. Bu toplumun hangi değerlerle kurulacağı hususu zaruret olarak saydığım mesleklerin nasıl bir organizasyona tabi tutulacağı meselesiyle ilgilidir. En küçük alt yapı (ekonomi) ailedir. Topluluktan 67 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük topluma geçiş, meslek zümrelerinin doğuşuna da sebebiyet verecektir. Kendi kendine yeten bir topluluk meslekî mensubiyetlerde uzmanlaşmak zorunda kalacaktır. Bu kapsamda temel olarak yedi sınıf meslekî zümrenin doğacağı söylenebilir: İnzibat-asker-kolluk-memur Hâkim-âlim-bilim adamları Reâya-ziraat-hayvancılık Tacir-esnaf-zanaatkâr İşçi-aylıklı çalışan Beyaz yakalı-serbest meslek Sanatkârlar-Arifler Bu yedi meslekî zümrenin birbirleriyle ilişkisi bir reis gerektirir. Reis yedi zümreden birinin diğeri üzerinde egemenliğine meydan vermemelidir. Çünkü bu zümrelerden biri baskın olursa topluluk varlığı adaletle devam ettirilemez. Modern toplumlarda asal meslekler on iki zümre olarak tespit edilebilir: 1) Çiftçi-bahçıvan-köylü, 2) Çoban-hayvan yetiştiricisi, göçebe, 3) Muallim – öğretmen – sanatkâr, 4) Hekim [doktor, hemşire, laborant, veteriner], 5) Esnaf, 6) İmalatçı-zanaatkâr [ahşap, metal, gıda, giyim, bina, yol-köprü-çeşme yapımı], 7) Tacir-İthalatçı-İhracatçı, 8) Denizci-Havacı, 9) Asker – kolluk – zabıta, 10) Memur, 11) Hukukçu, 12) Operatör, teknisyen, işçi, sürücü. Bildiri, ev ve meslekler paradigmasının felsefî temellerini araştırmaktadır. Türkiye, Batı’nın İnsan Hakları teorisi nedeniyle bireyi toplumun karşısına çıkararak hane-aile modelini parçalayan bir zihniyetle hukuk sistemini oluşturmuştur. Halen de Batı’nın hukuk fikrinin aktarılmasıyla yürütülen bu siyasal yaklaşım, 1) kentlerin büyütülmesi, 2) asal meslekler’in çözülmesi, 3) aile kavramının yitirilmesi gibi sonuçlarıyla ısrarla sürdürülmektedir. Bildiri, İslâm siyaset düşüncesinin iki önemli mualliminin eserlerinden hareketle bu sürecin sürdürülemez olduğuna işaret etmektedir. Ekonomi Hakkında Aristo, Türkçeye “Ekonomi” (Oeconomica) başlığıyla çevrilen kitabında terimin bugün anladığımız anlamda kullanmadığını ortaya koyar. Kitap üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm ev ve devlet yönetimi hakkında karşılaştırma yapıp evin unsurları hakkında bilgi verir; ikinci bölüm, çeşitli devlet yönetimlerinin gelirleri nasıl elde ettiğine değinir; üçüncü bölüm ise kadın-erkek ilişkilerini ve kadın ile erkeğin evlilikte birbirlerine karşı rollerinin nasıl olması gerektiğini konu alır. Aristo’ya göre dört ekonomi vardır: 1) Kral ekonomisi: Eyalet valilerinden alınan ürünlerde kâr arayışıdır; 2) Valilik ekonomisi: Altı gelir elde etme yöntemi vardır; a) Çiftçilikten, b) Ülkeye has ürünlerden; c) Pazar yerlerinden, d) Vergilerden, e) Hayvancılıktan, e) Diğer. Aristo’ya göre Valilik ekonomisinde gelirlerin ilki ve en önemlisi çiftçiliktir ve ondalık ya da kazanç vergisi şeklinde elde edilir; 3) Kent Ekonomisi: a) Pa- zar yerlerinden sağlanan gelirler, b) Günlük işlerden sağlanan gelirler, c) Kamu yönetiminden sağlanan gelirler, d) Ülkeye mahsus ürünlerden sağlanan gelirler; 4) Kişisel Ekonomi: Ana gelir kaynağı topraktır. Ayrıca günlük işler ve para yatırımı da diğer gelir kaynakları arasında yer almaktadır. (Aristo, 2016: 33-34). Aristo, ev ekonomisini en az önemli saymakta ise de “Toplum dediğimizde kastettiğimiz şey, uygar bir yaşam sürebilmek için gerekli ev, toprak ve mülkiyete sahip olmalıdır (…) Devlet de böylesi bir yaşam sonucunda ortaya çıkar. Toplum bu şekilde doğar” (Aristo, 2016: 23) diyerek devletin varlık bulmasını “ev”e bağlar. “Ev, devlet yönetme sanatı tarafından ortaya çıkarılan toplumun bir bileşenidir” der (Aristo, 2016: 24). Aristo’ya göre evin bileşenleri 1) Evdeki insanlar, 2) MalMülk’tür. Hesiodos’tan şu sözü nakleder: “İnsanın bir eve, bir kadına ve bir de toprağını sürecek bir öküze ihtiyacı vardır” (Aristo, 2016: 24). Aristo’nun bu yaklaşımı günümüzün insan hakları teorisi’yle ya da kadın hakları perspektifiyle çatışmalıdır. Aristo mülk ile toprak arasındaki ilişkiyi bu yaklaşımının yani erkeğin ev yönetimindeki etkinliğine dair görüşünün temeline oturtmaktadır. Çünkü ona göre mülk-toprakla ilgili dikkat edilmesi gereken ilk nokta, onun doğaya bağlı olmasıdır. Ürün yetiştirme doğada ilk sırada yer alır. Madencilik ikinci sırada gelir. En dürüst para kazanma yöntemi tarımdır. Çünkü bu faaliyetten elde edilen kazanç ve zenginlik, diğer insanlar üzerinden (sömürüyle) elde edilmemiştir. Tarım, doğal meslektir. Doğanın ortaya çıkardığı tüm canlılar besinlerini topraktan çıkarırlar ve insan da diğer canlılar gibi toprak anadan yararlanır. Ayrıca tarımla ilgilenmek insana erkekçe bir karakter verir. Burada karşılaşılan zahmetler insanı dinçleştirir ve çiftçilerin diğer insanlara benzemesine engel olur. Çünkü çiftçiler diğer insanlar gibi değildir, onların silahları kent savunması dışında da (meslekleri gereği) ellerindedir (Aristo, 2016: 24-25). Görüleceği üzere, Aristo’da tarım-ziraat askerî bir niteliğe sahiptir. “Ekonomi”nin (Oeconomica) erkek (silahlı tarım ve savaşçısı) kimliği üzerinde yükselmesi tabiî sayılmalıdır. Aristo’ya göre eve sahip çıkan ilk kişi de kadındır ve bu onun doğasıdır (Aristo, 2016: 25). Tanrısal öngörü, erkek ve kadının doğasını onların birlikteliklerine uygun bir biçimde oluşturduğu için onlar birbirlerinden melekeler bakımından ayrıştılar ve benzeri görevler üstlenmediler. Tanrı, erkeği daha güçlü ve kadını daha zayıf yarattı. Erkek, cesur doğası gereği savunmaya, kadın ise çekingen doğası gereği daha çok eve bakmaya hazırdır. Kadın, güçlüklere dayanma becerisi olmasa bile el sanatları konusunda sabırlı ve maharetlidir. Bu nedenle kadın beslenmeyle ve erkek eğitimle ilgilenmelidir (Aristo, 2016: 26). Erkek ve kadının bu doğası, onların alt düzey hayvanlar (insan üst düzey hayvandır) gibi sadece üreme amaçlı birliktelikler gerçekleştirmesine izin vermez. İnsan türünde kadın ve erkek arasındaki birliktelik sadece var oluşu değil, aynı zamanda mutluluğu da amaçlamaktadır (Aristo, 2016: 25). Erkek, karısını evde ya da dışarıda mut- 68 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük lu olmaya alıştırmalıdır. Erkekler karılarını başka kadınlarla aldatmamalıdır (Aristo, 2016: 26). Kadınlar evli bir kadına yakışmayacak davranışlardan uzak durmalıdır (Aristo, 2016: 26). Erkek, Hesiodos’un tavsiyesine uymalıdır: “Bir bakireyle evlen ki onu doğru yola sokabil” (Aristo, 2016: 27). Aristo’ya göre insanın öncelikli olarak iyi kölelere de sahip olması gerekir. Köleler ev halkından sayılır. Ekonomik açıdan sahip olunan şeylerin en iyisi, en değerlisi ve en gereklisi iyi köledir. Köleler iki gruptur: Göz kulak olanlar ve çalışanlar. Kölelerle ilişkimizde küstahlığın ya da zalimliğin korkusunu yaşatmamalıyız. Kölelere iş, ceza ve yemeği bölüştürmeliyiz. İş ve ceza verilir, yemek verilmezse bu tiranca olur. İş ve yeterli yemek verilmelidir. Köleleri ücretleri verilmeden kontrol altında tutmak imkânsızdır. Ücretleri ise yemektir (Aristo, 2016: 27). Ev ekonomisi yönetilirken dikkat edilmesi gereken dört husus vardır: 1) Evin geçimini sağlamak, 2) Elde edilen malı korumak, 3) Malları nasıl kullanacağını bilmek, 4) Evin düzenini sağlamak (Aristo, 2016: 28-29). Ev sahibi kişisel olarak işleri denetlemelidir. Ev işlerinin bir kısmı kadına, bir kısmı erkeğe bırakılır. Küçük işlerde denetleme kolay olur, büyük mülklerde ise bu iş kâhyalar aracılığıyla yapılır. Hiç kimse, başkalarının mallarına kendi malıymış gibi göz kulak olmaz. Bu nedenle denetlemelerin sıklıkla yapılması gerekir (Aristo, 2016: 29). Eğer efendi ve karısı işlere seve seve katılmıyorsa, onların yerine bakanlar kesinlikle bunu yapmayacaklardır (Aristo, 2016: 30). Ev sahipleri kölelerden daha erken kalkmalı ve onlardan önce yatmalıdır. Yine ev, kentten daha az korumasız bırakılmamalıdır. Gece veya gündüz yapılmamış iş bırakılmamalıdır. Gün doğmadan önce kalkmak hem sağlıklı bir alışkanlıktır ve hem de ev işlerini yönetmek için daha fazla zaman kazandırır (Aristo, 2016: 30). Ev, sahip olunanların ve içinde yaşayanların tabiatına, sağlıklarına ve mutluluklarına göre düzenlenmelidir. İyi ve sağlıklı olmak için ev, yazın havadar ve kışın güneş alan bir yere kurulmalıdır. Eşyalar kullanıma hazır olmalıdır. İnsan evi hakkını vererek yönetmek istiyorsa nerede zahmetli bir durumla karşılaşacağını bilmeli, buna uygun ve kaliteli eşyalara sahip olmalı ve aynı zamanda çalışkan ve dürüst olmalıdır. Bu konularda eksiği olan kişi kalkıştığı işlerde çok sayıda hata yapacaktır (Aristo, 2016: 30-31). Makalemize Aristo ile başlamamızın sebebi O’nun ve Eflatun’un İslâm düşüncesini etkilemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Siyaset felsefesinin ekonomi (Oeconomica) ile ilişkisini verebilmek ve ekonomiyi tanımlayabilmek için Aristo’ya başvurduk. Marksist sözlükte ekonomi, şöyle tanımlanmıştır: “1. Üretici güçlerin belirli gelişme aşamasına uygun üretim ilişkilerinin tümü (örneğin: kapitalist ekonomi, sosyalist ekonomi); 2. Bir ülkenin, bir bölgenin, bir kentin vb. üretim ilişkilerinin tümü (örneğin: Hindistan’ın ekonomisi); 3. Yalnızca belli bir üretim alanındaki ilişkiler (Örneğin: tarım ekonomisi)” (Aşukin, 1979: 69). Sözlükteki tanımdan da anlaşılacağı üzere Grek-Roma’da ekonomi, siyasetle doğrudan ilişkili sayılmakta ve “evin si- yaseti” yani “evin yönetimi” meselesinden doğmaktadır. Bu durumda evlerin birlikteliğinden meydana gelen toplulukların eve göre daha şümullü bir ekonomi (yönetim) geliştirmesinden bahsedilebilecektir. Klasik felsefenin “ev” ve “aile” tasavvuru, günümüz toplumların “konut” ve “aile” tasavvuruyla kesinlikle bağdaşmamakta ve ahlâk-siyaset ilmiyle doğrudan ilişkili görülmektedir. Modern toplumların birey-kitle olarak varlıkları, klasik toplumların aile (menzil)-cemaat (mahalle)-müdün (şehir) olarak varlıklarıyla uzlaştırılamayacaktır. Şu sorulabilir: İnsanlar pre-modern zamanlarda niçin toplum halinde yaşamak zorunda kaldılar? Toplum Halinde Yaşamak Hakkında Eflatun (Platon), insanların toplum halinde yaşamak durumunu “ihtiyaç” kavramıyla açıklamıştır: “Bence toplumu yapan, insanın tek başına, kendi kendine yetmemesi, başkalarını gereksemesidir (…) Bir insan bir eksiği için, bir başkasına başvurur, başka bir eksiği için de bir başkasına. Böylece birçok eksikler birçok insanların bir araya toplanmasına yol açar. Hepsi yardımlaşarak bir ortaklık içinde yaşarlar. İşte bu türlü yaşamaya, toplum düzeni deriz (…) Yeni baştan bir toplum kurduğumuzu düşünelim. Gereksediğimiz ilk ve en büyük şey, varlığımızı, yaşamımızı sağlayan yiyecektir (…) ikincisi, barınacak bir yer, üçüncüsü de giyecek (…) Toplum bu işleri nasıl görecek? Kimi çiftçi olacak, kimi duvarcı, kimi dokumacı. Aralarına kunduracıyı da yahut bedenimizin başka isteklerini karşılayacak birilerini katalım (…) Demek bir toplum en az dört beş kişi olacak (…) Bir iş tam zamanında yapılmadı mı bir şeye yaramaz (…) Çünkü iş insanın boş vakti olmasını beklemez. İşin gerekleri neyse her şeyi bırakıp onu yapacaksın (…) Öyleyse Adeimantos, demin saydığımız istekleri karşılamak için bir toplumda dört kişiden daha çok insan olacak. Çünkü araçlarının iyi olmasını isteyen çiftçi, ne kendi sabanını, ne belini, ne de öteki araçlarını kendi yapacak. Mimar, dokumacı, kunduracı için de böyle” (Platon, 1988: 59-61). Eflatun (Platon) tarafından felsefî temelleri konulan “ihtiyaç” teorisinin “Ey Âdem! Doğrusu bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa mutsuz olursun. Zira cennette ne acıkırsın ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın, dedik” (20 Taha 117-119) ayetiyle uyumlu olması ilginçtir. Bu uyum, felsefe ile dinin birbiriyle çatışmadığı fikrini beslemektedir. Müslüman ahlâkçılar bu benzeşmeyi tespit ettiklerinden Platon-Aristo’dan gelen felsefenin meselelerine yakınlık duymuşlardır. Nasîrüddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî kitabının “Ev Yönetimi” başlıklı bölümünde “İhtiyaç Teorisi”ne başvurur: “İnsan yaşamak için yemeye muhtaçtır, insanın yemeği ise başka hayvanlarınki gibi su ve samandan ibaret değildir ve tabiat tarafından hazır bir şekilde verilmemektedir (…) İnsanın gıdası, sanat ve meslek olmadan, söz gelimi ekip biçme, temizleme, öğütme, yoğurma, pişirme olmadan mümkün değildir. Bunun için ise yardımcı işlerden sayılan tarım araçları hazırla69 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük mak, bunları çalıştırıp kullanmayı öğrenmek gibi işler için uzun müddet büyük emek ve çaba harcamak gerekir. İnsanlar kendilerine yetecek kadar mahsulü birlik olarak hazırlayamadıklarından, yiyecek maddelerinin tükenerek aç kalma ihtimaline karşı ihtiyat toplamaya ve bu toplayıp depoladıkları şeyleri başka ihtiyaç sahiplerinden korumaya mecburdurlar. Bu nedenle, insanlar için gıdalarını çürüme ve bozulmadan korumak, uykuda ve uyanıkken, gece ve gündüz zalimlerin ve zorbaların ulaşamayacağı bir yerde tutmak gereği ortaya çıkar ki, bunun için ev yapmak zaruri hale gelir” (Tûsî, 2005: 203). Yukarıya aldığımız pasajlarda Eflatun ve Tûsî, toplum halinde yaşamanın zaruret olduğuna işaret etti; zarureti ihtiyaçlarla ve ihtiyaçların karşılanması meselesini meslekî uzmanlaşmayla açıkladı. İnsanların toplum halinde yaşama mecburiyetlerinin sebebinin yardımlaşma ihtiyacı olduğunu Farabi de kabul etmektedir (Farabi, 1990: 79). Mustafa Çağrıcı, Farabi’nin “Muallim-i Sâni” olduğuna işaretle yukarıda aktardığımız bilgileri tevhit edeceğini düşündüğüm şu izahı yapmaktadır: “Farabi, insanın sosyal bir varlık olduğu şeklindeki Aristocu tezi kullanarak, fikrî ve ahlâkî yetkinliklerin ancak bir toplum içinde kazanılabileceğini, bunun da bir bedenin bütün organları arasında bulunan uyum ve istidatlar birliği gibi bir siyasî organizasyonla gerçekleşebileceğini düşünmüştür. Bu sebeple Farabi felsefesinde yukardan aşağıya metafizik, siyaset ve ahlâk kesin olarak bir bütünlük arzeder. Nitekim bu bütünlük, başta el-Medinetü’l fâdıla olmak üzere, bize intikal etmiş olan bütün eserlerinin tertibinde de dikkatle alınmıştır. Farabi’nin “siyaset” kavramını (…) ısrarla tekrarlaması, onun yukardaki bütüncül yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah’ın bütün evreni yönetmesiyle devlet başkanının (imam) ülkesini yönetmesi ve nefis yahut ruhun insanın varlık bütünlüğünü yönetmesi arasındaki benzerliği “siyaset” kelimesinden daha iyi ifade edebilecek başka bir kavram yoktur. Bu anlayışla (…) İhsâu’l ulûm’da ilimleri tasnif ederken ahlâkı pratik ilimler arasında saymayıp, siyasetin bir kolu olarak kabul etmiştir (…) Farabi de Aristo gibi ahlâkı siyasete yahut kendi deyimiyle erdemli sitenin kuruluşuna bir hazırlık saymaktadır. Çünkü Muallim-i Evvel gibi o da insanı sosyal bir varlık olarak kabul etmiştir. Buna göre her insan gelişmesi ve en yüksek kemale ulaşabilmesi için o kadar çok şeylere muhtaçtır ki, bunları tek başına sağlayabilmesi mümkün değildir. Bu durum, insanların toplumsal hayat yaşamasını zorunlu kılmıştır. Bundan dolayı Farabi, daima rastgele bir insanın ahlâkından değil, toplumda yahut “medine”de yaşayan insanın ahlâkından söz etmiş, ayrıca siyaseti de yalnızca dar anlamda sosyal birliği koruyan, menfaatleri bölüştüren ve sorumlulukları düzenleyen cismanî bir yönetim biçimi saymakla yetinmemiş, bunun yanında (…) her insanın liyakati ölçüsünde mutluluktan pay almasını sağlayacak olan bütün imkânları araştıran bir disiplin olarak düşünmüştür (…) Siyaset ilmi olumlu ve olumsuz değerlerin ne ve nasıl olduklarını, nereden kaynaklandıklarını, nasıl bilinebileceklerini, niçin benimsenmesi veya redde- dilmesi gerektiğini, birbirinden nasıl ayırt edilebileceklerini öğrenmemizi sağlar (…) Farabi’nin siyasî, insanî veya medenî dediği bu ilim, aynı zamanda ahlâkî bir ilimdir” (Çağrıcı, 1989: 74-76). Müslüman filozofların ahlâk ve siyaset ilişkisini kurması ilk toplumun da (Hz. Âdem ve evlatları) vahşi-toplayıcı-ilkel olmadıklarını kanıtlamaktadır. Bu paradigmayı reddeden Kabil, Habil’i öldürerek toplumdan ayrılmıştır. İlmu’l medenî’nin [Siyasetü’l menzil (ev idaresi) - Tedbirü’l müdün (şehir yönetimi)] felsefî silsilesi: İlhan Kutluer’e göre ahlâk disiplini ancak Meşşai felsefe geleneğinde ortaya konulabilir ve Kindî-Ebu Bekir er-Râzî ile belirginleşip Farabi’nin tasnifiyle ilmu’l medenî’nin bir şubesi olarak ilim haline gelir. Kutluer, İbn Miskeveyh’in Tehzîbu’l Ahlâk’ında eksik bıraktığı “tedbîru’l menzil” ve “tedbiru’l müdün” bahislerini Tûsî’nin tamamlamasıyla Kınalızâde’ye kadar amelî hikmete dâhil bir ahlâk felsefesi geleneği oluştuğuna işaret etmektedir (Özturan, 2015: 23). Ömer Türker, Kâtip Çelebî ve Sıddık Hasan Han’ın Ebherî’yi İcî’nin öğrencileri arasında saydığını yazmıştır (Türker, 2016: 11). Bu durumda ahlâk disiplininin silsilesinin şu isimlerden oluştuğu söylenebilecektir: Kindî (d. 801 – ö. 873), Ebû Bekir Râzî (d. 854 – ö. 925), Farabi (d. 872 – ö. 951), İbn Miskeveyh (d. 932 – ö. 1030), Nasîrüddin Tûsî (d. 1201 – ö. 1274), Adudüddin el-İcî (ö. 1355), Seyfeddin Ahmed el-Ebherî (ö. 1397 civarı), Taşköprîzâde Ahmed Efendi (d. 1495 – ö. 1561), Kınalızade Ali Çelebi Efendi (d. 1511 – ö. 1571). İcî’nin el-Ahlâku’l Adudiyye risalesi, İbn Miskeveyh ve Nasîrüddin Tûsî tarafından temsil edilen felsefî ahlâk çizgisinde kaleme alınmıştır. Eser, 1) Nazarî ahlâk, 1) Erdemlerin korunması ve erdemlerin kazanılması, 3) Siyasetü’l menzil (ev idaresi), 4) Tedbirü’l müdün (şehir yönetimi) olmak üzere dört bölüm halinde yazılmıştır. Farabi, Fusulü’l Medeni kitabında bu kalıbı tekrarlamıştır: “Eskiler, “şehir (el-medine)” ve “ev (el-menzil)” terimleriyle sadece meskeni kastetmediler. Fakat her ne tür mesken olursa olsun, maddesi her ne şeyden olursa olsun, her nerede bulunursa bulunsun –yerin altında veya üstünde- ister tahtadan, ister çamurdan, ister yünden ve kıldan, isterse kendisinden insanları içinde barındıran evlerin yapıldığı başka bir şeyden yapılmış olsun insanları barındıran (yahvi) meskeni ve meskenlerin barındırdığı insanları kastettiler. Ev (aile), bir takım unsurlar (eczâ)dan ve belirli ortaklıklar (iştirâkât)dan oluşur ve onlarla meydana gelir. Bunların sayısı dörttür: 1) Karı-koca, 2) Efendi ve köle, 3) Anne-baba ve çocuklar, 4) Mal-mülk ve sahibi. Evi oluşturan bu unsur ve ortaklıkların yöneticisi, bir bütün olarak onların ortak işler yapmalarını, tek bir amacın gerçekleşmesi ve evin, iyi şeylerle tam olarak tesisi ve iyi şeylerin kendileri için korunması yolunda onların karşılıklı yardımlaşmalarını sağlayacak şekilde onların bir kısmını diğerleriyle birleştiren ve her birini diğerine bağlayan, evin 70 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük efendisi (rab) ve yöneticisidir. Buna aile reisi (el menziliyyu) denir ve evdeki bu kişi, şehirdeki şehrin yöneticisine benzer” (Farabi, 2005: 61-62). Görüleceği üzere Farabi, menzil-medine teorisiyle Aristo’nun “ekonomi (Oeconomica)” kavramına bağlanır ve hatta bunu genişletir. Çünkü Aristo’ya göre evin bileşenleri 1) Evdeki insanlar, 2) Mal-Mülk’tür. Farabi bu bileşenlere ekleme yapar (Mal-mülk ve sahibi). Kâtip Çelebi’nin (d. 1609 – ö. 1657) bu silsileye dâhil olmadığı söylenebilecektir. Zira Farabi’de insanın en temel toplumsal hali “ev” iken; Kâtip Çelebi, “Devlet, mülk ve saltanat manasına olup, örf ve kanunlarla düzenlenmiş insan topluluğundan ibarettir” (Kâtip Çelebi, 2016: 109) ifadesiyle insanın toplumsal halini yasalarla düzenlemeler yapan devlet ile tanımlar. Bu anlamda Kâtip Çelebi’nin İbn Haldun’un “ilm-i umran” çizgisini sürdürdüğü, Farabi’nin ise “ilm-i ahlâk” ve “tedbiru’l menzil - tedbiru’l müdün” çizgisini yürüttüğü söylenebilecektir. Bununla beraber, Kâtip Çelebi’nin İbn Haldun’un tavırlar nazariyesini olduğu gibi almayarak ondan ayrıldığı ve siyaset felsefesinde denge-mizan arayışında olduğu görülmektedir. Farabi’nin şehir üzerinden aradığı dengeyi, Kâtip Çelebi meslekî sınıflar üzerinden araştırır. Farabi’de şehirdeki denge yitirildiğinde cahiliyet ortaya çıkarken, Kâtip Çelebi’de devlet düzenindeki sınıflar arasındaki denge yitirildiğinde içtimaî yapı bozulur. Kâtip Çelebi, asabiyete değil, sınıflar arası dengeye vurgu yaparak İbn Haldun’dan ayrılmış görünmektedir. Kâtip Çelebi’nin Farabi ile benzerlik taşıyan görüşlerini, Farabi’nin Fusulü’l Medeni kitabında Faziletli şehrin bölümlerini anlattığı [53] numaralı fasıldan hareketle değerlendirmek mümkündür. Bu fasılda Farabi şehirde beş tabaka insandan bahseder: Fazıl Şehir’in Faziletli Bölümleri (Fusulü’l Medeni) Lisan sahipleri-açıklayıp yorumlayanlar Hukemâ-amelî hikmet sahipleri-görüş sahipleri Hamelete’d-din ve yorumlayanlar Din görevlileri-edipler-şairlermüzisyenler-hatipler Takdir edip değerlendirenler-el mukaddirûn Muhasebeciler-mühendislerdoktorlar-müneccimler Mücahidler Ordu-bekçi-muhafızlarinzibat-güvenliği sağlayanlar Mal mülk sahipleri Çiftçiler-çobanlar-tüccarlarzanaatkârlar-servet kazananlar Kâtip Çelebi’nin yönetileni ve meslek zümreleri hakkındaki görüşlerini Erkan-ı Erbaa kavramıyla ele aldığına daha sonra aşağıda işaret edeceğiz. Farabi’nin Şehir Tipleri: Farabi, “Fazıl Medine”sini şehirlerden, şehirleri de mahallelerden hareket ederek teorileştirdi: “Mahallenin ve köyün ikisi de şehre tabidir; köy şehre hâdim olması itibariyle; (mahalle) şehre bir cüz’ü olması itibariyle tabidir. Bu kabilden ev sokağın bir cüz’ü olması itibariyle ona tabidir” (Farabi, 1990: 79). Farabi devlet değil şehir filozofudur. Şehri de fazıl toplumla izah etmektedir. Çünkü devletler değil toplumlar fazıl & batıl dikotomisine uğrar. Farabi’de şehir kâmil toplulukların en küçüğüdür. Ev, mahalle ve köy ise eksik topluluktur. Kulübe, topluluk sayılmamaktadır. Farabi’nin şehri kâmil topluluk sayması İslâm siyaset düşüncesi için bir fırsattır. Zira İslamcılık, bir devlet teorisidir. Oysa Farabî bize şehir-toplum teorisi vermektedir. Şehri kuran iradeyi mahalle ve köy topluluklarına hasretmesi aşağıdan yukarıya bir örgütlenmeyi işaret etmesi bakımından önemlidir. Devlet, ailelerin kurulmasını teşvik ederse, kulübelerden oluşan topluluk formundan kurtulacaktır. Kulübe, ev olamamış konut sistemidir. Farabi’nin mesken tarifinde yer alan kıl-yün malzeme kaçınılmaz olarak koyun ve keçi sahipliğini icbar etmektedir. Bu durumda İslâm şehrinde hayvancılıkla meşguliyet bu şehirlerin vazgeçilmez hususiyetleri olarak ortaya çıkar. Bilindiği üzere Batı kentinde ve İbn Haldun’un umran fikrinde, çiftçi ve çobanlar aşağı ve bedaveti temsil eden bir tarihsel kategoridir. Farabi’de “toplum” ile “medine” arasında bir ayrıma da gidilmez. Fazilet ve kemâl şehirde elde edilir: “Hayrın efdali ve kemâlin âlâsı- şehirden ufak olan topluluk merkezlerinde değil- şehirlerin sınırları içinde elde edilir (...) Sakinlerinin ancak saadete erişmek maksadıyla yardımlaştıkları şehir, fazıl bir şehir olur. Zaten saadete erişmek maksadıyla kurulan her topluluk da fazıl bir topluluk sayılır. Onun içindir ki, bütün şehirleri- saadete erişmek maksadıyla elele vererek- çalışan bir millet de fazıl bir millettir; bütün milletleri, saadete ulaşmak maksadıyla elbirliği ile çalışan bir dünya da fazıl bir dünya olur” (Farabi, 1990: 80). Farabi’nin ev ve şehire bakışı, şehrin plansız bir yapılaşma ile kurulduğu fikrini taşımamıza engel oluşturur. Zira O’na göre “şehir ve evin her birisi de, bazısı daha aşağı, bazısı daha üstün, birbirine bitişik ve farklı derecelere sahip, her birisi bağımsız olarak belirli bir fiili yapan, fiilleri, şehrin veya evin amacının tamamlanması için karşılıklı yardımlaşmada birleşen belirli sayıda farklı kısımlardan meydana gelir. Ancak ev, bir şehrin parçasıdır ve evler şehrin içerisindedir (…) O halde, bedenin organlarında olduğu gibi, şehrin bütün parçaları, bu birleşmeleriyle, şehre ve bir kısmı vasıtasıyla diğer kısmının varlığının devamına yararlı olur” (Farabi, 2005: 62-63). Farabi’de “faziletli şehir, son yetkinliğe, yani en son mutluluğa erişmek için, sakinleri arasında karşılıklı yardımlaşma bulunan şehirdir.” Batıl şehir ise, sakinlerinin amacı, zenginliğe erişmek ve zevk veren şeylerden yararlanmak hedefini koyarlar ve belki tek bir fazilete bile ihtiyaç duymazlar. “İşte bundan dolayı, zaman zaman aralarında uygulayabilecekleri uyum (i’tilaf) ve adalet, gerçek adalet olmayıp, ancak adalet olmadığı halde, adalete benzeyen bir şeydir” (Farabi, 2005: 67). Farabi, “Fadıl Medine- Fazıl olmayan Medine” ayırımı yapmış ise de biz bu ayrımı “Fazıl Şehir & Batıl Kent” olarak 71 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük kavramlaştırmayı teklif ediyor ve bu kavram çiftiyle düşünce üretiyoruz. Diğer değişle “şehir (medine)-kent (polis/urban/civilis/city)” ayrışmasını yaparken Farabi’nin tasnifini esas almaktayız. Ancak bu tasnifimizde Farabi’den farklılık arzeden bir husus bulunmaktadır; bu da Batı-Doğu kentlerinin İslam şehri (medine) sayılamayacağı kanaatidir. Bizim kavramlaştırmamızla Doğu’da “kent” adı ile ortaya çıkmış yerleşim alanları (örneğin: Taşkent) İslâm şehrini işaret etmemektedir. Zaten Türklerin “kend-kent” dediği yerleşim, Oğuzlarla Oğuzlara uyanlara göre köy anlamı taşımaktadır. Teorimizde İslâm şehri, fazıl toplumun adalet yurdudur. Batı’daki civilisation’un “uygarlık” kavramıyla ve civilis’in “kent” kelimesiyle ilgisi birçok yazarca teslim edilmektedir. Farabi’nin de “şehir” kavramını “Medine”den hareketle kullandığını söylemek mümkün görünmektedir. Bu durumda “umran” ve “hadara” kelimelerinin kesinlikle “medeniyet” teriminin karşılığını oluşturmayacağı söylenebilecektir. Farabi’de şehir fazıl halini yitirirse “Batıl Kent”e tahavvül eder ve içinde yaşayan faziletli fertlerin ya hicret etmesi ya da erdemini koruyacak şekilde bir hayata çekilmesi gerekir. Farabi’nin “batıl şehri” fazıl medine’nin karşısına koyarken iki ölçü kullandığı zikredilmiştir: 1) Halkın saâdet anlayışı, 2) İdarecinin takip ettiği siyaset (Bayraklı, 1983: 72). Farabi’nin el-Medinetû’l Fâzıla kitabındaki şehir tipleriyle es-Siyasetu’l Medeniyye kitabındaki şehir tipleri arasında nüans vardır. el-Medinetû’l Fâzıla es-Siyasetu’l Medeniyye Fazıl Şehir Batıl Şehir Fazıl Şehir Batıl Şehir 1. Fazıllar 1. Cahil Şehir 1. Fazıllar 1. Cahil Şehir 2. Fâsık Şehir 2. Türediler 2. Fâsık Şehir 3. Delalet Şehri 3. Delalet Şehri 4. Şaşkın Şehir Fazıl Şehir bulamayanlar: Erdemli Yabancılar Farabi tasnifi yaparken yalnız şehirleri nitelemez, fazıl şehre aykırı şehirlerin halklarının da fazıl şehre zıt kaldığını söyler (Farabi, 1990: 90). Demek ki şehri fazıl kılan mimarinin İslâmîleştirilmesi değil, toplumun faziletidir. “Şeref-ül mekân bil mekîn” denmiştir. Yani “Mekânın şerefi mekîn (oturan) iledir.” Farabi, fazıl şehre zıt kentleri bu üçlü (veya dörtlü) tasnife tabi tuttuktan sonra alt tasniflere de yer verir. Bayraktar’a göre Fazıl medine’ye zıt devletlerin tanımlanmasında şu ölçüleri kullanır: 1) Halkının karşılıklı yardımlaşması hangi gaye uğruna yapılıyor? 2) Ekonominin hizmet ettiği gaye nedir? Ekonomi bir gaye mi, yoksa vasıta mı? 3) Kentler arası ilişki- de, kent halkının fertleri arasındaki ilişkide başkalarına zorla hâkim olma isteği bulunmakta mıdır? 4) Ahlâkî davranışlar baskılanmakta mıdır? (Bayraklı, 1983: 71). Farabi için fazıl olmayan kentin halkı saadeti ne tanır, ne de düşünür. Kendilerine öğretilse bile onu kabul etmezler ve ona inanmazlar. Çünkü onlar ancak sıhhat, servet, şehvet, serazad olmak, saygı-itibar kazanmak gibi zevahire hayatın gayesi nazarıyla bakarlar. Saadet saydıkları şeyler de bunlardır ve bütün bunların bir arada toplanmasıdır. Onlara göre saadetin zıdları: bedbahtlık, hastalık, fakirlik, lezzetlerden mahrum kalmak, istediklerini yapamamak, itibarsız kalmaktır (Farabi, 1990: 91). Farabi, Cahil Şehir kavramı altında 6 tip şehir kavramı vermiştir: Cahil Şehir a) Zarurî kent (ed-Medînetu’d-Darûriyye) b) Değiştirici Kent (el-Medînetu’l-Beddâle) sarraf-servet kent c)Bayağı ve Düşük Kent (Medînetu’l-Hisseh ve’s-Şekvah) d) Haysiyet Kenti (Medînetu’l-Kerâme) e) Zorba Kent (Medînetu’l-Tagallub) f) Cimaî Kent - Özgür Kent (el-Medînetu’l-Cemâiyye ve hurr) a) Zarurî kent (ed-Medînetu’d-Darûriyye): Bunun halkı, yaşamak için yiyecekten, içecekten, giyecekten, evden ve kadından ancak zarurî olan mikdarda iktifa ederler ve bu şeyleri elde etmek için birbirlerine yardım ederler (Farabi, 1990: 91). b) Değiştirici Kent (el-Medînetu’l-Beddâle) sarraf-servet kent: Bunun halkı, ancak servet ve sâmanlarını artırmaya çalışırlar. Topladıkları serveti başka uğurda kullanmayıp onu hayatın gayesi addederler. Dolayısıyla servetlerini durmadan kabartıp çoğaltmaya çalışırlar (Farabi, 1990: 91). c) Bayağı ve Düşük Kent (Medînetu’l-Hisseh ve’s-Şekvah): Bunun halkı, hayatın maddi zevklerine düşkündürler. Yemek, içmek, şehvet peşinde koşmak, tahayyüle dalmak gibi şeyleri, hele eğlenti ve şakayı, her bakımdan ve her şeyden üstün tutarlar (Farabi, 1990: 91). d) Haysiyet Kenti (Medînetu’l-Kerâme): Bunun halkı, başka milletler arasında ün ve itibar kazanmak, övülmek, saygı görmek, şan ve şöhretini artırmak için el ele verirler. Yabancılar arasında ve kendi aralarında büyük tanınmak isterler. Her ferd dilediği veya elinden geldiği kadar izzet ve ikram görmek ister (Farabi, 1990: 92). e) Zorba Kent (Medînetu’l-Tagallub): Bunun halkı başkalarını ezmeye fakat başkaları tarafından ezilmemeye çalışırlar. Bütün zevkleri zafer ve tagallüpten ibarettir (Farabi, 1990: 92). f) Cimaî Kent - Özgür Kent (el-Medînetu’l-Cemâiyye ve hurr): Bunun halkı, serazad yaşamak gayesini güderler. Yal- 72 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük nız diledikleri gibi yaşar ve dilediklerini yaparlar (Farabi, 1990: 92). Es-Siyasetu’l Medeniyye kitabında üç “batıl şehir” tiplemesi vardır: 1) Cahil Şehir: Halkı, saadeti tanımayan şehirdir ve saadeti de düşünmezler. Kendilerine öğretilse bile onu Kabul etmez ve ona inanmazlar. Onlar ancak servet, sıhhat, şehvet, serazad yaşamak, şöhret-itibar kazanmak gibi zevahiri hayatın gayesi bilirler. Onların en büyük mutlulukları da bütün bu şeylerin bir arada toplanmasıdır. 2) Fâsık Şehir: Bu şehrin halkı mutluluğa ileten işlerin ne olduğunu bilir ve hayal ederler. Bununla beraber bu işlere sarılmayıp Cahil şehir halkının işlediklerinin aynısına yönelmişlerdir. 3) Delalet Şehri: Sapık (dalle) şehirler fazıl şehrin ilkelerinden başka ilkelerle hareket ederler. Bu hak ilkelerin taklitlerini savunurlar. Onların savunduğu mutluluk da gerçek mutluluğun taklididir. Farabi’ye göre fazıl şehri kuran ilk yönetici arif, âlim ve mürşid bir kişidir: “Mutlak anlamda ilk yönetici, başka bir kimsenin hiçbir işde kendisini yönetmesine asla gerek duymayan kişidir. O bilim (‘ilm) ve marifeti gerçek anlamda elde etmiş olup, hiçbir şeyde kendisine yol gösterecek bir insana gerek duymaz” (Farabi, 1980: 44). Farabi’ye göre erdemliler hareketi bireysel değil toplumsal bir eylemdir. Farabi’nin yaklaşımına göre “ilk yönetici gerçekte hükümdar olup, onun vahiy almış olduğu söylenmelidir” (Farabi, 1980: 45). Şehri peygamberlerin kurduğu düşüncesi Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e bütün peygamberlerin fazıl toplum arayışı içinde olduğu fikrimizle de mutabıktır. Âlim, imam, kanun koyucu, hekim bir yöneticiyle şehir kurma (fazıl ve adil toplum inşa etme) fikri Müslümanları bir hareket metoduna itmektedir: “Bu başkan tarafından yönetilen erdemli kişiler erdemli, iyi ve mutlu kişilerdir. Bu kişiler bir ulus oluşturursa, o, erdemli bir ulus olur (Mütercim millet terimini “ulus” olarak tercüme etmekle hatalıdır-LB). Onlar bir yerleşme bölgesinde toplanırlarsa, onları böyle bir yönetim altında bir araya getiren bu yer, erdemli şehir olur. Ama bir yerleşme bölgesinde değil de, değişik yerleşme bölgelerinde toplanırlarsa ve bu bölgelerin insanları söz konusu yönetimin dışında başka yönetimler altında iseler; onlar, o yerleşme bölgesinin erdemli yabancıları olarak yaşarlar. Onların böyle eksik toplumlar zoon politikon Kamil toplumlar kulübe medine millet mamure-umran dağınık yaşamaları, ya bir araya gelebilecekleri şehrin henüz bulunmayışından ötürüdür; ya da böyle bir şehirde olmalarına karşılık, düşman saldırısı, veba, kıtlık ve bunun gibi birtakım felâketler yüzünden dağılmak zorunda kalmış olmalarından kaynaklanmaktadır” (Farabi, 1980: 45-46). Farabi’ye göre, bir şehirde halkın ya da reisin fazilete ait temyiz kudretinde sapma meydana gelir de kent cahiliyete, değişmeye, fıska, dalalete doğrulursa “kötü adamın şehirlerden sürülmesi” değil, fazıl adamın faziletli şehirlere hicret etmesi gerekir. “Faziletli bir kişinin bozuk idareler (es-siyâse el fâside) de kalması haramdır ve eğer kendi zamanında bil-fiil mevcutsa, faziletli şehirlere hicret etmesi gerekir. Eğer bunlar (faziletli şehirler) yoksa o zaman faziletli kişi, bu dünyada yabancıdır ve yaşantısı sefîl (radî)dir; dolayısıyla, bu kişi için ölüm, hayattan daha iyidir (Farabi, 2005: 126). “Erdemli yabancılar” kavramı önemlidir. Bunlar “Batıl şehir” (yani kent”) toplumlarında erdemlerini koruyarak yaşamakta olan gariplerdir. Farabi’nin bu kavramı nedeniyle Müslümanların “yerli”liğinden değil “erdemli yabancılığı”ndan bahsedilmelidir. Farabi’nin bir de “Erdemli Şehirlerdeki Türediler” hakkında tasnifi vardır. Bunlar 1) Fırsatçılar, 2) Yanlış yorumlayanlar, 3) Dinden çıkanlar, 4) Hayalciler, 5) Diğerleri, şeklinde tasnif edilebilir. Farabi’nin Şehir Teorisinde Denge Düzeni-Mizan Siyaseti: Farabi’nin mizan-denge düzeni kanaatimce iki ayaklıdır. Bunlardan biri siyasi topluluğun cesametiyle ilgilidir. Ev olmadan mahalle (veya köy) kurulamayacaktır. Peki, mahalle-köy ne zaman şehir olur? Farabi, kulübe ile ev’i birbirinden ayırdı. Ev’in anlamına değinmiştik. Kulübe, ev olmanın şartlarını taşımayan yani topluluk oluşturamayan bir yerleşim şekli sayılmalıdır. Bu anlamıyla modern toplumda karı-koca-çocuklar-mallar şeklinde oluşturulamamış hanelere “ev” diyemeyeceğimiz ortaya çıkmaktadır. Bunlar kulübedir. Bunların yan yana veya üst üste dizilmesi mahalle ve köy oluşturmayacaktır. Farabi’de şehir, mahallelerin veya köylerin birleşmesinden oluşacağına göre modern kent sistemlerinde bekâr veya mülksüz (kiracı) statüsünde yaşayan nüfusların, kalabalık oluşturmalarına rağmen şehir kuramadıkları söylenebilecektir. Bu kalabalıklar saadete erişmek maksadıyla yardımlaşmakta da değillerdir. İnsanlar ev sahibi olmak için borçlanarak nikâhlanmaktadırlar. Dolayısıyla nikâh, borçlanma üretmektedir. Demek ki, fazıl şehri, saadeti sağlayan yardımlaşmayla ihtiyaçlarını kendi kendine karşılayan siyasi toplulukla açıklayabiliriz. Topluluk ev-hane sokak insan siyasi topluluk oluşturmak zorundadır polis demos oikoumene-all the world şehir ülke meskun yeryüzü mahalle-köy küçük orta büyük 73 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük faziletlerini yitirdiğinde “Batıl kent” haline dönüşür. Farabi’de Reis: İnsan Vücudu Toplum Kıyaslaması Farabi’ye göre insan mutluluğu elde etmek için bir devlette yaşamak zorunda olduğundan erdem ve sanatlar da medenîdir. Devlet de insan gibi erdemlerin peşindedir. Bu nedenle başka şehir ve devletlerle bir arada yaşamak zorundadır. Farabi’de en büyük örgütlenme olan ma’mure, tarım yapılan bütün meskûn yeryüzüdür. Kalabalık organizasyonların mükemmel olanlarının en küçüğü Medine (şehir)dir. Farabi’ye göre şehir (Medine) reis ile kurulur. Farabi, “Fusulü’l Medeni” adlı risalesinde devlet adamı (el-medenî) ve sultan (el-melik)’ı bedenleri tedavi eden doktor gibi nefsleri tedavi eden idareci şeklinde tanımlamıştır. Risalede, devlet adamının “şehir halkından aşağılıkların nasıl uzaklaştırılması gerektiğini, şehri halkının (Medenîyîn) nefsinde onları (faziletleri) yerleştirecek ustalığı, onların şehir halkı arasında yok olmayacak şekilde korunmasını sağlayacak mücadele metodu (vechü’t-tebbîr)nu bilmesi gerek”tiğini yazdı (Farabi, 2005: 47- 48). Farabi’ye göre fazıl şehir üstün vasıflı bir reis tarafından yönetilir: “Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin heyetçe ve iradî melekesi ile riyasete müsait bulunmasıyla. İşte tabiat ve doğuşunda, riyasete müstaid (istidatlı) olan kimsenin yapacağı sanat herhangi bir sanat olamaz. Zira şehirdeki sanatların çoğu, riyasete değil, hizmet etmeye mahsusturlar. Zaten insanların çoğu da hizmet etmek için yaratılmışlardır” (Farabi, 1990: 84). Farabi, reisin hizmet etmek için değil yönetmek için yaratıldığına işaret eder: “Sanatlar arasında hem riyasete hem hizmete elverişli sanatlar bulunduğu gibi, yalnız hizmete elverişli olan ve riyasetle uzlaşmayan sanatlar da vardır. Onun içindir ki, Fazıl şehirde reislik sanatı, gelişigüzel, herhangi bir sanat veya herhangi bir meleke olamaz. En büyük reis, mensup olduğu zümreden hiçbir şahsın reisliğini kabul edemez. Nasıl ki bedende reis olan uzuv, başka bir uzvun reisliğini kabul edemez, herhangi bir topluluğun reisi de bu durumdadır. Fazıl şehir reisinin sanatı öyle bir durumda olmalı ki, reise hizmet etmesini teklif edecek mahiyette bulunmasın ve o sanattan daha yüksek bir sanat mevcut olmasın. O sanat istihdaf ettiği (hedeflediği) gaye itibariyle diğer sanatlara rehberlik edecek mahiyette olmalıdır (…) Onun başka kimselerin hükmü altına girmeyen bir insan olması lâzımdır” (Farabi, 1990: 84-85). Farabi, beşerî akıllar arasındaki ilişkide hiyerarşik bir düzenin mevcut olduğu fikrindedir; yani bir önceki akıl bir sonrakinin maddesi, o da onun formu durumundadır: “Münfail aklı, bütün makullerle mükemmelleşen her insan, bilfi’il mâkul ve bilfi’il akıl olunca ve kendisindeki mâkul şeyleri akletmeye başlayınca, onda bilfi’il bir akıl hâsıl olur ki, bu akıl mertebece müstafid akıldan yüksektir. Maddeden daha tam ve kat’i bir surette ayrıdır ve faal akla daha yakındır. Bu akla müstefad akıl denir ki, münfail akıl ile faal akıl arasında orta durumdadır. Kendisiyle faal akıl arasında başka bir vasıta yoktur. Dolayısıyla münfail akıl, müstefad aklın maddesi mesabesindedir. Tabiî bir heyet olan natık kuvvet de bilfi’il akıl olan münfail aklın maddesi olarak vaz edilmiştir. Zaten insanı insan kılan ilk mertebe, bu tabiî heyetin faal olmaktaki istidat ve kabiliyetidir. Bu da hepsinin müşterek zeminini teşkil eder. Kendisiyle faal akıl arasında iki mertebe vardır. Biri, münfail aklın bilfi’il husul bulması; diğeri, müstefad aklın husul bulmasıdır. Farabi’ye göre beşeri akıl hiyerarşik bir düzen içindedir. Faal Akıl, ay altını yani cüziyyatı bilen akıldır. Varlığın idrak eden, maddi olmadığı halde maddeye tesir eden cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapan güç, anlamındadır. Farabi’ye göre düşünen ruhta (kuvve-i natıka) ve doğanın içindekilerde, kendiliklerinden etkin halde akleden olma yeteneği yoktur. Bunlar etkin akıl olabilmek için potansiyel halden, hareket haline geçirecek olan bir şeye ihtiyaç duyarlar. Bu faal akıl ile gerçekleşir. Faal akıl ilk neden (Allah) değildir; maddeyi yaratamaz. Faal aklın faaliyeti ve etkinlikte bulunduğu konu, ay altıyla ilişkilidir, yani cisimlerdir veya cisimlerdeki kuvvetlerdir. Faal akıl maddi dünya ile maddi olmayan dünya arasındadır; aynı zamanda da ilkeleri ortaya koyan, onların kavranmasını sağlayan “genel” bir akıldır. Süleyman Hayri Bolay’a göre Farabi’nin “akıl” hakkındaki görüşü şöyle izah edilebilir: “Fârâbî’ye göre güç halindeki akıl (el-akl bi’l-kuvve evi’lheyûlânî) bir bakıma nefis veya nefsin bir cüzü ya da herhangi bir gücü ve fonksiyonudur. Şu halde ferdî nefis ile bu akıl arasında bir fark yok demektir; durum böyle olunca ferdî nefis gibi güç halindeki akıl da bedenle birlikte ölecektir. Ölümsüz ve faal akılla ittisâl edecek olan küllî nefistir. Güç halindeki aklın aktif hale geçmesine Fârâbî “fiil halindeki akıl” (el-akl bi’l-fi‘l) adını vermekte ve bu safhada kavramla aklın özdeşleştiğini, mum üzerine basılan damganın bütün özelliklerinin muma geçmesi ve mumun da artık bir damgaya dönüşmesi örneğiyle açıklamaktadır. Varlığa ait formların maddeden soyutlanarak akılla özdeşleşip tam bağımsız hale gelişi “müstefad akıl” (el-aklü’l-müstefâd) adını alır. Themistius gibi Fârâbî de beşerî akıllar arasındaki ilişkide hiyerarşik bir düzenin mevcut olduğunu söyler; yani bir önceki akıl bir sonrakinin maddesi, o da onun formu durumundadır. Bu şu demektir: İnsan aklı somuttan soyuta yükseldiği gibi soyuttan da somuta inerek hem ulvî hem de süflî varlıkların bilgisini edinebilmektedir (…) Faal akıl bizim dünyamıza en yakın olan ay feleğinin aklıdır. Dolayısıyla ay altı âleminde meydana gelen her türlü fizikî, kimyevî ve biyolojik olayı bu akıl tayin etmektedir” (Bolay, 1989: 240-241). Farabi’ye göre “Münfail akıl, insan suretine girince, kendisiyle faal akıl arasında bir mertebe kalır. Tabiî heyet bilfi’il akıl haline gelmiş olan münfail aklın maddesi olunca ve münfail akıl, müstefad aklın maddesi olunca ve bütün bunlar tek şey 74 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük halinde kabul edilince, o zaman o insana faal akıl hulûl etmiş olur. Bu hal, o insana nâtık kuvvetinin her iki cüzünde, yani ameli ve nazarî cüzülerinde ve muhayyile kuvvetinde asıl olunca, o insana vahiy nâzil olmaya başlar. Ulu ve Aziz Tanrı, ona akıl vasıtasıyla vahiy verir. Bu suretle Allah’dan taşan vahiy, faal akla gelir ve faal akıldan, müstefad akıl vasıtasıyla taşan vahiy, münfail akla ve muhayyile kuvvetine gelir. Vahiy, bir kimsenin faal aklından münfail aklına taşınca o kimse tam manasıyla hâkim, filozof ve akıl erbabından olur. Vahiy, bir kimsenin faal aklından, muhayyile kuvvetine taşınca, o kimse peygamber olur; gelecekten haber verir ve ilahın aklettiği bir varlık ile hâzırdaki cüz’iyât hakkında haber verir. Bu mertebeye erişen bir insan, insanlık mertebelerinin en yüksek derecesine varmış olur; nefsi de mükemmelleşip (…) faal akılla birleşmiş halde bulunur ve saadete ulaştıran her fi’ile vakıf olur. İşte reisin ilk şartı budur. Sonra onun dilinde öyle bir kudret olmalı ki, her bildiğini iyi tahayyül edip güzel sözle ifade etsin, saadeti ve saadete ulaştırıcı işleri öğretsin ve bu meyanda cüziyatla ilgili olan işleri görebilmek için vücutca sağlam ve dayanıklı olsun” (Farabi, 1990: 86-87). Özü itibariyle bilfiil olmayan insan aklı, Faal Akıl sayesinde fiil hale getirilir. Farabi’ye göre Faal Akl’ın bilkuvve akla nispeti güneşin göze nispetine benzemektedir. Güneş, faal ışığıyla; gözü bilfiil gören kılmaktadır. Güneşin bilkuvve görünürlüğe sahip olan şeyleri bilfiil görünür kılması, Faal Akl’ın bilkuvve akl’ı bilfiil akıl, bilkuvve ma’kul şeyleri, bilfiil ma’kul hale getirmesine benzetilmiştir. Faal Akl’ın etkisiyle, insan aklı ilk akıl edilirleri idrak eder ve kuvveden fiile çıkar. Faal Akl, insanın aklını kuvve halinden fiil haline çıkarmaktadır. İnsan aklının en yüksek derecesi Faal Akl’ın derecesidir. İnsan bu seviyede yüce mutluluğu elde eder. İnsan bu seviyede maddeden mücerred olan “melekût”a kavuşur. Fârâbî’nin diğer bir kavramı ittisaldir. İnsan, nâtık gücü sayesinde Faal Akıl ile ittisal kurabildiği gibi tahayyül gücüyle de kurabilir. Faal Akıl insandaki nâtık güce feyz verdiği gibi onun tahayyül gücüne de feyz vermektedir. Faal Akıl’dan insandaki natık güce feyz gelirse (münfail akla feyz), insan hakîm- filozof olur. Faal Akıl’dan insandaki tahayyül gücüne feyz gelirse, insan nebî olur. Tanrı’dan taşan şeye Faal Akıl aracılık eder; Faal Akıl’dan taşan şeye ise müstefad akıl aracılık etmektedir. Faal Akıl’dan taşan vahiy ise, müstefad akla ulaştıktan sonra tahayyül gücüne ulaşabilir. Müstefad akli tahayyül gücünün altında kalan bir aklî melekedir. Allah’tan insana gelen bilgi ikidir: ya müstefad akla ya da tahayyül gücüne verilir. Peygamberler dışındaki insanlarda da tahayyül gücü olabilir. Örneğin Musa’nın annesi vahiy aldığını bilmektedir. Sadık rüya, tahayyüle ilişkindir, Hz. Yusuf’un peygamber olmadan önceki rüyası buna örnek verilebilir. Farabi’nin yaklaşımı açısından ise akıl-Faal akıl-vahiy ilişkisi yukarıdaki gibi düşünülmüştür. Faal akıldan taşan feyz münfail aklı filozof yapmaktadır. Faal akıldan (Cebrail-as) Tanrı’nın iradesiyle indirilen feyz-vahiy ise (ki aslında Tanrı’dan taşmıştır) münfail aklı peygamber yapmaktadır. Farabi’nin “İlk başkan”ı (er-Reîsü’l-evvel) âlemin İlk Sebeb’i- ne nispetle ilk başkan/ilk reis’tir. Diğer reisler ondan sonra gelir ve ondan kaynaklanır. İlk başkan, filozof, peygamber, imam, kanun koyucu ve melik’tir. Sonraki başkan peygamber değilse de kanun koyucu, imam, melik özellikleriyle er-Reîsü’l-evvel’e benzemektedir. Buna göre Medine-şehir “kanun ve adalet düzeni” sayılmalıdır. Farabi, Reis için altı şart sayar: 1) Hâkim, 2) Seleflerinin şehir için vazettiği kanun ve düsturları bilip belleyip onlara göre hareket etmesi, 3) Eskilerin kanuna bağlamadığı hususlarda istinbat ederek kanun vazetmesi, 4) Eskilerin zamanında ortaya çıkmayan meseleler hakkında istinbatlarda bulunarak kanun vaz etmesi, 5) Eskilerin kanunlarıyla kendi istinbatı olan kanunları iyi konuşarak halka öğretmesi, 6) Harp yorgunluklarına bedenen tahammül edebilmesi ve harp sanatının aslî ve talî özelliklerini bilmesi (Farabi, 1990: 88-89). Farabi’nin getirdiği bu şartların 1) Hâkim-Filozof, 2) Yargıç, 3) Komutan, 4) Müçtehit-Müftü, 5) Yönetici olma özelliklerini taşıdığı söylenebilecektir. Farabi, bu özelliklerin tek kişide bulunmaması halinde ortaya çıkacak problemleri de birden fazla reis teklifiyle çözmeye çalışmıştır: “Eğer bu şartları kendinde toplayan tek kişi bulunmayıp iki kişi bulunursa ve bunlardan biri hâkim olur, diğeri de öteki şartlara haizse, her ikisi de reis olurlar. Eğer bu şartlar, muhtelif kimseler arasında dağılmış bulunursa ve bunların birincisinde hikmet, ikincisinde ikinci şart, üçüncüsünde üçüncü şart, dördüncüsünde dördüncü şart, beşincisinde beşinci şart, altıncısında altıncı şart bulunursa ve bunlar birbirleriyle anlaşmış ve uzlaşmış olurlarsa, hepsi de üstün reis olurlar” (Farabi, 1990: 90). Peki, bu uzlaşma sağlanamazsa ne olacaktır? “Hikmet, riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün –diğer şartlar bulunmuş olsa da- fazıl şehir kralsız kalır. Şehri idare eden reis kral olmayınca şehir tehlikeye maruz kalır. Kendisine teslim olacak bir hâkim bulmayan şehir, gecikmez yıkılır” (Farabi, 1990: 90). Anlaşılacağı üzere Farabi, aile düzeni üzerinde yükselen bir ahlâk toplumu ideali olarak hedefini şehir oluşturmaya doğrultur. Bu şehrin mükemmelliği, fazıl reis (hâkim-filozof) ile sağlanır. Şehir halkı saadet için yardımlaşmayı şehre hâkim kılabilirlerse “fazıl Medine” oluşur. Bu yaklaşımda ailelerin dağılması veya filozof (Hâkim) reis yokluğu toplumun yıkılışıyla sonuçlanır. Toplum insan bedenine benzer. Filozof, insan bedenine nazaran “kalb” gibidir: “Vücudumuzdaki hâkim uzuv nasıl sair uzuvların en mükemmeli ise ve kendiliğinde ve kendine ait hususlarda, diğer uzuvların en tamı ise ve yardımlaştığı uzuvlar arasında nasıl en yüksek paye sahibi ise ve emrinde nasıl başka uzuvlar varsa ve bunların riyasetleri hâkim uzva benzemeyip âmir oldukları kadar memur sayılırlarsa, şehrin hâkimi de kendisine ait hususlardaki şehir cüzülerinin en mükemmeli olup, yardımlaştığı kimseler arasında en yüksek payeye sahiptir ve onun emrinde başka kimseler olup bunlar da başkalarını idare ederler. Kalb dahi ilk önce teşekkül ederse ve ondan sonra gelen uzuvların teşekkülüne, kuvvetlenmelerine ve mertebelerine göre yer al- 75 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük malarına sebep olursa ve bunlardan birisine bozukluk ârız olunca, kalb bu bozukluğu giderecek vasıtayı ona nasıl yollarsa, şehir reisinin de ilk önce vücut bulması lâzım gelir ki [bizzat] şehrin ve şehir cüzülerinin teşekkülüne sebep olsun (…) Hâkim uzva yakın olan uzuvların gördükleri tabiî fiiller reisin gayelerine hizmet etmekle şereflenirse o uzuvlardan aşağıdaki uzuvların gördükleri tabiî fiiller, mertebece daha yüksek olan uzuvların mertebelerine nasıl erişemezlerse ve böylece her şey derece derece alçalarak en bayağı işleri gören uzuvlara varılırsa, şehir reisine derece bakımından en yakın olan cüzülerin gördükleri iradî hizmetler de mertebece en şerefli işler olup, onlardan aşağı olan uzuvların gördükleri işler ikinci planda kalır (…) İşlerin bayağılığı, mesane ve bağırsakta olduğu gibi bazen pek faydalı olmalarına rağmen konularının bayağılığı ile ölçülür (…) şehir de böyledir; cüzüleri birbirleriyle bağdaşmış ve birbirlerine intizamla bağlanmış olan her bölüm de böyledir” (Farabi, 1990: 82-83). Farabi’nin reis ve ailelerden oluşan toplum arasında kurduğu analojinin kusuru, reisin (kalb) vücutla birlikte yaratıldığı hakikatine eğilmemesidir. İnsan varlığı kalpten tekâmül etmemekte, kalp, “döllenmiş yumurta” içinde varlık kazanmaktadır. Bu durumda reis ile ona tabi olacak halkın birlikte yaratıldığından bahsedilebilecektir. Farabi’nin düşüncesini bu yaklaşımla tashih ettiğimiz takdirde Kâtip Çelebi’nin “daire-i adalet” teorisi ile “erkân-ı Erbaa” düşüncesi arasında kurduğu irtibatla akraba bir zemine basmış olabiliriz. Farabi, organizmacı yaklaşımla ideal şehir tasavvurunu “fazıl şehirsağlıklı beden” analojisiyle izah etmektedir. Kalp merkezde olmak üzere; her organ kalbe göre hiyerarşik bir yapılanma içinde iken, şehrin birimleri de reis merkezde olmak üzere hiyerarşik bir yapılanma içinde kendi vazifesini yerine getirir. Kanaatimce bu modelde “kuvvetler birliği” ilkesi geçerlidir. Organlar arasında ast-üst düzenine dayalı hiyerarşik düzen fazıl (hâkim) reisin komutasına göre davranır. Reise bağlanmış organların oluşturduğu devlet idaresinde de emir almak şartıyla işbölümü ilkesi hâkimdir. Farabi’nin “insan bedeni-şehir sistemi” ile sistemleştirdiği organizmacı görüşün Kâtip Çelebi’de “insan uzvu” ile değil insanın uzuvlarını oluşturan salya-safralarla yani anasır-ı Erbaa ile ele alındığını ve mesleklerin bu safralara karşılık düşünüldüğünü, bunların birbirleriyle yardımlaşmaları ve birbirlerine ihtiyaçlarının karşılanmasının da “Adalet” olarak kabul edildiğini görüyoruz. Bu noktada toplumun “yukardan aşağıya” mı kurulduğu, yoksa “aşağıdan yukarı” mı inşa edildiği hususu birbirine karışmaktadır. Bu karmaşa ancak “daire-i adalet” fikri ile düzene kavuşur. Daire-i adalet fikrinde piramidal bir toplum (leviathan) kurgusu bulunmadığından ast-üst hiyerarşisi ortaya çıkmayacaktır. Daire-i adalet fikri de devr-i daim’i esas aldığından Farabi’nin “kalb” metaforu ile benzeşmektedir. Kâtip Çelebi’nin toplumu “anasır-ı Erbaa” kavramıyla açıklayarak Farabi’den farklı bir yaklaşımla “organizmacı” düşünce içinde yer aldığını söylemek mümkündür. Farabi ile Kâtip Çelebi’nin düşüncelerinin telif edilmesi Türk siyaset felsefesine ışık tutacaktır. Kâtip Çelebi’nin Düstûru Kâtip Çelebi’nin “Düstûru’l amel li Islâhi’l halel” adlı risalesinde insan ile toplum arasında analoji kurarak geliştirilmiş “organizmacı” siyasi tasavvur, “anasır-ı erbaa” (Dört unsur) ve “ahlât-ı Erbaa (dört sıvı, dört hılt, dört halt)” gibi iki ayrı kavramla “dörtlü izah” şeklini esas alır ve sistematik bir şekilde kullanır. Ahlât-ı Erbaa, “kan, balgam, safra ve sevda”dan oluşur. Buna seyyâlât-ı erbaa (dört akışkanlar) denildiği de vakidir. Her bir sıvı, insan vücudunda uzvi vazifeler görmektedir. Vazifelerini yaptıkları müddetçe kişinin mizacı dengelenip sağlıklı hali sürer. Bu sıvılardan birinin diğeri üzerine galip gelmesi halinde maraz-hastalık (emraz-ı cismaniye) baş gösterir. Günümüzde “dört unsur teorisi”ne Batı’da gelişen atom teorisi ve elementler tablosu nedeniyle itibar edilmemektedir. Tartışma Allah’ın kâinatı hangi maddeden (arkhe) yarattığı sorusundan çıkmakta ve toplum felsefesi, tarih felsefesi, siyaset felsefesi gibi bilgi disiplinlerine de sirayet etmektedir. Kâinatın ilk maddesi hakkında Thales’le başlayan tartışma Pythagoras’la sistemli hale getirilmiş ve “dört unsur - dört ahlât (humor)” teorisi ile ilk maddenin ateş, hava, toprak ve su denen dört element olduğu kabul edilmiştir. Hipokrat, Pythagoras’ın teorisini insan vücuduna tatbik etmiştir. Buna göre tüm vücut sıvıları, kan (sıcak ve nemli), balgam (soğuk ve nemli), sarı safra (sıcak ve kuru), kara safranın (soğuk ve kuru) farklı oranlarda karışımından oluşmuştur. Bu salgılar dengedeyse, beden sağlıklıdır (Köse, 2016: 64). Kâtip Çelebi’ye göre insan bedeninde “dört hılt, anasır-ı Erbaa” olduğu gibi toplumsal hayatta da dört sınıf (erkân-ı Erbaa) bulunur. Toplumdaki dört sınıf da yaradılış gereği birlikte yaşamak zorunda olduğundan, bünyenin bozulmaması için bunların birbiriyle uyumlu ve dengede olması gerekir. Eğer miktar ve nitelik bakımından biri fenalık göstererek vücudun dengesini bozar ve diğerlerine üstün gelirse, onun hakkında ihrâc ve teskîn ile tedbir tedârük lâzım gelir (Kâtip Çelebi, 2016: 141). Anasır-ı Erbaa-Dört hılt Mizaç Sınıflar sarı safra sıcak ve kuru ateş kuraklık safra tüccar kan sıcak ve nemli hava sıcaklık dem ulema kara safra soğuk ve kuru toprak soğukluk sevda reâyâ balgam soğuk ve nemli su yaşlık balgam asker Demek ki ideal ve ahlâkî bir toplum, erkân-ı Erbaa sınıflarının (ûlema, asker, tüccar, halk) denge düzeyidir. Kâtip Çelebi, halkın faaliyeti ile mide mesabesinde olan hazineyi ilişkilendirir: “Mide mesabesinde olan hazineye, gıda mesabesinde olan mal [para] gelmeyerek boş kaldığında, halk malı mideye dökerek her daim hazineyi boş bırakmamak üzere tedarikte olurlar. Ama onlar mahvedilmiş ve gücenmiş olarak iş ve kazançtan geri kaldıklarında, bu tedbir mümkün olmaz. 76 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Bu sebepten geçmişteki sultanlar, halkı zalimlerden koruyarak, himaye ve adaletle onların gönüllerini hoş tutmaya çok ehemmiyet verirlerdi” (Kâtip Çelebi, 2016: 113). O halde toplumun sağlığı için dengeleri korumamız kaçınılmazdır. Kâtip Çelebi, “Hâsılı kıvam-ı beden nîce ahlâtın ve erkânın ve kuvvâ ile bâkî ise, kıvâm-ı devlet dahi bu esnaf-ı Erbaa ve ayân iledir. Ve sıhhat-i beden nîce ahlâtın itidâline mevküf ise, nizâm-ı cemiyet dahi bu esnafın itidâline menûtdur (…) Kesr ü inkisar bir mertebe hadden efzûn olmaya ki, arz-ı mizâcdan çıkmağla sıhhate halel gelmeye” (Kâtip Çelebi, 2016: 145) demektedir. Yani: “Bedenin sağlığı, bu unsurlar ve kuvvetler ile nasıl devamlı olursa, devletin sağlamlığı da bu dört sınıf ve önde gelen devlet erkânıyladır. Bedenin sıhhati nasıl söz konusu unsurların dengesine muhtaç ise, toplumun düzeni de bunların dengesine bağlıdır (…) Noksanlık ve fazlalık (olsa da-LB) bir dereceyi aşmamalı ki, mizaç hududundan çıkarak sıhhate zarar vermesin” (Kâtip Çelebi, 2016: 117). Dört sınıf teorisi nedeniyle kırların boşalması, şehirlerin büyümesi kabul edilmez. “Anasır-ı Erbaa” ile açıkladığı toplumsal zümreler arası bu tür geçişler aylaklar, dilenciler, dolandırıcılar, tefeciler, fahişeler, spekülasyoncular için zemin hazırlayacak ve askerî gelirlerin kaynağı olan tarımın çökmesine sebebiyet verecektir. “Merhum Sultan Süleyman Han, İstanbul şehrinin tamamen mamur olmasını arzu edip, Osmanlı ülkesinde bulunan kasaba ve köylerden herhangi birini yerinden kaldırıp buraya getirmeyi ve halktan hiç kimsenin tarlasını ekip biçmekten geri kalarak, gelip şehre yerleşmesini uygun görmedi” (Kâtip Çelebi, 2016: 113). Kâtip Çelebi, dört sınıf dışında bir sınıfın ortaya çıkmasını toplumun adaletten sapması saymaktaydı. Müellifin kır nüfusunu ve üretim biçimini korumaya dönük yaklaşımı, kentlerin büyümesine itirazı ufuk açıcıdır. Kâtip Çelebi’nin toplumunda “ûlema-asker-tüccar-halk” şeklinde zikredilen sınıflar “Yönetilen”in içindedir ve Osmanlı toplum düzenine ait bir yapıdan gelmektedir. Kâtip Çelebi şöyle diyor: “Çün nefs-i nâtıka Sultan ve kuvvet-i âkıla Vezir, müdrike Müfti ve ahlât-ı Erbaa esnaf makâmında olduğu zikr olunmuştu” (Kâtip Çelebi, 2016: 151). Bir başka yerde de “Erkân-ı Erbaa, ulemâ ve asker ve tüccar ve reâya”dır (Kâtip Çelebi, 2016: 140) dediği hatırlanırsa Kâtip Çelebi toplumu yöneten ve yönetilen olarak ayırdı ve askeri de yönetilen içinde değerlendirdi. Yöneten Yönetilen Nefs-i Nâtıka Sultan Kuvve-i Âkıla Vezir Kuvve-i Müdrike Müfti Sair Esnaf Ulemâ-AskerTüccar-Reâya Kâtip Çelebi ûlemayı kan’a benzetti ve kan ile kalp arasın- da da bir bağ kurdu. Böylece beden, kan ile hayat bulup faydalandığı gibi, bedenin uzuvları mesabesinde olan halk da, ûlemanın ilminden istifade ederler, dedi. Farabi’de de “Reis”, kalb’e benzetildi ve felsefe-hikmet-hüküm sahibi biri olarak nitelendirildi. Her iki müellifte de kalb metaforunun ahkâm-hüküm-kanun-adalet fıkhı ile irtibatlandırılması dikkat çekicidir. “Dört unsur çoğalmak ve azalmak suretiyle birbirinden faydalanırsa kişinin bünyesi sıhhat bulur” fikrinde olan Kâtip Çelebi, toplumsal zümrelerin piramidal değil, dairevî bir yapı içinde konumlanmasına işaret etmektedir. Müfti ise, anlama gücü, yargılama, entelekt varlıktır. Kâtip Çelebi, “Evvela halk, sultanlara ve beylere Allah’ın emanetidir” (Kâtip Çelebi, 2016: 111); “Evvelâ reâyâ (vergi veren-LB) vü berâya (ilmiye, kalemiye, seyfiye-LB), selâtîn ve ümerâya vedî’a-ı ilâhiye olduğundan” (Kâtip Çelebi, 2016: 139) demekle halkı yöneticilere emanet etti. Toplumu aileden başlatmadığını ya da Osmanlı toplum düzeni ve kanun külliyatı nedeniyle buna temas etmediği söylenebilir. Kâtip Çelebi’nin yöneticisi “rical”dir. Rical, yüksek makamlardaki devlet adamları demektir: “Yöneticisiz devlet olmaz, parasız yönetici olmaz, halksız para olmaz, adâletsiz halk olmaz” (Kâtip Çelebi, 2016: 111). Bu teori (ki adalet dairesidir) şöyle ifade edildi: “Lâ mülke illâ bi’r ricâl ve lâ ricâle illâ bî’l mâl ve lâ mâle illâ bî’r râiyyet [ve lâ raiyyete illâ bî’l adl]” (Kâtip Çelebi, 2016: 139). Görüleceği üzere Kâtip Çelebi “yöneten” ile halk arasında ilişki kurdu ve toplumu tarım toplumu nazarından temellendirdi. Organizmacı bir toplum tasavvuru geliştirerek toplum-insan bedeni analojisi kurdu. Farabi’den farklı olarak yöneten-berâya-reâya arasındaki ilişkileri her tabakanın başka bir tabakanın faaliyetine muhtaçlığı şeklinde temellendirdi. Farabi’de reis (kalb) ile diğer uzuvlar arasındaki ilişki güneş sistemindeki çekim-cazibe kanunu ima eder. Kâtip Çelebi ise reisi öne çıkarmaz. Yönetilen bedenin denge durumunu gözeten bir Yöneten zümreyi temellendirir. Bu kurguda aklı vezir temsil eder (kuvvet-i âkıla: Vezir). Sultan ise “şuurlu bir varlık” yani “nefsi nâtık” sayılmıştır: “Heyet-i içtimâiyye-i beşeriye dahi erkân-ı erbaadan telif ve terkib olunup, havas ve kuvâya nazir olan ayân-ı devlet vesâteti ile zimâm-ı tedbire vetasarruf-ı nefs-i nâtıka makâmında olan sultân-ı âlîşânın keff-i kifâyetine vâbestekılınmıştır. Erkân-ı Erbaa ulemâ ve asker ve tüccâr ve reâyadır” (Kâtip Çelebi, 2016: 140). Kâtip Çelebi, İbn-i Haldun’dan da etkilenmiş ve “Tavırlar Nazariyesi”ni tarihi açıklamak için dile getirmiştir. Organizmacı modeller, toplumların canlılarda olduğu gibi, doğdukları, büyüdükleri, geliştikleri, yaşlandıkları ve öldükleri görüşünü savunmak durumunda kalmışlardır. İbn-i Haldun, Danilevsky, Spengler, Kroeber, Toynbee’nin birbirinden farklı organizmacı modeller geliştirdikleri ifade edilir. Bu teoride insanın “iftirâdî hâli” (birey) ile “içtimaî hali” (toplum) arasında ve insanın hayat süresiyle devletlerin ömrü arasında analojik bağ kurulur. Bu bağ teoriyi tarih felsefesi açısından kaçınılmaz şekilde determinizm’e ulaştırır. İbn Haldun’dan etkilendiği dile getirilen 77 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Kâtip Çelebi, kanaatimizce İbn Haldun’un “Tavırlar Nazariyesi”nden kısmen farklı bir yaklaşım getirmiştir. İbn-i Haldun, devletin (hanedanın) ortaya çıkması, gelişmesi, yükselmesi, çözülmesi konusunda beş tavır belirlemiştir. Her devlete ortalama olarak 120 – 130 yıl ömür tanımaktadır. Buna göre her devlet (veya hanedan) çeşitli tavırlardan ve döngüsel bir takım hallerden geçmektedir. İbn Haldun’un “Tavırlar Nazariyesi”ne göre toplumların hayatında beş tavır (dönem) vardır: (1) Birinci Tavır: Nesebi asabiyet, zafer ve istila dönemi; (2) İkinci Tavır: İtaat asabiyeti, istibdat dönemi; (3) Üçüncü Tavır: Ferah ve rahatlık dönemi; (4) Dördüncü Tavır: Kanaat ve sulh tavrı; (5) Beşinci Tavır: İsraf dönemi. Her toplum zorunlu olarak bu beş dönemi geçirir ve sonunda dağılır. “Düstûru’l amel li Islâhi’l halel” isimli eserde Mukaddime’deki beş tavra karşı üç tavır bulunur. Asabiyet tahlili yapılmaz. Devletlerin çökmesi için bu üç tavrı yaşaması gerekmez. Bir devlet güçlü durumdayken tedbirsizliğe yakalanan ve afete uğrayan yiğitler gibi yıkılabilir. Bu yaklaşımıyla Kâtip Çelebi determinist yaklaşımın dışında sayılmalıdır. Kâtip Çelebi bu tutumunu şöyle izah eder: “İnsanın ömr-i tabî’isi üç mertebe üzre takdîr olunur: Sinn-i nümüvv ve sinn-i vukûf ve sinn-i inhitât (…) İnsanın, devletten ibâret olan ictimâî hali dahi üç mertebe üzeredir: Zamân-ı nümüvv ve zamân- vukûf ve zamân-ı inhitât. Bu üç mertebe kezâlik tevâfüt üzredir. Ol ecilden selefde bazı cemiyetler çok geçmeyüp zamân-ı inhitâta vardı. Ve nicesi âfete uğrayan yiğitler gibi, sû-i tedbîr âfeti ile zamân-ı vukûfda gitdi. Ve bazısı dahi bu Devlet-i Aliyye gibi kavîyyü’l-bünyân ve râsihü’l-erkân olmağla imtidâd bulup, zamân-ı vukûfu geç geçdi” (Kâtip Çelebi, 2016: 137-138). Bu alıntının Enver Köse tarafından sadeleştirilmiş hali şöyledir: “İnsanın devletten ibaret olan toplumsal hali üç mertebe üzerinedir. Büyüme zamanı, duraklama zamanı ve çökme zamanı. Bu üç derece birbirinden farklı şekildedir. Bundan dolayı geçmişteki toplumlar, çok geçmeden çöküş zamanına girdiler. Bazısı da âfete uğrayan yiğitler gibi, kötü tedbir âfeti ile daha duraklama zamanında çöküp gitti. Osmanlı ise bünyesi sağlam olduğundan hayatını devam ettirdi ve çökme zamanı gecikti” (Kâtip Çelebi, 2016: 110). Kâtip Çelebi’nin tarih felsefesinin toplumları götürdüğü yer İbn-i Haldun’dan farklı olduğu anlaşılıyor. Buna göre toplumlar 1) İbn-i Haldun’un kuramının aksine beş tavırlı oluş-bozuluş determinizmine uğratılamaz; 2) Olgunluk çağındaki toplumlar tedbirsizlik nedeniyle çökebilir; 3) Halkın işlerini görecek tedbirleri almakla mükellef ve mahir kimseler bünyeyi düzeltecek lüzumlu tedbirleri bilip, diğer başka çarelerle hareket ederse devlet ömrü uzatılabilir. Kâtip Çelebi, Osmanlı’da bozukluğun kaynağını asker sayısının fazlalığı, gelir gider dengesinin bozulması, vergilerin artması ve köylerin boşalması gibi bir dizi yanlış uygulamaya bağlamaktadır. Kâtip Çelebi, askerin maliyetinin yükselmesini “Yönetilen” sınıfların dengesini bozan bir etken olarak görmektedir. Şöyle der: “[Bu Düstur-LB] Devletin yapısındaki bozulmaya tedbir bulmak ve asker çokluğu ve hazine azlığına çare hakkındadır (…) İmdi devletin bünyesinde ortaya çıkan bozulmanın çaresine dair birçok yol vardır (…) Hepsinden önce, halkı Hak’ka boyun eğdirecek dirayetli bir kişinin (sâhib-i seyf) bulunmasıdır” (Kâtip Çelebi, 2016: 125). Kâtip Çelebi, “askerin fazlalığı belası”nın masrafları çoğalttığı düşüncesindedir. Bu musibeti gidermenin yolu olarak da asker içinde idealleri için yaşayan bir zümreye görev yükler: “[Çarelerden] Biri de, askerin belli-başlı tecrübeli kişileri hak üzere ittifak edip, sayesinde huzur içinde yaşadıkları devleti kayırıp; asker gücü ile hıyanet ve fesat erbabının kökünü kazıyıp, geçmişte de defalarca yaptıkları gibi din ve devlete yeniden hizmet etmelidirler” (Kâtip Çelebi, 2016: 126). Bu satırlarda kılıç sahibi birinin askerî güçle hıyanet ve fesadın kökünü kazımasına meşruiyet vermektedir. Müellifin gördüğü ikinci bozukluk kaynağı makamların rüşvetle satılması ve vergilerin artmasıdır: “Bu risalenin müellifi 1045 [1635-1636] tarihine gelinceye kadar on iki sene Osmanlı ülkesinde dolaştı ve ekseri köyleri harap gördü. Acem Şahı memleketlerinden Hemedan ve Tebriz taraflarına vardığında, on beş-yirmi menzil kadar mesafede bir harap köy görmedi. Zira oraların halkı, duraklama çağının sonlarında idiler. Yirmi seneye yakın zamanda, taşraların tamamen berbat olduğuna dair haberler yayılmıştır. Bu sıkıntının bir sebebi, vergilerin birkaç kat artırılmasıdır. En büyük sebep ise, görevlerin ehline verilmesi, ehil olmayan ve gaddar kişilerin hakkından gelinmesi lâzım iken, bütün makamlar yüksek fiyatlar ile satılıp; satın alan mel’un kişiler, ödedikleri parayı fazlasıyla tahsil etmek üzere acele ederlerken, zaruret bahanesiyle başka birine satılıp daha fazla zulmedilmesidir. Fakir halk iki kat arttırılan vergilerin altından kalkamazken (…) âlemin harap olduğuna şüphe yoktur (…) akılca ve dinen zararlı ve kötülenmiş bu huy, hâlâ devlet işlerini gördürmeye vesile oluyor (…) Bu iğrenç iş, Müslüman olmayan hükümdarlar arasında bile yasaklanmış ve ayıplanmıştır. Zira rüşvet, hakkın ortadan kalkmasına ve bâtılın hükmünü yürütmesine sebep olduğundan, adil bir kanuna ve ölçülü bir akla da aykırıdır” (Kâtip Çelebi, 2016: 114). Kâtip Çelebi, çözüm olarak 1) Halktan vergi tahsiline imkân olmadığından Padişah’ın bir yıllık geliri ne yolla olursa olsun tedarik etmesini önerir. Hazinede bir yıllık gelirin bulunması, kalbe kuvvet verir, bu durum her işe sermaye olur, der (2016: 127); 2) Askerin fazlalığı için askerin sayısını düşürmeyi önermez. Çünkü Kanuni Süleyman Han zamanında askerin sayısı azaltılmış olduğu halde çok zaman geçmeden tekrar eski seviyesini bulmuştur (2016: 118); 3) Askerin fazlalığı belâsı, tasarruf hususunda tedbir alınarak ortadan kaldırılmalıdır (2016: 127); 4) İsraf bir miktar azaltıldıktan sonra hazinenin direği olan birkaç kalemde, işten anlayan dindar ve günahlardan sakınan kişiler istihdam edilmelidir. Bu tedbirlerle, giderlerin çokluğu belâsı ortadan kalkar; 5) Halkın zayıflığına çare 78 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük de halkın üzerindeki vergilerden bazısı azaltılıp, memuriyete tayinlerden vergi alınmamakla sağlanır. Tecrübeli kişiler vazifede uzun süre tutulup, halka zulmedenin hakkından gelinmesiyle halk kuvvet bulur; 6) Padişah’ın saltanatı kuvvet ve saadettedir. Vekilleri din ve devlete hizmet için ittifak etmeli ve şeriatı kendilerine ölçü ve rehber edinmelidir (2016: 127). Kâtip Çelebi’nin çözüm önerileri elli yıllık-yüz yıllık geleceği hedeflememekte görünmektedir. Askerî tarım-üretim biçimi olan tımarın Osmanlı devletinin denge düzenini kurduğu hususu da göz ardı edilmiştir. Tımarlı sipahinin yerine gelen Yeniçeri, devlet bütçesinde meydana gelen açığın baş sebebini oluşturmaktadır. Yeniçerilik, Tımarlı askerin çözülmesinin ardından giderek güçlenmiş ve Osmanlı “Denge Düzeni”ne ilişkin bir teorik temelden yükselmemiştir. Kâtip Çelebi de “Devlet yöneticileri hak üzere birleşmeli, lüzumsuz harcamaları azaltmak için asker (zor) kullanılmalı” teklifi yaparak kendi teorisiyle çelişiyor görünmektedir. Eser 1653 yılında Celali isyanları ardından gelen siyasal koşullarda yazılmıştır. Kuyucu Murat Paşa’nın 1607-1608 yılları arasında Celali isyanlarını bahane ederek Anadolu’da kanlı bir kıyım gerçekleştirmesi (100 bin dolayında sipahi-leventin öldürüldüğü ifade edilir) Anadolu’daki üretim biçimini değiştirmiştir. Diğer taraftan Osmanlı savaş ideolojisi ile iktisat modelinin tıkanma yaşadığından da söz edilmelidir. Osmanlı duraklama dönemi Sokullu Mehmet Paşa’nın vefatıyla başlatılmaktadır (1579). Oysa Osmanlı “Denge Düzeni”nin Celali isyanlarının başladığı 1519 yılından itibaren bozulduğundan söz edilmelidir. Osmanlı’nın Denge Düzeni’ni bozan politikaları neticesinde kurucu tebaasını (İran’a göç etmesi nedeniyle) kaybettiği ve 1501’de Safevî Devleti’nin kurulmasına dolaylı şekilde sebebiyet verdiği de söylenebilecektir. Safevîlik Osmanlı’nın “yükselme devri” denilen döneminde iki Türkmen devletin birbirleriyle savaşmasına yol açmıştır. Osmanlı’nın Horasan-Orta Asya üzerinden gelen nüfus kaynaklarını da yitirdiği, asabiyet gücünü kaybettiği yahut İran-Safevîlik siyasal sahasına devrettiği açıktır. Bu dinamik Osmanlı’nın doğusunda güçlü bir devletle uğraşmak zorunda kalmasını gerektirmiştir. Diğer taraftan Batı’nın 1492 coğrafi keşifleriyle ve İspanya’da Müslüman-Yahudi katliamıyla iktisadî ve kültürel yeni bir paradigmayla Osmanlı karşısına çıktığı görülmektedir. Avrupa kıtasının Avrupalılaştırılması, Batı dışı dünyanın Batılılaştırılmasıyla birlikte yürütülmüştür. Osmanlı, Batı’daki bu değişim karşısında artık tımar sistemini genişletebileceği coğrafyanın sınırlarına gelmiştir. Osmanlı’nın Basra Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’na açılma fırsatını ise denizcilerini seferber edememesi nedeniyle kaybettiği söylenebilir. Piri Reis’in Hürmüz meselesi nedeniyle idam edilmesi (1554) Osmanlı’yı Akdeniz’e sıkıştırırken Batılı devletler Amerika, Afrika ve Hindistan’a ulaşmıştır. Osmanlı, Denge Düzeni-Mizan Siyaseti’ni Avrupa’daki gelişmeler karşısında güncelleyememiştir. Son Söz - Farabi ve Kâtip Çelebi’nin Açtığı Ufuk Farabi ve Kâtip Çelebi’nin incelemeye çalıştığımız eserlerinden de anlaşılacağı üzere müellifler iki farklı organizmacı mo- delin savunucusudur. Her iki modelde de “Adalet”, bir “Hak Teorisi” olarak değil bir içtimaî-siyasî-ahlâkî inşa düşüncesi üzerinde yükselmektedir. Bu noktada İslâm dünyasında “Adalet” tasavvurunun Batılı “Hak” teorisine göre biçimlenmesinin bir sapma olduğuna da kısaca değinme gereği bulunmaktadır. İslâm dünyasında günümüzdeki adalet arayışları bildiride vurgulamaya çalıştığımız “siyaset (tedbiru’l müdün)” ve içtimaî ahlâk “ev yönetimi (tedbiru’l menzil)” fikrine dayanmamaktadır. Oysa Hz. Peygamber (asv)’in Mekke’den Medine’ye hicretiyle ortaya koyduğu ahlâk (ki bu Farabici yaklaşımla siyaset demektir) “ev” ve “şehir” kurmayı zaruri görmektedir. Hz. Peygamber (asv) bu gayeyi gerçekleştirmek için Mekke’de bugün bazı İslâmcı âlim ve aydınların ileri sürdükleri gibi “meşru direniş hakkı” gibi kavramla hareket etmemiştir. Nitekim Hz. Musa (as) da Mısır’a vahyi anlatmak için gönderildiğinde temel hareket noktası Mısır’ın o günkü Müslümanlarını “isyan hakkı” kapsamında örgütlemekle vazifeli değildir. Hz. Musa (as)’nın Mısır’da ev-beyt inşa etmek ve “kent-karye içinde Medine” inşa etmek şeklinde ifade edilebilecek bir metodu yürüttüğünü (likavmikumâ bimisra buyûten: 10 Yunus 87) görmekteyiz. Dünya Müslümanlarının günümüz teori ve pratiğinde “Adalet” tasavvurunun gelenekten koptuğu söylenebilecektir. Geleneği, vahyin gösterdiği örnek (Hz. Musa), sünnetin ortaya koyduğu metod (Hz. Peygamber), filozof-hâkim kişilerin aklî cehdleriyle erişmeye çalıştıkları hikmet (Farabi-Tûsî vd) anlamında ele almakta ve içeriğinin ev-medine kavramından hareketle doldurulması gerektiğini düşünmekteyiz. Müslümanlar beyt-ev-şehir tasavvuru ile ulaşılan “Medine” kavramının tahakkukunu sağlayacak mekânı (adalet yurdu) inşa ederek tarihe çıkmışlardır. Bu mekânda Hz. Âdem (as)’den gelen mesleklerin bilgisinin yeniden nasıl kazanılacağı ve toplumun bu mesleklere göre kurgulanacağı bir model olarak ortaya konulmuştur. Farabi’nin gösterdiği gibi ev-hane, mahalle, şehir varlık kazanmadan toplumsal ahlâk-erdem-fazilet ortaya çıkmayacaktır. İslâm dünyasında klasik felsefenin ihmal edilmesi siyasi tasavvurun sapmaya uğramasına sebebiyet vermektedir. Bu yeni tasavvur iktidarlarla mücadele fikrini baskın kılmakta ve iktidarlara İslâmî hükümlere riayet etmediği iddiasıyla isyan etme teorilerinin gelişmesine yol açmaktadır. Hz. Musa’nın örnekliği mutlaka dile getirilmelidir. Bilindiği üzere Hz. Musa (as) İsrail oğullarını soykırıma uğratan Mısır yönetiminin bebek katlinden ilahi bir yardımla kurtularak saraya yerleştirilmiş biridir. Kendisinin ve kavminin uğradığı mağduriyetler nedeniyle Firavun ve sistemiyle mücadelesinin silahlı ve “devrimci” metotlarla yürütülmesi için gerekli şartlar içinde bulunmaktadır. Musa (as) kavmi üzerinde soykırım siyaseti yürüten, kimlik reddiyle emek sömürüsünü birlikte pratiğe geçiren, ulûhiyette ilahlık taslayan Firavun’a etnik ya da teolojik söylemlerle beslenen şiddeti meşrulaştıran bir kalkışma / isyan fikri geliştirmemiştir. Tam tersine Musa’nın Firavunla paradigmasını tartıştığı, “yumuşak söz söylediği” (Kavl-i leyyin – 20 Tâhâ 44), İslâmî siyaset ve adalet davasını ev-hane-beyt inşa ederek yürüttüğü söylenebilecektir. 79 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Müslümanların günümüzde bu hikmeti kaybettiği ifade edilmelidir. Bu hikmetin kaybedilmesi, siyasetin zemininin ve dolayısıyla ahlâkî eylemin, nihayet tarihsel şehirlerimizin kaybedilmesi anlamına da gelmektedir. Bugün emperyalizm Müslümanların ev-hane-meslek-şehir yapıları üzerinde dolaşan fillere benzemekte ve tarihimizi yıkmaktadır. Bu yıkımı meşrulaştıran şey nebevî metottan kopuşun çağırdığı şiddet akidesidir. Müslümanlar küresel hafriyat şebekelerinin yıkıcı saldırılarına maddî karşılıklar üretmek ve “hak mücadeleleri” vermekle bu yıkımı ancak büyütmektedirler. Nitekim Raşit el Gannuşi, Türkçeye “Laiklik ve Sivil Toplum” başlığıyla tercüme edilen “Muqarabat fi’l almaniyyeti ve’l Müctema’l Medeni” kitabında “Lider; ümmetin gözetimi altında şeriatı uygulamak, adaleti sağlamak ve ümmetin ona itaat etmesi karşılığında şûrayı tesis etmekle görevlidir” ifadesinde bulunduktan sonra “Bu mutabakatın yükümlülüklerini yerine getirmeyen devlete itaat edilmez (…) İslâmî tasavvurun hem inanç hem de otoriteye getirdiği yükümlülükler arasında, muhalefet etme hürriyeti yer almaktadır” (Gannuşi, 2010: 48) demektedir. İslâm düşüncesi aslında Raşit el Gannuşi’nin kitabında Şatıbi’den hareketle işaret ettiği üzere “beş emniyet” veya “beş zorunlu maslahat” koymuş olup (Gannuşi, 2010: 40) bir isyan-itaatsizlik ve direniş tavrı getirmemektedir. Fakat Gannuşi, “İslâm’da Özgürlük Hakkı” başlığı altında “İslâm’da özgürlük, insanın oluşumundaki temel unsurdur. Özgürlük, akıl ve iradeyle halifeliğin temelini oluşturur” (Gannuşi, 2010: 40) demekte ve Batılı hak kataloglarını kullanmaktadır. Gannuşi’nin bu kapsamda 1) İnsanlık onuru, 2) Emniyette olma, 3) Topluma aidiyet, 4) Evlenme, 5) Mülkiyet, 6) Sosyal güvence, 7) Eğitim, 8) Kamusal işlere katılma, 9) Yönetimi sorgulama, 10) Muhalefet etme, 11) Meşru olmayan yönetimi düşürme gibi “hak”laravurgu yaptığı görülmektedir (Gannuşi, 2010: 41). Kanaatimizce Gannuşi, günümüz İslâm toplumlarının yetiştirdiği önemli bir entelektüel olduğu halde Batılı paradigmanın zehrini kendi zihin çabasından uzaklaştıramamıştır. Şurası açık ki Hz. Musa (as) da, Hz. Peygamber (asv) de Gannuşi’nin hak mücadelesiyle çağlarının firavunlarının karşısına çıkmamışlardır. Her iki peygamber de ahlâk-adalet-mizan-denge düzeni mücadelesini ev-hane ve Medine (şehir) kurmaya özgülemiştir ki bu mücadeleye ahlâk ve Hz. Âdem’den gelen siyaset diyebiliriz. İslâmî adalet, mizan siyaseti-denge düzeni tasavvuru Müslümanların ev-şehir-helal kazanç/meslek-muâhatlaşmış (musâhipleşmiş) toplum kurma siyasetiyle gerçekleşebilir. Kâtip Çelebi ve Farabi, bize bunun imkânlarını sağlayacak felsefi temellerini vermektedir. Ev-hane-şehir kurarak toplum olmak ve fazıl bir riyasetle şehri (Medine) yönetmeyi sağlamak metoduyla Farabi ile buluşulacaktır. Mevcut toplumlar içinde tarihsel meslek pirlerimizle buluşarak “Denge Düzeni” kurduğumuzda ise Kâtip Çelebi ile buluşulacaktır. İki müellifin teklifinin harmanlanması da mümkün görünmektedir. Farabi ve Kâtip Çelebi’nin organizmacı düşünürler olması, iki müellifin “denge düzeni-mizan siyaseti” paradigmalarının toplum inşasını temel almasını sağlamaktadır. İki müellif de siyaseti iktidar olmanın nesnesi olarak görmemekte, Yöneten-Reis’i “şehrin sakinlerinin saadet için yardımlaşması”nı ya da “ülkedeki meslekî zümrelerden birinin diğeri üzerinde asalak olmaması”nı sağlamakla vazifelendirmektedir. “Ev inşa etmek-meslek sahibi olmak-medine/şehir/vücuda benzeyen toplum kurmak” şeklinde belirlenecek siyaset/ahlâk paradigmasına yeniden dönülmelidir. Farabi’de şehir bir mekân siyaseti değil, fazıl toplum inşasıdır. Bunun hak mücadeleleri şeklinde ortaya çıkmayacağı Hz. Musa (as)’nın kavmini Mısır’dan çıkarmasında, Hz. Peygamber (asv)’in Müslümanları Mekke’den çıkarmasında, Türkmen dervişlerin Haçlı saldırıları engellemek için Anadolu’ya yerleşmelerinde görülmektedir. Bütün bu tarihsel birikimde asıl olan coğrafyaya yayılmış “şehir=Medine” tasavvuru ortaya çıkmıştır. Geleceğin inşası da aynı ayak izlerine basarak yürümekle gerçekleşecektir. Kaynakça: - Aristo, Ekonomi, Say Yayınları, 2016 - Aşukin N.S. ve diğerleri, Politika Sözlüğü, Sosyal Yayınlar, 1979 - Bayraklı Bayraktar, Farabi’de Devlet Felsefesi, Doğuş Yayınları, 1983 - Bolay Süleyman Hayri, Akıl, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 2, 1989 - Çağrıcı Mustafa, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1989 - Ensar Köse, Giriş, Kâtip Çelebi-Düstûru’l amel li Islâhi’l halel içinde, Büyüyen Ay Yayınları, 2016 - Farabi, El Medinetü’l Fazıla, MEB Yayınları, 1990 - Farabi, Fusûlü’l Medenî- Tenbîh Alâ Sebîli’s- Sa’âde Farabi’nin İki Eseri, Haz: Hanifi Özcan, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2005 - Farabi, Es-Siyaset ul Medeniyye veya Mebâdi-ul Mevcûdât, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980 - Gannuşi Raşit, Laiklik ve Sivil Toplum, Mana Yayınları, 2010 - Kâtip Çelebi, Siyaset Nazariyesi-Düstûru’l-Amel Li Islâhi’l-Halel, Haz: Ensar Köse, Büyüyen Ay Yayınları, 2016 - Özturan Hümeyra, İslâm Ahlâk Düşüncesi Çalışmalarının Dünü ve Bugününe Dair Bir İnceleme, İslâm Ahlâk Literatürü içinde, ed. Ömer Türker-Kübra Bilgin, Nobel Yayınları, 2015 - Platon, Devlet, Remzi Kitabevi, 1988 - Tûsî Nasîrüddin, Ahlâk-ı Nâsırî, Fecr Yayınları, 2005 - Türker Ömer, Giriş, Şerhu’l Ahlâki’i Adudiyye-Seyfuddin Ahmed el Ebheri içinde, İlem Kitapları-Nobel Yayınları, 2016 80 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Yrd. Doç. Dr. Mahmut Ay İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim Üyesi Kur’an’da Savaş ve Barış “Bağlamsal Bir Okuma Denemesi” Savaş ve barış…İki zıt kavram…Biri kan ve kin, şiddet ve nefret içeriyor; diğeri ise sevgi ve saygı, huzur ve sükun… Biri, yok etmeyi amaçlıyor; diğeri var etmeyi… Tarih boyunca insanoğlunun yazgısı, bu iki olgunun çatışmasının arasında geçmiştir. Bugün de, savaş ve barış, her canlı gibi insanın en temel mücadelesi olan, hayatta kalabilmeyi etkileyen en önemli faktörlerdendir. Günümüzde savaşın, yani kan ve kinin; nefret ve şiddetin en yoğun olduğu coğrafya, maalesef Müslümanların yaşadığı topraklardadır. Bu coğrafya, bir taraftan, emperyalist küresel güçlerin doğrudan askerî işgallerine maruz kalmakta, bir taraftan da Müslüman kimliği taşıyanların “cihad” kavramını kullanarak, gerek kendi ülkelerinde, gerekse gayr-i müslim nüfusun daha yoğun olduğu yabancı ülkelerde haklı-haksız, yerli-yersiz çeşitli silahlı mücadelelerine ve mezhep eksenli şiddet eylemlerine tanıklık etmektedir. Bu durum, elbetteki tek sebeple açıklanamayacak kadar çok faktörlü ve karmaşıktır. Bu durumun sosyolojik, psikolojik ve politik tahlilini yapmak, bu çalışmamızın sınırlarını fazlasıyla aşacaktır. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, hâli hazırdaki bu manzaranın, İslâm’ın imajına ve Müslümanlara her açıdan çok büyük zararlar verdiği ve bunun da İslâm ve insanlık düşmanlarını sevindirdiği ortadadır. Hatta Müslümanların hâlihazırdaki bu görüntüsünün oluşumundaki en büyük etkenin, İslâm’ın nezih itikat ve ahlâk öğretilerinin, kendi ülkelerinde ve dünyada yayılmasını engellemek isteyen devletlerin istihbârât teşkilâtlarının sinsi ve hâin planları olduğu hususu, bu meseleleri sâlim bir idrakle inceleyen herkesin ittifak ettiği bir noktadır. Bu devletler, bir yandan kendi ülkelerinde İslamafobyayı körüklerken, bir yandan da İslamafobyanın gerekçesi olan terör örgütlerini kurmaktadırlar. Ahd-i Atîk’te Hz. Musa’ya atfedilen “Rab, cenk eridir…Kılıcımı çekeceğim, elim onları helâk edecek”1 ve Matta İncil’inde Hz. İsa’ya atfedilen “Yeryüzüne barışı yaymaya geldim sanmayın! Ben, barışı değil, ama kılıcı yaymaya geldim”2 gibi ifadeleri görmezlikten gelip, Kur’an’da belirli bir bağlam içinde inmiş olan savaşla ilgili âyetleri, bağlamından kopararak kendi emelleri doğrultusunda anlamaya ve anlatmaya çalışmaktadırlar. Fakat Müslümanların, düşmanlarının sinsice tezgahlarına kolayca gelmemeleri için, öncelikli olarak kendi dinlerini, ana kaynaklarından sağlıklı bir şekilde öğrenmeleri, eğitim ve kültür seviyelerini yükseltmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla biz, bu tebliğde İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’in savaş ve barış hakkında ne dediğini, özet bir şekilde ele almaya çalışacağız. I. Kur’an’da Savaş Kur’an’da savaşla ilgili şu dört kavram zikredilmiştir: Kıtâl, harb, nefîr ve cihâd. Burada özellikle “cihad” kavramı üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Zira bu kavram, art niyetli İslâm düşmanları tarafından çift yönlü olarak suiistimal edilmeye çalışılmaktadır. Bir yandan, “kutsal savaş (holy war) olarak tanımlanmakta ve böylece İslâm’ın, savaşı kutsallaştıran bir din olduğu imajı verilmeye çalışılmakta; bir yandan da İngiliz sömürgesi altındaki Hindistan Müslümanlarının bir takım entelektüelleri vasıtasıyla yapıldığı gibi, İslâm’da savaşmanın asla yerinin olmadığı, cihadın sadece nefsle mücâhede etmek olduğu empoze edilmeye çalışılmaktadır. Şunu çok net olarak söyleyebiliriz ki, Kur’an’da cihadın tek karşılığı savaş değildir. Ancak şartlar oluştuğunda savaşmak, cihad kavramının muhtevası dâhilindedir. O halde cihad nedir? Arapça’da “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” mânasındaki cehd kökünden türeyen cihad, Kur’ân-ı Kerîm’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir; 1 Çıkış, 15/3, 9. Ahd-i Atîk’teki şu ifadeleri de burada hatırlatmak yerinde olacaktır: “Ve Allah’In Rab, onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman; onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın” (Tesniye, 7/2). “…nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın” (Tesniye 20/16). Ahd-i Atîk’teki şiddet içerikli ifadeler için bkz. Tesniye 32/42, Yeşu 11/14-15, I. Samuel 27/9. 2 Matta, 10/34-35. Ahd-i Cedîd’deki şiddet içerikli ifadeler için bkz. Luka, 22/36, 38; Yuhanna 2/13-16. 81 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük “cihad eden” anlamındaki mücâhid ise iki âyette zikredilmiştir.3 Bu âyetlerin bir kısmında (meselâ bk. et-Tevbe 9/41, 44, 81, 86) cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad “Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir.4 Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği), bu kavram hakkında şunları söylemiştir: “Cihad ve mücâhede, üç kısımdır: 1. Görünür (zâhirî) düşmana karşı 2. Şeytana karşı 3. Nefse karşı. “Allah yolunda lâyıkıyla cihad ediniz!” “Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad ediniz!” meâlindeki âyetlerde, cihadın bu üç şekli de mevcuttur.”5 İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) ise bu üçüne “münâfıklarla cihad”ı ilâve etmiştir.6 Şu âyet-i kerîmeler, Kur’an’da cihad kavramının, sadece savaşmak anlamında kullanılmadığını göstermektedir: 1. “Kâfirlere asla itâat etme ve Kur’an ile onlara karşı büyük bir mücadele ver!”7 2. “Bizim uğrumuzda gayret gösterenleri elbette yollarımıza ileteceğiz.”8 3. “Ey peygamber! Kâfirler ve münafıklarla mücadele et ve onlara karşı sert ol!”9 Birinci âyette, kâfirlere karşı Kur’an ile cihad etmek emredilmiştir. Bunun, silahla değil, sözlü anlatımla, yani tebliğ yoluyla yapılan bir cihad olduğu açıktır. İkinci âyetteki “cihad edenler” ifadesi de, silahlı mücadele anlamında değildir. Zira bu âyetin yer aldığı Ankebût Sûresi, Mekkî’dir.10 Risâletin Mekkî döneminde, savaşma izni verilmemiştir.11 Üçüncü âyette ise, münafıklarla cihad etmek emredilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) münafıklara karşı herhangi bir silahlı mücadeleye girmediği bilinmektedir. Şayet bu âyette geçen “cihad et!” emri, savaşlı mücadele anlamında olsaydı, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu emre uyup münafıklarla savaşması gerekirdi. Halbuki o, böyle yapmamıştır. Şu halde bu âyetteki cihad kavramı, silahlı mücadele anlamında değildir.12 Öte yandan, Hz. Peygamber (s.a.v.) de pek çok hadisinde cihadın sadece silahlı mücadeleden ibaret olmadığını açıkça ifade etmiştir. Şu meâldeki hadisler buna örnek verilebilir: “Mücahid nefsiyle cihad edendir”;13 “Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder”;14 “Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin”;15 “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.”16 Ayrıca Hz. Peygamber’in, ümmetin içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolundukları şeyleri yapmayan nesiller ortaya çıkacağını haber vererek, “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir”17 demesi, savaşa çıkmakta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine annesinin ve babasının hayatta olup olmadığını sorarak hayatta olduklarını öğrenmesi üzerine, “O halde onlara hizmet yolunda -nefsinlecihad et” 18 buyurması ve Hz. Âişe’nin, “Ey Allah’ın resulü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?” diye sorması üzerine, “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır”19 şeklinde cevap vermesi, cihadın gerek kapsamını gerekse yöntemlerini göstermesi bakımından önemlidir.20 Yukarıda, risâletin Mekkî döneminde kâfirlerle savaşma izninin henüz verilmediğini ifade etmiştik. “Savaş izni ilk ne zaman ve hangi âyetle verilmiştir?” sorusunun cevabını araştırdığımızda, kaynaklarda, “Kendilerine karşı savaşılan müminlere, savaşma izni verildi. Zira onlar, zulme maruz kaldılar. Allah, onları muzaffer kılmaya elbette kâdirdir” 3 Bkz. M. F. Abdülbâkî, Mu’cem, “chd” md. 4 Bkz. Ahmet Özel, “Cihad”, DİA, VII, 527. 5 Râgıb el-İsfahânî, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnân Dâvûdî, Dâru’l-Kalem, Dımaşk 2002, s. 208. 6 Bkz. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-İbâd, thk. Muhammed Abdulkâdir Atâ, Dâru’t-Takvâ, Kahire 1999, II, 61. 7 Furkan 25/52. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 8 Ankebût 29/69. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 9 Tevbe 9/73. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 10 Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, thk. Es-Seyyid Muhammed es-Seyyid ve diğerleri, Dâru’l-Hadîs, Kahire 2002, VI, 278; Celâlüddîn es-Süyûtî, ed-Dürru’lMensûr fi’t-Tefsiri bi’l-Me’sûr, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 2001, VI, 398. 11 Bkz. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd, II, 89. 12 Bkz. Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, VI, 103. 13 Tirmizî, “Fezâilü’l-cihâd”, 2. 14 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 456. 15 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 124; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 17. 16 Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13. 17 Müslim, “Îmân”, 80. 18 Buhârî, “Cihâd”, 138; Müslim, “Birr”, 5. 19 Buhârî, “Cihâd”, 1. 20 Özel, “Cihad”, DİA, VII, 528. 82 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük meâlindeki Hac Sûresi’nin 39. âyetine21 işaret edildiğini görmekteyiz. Bazı müfessirlerin ifadesiyle, Mekkî dönemde Müslümanların kâfirlerle savaşması, yetmişten fazla âyetle engellenmiştir.22 Medine’de nâzil olan Hac Sûresi’nin 39. âyeti ile, ilk defa Müslümanlara, kendileriyle savaşanlara karşı –ortada açık bir zulüm olduğu gerekçesiyle- meşru müdâfaa hakkı tanınmıştır.23 Nüzûl döneminin tam olarak tespiti pek mümkün olmasa da, bu âyetin Medine’ye hicretten sonraki bir yıl içerisinde indiği anlaşılmaktadır. Bu ayetin, hicretten kısa bir süre sonra (birinci yılın Zilhicce ayında) nâzil olduğuna dair rivâyetler mevcuttur.24 Taberî, bu âyetin Mekke’den Medine’ye hicret ederken zulme uğrayan ve öldürülmeye çalışılan Müslüman muhâcirler hakkında indiğine dair rivâyetler de zikretmiştir.25 Akabinde gelen âyette, kendilerine meşru müdâfaa için savaşma izni verilen kimselerin, Mekke’den hicret etmek zorunda kalanlar olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’da Savaşın Meşru Gerekçeleri 1. Nefsi Müdâfaa Etmek Kur’an’da savaşın meşru kılınmasının tek gerekçesi olmasa da en önemli gerekçesi, nefsi müdâfaadır. Nitekim savaşma izninin ilk defa verildiği âyetin gerekçesi de kendilerine savaş açmış zâlim bir topluluğa karşı nefsi müdâfaa hakkıdır. Yukarıda zikrettiğimiz Hac Sûresi’nin 39. âyetine ilâve olarak şu âyet-i kerîmelerde de bu husus açık bir şekilde görülmektedir: “Sizinle savaşanlara karşı siz de savaşın; ancak sakın haddi aşmayın. Zira Allah hadlerini aşanları sevmez”,26 “Size 21 kim saldırırsa, siz de aynı miktardaki bir saldırıyla karşılık verin!”27 Râzî’nin (ö. 606/1210) de belirttiği gibi, “Sizinle savaşanlar (ellezîne yukâtilûnekum)” ifadesi, bu âyetteki savaş izninin/emrinin meşru gerekçesinin, savaşma ihtimali bulunanlara savaş açmak değil, bilfiil savaşanlara karşı müdâfaa amaçlı savaşmak olduğunu bildirmektedir.28 Meâlini zikrettiğimiz Bakara Suresi’nin 190. ayetinde geçen “haddi aşmamak” ifadesinin içine İbn Abbas (ö. 68/687-88) ve Hasan Basrî (ö. 110/728) gibi âlimlere göre şunlar girmektedir: İşkence yapmak, çocukları, kadınları ve savaşa katılmamış olan yaşlıları öldürmek, râhip ve haham gibi din adamlarını öldürmek, hayvanları telef etmek ve meşru bir sebep olmaksızın ağaçları yakmak.29 Bunlara, kendileriyle barış anlaşması yapılan kişilere saldırmak ve ansızın baskın yapmakta ilâve edilebilir. Nitekim Sahîh-i Müslim’de şöyle bir hadis rivâyet edilmiştir: “Allah yolunda gaza edin! Allah’ı inkâr eden kâfirlerle savaşın! Ancak (ganimetin taksimi hususunda) kimseyi aldatmayın, kendileriyle antlaşma yaptığınız kimselere ihânet etmeyin, organları kesmeyin, çocukları ve din adamlarını öldürmeyin!”30 Yine sahih hadislerden öğrendiğimize göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), bir gazvenin akabinde savaş meydanında bir kadının cesediyle karşılaşınca, bundan rahatsız olmuş ve kadın ve çocukların öldürülmesini yasaklamıştır.31 2. İslâm’ın Gereklerini Yerine Getirmeye Mâni Olan Baskı ve Zulmü Ortadan Kaldırmak (Din Özgürlüğünü Sağlamak) Kur’an’a göre, insanın en temel hak ve hürriyetlerinden bi- Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: (39) (40) 22 Bkz. Fahruddîn er-Râzî, , Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut 2001, VIII, 229; Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakāiku’t-Te’vîl, thk. Mervân Muhammed eş-Şaâr, Dâru’n-Nefâis, Beyrut 1996, III, 157. 23 Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, nşr. İslâm Mansûr Abdulhamîd, Dâru’l-Hadîs, Kahire 2010, VIII, 213-215; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, VIII, 229; Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, III, 157; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, V, 445. 24 Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, VIII, 212-214; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, VIII, 229. 25 Taberî, Câmiu’l-Beyân, VIII, 214-215. 26 Bakara 2/190. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 27 Bakara 2/194. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 28 Bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, II, 288. 29 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, I, 490. İslâm hukukunda, savaş esnasında yasak olan şeyler hakkında detaylı bilgi için bkz. Muhammed Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, çev. Kemal Kuşçu, Nur Yay., Ankara ts., s. 318-327. 30 Müslim, “Cihad”, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 358. Hadisin aslı şöyledir: 31 Buhârî, “Cihâd”, 148; Müslim, “Cihâd”, 8. Hadisin aslı şöyledir: 83 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük risi, din özgürlüğüdür.32 Bu özgürlüğün olmadığı durumlarda, onu elde etmek için gerekirse silahlı mücadele vermek, bu özgürlüğe sahip olmayan Müslümanların temel hakkıdır. Dolayısıyla Kur’an’da savaşın meşru gerekçelerinden biri de Müslümanların dinî vecîbelerini yerine getirmelerine mâni olan durumu ortadan kaldırmaktır. Nitekim şu meâldeki âyet-i kerîmeler, bu hususa işaret etmektedir: “Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır.”33 “Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı (fitne) ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.”34 Bu âyetlerde geçen “fitne” kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Her ne kadar pek çok müfessir, bu âyetlerde geçen “fitne” kavramını “küfür ve şirk” ile açıklamışlarsa da,35 ilgili rivâyetlerden ve bağlamdan anlaşıldığına göre bu âyetlerdeki “fitne”yi, Müslümanlara uygulanan zulüm ve baskı, dinî vecîbeleri yerine getirmenin, İslâm dininin yapılmasını talep ettiği temel görevlerin engellenmesi şeklinde anlamak daha isabetli görünmektedir. Nitekim bazı müfessirler de bu kavramı, bu şekilde yorumlamışlardır.36 Zira bu âyetin sebeb-i nüzulü, bu yorumu teyit etmektedir. Şöyle ki, hicretin altıncı yılının Zilka’de ayında Hz. Peygamber (s.a.v.), yaklaşık 1400 sahâbeyle birlikte umre yapma niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Mekkeli müşriklerin Müslümanların umre yapmalarına müsaade etmemeleri sonucunda, Müslümanlarla müşrikler arasında Hudeybiye antlaşması yapılmıştır. Bu 32 Bkz. Bakara 2/256; İnsan 76/3; Kâfirûn 109/6. 33 Bakara 2/193. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 34 Bakara 2/217. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: antlaşmaya göre, Mekkeli müşrikler, Müslümanların ertesi yıl umre yapmalarına müsaade edecektir.37 İşte bu âyet-i kerîmeler, Müslümanların hicretin yedinci yılında Hudeybiye antlaşmasının kendilerine verdiği bir hak olan umre ibadetini yerine getirmek üzere yola çıktıkları günlerde, şayet Mekkeli müşrikler bir önceki yılda olduğu gibi Müslümanların umre yapmalarına izin vermezler ve kendileriyle silahlı bir mücadeleye girerlerse, ne yapmaları gerektiği sorusuna cevap olarak nâzil olmuştur.38 Şu halde bu âyetin (Bakara Sûresi 2/193) bir öncesindeki âyetlerde geçen “Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”39 meâlindeki ifadelerde “yakalandıkları takdirde öldürülmeleri emredilen” kimseler, herhangi bir Hıristiyan, Yahudi veya müşrik değil, özel kişilerdir. Bu âyette anlatılan, aslında şudur: Şayet Mekkeli müşrikler Hudeybiye Antlaşması’nın şartlarına uymayıp Müslümanların umre yapmalarına yine engel olurlarsa, kadim bir Arap geleneği olan haram ay ve haram mekânda (Kabe ve çevresi) savaşmama geleneğini dikkate almadan onlarla savaşılması gerektiğidir. Zira eğer böyle davranırlarsa, bir önceki sene Hudeybiye Antlaşması’nda verdikleri sözden dönmüş olacaklar ve Müslümanların en temel hakları olan umre ibadetini ifâ etme hakkını onlardan esirgemiş olacaklar, böylece uzun bir zamandır yapageldikleri zulüm ve baskıyı devam ettireceklerdir. Nitekim yukarıda meâlini verdiğimiz Bakara Sûresi’nin 217. âyetinde sahâbenin, Haram aylarda savaşma yasağına rağmen, şayet Mekkeli müşrikler kendilerinin umre yapmalarına tekrar mâni olurlarsa, silahlı bir bir mücadeleye girmenin uygun olup olmayacağı sorusunu sordukları açıkça ifade edilmiştir. Netice itibariyle şunu çok açık ve net bir şekilde vurgulamak gerekir ki, Baka- 35 Örnek olarak bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, II, 179-180; Kurtubî, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, II, 351; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, I, 493. 36 Örnek olarak bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, II, 291;Muhammed Reşîd Rıza, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm eş-Şehîr bi Tefsîri’l-Menâr, Dâru’l-Marife, Beyrut 1993, II, 211; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Dâru Sahnûn, Tunus ts, II, 202; Heyet, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 2006, II, 300. 37 Hudeybiye Antlaşması hakkında detaylı bilgi için bkz. Kasım Şulul, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yay., İstanbul 2014, s. 740-747. 38 Bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, II, 287. 39 Âyet-i kerimelerin aslı şöyledir: (193) (192) 84 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük (191) ra Sûresi’nin 190-193. âyetlerinde kendileriyle savaşılmaları ve yakalandıkları yerde öldürülmeleri emredilen kimseler, bütün gayr-i müslimler değildir. Bu âyetlerin özel bir nüzûl sebebi vardır ve âyette bahsi geçen kişiler de özel bir guruptur. Bunlar da Hudeybiye Antlaşması’nın gereğini yapmayan, Müslümanların en temel hakkı olan umre ibadetini ifâ etme hakkını onlara vermeyen, yıllardır Müslümanlar üzerinde uyguladıkları zulüm ve baskıyı devam ettirmeye çalışacak olan Mekkeli müşriklerdir. mına baktığımızda, şöyle bir bilgiyle karşılaşmaktayız: Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve Müslümanların kâhir ekseriyetinin Medine’ye hicretinden sonra, bazı Müslümanlar çeşitli sebepler dolayısıyla Medine’ye hicret edemeyip Mekke’de kalmıştı. İşte bunlar, Mekkeli müşriklerden ağır bir zulüm ve baskı görüyorlardı. Hatta İbn Abbas, kendisinin, bu mazlumlardan olduğunu söylemiştir. Bu âyetler, onların bu zulümden kurtarılmaları için, onlara bu zulmü yapan zâlimlere karşı savaşmaları gerektiğini bildirmektedir.44 Tarihî tecrübe de, Müslümanların yakaladıkları her gayr-i müslimi öldürmediklerini ve dolayısıyla böyle bir anlayışı tasvip etmediklerini göstermektedir. Bu konuda bazı marjinal görüşlerin ya da bir takım siyâsî gerginliklerin sonucunda ortaya çıkan fevrî ve hissî davranışlar ve hataların varlığı, bizi Müslüman âlimlerin ve Müslüman devletlerin gayr-i müslimlerle savaş konusunda “gayr-i ahlâkî bir tavır takındıkları” şeklinde yanlış bir hüküm vermeye sevk etmemelidir.40 Nitekim pek çok âlim, Müslümanların gayr-i Müslimlerle savaşmasının en önemli hedefini, Müslümanların gayr-i müslimlerin saldırılarına karşı güvenli bir ortamda yaşama imkânına sahip olmaları şeklinde açıklamışlardır. Sözgelimi Serahsî’nin (ö. 483/1090 [?]) bir yerde, “Küfrün fitnesini ve kâfirlerin şerrini müslümanlardan defetmek için savaşılır”41 bir başka yerde de, “Cihaddan maksat Müslümanların emniyet içinde olmaları, din ve dünya işlerini yürütmeye imkân bulmalarıdır”42 demesi bunun açık delillerinden biridir. Bu âyetlerin tarihsel bağlamını dikkate aldığımızda, burada da sebepsiz yere gayr-i müslimlerle savaşmanın emredilmediğini, bahsedilen savaşı yapmayı gerektiren bir takım konjonktürel nedenlerin mevcut olduğunu görmekteyiz. 3. Zulme Uğrayanlara Yardım Etmek Kur’an’da savaşın bir diğer meşru gerekçesi, zulme maruz kalan Müslümanlara yardım etmektir. Şu meâldeki âyet-i kerimede bu husus zikredilmiştir: “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve, “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zâlim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz? İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.”43 Bu âyetin sebeb-i nüzûlüne, bir başka ifadeyle tarihsel bağla- Bu ayetteki “şeytanın dostlarına karşı savaşın!” ifadesinin, cımbızlanmak suretiyle alınarak “Bu âyette şeytanın dostlarıyla savaşmak emredilmiştir. Her kâfir, şeytanın dostudur, Dolayısıyla her kâfirle savaşmak emredilmiştir” şeklindeki bir akıl yürütmenin, “lâ takrabus-salâte” ifadesinden namaz kılmanın yasaklandığını çıkaran bir akıl yürütmeden farkı olmayacaktır. 4. Barış Anlaşmalarını Bozarak Saldırganlık Yapanları Cezalandırmak Kur’an, Müslümanlara, kiminle olursa olsun yaptıkları antlaşmalara ve kime olursa olsun verdikleri sözlere sâdık kalmalarını emretmiştir.45 Dolayısıyla kendileriyle barış antlaşması yapılan gayr-i müslim düşmanlara, yapılan antlaşmanın gereklerine göre muâmele etmek esastır. Muhammed Hamidullah’ın da belirttiği gibi, “Dinimizden olmayanlara karşı, sözümüzü tutmaya mecbur değiliz” gibi sözler Müslümanların şiarı olamaz.46 buna karşılık, kendileriyle yapılan antlaşmanın gereklerini yerine getirmeyen düşmanla savaşmaya izin verilmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da gayr-i müslimlerle savaşmanın meşru bir sebebi de, barış antlaşmalarının onlar tarafından bozulmasıdır. Şu meâldeki âyette bu durum açıklanmıştır: “Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her defasında antlaşmalarını hiç çekinmeden bozan kimselerdir. Eğer onları savaşta yakalarsan, bunlar(a vereceğin ceza) ile arkalarındakileri de dağıt ki ibret alsınlar.”47 40 Mustafa Öztürk’ün, bizce pek isabetli olmayan ve biraz da maksadını aşan ifadeleri içerecek şekilde Müslüman âlimleri ve Müslüman devletleri gayr-i müslimlerle savaş konusunda “gayr-i ahlâkî bir tavır takındıkları” ithamı için bkz. Mustafa Öztürk, “Cihad Âyetleri: Tefsir Birikimine, İslâm Geleneğine ve Günümüze Yansımaları”, İslâm Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad, KURAMER, İstanbul 2016, s. 124. 41 Bkz. Serahsî, el-Mebsût, X, 2-3, 5 (Ahmet Özel, “Cihad”, DİA, VII, 530’dan naklen). 42 Bkz. Serahsî, el-Mebsût, X, 3(Özel, “Cihad”, DİA, VII, 530’dan naklen).. 43 Nisâ 4/75-76. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: (75) (76) 44 Bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, III, 141. 45 Bkz. Bakara 2/177; Mâide 51; Tevbe 9/4; İsrâ 17/34Müminûn 23/8. 46 Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s. 421. 47 Enfâl 8/55-57. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 85 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük İbn Abbas, bu âyetlerde bahsi geçen kimselerin, Benî Kureyza Yahudileri olduğunu söylemiştir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) onlarla Medine Sözleşmesi imzalamış olmasına rağmen, onlar bu sözleşmeye riâyet etmeyerek, hem Bedir hem de Hendek savaşlarında Müslümanlara karşı müşriklerle gizlice işbirliği yapmışlardır.48 5. İslâm Devletinin Bekâsını Tehdit Eden Komşu Düşmanları Yıldırmak Her siyâsî gücün, kendisinin varlığını ve bekâsını tehdit eden düşmanlarına karşı kendisini savunma ve gerektiğinde düşmana gücünü göstermek için bazı caydırıcı ve yıldırıcı önlemler alması ve eylemlerde bulunması siyâsî bir vâkıa ve zorunluluktur. Kur’an da, Müslümanlara, kendi devletlerinin varlığını ve bekâsını tehdit edenlere karşı caydırıcı ve yıldırıcı önlemler almaları ve eylemlerde bulunmalarını meşru görmüştür. “Ey iman edenler! Kafirlerden (öncelikle) yakınınızda olanlarla savaşın ve sizde bir sertlik bulsunlar”49 meâlindeki âyet, bu durumu açıklamıştır. Bu âyetin nüzûl bağlamı hakkında şunlar söylenebilir: Vedâ haccı öncesinde bütün Arap beldeleri İslâm’ı kabul etmişti; İslâm coğrafyasına en yakın düşman toprakları Hıristiyan Araplar’ın oturduğu, Bizans hâkimiyetindeki Suriye bölgesiydi. Buraya yapılan Tebük Seferi’nde savaş cereyan etmemiş, Mûte Savaşı için bir misilleme yapılmamıştı. Dolayısıyla bu bölge, Müslümanların varlıklarını koruyabilmeleri ve İslâm’ın başka yerlerdeki insanlara tebliği açısından oldukça stratejik bir önem taşıyordu. Âyetin tarihî şartlar ışığında yorumlanması halinde, bunu o dönemde Müslümanların yakın çevrelerini güvence altına alacak bir fetih hareketini sürdürmeleri yönünde bir buyruk olarak anlamak uygun olur. Nitekim Hz. Peygamber vefatından kısa bir süre önce, Mûte Savaşı’na sebebiyet veren Kudüs-Şam arasındaki Hıristiyan Araplar’a karşı bir ordu sevk etmeye karar vermiş ve Üsâme b. Zeyd’i bu orduya kumandan tayin etmişti. Öte yandan âyetin bütün zamanlar için geçerli olmak üzere Müslümanlara yönelttiği buyruk, kendi varlıklarını tehdit eden düşmanlarla savaşmaları ve bu konuda özgüven duygularını daima koruduklarını gösteren bir azim ve kararlılık içinde olmalarıdır. Âyetin “yakınınızda bulunan” diye çevrilen kısmından hareketle düşmanlara karşı savaşma yükümlülüğünde mekân faktörünü öne çıkaran yorumlar yapılmışsa da, düşmanın (57) coğrafî faktör yanında başka yönlerden de yakın tehdit haline gelip gelmemiş olduğunun ölçü alınması gerektiği açıktır. Bu buyruğa Kur’an’ın bütünlüğü içinde bakıldığında, burada Müslümanların yakın çevrelerindeki gayri müslimlerle hep savaş içinde olmaları gerektiği gibi bir mânanın bulunmadığı, sadece düşmanlık edenlere karşı ortaya konacak tavırdan söz edildiği kolayca anlaşılır. Bu arada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, âyette ortaya konması istenen sertlik ve güç, savaş şartlarının câri olduğu durumlarda tâvizsiz ve kararlı davranma anlamındadır; normal şartlarda yürütülen insan ilişkilerinde, meselâ turizm ve ticaret gibi alanlarda Müslüman olmayanlara karşı bu buyruğun işletilmesi düşünülemez.50 6. İslâm Devletine Düşmanlık Yapan Ehl-i Kitab’ı Cizye Vermeyi Kabul Ettirene Kadar Cezalandırmak Tevbe Sûresi’nin 29. âyetinde meâlen şöyle buyurulmuştur: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslam’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın.”51 Bu âyette, Ehl-i Kitab ile cizye vermeyi kabul edinceye kadar savaşmak gerektiği açıkça bildirilmiştir. Ancak burada kendilerine karşı savaşılması gerekenler, bütün Ehl-i Kitab mıdır yoksa Müslümanlara ya doğrudan saldıran ya da saldırma ihtimali bulunan Ehl-i Kitab mıdır? sorusunu cevaplamak gerekir. Bu âyetin nâzil olduğu günlere baktığımızda şöyle bir manzara ile karşılaşmaktayız: İslâm’ın özellikle Kuzey Arabistan’daki hızlı ilerleyişinden kaygı duyan ve İslâm düşmanı Ebû Âmir gibi Hıristiyan Araplar tarafından Arabistan’ı istîlâ etmeye kışkırtılan Bizanslılar’ın Medine’ye doğru yürüyüp Müslümanları ezmek amacıyla yarımadanın sınır boylarında büyük bir kuvvet toplamakta oldukları haberi, Medine’ye zeytinyağı getirip satan Nebâtî tüccarlar tarafından Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ulaştırılmıştı. Bunun üzerine o, İslâm’ı yok etmeyi hedefleyen bu düşmana karşı sefer hazırlıklarını başlattı. Seferin yaz mevsiminin sıcak günlerine denk gelmesi, Bizans İmparatorluğu lejyonlarının dehşet verici şöhreti, münâfıkların, sefer hazırlıkları esnasında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) aleyhinde propaganda yaparak Bizans’a karşı savaş ilan etmenin bir çılgınlık ve intihar olacağını halk arasında yaymalarına sebep olmuştu.52 İşte böyle bir atmosferde nâzil olan bu âyetler, Müslümanları, kendilerini yok (56) (58) 48 Bkz. Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, V, 497. 49 Tevbe 9/123. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 50 Heyet, Kur’an Yolu, III, 75-76. 51 Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 52 Bkz. Taberi, Câmiu’l-Beyân, V, 858. 86 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük etme hazırlığı içerisinde olan Ehl-i Kitab düşmana karşı Allah yolunda cihadı teşvik etmeyi amaçlamıştır.53 Görüldüğü gibi, bu savaş emrinin de özel bir bağlamı vardır. Zira düşmanın İslâm’ı yok etmek üzere hazırlık yaptığı bilgisi gelmiş ve buna karşılık bir tedbir alma zorunluluğu hâsıl olmuştur. Dolayısıyla bu âyette Ehl-i Kitab ile savaşma emri, sürekli bir savaş emri değildir. Siyâsî ve askerî şartların, bir başka ifadeyle güvenlik ihtiyacının doğurduğu bir sonuçtur. Zaten Tebük seferi, Müslümanların askerî gücünü gösterip düşmanı caydırma amacını gerçekleştirince, maksat hâsıl olduğu için Hz. Peygamber (s.a.v.) ve İslâm ordusu herhangi bir savaş yapmadan Medine’ye geri dönmüştür. 7. Müslümanlarla Birlik İçinde Olmayıp Düşmanla İşbirliği Yapan Münâfıkları Cezalandırmak Kur’an, İslâm düşmanlarıyla birlik olup Müslümanlara saldırganlık yapan ya da yapmayı planlayan münafıklarla savaşmayı da meşru görmüştür. Aslında bu gerekçe, nefsi müdâfaaya girse de savaşılacak kimselerin özel bir kimliği (münâfıklık) olduğu için ayrı bir başlık altında ele almayı uygun gördük. Şu meâldeki âyet, bu tür münafıklarla savaşmayı meşru görmüş ve emretmiştir: “Diğer bir takım kimselerin de hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak istediklerini göreceksin. Bunlar küfre her döndürüldüklerinde ona atılırlar. Eğer bunlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini savaştan çekmezlerse, onları yakalayın ve onları nerede bulursanız öldürün. İşte bunlara karşı size apaçık bir yetki verdik.”54 Bu âyette sözü edilen kimseler, müfessirlerin ekseriyetine göre İslâm’ı kabul ettikleri halde Medine’ye hicret etmeyen ve müşriklerle Müslümanlar aleyhinde çalışan münâfıklardır. Müfessirlerin, Medine çevresinden Gatafân ve Esedoğulları’nı, Mekke’den de Abdüddâroğulları’nı örnek olarak gösterdikleri bu grup, menfaatleri böyle gerektirdiği için Medine’ye gelince müslüman oluyorlar, Mekke’ye gidince de şirke dönüp müşriklerle beraber putlara tapıyor, gerekli gördüklerinde müslümanlar aleyhine Kureyş’le iş birliği yapıyorlardı. Hz. Peygamber açıkça kâfir olmayanları, gizli din taşıyanları, müslüman görünenleri, dıştan göründükleri gibi kabul ediyor, kişinin 53 Bkz. Şulul, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, s. 932-933. 54 Nisâ 4/91. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 55 Heyet, Kur’an Yolu, II, 113. 56 Hucurât 49/9. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 57 Bkz. Taberi, Câmiu’l-Beyân, V, 824. 58 Bkz. Bakara 2/224, 228; Nisâ 4/114, 128; A’râf 7/56, 85; Hucurât 49/9. 59 Bkz. Bakara 2/220; A’râf 7/170. küfrüne açık ve objektif delil bulunmadıkça ona mümin muamelesi yapıyordu. Allah Teâlâ bunların münafık olduklarını, müslümanlıklarının samimi olmadığını bildirerek müslümanlara – insanların kalpleri bilinemeyeceği için başka türlü elde edilemeyecek olan– bir delil vermekte ve bu grubun da sulha yanaşmadıkları, müslümanlara zarar verdikleri sürece kendileriyle savaşanlar gibi mütalaa edilmesi gerektiğini bildirmektedir.55 8. Bâğîlik Yapan Müslümanları Cezalandırmak Kur’an’a göre, iki Müslüman gurup birbirleriyle savaşırsa araları düzeltilmeye çalışır. Ancak bunlardan biri, diğerine haksızlık ve taşkınlık (bağy) yaparsa, bu guruba karşı savaşılır. Burada savaşın meşru gerekçesi “bağy”dır. Şu meâldeki âyet, bu durumu açıklamıştır: “Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, âdaletli davrananları sever.”56 Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz ki, Taberî’nin (ö. 310/923) de ifade ettiği üzere57 Kur’an’da gayr-i müslimlerin her hal ve şart altında öldürülmesini emreden bir âyet yoktur. Onlarla savaşmayı emreden her bir âyetin kendine özel bir bağlamı ve o bağlamda savaşmayı haklı kılan bir gerekçesi vardır. Dolayısıyla “kâfirlerle savaşmak için, kâfirlikten başka bir sebep aramaya gerek yoktur” şeklinde görüş beyan eden bazı ilim adamlarının bu görüşleri Kur’an’a muvâfık görünmemektedir. II. Kur’an’da Barış Pek çok âyette işaret edildiği üzere Kur’an, aslında insanın “barış” içinde yaşamasını hedeflemiştir. Kur’an, Yaratıcıyla, yaratılanlarla ve nihayet kendisiyle barışık bir insan inşâ etmeyi amaçlamıştır.58 Kur’an’da müminin vasıflarından birisi, “muslih”tir.59 Muslih, “barış, huzur, düzen” anlamına gelen “sulh” kökünden türemiştir. Şu halde en genel anlamıyla muslih, “barış, huzur, düzen ve sükûnu temin etmeye çabalayan kişi” demektir. Bir âyette, karı-koca arasındaki ilişki- 87 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük den söz edilirken zikredilen “barışmak, en iyisidir” ifadesi,60 aslında Kur’an’ın genel olarak barış konusundaki yaklaşımını da ortaya koymaktadır. Nitekim şu meâldeki âyet de, Kur’an’ın, barışmak isteyenlerle barışmayı emrettiğini açıkça göstermektedir: “Eğer, barışmak isterlerse onlarla sen de barış ve Allah’a tevekkül et!”61 Metinsel bağlamdan anlaşıldığına göre bu âyet, Medine Sözleşmesi’ni ihlâl eden Yahudiler hakkında nâzil olmuştur. Barış içinde yaşamayı tavsiye eden pek çok âyet gibi bu âyetin de, “Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin”62 meâlindeki Tevbe Sûresi’nin 5. âyeti tarafından neshedildiği pek çok âlim tarafından iddia edilmiştir. Ancak Taberî, gayet isabetli bir şekilde bu bakış açısını eleştirmektedir. Ona göre her iki âyetin bağlamı ve bahsettiği kişiler farklıdır. Enfâl 8/61, Benî Kureyza hakkındadır ve cizye verip İslâm topraklarında yaşamayı kabul ettikleri takdirde onlarla barış içinde yaşamak gerektiğini bildirmektedir. Tevbe 9/5 ise Kâbe’deki ve çevresindeki putlara tapan Araplarla alâkalıdır. Biri, diğerinin hükmünü geçersiz kılmamaktadır. Bilakis her biri, hakkında nâzil olduğu konuda muhkemdir. Dolayısıyla nesh yoktur.63 Taberî, bu âyetin, Tevbe 9/5 tarafından neshedildiği görüşünü savunanlar hakkında, gayet isabetli olarak şu ifadeyi kullanmıştır: “Katâde ve diğerlerinin, bu âyetin Tevbe 9/5’teki âyet ile neshedildiğini söylemeleri, ne Kitab’ın, ne Sünnet’in, ne de fıtrî aklın delâlet ettiği bir şeydir.”64 Mâlikî fukahâsının önde gelenlerinden Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin (ö. 543/1148) ve Hanefî fukahâsının önde gelenlerinden Cessâs’ın (ö. 370/981) dile getirdikleri görüş de bu minvaldedir. Onlara göre, nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir. Âyetlerin devamlı olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. 60 Nisâ 4/128. 61 Enfâl 8/61. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 62 Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 63 Bkz. Taberi, Câmiu’l-Beyân, V, 768. Savaş ve barış müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dinin amaçlarına bağlıdır. Buna göre savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabul ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. Nitekim Peygamberimiz de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır; kezâ Mekke müşrikleriyle Hudeybiye Antlaşması’nı yapmış, karşı tarafın antlaşmayı bozarak – müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan– Huzâa kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Yine, Necran hıristiyanlarıyla barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar Ehl-i kitaba ya İslâm ya cizye, yarımada müşriklerine ise, –yalnız onlarla sınırlı olmak üzere– “ya İslâm ya bölgeyi terk veya ölüm” teklif etmişlerdir.65 Rivâyetlerden, Mekke’nin fethine yakın bir zamanda indiği anlaşılan66 Mümtehine Sûresi’nin 7-9. âyetlerinde de, bu âyetlerde zikredilen şartlar gerçekleşmedikçe gayr-i Müslimlerle savaşmaya gerek olmadığı açıklanmıştır. Bu âyetlerin, Müslümanların Mekke’nin fethine, yani kendilerine yıllarca zulmeden ve kendilerini yurtlarından çıkaran Mekkeli müşriklere karşı intikam duygularının güçlenme ihtimalinin yüksek olduğu günlerde nâzil olması oldukça anlamlıdır. Zira bu âyetlerde, her müşriğin ve her kâfirin zâlim olmadığı, zâlim olmayanlarla iyi geçinip onlara âdil davranmak, barış ve huzur ortamını tesis etmekte hiçbir beis olmadığı ifade edilmiştir. Âyetlerin meâli şu şekildedir: “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever. Allah ancak, din konusunda sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanlarla dostluk kurmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte bunlar kendilerine yazık etmişlerdir.”67 64 Taberi, Câmiu’l-Beyân, V, 768. Taberî, benzer şekilde pek çok müfessirin Mümtehine 60/4. âyetinin Tevbe 9/5. âyet ile neshedildiği görüşünü de eleştirmiş, her iki âyetin de kendisine özel bir bağlamı olduğunu belirtmiş ve kendi bağlamı çerçevesinde muhkem olduğunu söylemiştir. (Bkz. Taberi, Câmiu’l-Beyân, X, 183). 65 Heyet, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 2006, II, 704. 66 Bkz. Taberi, Câmiu’l-Beyân, X, 768-769; Süyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, VIII, 118-121. Mevdûdî, Mümtehine Sûresi’ndeki âyetlerin sebeb-i nüzulü hakkındaki rivâyetler ışığında, bu surenin nüzûl zamanını şöyle tespit etmiştir: “Sure içinde zikredilen iki hadisenin zamanlarını bildiğimizden dolayı, surenin de nüzul zamanını tesbit edebiliyoruz. İlk hadise, Hatib bin Ebi Belta’nın Mekke’nin fethinden önce Kureyş’in ileri gelenlerine, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Mekke’ye saldırı niyetini haber vermeye çalışmasıdır. İkincisi ise, Müslüman kadınların Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, hicret edip, Medine’ye gelmeleriyle birlikte, “Antlaşma gereğince iade edilen Müslüman erkekler gibi, kadınlar da kâfirlere iade edilecek mi, edilmeyecek mi?” şeklinde ortaya çıkan sorundur. Bu iki hadiseden, surenin Hudeybiye Antlaşması ile Mekke’nin fethi arasında nazil olduğu kesinlikle anlaşılmaktadır.” (Ebu’l-A’lâ Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri, İnsan Yay., İstanbul ts, VI, 231). 67 Âyet-i kerimelerin aslı şöyledir: 88 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylar dolayısıyla bazı daraltıcı yorumlar yapılmış olmakla beraber, –8. âyetin tefsiri sırasında Taberî’nin belirttiği üzere– 68 burada verilmek istenen mesaj belirli olaylarla sınırlı değildir, âyette yer alan olumsuz nitelikler kapsamına girmedikçe hangi dine mensup ve hangi etnik kökenden olursa olsun uluslararası toplumun bütün üyeleriyle iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkiler kurulabilir, bu hükümle ilgili nesih iddialarının da dayanağı yoktur (XXVIII, 65-66). Bu âyetlerde Kur’an’ın, uluslararası ilişkilerde hemen herkesin mâkul ve ikna edici bulacağı bir temel düstur getirdiği görülmektedir. Şöyle ki, aslolan barış halidir ve dostane ilişkilerin sağlıklı yürüyebilmesi için şu iki şarta titizlikle uyulması gerekir: a) İyi niyetli olma ve bunun ilişkilere yansıtılması, b) Bu alanda yapılacak düzenleme ve uygulamalarda, aynı şekilde herhangi bir ihtilâf çıkması durumunda adalet ve hakkaniyetin esas alınması. İstisnaî olan hasmâne ilişkiler içine girmenin gerekçesi ise karşı tarafın din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik savaş ilân etmesi ve ülke güvenliğini tehdit eden fiilî davranış ortaya koyması şeklinde özetlenmiştir. Dikkat edilirse Kur’an’ın bu konuda ortaya koyduğu esaslar Müslümanlara imtiyaz tanıyan veya sübjektif değerlere bağlı ilke ve kurallar olmayıp objektif niteliktedir.69 Mevdûdî’nin de belirttiği üzere, “Düşmanca bir tavır takınmayan kâfirlere adaletli davranmak elbette makuldür ama sadece onlara mı adaletli davranılacaktır? Diğer kâfirlere adaletsizce davranılabilir mi?” gibi sorular bazılarımızın zihnini karıştırabilir. Ancak ayetin siyak ve sibakından da anlaşılacağı üzere, “adalet” kavramı burada özel bir anlam içinde kullanılmıştır. Yani, “Şayet bir kimse size düşmanlık yapmıyorsa, sizin de ona karşı düşmanlık yapmamanız adaletin gereğidir. Düşmanlık yapan ile yapmayanın aynı kefeye konması adaletsizliktir. Size sırf Müslüman olduğunuz için zulmeden, ülkenizi terk etmenize neden olan ve daha sonra bile peşinizi bırakmayan kimselere gelince, onlara karşı sert bir tavır takınmak sizin hakkınızdır. Ancak size zulmetmemiş olan kâfirlerin üzerinizde hakları varsa, onlara hakkını eksiksiz ödeyin ve iyilikte bulunun. Önceki ayetlerde kâfirlerle ilişkinin kesilmesi emrediliyordu. Ancak bundan kâfirler ile her türlü münasebetin koparılması gerektiği gibi yanlış bir anlam çıkabileceğinden, bu ayetlerde onlarla ilişkiyi kesmenin sebebinin kâfir olmaları değil, müminlere zulüm ve şiddet uygulamaları olduğu tasrih edilmektedir. Bu bakımdan Müslümanlar, kendilerine karşı düşmanca bir tutum izleyen kâfirlerle, izlemeyenlerin arasını ayırmalıdırlar. Müslü- manlara bir kötülük yapmamış olan kâfirlere iyi davranmak gerekir.70 Ayrıca şu meâldeki âyet-i kerimede de barışmak isteyen düşmanla barışmanın asıl olduğu bildirilmiştir: “Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse Allah size, onların aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir.”71 Sonuç olarak şunu ifade edelim ki, yirminci asrın önemli İslâm âlimlerinden Muhammed Ebû Zehre’nin (1898-1974) de belirttiği gibi, devletlerarası münâsebetlerde İslâm’ın temel düsturu, savaşmak değil, barışmaktır.72 Değerlendirme ve Sonuç Kur’ân-ı Kerîm’i sağlıklı bir şekilde anlama ve yorumlamanın yolu, onun târihsel ve metinsel bağlamını dikkate almaktan geçer. Kur’an’da herhangi bir konuyu isabetli bir şekilde değerlendirebilmek için önce, ilgili konu hakkındaki âyetler bir araya getirilmeli, sonra da bu âyetler târihsel bağlam, yani bu âyetlerin nâzil olduğu dönemin şartları ve özellikle nüzûl sebeplerine dair rivâyetler ışığında bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Aksi takdirde, her iki bağlamı dikkate almadan yapılan yorumlar, insanları Kur’an hakkında hatalı değerlendirmeler yapmaya sevk edecektir. Dolayısıyla Kur’an’da savaş ve barış konularını özet bir şekilde ele almaya gayret ettiğimiz bu çalışmada, konuyla ilgili âyetler tarihsel ve metinsel bağlamları dikkate alınarak incelenmiştir. Kur’an’ın Medine’deki nüzûl sürecinde, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Müslümanlar, yoğun bir siyâsî ve askerî mücadelenin de içinde olmuşlardır. Zira dönemin şartları bunu gerektirmiştir. Dolayısıyla Kur’an’ın savaş ve barış konusundaki tavsiye ve emirleri, dönemin olayları ışığında değerlendirilmelidir. Nihayetinde Allah Teâlâ, örnek bir toplum ve örnek olaylar üzerinden, Müslümanların hangi şartlarda ne tür tepkiler vermeleri gerektiğini göstermiştir. Bu olayları ve âyetleri bir bütün olarak ele almalıdır. Aksi takdirde, nüzûl döneminin konjonktürüyle tamamen içli dışlı olan savaş ve barış konusunu tek bir âyet üzerinden değerlendirmek, oldukça yanıltıcı sonuçlara götürecektir. Öte yandan, Kur’an’ın Mekkî dönemde barışı tavsiye eden âyetlerinin ve Medine’nin ilk yıllarında yalnızca nefsi müdafaaya izin veren âyetlerinin tamamının, Tevbe Sûresi’nin 5. âyetiyle neshedildiğini, önceki âyetlerin artık tamamen (8) (9) 68 Bkz. Taberi, Câmiu’l-Beyân, X, 769-770. 69 Heyet, Kur’an Yolu, V, 315. 70 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, VI, 244. 71 Nisâ 4/90. Âyet-i kerimenin aslı şöyledir: 72 Bkz. Muhammed Ebû Zehre, el-Âlâkâtü’d-Devliyye fi’l-İslâm, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Beyrut 1995, s. 50-51. 89 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük işlevsiz olduğunu ve bu konuda Kur’an’ın nihâî hükmünün Tevbe Sûresi’nin 5. âyetiyle ortaya konulduğunu söylemek de isabetsiz görünmektedir. Zira siyasî konjonktür oldukça değişkendir ve ilk Müslümanlar gibi, sonraki Müslümanlar da hayatlarının değişik dönemlerinde farklı siyâsî şartlar altında yaşayabilirler. Bir başka ifadeyle, onların da risâletin Mekke dönemine benzer sıkıntılı bir ortamda yaşamaları pekâlâ mümkündür. Hayatın şartları değişken olduğuna ve Kur’an da bunu dikkate alarak hükümler vaz ettiğine göre, bu konuda inen son âyetin, nihâî ve mutlak hüküm içerdiğini, öncekilerin hükümlerinin ise tamamen ortadan kalktığını söylemek, vâkıa ile bağdaşır bir yorum olmayacaktır. Eğer bir hüküm, değiştirilemez bir şekilde mutlak ve evrensel ise, onun Kur’an’ın ilk nâzil olduğu günlerden itibaren hiç değişmemesi gerekir. Nitekim Allah’ın varlığı ve birliği, âhiretin varlığı, fakirlere, muhtaçlara ve zayıflara yardım etmenin gerekliliği gibi evrensel ve mutlak hakikatler ve hükümler, ilk inen Kur’an âyetlerinde nasıl işlenmişse, son inen âyetlerde de aynı şekilde işlenmiştir. Netice itibariyle, savaş ve barış konuusunda, tıpkı ilk Müslümanlar gibi, sonraki Müslümanlar da kendi hayatlarındaki konjonktürel duruma göre bir strateji belirleyebilmelidirler. Bu konuda, âyetlerin tarihsel bağlamları dikkate alınarak, hâlihazırdaki şartlar, Kur’an’ın nüzûl dönemindeki hangi bağlama uygun ise, o bağlamda inen âyetlerdeki hüküm ve tavsiyelerin dikkate alınması, Kur’an’ın ruhuna uygun bir yaklaşım olacaktır. Bugün İslâm dünyasında, İslâm’ın ve onun temel metni olan Kur’an’ın savaş hakkında ne dediği konusunda, birbirine zıt iki aşırı yorum dikkat çekmektedir. Bunlardan birine göre, İslâm, tarih boyunca cihadla/savaşla yayıldığı gibi, bugün de yine cihadla/savaşla yayılacaktır. Dolayısıyla her fırsatta, İslâm düşmanlarıyla savaşılmalı, onların kökü kazınmaya çalışılmalıdır. Diğerine göre ise, Kur’an’da geçen “cihad” kavramı, silahlı mücadele anlamında değil, yalnızca nefsle mücadele anlamındadır. Kur’an, asla taarruz şeklindeki bir savaşa onay vermemiştir. Yalnızca müdâfa savaşı yapılabilir. Her iki görüş de, hem Kur’an’ın iç bütünlüğü, hem de tarihsel tecrübe nazar-ı itibara alındığında oldukça isabetsizdir. Zira Kur’an, gerekli şartlar mevcut olmadığı takdirde düşmana savaş açılmasını emretmemiştir. Öte yandan, savaş izninin tek meşru gerekçesi, müdafaa değildir. Ayrıca Kur’an’daki “cihad” kavramının, yalnızca nefsle mücadele anlamına geldiğini teyit edecek hiçbir dilsel ve metinsel veri yoktur. Bilakis Kur’an pek çok âyette “can ile cihad etmekten” bahsetmektedir ki bunun “savaşmak” anlamına geldiği açıktır. Bu tür aşırı yorum ve yaklaşımların yegâne kaynağının, İslâm düşmanı Batılılar olduğunu söylemek isabetli olmasa da, onların bu tür aşırı yorumları fikren ve lojistik açıdan desteklediğini ve yaymaya çalıştığını belirtmek mümkündür. Nitekim Elmalılı Hamdi Efendi (1878-1942), Avrupalı İslâm düşmanlarının, bir taraftan İslâm’ın ilmî, edebî, hukûkî, ahlâkî ve ictimâî konulardaki üstün veçhelerini tamamen görmezden gelip İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığını iddia ederlerken, bir yandan da İslâm’ın asla savaşı emretmediğini, İslâm’da savaşın yegâne meşru gerekçesinin saldırılara karşı nefsi müdâfa olduğu düşüncesini yaymaya çalıştıklarına dikkat çekmiştir. Elmalı’nın ifadesiyle “evvelkiler, ‘Müslümanlık ne fena şey! Çünkü silah emrediyor!’ diyorlar, berikiler de “Müslümanlık ne iyi şey! Çünkü terk-i silah emrediyor!” diyorlar ve bu iki fikir, binnetice Müslümanların silahını almak maksadında birleşiyorlar.”73 Bazı art niyetli kişiler ve meseleyi etraflıca incelemeyip yüzeysel bir bakış açısıyla değerlendirenler, İslâmiyet’in asr-ı saâdetten itibaren kılıç zoruyla yayıldığını iddia etmektedirler. Halbuki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatında yaptığı gazvelerin neredeyse tamamı ya savunma amaçlıdır ya da saldırgan ve ahde riâyet etmeyen düşmanlara karşı, proaktif bir stratejik taktiğin parçasıdır. Zira saldırganlığı âdet haline getirmiş ve Müslümanların zaaflarını kollayıp fırsatı ele geçirdiği ilk anda onlara saldırmayı hedefleyen bir düşmana karşı, proaktif bir eylem olarak erken saldırı da yine bir savunma olarak değerlendirilebilir. Esasen hem asr-ı saâdetteki bazı savaşların, hem de sonraki dönemlerde Müslüman devletler tarafından gayr-i müslim devletlere açılan savaşların da aynı taktiksel mantıktan kaynaklandığını söylemek mümkündür. Şunu da ilâve edelim ki, Kur’an’ın nâzil olduğu 23 yıllık süre zarfında öldürülen düşman sayısı 216’dır. Müslümanlardan şehit olanların sayısı ise 138’dir.74 Bu da, İslâm’ın kılıçla yayılmadığının bir delilidir. Kur’an’a göre, insanlararası ve devletlerarası ilişkilerde aslolan barıştır. Kur’an’daki bir sıfatı da muslih olan Müslüman, her ilişkisinde ıslâhı, yani barışı, huzur ve sükunu temin etmeyi gaye edinmelidir. Ancak barış ve huzurun da düşmanları vardır. İşte bazen şartlar, barış ve huzuru sağlamak ve yaymak için bu kimselerle silahlı bir mücadele vermeyi gerektirebilir. Bu gibi durumlarda, Kur’an savaşmayı meşru kılmış, hatta emretmiştir. Kur’an’da, en genel anlamıyla “Allah yolunda gayret sarf etmek” demek olan cihadın kapsamında, belirli şartlar oluştuğunda Allah yolunda silahlı mücadele etmek de vardır. Kur’an’a göre, Müslümanın en önemli vasıflarından birisi, gözünü kırpmadan canını Allah yolunda feda edebilmesidir. Bu yönüyle cihad, bir Müslüman için en büyük sâlih amellerdendir ve Allah yolunda şehid olabilmek de en büyük idealdir. Bu sebepledir ki, cihad, bir kavram ve eylem olarak, tarih boyunca Müslümanların siyâsî varlıklarını devam ettirmelerinde oldukça önemli bir role sahip olmuştur. Dolayısıyla bu kavramı işlevsizleştirmek ve unutturmaya çalışmak, Müslümanların hayrına olmadığı gibi, kimsenin haddi de değildir. Ayrıca geçmişteki Müslümanların cihad kavramını suiistimal ederek onu i’lâ-i kelimetullah uğruna savaşmak olarak yorumlayıp, bu anlayışı vahşi fetih hareketlerine meşru bir 73 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 691. 74 Bkz. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, Beyan Yay., İstanbul 2012, s. 13. 90 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük dayanak olarak kullandıklarını söyleyerek,75 redd-i mirasta bulunmak ve aşağılık kompleksiyle kendi tarihine nefretle bakıp ondan utanmak, günümüz Müslüman toplumlarının sağlıklı bir kimlik inşâsı ve bekâsı açısından oldukça zararlı ve yıkıcı bir etkiye sahip olacaktır. Ancak Müslümanların cihad ile terör eylemlerini de birbiriyle kesinlikle karıştırmamaları gerekir. Masum insanların canına kast eden hiçbir terör eylemi, cihad kavramının ardına sığınarak meşrulaştırılmamalıdır. Son söz olarak şunu ifade edelim ki, Kur’an, bireysel ve toplumsal hayatta barış ve huzuru inşâ etmeyi hedeflemiştir. Ancak şartlar oluştuğunda bir takım meşru gerekçelerle savaşmak teşvik edilmiştir. Kur’an’da “sağ yanağına tokat atana sol yanağı uzatmak” şeklinde bir pasifizm yoktur. Zira bu, insan fıtratına aykırıdır. Şu halde Kur’an’a göre, barış zamanında barışın; savaş zamanında savaşın kuralları geçerlidir. Kur’an’ın öğretisi, bu konuda ütopik değil gerçekçidir. Bu sebeple Kur’an, barış zamanında barış dilini; savaş zamanında da savaş dilini kullanmıştır. Olması gereken de budur. Zira Kur’an, bir ütopya kitabı değil, hayat kitabıdır. Kaynaklar Kur’ân-ı Kerîm. Kitâb-ı Mukaddes, Kitâb-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1995. Abdulbâkî, Muhammed Fuâd, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l-Hadîs, Kahire 1988. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Çağrı Yay., İstanbul 1982. el-Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’sSahîh, Çağrı Yay., İstanbul 1992. Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, es-Sünen, Çağrı Yay., İstanbul 1992. Ebû Zehre, Muhammed, el-Âlâkâtü’d-Devliyye fi’l-İslâm, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Beyrut 1995. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul 1979. Ertürk, Ahmet (ed.), “Cihad Âyetleri: Tefsir Birikimine, İslâm Geleneğine ve Günümüze Yansımaları”, İslâm Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad, KURAMER, İstanbul 2016, s. 124. İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Dâru Sahnûn, Tunus ts. İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb ez-Züraî ed-Dımaşkī el-Hanbelî, Zâdü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-İbâd, thk. Muhammed Abdülkadir Atâ, Dâru’t-Takvâ, Kahire 1999. İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî el-Kureşî el-Busrâvî ed-Dımaşkī, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, thk. Es-Seyyid Muhammed es-Seyyid ve diğerleri, Dâru’l-Hadîs, Kahire 2002. el-Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, nşr. Hişâm Semîr elBuhârî, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut 1995. Mevdûdî, Ebu’l-A‘lâ, Tefhîmu’l-Kur’ân, çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri, İnsan Yay., İstanbul ts. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc, el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yay., İstanbul 1992. en-Nesefî, Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullāh b. Ahmed b. Mahmûd, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakāiku’t-Te’vîl, thk. Mervân Muhammed eş-Şaâr, Dâru’n-Nefâis, Beyrut 1996. Râgıb, Ebü’l-Kāsım Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal el-İsfahânî, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnân Dâvûdî, Dâru’l-Kalem, Dımaşk 2002. er-Râzî, Fahruddîn, Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut 2001. Reşîd Rızâ, Muhammed, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm eş-Şehîr bi Tefsîri’l-Menâr, Dâru’l-Marife, Beyrut 1993. es-Süyûtî, Celâlüddîn, ed-Dürru’l-Mensûr fi’t-Tefsiri bi’lMe’sûr, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut 2001. Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yay., İstanbul 2014. et-Taberî, Ebû Ca‘fer, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, nşr. İslâm Mansûr Abdulhamîd, Dâru’l-Hadîs, Kahire 2010. et-Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, es-Sünen, Çağrı Yay., İstanbul 1992. Özel, Ahmet, “Cihad”, DİA, VII, 527-531. Hamidullah, Muhammed, İslâm’da Devlet İdaresi, çev. Kemal Kuşçu, Nur Yay., Ankara 1979. _____, Hz. Peygamber’in Savaşları, Beyan Yay., İstanbul 2012, s. 13. Heyet, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 2006. 75 Böyle bir görüşe, Mustafa Öztürk’ün şu talihsiz sözleri örnek verilebilir: “Fakihler ve müfessirler, söz konusu âyetleri tamimci bir yaklaşımla yorumladılar ve bu yorumdan hareketle i’lâ-i kelimetullah diye bilinen bir kutsal savaş doktrini ortaya koydular. Ben bir Müslüman olarak bu doktrinin meşru olduğunu kabul etmiyorum. Dolayısıyla Viyana kuşatmasının hiçbir ulvî boyut taşıdığına inanmıyorum. Şayet i’lâ-i kelimetullah adına savaşmak söz konusuysa, Hıristiyanlarla empati kurulup, ‘Haçlı seferlerinin de fetih olarak tanımlanması gerekir’ diye düşünüyorum. Kaldı ki bizim Viyana’da hiçbir geçmişimiz yoktur. Oysa Kudüs, Yahudiler ve Hıristiyanlar için Süleyman Mabed’nden Ağlama Duvarı’na, Hz. İsa ve çarmıhtan Merkad-i İsa kilisesine kadar tüm dinî sembolleri bünyesinde barındıran kutsal bir coğrafyadır.” (Bkz. Ertürk (ed.), İslâm Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad, s. 215). 91 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Dr. Ömer Müftüoğlu Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Şiddeti Doğuran Söylemlere Kur’an’dan Kaynak Bulma Hevesiyle Yapılan Bazı Usul Hataları Giriş İnsanlar, yaşadıkları süre içerisinde hemcinsleriyle, diğer canlılarla, eşyayla, tabiatla bütünleşmiş halde yaşarlar. Bu entegre yaşam, çeşitli ilişki biçimleriyle sürdürülür. Doğal akışı içerisinde elbette bu ilişkiler esnasında karşılıklı anlaşmaların yanında anlaşmazlıklar da yaşanabilir. Talepler, menfaatler, arzular bir şekilde kesişir ve taraflar bir anlaşma zemini oluşturamazlarsa çatışma kaçınılmaz hale gelir. Tarafların birisi talebinden, menfaatinden o kesişme anında vazgeçer de bunu öteler yahut iki taraf da kendi isteklerini yeniden gözden geçirir ve bu çatışmayı minimize ederse çatışma durumu da ortadan kalkmış olur. Anlaşmalar yahut çatışmalar, doğal seyir içerisinde tabii durumlardır ve tarafların karşılıklı anlayışlarına yahut anlayışsızlıklarına göre kısa veya uzun süreli olabilir. Anlaşmazlıkların şiddete dönüşmesi ise tabii olmayan bir durumdur. Dışarıdan, olumsuz yönde etkilenmeyen zihinlerin anlaşmazlıkları ne kadar üst düzeyde olursa olsun şiddete başvurma ihtimalleri hep düşüktür. Şiddete başvurma, zihnin dışarıdan bu yönde yönlendirilmesinin ve takviye edilmesinin sonucudur. Talepleri çakıştığı, aynı düşüncede olmadığı muhalifini bir şekilde devre dışı bırakmak istemek tabii bir durumken, bu isteğini şiddete başvurarak gerçekleştirmeye kalkışmak o derece gayr-i tabiidir. Şiddetin insanlık tarihindeki ilk örneği olarak bilinen kardeş kavgasında Kabil’e, kardeşi Habil’i öldürmesini salık veren fıtratının sesi değil, dışarıdan şeytanın müdahalesine sürekli açık olan ve şeytanın yönlendirmeleriyle kişiyi kötülüğe sevk eden nefsidir.1 Unutulmamalıdır ki şeytan, insanların insanlıklarını ön planda tutarak geçirmek istedikleri bir hayatın devamı için kesinlikle devre dışı bırakılması gereken bir düşmandır.2 1 Şiddet, İnsan Zihninin Dışarıdan Müdahaleyle Ürettiği Bir Sonuçtur Şiddete başvuranlar, bunu ya örnek davranış olarak başkasından görmüş yahut şiddetin olması gerektiği şekilde bir telkin almış ya da şiddete başvurduğunda oluşacak her türlü sonucun kendisine bir şekilde yararı dokunacağına inanmıştır. Şöhret peşinde, kahramanlık hevesinde, çevresine gücüyle ve kararlılığıyla mesaj verme eğiliminde olanların şiddete başvurduklarında bundan her şekilde karlı çıkacakları düşüncesini taşıdıklarını yabana atmamak gerekir. Şiddet, dışarıdan müdahaleyle ortaya çıkan bir durumdur. Tarihin hemen her döneminde de böyle olmuştur. Coğrafi konum olarak Müslümanların yaşadığı bölgelerde ortaya çıkan şiddet de aynı şekilde dışarıdan yapılan müdahalelerle oluşturulur. Ancak şiddet, her ne kadar kaynak itibariyle dışarıdan da oluşturulsa, bu durum fark edilmesin diye içeriden malzemeyle beslenir. Müslümanların Yaşadığı Dünyada Ortaya Çıkan Şiddeti Gayrimüslim Dünya Planlıyor, Örgütlüyor ve İcra Ettiriyordur Müslümanların yaşadığı toprakların talihsizliği, aslında dışarıda üretilen şiddetin üretim ve dağıtım yeri gibi lanse edilmesidir. Şiddeti üreten gayr-i Müslim dünya, bunu Müslümanlara aitmiş gibi göstermek isterken elbette içine Müslümanların muteber saydıkları kaynaklardan referanslar ilave etmek ve bu referansları mümkün olduğunca çoğaltmayı da ister. Böylelikle şiddeti doğuracak ve besleyecek söylemler güya İslâmi kaynaklardan üretilmiş olurlar. Bugün Filistin topraklarında sahnelenen şiddeti üreten İsrail’dir. Toprakları işgal edilen Filistinlilere ise yaptıklarının bir terör değil, nefs-i müdafaa olduğunu anlat(ama)mak düşmek- Mâide, 5/ 27-30. 2 Hz. Adem ile Havva’yı kandıran da Şeytandır. Bakara, 2/ 36; Şeytanın yönlendirmelerine kesinlikle uyulmamalıdır. Bakara, 2/ 208, En’âm, 6/ 142, Nur, 24/ 21, Fâtır, 35/ 6, Yasin, 36/ 60; Şeytanın istediği şey, insanı yapması gerekenden saptırmaktır. Nisâ, 4/ 60; Allah’ı bırakıp da Şeytanı dost edinen açıkça hüsran içindedir. Nisâ, 4/ 119; Şeytan her durumda insanın açık düşmanıdır. A’raf, 7/ 22, Yusuf, 12/ 5, İsra, 17/53, Zuhruf, 43/ 62; İnsanların arasına anlaşmazlığı sokan şeytandır. İsra, 17/53. 92 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük tedir. Başka coğrafyaların hikayesi de bunun gibidir. Kendi ülkelerinde suç makinesi haline gelmiş, uslanmaz, yeniden kazanılması mümkün görünmeyen kişileri, haçlı savaşlarından bugüne Müslümanların yaşadıkları coğrafyaya doğru adeta kovalayanlar sözde barışçı tavırlarla dünyayı kandırmaya çalışan Batılılardır. Böyle yaparak hem suç makinelerinden kurtulmaktadırlar hem de Müslümanların yaşadığı topraklarda kan ve gözyaşının, ölümün ve yoksulluğun, toprak mücadelesinin ve Allah’ın onlara bahşettiği yer altı ve yerüstü zengin kaynakların sömürülmesine sessiz kalmanın sürüp gitmesini sağlamaktadırlar. Petrol ve altın başta olmak üzere kendi ülkelerindeki pek çok değerli madenin sömürülmesine sıra gelmesin diye Müslümanlara malzeme verme mahirliğini gösterenlerin ihaneti bir yana, bu tuzağa düşüp de kafirin verdiği malzemeyi düşünce ve konuşmalarına yansıtma basiretsizliği de ayrıca zikre değerdir. İslâm, insanlıkla tanıştığı ilk günden itibaren iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, faydalı olanla zararlı olanın, güzel ile çirkinin ayrımını yapan bir sisteme sahiptir. Kötünün, çirkinin, zararlının ve yanlışın adını, ilk günden beri bu kadar net ortaya koyması, müntesiplerinin onlardan uzak durmalarını temin içindir. Tavrını ilk günden itibaren bu kadar net bir biçimde ortaya koyan bir dinin, şiddetle anılması, ona atılabilecek en büyük iftiradır. Şiddeti Üretenlerin Amaçları Hedef Kitlenin Maksimum Zarara Uğramasıdır Müslümanların yaşadığı coğrafyanın dışında üretilen ancak bir yolla Müslümanların içine enjekte edilmeye çalışılan şiddeti üretenlerin ortak bir amacı vardır. Bu, Müslümanların her yönden maksimum düzeyde zarara uğramalarıdır, üstelik bu kendi içlerinden birilerinin eliyle gerçekleşecektir. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır. Birincisi Müslümanların kendi acıları, kendi iç meseleleri ve kendileri gibi olan başkalarıyla uğraşıp enerjilerini burada harcatmak; ikincisi de maşayı tutan eli göstermeden kimlere nokta olarak zarar verilmek isteniyorsa bu zararı vermektir. Bu tespitleri yapmadan şiddete malzeme yapılan özellikle Kur’an ayetlerinin, şiddet anlamı taşımadığını, yanlış anlaşıldığını vs. iddia etmek, arzu edilen tuzağa düşmek ve tartışmayı yine temel kaynaklar üzerinden yürütmek anlamına gelecektir. Bu bakımdan burada, şiddet söylemlerine malzeme yapılmaya çalışılan hiçbir ayetin zikri geçmeyecektir. Zira mevcut ortamda şiddeti üreten diye etiketlenebilecek böyle bir ayet-i kerime yoktur. Dolayısıyla ayetlere hamledilmeye çalışılan anlamlar üzerinde de konuşulmayacaktır. Şiddet Üreten Söylemlere Niçin Kur’an Ayetleri Malzeme Edilmek İstenir İnsanları şiddet üretmeye ikna etmek, onlara doğruluğu ve bağlayıcı gücü hiç tartışılmayacak temel kaynaklardan refe- ranslar getirmek suretiyle daha kolay olacaktır. Dinin en temel kaynağından hareketle üretilen söylemlerin, muhataplar üzerindeki bağlayıcılığının diğer malzemelerle mukayese edildiğinde tartışılmaz bir üstünlüğü vardır. İslâm dininin ana kaynağı Kur’an’ın da Müslümanlar üzerindeki bağlayıcı gücü, şiddeti üreten dışarının uzak kalamayacağı kadar önemlidir. Bundan dolayı Kur’an referanslı söylem üretmek, muhatapta “bu durum Allah’ın emri” imajını ve ön kabulünü uyandırır. Üretilen söylemin elde ediliş tarzı, kaynakla uygunluğu, kastının gerçekten ne olduğu gibi sorular, Kur’an’dan üretilen söylemler için yöneltilmesi zor sorulardır. Kur’an’ın Müslümanların gönül ve zihin dünyalarındaki müstesna durumu, ondan şiddet söylemi üretmek isteyenlerin iştahını hep kabartmıştır. Şiddete Yol Açan Söylemleri Kur’an’dan Üretmeye Kalkışanların Yaptıkları Usul Hataları Kur’an, hedef kitlesi önceden belirlenmiş, sonuçları öngörülmüş, son sözleri söylenmiş durumlar için, müktesebatı içerisinden duruma uygun ayet bulunan bir mecmua değildir. Tam tersine, tarihin şahitliğiyle Hicaz bölgesinde yaşayan, Arapça konuşan, hayatlarını sürdürmek için bir uğraş ile iştigal eden ancak din adına kendilerinden olan hâkim güçler tarafından çeşitli usullerle aldatılan bir topluluğa, onları içinde bulundukları durumdan kurtarmak üzere Allah tarafından Peygamber Efendimiz aracılığı ile gönderilen mesajlar bütünüdür. Dolayısıyla Kur’an söyleyeni belli, konusu belli, hedefi açık ve net, uygulama imkânı olduğu Peygamber Efendimizin uygulamasıyla ispatlanmış, amacı dışında başka yerlere montaj hakkının kimseye verilmediği bir vahy-i ilahidir. Ne söylediği, kime söylediği, sözünden anlaşılması gerekenin ne olduğu tarihin tanıklığıyla sabittir. Kur’an mesajının özünde, “insan” vardır. Aynı şekilde hedefi de insanın, Rabbinin kendisine verdiği önemi, değeri sorumluluğu ve görevi bilerek ve yapması gerekenleri en iyi şekilde yaparak hayatını idame ettirmesidir. Bu temel hedefin içinde şiddet ve türevleri yoktur. Şiddeti doğuracak malzeme üretmek ilk olarak Kur’an ayetlerinin temel hedefine aykırı bir işe kalkışmaktır. Buna kimsenin hakkı yoktur. Rabbinin kendine ihsan ve ikram ettiği her şeyi, yaratılış amacına uygun olarak kullanması gereken insan, bu lütuflardan olabilecek en yüksek derecede yararlanmalıdır. Beslenmesini helal ve temiz olan nimetlerden yapmalıdır.3 Kişisel gelişimi ve büyümesi doğru kaynaklardan beslenerek gerçekleştirmeli, Peygamber Efendimizi ve O’nun yolunu kendisine yol edinen ecdadını takip etmelidir.4 Ahlaki olgunluğa erişmeyi hedefine koymalı, bu yolda karşılaşabileceği olumsuzlukları ortadan kaldırabilecek donanıma sahip olmak için gayret göstermelidir. Bu gayeler ile yaşarken çevresiyle irtibat ha- 3 Bakara, 2/ 168; Maide, 5/ 88; Enfal, 8/ 69; Nahl, 16/ 114 4 Âl-i İmrân, 3/ 32, 132; Nisa, 4/ 59; Maide, 5/ 92; Enfâl, 8/ 1, 20, 46; Nur, 24/ 54, 56; Muhammed, 47/ 33; Mucadele, 58/ 13; Teğâbun, 64/ 12. 93 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük linde olması, kendi gelişim sürecine çevresini de dâhil etmesi önemlidir. Bu sırada karşılaşabileceği muhtemel olumsuzluklara karşı tedbir alması olağan bir durumdur. Bugün şiddet üretimine malzeme yapılan ifadeler, işte bu tedbirler sadedinde Kur’an’da zikri geçen ifadelerdir. Söyleniş gayesi, birbiriyle haklar ve sorumluluklar bilincine sahip olarak birlikte yaşamayı kolaylaştırmak olan ifadelerin bu bağlamdan kopartılarak şiddet üretimine malzeme yapılması en temel usul hatasıdır. Tarihin çeşitli dönemlerinde ve bugün yapılan şey, mevcut duruma hâtta kelime kelime uygun, şiddet doğuran sloganları bizzat Kur’an ayetlerinin metinlerinden üretmeye çalışmadır. Bu durum, ayetlerin lafzına açıkça bir saldırıdan başka bir şey değildir. Şiddetin tarafları zaten dışarıda sipariş usulüyle üretildiği için şiddete yol açan söylemler de bu üretim esnasında düşünülmüştür. Dolayısıyla şiddetin, tabii bir durum olarak ortaya çıkması söz konusu olmadığı gibi şiddeti körükleyen söylemlerin Kur’an ayetlerinden kendiliğinden üretilmesi de söz konusu değildir. Hâlbuki şiddete malzeme yapılan kelimeler, ifadeler, cümleler, emirler, Allah Teala’nın bugünkü olaylar üzerine ifade buyurduğu kelimeler değildir. Onların, mesajın bütünü içerisinde ait oldukları bir “bağlam” vardır. Bu bağlam görmezden gelinerek, bu bağlamı oluşturan tarihi şartlar hiç dikkate alınmadan, işine öyle geldiği, için, hiç kimse hiçbir ayeti kerimeyi kendine malzeme yapamaz. Müslümanların kendileriyle mücadele etmeleri Kur’an’da emredilen tarafta duranlar, gerçekten o tarafta durmayı seçen, hakikaten son nefeslerine kadar Peygamber Efendimizin canına kastetmek de dahil olmak üzere her türlü melaneti ortaya koyan kişilerdir. Şimdilerde ise daha ziyade orada durmaları istendiği için orada duranlarla, onların karşısındakilerin oluşturdukları sanal taraflar vardır. Birileri onların karşı karşıya durmalarını şimdilik istedikleri için genelde orada durmaktadırlar. İleride şartlar değiştiğinde durulan yerlerin değişmesi de kuvvetle muhtemeldir. Tarih bu türden değişikliklere şahitlik etmiştir. Şiddet bu sanal tarafların enerjilerini birbirleri üzerinde boşaltmalarını temin etmek için üçüncü kişilerin ürettikleri üçüncü sanal durumdur. Kelime ve ifadeleri klişeleştirerek bunları şiddetin sloganı yapmaya kalkışmak büyük bir had aşımıdır. İslam üzerine konuşup, yazanların bu hadsizlikten şiddetle kaçınmaları gerekir. Sonuç Şiddet, Müslümanların yaşadığı topraklarda icrası yapılan ama bu toprakların çoğunlukla dışında üretilen bir sonuçtur. Bu sonucu doğuran sebepler varlıklarını devam ettirdikleri sürece bu sonuç ortadan kalkmayacaktır. Zaten kısa vadede bunu ortadan kaldırmak isteyenlerin tarih sahnesinde var olmadıkları da bilinmelidir. Müslümanların yaşadığı toprakların yer altı ve yer üstü zenginlikleri, oraların gerçek sahipleri tarafından kullanılmasın diye alınan tedbirlerden birinin de o topraklarda şiddetin eksik edilmemesi olduğu bu topluluğa açıkça ilan edilmelidir. Müslüman kamuoyu kendini şiddetle İslâmın bir araya getirilmesinin çirkinliğini, haksızlığını, yanlışlığını anlatmak zorunda hissederken diğer tarafta yapılanlara duyarsız kalmak, hatta yapılanların farkında olmamak gibi son derece vahim bir tablo ortaya çıkmaktadır. İslâm bilgeleri, barıştan, adaletten, özgürlükten gereği kadar söz ederken aynı zamanda sömürüden, haksızlıktan, sahip olunan yer altı ve yer üstü kaynakların sözde yerel aracılarla çok cüzi karşılıklarla talan edilmesinden de söz etmelidirler. Şiddet, meşru müdafaanın karşıtı olarak sunulurken, Müslümanlar mesela özellikle Filistin’li dostlarımız, kendi yaptıklarının şiddet olmadığını anlatmak zorunda kalmamalıdırlar. Kur’an’dan, şiddete yol açan söylemlere referans bulmak hevesi nasıl ki ucu dışarıda olan bir müdahale ise, bu malzemenin şiddete yol açmadığını ispatlamak zorunda kalmak da dışarının bizim üzerimizde oynamaya çalıştığı oyunun figüranı olmaktan başka bir şey değildir. Kur’an, bütün çağlarda yaşayan insanların kendilerini ona muhatap kılabilecekleri evrensel bir hidayet rehberidir. Kur’an’ı, bu temel amacından farklı yerlere malzeme etmek de özellikle son zamanların insanlarının bilerek yahut bilmeyerek en sık yaptığı hatalardandır. Müslümanların bu hataları fark edip bunları ortadan kaldıracak söylemler üretmeleri elzemdir. 94 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük II. Gün I. Oturum Dr. Faid Mustafa Filistin Devleti Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla Prof. Dr. Azmi Özcan İstanbul Üniversitesi, Tarih Blm. Öğretim Üyesi Sömürgeci Tehditler ve İslam Dünyası Yrd. Doç. Dr. Selim Argun İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Küresel Tehditler ve Bölgesel Trendler Kıskacında İslam Dünyasının Geleceği Dr. Faid Mustafa Filistin Devleti Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Terör Tanımında: Batı'nın Ahlâksızlığı Kıymetli kardeşlerim.. Değerli arkadaşlarım… Beni davet ettiğiniz için teşekkür eder, bu önemli konferansın çalışmalarına katılmaktan şeref duyarım. Son yıllarda İslam ile terörizm arasında ilişki bulunduğuna dair konuşmalar çoğaldı. Gerek batı medyasında gerekse batılı ülkelerinin siyasileri ve genel görüşünde birçok alanda İslam ile terörizm eş anlamlı görülür hale geldi. Halbuki zannedildiği gibi hiç kimsenin bu iki kavram ve mefhum arasında güçlü ilişki bulunduğunu iddia etmesine izin vermeyecek derecede şiddetli farklı özellikler bulunmaktadır. Bahsedilen bu konuşmalar, batı dünyasında hakim olan genel görüşü ve kültürlü aydınların oluşturduğu geniş çaplı kesimleri, küresel terörizm ile eş anlamlı saydıkları İslam’a karşı konum almaya ve politika izlemeye sevk eden uluslararası geniş çaplı kampanyalara dönüşmüş bulunmaktadır. İslam ile terörizmin eş anlamlı olduğunu yaymaya çalışan bu kampanyaların arkasında iki faktörden biri veya her ikisinin bulunduğu görülmektedir. Bunlar; - Bu iki kavramın içerik farklılığın hakikatini bilmemek veya - Birbirinden farklı olduklarını tamamen bilmelerine rağmen, bile bile aynıymış gibi göstermeye çalışmaktır. Şüphesiz üçüncü ve önemli bir faktör daha bulunmaktadır ki; yukarıdaki iki faktörün bu yanlış eş anlamlılık manasını oluşturma ve propagandasını yapma rolünü oynamasına yardımcı olmaktadır. Bu üçüncü faktör; terör ile İslam gibi farklı kavram ve olgular arasında kasten karıştırma veya cehalete açık kapı bırakmayacak surette uluslararası toplum tarafından terörizmin açık ve uzlaşılmış bir tanımının bulunmuyor olmasıdır. Zira bu farklılık, Filistin konusunda olduğu gibi, uluslararası hukuk ve kanunların güvence altına aldığı işgal altındaki halkların direniş hakkı ile terörizm kavramı arasında açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Gerçek şudur ki; batılılar nezdinde İslam ile terörizmin böylesine tehlikeli ve hatalı bir şekilde karıştırılmasının engellenmesi ve bunlar arasındaki ilişkinin hakikatinin ortaya çıkarılması, batılılara gerçeği anlatacak ve bu gerçeği kavramalarında kendilerine yardımcı olacak bir takım farklı üslup ve metotlara başvurmayı gerektirmektedir. Bu noktada kendilerini İslam’a nispet eden ve geçtiğimiz otuz yıl içerisinde yaptıkları eylemlere temel olarak İslamiyet’in kutsal metinlerini delil alan bazı terörist grupların bulunduğu gerçeğini de vurgulamak gerekmekte olup, ancak tüm bunlar İslam ile terörizmin eş anlamlı olduğu görüşünü oluşturmak için yeterli bulunmamaktadır. Uzman olan veya olmayan herkesin bildiği tarihi gerçek şudur ki; İslam dini on beş yüzyıldır dünyanın farklı bölgelerinde yaşanmaktadır. Eğer İslam terörizm ile eş anlamlı ise, o halde neden İslam’ın tarihi katliam, korku ve kan ile dolu değildir? Bu durum Müslüman veya batılı hiçbir tarihçinin İslam ve Müslümanların yaşadığı yüzyıllar için bahsettiği bir konu değildir. Bu yanlış anlayış aynı zamanda İslam’ın dünyanın farklı bölgelerinde yayılması ve böylece dünyadaki en büyük ikinci semavi din haline gelmesinin hakikati ile tamamen çelişmekte olup, bu yayılma İslam’ın aşırılığına ve şiddet yanlısı olmasına değil büyük ölçüde hoşgörüsüne ve geniş kapsamlı olmasına bağlıdır. Tarihçilerin de belirttiği gibi, her ne kadar İslam tarihi fiilen bazı çalkantı şiddet ve terörizm dönemleri geçirmiş olsa da bu durum toplum içerisinde meydana gelen etkileşim ve değişimlere bağlı olarak diğer tüm dinlerin tarihinde de var olduğu bilinenlerden farklı bir durum değildir. Bu noktada her ne kadar İslam ve diğer dinler hakkında aşırı ve abartılı bazı yorum ve teviller bulunsa da başta İslam olmak üzere hiçbir dinin iğrenç terörizm mefhumu ile ilgisi bulunmamaktadır. Tüm bunların gölgesinde son otuz yıl içerisinde dünyanın şahit olduğu bazı olaylar nedeniyle İslam ile terörizm arasında daimî bir ilişki bulunduğundan söz etmek, sadece tarihin gerçeklerine aykırılık sayılmaz, aksine İslami olmayan diğer bazı din, halk ve 96 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük kültürle hakkında bir takım hatalı sonuçlara varmaya ve hüküm çıkarmaya kapı açmış olur. Aynı mantık doğrultusunda, yani bazı geçici olaylara itibar etmek suretiyle; Nazi sisteminin uygulamış olduğu ve ikinci dünya savaşı sırasında altmış milyondan fazla insanın hayatını etkileyen insanlık suçları nedeniyle Hristiyanlık dini terörizm ile suçlanabilir mi? Avrupalı sömürge ülkelerinin Asya ve Afrika haklarına karşı yaptıkları eylemler ve bu haklara karşı işledikleri suçlar nedeniyle Hristiyanlık dini terörizm ile suçlanabilir mi? Amerika’da onlarca etnik kökenli grup veya örgütün halen daha yaptıkları eylemler, Amerika’nın asıl sahipleri olan Kızılderililer de olmak üzere binlerce masum Amerikalının hayatını kaybetmesine neden olan terör olayları ya da Vietnam savaşı sırasında meydana gelen hatta Amerika’nın genel fikrine sahip birçok kesimin bizzat kendisinin eleştirdiği, Vietnam halkından milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olan eylemler veya otuz altı yıl içerisinde altı yüz bin kişinin yaşamını yitirmesine neden olan İspanya’daki savaşlar ve Hıristiyan dünyasında meydana gelen bunun gibi binlerce olay “Hristiyanlık terörizmi” ifadesini kullanmaya neden teşkil edebilir mi? Filistin işgali olan 1948 yılı ve bunun öncesi ve sonrasında Filistin’de Siyonist aşırı Yahudi grupların işlemiş olduğu katliam, yaralama ve tehditler, evleri köyleri yıkmaları ve halkı tamamen göç ettirmeleri gibi insanlık suçları nedeniyle Yahudilik dini suçlanabilir mi? Bahsedilen bu eylemler sırasında Argon, Straen ve Hagana gibi Filistin halkı ve komşu haklarına karşı bahsettiğimiz eylemlerde bulunan Siyonist terörist örgütler yok muydu? İslam’a yöneltilen suçlamaların gölgesinde bu soruları sormamız meşru bir hak değil midir? Kabul etmemiz gereken gerçek şudur ki Müslüman olduğunu söyleyen bazı örgüt ve grupların aşırılık, şiddet ve terör odaklı bir düşünce oluşturmaya meyletmeleri hiçbir şekilde İslam ile ilgili değildir. Aksine bununla ilgili olan ve bu meyil ve eylemlerin oluşturulmasına katkı sağlayan temel faktör, bu gibi grup ve örgütlerin mukaddes İslam metinlerini ve uzunca tarihini okuma şeklidir. Bu örgütler metinlerin görünüşünü dikkate almakta olup, nüzul ve vürut sebeplerine itibar etmemektedir. Bu grupların hatası, aklın süzgecinden, tarihin veya objektif okumanın ölçülerinden geçirmeden bu kutsal metinlerden doğrudan hüküm çıkararak genelleme yapmalarıdır. Belki de bu grup ve örgütlerin çoğunun uyguladığı eğitim usulü genel medeni eğitim metodu olup, birçok kişi tarafından zannedildiğinin aksine dini eğitim alanı değildir. Bu kimselerin farklı İslami düşünce okullarına fırkalarına ve mezheplerine itibar etmemelerinin, ayrıca kendi yorum ve düşünceleri ile bu mezhep ve fırkalar arasında bir kıyaslama yaparak doğru veya yanlışların kendileri tarafından anlaşılmamasının nedenlerinden biri de budur. Sadece cezai bir yorum ve analize açık suç olayı olmaktan çok daha öte olması itibariyle, terörizm olgusunun gerçeğini göz ardı etmek terörizmin son bulması ve terörizme karşı zafer kazanılmasının önünde temel engel sayılmaktadır. Terörizm olgusunun bu yapısal ve düğümlü hakikat ve tabiatını itiraf etmek, kesinlikle İslam ile terörizmi birbirine karıştıran bu önyargılı ve sıkıntılı tanımdan başka bir tanım yapmaya götürecek, böylece terörizmi bitirmek ve gerçek köklerini sökmenin yeni yollarını ortaya koyma noktasında kendine düşen rolü oynayacaktır. Belki de terörizm için böyle gerçek bir tanım ve sonrasında terörizm ile mücadelede en etkin yollara ulaşmak her şeyden önce şu kaçınılmaz soruyu sormayı gerektirmektedir. “Terör niçin doğmaktadır? Şahsiyetleri ve çevrelerindeki koşulları farklı olmasına rağmen dünyanın farklı bölgelerindeki bu kimseler niçin aynı anda terör eylemlerini işlemektedirler? Bu sorulara teenni ile ve tarafsızca verilecek olan cevaplar, terör olgusu hakkında en dikkatli ve en gerçekçi tarif ve kavramları ortaya koymanın kefili olacaktır. Bunun da öncesinde terörizmin varlığının ve hayatının bağlı bulunduğu köklerin ortaya çıkarılması, terörden kurtulma yollarının bulunmasına yardımcı olacaktır. Şüphesiz İslam’ın kendine yöneltilen suçlamalardan beri olması, aynı zamanda bu suçlama mantığıyla tehdit altında olan diğer tüm din ve kültürlerin bu suçlamalardan beri olması, kökleri uluslararası güvence anlaşma ve teamüllere dayanan, aynı zamanda meşru olmayan hedefleri gerçekleştirmek için sivillerin korkutulmasını veya öldürülmesini kesin bir şekilde yasaklayan İslam dini en başta olmak üzere farklı din ve kültürlerin hoşgörü öğretilerine dayanan yeni bir tanımın ortaya konmasını gerektirmektedir. Basın tarafından dinimiz İslam’a karşı yürütülen bu kampanyalar planlı ve uydurma bilgilerle doludur. Zıt görüşlü ve düşmanca tavır takınan şüpheli basın kuruluşları tarafından yönlendirilen bu anlayış, İslam ve Müslümanlara karşı kin ve nefret tohumları ekmeye ve ayrıştırmaya çalışmakta, Allah’ın yeryüzüne indirdiği son dini başta terörizm suçlaması gibi bir takım asılsız suçlamalar ile yaftalamaya çalışmaktadır. Tüm bunlar İslam’a yönelen insanları İslam’dan soğutma girişimleridir. Maalesef bu tehlikeli bölgede dolaşan ve vatandaşlarının böyle bir yanlış anlayışa yönlendirilmesinde katkısı bulunan batılı birtakım politikacılar da bulunmakta olup, “radikal İslam” veya “İslami terörizm” gibi bu kavramları en fazla kullananlardan biri de, bunun kendi devletine hizmet ettiğine inanan İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu ve İslam dünyası ile batı arasındaki boşluğu derinleştirmeye çalışan yandaş medyasıdır. Kendileri ülkelerinin Filistin halkına karşı işlemiş olduğu terör eylemlerinin en tehlikeli terör türleri olduğunu, en azından terörist kişiler veya gruplar tarafından işlenen eylemle sadece bazı birey ve grupları hedef alırken, İsrail’in uyguladığı devlet terörünün kurbanlarının bütünüyle bir halk olduğunu unutmuş görünmektedirler. Bugün İslami şiddet ve terörle suçlayan bu kimseler, İslami geri kalmışlık gericilik kadına şiddet mezhepçilik ve benzeri diğer çirkin suçlamalarla devamlı olarak suçlayan kimselerin ta kendileridir. Konu belirli bir bölümü ile değil bir bütün olarak İslam’a karşı tavır takınmakla ilgili bulunmaktadır. Dolayısıyla herhangi bir noktada onları ikna etsek ve şüphelerini gidersek bile, başka bir alanda diğer başka bir şüpheye sarılacaklar ve 97 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük taşıdıkları şüpheler hiçbir zaman bitmeyecektir. Halbuki İslam dini hayatın tüm alanlarını kapsayan değerlere sahip, geniş çaplı ve çok çeşitli hukuka sahip bir dindir. İslam’ın kutsal metinlerinde şüphe bulamayanlar onu Müslümanların davranışlarında aramaktadır. Mevcutta bulamayanlar bunu derin İslam tarihinde aramaktadırlar. Onlar için mühim olan İslam’ın karalamak ve daima suçlama kafesine koymaktır. Terörizm herhangi bir dine veya topluma ait olmayan küresel bir olgudur. Modern toplumlardan neredeyse hiçbirinin kurtulamadığı aşırılığın sonucu olan bir davranıştır. Bu aşırılık siyasi veya fikri aşırılıklar olabildiği gibi, dini veya milliyetçi aşırılıklar da olabilmektedir. Dini taassup neticesinde meydana gelen aşırılık sadece belirli bir dinin tabilerine ait bir durum değildir. Şüphesiz terör türlerinden biri de devlet terörü olup, en açık sureti ve en çirkini Filistin halkına karşı işlenen devlet terörüdür. Bu suç dünya güvenlik ve barışını en fazla tehdit eden terör türlerinden biri sayılmaktadır. Müslümanların tarihinde engizisyon mahkemeleri, katliamlar, etnik ayrıştırmalar, sömürge ve düşmanlık gibi kavramların hiçbiri yoktur. Bu nedenle bu parlak tarihin ortaya çıkarılması için çalışmak gerekir. Bu ise büyük bir ortak çabayı gerektirmektedir. Öte yandan İslam işbirliği teşkilatı ülkeleri, diğer İslami örgütler ve genel olarak tüm Müslümanların İslami savunması, yüce dinimize karşı yönlendirilen bu suçlamaların tehlikelerini anlatan aydınlatıcı programların dünyanın farklı dillerinde düzenlenmesi ve bu esnada bu görevin onuru ile uyumlu olarak izlenilen yolun da onurlu olmasına dikkat edilmesi gerekmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son dönemde İslami terörizm kavramını kullanmanın doğru olmadığına dair birden fazla yaptığı açıklamalar, ayrıca din savaşlarının tüm beşeriyeti tehdit ettiğine dair Filistin devlet başkanı Mahmut Abbas’a yönelttiği peş peşe uyarılar bu konuda güzel bir örnektir. Ayrıca burada her defasında sorunlarının İslam ile olmadığını, aksine aşırılık ve terör ile olduğunu dile getiren gayrimüslimlerin ve özellikle de yetkili kimselerinin takındığı tavır ve açıklamalarından övgüyle bahsetmemiz gerekmektedir. Dinlediğiniz için teşekkür eder, belirlenen hedefleri gerçekleştirme noktasında konferansa başarı ve muvaffakiyetler temenni ederim. Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. 98 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Prof. Dr. Azmi Özcan İstanbul Üniversitesi, Tarih Blm. Öğretim Üyesi Sömürgeci Tehditler ve İslam Dünyası “Başkalarına ait maddi-manevi bütün kaynakları haksız şekilde sahiplenmek” şeklinde ifadelendirilebilecek olan modern sömürgecilik, 15. yüzyıl sonlarından günümüze kadar devam eden bir süreç olarak Avrupa devletlerinin diğer ülkelerinin topraklarına ve her türlü kaynaklarına keşif, ilhak, işgal ve istimlâk gibi yollarla el koymaları ve kendileri için kullanma olgusudur. Avrupalıların denizlere açılıp Ümit Burnu (1488) ve Amerika’yı (1492) bulmaları ile başlayan bu olgu sergilediği vahşet uygulamalarıyla insanlık tarihinin en meşum ve karanlık safahatı olmaya devam etmektedir. Haçlı seferlerine kadar büyük ölçüde içine kapalı bir şekilde yaşayan Avrupa, artan nüfus yoğunluğu, sınırlı toprağa sahip olmanın baskısı ve Akdeniz- Endülüs ile doğudaki Osmanlı hâkimiyeti arasında sıkışmasının sonucu açık denizlere yönelmişti. Portekizliler ve İspanyolların öncülüğündeki bu girişim neticesinde bulunan yeni topraklar ve deniz yolları, 1494’de İspanya ile Portekiz arasında papanın nezaretinde paylaşıldı (Tordesillas Antlaşması) ve dini meşruiyet sağlandı. Bu iki ülkenin yaklaşık bir asır süren rakipsiz dönemlerinden sonra 17. yüzyıldan itibaren Hollanda, Fransa ve İngiltere de sömürge arayışına çıktı. Avrupalıların Amerika ve Asya’da yoğunlaştırdıkları sömürge faaliyetlerinde zaman içinde siyasî, stratejik, ideolojik ve dinî (misyonerlik) faktörler de etkili oldu. Ancak bu aşamada bütün teşebbüsler ve sömürgeleştirme faaliyetleri ticarî organizasyonlar marifetiyle gerçekleştiriliyor, devletlerin rolü daha çok teşvik ve denetim sağlamakla sınırlı kalıyordu. Böylece sömürgeleşen topraklar Avrupa pazarının ihtiyacı olan ham maddelerle başta baharat, tütün, şeker gibi tüketim malzemeleri kaynağı olmanın yanı sıra Avrupa ürünlerinin pazarı olarak da değerlendiriliyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde Dünya topraklarının neredeyse yarısı Avrupalıların denetimine girdi. Bundan sonraki süreçte Batılıların ağır vergi politikaları, yerli halkı küçümsemeleri, gittikçe kötüleşen ekonomik durum, eğitim sistemlerine yapılan müdahaleler, misyonerlerin tahkir edici faaliyetleri, hukukî mevzuatın karmaşık bir hal alması ve bürokrasideki ayrımcılıklar gibi gelişmeler geleneksel yapıları tamamen tahrip edecek toplumları parçalayacaktı. 19. yüzyılın yeni sömürgecilik anlayışı genel olarak sanayileşmiş ülkelerin, üzerinde hak iddia edilen başkalarına ait toprakları ele geçirmeleri şeklinde uygulanırken, direnen Osmanlı Devleti ve Çin gibi ekonomik potansiyeli yüksek ülkelerin dayatılan ticari imtiyaz anlaşmalarıyla pazar sömürgesi olarak kontrol edilmeleri söz konusuydu. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, eski ve yeni sömürgeci ülkelerin paylaşım yarışının hesaplaşmayla noktalandığı I. Dünya Savaşı yaşandı. Almanya ve İngiltere’nin başını çektiği iki kampın savaşından sonra Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edildiler, toprakları da büyük oranda galipler arasında paylaşıldı. I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik ve anti-emperyalist siyasal düşüncelerin gelişmesiyle sömürgelerden bağımsızlık talepleri gelmesi ve direnişler başlaması gecikmedi. Bu süreç II. Dünya Savaşı sonrasında da devam etti. Bu defa sömürgeci ülkeler kendi okullarında yetiştirdikleri yeni bürokratik-aydın sınıflara devrettikleri siyasi erkler ile oluşturdukları yeni sömürü düzenlerini devam ettirdiler. Batıların sömürgecilik politikalarında genellikle şirketler, kulüpler ve misyoner örgütler ön plana çıkarılmıştır. Bu bakımdan misyonerlerin ve şarkiyatçıların özellikle 19. yüzyıldan itibaren büyük tesirleri olmuştur. Az gelişmiş topraklardaki insanları «karanlıktan kurtarmak» gibi bir görev ve «medeniyet götürmek» gibi bir sorumluluk iddiasıyla dünyaya yayılan misyonerler de, sömürge yönetimleriyle daima işbirliği içinde aynı amaca hizmet etmişlerdir. Yerli halkın yeni inanç, yeni değerler ve yeni hayat tarzıyla beraber yeni tüketim alışkanlıkları edinmesi üzerine yoğunlaşan misyonerlik çalışmaları bizzat kullanarak sergiledikleri Batılı sanayi mamulleri için talep -pazar oluşturma ve geliştirme fonksiyonu da ifa etmiştir. Misyonerler, bu çerçevede halkın inançlarını ve hayat tarzlarını değiştirmeye matuf olarak toplumla temasın daha yoğun bulunduğu özellikle eğitim ve sağlık alanlarına yönelerek okullar ve hastaneler açmışlardır ve buralarda «daha ideal, medenî ve yüksek olan Avrupa değerleri” aktarılmıştır. Son olarak nüfus ve toprak olarak ana karadan daha büyük olan sömürge ülkelerinde kalıcı olabilmek için yerli halkın geleneksel din, eğitim ve kültür kurumlarının tahrip edilerek 99 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük sınırlı sayıdaki insana verilen Avrupai eğitim- öğretim sonucu ortaya çıkan devşirilmiş aydın tipiyle kurulan ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal alt yapının tamamen Batılı ülkelere bağlı olması, bu ülkeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da Batı eksenli bir ekonomik, siyasal ve kültürel hayata zorlamaya devam etmektedir. Yine sömürgeciler bağımsızlığını elde eden ülkelerden ayrılırken bıraktıkları siyasal, kültürel ve ideolojik mirasla bu ülkelerin birlik oluşturma potansiyellerini büyük ölçüde devre dışı bırakmış ve meselâ Güney Asya, Orta Doğu ve Türkistan’da olduğu gibi uzun vadede çözülemeyecek pek çok siyasî, dinî, etnik problemi yerleştirerek nüfuzlarının devamını amaçlamışlardır. Diğer taraftan başta Hindistan olmak üzere hâkimiyetin Müslümanların elinden alındığı ülkelerde karşılaşılan direnişler ve buna bağlı olarak yerli halkı, kültürleri ve inançları tanıyarak politikalar geliştirme arzusuyla gelişen şarkiyatçılığın tespitleri, söz konusu direnişleri doğrudan İslam’a bağlayarak yeni bir İslâm imajı ortaya koymuştur. Buna göre İslâm; “inanç olarak ilkel, medenî hayata kapalı ve her çeşit değişime, ilerlemeye karşı direnç gösteren vahşi bir şiddet öğretisidir”. Dolayısıyla Avrupalılar, aynı zamanda bu inanca karşı mücadele sorumluluğu taşıdıkları şeklinde bir meşruiyet arayışında olmuşlardır. Esasen sömürgecileri ilgilendiren husus, inancın ilkel olup olmamasından ziyade, Müslümanların nihaî noktada Batı siyaset ve ekonomisine eklemlenerek pazar oluşturacak değişime gösterdikleri direniştir. Endonezya’da Hollandalılara karşı verilen mücadele, Hindistan’da Müslümanların 1857’de büyük bir ayaklanma ile sonuçlanan direnişleri, Cezayir’de Abdulkadir, Mısır’daki Albay Urâbî ve Sudan’da Mehdî Muhammed hareketleri, nihayet Türkistan ve Kafkasyadaki direnişlerin yanı sıra Osmanlı hilâfeti merkezli oluşan İttihâd-ı İslâm hareketleri Sömürgecilerin İslâm ve Müslümanlara yönelik politikalarına mesnet teşkil etmiştir. Avrupalılar aynı zamanda hilâfet kurumunun Müslümanlar üzerinde var olduğu kabul edilen dinî-siyasî ağırlığının şartlar değiştiği zaman kendi aleyhlerine de kullanılabileceği endişesiyle, öncelikle ve özellikle kendi sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar arasında Osmanlı hilâfetinin nüfuzunu kırmaya yönelik tedbirler de düşünmeye başladılar. Bu arayışlar içerisinde de en dikkat çekeni hilâfetin Osmanlılardan “kurtarılıp” kendi nüfuzları altındaki bir Arap ileri gelenine intikal ettirilmesi projesidir. Keza Osmanlıların dinen hilafet iddiasında bulunamayacakları iddiasıyla İslâm dünyasında başlatılan yayın ve propaganda çalışmaları aynı amaca yönelik faaliyetler arasında idi. Bu şartlar içerisinde özellikle gelişen ulaşım ve haberleşme vasıtalarının imkânlarıyla değişik coğrafyalardaki Müslümanların birbirleriyle irtibat kurarak içinde bulundukları siyasî, fikrî ve iktisadî az gelişmişlikten kurtulma çarelerini araştırmaları, sömürgeciliğe karşı oluşturulan dünya çapında bir teşkilatlanmanın işaretleri olarak algılanıp dönemin siyasî literatüründe Avrupa kamuoyu için son derece menfi çağrışımlar uyandıran «Panislâmizm» kavramıyla nitelendirilmiştir. Bu tür literatürde Panislamizm, Osmanlı hilâfeti etrafında örgütlenen ve hedefi yeryüzünden Hıristiyanlığı kaldırmak olan dünya çapında bir organizasyon olarak takdim edilmektedir. Bu takdimin arka planında sömürgeciliği güçlendirecek politikalara meşruiyet arayışının bulunduğu aşikârdır. Siyasî alanda durum böyle olmakla beraber sosyal ve ekonomik sonuçları itibariyle İslâm’ın değişime kapalı olduğu ithamıdönemin sıkça vurgulanan tezidir. Bu çerçevede 19. yüzyıl İslâm dünyasını saran, «İslâm ilerlemeye mâni midir, değil midir?» tartışmaları ve buna bağlı olarak İslâm düşüncesi ve felsefesini yeniden tesis etme arayışları, sömürgeciliğinin doğrudan veya dolaylı etkisinde kalmış gelişmelerdir. 20. yüzyılda artan milliyetçilik eğilimleri, hilâfetin ilgası gibi değişiklikler, söz konusu tehdidin evrensel mahiyetini gündemden kaldırmıştır. Fakat bağımsızlık taleplerinde görülen ivme veya bağımsızlık sonrasında devam etmekte olan nüfuzlara karşı duyulan tepki, bu defa yeni bir siyasî terminolojinin, «fundamental Müslümanlık» “köktendincilik” ve hâtta günümüzdeki “ İslâmi terör” gibi dini ve geleneksel temeli olmayan yeni nitelemelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Keza Sömürge dönemlerinde ve günümüzde bir kısım Müslüman ülkelerde ortaya çıkan ve batı hedefleri doğrultusunda dini anlayışları değiştirmeye odaklanan «nev-zuhur» dini-siyasi hareketleri de bu tecrübe ile ilişkilendirmek mümkündür. Sömürgeciliğin zihni sömürü aşaması olan bu son sürecinde artık hedeflenen şey batı üstünlüğünde yaşanılan hayatın verili bir hakikat olarak dini ve geleneksel mirasa da uyumlu olabileceğinin yine din diliyle halka kabullendirilmesidir ki son yüz elli yıldır ortaya çıkartılan laboratuvar mahsulü pek çok hareketin de teklifleri bu yöndedir. Kaynaklar Austen, Ralph, A. (1969). Modern Imperialism: Western Overseas Expansion and Its Aftermath, 1776-1965, Lexington: D.C. Cain, P. J. – Hopkins, A. G. (1994). British Imperialism: 19141990, London. Daniel, N.(1966). Islam, Europe and Empire, Edinburgh. Encyclopedia of Western Colonialism Since 1450, (2007). Ed. Chiff, T. Benjamin, ABD. Ferro, M. (2011). Sömürgecilik Tarihi-Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine 13.Yüzyıl-20. Yüzyıl, Çev: Muna Cedden, Ankara. Luraghi, R. (2000). Sömürgecilik Tarihi, İstanbul. Mackenzie, J. M. (1994). Propaganda andEmpire,Manchester. Magdoff, H. (2006). Sömürgecilikten Günümüze Emperyalizm, İstanbul. Özcan, Azmi. (1997). Pan-İslâmizm, Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-. 1924), Ankara. Said, Edward W. (2004). Kültür ve Emperyalizm, İstanbul. 100 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Yrd. Doç. Dr. Selim Argun İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Küresel Tehditler ve Bölgesel Trendler Kıskacında İslam Dünyasının Geleceği Değerli Katılımcılar, kıymetli hazirûn, Hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum. Başta Sayın Valimiz olmak üzere bu önemli toplantıyı, İslam Ümmeti olarak içinden geçtiğimiz böylesi hassas bir dönemde, bu güzide Peygamberler şehrinde ve bu tema ile tertip eden ve emeği geçen tüm taraflara şükranlarımı arz ediyorum. Yapılan istatistiklere göre son üç yılda dünyanın farklı bölgelerinde İslam, Terör, İslamofobia Dinde Aşırılık, ve Birlikte Yaşama Kültürü gibi temalarda ayda ortalama üç ya da dört tane uluslararası sempozyum, konferans veya çalıştay düzenlenmektedir. Bunların bir kısmı Müslüman kurum ve kuruluşlar tarafından düzenlenirken, diğer bir kısmı ise Batılı ülkelerin akademi, güvenlik ve istihbarat birimleri tarafından tertip edilmektedir. Diğer taraftan küresel haber ajansları 7/24 hazırladıkları haber metinlerinde bu bahsi geçen konularda haberler hazırlıyorlar. Hemen her gün yazılı ve görsel basında şiddet temalı İslam haberlerine ve yorumlarına rastlamaktayız. Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda bu konunun küresel anlamda medyanın ve akademinin ana gündem maddelerinden birisi olduğunu ifade edebiliriz. Bir örnek vermek gerekirse, sadece Alman medyasında geçtiğimiz bir hafta içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığımız hakkında 350 adet gazete haberi çıkmıştır. Bir gazetecinin ifadesiyle, ‘Bu günlerde Alman haberlerini izlerken kendinizi Türkiye’de sanabilirsiniz, çünkü haber bültenlerin, neredeyse tamamına yakını Türkiye ile alakalı haberlerden oluşmaktadır.’ Burada ister istemez akla şu soru gelmektedir: Acaba Müslümanlar gerçekten askeri, siyasi veya ekonomik açıdan Batı için bir tehdit oluşturmakta mıdır? Son iki yüz yıl tarihini incelediğimizde Müslümanların Batı karşısında böyle bir tehdit oluşturmaktan uzak olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Peki, öyleyse, İslama ve Müslümanlara karşı küresel çapta yürütülen bu şeytanlaştırma ve ötekileştirme tavrının sebebi nedir ve nasıl izah edilebilir? Şüphesiz, ekonomik, siyasi ve sosyolojik olarak birçok sebep zikretmek mümkündür. Ancak bu durumu şöyle izah etmek de mümkündür. Her ne kadar Müslümanlar siyasi ve askeri açıdan varlıklarına bir tehdit oluşturmasalar da, İslam dini hâlâ bugün bütün insanlığın ihtiyacı olan insan-ı kâmil yetiştirme potansiyeline sahip yegâne ilâhi bir din olarak karşımızda durmaktadır. Ayrıca farklı olan ile birlikte yaşama söz konusu olduğunda, gerek ahlak felsefesi, gerekse hukuk felsefesi açısından Batının paradigmalarını tükettiğini ve modern Batı şehirleşme modellerinde farklı din, ırk, kültür ve etnik kökene sahip insanları ötekileştirmeden birlikte yaşamı mümkün kılmadığını ifade edebiliriz. Batı başkentlerinden günden güne artış gösteren yabancı düşmanlığı ve sertleşen siyasi söylemlerin ardında böyle bir dini sosyolojik olgu yatmaktadır. Bu olguyu bir metafor üzerinden daha da anlaşılır kılmak mümkündür. Şöyle ki, geleneksel olarak bir şehirde ya da coğrafi bölgede farklı olan ile birlikte yaşama konusunda iki çeşit modelin varlığı söz konusudur. Birincisi ”ice cube” yani “buz kütlesi” modeli, diğeri ise “fruit salad” yani “meyve salatası” modelidir. Bugünkü siyasi söylemlere ve hukuki uygulamalara bakarak Batı siyasi aklının “ice cube” modelinden yana olduğunu söyleyebiliriz. Bu modele göre toplum, içinde sıvı olan ve ateş üzerinde kaynayan bir kazana benzetilir. Ateş yandıkça kazanın içindeki sıvı kaynar ve bu esnada içine atılan buz küpleri erir ve sıvı hale gelir. Dolayısıyla buz küpü kendisini diğer başka varlıklardan farklı kılan özelliklerini kaybeder. Oysa İslam şehir modeli buz küpü değil, meyve salatası metaforu ile izah edilebilir. Tarih boyunca bütün İslam şehirleri, kıta Avrupası şehirlerinin aksine her zaman çoğulcu şehirler olmuş ve farklı din ve mezhebe mensup insanlar bir hukuk çerçevesinde Müslümanlarla birlikte aynı şehirde huzur içinde varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Bugün kadim İslam şehirlerindeki farklı dinlere mensup dini kurumların varlığı bunun en büyük delilidir. Meyve salatası modeli olan İslam şehir modelinde şehrin nüfusunu oluşturan farklı unsurların buz kütlesi modelinde olduğu gibi kendilerini farklı kılan özelliklerden vazgeçmesi 101 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük istenmez, aksine genel mozaik içerisinde kendilerini diğerlerinden ayıran özelliklerini muhafaza etmelerine müsamaha gösterilmiştir. Tıpkı farklı meyve parçacıklarından oluşan bir meyve salatasında her meyvenin kendi tadını, kokusunu ve lezzetini muhafaza ederek genel bütünün ahenkli ve anlamlı bir parçası olarak kalabilmesi gibidir. Bu açıdan bakıldığında tarih boyunca İslam medeniyet merkezleri farklı din, ırk ve etnik kökene sahip insanları ötekileştirmeden entegre edebilmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse buz kütlesi modeli bir asimilasyon modeli, İslam şehir modeli olan meyve salatası modeli ise akıllı entegrasyon (smart integration) modelidir ve uluslar arası göçün inkar edilemez bir realite haline geldiği günümüzde bütün dünyanın ihtiyacı olan bir model, dikkate alınması gereken tarihi bir tecrübedir. Şu an misafiri olduğumuz Urfa şehri, bu metafora verilebilecek en güzel örneklerden biridir ve tarih boyunca farklı din ve mezhep mensubu insanlar bu topraklar üzerinde huzur ve güven içinde yaşayabilmiştir. Bugün Urfa ili sınırları içerisinde milyonu aşan Suriyeli mülteci asayiş bakımından rahat bir şekilde hayatlarını sürdürebiliyorsa, bu durumun genetik kodlarını İslam medeniyet değerleriyle yoğrulmuş bu şehir halkının geçmişinde aramak gerekir. Aslında sadece Urfa şehri bile bu anlamda İslamın bir hoş görü medeniyeti olduğunu bütün dünyaya ispat için yeterlidir. Bu yüzden bu toplantının Urfa’da yapılmış olmasının başlı başına bir anlamı olduğunu ve toplantının vermek istediği mesajı büyük ölçüde zenginleştirdiğini ifade etmek isterim. Kıymetli misafirler, içinde toplantı temamıza ve müzakere ettiğimiz konulara ışık tutan unsurlar barındırması açısından sizlere yakın zaman içinde katılmış olduğum iki toplantıdan bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum. İlki geçtiğimiz ay İstanbul’da Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ile İngiltere Kilisesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Gözlerimizin Önünde Meydana Gelen Günahlar” (Sins Before Our Eyes) başlıklı çalıştaydır. İki gün süren toplantıda Dünyada halen devam etmek olan modern kölelik olgusu farklı yönleriyle ele alındı ve ilginç bilgiler paylaşıldı. Söz gelimi, bu gün dünyada 45 milyon civarında köle yaşamakta ki, bu rakam İspanya nüfusuna tekabül etmektedir. Bu durum aynı zamanda 19. yüzyılda kaldırıldığı zamandan daha fazla sayıda kölenin bugün dünya üzerinde yaşamakta olduğu anlamına geliyor. Bu şok edici bilgileri paylaşan İngiltere Başpiskoposu Justin Welby, modern köleliğin gözlerimizin önünde cereyan ettiğini, ancak bizim dikkat etmediğimiz için fark etmediğimizi ifade ederek iki çarpıcı örnekle konuya izahat getiriyor: ilki, Romanya’da yaşadığı ailesinin yanından kaçırılarak Londra’da köle olarak satılan sekiz yaşındaki bir kız çocuğu. Bu kız çocuğu, Londra’da ikamet etmekte olan bir aile tarafından satın alınıyor ve zorla ev işlerinde istihdam ediliyor. Güneş doğmadan kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor, evin çocuklarını okula, evin erkeği ve kadınını ise işlerine gönderiyor. Ardından evi silip süpürüyor, bulaşık, çamaşır ve diğer öğünler için hazırlık yapıyor. Herhangi bir maaşı veya sosyal güvencesi yok, dış dünya ile irtibat kurması, aile bi- reyleri ile aynı sofradan yemek yemesi yasak. Yerde yatıyor ve her gün aşağılanmaya maruz kalıyor. Bu olay kazara medyaya düşünce İngiltere kamuoyu durumdan haberdar oluyor. Gazete manşetlerine Romanyalı Sinderella olarak yansıyor. Welby’nin ikinci örneği ise Nijerya’dan kaçırılan erkek çocuklarla ilgili. Yaşları 15-16 arasında olan bu çocuklar, İngiltere premier liglerinde futbol oynamak vaadiyle kandırılarak Avrupa’ya getiriliyor ve İtalya’nın başkenti Roma’da bulunan ve sadece erkek çocukların çalıştırıldığı bir geneleve satılıyor. Kan donduran bu hadiseler ise maalesef gözlerimizin önünde cereyan etmekte ve geçmişte kaldığını sandığımız kölelik müessesesi maalesef halen dünyanın en önemli sektörlerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Welby’nin İŞİD gibi Boko Haram gibi kendilerini İslami olarak tanımlayan örgütlerin bu insan kaçakçılığı ticaretinde önemli bir yer tuttuğunu ifade etmesi de son derece ilginçti. Katolik Dünyayı temsilen Papalık Özel temsilcisinin de olduğu bu toplantıda Dünya Kiliseleri aralarında teolojik farklılıklardan meydana gelen mesafeli duruşa rağmen, kölelikle ortak mücadele etme kararı aldılar. Toplantının İstanbul’da yapılıyor olması da diğer bir manidar konu olarak göze çarpıyor. Aslında Türkiye, Avrupa’ya göç ve insan kaçakçılığı konusunda önemli duraklardan bir tanesi ve belki de ülke olarak, toplum olarak bizlerin de bu konu üzerine hem resmi hem sivil toplum kuruluşları olarak daha fazla eğilmemiz gerekiyor. İslam Bilgeleri Zirvesi’ne iştirak eden siz kıymetli hazirûnu bilgilendirmek istediğim ikinci önemli toplantı ise geçenlerde Fas’ın başkenti Rabat’ta, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Eğitim faaliyetlerinin planlama ve yürütmesinin yapıldığı ISESCO’nun ev sahipliğinde yapıldı. Toplantıya başta Avrupa ülkeleri ve Amerika olmak üzere ISESCO üyesi birçok müslüman ülkeden Diyanet İşleri, Milli Eğitim, güvenlik ve istihbarat birimlerinden üst düzey yetkililer katıldı. Toplantının ana gündem maddesi, hem İslam ülkeleri hem de birçok Batı ülkesinde var olan medreselerin müfredat programları ile müderrislerin tayin ve atama usullerinin zaptu rapt altına alınmasıydı. Toplantıyı düzenleyenler güvenlik saikiyle hareket ederek, medreselerin zaman zaman terörist kaynağı haline geldiğini, bu yüzden dünyadaki diğer örgün eğitim kurumlarının aksine, medreselerde okutulan derslerin muhtevalarının denetlenemediğini, bu konuyla alâkalı olarak yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğini ifade ettiler. Özellikle yabancı istihbarat birimlerinin konuya olan ilgisi oldukça dikkat çekiciydi. Değerli konuklar buradan varmak istediğim sonuç şudur: Medeniyet tarihçilerimiz geçmişte yaşadığımız ve şimdi içinde bulunduğumuz zamanları buhran dönemleri olarak tanımlamışlardır. Âlem-i İslam’ın topyekûn kuşatma altında olduğu baskı dönemleridir bu dönemler. Haçlı savaşlarının cereyan ettiği yüzyıllar, Anadolu’yu kasıp kavuran Moğol istilası, 19. yüzyıldaki Avrupa merkezli sömürgeleştirme ve buna bağlı olarak İslam dünyasında mukavemet amaçlı kurulan İslami hareketlerin mücadele devirleri hep sıkıntılı dönemler olmuş ve varlığımıza kasteden meydan okumalarla karşı karşıya 102 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük kalınmıştır. Bugün de İslâm dünyasının benzer bir aşamalardan geçtiğini, var olan krizlerin daha da derinleştirilmeye çalışıldığı, tarihi tecrübe itibariyle yan yana gelmesi dahi muhayyel olmayan İslâm ve terör kavramları gece gündüz medya, siyaset ve akademi dünyalarında gündemde tutulmak istenmektedir. Bu itibarla İslâm dünyası bugün tarihinin dördüncü büyük meydan okuması ile karşı karşıyadır ve bu sefer yöntem ve dinamikleri itibariyle öncekilerden farklı bir meydan okumayla karşı karşıyadır. Her alanda bir baskı kurulmak istenmektedir. Diasporadaki millet varlığımız ve diğer müslüman kardeşlerimiz zor günler geçirmektedir. İşin vardığı boyutu yakın çevremden örneklendirmek adına ifade ediyorum; ailesi Amerika’da yaşayan bir öğrencim, dönem ödevi olarak verdiğim DAİŞ üzerine bir ödevi almak istemediğini belirtti ve konusunu değiştirmek istedi. Sebebini sorduğumda ise, internette bahsi geçen örgüt üzerine araştırma yapmasının, o örgütle alâkalı bazı anahtar kelimeleri arama motoruna yazmasının Amerika’da yaşayan ailesine problem çıkartabileceğini söyledi. Kıymetli konuklar değerli hâzirûn, Böylesi bir dönemde zamanın meydan okumalarını nasıl okumalı ve cevap verme noktasında nasıl bir strateji takip etmeliyiz sorusu her müslüman fert ve kuruluş tarafından sorulmalıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, tarihte zamanın ruhunu yansıtan kelime ve kavramlar olmuştur. Belli dönemlerde Nizam-ı Alem kavramı devlet aygıtına istikamet tayin ederken, devir değişip, aleme nizam veremez hale gelindiğinde ise, Nizam-ı Cedid’e geçilmiş ve ihatalı devlet aklı gereği yeni bir sistem arayışına girilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu husus başka bir toplantının konusudur. Bugünün ruhunu yansıtan iki kelime ve kavramdan bahsetmek mümkündür. İlkini, dünkü açılış konuşmasında Sayın Diyanet İşleri Başkanımız ‘ilim, ilim, ilim’ olarak ifade ettiler. Her alanda dünya ile rekabet edebilir uzmanlık bilgisine sahip insanlar yetiştirmek zorundayız. Milletlerin kalkınmışlık oranı ile, kişi başına düşen doktoralı insan sayısı arasında birebir bir ilişki söz konusudur. Bir ülkede ne kadar çok doktoralı insan varsa, o ülkenin kalkınmışlık oranı o kadar yükselmektedir. Çünkü bir doktora öğrencisi çalışma yaptığı spesifik alan üzerine on bin kaliteli saat harcar ve ancak o zaman evrensel olarak kabûl gören bir titr kendisine verilir ve alanının uzmanı olur. Bu zamanın ruhunu yansıtan ikinci kelime olarak “uluslararasılaşma” kavramını zikredebiliriz. Hem tarihi geçmişimiz, hem bulunduğumuz coğrafya bizim ülke olarak daha aktif ve efektif bir uluslararasılaşma faaliyeti içinde olmamıza mecbur ediyor. 15 Temmuz sonrası duruma yurt dışından baktığımızda derdini ve hikayesini tam olarak anlatamayan bir ülke görünümünde olduğumuzu üzülerek ifade etmeliyim. Sözümüzü ve sesimizi duyurabilmenin yegâne yolu buradan geçiyor. Bu meyanda bu toplantıyı çok anlamlı bulduğumu ifade ediyorum. Burası İbrahim Halilullah’ın şehri, yani üç büyük semavi dinin atası kabul edilen İbrahim Peygamberin şehri. İbrahim kelimesi köken itibariyle Eb ve Rahîm kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir, yani Ebrahim ‘şefkatli baba’ demektir. Bu durum ise, oğlunu Allah için kurban etmeyi göze alan bir babaya Cenab-ı Hakk tarafından ihsan edilen bir lütuftur. Ve bu fedakâr davranışından ötürü Peygamberler silsilesi içinde sadece kendisine “Halilim”, yani “Dostum” ifadesini kullanmıştır. Ve işin özünde ise yeryüzünde çıkardıkları onca fesada ve yaptıkları onca zulme rağmen Allah’ın, yarattığı kullarına olan merhametine işaret eder. Değilse, sadece gayri ahlaki ve gayri insani şartlarda çalışmaya zorlanan savunmasız çocuklara karşı işlenen cürümler bile bir helak sebebidir. Demem odur ki, medeniyetler beşiği Anadolumuzun her bir şehrinin ruhuna ilmek ilmek işlenen Anadolu irfanî geleneğimizin bütün güzelliklerini bütün dünyaya anlatmamız gerekiyor. İslâm dünyasını Selefi-tedhiş hareketleri ile şii-ibazi hareketlerin temsil edilmesinin arzu edildiği oyunu bozmamız gerekiyor. Bunun için de ana akım İslâm yolu olan “Ehl-i Sünnet ve’l cemaat” İslam yorumunu, Anadolu irfanî geleneğinin zerafetini daha iyi anlatabilmek, daha geniş kitlelere duyurabilmek için uluslararasılaşmayı her alanda gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bu sevgi, hoşgörü ve birlikte barış içinde yaşama tecrübesine en başta Batının ihtiyacı var, ancak bütün dünya böyle bir model arayışı içinde. Çünkü II. Dünya savaşının yaralarını sarmak amacıyla kurgulanan “Sosyal Devlet” anlayışı bile, arzu edilen sosyal refahı ve mutluluğu maalesef sağlayamamıştır. Sonuç olarak, bu tür benzer toplantıların farklı Anadolu şehirlerinde, her biri bir temaya hasredilerek seri halde uluslararası katılım sağlanarak yapılması ve sunulan tebliğlerin farklı yabancı dillerde basım-yayımının sağlanması gerekmektedir. Buna ilâve olarak yurt dışında ülkemiz adına faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlar arasında bir hedef ve eylem birlikteliği problemi göze çarpmakta ve her biri uluslararası ilişkiler alanında önemli bir enstrüman haline gelen sivil ve resmi kurumlarımız arasında entelektüel ve operasyonel bir senkronizasyona acilen ihtiyaç duyulduğunu kayda geçirmek isterim. Vakit, kaynak ve enerji israfının önüne ancak bu şekilde geçebiliriz. Adalet odaklı inşa edilen kadim devlet geleneğimizin bir özelliği, her zaman için etkisi mevcut sınırlarının ötesinde hissedilmiş olmasıdır. Bugün de ülkemiz dünya mazlumlarının umutlarını bağladığı bir ülke konumundadır. Küresel tehditler ve bölgesel trendler bizim daha proaktif olarak sahada ve masada yer almamızı zorunlu kılıyor. Bir Amerikan atasözü şöyle der, ‘If you are not on the table, you are on the menu’ ‘Eğer masada değilseniz, menüdesinizdir’… Sözlerimin sonunda bir kez daha Sayın Valimize, kıymetli Rektörümüze ve toplantının tertip edilmesinde emeği geçen bütün taraflara teşekkürü bir borç biliyor, heyetinizi en kalbi hürmet ve muhabbetlerimle selamlıyorum… 103 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Uluslararası İslâm Bilgeleri Zirvesi Tebliğler İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük II. Oturum Dr. Abdur-Rahman Mangera White Thread Press - www.zamzamacademy.com Laiklik ve İslamofobi Yrd. Doç. Dr. Abdullah Hikmet Atan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Nebevî Estetik ve Hayat Prof. Dr. Ahmet Yıldırım Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Ankara Hoşgörü Ve Müsamaha Sembolü, Bilge Şahsiyet Hoca Ahmed Yesevî Prof. Dr. Bedri Gencer Yıldız Teknik Üniversitesi Keşf-i Kadimin Altı Kapısı Dr. Abdur-Rahman Mangera White Thread Press - www.zamzamacademy.com Laiklik ve İslamofobi Neden bugün başını örtmek, vücudun diğer yerlerini örtmekten daha ayıp hale geldi? Ahlaken hangi noktadan sonra örtünmek yanlıştır? Bu ahlâki kararı kim vermektedir? Neden başını örtüp, kot pantolon giymek, uzun bir elbise ve başörtüsü giymekten daha iyidir? Bunların tamamı, geleneklere veya mevcut toplumsal eğilimlere dayanıyor. Her topluluk kendi geleneklerinin en mantıklı yol ya da mutlak kural olduğuna inanıyor. Bir Yunan şair “Gelenek, en büyük kraldır” demişti. Müslümanlar kendilerine; “Senin için doğru nedir? Senin için doğrunun nihai kaynağı nedir? İçinde yaşadığın kültür ve medeniyet mi, yoksa daha yüksek bir şey mi?” diye sormalıdır. Bu çok önemli soru, perspektifinizi tanımlayacaktır. Fikir ile ideoloji arasında bir fark vardır: hürriyet, adalet, makro-ekonomi, evlilik ve cinsiyet hakları, hepsi birer fikirdir. İnsanlar bunlardan bahsedebilir, bunları tartışabilir, bunlarla oynayabilirler... İdeoloji farklıdır. Beyninizin arka planı, dünyayı görme biçiminizdir. Arka planda durduğu için, çoğu insanın kök salmış ideolojilerinin farkına varması sağlanmadığı sürece bu ideolojilerin farkında olmaz. Bu, insanların büyürken öğrenip içine yerleştirdiği dünya görüşü, varsayımlardır. Bu, inandığınızı bile bilmeden inandığınız şeydir. Bir ideolojiyi oluşturan şey, insanların genellikle doğru olduklarını düşündüğü, kanıtlanmaya bile gerek görmediği şeylerdir. İçinde yaşadığımız dönemde baskın ideoloji liberalizmdir. Müslümanlar olarak biz, bu ideolojiyle muhtemelen çok fazla şey paylaşamayız. Üniversiteye gittiğinizde, bu çatışmayla baş etmek zorunda kalırsınız. Bir çatışma olduğunu bilmezseniz, bununla nasıl baş edeceğinizi de bilemezsiniz. Kafanız son derece karışır ve sıkıntılar yaşarsınız. Bununla baş etmenin yolu, başkalarının tartışmak istemeyeceği şeyleri tartışmak, insanların sorgulamak istemediği şeyleri sorgulamaktır, çünkü bu onlar için "verili" bir şeydir. Aksini hiç düşünmemişlerdir. Üniversitelerin en iyi tartışma yeri olması gerekir. İnsanların kimliğine meydan okursunuz. Bu bazı insanlar için gerçekten iyi olabilir. Çoğu insan, bu tip meydan okumalar sayesinde İslâma geçmiştir. Ancak bu konuda çok fazla gerilim de vardır. Liberalizm temel olarak, insanlara hiçbir şekilde, din veya gelenekle kısıtlanmaması gerektiği fikridir. Yasalarda, kamu hayatında, ahlakta, vb. bizi kısıtlayan tek şey akıl olmalıdır. Rasyonel ve ampirik olarak kanıtlanmış bir şey. Bu nedenle hiçbir şey akıl dışında bir şeyle yargılanmamalıdır. Bunu basit bir şekilde anlatmak için belki de, başkalarına zarar vermediği sürece her şeyi yapabilirsiniz denebilir. Fransa peçeye izin vermemekte, ancak plajlarda çıplaklık serbesttir. Amerika’da erkekler gömlek giymeden dolaşabilir, ama kadınlar dolaşamaz, Fransa’da ise plajda üstsüz dolaşabilirler. Peki, bu ülkelerde insan hakları ihlali var mıdır? Bu, bize çok fazla ayrılık olduğunu gösteriyor. Bunun nedeni, bu ideolojinin tamamen iktidarla ilgili olmasıdır. İktidar sahibi olanlar, baskın ideolojiyi şekillendirir. Bu açıkça tarafsız değildir. Kadınların %85'inin başını örttüğü Mısır'da başörtüsünü zorunlu kılan bir yasa yürürlüğe girecek olursa, neden bu insan haklarına aykırı olur da, Amerika'da egemen olan kanun kadınların bedenlerinin üst tarafını halk içinde kapatmasını gerektirir. Mısır’da sadece bir azınlık, kadınların %15’i başını örtmüyor, o zaman başörtüsünü yasayla zorunlu hale getirmek neden yanlış olsun? Bunun nedeni, Batı kültürüne uymamasıdır. Bunu yüzünüze tekrar tekrar vuracaklardır. Bu nedenle, Batılı giyim ve hayat tarzı normları kabul ediliyor ve kriter ya da paradigma haline geliyor. Müslümanlar hayatta kalmak ve sosyal paradigmaya katkı yapmak için ideolojileri sorgulamalıdırlar. Böyle köklü ve kör varsayımların sorgulanması, pek çok kişiye saçma gelebilir ve kesinlikle saçma olabilir, fakat özellikle çeşitliliği artan Batı ülkelerinde, bu çok faydalı ve önemlidir. Bu ülkeler başarılı ve müreffeh olmak istiyorsa, bu tür tartışmaları ve argümanları kabul etmek zorunda kalacaklardır. 106 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Modernitenin akıcı ve yoğun bir gücü vardır ve her şey akıcıdır, bu nedenle usulün (ilkelerin) olmaması son derece zararlıdır. Her şey mümkündür. Bugün alıştığımız ve kabul etmek zorunda kaldığımız şeyler 50-100 yıl içinde tamamen farklı olacaktır, mevcut Ortodokslar düşünülemez ve kabul edilemez sapıklıklar haline gelecektir. Bu, sadece yangın söndürme ve acil faydacı seviyeden ziyade, derin bir düzeyde diyalog kurmamızı zorlaştırmaktadır. Sanki herhangi bir ilke yokmuş, aksine, her şey sonsuz bir şekilde hareket ediyormuş gibi. Sanat, iktidar, Hollywood, borsa, her şey sürekli akış halinde. Bugün cinsiyetler bile akışkan olarak görülüyor. Şimdi kısaca İslamofobi meselesine değinelim. Müslüman şiddeti kelimesine bakalım. Sürekli bu sopayla dövülüyor ve bunu kabul etmek zorunda bırakılıyoruz. Üstelik 1,5 milyar Müslümandan sadece %0.0006’sı terör eylemlerine karışmış durumdayken. Bu, Müslümanların sayısı için en düşük tahmini almamız ve terörizmi en büyük ve geniş şekilde tanımlamamıza rağmen böyle. Buna rağmen bu kadar düşük oranda. Bir de Müslümanların teröre karşı yeterince ses çıkarmadığını söyleyip duruyorlar. Ancak bu kadar ses çıkarıyoruz. Terörizme karşı ses çıkaran tüm Müslümanlar, Müslüman dünyasındaki en üst düzey yetkililerin bazılarından gelen etkileyici bir bildiri koleksiyonunun yer aldığı aşağıdaki sitede sunulmuştur. http://kurzman.unc.edu/ islamic-statements-against-terrorism/ Bence gayrimüslimlerle angaje olmanın en iyi yolu savunmacı ve depresif olmaktan ziyade, onlara birçok soru sormak ve varsayımlarına meydan okumaktır. Örneğin, Bin Ladin'in masum Amerikalıları öldürürkenki gerekçesi neydi? Çünkü hükümete oy vermişlerdir. Bu İslami bir argüman veya neden değildir. Bununla birlikte, Harvard Üniversitesinden tanınmış hukuk profesörü Alan Dershowitz, İsrail'in Gazze'yi bombalamasının bir nedeni olarak neyi gösterdi? Tam olarak aynı argümanı: Çünkü hükümetlerine oy vermişlerdi. Her ikisi de radikal argümanlar ancak aynı şekilde kötülenmiyorlar. Dolayısıyla istatistikler, bugün dürüst ve verimli bir söylem benimsememiz için önemli görünüyor. Şanlıurfa Valiliği ve bu programı düzenleyenlere en içten teşekkürlerimi sunarım. 107 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Yrd. Doç. Dr. Abdullah Hikmet Atan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Nebevî Estetik ve Hayat Estetik kelimesi Grekçe “aisthesis” ya da “aisthanesthai” sözcüğünden türetilmiş olup aisthesis; duyum, duyularla algılanabilen, “aisthanesthai” ise duyu ile algılamak anlamına gelmektedir1 ki duyularla algılanan güzelliğin incelenmesi, güzellik duygusunu ortaya çıkarmaya has olan demektir.2 Osmanlıcada; bedîiyyât, ilm-i hüsün, ilm-i mehâsin, ilm-i bedî’, ilm-i bedâyî, hikmet-i bedâyî, ilm-i zevk olarak isimlendirilmiştir.3 Arapça’da ise estetik; “ilmü’l-cemâl” ile ifade edilmektedir.4 Bu tabirlerden estetiğin, güzelliği inceleyen bilim dalı olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla estetik varlığı meydana getiren unsurlardan biri de estetik değer ve güzeldir. Her estetik olay belli bir estetik değeri ortaya koymak ister. Bu değer güzel değeri veya ideasıdır. Böylece güzel de estetik fenomene zorunlu olarak katılır. Bir estetik obje karşısında estetik bir tavır alan süje, bu tavrını; “Bu şiir güzeldir”, “Bu tablo güzel değildir” gibi ifadelerle bir estetik değer olarak dile getirir. Böylece güzel kavramı, genel estetiğin ele aldığı ilk temel bir estetik kavramıdır.5 Bütün bunlardan sonra estetik; felsefenin güzeli veya güzelliği konu alan, iyi, çirkin, hoş, yüce trajik gibi güzellikle bağlantılı kavramları araştıran, doğal nesne ya da insan yapısı ürünlerde sergilenen güzelliklerle ilgili yargı ve yaşantılarımızda söz konusu olan değerleri, tavırları, haz ve tatları analiz eden dalıdır şeklinde tarif edilebilir.6 Güzelliği merkeze alan bu tariften özetle estetik için; güzeli sorgulayan, bir şeyin niçin güzel olduğunu araştıran değerler bilimidir7 diyebiliriz. “Nebevî Estetik” dediğimizde ise genelde bütün peygamberlere, özelde Peygamber (s.a.v.)’e ait gerek fizikî/maddî gerek- se ruhî/manevî güzellikleri kastetmekteyiz. Dolayısıyla insanlar içerisinden seçilmiş olmakla8 peygamberlik gibi farklı ve aşkın bir konuma oturtulmuş olan Hz. Peygambere dair ne kadar güzellik varsa “nebevî estetik” kapsamında değerlendirmiş oluyoruz. Biz ise burada, fizikî estetikten ziyade ruhî/ ahlâkî estetik üzerinde duracak, O’nun hayatı algılama ve uygulamaya yönelik davranışlarındaki estetik boyuta temas edeceğiz. Dolayısıyla Hz. Peygamberin hayatında ne kadar güzellik, nezaket ve zarafet varsa hepsi nebevî estetiği temsil etmektedir. Öncelikli olarak bu konuda O’nu peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ’nın Kitâbı’na bakmak ve O’na ait orada işaret edilen nebevî estetiğin izini sürmek durumundayız. Kur›ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’deki nebevî estetiğe işaret eden âyetleri konuları itibariyle şu maddeler halinde sıralayabiliriz: 1) Ahlâk Allah Teâlâ O’nun ahlâkını; “Muhakkak ki sen pek yüce bir ahlâk üzerindesin”9 buyurmak suretiyle övmüştür. Kendisi de; “Ben ancak ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim”10 buyurarak kendisindeki ahlâkî bakımdan güzelliğe yani nebevî estetiğe dikkat çekmiştir. 2) Şefkat ve Merhamet O, Kur’ân-ı Kerîmin ifadesi ile; “âlemlere rahmet olarak” gönderilmiştir.”11 Merhamet, bir insandaki kalp inceliğinin, 1 Ayvazoğlu, Beşir, “İlmü’l-Cemâl” md., DİA, İstanbul 2000, XXII, 146; Mutluel, Osman, Kur’ân ve Estetik, s, 17, İstanbul 2010 2 Bolay, Süleyman Hayri, Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, “Estetik” md., s, 146, Ankara, 2004 3 Hançerlioğlu, Orhan, “estetik” md., Felsefe Ansiklopedisi, II, 81, İstanbul, 2000 4 A. M. Ömer, “İlmu’l-Cemâl” md., Mu’cemü’l-lügati’l-Arabiyye el-muâsıra, I, 398, Kahire, 1429/2008 5 Tunalı, İsmail, Grek Estetik’i, s, 17-18, İstanbul, 1996 6 Cevizci, Ahmet, “estetik” md., Felsefe Sözlüğü, s, 375, İstanbul, 2002 7 Akyüz, Hüseyin, Nebevi Öğretide Estetik Anlayış, s, 18, Ankara, 2016 8 Hac (22), 75. 9 Kalem (68), 4. 10 Muvatta’, Hüsnü’l-Huluk, 8. 11 Enbiyâ (21), 107. 108 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük ruh letâfetinin bir göstergesidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’deki şefkat ve merhamet, bütün mahlûkâtı kuşatır mahiyette olup O’ndaki bu zarafetten tüm varlıklar nasiplerine düşeni almışlardır. Bilhassa O’na iman eden mü’minlere karşı olan şefkat ve merhametine Allah Teâlâ şu âyette işaret etmiştir: “Andolsun ki size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir, sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir, size çok düşkündür ve mü’minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.”12 O’nun yaşadığı dönem; Asr-ı Saâdet olarak isimlendirilmiştir. Câhiliyyenin koyu karanlığından saâdetin nurlu aydınlığına insanları taşımada O’ndaki zarafet ve letâfet büyük rol oynamıştır. 3) Yumuşak Davranmak “Ey Hükümdar! Biz Câhiliyye üzere olan bir millet idik. Putlara tapar, hayvan leşleri yer, akla hayale gelmedik her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım ve akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zayıfları ezerdik. Bizler bu hâl üzere iken, Allah, içimizden birini bize peygamber gönderdi. Nesebini, asaletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir peygamber. O, bizi Allah’ın varlık ve birliğine inanmaya, O’na ibadete bizim ve atalarımızın Allah’tan başka tapınageldiğimiz putları ve taşları terketmeye davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi menetti. Biz de ona iman ettik ve davasını tasdik ettik. Onun Allah’tan getirip bildirdiği şeylere tâbi olduk. Sadece Allah’a ibadet ederek O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık. O’nun haram kıldıklarını haram, helal kıldıklarını ise helal bildik.”16 Resûlullah (s.a.v.)’in Uhud Savaşı’ndaki krize sebebiyet veren sahâbîlere karşı gösterdiği lâtif davranış şu âyette övülmüştür: “Allah tarafından lütfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, onlar için Allah’tan bağışlanma dile.”13 Bir davranış modeli olarak O’ndaki nebevî estetiğe Kur’ân-ı Kerîm şu şekilde dikkatleri çekmektedir: “Allah Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikreden kimseler için her bakımdan uyulması gereken güzel bir örnek vardır.”14 Nitekim şu hâdise, O’ndaki bu estetik boyutu çok net biçimde gözler önüne sermektedir: Resûlullah (s.a.v.) ilk vahiy kendisine geldiğinde (m. 610) dehşet içerisinde evine dönmüş, eşi Hz. Hatice O’nu şu sözlerle teselli etmiştir: “Allah Teâlâ seni hiçbir şekilde utandırmayacaktır. Çünkü sen; -sıla-i rahim yaparsın, Hicretin 7. yılında (m. 616) vuku bulan Habeşistan’a ikinci hicrette Müslümanların başında Ca’fer b. Ebî Tâlib (r.a.) bulunuyordu. Onun, kendilerini savunma babında Necâşî’ye söylediği şu sözler bu sürece canlı biçimde delalet etmektedir: Ca’fer (r.a.)’ın bu sözleri, Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı toplumu nereden alıp nereye getirdiğini gözler önüne sermektedir. Bu da O’ndaki nebevî estetikle örülü ahlâk ve erdem sayesinde olmuştur. Bu yüzden meşhur usûl-i fıkıh âlimi Karâfî (v. 684/) bazı usûl âlimlerinin; “Resûlullah (s.a.v.)’in hiçbir mucizesi olmasaydı sadece (yetiştirmiş olduğu) ashâbı, O’nun nübüvvetini ispata muhakkak kâfi gelirdi” dediğini nakletmiştir.17 Hz. Peygamber’in hem bizzat kendisinin uyguladığı hem de yapılmasını tavsiye ettiği nebevî estetiğe dair hususları şu başlıkları altında sıralayabiliriz: -borçluların borcunu ödersin, -fakirlere yardım edersin, 1) Güler Yüzlü Olmak -misafirlere ikramda bulunursun, -doğruları desteklersin, -ihtiyaç sahiplerinin ızdırabını dindirmeye gayret sarfedersin”15 Resûlullah (s.a.v.) o gün bu nebevî estetik sayesinde içinde yaşadığı toplumu câhiliyyeden saâdete taşımıştır. Nitekim O (s.a.v.) bir hadisinde; “Müslüman kardeşinin yüzüne tebessüm etmen senin için sadakadır”18 buyurmuştur. Başka bir hadiste de; “Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi (tabiî) bir iyiliği bile sakın küçük görme!”19 buyurulmuştur. Aslında güler yüz, güzel yüz demektir ve bir Müslüman sert, haşin değil, bilakis -Peygamberi gibi- yumuşak bir yüze sahip olmalıdır. 12 Tevbe (9), 128. 13 Âl-i İmrân (3), 159. 14 Ahzâb (33), 21. 15 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 3, Menâkıbü’l-Ensâr, 45; Müslim, Îmân, 252. 16 İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâleddîn Abdülmelik b. Hişâm b. Eyyûb el-Hamevî el-Meâfirî, es-Sîretü’n-nebeviyye, thk. Mustafa es-Sakkâ vd., I-II, I, 336, Kahire, 1375/1955 17 Karâfî, Ebu’l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. İdrîs b. Abdirrahman el-Mâlikî, el-Furûk, I-IV, ys. ts, IV, 170. 18 Tirmizî, Birr ve Sıla, 36. 19 Müslim, Birr ve Sıla, 144. 109 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük 2) Güzel Sözlü Olmak 4) Güzel Muamelede Bulunmak. Bir hadiste tatlı dilli olmaya teşvik etmek üzere; “Güzel söz sadakadır”20 buyurulmuştur. Bu hususta da Resûlullah (s.a.v.) ümmetine örnek olmuş, ashâbına bir şeyi öğreteceği zaman onlarla tatlı ve güzel konuşmuştur. Meselâ arkadaşları arasında otururken kabilesi tarafından elçi olarak gönderilen Dımâm b. Sa’lebe’nin sert üslûbuna karşılık ona güzel davranmış, “Buyur, seni dinliyorum” buyurarak tatlı bir üslûp kullanmıştır.21 Hz. Peygamber güzel muamelede zirve şahsiyetlerden biridir. O (s.a.v.); “Sizin en hayırlınız, hanımlarına en iyi davrananınızdır. Ben, aile halkına iyi davranmak hususunda, sizin en hayırlınızım”26 buyurmuştur. Dolayısıyla O’ndaki bu özellik, aile fertlerinden başlayarak çevresine doğru halka halka yayılır bir mahiyet arzetmektedir. 3) Yumuşak Huylu Olmak “Şüphesiz Allah kibardır, kibarlığı sever” hadisi, yumuşak davranmaya teşvik etmektedir. Hatta bu hadisin sebeb-i vurûduna dair şu hâdise anlatılmaktadır: Âişe (r.a.) şöyle demiştir: Bir keresinde Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna beş on kişilik bir Yahûdî grup girmek için izin istediler. Bunlar içeri girince (selâm olarak) «Ölüm üzerine olsun!» manasına gelen); “es-Sâmu aleyke!” dediler. Bunun üzerine ben (bu sözün manasını anlayıp onlara); “Bilakis sâm ve lanet sizin üzerinize olsun!” diyerek (öfkeyle) karşılık verdim. Peygamber (s.a.v.); “Yâ Âişe! Şübhesiz Allah kibardır, her işte kibarca davranılmasını sever” buyurdu. Ben de O’na; “Sen onların dediklerini işitmedin mi?” dedim. Peygamber (s.a.v.); “Ben de; Ve aleykum (Sizin üzerinize de olsun) dedim ya!” buyurdu.22 Dikkat edilirse Hz. Peygamber, Yahudilerin bu kaba ve küstah hareketlerine karşılık onlara sert davranmamış, Hz. Âişe’yi yumuşak davranması noktasında ikaz etmiştir. İslâm’da güzel muameleden sadece insanlar değil, hayvanlar da nasiplerini almışlardır. Peygamber (s.a.v.) bu hususu şöyle emretmektedir: “Allah Teâlâ her varlığa iyi davranılmasını emretmiştir. Öyleyse canlı bir varlığı öldürmeniz gerektiğinde, bu işi can yakmayacak şekilde güzelce yapın. Bir hayvanı boğazlayacağınız zaman, ona eziyet vermeyecek şekilde güzelce kesin. Bu işi yapacak olan kimse bıçağını iyice bilesin, hayvanına acı çektirmesin.”27 5) Empati Kurmak Hz. Peygamber bir hadisinde; “Sizden biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min sayılmaz” buyurmak suretiyle kişinin kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmamasını bir bakıma tavsiye etmiştir. 6) Kızmamak Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayete göre adamın biri Peygamber (s.a.v.)’e: “-Bana bir nasîhat et!” dedi. Hz. Peygamber ona; “-Öfkelenme!” buyurdu. Bu hadisin bir başka rivayetinde; “Şüphesiz Allah kibardır, kibarlığı sever. Şiddet karşılığında vermediğini, yumuşak davranma karşılığında verir”23 ifadesi yer almıştır. Yine Resûlullah (s.a.v.), Müslümanın iyi geçimli olması gerektiğini şu hadisiyle ifade etmiştir: Bunun üzerine o kişi Peygamber (s.a.v.)’den tekrar tekrar kendisine nasihat etmesini istedi de her defasında Resûl-i Ekrem ona; “Öfkelenme!” karşılığını verdi.28 “Mü’min kendisiyle ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve edilmeyende hayır yoktur.”24 Hadiste; “Af sebebiyle Allah bir kulun ancak şerefini artırır”29 buyurulmuştur. Bu hadisten; af ve müsamaha gösteren kimsenin dünyada iken kalplerde büyüyeceğini, şerefinin artacağını ve ona herkesin hürmet edip ikramda bulunacağını anlıyoruz. Ayrıca hadisimiz, ahirette o kimsenin elde edeceği ecir ve mükâfat ile oradaki şerefinin yüksek olacağına işaret etmektedir.30 Bu hadisin bir başka rivayetinde yer alan; “Ülfet etmeyen ve edilmeyen bizden değildir”25 ziyadesi, “böyle bir kimse; bizim yolumuzdan sapmış, sünnetimizi terketmiş demektir” anlamı taşır. 7) Affettmek 20 Buhârî, Edeb, 34. 21 Buhârî, İlim, 6; Müslim, Îmân, 10; Ebû Dâvûd, Salât, 24; Nesâî, Sıyâm, 1; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât, 194; Ahmed b. Hanbel, XIX, 441, XX, 138-139, 312-313. 22 Buhârî, İstitâbe, 3; Müslim, Birr ve Sıla, 77. 23 Ebû Dâvûd, Edeb, 10; İbn Mâce, Edeb, 9. 24 Ahmed b. Hanbel, XV, 107; XXXVII, 492. 25 Taberânî, Ebu’l-Kâsım Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb, el-Mu’cemü’l-evsat, thk. Târık b. İvezullah b. Muhammed vd., I-X, Kahire ts., IV, 356. 26 İbn Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55. 27 Müslim, Sayd, 57; Ebû Dâvûd, Edâhî, 11; Tirmizî, Diyât, 14; Nesâî, Dahâyâ, 22, 26, 27; İbni Mâce, Zebâih, 3. 28 Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr ve Sıla, 73. 29 Müslim, Birr ve Sıla, 69. 30 Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Muhyiddîn Yahyâ b. Şeref, el-Minhâc şerhu Sahîhi Müslim ibn el-Haccâc, I-XVIII, Beyrut 1392, XVI, 141. 110 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Resûlullah (s.a.v.) de her zaman affedici olmuş, kendisine işkence yapan, türlü türlü eziyetlerde bulunanları cezalandırmayıp bağışlamıştır. Meselâ Mekke’nin fethedildiği (8/630) gün bir hutbe okumuş ve ardından kendisini dinleyen Mekkeli müşriklere; “Size nasıl davranacağımı tahmin ediyorsunuz?” diye sormuştu. Onlar da hep bir ağızdan; “Sen hayırlı ve kerim bir kardeşsin. Sen asil ve hayırlı bir kardeşin oğlusun. Senden hayır bekleriz” demişlerdi. O da onlara; “Gidiniz! Artık hepiniz serbestsiniz” buyurmuştur.31 8) Tevazu Göstermek Resûlullah (s.a.v.) herkese karşı tevazu göstermiş ve mütevazı olmayı tavsiye etmiştir. “Bir kimse Allah için tevazu gösterirse Allah onu ancak yükseltir”32 hadisi, O’nun bu tavsiyelerinden yalnızca biridir. Karşısında heyecandan titreyen bir adama; “Sakin ol! Ben kral değilim. (Kureyş’ten) kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum”33 buyurmuştur. 9) Güzeli Aramak Bütün bu söylenilenleri belki de özetleyecek bir ilke olmak üzere Allah Resûlü (s.a.v.); “Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever”34 buyurmuştur. Dolayısıyla bir Müslüman, Allah’ın hoşuna gidecek güzel davranışlarda bulunmalı, güzel ahlâk sahibi olmalıdır. Bu noktada bir otokontrol sistemine ihtiyaç vardır. Onu da sağlayan; Cenâb-ı Hakk’la birlikte bulunma (maiyyet) fikrine ve ruhuna sahip olmaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa; “Nerede olursanız olun, O daima sizinle beraberdir”35 âyetiyle işaret edilmiştir. Cibrîl Hadisi36 olarak meşhur hadiste; Cebrâil (a.s.)’ın gelip sahâbenin içinde Hz. Peygamber’e sırasıyla İman-İslâm-İhsan’a dair sorduğu sorular, bu otokontrol sisteminin estetikle alakalı boyutunu gözler önüne sermektedir. İslâm dininin ana umdelerine dair bu üç unsur, Müslümanın bir amel işlerken geçirdiği safhalara işaret etmektedir. O işi/ameli; dış/zahiri çizgileriyle yapması İslâm, niçin yaptığı İman, nasıl yaptığı İhsân safhasına tekabül eder. Hadiste ihsânı, Resûl-i Ekrem (s.a.v.); “Allah’a; O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” olarak tarif etmiştir. Dolayısıyla İslâm’ın ihsân boyutu denilince ihsân; güzellik, incelik, zarafet; derin kavrayış, yüksek duyarlılık, edepli ve özenli olma, kısaca; teslimiyetin güzelliğinin bütün hareketlerimizde yansıtılması gibi anlamlar taşır. İman; ihsânla güzelleşir ve görünür hale gelir. Yani ihsân; imanın ahlâkî ve estetik düzeyde bir tezahürüdür. İslâm medeniyeti bir anlamda ihsân boyutunun çiçeklenmesidir.37 İhsân şuuru sayesinde kişi, yaptığı her işi ibadet vecdiyle yapar. Böylece ameller ulvî bir anlam kazanmış olur. Bu sayede Müslüman fertler gösterişten kurtulup, yaptıklarını sadece Allah’a beğendirmeye çalışırlar. Bu da mahiyet itibariyle yapılan işe kalite kazandırmak yani güzel olanı en güzel şekilde yapmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bir Müslüman, hayatı bir sanatçı titizliğiyle algılar ve ona göre dizayn eder. Ona bu ruhu kazandıran da Kur’ân ve onun canlı örneği sünnettir. Bugün şu kritik soruyu kendimize sorarak bir özeleştiri yapmak durumundayız: “Müslümanlar olarak Peygamber Efendimiz’i ne kadar temsil ediyoruz?” Ümmet-i Muhammed olmakla iftihar ediyoruz ama bakıldığımızda Hz. Peygamber’i hatırlatıyor muyuz acaba? Oysa günümüzde peygamberiyle didişen, boğuşan Müslümanlar haline geldik. Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyette; “Resûl’e itaat edin”38 buyurulurken, O’na itaatin Allah’a itaat anlamına geldiği ifade edilirken39 ve yine O’na tâbî olmak emredilirken;40 uyalım mı, uymayalım mı, sayalım mı, saymayalım mı tarzında tartışmaların içine itildik. Seslerimiz O’nun sesini bastırdı. Dünya ve âhiret işlerimizde O’nu takip etmek yerine O’nun önüne geçtik. O (s.a.v.); “Beni nasıl namaz kılar gördüyseniz; siz de öylece namaz kılınız”41 buyururken; “O’nun namazını değil, Hz. Âdem’in namazını kılıyorum” diyenlerimiz oldu. Yani ne ibadetimiz O’nun ibadetine ne hayatımız O’nun hayatına benzedi. Oysaki; “Pergel gibi bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde, diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” diyen Mevlânâ’nın42 pergel metaforunda geçtiği üzere pergelimizin iğnesini sabitleyemediğimizden çizdiğimiz şekiller de ona göre biçimsiz, intizamsız ve düzensiz olmaktadır. İşte Müslümanın inancına uygun düzenli şekiller çizebilmesi için, pergelinin iğneli ucunu Hz. Peygamber’in sünneti üzerine sabitlemesi gerekmektedir. Bu kaostan Müslüman fert ve toplum olarak acilen kurtulmalıyız. Bunun için de hiç şüphesiz günümüzde sahih bir sünnet 31 İbn Hişâm, Sîre, II, 412. 32 Müslim, Birr ve Sıla, 69. 33 İbn Mâce, Et’ime, 30. 34 Müslim, İmân, 147. 35 Hadîd (57), 4. 36 Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1, 5; Tirmizi, Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Nesâi, Mevâkît, 6; İbn Mâce, Mukaddime, 9. 37 Koç, Turan, İslâm Estetiği, İstanbul, 2010, s, 7. 38 Meselâ bkz. Nûr (24), 56. 39 Nisâ (4), 80. 40 Âl-i İmrân, (3), 31. 41 Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27, Ahbârü’l-Âhâd, 1. 42 B. Fürûzanfer, Mevlâna Celâleddin, Konya, 2005, s, IV. 111 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük anlayışına ihtiyaç var. Bugün nebevî estetiğe her zamankinden daha çok muhtacız. Sünneti sadece şekle indirgemek yerine onun ruhuna talip olmalı, sosyal ilişkilerde nebevî estetiği yakalamalıyız. Ölçümüz sünnet olmalı. Bir iş yaparken, bir problemle karşı karşıya kaldığımızda, kendimize şu soruyu sormalı ve O’na göre davranmalıyız: “Bu durumda O (s.a.v.) olsaydı ne yapardı?” Bu noktada Hz. Peygamber’in sünnetini dikkate alarak eğitime ağırlık vermemiz gerektiği ortaya çıkmaktadır ki günümüzde yaşanılan problemler bir daha yaşanmasın. Yani nebevî terbiyeden nebevî estetiğe nesillerimizi taşıyarak eğitmeliyiz. Hz. Peygamber’in boyası ile boyanıp nesillerimizi bu boya ile boyamalıyız.43 İşte o zaman farkımız ortaya çıkacak ve daha belirgin olarak görülme imkânına sahip olacağız. Bu da sadece kendi insanına ve toplumuna değil, tüm insanlığa tesir etme, nebevî estetik vasıtasıyla peygamberî ruhu bütün dünyaya taşıma demektir. Öğretim ağırlıklı gidip de bilimin neyini öğrenip niçinini kaçırmış olmanın acısını hâlihazırda yaşayan Müslümanlar olarak entelektüel çapta öğrenciler yetiştirmek, nebevî estetiğe sahip şahsiyetli, şuurlu fertleri topluma kazandırmakla ancak mümkün olacaktır. Böylelikle Müslümanlar olarak gerçek barış, adalet ve özgürlüğü, geçmişte olduğu gibi günümüzde de tüm insanlığa yine biz kazandırmış olacağız diyor hepinize saygılar sunuyorum. 43 Kur’ân-ı Kerîm’de “sıbğatullah” (Allah’ın boyası) ifadesi; “Yine şöyle deyin: «Biz Allah’ın boyadığı renge boyandık. Kimin boyası Allah’ın boyadığı renkten daha güzeldir? Biz, yalnızca O’na kulluk ederiz»” (Bakara, 2/138) âyetinde yer almıştır. Bu ifade ile inanç, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtıyla Allah yanında yegane din olan İslâm dinî kastedildiği anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu ifadeyle, bu hak dine uyma ve onu yaşama sayesinde elde edilen ruhî ve ahlâkî kemal de söz konusu edilmektedir(Çelik, Ömer, Hakk’ın Dâveti Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsîri, I-V, İstanbul 1434/2013, I, 201). 112 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Prof. Dr. Ahmet Yıldırım Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Ankara Hoşgörü Ve Müsamaha Sembolü, Bilge Şahsiyet Hoca Ahmed Yesevî Medeniyetler sahip olduğu fikir ve düşünceler ve bu düşünceleri ortaya koyan şahsiyetlerle ayakta durur ve varlıklarını sürdürürler. Aynı durum İslâm Medeniyeti için de söz konusudur. Türk ve İslâm Medeniyetinin önemli şahsiyetlerden biri de Pîr-i Türkistan lakabıyla maruf Hoca Ahmed Yesevî (ö.562/1166) dir. Hoca Ahmet Yesevî’nin İslâm kültür ve medeniyetinde, Türk din ve tasavvuf tarihinde önemli ve ayrı bir yeri vardır. Bilindiği üzere tarihî süreç içerisinde insanlara ve toplumlara yön veren ve onları şekillendirmeye çalışan örnek ve öncü şahsiyetler hep var olmuştur. Şüphesiz bu şahsiyetler, gerek kendi toplumlarının ve gerekse diğer toplumların bireyleri tarafından ilgi görmüş, örnek ve model alınmaya çalışılmıştır. Türklerin inanç, toplum ve manevi hayatında önemli bir yere sahip olan mutasavvıf, şair ve Yesevîyye tarikatının kurucusu olarak bilinen Hoca Ahmed Yesevî de bunlardan biridir. Öncelikle Hoca Ahmet Yesevî’nin hoşgörü ve müsamaha anlayışını daha iyi anlayabilmek için onun yaşadığı döneme ve coğrafyaya kısaca bakmak gerekir. Yaşadığı döneme ve coğrafyaya baktığımızda; siyasi olarak devlet otoritesinin kaybolup taht kavgalarının yapıldığı, önemli iktisadi sıkıntıların bulunduğu, ferdî ve sosyal problemlerin yaşandığı bir kriz dönemi olarak karşımıza çıkmaktadır. O dönemde bu coğrafyada yaşayan insanlar ve bilhassa Türk boyları İslâm’la tanışmış olmakla birilikte, henüz İslâmiyeti ve onun kendileri için önemini tam manasıyla kavrayabilmiş değillerdi. Farklılıklar ve düşünce ayrılıkları devam etmekteydi. Hâtta önceki kültürlerin yani Şamanizm’in, Budizm’in ve paganizmin izleri hala bulunmaktaydı. Diğer taraftan tasavvuf düşüncesinin egemen olduğu bir dönemde bunların olması dikkat çekicidir. Yesevî işte tam böyle bir dönem ve ortamda doğup büyümüştür.1 Hoca Ahmed Yesevî, yaşadığı dönemde insanların kabiliyetlerine göre bir metot takip etme ihtiyacını hissetmiştir. İslâmiyeti anlatırken, anlayabilecekleri tarzda düşüncelerine hitap etme yolunu seçmiştir. Yesevî’nin en büyük özelliği bir gönül ve muhabbet adamı oluşudur. Her şeye sevgi nazarıyla bakmış, insanların sevgiden nasip almaları en büyük arzusu olmuştur. Sağlam ve dirayetli bir düşünce ile Allah inancı ve Peygamber sevgisini söylediği hikmetlerle dile getirmiştir. Bu konu üzerinde yoğunlaştırdığı fikirlerini insanlara aktarmış, toplum içerisinde sevgi ve hoşgörünün hâkim olmasına çalışmıştır. 2 Bu manada Hoca Ahmed Yesevî yaşadığı toplumun birikiminden ve tarihî tecrübelerden azamî ölçüde yararlanmış, hatta bazı bilgi ve tasarruflarına bunlar kaynaklık etmiştir. Toplumun tecrübe ve kültüründen istifade etme hususunda, dinen yasaklanmayan şeyleri almış, eğer dinen yasaklanan bir şey ise onu yasaklanma unsurlardan arındırarak ya da onlara yeni bir çehre veya muhteva kazandırmak suretiyle topluma ve insanlığa kazandırmayı tercih etmiştir. O, bu misyonu ve öncülüğü toplumun ihtiyacını görerek üstlenmiştir. Onun insanların dindarlaşması ve Müslümanlaşması adına yaptıkları, yeni bir çığır açma niteliğinde görmeliyiz. Ayrıca dini ilimlerdeki derin bilgisi ve hoşgörü ve müsamahayı da içeren yüksek bir ahlak anlayışıyla o, zamanın çoğu göçebe halkına İslâmı onların anlayacağı bir şekilde aktarmış olması nihayetinde onu, bölgenin en çok tanınan ve bilenen şahsiyeti haline getirmiştir. Türkolog Andras Bodrogligeti’nin şu cümlesi onun bu fonksiyonunu güzel bir şekilde ifade eder: “Yesevî’nin mücadelesinin Müslümanlar arasında yüksek bir yeri vardır. Hz.Muhammed’in çöl Arapları için yaptıklarını, Yesevî, bozkır Türkleri için yapmıştır”3 Orta Asya’da bu anlayışı ifade eden “Medine’de Muhammed, Türkistan’da Hoca Ahmet” deyimi yaygındır.4 İşte tam noktada Hoca Ahmet Yesevî, yaşadığı dönem ve ortamda inanç 1 Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hadis Kültürü, Ankara 2011, s. 209. 2 M. Askeri Küçükkaya, “Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi”, Diyanet İlmî Dergi, C. 52, S. 4, 2016 3 Bkz. Andras J. E. Bodrogligeti, “Ahmad Yasavi’s consept of ‘Deftar-ı Sani” Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu, Bildirileri, 26-27 Eylül, 1991. Ankara 1992 4 Bkz. Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmet Yesevi”, Tasavvuf Dergisi 113 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük boyutu noktasında Allah’ın varlığı ve birliğine, İslâm dininin özüne ters düşmeyen eski Türk millî geleneklerini dışlamamış, onları müsamaha ile karşılamış, onların dinle yoğrulan kültürüne renk katacak şekilde mânâ ve değer kazanmasını sağlamıştır. Onun bu metodu, Türklerin büyük bir zorluk çekmeden Müslüman olmalarını sağladığı gibi, kimliklerini muhafaza etmelerini de sağlamıştır. Burada Ahmet Yesevî’nin kendi ilmini geniş alana yaymasında ve İslâmı tanıtmada, düşünce ve çalışmasını “davranış hürriyeti” prensibi üzerine oturttuğunu söyleyebiliriz. Bu manâda Ahmet Yesevî’nîn Türk-İslâm Dünyasına en büyük hizmeti eski Türk töre, yasa ve ahlâk değerleriyle, İslâmî ahlâk esaslarını yakınlaştırıp, bağdaştırması olmuştur.5 Onun hakkında “Orta Asya Sufîliğinin temeli, Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik tarafından o kadar güçlü bir şekilde atılmıştı ki, sonraki sûfî cereyanlar, mutlaka kendisini bu temele oturtmak zorunda kalmışlardır”6 şeklinde değerlendirmek mümkündür. Bu farkı onun insan anlayışında da görmek mümkündür. Hoca Ahmed Yesevî’nin insan anlayışının temelinde, İslâm düşüncesinden gelen unsurlar olarak hoşgörü, tevazu ve takva gibi davranışlar yanında, üst seviyeli bir kavramlaştırmanın neticesini ifade eden üstün insan imaj ve ideali de bulunmaktadır. Hoca Ahmed Yesevî bu nitelikleri taşıyan insanı, insan-ı kâmil mürşidi kamil, pir ve fenafillah makamına erişmiş insan kavramlarıyla tanımlamaya çalışıyor. Bizzat kendisi bu ideal tip için en iyi örnektir. Hikmetlerinde şöyle der: Hoca Ahmed Yesevî’nin ideal insanı, özellikle de tasavvufi boyuttaki eğitim anlayışının tanımladığı insan modeli, fena fillâh mertebesine erişmiş insandır. Fakat bu makam tasavvuf eğitim anlayışının en son hedefidir.7 Hoca Ahmed Yesevî insan anlayışının bir tarafında sosyal alanda gösterdiği engin hoşgörü ve muhabbet bulunur. Hoca Ahmed Yesevî, hoşgörü konusunu birçok hikmetlerinde dile getirmiştir. Hoca Ahmed Yesevî’nin asıl konusu insandır. O iyi bir eğitimci olarak, insanları hak ve hukuka riayet açısından eğitmeye çalışır. Yesevî’nin hoşgörüsünün kaynağı sevgidir. En büyük hedefi, insanlara “muhabbetin pazarında”8 mısraın- da belirttiği gibi sevgiyi tesis etmektir.9 Bu Allâh’ın yüce katında yazdığı bir ölçü; bir kaderdir. Bunun yanında Hoca Ahmed Yesevî, her zaman insanları ikaz ve bilgilendirme görevini yürütürken bile hoşgörülü davranmış ve “iyilikle mukabele etme” çizgisinden ayrılmamıştır. Bu anlamda Hoca Ahmed Yesevî’nin insan sevgisi genel ve bütün bir anlam taşır. Özellikle müminlere sevgiyle yaklaşılmasını “Allah diyen kulların kulu ol”10 ifadesiyle dile getirir. Sevginin güzellik ve yüceliğinden alınan merhamet ve şefkat duygusuyla hareket etmenin gereği üzerinde durur ve kâfir-mümin farkı gözetmeksizin herkese aynı derece ile yaklaşılması gerektiğini uyarısında bulunur. Hiç kimsenin, gönlünün incitilmemesi, kalbinin kırılmaması, sevgiyle insana yaklaşılmasını öğütler. İnsan sevgisinin kaynağı Allah sevgisi olduğuna göre, bu inceliğe dikkat edilmeden yapılan her hareketin, Allah’ın hoşuna gitmeyeceğinden, cehenneme (siccin) hazır olunması ihtarında bulunur.11 Bunu dile getiren hikmeti şöyle der: Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar Gönlü katı, gönül inciticiden Allah şikâyetçi, Allah şahid, öyle kula “Siccin” hazır Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte12 Yine bununla ilgili olarak Hoca Ahmed Yesevî’nin Fakrnâme adlı eserinde Yesevîliğin dört temel ilkesi olan şeriat, tarikat, mârifet ve hakikate yer verilmekte bu dört unsurun her birinde insan sevgisini içine alan düsturlar incelenmektedir. Bu düsturlar insanlarla yumuşak konuşmak ve yaklaşmak, insana hizmet etmek, insandan gelen eza ve cefaya tahammül etmek, hiç kimseyi incitmemek, fakirleri sevmek ve yardım etmek, hoşgörülü ve alçak gönüllü olmak şeklinde görülür.13 Hikmetlerde de insan sevgisi konusu bu ilkeler ve makamlar çerçevesinde dile getirilmiştir. Yesevî’nin temel felsefesinde insan, Allah’ın mahlûku olduğu için sevilir. Hatta bu sevgiyle Allah’a ulaşma ümidi de beslenir. Zira yapılan her iyilik ve hayır, insanı Allah’ın hoşnutluğunu kazandırmaya götüren bir sebeptir. İnsana yardım etmenin Allah’ın emri olduğunu 5 Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmet Yesevî”, Tasavvuf Dergisi 6 Ahmet Yaşar Ocak. Türk Sufiliğine Bakışlar, s, 40, İst. 1996, 7 Bu ideal hedefe erişmede kullanılan ara hedeflerden, kısa vadeli amaçlardan söz etmek mümkündür. Ahmed Yesevî’deki eğitim düşüncesinin bu yönü, yani ampirik değerlere ve pratik faydaya yönelen kısmı daha ziyade dikkati çekmektedir. Çünkü Ahmed Yesevî’nin düşüncesinde felsefi, sanatsal ve tasavvufi endişelerden ziyade, sosyal amaç ve muhteva ön planda bulunuyor. Onun şiirlerinin toplandığı Divân-ı Hikmet bu amaçla incelenirse, bu durumun bütünüyle doğrulandığı görülür. Divân-ı Hikmet’te cimrilik, tamah, açgözlülük ve nefsani arzular reddediliyor; sabır, kanaat ve nefsin frenlenmesi övülüyor. Hırs ve ihtirasın insan hayatına verdiği zararlar anlatılıyor, hoşgörü, tevazu ve sevgi gibi örnek davranışlar olarak tavsiye ediliyor. Yalan ve riya eleştirilerek, dürüstlük ve açık sözlülük yüceltiliyor.Hüseyin Akyüz, “Eğitici Bir Şahsiyet Olarak Ahmed Yesevî”, (AÜTAET), Erzurum, 1994, Sayı: 1, s. 23-24. 8 Muhabbetin pazarında dolanır Aşıklar sevdalanıp yürür olmalı. Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s. (Hikmet, 104) 9 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, Diyanet İlmî Dergi, 2016, c. 52, Sayı: 4, s. 122. 10 Allah diyen kulların kulu olsam Aşıkların yanıp savrulan külü olsam Yol üstünde toprak gibi yolu olsam Dostlar Hocam bana bağlım der mi ki? Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s. (Hikmet, 78) 11 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, s. 114, 115. 12 Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s. 65, (Hikmet, 1). Hoca Ahmet Yesevî’nin bu hikmetlerinde Hz. Peygamber’in (s.a) “Kâfir de olsa, mazlûmun âhından sakınınız” (Bkz. Ahmed b. Hanbel, Musned, III, 153) hadisine bir telmih ve işaret bulunmaktadır. 13 Bkz. Kemal Eraslan, “Yesevî’nin Fakrnâmesi”, İstanbul Üniversetesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXII, İstanbul 1977, s. 45-118. 114 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük söyler. İnsana muhabbetle yaklaşmanın Allah’ın isteği olduğunu, bu yapıldığı zaman, Allah’a bizzat yapılmış gibi sevap kazandıracağı düşüncesindedir. Allah’ın sevgisi ve rızası, Allah için insanlara yapılacak yardım ve yaklaşımda gizlidir. Allah’ın hoşnutluğu, sevgi ve merhametle tüm mahlûkata, özellikle insana yapılacak ihsanın içerisindedir.14 dır. İnsanlara güler yüz ve tatlı dil ile yaklaşma ve neticede kazanma başarısını elde etmenin bilincinden hareketle hoşgörü ve müsamaha ile insanlara yaklaşmıştır. Bunu yaparken kaynağının sünnet olduğunu da söylemiştir. O İnsanlara, kimseye zarar vermemeyi, gönül incitmemeyi tavsiye ederken referansı Hz. Peygamber’in sünnetidir.20 Hoca Ahmed Yesevî, tarikatının âdâbını belirtirken, müritlere takip edecekleri tasavvufî ilkelerinin başında, insanla ilişkilerinde muhabbete dayalı münasebet içinde olmalarını ister. Allah sevgisinin neticesi, bütün mahlûkata muhabbetle yaklaşma melekesidir. Bu sevgi, özellikle insanda noktalanır. İnsan Allah’ın yaratıkları içinde en mükemmeli olduğuna göre, en esaslı sevgi de insana gösterilmelidir. Demek ki, Allah’ı seven insanı da sevmelidir. 15 Farklı dinden insanlarla karşılaşacaklarını bildiği öğrencilerine, her türlü inanca saygı ve hoşgörüyü tavsiye eden Hoca Ahmet Yesevî’nin hikmetlerinde muvahhid (Allâh’ın birliğine inanan) olmanın insanın iç dünyasını birleştiren ve zenginleştiren etkisini görmek mümkündür.16 Hoca Ahmet Yesevî, müridlerinin bilinçlerini sarsarak, insanlara karşı yüreklerinde sevgi duygusunu hissetmeyenlerin Rahmân’a değil, şeytana yâr olacaklarını haber vermektedir. Sevgi duygusundan mahrum olan gönlü fakirlerin mü’min ve müslim olamayacaklarını dile getirmektedir: 17 Hoca Ahmet Yesevî Hz. Muhammed’in niçin hoşgörü, şefkat ve merhametin kaynağı olduğunu da hikmetlerinde örnekler vererek açıklamaktadır. Hoşgörü konusunda Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in göstermiş olduğu müsamaha ve idare etme gibi ulvi meziyetler, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş olaylardır. Ayrıca Hoca Ahmet Yesevî ölümden önce dünya hayatının önemine vurgu yaparak ilâhî aşk, ihlâs ve samimiyet, insan sevgisi, hoşgörü, kadın erkek beraberliği, çalışma iş ve emeği yüceltme, ilim ve bilgi öğrenme ve yaşamaya çağırmıştır. Divân-ı Hikmet’te insan, vicdan, düşünce ve davranış hürriyeti, sosyal adalet, eşitlik gibi konular ele alınmıştır.21 Aşksız kişi insan değildir anlasanız, Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz, Aşktan başka sözü eğer söyleseniz, Elinizden îmân-İslâm gitti olmalı. 18 Bunun yanında Hoca Ahmed Yesevî gibi birlik ve beraberliğe, kaynaşmaya önem veren mutasavvıflar gibi insanları eğitmede belli bir meşrep, mizaç ve huy birliğini veya ayrılığını göz önüne alarak “kendi yollarını prensiplerini herkesi değil, kabiliyet, karakter ve meşrep yapısı itibarıyla asgari müşterekleri bulunan cemiyetin belli bir kesimini ve onların psikolojik yapı ve fıtrî kabiliyetlerindeki farklılığı dikkate alarak buna göre tespite itina göstermişlerdir.19 Hoca Ahmed insanların bilgili ve câhil olanları ile mümin ve kâfir olanlarını farklı bir eğitim perspektifinde değerlendirmeye tabi tuttuğu zaman bile, insanî ilişkilerde ayrıcalıklı davranmamıştır. Hikmetlerinde kendisi gibi düşünmeyenlerin dışlandığını gösteren herhangi bir dörtlük de yoktur. Hatta bu hususta, herkese aynı derecede yaklaşma ve yardım etme arzusu var- Taştan katı taşı süzen habersizler, Ahiret işini geri bırakıp dünyayı arar Âyet, hadis beyan eylesem, sert konuşur Dışı insan, içleri şeytan olur.22 İnsanlara inancının öngördüğü şekilde hoşgörü ve müsamaha ile yaklaşan Hoca Ahmed Yesevî insanî münasebetlerde hoşgörülü olmanın birtakım zorlukları ve nefsin insana yüklediği birtakım olumsuzluklarının olduğuna da dikkat çeker. Bunlarda karşıdakinin görüşlerini kabul etme ve fikirlerine saygılı davranmayı engelleyen kibir, gurur ve sabit fikirli olmanın rol oynayabileceğini söyler. Hoca Ahmed Yesevî, insanın mütevazı ve alçak gönüllü olabilmesinin, kibir ve büyüklük hastalığından kurtulmakla elde edilebileceğini söyler.23 O şöyle der: Onüçümde nefsani arzuları ele aldım Nefs başına yüz bin bela sarıp saldım; Kibirlenmeyi ayak altında basıp aldım; Ondördümde toprak gibi oldum ben işte.24 Hoca Ahmed Yesevî’nin kurduğu Yesevîlikte insanlara karşı kesinlikle kibir ve gurur yoktur. İnsanlara sevgiyle ve merhametle yaklaşma vardır. İnsanlara karşı tevazu ve alçak gönüllük için mücâhede etmek şarttır.25 Bu “herkesin yolunun top- 14 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, s. 114, 115. 15 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, s. 120 16 Osman Eğri, İslam Tasavvufu ve Hoşgörü, s. 129. 17 Osman Eğri, İslam Tasavvufu ve Hoşgörü, s. 130. 18 Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s. (Hikmet, 59) 19 Bkz. İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet Tekke Münasebetleri, Seha Neşriyat, İstanbul 1984, s. 99-175 20 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, s, 121 21 Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmet Yesevî”, Tasavvuf Dergisi, s, 121 22 Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s, 289 23 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, s, 122. 24 Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s, 3 25 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, s, 125. 115 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük rağı olmak” şeklinde dile getirilmiştir. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet’inde herkese tevazu ve muhabbetle yaklaşmanın, gerçek müridin âdeti olmasını ister. İnsanlara karşı kibir ve gururu bırakıp, yumuşaklık (hilm) ve sevgiyle yaklaşmanın tarikatının şartından olduğunu özellikle belirtmiştir.26 Kulu görsem, kulu olup hizmet eylesem Toprak gibi yol üstünde yolu olsam Aşıkların yanıp uçuşan külü olsam Hemdem olup yer altına girdim ben işte.27 O, kendi hayatını anlattığı hikmetlerinde, kendi nefsiyle ne kadar mücadele verdiğini anlatmaktadır. İnsanlar tarafından menkıbeleştirilen, adeta hiç günah işlemezmiş gibi gösterilen Hoca Ahmed Yesevî, hayatının birçok safhalarında hatalar yaptığını, bunlardan pişmanlık duyup tövbe ettiğini anlatmaktadır. Hem nefsini terbiyeye uğraşması, hem pişman olup tövbe etmesi ve hem de bize bunları tavsiye etmesi üzerinde düşünmemiz gereken hususlardır. Bu noktada Yesevî kendisi dahil hata ve günah işleyenleri hemen mahkûm etmeyip tövbe ve dönüş yolunu gösterip dinin müsamahakar tarafını bize hatırlatmaktadır. Diğer taraftan Yesevi, nefsin hırs ve tahakküm içgüdüsünü tatmine yönelik, tamamen egoist duyguların tahrik edilmesini ilke edinmemiş, maddeci kültürün oluşturduğu bencil insan tipi yerine, insani değerleri öne çıkarmış altruistik (diğergamcı) ve müsamahakâr insan tipi ikame etmek istemiştir.28 Bu temayı şu mısralarda da görmek mümkündür: Dünya benim mülküm diyen sultanlara, Alem malını sayısız yığıp alanlara, Yeme ve içme ile meşgul olanlara, Ölüm gelse, biri vefa eylemez imiş.29 Hoşgörü ve müsamaha da nereye kadar? Bunun sınırlarıyla ilgili şu hususlarda önemlidir. Hoşgörürlüğü, dinî esaslardan fedakârlık etmek şeklinde anlamak ve yorumlamak yanlıştır. Din, Allah’ın dini, o esasın yerine getirilmesini isteyen de yine Allah’tır. İslâm’ın ruhuna tamamen aykırı hareket edip de, Müslümanların ve diğer insanların kendine karşı hoşgörülü davranmasını isteyen kimsenin bu isteği ahlâkî bir hareket değildir. Yapılan bir kötülük veya ayıp, şayet toplumu ilgilendiriyorsa, onu hoş görme ve affetme hakkı kimseye verilmemiştir. Hoca Ahmed Yesevî, bu düşünceden hareketle, İslâm’a ve dolayısıyla Müslümanlara zarar vermeye çalışan kimseleri affetmemiştir. Onların yaptıklarını hoş görmemiş ve bunu alenen söyleyip, kötülüğün yayılmasını önlemeye çalışmıştır. Bu düşüncesini hayatı boyunca sürdüren Yesevî, Allah’ın emir ve yasaklarıyla Peygamber Efendimiz (s.a)’in hadîs-i şerîflerini kendine göre yorumlayanları da hoş görmediğini ve hoş görülmemesi gerektiğini söylemiştir.30 Sonuç olarak hoşgörü ve müsamaha gibi ahlakî özellikleriyle de temayüz eden Hoca Ahmed Yesevî, öncelikle yaşadığı bölgede, daha sonra Türkistan coğrafyası ve İslâm dünyasında kendi has yöntemlerle insanlara her zaman etkili ve farklı şekilde rehberlik yapan bir şahsiyet olmuştur. Onun farklılığı ve tesirli oluşunu; insanlara Müslüman olana veya olmayana hoşgörülü davranmasında, insanları sevmesinde, eşitliği, adaleti ve insanların haklarını gözetmesinde; güzel sözlü ve güler yüzlü olmasında ve bunu istemesinde, çalışmayı sevmesi ve teşvik etmesinde, ilimle ameli birleştiren bir aksiyon adamı olmasında, İslâmı halkın anlayacağı şekilde anlatmasında, toplumun bütün problemleriyle yakından ilgilenmesinde, bilgisizliği ve cehaleti eleştirmesinde, şiddete ve kavgaya tavır koymasında, bunları yaparken de hedef kitlesine bahsedilen hususları ve İslamî değerler sistemini benimsetmede, doğal uyum yöntemi olarak bilinen, “sohbet ve aksiyolojik mutabakat”31 metodunu kullanmasında aramak gerekir. Bütün bunların temelini de ayrıca ondaki Allah ve Hz. Muhammed inancı, sevgisi ve hoşgörüsü yatmaktadır.32 Bugün insanlığın her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğu şey, insan-tabiat, insan-insan ve insan-toplum ilişkilerini tevazu, iyilik, hoşgörü ve denge temelli bir anlayış inşa etmektir. Düşüncelerini bu anlayış üzerine inşa eden Yesevî’nin inanç ve fikirlerini yeniden canlandırma, toplumu bunlar üzerinden yeniden inşa etmek gerekir. Ayrıca bugünün sanayileşmiş ülkelerinde egoist dürtülerin tahrik edilmesine dayalı sosyo-kültürel ve ekonomik gelişmeyi yani, yenidünya düzeni olarak isimlendirilen dünya görüşünü gelişmekte olan ülkelere benimsetme çabaları karşısında dirençli olmak istiyorsak, kendi kültürel mirasımız içinde mevcut değerlerimizi yeniden üretmek ve ilişkilerimize yeni anlamlar yüklemek zorundayız.33 Allah’ın yeryüzünde halifesi olan dolayısıyla çok önemli bir misyonu yüklenen insanoğlu, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı aklın hakim olduğu bir sosyal çevre oluşturabilir hatta, oluşturmak zorundadır. Ancak insanlar hür iradesiyle, ilmi çabalarıyla meydana getirdiği sosyal çevrede, bütünleşmeden, uyumdan, kardeşlikten söz edilebilir. O halde milletimizin ortak değerlerinin teşekkülünde birer sembol olan Yesevî gibi şahsiyetlerin iyi tanınması, anlaşılması ve fikirlerinin kimliğimizin bir parçası haline getirilmesi, birbirimize kenetlenmemizin de dinamik unsuru olacaktır. 26 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, s, 124. 27 Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s. (Hikmet, 13) 28 Hüsnü Ezber Bodur, “Hoca Ahmed Yesevî ve Sosyal Bütünleşme”, s, 14 29 Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s. (Hikmet 113). 30 M. Askeri Küçükkaya, Hoca Ahmed Yesevî’de İnsan Sevgisi, s. 122. 31 Bkz. Dosay Kenjetay, “Yesevîliğin Türk Kültür Tarihindeki Yeri ve Geleceği”, s. 1. (Yayımlanmamış tebliğ) 32 Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hadis Kültürü, s, 85. 33 Hüsnü Ezber Bodur, “Hoca Ahmed Yesevî ve Sosyal Bütünleşme”, s, 14 116 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Kaynakça tırmalar Dergisi, Aralık 1999, Yıl: 1, S. 2 Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2009. Dosay Kenjetay, “Yesevîliğin Türk Kültür Tarihindeki Yeri ve Geleceği”, (Yayımlanmamış tebliğ) Ahmet Yıldırım, Hoca Ahmed Yesevî’nin Hadis Kültürü, Ankara 2011. Hüsnü Ezber Bodur, “Hoca Ahmed Yesevî ve Sosyal Bütünleşme”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 1995, C. II, S. 2 Andras J. E. Bodrogligeti, “Ahmad Yasavi’s consept of ‘Deftar-ı Sani” Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu, Bildirileri, 26-27 Eylul, 1991. Ankara 1992 Cemal Tosun Hoca Ahmed Yesevî, Hayatı, Eserleri ve Toplumu Eğitme Metodu, Dinî Araştırmalar, 2000, C. II, S. 6 Dosay Kenjetay, “Hoca Ahmet Yesevî: Yaşadığı Devir, Şahsiyeti, Tarikatı ve Tesiri”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araş- İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet Tekke Münasebetleri, Seha Neşriyat, İstanbul, 1984. Kemal Eraslan, “Yesevî’nin Fakrnâmesi”, İstanbul Üniversetesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. XXII, İstanbul 1977 Osman Eğri, İslam Tasavvufu ve Hoşgörü 117 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Prof. Dr. Bedri Gencer Yıldız Teknik Üniversitesi Keşf-i Kadimin Altı Kapısı Çağdaş dünya, modern Batı üstünlüğünün etkisiyle kızışan din, ideoloji ve medeniyet-eksenli tikelciliklerin evrenselcilik mücadelesinden yorgun düştü. İnsanlığın özlemi, sıfır-toplamlı bir oyun mantığına ölümcül bir mücadele yerine herkese barış getirecek kadimin keşfidir. Yegâne çıkış noktası, yaşanan krizi fıtrattan uzaklaşmadan kaynaklanan evrensel bir kriz olarak görmektir. Mesele, Batı’ya karşı kısır bir misilleme yarışına girmek, ümitsiz bir kendi din ve medeniyetini kabul ettirme mücadelesi vermek yerine bütün insanlığın kayb ettiği kadimi keşiftir. İnsanlığın hayatî ihtiyaç duyduğu bu vizyon kadar bu vizyonu gerçekleştirme misyonunu kimin üstleneceği sorusu da önemlidir. İnsanlığın selameti için kadimin keşfi misyonunu ifa edebilecek yegâne topluluk son peygamberin ümmetidir. Bunun kaynağı olarak dört âyete atıf yapabiliriz. Çıkış noktası, kısır bir misilleme, tikelciliklerin evrenselcilik mücadelesine vücut veren Batı karşısında mağlubiyet hissini nefy edecek mutlak gâlibin Allah olduğu inancına yeniden dönüştür. Geçmişte Haçlılar veya Moğollar ile savaşta yere düşen bir Müslüman, ayağa kalktıktan sonra Yûsuf Sûresi 12/21. âyetten alınma “Ve lâ ğâlibe illallâh (Ve Allah’tan başka gâlip yoktur)” diyebiliyordu. Endülüs’te el-Hamra Sarayı’nın tavan ve duvarları, bu sözün yüzlercesiyle kaplanmıştı (Menocal 2000: 10). İkincisi, “Bu günleri ki insanlar arasında dolaştırırız” âyetiyle (Âl-i İmrân, 3/140) birlikte okunduğunda, İspanya gibi bir beldenin Müslümanların elinde kalsa da çıksa da tek gâlibin ancak Allah olduğunu belirten bu söz, Müslümanlara en büyük teselli gücünü sağlıyordu. Ancak modern Batı’nın gelişi, Müslümanlara sonsuz metanet veren bu inancı sarstı; Batılılar karşısında yere düştükten sonra ayağa kalkan bir Müslüman, artık aynı şeyi diyemiyordu. Üçüncüsü, “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, marufu emreder, münkerden vazgeçirirsiniz” (Âl-i İmrân, 3/110) ve dördüncüsü “Ve onlar ki “Ey Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve zürriyetlerimizden gözler aydınlığı ihsan et ve bizi takvâ sahiplerine imam kıl!” derler” âyetleri, doğrudan Muhammedî ümmetin insanlığa rehberlik misyonunu ifade ediyordu. Şimdi de keşf edilecek kadimin muhtevasına bakalım. İnsanın ilk tabiatı olarak fıtratın isimsiz türü hikmet, isimli türü şeriattır; Allah, hikmeti filozoflara ilham ederken şeriatı peygamberlere vahy eder. Her şeriat hikmet, ancak her hikmet şeriat değildir. İkisinin de ortak gayesi, insanlığı dünyevî adalet ve selamete, şeriatınki ise iki cihan saadetine kavuşturmaktır. Kadim dünyada topluluklar ister şeriata, ister hikmete mazhar olsun, ortak bir hikmete dayanıyorlardı. Modern dünyada ise tam aksine Rönesans ile başlayan modernleşme sürecinin sonunda hikmeti kayb eden Batı’nın etkisiyle bütün dünya hikmeti kayb etti; dünya, geçmişte hikmette buluşurken modern çağda hikmetsizlikte buluşur hale geldi. Dolayısıyla asıl eksen olarak alınacak hikmete göre çağları hikemî/gayr-i hikemî olarak ufkî (yatay) ayırıma tâbi tutabiliriz. Amudî (dikey) ayırımdan kasıt ise, çağların ve toplulukların Doğu/Batı, İslâm/Hıristiyan şeklindeki ideolojik ayırımlarıdır. Geleneksel/modern çağ ayırımı, daha çok kronolojik bir ayırıma işaret ederken hikemî/gayr-i hikemî ayırımı, bunun muhtevasına delalet eder. Gerek amudî=ideolojik, gerek kronolojik ayırımlar, sun’î, mücerret ve yanıltıcı ayırımlardır. Bizi kısır ideolojik tikelciliklerin evrenselcilik mücadelesinden kurtaracak, insanlığın ortak kaybını ve ihtiyacını gösterecek asıl ufkî ayırım, hikemî/gayr-i hikemî ayırımıdır. Postmodernizm, insanlığın kayb ettiği hikmete dönüş yolundaki ortak arayışın, ümidin adıdır. Ancak modernlik fıtrattan ve hikmetten uzaklaşma olarak görülmedikçe onu aşma arayışının da doğrudan fıtrat ve hikmete dönüş ümidi vermesi beklenemez; modernlik iyi tanımlanmadan aşılamaz. Dolayısıyla bugün insanlığın selameti, kadimin keşfine, bu da insanlığın “ne”den ve “nasıl” uzaklaştığının tespitine bağlıdır. Nasıl kayb ettiğinin teşhisiyle ancak insanlığın “ne”ye ve “nasıl” dönebileceği ümidi doğabilir. İnsanlığın “ne”yi kayb ettiğinin tespitinde özellikle lafız/mefhum münasebeti meselesi önemlidir. Kayb edilen şeyin lafzı değiştiğinde teşhis nisbeten kolaydır; ancak lafzı yerine mânâsı değiştiğinde iş zorlaşır. Mesela modernleşme sürecinde fıtrat yerine âdet, hikmet yerine medeniyet, sünnet yerine kültür, din yeri- 118 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük ne religion, teoloji ve ideoloji kavramları çıkmıştır. Burada mesele, sekülerleşme sürecinde bu kavramların nasıl dönüştüklerini ve birbirlerine nasıl tekabül ettiklerini tespittir. Ancak bu süreçte marifet ve hakikat gibi kavramların lafızları değişmediği halde mânâları tamamen değişmiştir. Sonuç, küllî=umumî’nin yerini alan cüz’î=hususî’yi ifade eden bütün bu kavramların insanlığı kısır tikelciliklerin evrenselcilik mücadelesine sürüklemesidir. Burada “Keşf-i Kadimin Altı Kapısı” olarak saydığımız “Fıtrat, Din, Hikmet, Sünnet, Marifet, Hakikat”, aslında “Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat” diye bilinen dinin dört kapısına tekabül eder. Fıtrat, hepsinin temeli, Hikmet ve Sünnet de Tarikatın umumî ve hususî isimleri olarak alındığında dinin dört kapısı, keşf-i kadimin kapıları olarak altıya çıkar. Bu dört kapı, ilahî selamet yolu olarak dinin zâhir/bâtın, ilim/amel, kesb/vehb, vesile/maksad, illet/gaye boyutlarını oluştururlar. Bir bütün olarak bakıldığında asıl gaye, Hakikate ermektir; ilk üç kapı bunun illetidir. Teşbihle anlatılırsa, din ağacının Şeriat gövdesi, Tarikat dal ve yaprakları, Marifet meyvesi, Hakikat lezzetidir. Buna göre Din-Sünnet-Tasavvuf münasebetine tekabül eden Şeriat-Tarikat-Marifet, Hakikati taşıyan bir sacayağı gibidir. Dinin dayandığı bu “Din yolu Sünnet, sünnet yolu Tasavvuf” formülünü son devrin büyük velilerinden Osman Bedrüddîn Erzurûmî (1994: I/73, 340-44) şöyle ifade eder: “Cenâb-ı Hakk’ın biz hidayete buyurduğunda hiç şüphe yoktur. Zîra bir kerre, -elhamdülillâh sümme elhamdülillâh- İslâm üzere yaratılmışız. İkinci olarak Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebindeyiz. Üçüncü olarak turuk-ı ‘aliyyenin ekmel, eslem ve esheli olan Tarikat-i Nakşibendîyeye mensubuz.” Bunlar, alternatif değil, organik bir bütün oluşturacak şekilde birbirlerine açılan hiyerarşik kapılardır; birinden geçmeden diğerinden geçilemez. Düalistik perspektife göre şeriat zâhir, illet, hakikat bâtın, gayedir. Şeriat ilim=öğretim, tarikat amel=eğitimdir. Şeriat ve tarikat kesb, marifet ve hakikat, vehbdir. Marifet vesile, hakikat maksattır. Fıtrat Batılı insan, kendini ve dolayısıyla Rabbini bilme imkânıyla birlikte fıtratı da kayb etmiştir. “Fıtratü’l-İslâm, dinü’l-İslâm, şeriatü’l-İslâm, sünnetü’l-İslâm” gibi hepsi İslâm’a izafe edilen tabirlerin ifade ettiği üzere, “fıtrat, din, şeriat, sünnet” kavramları bir elmanın farklı yüzleri gibidir. Ancak bütün bunların aslı “fıtrat” kavramıdır: “Artık hanîf olarak dine özünü ver, Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtratına. Allah’ın yaratışı için değişiklik yoktur. İşte müstakîm olan din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm, 30/30). “Şeyler zıtlarıyla ayırt edilir” kaidesince fıtrat, âdet ile karşılaştırılarak en iyi anlaşılabilir. Basitçe fıtrat, ilk tabiat, âdet, ikinci tabiattır. Rabbimiz, bu yaşadığımız Halk veya Hikmet âlemini diyalektik bir tarzda, zıtlardan vahdete gidecek şekilde yaratmıştır. Gaye, gayr-i mükemmel yaratılmış insanın mükemmele gitmesidir. Bu yüzden insan tabiatının bu bilkuvve ve bilfiil boyutlarına karşılık olarak din de hem fıtrat, hem âdet mânâsına gelir. Âdet, beşerî amelin nefse dönüşü, insanın yaşadığı gibi inanması, ikinci tabiatın kazanılması tarzı, sünnet ise ilk tabiat olarak fıtratın tarzı demektir. İngilizce “nature/nurture” ayırımı, “fıtrat/âdet” ile “çocukluk/ergenlik” ayırımının karşılığı sayılabilir. Batı’da Rousseau gibi aydınların da düşündüğü üzere, “nature/nurture” ayırımı, “saflık/bozulmuşluk” ayırımına tekabül eder. “İlk tabiat” olarak fıtrat, saflık, bozulmamışlık demektir ve en müşahhas olarak çocuklarda görülür. Fıtrat, Kur’ân’da fıtratullâh, hadiste ise fıtratü’l-İslâm olarak geçer. Öyleyse Fahreddin Râzî’nin de ilgili âyetin tefsirinde belirttiği üzere fıtrat, “tevhid”dir. Âyet, bezm-i elestte Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusuna karşılık Âdem’in zürriyetinin “belâ” cevabına atıfta bulunur. Bu yüzden tevhid, ahde vefa ve sıdk u sadakat demektir; insanın fıtratı doğruluk üzerinedir. “Çocuktan al haberi” sözünün de belirttiği üzere, çocuk fıtraten yalan söylemeyi bilmez; büyüdükçe âdeten yalan söylemeyi veya diplomatik konuşmayı öğrenir. İnsan çocukken her şeyi eliyle dokunarak tanır, büyüdükçe aletlerle tanımayı öğrenir. Çocukta görülen bu hususiyetler, insan fıtratını gösterir. Fıtratın erkek ve kadına has boyutları da vardır. Mesela sakal, erkeğin fıtratıdır; bunu kesmek, aynen insanın parmağını kesmesi gibi fıtratı bozmaktır. Sakal, kadının fıtratı olmadığı için, patolojik olarak çıkan sakalını kesen bir kadın ancak fıtratını bozmuş sayılmaz. Allah, insanı ahsen-i takvim üzere yarattığı için fıtrat, hüsn=güzelliktir; vasıf/sıfat olarak fıtrat/fıtrî, hüsn/hasen (güzellik/ güzel) ayırımına tekabül eder. Bu, özellikle Allah’ın cemalinin aynası olan yüzde görülür. Erkek için sakal, kadın için saç, suret güzelliğinin ana unsurları, fıtrat ve zinettir (süs). Akide, suret ve sîret olarak insanın üç boyutuna dair tevhid ve sıdk, sakal gibi hususiyetler, fıtrî ve hasen(güzel)dir. Sadece ilim kazanma istidadındaki akl-ı heyûlânî denen akla sahip bir çocuk bile bu fıtrî=güzel olanı hemen tanır. Mesela bazı tecrübelerin gösterdiği gibi bir bebek, sakallı babası sakalını kestikten sonra yadırgayarak ondan yüzünü çevirmektedir. Bu yüzden örf, hüsn olarak fıtratın, güzelin tanınması demektir. Fıtratın tanınması olarak örf, ikinci tabiat olarak âdetin birinci tabiat olarak fıtrata uygun, güzel bulunan ve bulunmayan (müstahsen ve müstakbeh) türlerini gösterir. O halde âdet, fıtratla olduğu gibi örfle karşılaştırılır; “fıtrat/âdet, örf/âdet” gibi. Örf ile âdet arasında umum/husus münasebeti vardır; her örf âdet, ancak her âdet örf değildir. Yani âdet, nötral=mubahtır; bir merciyle bunun değeri, fıtrata uygunluğu belirlenir. Ziya Gökalp (1981: 123-133), örfîyi belirleyen örfe hissiyat-ı âmme, aynı kökten gelen marufu belirleyen kamuoyuna ise efkâr-ı âmme adını verir. Örfî, örf=hissiyat-ı âmmeye göre fıtrî=hasen (güzel), maruf ise kamuoyu=efkâr-ı âmmeye göre fıtrata uygun=müstahsen (güzel bulunan) âdet demektir. Buna göre maruf, fıtrî ile âdînin (fıtrat ile âdetin) arasında yer alır; hasen-müstahsen-mubaha (müstakbeh) karşılık olarak fıtrî-maruf-âdî sıralaması ortaya çıkar. Mesela hiç yönlendirme yapılmadan ilk kez yazması isten- 119 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük diğinde bir çocuk, Arap alfabesinde olduğu gibi sağdan sola doğru yazar. Şu halde sağdan sola yazmak, gözün tabiatına uygun fıtrî, Latin alfabesinde olduğu gibi soldan sağa yazmak, fıtrata mugayir bir âdettir. Hasen-müstahsen-mubaha (müstakbeh) karşılık olarak örfî-maruf-âdî’yi bir misalle mukayese edebiliriz. Kadim hekimlere göre “Mümin günde bir, insan iki, hayvan üç öğün yer.” Buna göre bugün İngilizcede kahvaltı mânâsında kullanılan breakfeast kelimesinin Türkçede nakz-ı sıyâm denen etimolojik mânâsının da belirttiği üzere, insanın fıtratına uygun, örfî-hasen olan, günde tek öğün yemek yemektir. İki öğün maruf-müstahsen, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan üç öğün yemek ise aslında fıtrata mugayir, müstakbeh bir âdettir. Dolayısıyla mutlak olarak nötral=mubah olan âdî, müstahsen olmadığı takdirde müstakbeh olur. Modern dünyanın bunalımı, insanın kapitalizmle giderek fıtratından uzaklaşmasından ve sonunda âdetin fıtratı ezmesinden kaynaklanmaktadır. Geleneksel ziraat ekonomisi, insanın fıtrî geçim tarzıdır. Modern kapitalist ekonomi ise o kadar fıtrattan uzaklaşmıştır ki sonunda üzerine yaratıldığı fıtratla birlikte bizzat insan kayb olmuştur. Adam Smith’in “görünmez el” kavramının ifade ettiği üzere modernlik, tâ özünde şer=zulüm probleminin, bunun için de zulmün öznesi ve nesnesi olarak bizzat insanın nefyi projesidir. Bu bakımdan modernizmin mekanistik, radikal deizme dayandığı söylenebilir. Klasik deizm, bir bakıma Tanrı ile İnsan arasında bir işbölümünü öngörür; Ulûhiyet Allah’a, Rubûbiyet Tabiat üzerinden Beşer’e atf edilir. Modernizmin dayandığı radikal deizm ise ilahî ve beşerî, küllî ve cüz’î iradenin nefy edildiği, Adam Smith’in tabiriyle bir “görünmez el”le işleyen bir düzen öngörür. İslâm’da, tasavvufta da “Varlığın başka bir günahla karşılaştırılamayacak bir günahtır” sözü uyarınca insan iradesinin/varlığının nefyi hedeflenir (Erzurûmî 1994: II/204); ancak bu hedef, beşerî cüz’î iradenin küllî ilahî iradede yok olmasıyla gerçekleşir. Hâlbuki Batı’da küllî irade ve adalet sahibi bir Allah’ı tanıma imkânı kalmamıştır. Teodise probleminin özünde, insanın fıtrî masumiyetinin itirafı veya inkârı yatıyordu. İslâm’a göre Hz. Âdem’in işlediği, “günah” değil, peygamberlere has bir “zelle”ydi; insanın zimmetinin beraatı, fıtrî masumiyeti asıldı. Ancak geleneksel Katolik doktrini formüle eden Augustine’a göre Âdem ile Havva’dan tevarüs ettiği aslî günahtan dolayı insanın tarihî kurtuluş imkânı ve ümidi kalmamıştı. Ona göre kurtuluş, sadece tövbe ve imanı kolaylaştıran ilâhî fazla (divine grace) bağlıydı. Rönesans ile doğan hümanizm, Katolikliğin “aslî günah, düşkün insan” doktrinine karşı beşerî haysiyetin ikrarı, kahhâr küllî ilahî iradeye karşı beşerî hürriyetin, yani, hür cüz’î iradenin temellükü demekti (Langer 2014: 16-19). Bu arayış, zamanla beşerî cüz’î iradenin küllî ilahî iradeye karşı vurgulanması ve sonunda onun yerine geçirilmesi yanılsamasına vardı. Bu ise insanın “aslî günahkâr, düşkün” karakterinden dolayı daha büyük bir şerri davet etmek demekti. Zira Kato- liklik, ilahî kurtuluşta beşerî cüz’î iradeye pay tanıdığı halde insanın “aslî günahkârlığı” anlayışını bırakmamıştı (Shaw 1982: 308). Beşerî haysiyet olmadan beşerî failiyetin de bir mânâsı, meşruiyeti olamazdı. Çünkü iradelilik failiyet mânâsına geldiğinden, teodise zihniyetine göre insanın irade sahibi olması, potansiyel şer faili, küllî irade sahibi olması ise mutlak şer faili olması demekti; Lord Acton’ın ünlü “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır” sözünün bir başka açıdan ifade ettiği gibi. Teodise zihniyeti için ilahî veya beşerî, küllî iradenin her türü tehlikeliydi. Çözüm, bir bütün olarak irade ve failiyetin gayr-i iradî, mekanistik bir “görünmez el”e atfıydı. Hobbes’un Leviathan’ı, Adam Smith’in “görünmez el”i, hep bu görünmez canavarları, iradesiz failleri temsil ederler. Sonuçta adeta okulların imhasıyla eğitim probleminin de imhasının sanılması gibi, bizzat insanın ortadan kaldırılmasıyla şer probleminin de ortadan kaldırılacağı varsayılmıştır. Sonuç, fıtratın ve insanın silindiği modernliktir, modern ekonomi, siyaset vs. insansız ekonomi, siyaset vs.dir. Modern çağ, insansız insancılık (hümanizm), selefsiz selefîlik, sünnetsiz sünnîcilik, mektepsiz maarif çağıdır. Tıp, psikoloji, sosyoloji, ekonomi gibi önceden “beşerî, insanî” denen modern sosyal bilimler, insansız bilimlerdir. Bunların insan tasavvuru, aslında bir makinedir. Mesela kadim kültüre göre insanın ölümü vefat, yani sayılı nefeslerini tamamlayarak nefes-i Rahman’ın sahibine kavuşması iken modern tıp için “X olmak”, yani bir makinenin durması demektir. Modernlik fıtratla birlikte bizzat insanın kaybı olduğu için “hümanistik ekonomi, sosyoloji, psikoloji, eğitim vs.” gibi çağdaş postmodern eserlerdeki “hümanistik” kelimesi, hem insanî, hem fıtrî mânâsına gelir. Dolayısıyla çağımızda Jules Henry’nin Culture Against Man (1963) ile E.F. Schumacher’in Small Is Beautiful: Economics As If People Mattered (1973) adlı eserlerinde görüldüğü gibi sosyal bilimciler, modernleşmeyi özünde fıtrattan uzaklaşma olarak tahlil ve tenkit etmektedirler. Din Modern dünyada fıtratla birlikte din’in de umumî ve hususî mânâsı kayb olmuş ve tikelciliklerin evrenselcilik mücadelesine vesile kılınmıştır. “Din bir, şeriatlar muhteliftir” hadisi, ilk peygamberden son peygambere kadar Allah’ın gönderdiği dinin, tek ortak bir tevhid dini olduğunu, ancak geniş mânâda “âdet” denen beşerî amel alanının tanzimi için gönderilen şeriatların ümmetlere göre değiştiğini bildirir. Batı’da sekülerleşme sürecinde din, önce religion kavramına dönüştürülmüş, daha sonra da evrenselcilik mücadelesine yol açacak şekilde çoğullaştırılmıştır. Sekülerleşme sürecinin özünde ilahî menşeli din’in religion’a dönüşmesi yatar. Birbirlerinin karşılığı olarak kullanılsalar da aslında Arapça din ile religion, farklı kavramlardır. Eski Yakın Doğu dillerinde din, mutlak olarak kullanıldığında şeriat=yasa mânâsına gelir (Smith 1991: 98–102, 289–90). Hâlbuki Romalı Cicero ile doğan Latince religion, şeriatı ol- 120 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük mayan bir inanç yığını mânâsına gelen pagan bir kavramdır. Erken Hıristiyan apolojet Lactantius (250–325), otantik din kavramı yerine pagan religion kavramını Hıristiyanlığa mâl ettiği içindir ki Batı, religion’dan ona alternatif “medeniyet, kültür, ideoloji, dünyagörüşü” gibi pagan kavramlara geçmekte zorlanmamıştır (Schott 2008). rek onlara karşı itham konusu yapılmaktadırlar. İlahî şeriatın ortak bünyesinin, evrensel özünün keşfiyle çağımızda Müslümanlara karşı yürütülen bu mücadelenin haksızlığı, kirliliği de ortaya çıkacaktır. Batı’da sekülerleşme sürecinde din, religion kavramına dönüştürüldükten sonra evrenselcilik mücadelesine yol açacak şekilde çoğullaştırılmıştır. Bu teksir, hem umumî olarak hak-batıl dinler arasında, hem hususî olarak İbrahimi din içinde yapılmıştır. Avrupa’da XIX. asırda Ârî ve Sâmî dil ve ırkları, iki dinî zihniyetin ifadesi olarak kutuplaştırıldı. Hıristiyanlığın Ârî din geleneğinin zirvesini temsil ettiğini göstermek için Budizm gibi geleneksel olarak pagan dinlerden sayılan inançlar, “dünya dini” konumuna yükseltildi (Masuzawa 2005). Modernliğin ana kaybı hikmettir. Batı, modernleşme sürecinde fıtratla birlikte hikmetten giderek uzaklaşmış ve sonunda ondan kopmuştur. İslâm’da Modernleşme, 1839-1939 isimli eserimiz, sosyal bilimlerin ana kavramı sayılabilecek modernleşmenin mukayeseli bir perspektiften incelenmesi yolundaki çalışmalarımızın ürünüydü (Gencer 2017). Bu, modernleşmenin “amudî” bakımdan mukayesesi sayılabilir. “Amudî mukayese”den kasıt, İslâm dünyasında modernleşmenin Batı kültüründen etkilenme (akültürasyon) sürecinin bir ürünü olarak alınmasıdır. Amudî mukayese, Batı dünyasındaki modernleşme anlaşılmaksızın İslâm dünyasındaki modernleşmenin de tam olarak anlaşılamayacağı önkabulüne dayanır. Bilahare çalışmalarımız ilerledikçe modernleşmenin “ufkî mukayese”sine uzandık. “Ufkî mukayese”den kasıt, evrensel bir olgu olarak modernleşmenin zıddıyla mukayesesidir. Modernliğin geleneksel dildeki karşılığı “bid’at”, bid’at “sünnet”in zıddı, sünnet ise “hikmet”in hususî adıdır. Bu “dünya dinleri”ni “İbrahimî dinler” kavramsallaştırması izledi. Şeriat, “usûlü’d-dîn” (dinin temelleri-akideler) ve “fürû‘u’d-dîn” (dinin dalları-kaideler) denen asıl/fer’ olarak iki kısımdan oluşur. Din, geniş mânâda aslî ve fer’î kısımlarıyla şeriatın bütününü, dar mânâda aslî kısmını ifade eder. Bütün insanlık, ilkinden sonuncusuna bütün peygamberlere gönderilen bu tek ilahî din İslâm’a tâbi‘dirler. Millet, bu dar mânâda “dinde=İslâm’da tutulan nebevî yol” olarak dinin hususî adıdır. “Din bir, şeriatlar muhteliftir” hadisi, Hz. İbrahim’e tâbi‘ Yahudi, Hıristiyan ve Muhammedî ümmetlere tek din, üç şeriatın gönderildiğini belirtir. Ancak din, şeriatı getiren Kitap’ta temellendiği için son peygamber Muhammed ‘aleyhi’-salâtü ve’s-selâmın getirdiği son kitap Kur’ân-ı Kerim ile önceki şeriatlar da hükümsüz kalmıştır. Dolayısıyla normatif (hak, teşrîî) mânâda tek bir “İbrahimî din=millet-i İbrahim” ile ona bağlı Kitab ehli Yahudi, Hıristiyan ve Muhammedî “İbrahimî ümmetler” vardır. Normatif mânâda tek İbrahimî dinin yozlaşmış türleri olarak Yahudilik ve Hıristiyanlığa, Budizm, Konfüçyanizm gibi deskriptif (tasvirî) mânâda “dinler” denebilir, “İbrahimî dinler” denemez. İslâm, bütün peygamberlere gönderilen tek dinin hususî adı olduğu halde çağımızda son dinin adı olarak dilimizde yaygınlaşmıştır. Burada kasd edilen, “Son peygamber ve ümmetin dini”dir. Bu bakımdan çalışmalarımızda olduğu gibi, Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm ile “son din, üç din” veya “İbrahimî denen dinler” tabirleri, sırf deskriptif mânâda kullanılabilirler. Çağımızda tek İbrahimî dinle birlikte tek şeriat, şeriatların özü de kayb edildi. “Din bir, şeriatlar muhteliftir”, ancak muhtelif şeriatların da Hz. Mûsâ’ya vahy edilen “evâmir-i aşere=on emir” denen bir özü vardır. Namaz ve oruç gibi ibadetler, Yahudi, Hıristiyan, Muhammedî bütün şeriatlarda emr edilen temel vecibelerdir; değişen, özleri değil, şekilleridir. Katl, zina, sirkat, faiz, içki gibi günahlar, bütün vahy edilmiş, hatta pagan dinlerde bile nehy edilmiş, tesettür, sünnet, helal et gibi vecibeler hepsinde emr edilmiştir. Ancak çağımızda bu evrensel ilahî, şer’î emirler Müslümanlarla özdeşleştirile- Hikmet O halde ancak hikmetten kopuş süreci olarak alınarak evrensel bir olgu olarak modernleşmenin özüne nüfuz edilebilir. 2011 yılında çıkan Hikmet Kavşağında Edmund Burke ile Ahmed Cevdet başlıklı çalışmamız, bu ufkî mukayesenin ürünüydü. Evrensel bir olgu olarak modernleşme, aslında Edmund Burke ile Ahmed Cevdet gibi farklı ülkelerden aydınların buluştuğu “hikmet kavşağı”ndan uzaklaşma süreciydi. Bu iki aydının düşünüş tarzı karşılaştırıldığında aslî (hikmet) ile arızî (bid’at=modernlik)’nin farklı coğrafyalarda tezahür tarzları arasındaki şaşırtıcı benzerlik görülebilir ve dolayısıyla ufkî mukayesenin yapılacağı asıl ayırımın Doğu/Batı yerine hikmet/bid’at olduğu fark edilebilirdi. Hakkın hikmet isimsiz, şeriat isimli ifadesidir. Dinlerin aydınlarının ana işi, hakkın isimli ve isimsiz ifadeleri olarak hikmet ile şeriatı telif etmektir. Paul sayesinde Hıristiyanlık, bunu göze almak yerine şeriatı tasfiye kolay yoluna sapınca sonuçta hakkın iki düsturunu da kayb etti. Batı’da hikmet ile akıl kavramlarının karışması buna örnektir. Hikmetin kaybı, başlıca Stoacılar ile keşf edilen “nutk=hikmet” mânâsına gelen Yunanca logos’a Philo tarafından Hz. İsa’ya delalet eden “kelime” mânâsı verilmesiyle başladı. Ortaçağlar Avrupa’sında Aquinas gibi bilgeler tarafından logos’un Latince karşılığı reason ile Aristocu hikmete dönüş imkânları araştırıldı; ancak bu kez Aydınlanma’nın “reason”a “akıl” mânâsı vermesiyle hikmet tamamen kayb edildi. Bugün de Türkiye’de İngilizce reason’a akıl mânâsı verilmesi, Batı üzerinden hikmetin keşfini önlemektedir. İngiltere’deki “The Age of Reason” tabirinin ifade ettiği gibi, Batı’da pagan hikmet ile Hıristiyan teolojinin terkip edildiği skolastisizmin hâkim olduğu ortaçağlardan sonra gelen Rö- 121 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük nesans ve Aydınlanma, pagan hikmet ile Hıristiyan teolojinin terkibinin imkânsızlığının kabulü üzerine başlayan pagan hikmetin yeniden keşfini arayış çağlarıydı. XVIII. den XIX. asra, Aydınlanma’dan İdeoloji çağına geçiş sürecinde Samuel T. Coleridge (1772-1834), hikmetin bayraktarı olarak çıktı. O, teslisçi teolojiyle “kelam” mânâsını kazanan “logos”un aslında “nutuk=hikmet” mânâsına geldiğini keşf ederek Batı’yı yeniden hikemî bir dünyagörüşüne dayanmaya çağırdı (Perkins 1994). Ancak artık fıtrata aykırı kapitalizme dayalı modernlikte hikmete dönüş imkânı kalmamıştı; inandıkları gibi yaşamayanların yaşadıkları gibi inanması kaçınılmazdı. Geldiğimiz Emir âlemi, Kudret ve Akıl, yaşadığımız Halk âlemi ise Hikmet ve His âlemidir. Bir bebek, sıcak sobayı bile dokunarak tanımaya çalışır. İleri kapitalizmde insanlığın haps edildiği simülasyon âleminde hisle birlikte din ve hikmet de kaçınılmaz olarak kayb edilmiştir. Dil, dünyanın aynası, varlığın evidir; Batı’nın sekülerleşme sürecinde din ve hikmete yabancılaşması da dilden anlaşılabilir. Yunanca ve Latincede aslında hikmet mânâsına gelen logos ve reason kelimeleri, sekülerleşme sürecinde içleri boşalarak kelam ve akıl mânâlarını kazanmış, diğer taraftan din, religion, hikmet de sadece tecrübî-sübjektif boyutunu anlatan wisdom=bilgelik kavramına indirgenmiştir. Batı’da yaygın “ilahî bilgelik” (divine wisdom) tabirinde olduğu gibi, tecrübeyle kazanılan hikmet, bilgelik, her şeyin yaratıcısı Allah’a nasıl izafe edilebilir? Aslında Arapça gramatik olarak müennes ve dolayısıyla kadın ismi olan hikmetin erkek ismi olarak kullanılması ise bizim hikmete yabancılaşmamızın göstergesi sayılabilir. Zamanla Türkçede medeniyet olarak yerleşen civilisation, Batı’da sekülerleşme sürecinde “seküler hikmet” olarak kadim hikmetin yerine geçirildi. Hikmet, Allah’ın insanlara bahş ettiği anonim bir düstur olarak hiçbir dine izafe edilmeden mutlak olarak kullanılan bir kavramdır. Hâlbuki medeniyet, hikmet gibi önceleri mutlak olarak kullanılırken daha sonra “Avrupa medeniyeti, Hıristiyan medeniyeti, İslâm medeniyeti” gibi coğrafya ve dinlere izafet edilmeye başladı. Bugün Türkiye dâhil İslâm dünyasında sıkça yapıldığı gibi medeniyet kavramının İslâm’a izafe edilerek özselleştirilmesi girişimleri, bir din olarak İslâm’ın algılanmasında yozlaşmaya yol açacaktı. Romantik bir yaklaşımla İslâm gibi bir dine izafe edilerek zaman ve mekân bakımından makro, normatif bir sistem olarak kurgulanan bir medeniyet, kasd edilsin edilmesin, din gibi algılanmaya başlayacaktı. Böylece sonunda Batı’da olduğu gibi İslâm dünyasında da din ile medeniyet birbirine karıştırılmaya, İslâm’ın din mi, medeniyet mi olduğu tartışılmaya başladı. Geçmişte Bağdat veya Endülüs’te olduğu gibi zeitgeist, hikmetti; topluluklar, hikmete sahiplikte buluşuyordu. Modernleşme ve sekülerleşme sürecinde ise Batı, bizzat hikmeti kayb ettiği gibi akültürasyon ile Doğu-İslâm dünyasına da kayb ettirdi. Böylece modern dünya, gene ortak bir ruhta, daha doğrusu ruhsuzlukta, hikmetsizlikte buluşur hale geldi. Sünnet “Keşf-i Kadimin Altı Kapısı” olarak saydığımız “Fıtrat, Din, Hikmet, Sünnet, Marifet, Hakikat”ten hikmet, dinin dört kapısından Şeriat’a da Tarikat’a da tekabül eder. Buna göre hikmet, ahlakın “ne”si ile “nasıl”ını birleştiren, dinin diğer adıdır. Dinin özü ahlaktır; mesele, bu gayenin “nasıl” gerçekleştirileceğidir. Hadis, “ne”yi tavsiye, Sünnet, “nasıl” tahkik demektir. Peygamberler, “ne”de birleşirler, “nasıl”da ayrılırlar. Geleneksel edeb-sünnet ahlakında olduğu gibi “ne” “nasıl”da, din (hadis) sünnette, ilim amelde, öz şekilde, hüküm edebde, doğru güzelde içkindir. Amel güzelliğinin bütünlüğü, en net dinin direği namazda görülebilir. Lafzen “dua” mânâsına gelen “salât”ın özü “niyaz”, şekli “namaz”dır; bunlar etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz. Sünnet’in karşılığı Yahudilerde derech, Hıristiyanlarda counsel, Çinlilerde tao kavramıdır. Sünnetin umumî ismi edeb’in Latince karşılığı decorum, Almanca karşılığı bildung, Çince karşılığı li kavramıdır. Modern değer ahlakı, amelin özünü şeklinden, değerini edebinden ayırarak insanlığı ahlakî kaosa sürüklediği için Alasdair MacIntyre gibi postmodern filozoflar, insanlığın selameti için tekrar ortaçağ edeb ahlakına dönüşü savunmaktadırlar. Yahudi, Hıristiyan dâhil bütün kadim ümmetler edeb ahlakını benimser. Değişen, Sünnet-i Hadîse mânâsında Sünnettir. Sünnetin umumî ismi tarikat, İngilizce way gibi “yol ve tarz” olarak iki mânâya gelir: Saadet “yol”u tarik, bu yolda yürüme “tarz”ı sîret. Tarik, Sünnet-i Kadîme veya doğrudan Hikmet, Sîret, Sünnet-i Hadîse veya doğrudan Sünnet olarak adlandırılabilir. Nitekim İmâm Şâfîî (2010: 72), er-Risâle’de selefe dayanarak Kur’ân’da çeşitli âyetlerde geçen “Kitab ve hikmet” ifadesindeki hikmet’in sünnet mânâsına geldiğini söyler (Bakara, 2/129, 2/151, 231; Âl-i İmran, 3/164; Nisâ, 6/113; Cuma, 18/2; Ahzâb, 33/34). Kur’ân’da sünnetin Rasûlüne değil, sadece Allah’a atf edildiği iddiasının boşluğu da böylece ortaya çıkar. Eamm (daha umumî) ehassa (daha hususî), Hikmet Sünnete şamil olduğu için Kur’ân’da Rasûlullâha eamm Sünnet-i Kadîme mânâsında Hikmetin verildiği beyan verilmiştir. Bunların ikisi de kendi içlerinde ikiye ayrılabilir. Tarik=Sünnet-i Kadîme, dinde tutulan, şeriata giden yol, Tarikat-ı Muhammediyye ve dareyn saadetine götüren yol, Sırât-ı Müstakîm, Sîret=Sünnet-i Hadîse de Tarikat-ı Muhammediyye ve Sünnet-i Seniyye olarak ikiye ayrılır. Bir tabloyla gösterecek olursak: Sünnet Way Bid’at Yol Tarik Hikmet Sünnet-i Kadîme Tarikat-ı Muhammediyye Şeriat yolu 122 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Sırât-ı Müstakîm Saadet yolu Tarz Sîret Sünnet Sünnet-i Hadîse Tarikat-ı Muhammediyye Sünnet-i Seniyye Tarik=Hikmet=Sünnet-i Kadîmenin kısmı olarak Tarikat-ı Muhammediyye ile ancak müminler, şeriat ve âdet olarak dinde tutulacak yolu, dini nasıl tatbik edeceklerini, nasıl amel edeceklerini, amelin güzel tarzını öğrenebilirler. Bunu öğrenmeden de ebedî saadete giden yol olarak Sırât-ı Müstakîm’i bulamazlar. Sîret=Sünnet=Sünnet-i Hadîsenin kısmı olarak Tarikat-ı Muhammediyye, tarz bakımından Muhammedî ümmeti geçmiş ümmetlerden, Sünnet-i Seniyye veya Kur’ân’ın tabiriyle Sebîl-i Müminîn ise peygamber ve ashabının yolunu izleyen Sünnet ve Cemaat ehlini hadis-i şeriflerde “bizden değildir” diye dışlanan din içindeki Bid’at ve Firkat ehlinden ayırır. “Fıtrata uygun, güzel tarz” olarak sünnet kadim ve evrenseldir. Hz. Âdem’den beri mümin/müşrik, yeryüzünde sakalını kesen, başını açan, tırnaklarını bırakan biri yoktu, ama dinde vahdete karşılık şeriatların ihtilafı gibi sünnetin tarzı da peygamberler ve ümmetlerine göre Sünnet-i Hadîse olarak değişir. Buna çarpıcı bir misal olarak Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, babasından öğrenerek el tırnaklarını sırayla kesen bir Yahudi çocuğunu görünce tırnak kesme tertibini değiştirerek ümmetine has bir tarz vermiştir. Sakal kesme, müsle (organ kesme) ve fıtrat-ı tağyir olduğu için Hz. Âdem’den beri yeryüzünde sakalsız bir Müslüman olmamıştır. Ancak Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, “Müşriklere muhalefet edin, benzemeyin” diye bu konuda da ümmetine has bir tarz vermiş, Sünnet-i Hadîse ortaya koymuştur. Mesela Yahudiler ve müşriklerde saç ve sakalın ikisi de uzatılırken Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, “Bıyıkları kısaltın, sakalları (bir kabza) uzatın” diye ümmetine has bir suret vermiştir. “Şeyler zıtlarıyla ayırt edilir” kaidesince bid’at zıddı sünnetle tanımlanır. Geleneksel olarak bid’at, tarz=sîret=Sünnet-i Hadîse olarak sünnetin zıddını, tesbih âleti gibi peygamberin yapmadığı, yepyeni bir amel tarzını ifade eder. Modernlik, lafzen bid’at mânâsına gelir. Ancak Batı kaynaklı modernlik, sadece Sünnet-i Hadîseye değil, aynı zamanda Sünnet-i Kadîmeye, yani bizzat hikmet ve fıtrata aykırı bir noktaya ulaşmıştır. Sünnet bid’atle karşılaştırıldığı gibi Kur’ân’da geçen abes de illet olarak hikmetle karşılaştırılabilir. Ancak hikmet gibi çok zengin bir kavramın tam zıddını bulmak kolay değildir. Modernlik eğer hikmetten kopuş ise hikmeti de fıtrata aykırı Batılı modernliğin hususî ismi olarak kapitalizmle ortaya çıkan ve Türkçede medeniyet denen civilization ile karşılaştırabiliriz. Yukarıda hikmet ile sünnet kavramlarını daha ziyade tarikat denen dinin amelî boyutu bakımından karşılaştırdık. Modernleşme/sekülerleşme ayırımını daha net yapabilmek için hikmet ile sünneti amudî (arasında, inter) ve ufkî (içinde, intra) olarak iki bakımdan ayırabiliriz. Amudî ayırım, aidiyet (umum/husus), ufkî ayırım ise mânâ (semantik çap) kriterine göre yapılır. “Sünnet-i Kadîme/Sünnet-i Hadîse” olarak ifade ettiğimiz amudî ayırıma göre hikmet, fıtratın isimsiz, hâlidî, umumî, sünnet isimli, nebevî, hususî türüdür. Ufkî ayırıma göre ise hikmet ile sünnet, dar mânâda dinin ilmî boyutunu, geniş mânâda dinin ilmî ve amelî boyutlarını birlikte ifade ederler. Bir amudî ayırım daha yapılarak hikmet dinin ilmî, sünnet ise amelî boyutuna tahsis edilebilir. Çünkü alelıtlak kullanıldığında hikmet şeriat (ilim), sünnet tarikat (amel) demektir. “Hikmet/sünnet” ayırımının seküler karşılığı olan “medeniyet/kültür” ayırımıyla ilgili Protestan ve Katolik dünyalar arasındaki yoğun tartışmalar da işte bu kavramların çok-yönlü, amudî ve ufkî, dar ve geniş semantik ayırımlarından kaynaklanmaktadır. Bu kavramların ayırımlarına göre bunlara bağlılık tarzlarının dönüşüm süreci olarak modernleşme ve sekülerleşmenin tarifleri de değişir. Modernleşme, hikmet ile sünnetin dar mânâlarına göre sekülerleşmeden ayrılan dar, geniş mânâlarına göre ise sekülerleşmeyi de kapsayan geniş mânâ kazanır. Dar mânâda modernleşme, sekülerleşmeye vücut veren nitel bir içtimaî değişim süreci olarak tanımlanır. Max Weber’in The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism adlı eserinin başlığına da yansıyan ayırıma göre, Batı örneğinde kapitalistikleşme modernleşmenin, Protestanlaşma sekülerleşmenin hususî isimleri olarak belirir. O halde sekülerleşme, dar mânâda dinin ilmî boyutunu ifade eden hikmet ve sünnetten, modernleşme, dar mânâda dinin amelî boyutunu ifade eden hikmet ve sünnetten, sekülerleşmeyi de kapsayan geniş mânâda ise, dinin ilim ile amel boyutlarını kapsayan geniş mânâda hikmet ve sünnetten uzaklaşma şeklinde bir nitel değişim süreci demektir. Hikmetin seküler karşılığı olduğuna göre Türkçede medeniyet denen medenîleşme (civilization), hayat ile düşünce tarzındaki değişim süreçlerinin birleştiği geniş mânâda modernleşmenin hususî ismi olur. Kavramların dar mânâlarında ise modernleşme “hikmetten medeniyete”, sekülerleşme ise “sünnetten kültüre” geçiş süreci olarak ayrılabilir. İslâm’da sünnetin bizzat din sayılmasında olduğu gibi, Protestan dünyada Paul Tillich gibi teologların da kültürü bizzat din saymaları bu yüzdendir. Marifet Vardığımız sonuca göre irfan/marifet ayırımının sırrı, “Nefsini tanıyan Rabbini tanır” sözünde yatar. İnsanın nihaî yaratılış gayesi, Rabbini tanımaktır. Ancak “Nefsini tanıyan Rabbini tanır” sözünün de ifade ettiği gibi, insanın Rabbini tanıması, nefsini tanımasına bağlıdır. Daha umumî olarak eserden müessire intikal mantığıyla ‘Alîmi tanıma yolu, ‘Âlemi tanımaktır. ‘Âlem ise âlem-i kübrâ=makro-kozmos ile âlem-i suğra=makro-kozmos olarak ikiye ayrılır. Yunanlılar tarafından Kâbe gibi kâinatın merkezi olduğuna inanılan Delphi’de Apollon Tapınağı’nın alınlık veya eşik denen giriş kısmının üzerinde altın harflerle yazılı olan Yunanca kehanet (hikmet cümlesi), marifetin evrensel formülünü veriyordu: nosce te ipsum. Latinceye gnothi seauton, İngilizceye know thyself olarak tercüme edilen bu cümle, hadis-i şerif diye de bilinen (Nefsini tanıyan Rabbini tanır) sözündeki “nefsini tanı” veya “kendini bil” demektir. “İrfan” İngilizceye “gnosis”, “marifet” ise “knowledge” olarak tercüme edilmektedir. “Nefsini tanı” cümlesinin Latince 123 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük karşılığı gnothi seauton, “irfan”ın nefsi, “marifet”in ise Rabbi tanımaya delalet ettiğini gösterir. Keşf-i kadim için modern dünyada marifet imkânının nasıl kayb edildiğini, bunun için de önce marifeti, bunun için de “Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat” diye bilinen dört kapıdan mürekkep dinin gayesini anlamak gerekir. Filozoflar, insanın nihaî gayesinin Allah’a benzemek (teşebbüh-billâh) olduğunu söylerler. Sûfîlerin anlayışında bu gaye, “Allah’ın isimleriyle ahlâklanmak” (tahalluk bi’l-esmâ) diye ifade edilir (TDVİA 1988-2013: 20/497). Dolayısıyla esmâ-i husnâ şârihliği, tasavvufun ana ilgi alanlarından biri olmuştur (Kartal 2009). Gazâlî (1999: 29), el-Maksadü’l-Esnâ fi Şerhi Esmâillâhi’l-Husnâ’da, “Kulun kemali ve saadeti, hakkında tasavvur olunduğu kadarıyla Allah Teâlâ’nın ahlakıyla tahalluk ve sıfatları ve isimlerinin mânâlarıyla tahallîde yatar” der. Bunun bir hadis-i şeriften alınan “tahalluk bi-ahlâkıllâh” (Allah’ın ahlakı ile ahlaklanma) yerine “tahalluk bi’l-esmâ” olarak ifade edilmesi mânâlıdır. Dâvûd Kayserî, ismi, zât ve sıfatın birlikteliği olarak tanımlar. Zât, bir sıfatta muayyen hale gelir ve zâtın o sıfatta tecellî etmesine isim denir (Bayrakdar 2009: 79). Dinin dört kapısından Şeriat ve Tarikatten geçerek tezkiye-i nefs etmek tahalluk, Marifet ve Hakikatten geçerek tahliye-i ruh etmek tahakkuk’tur (Erzurûmî 1994: I/477). İbnü’l-‘Arabî’nin izahıyla tahalluk, kulun sıfatlarının ilâhî sıfatlarda, tahakkuk, kulun zâtının Hakkın zâtında fânî olmasıdır (Konuk 1999: III/111). İsim, zât ile sıfatın birlikteliği ise tahalluk bi’l-esmâ, dinin dört kapısından geçerek tahalluk ve tahakkuku başarmak demektir. Şu halde gaye, tahalluktan tahakkuka, irfandan marifete, nefsini tanımadan Rabbini tanımaya geçmektir. Dinin ilk iki kapısı Şeriat ve Tarikat, İrfan, nefsi tanıma, Marifet ise Rabbini tanıma, daha doğrusu, tanıma aczinin şuuruna varmak, İrfan’dan Muhabbetullâha, gnostisizmden agnostisizme geçiş sırrını yakalamak demektir. Yani aslında gnostisizm nefsi tanıma, agnostisizm ise Rabbi tanıma aczidir. Hz. Ebubekir, “İdrakin derkinden acz, idraktir” sözüyle bunu kasd eder. Rıza Tevfik (2015: ), Kâmûs-ı Felsefe’de, marifeti şöyle açıklar: “Sokrat’ın şu iki vecizesi en kıymetli cümel-i hikemiyyedendir: 1 – Kendini bil! (γνῶθι σαυτόν) Yani “en evvel kendi mâhiyetine nazar et” ve “hakikatini bil” demektir. Meşhûr Delf Mabedi (Le Temple de Delphes)nin kapısı üzerinde yazılı olan bu mühim sözü Sokrates, pek beğenmiş ve benimsemişti. Bu vecize hadîs-i şerîfinin mantûk-ı münîfine tamamen muvafıktır. Tasavvufta âdeta bir düstûr-ı hikmet olmuş ve bilcümle mutasavvıfîn bunun mânâsını şerh etmekle uğraşmışlardır. 2 –Şunu bildim ki hiçbir şey bilmemişim (εἶδα ουδὲν εἶδα). Yani “hakâyık-ı eşya bahsinde hiçbir şey bilmediğimi öğrendim” demektir. Lâ-edriyye (agnosticisme)nin düstûr-ı esasîsi budur. En büyük feylesoflar bu sözü meşk ittihaz ederek tekrar etmekten usanmamışlardır. Bizde Fahruddin Razi, İbn-i Sina, Ömer Hayyam ve emsâli gibi en büyük mütefekkirin, bu mânâyı mutazammın hakîmâne rubâiler yazmışlardır. [Agnosticisme sözüne bakınız!] Ancak pagan hikmet çağında nefsini ve kemal sıfatlarıyla olmasa da Rabbini tanıyabilen Batı, Hz. İsa’nın gönderildiği vahiy çağında nefsini ve Rabbini tanıma imkânını kayb etmiştir. Descartes’ın “Düşünüyorum o halde varım” sözüyle varlık/bilgi, makro-kozmos/mikro-kozmos münasebetini tersine çevirmesiyle Bat için nefsi ve Rabbi tanıma imkânı kayb olmuştur. Batılı insan, modern tecrübî bilimdeki büyük atılımıyla okyanusların, uzayın derinliklerini keşf ederken kendini keşiften aciz kalmıştır. Alexis Carrel (1939: 27-28), İnsan Denen Meçhul adlı ünlü eserinde der ki: “İnsan, her şeyin ölçüsü olmalıdır. Aksine insan içinde yarattığı dünyada bir yabancıdır. Bu dünyayı kendisi için tanzimden acizdir, zira kendi tabiatına dair amelî bir bilgiyi haiz değildir. Böylece cansız şeyler hakkındaki bilimlerin canlı varlıklar hakkında bilimlere muazzam galebesi, insanlığın bugüne kadar maruz kaldığı en büyük felaketlerden biridir.”1 Modern Batı’da insanın nefsi sayesinde Rabbini tanıma imkânını kayb etmesiyle gnostisizmin mânâsı da kökten değişmiştir. Maniheizmin de dayandığı gnostisizm, şerrin kaynağını düalistik bir tarzda açıklama teşebbüsüdür; maksat, Tanrı’yı şerrin faili olmaktan kurtarmaktır. Maniheizm, âlemin hayır ve şerri temsil eden nur ve zulmet olarak iki ezelî özden yaratıldığı inancına dayanır. Maniheik zihniyete göre şerrin faili ve ortamı olarak mikro-kozmos ve makro-kozmos, insan ve âlem, Nur âleminin tanrısı değil, Hıristiyan gnostiklerin tabiriyle Zulmet âleminin tanrısı Demiurge tarafından yaratılmıştır. Ancak bilahare satanistler, tam aksine Hıristiyanlığın tanrısını zulmet âleminin tanrısı, şerrin faili Demiurge, onun düşmanı Şeytan’ı ise hayrın faili olarak görmüşlerdir (Lewis 2001: 95-96). Böylece Batılı, nefsi aşmak yerine nefsi yüceltme ve Rahman’ı-Rabbini tanıma yerine Şeytan’ı tanımaya yönelmiş, gnostisizm satanizme dönüşmüştür. Bugün en somut İslamofobi örneğinde görüldüğü gibi, kimlik tanımının vesilesi olarak geleneksel etnik ötekileştirmeyi düşmanlaştırmaya çeviren, tanrıyı kıyamete zorlayan, uluslararası münasebeti sıfır-toplamlı bir oyun olarak görerek yeryüzünü cehenneme çeviren, işte bu gnostik-satanik zihniyettir. Hakikat Baştan beri anlattığımız gibi, Hıristiyan Batı, teodise krizinin etkisiyle Hakkı tanıma imkânını kayb edince Hakikati 1 “Man should be the measure of all. On the contrary, he is a stranger in the world that he has created. He has been incapable of organizing this world for himself, because he did not possess a practical knowledge of his own nature. Thus the enormous advance gained by the sciences of inanimate matter over those of living things is one of the greatest catastrophes ever suffered by humanity.” 124 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük de kayb etmiştir. “Hak/Hakikat” münasebetini kabaca “Hak/ Hikmet” münasebetine mütekabil olarak alabiliriz. Hak küllî, ama Hakikat cüz’îdir; Hakk e’lâ (mertebesiz), ama Hakikat mertebeli (hiyerarşik), Hak bir, ama Hakikat müteaddittir. Mesela dinde Hak birdir, peygambere vahy edilen şeriattır; ancak dört mezhep tek Hakka bağlı dört hakikati temsil eder. Fıkıh mezhepleri, içtihatla vücuda gelir. Usûl ehli, “İctihâd vahy-i hafîdir” derler (Konuk 1999: III/108). Yani Hak da Hakikat de, şeriat da fıkıh da vahiy-kaynaklıdır. Ancak Batı, bu Hak/Hakikat münasebetini bulamadığı için sonunda pozitivizm ve nihilizm gibi doktrinlere yansıyan şekilde hakikatin inkârına varmıştır. Kaynakça of Religion, Folklore, and Popular Culture. Santa Barbara: ABC-CLIO. Bayrakdar, Mehmet (2009) Dâvûd el-Kayserî. İstanbul: Kurtuba. Carrel, Alexis (1939) Man, the Unknown. New York: Harper & Brothers. Masuzawa, Tomoko (2005) The Invention of World Religions: or How European Universalism was Preserved in the Language of Pluralism. Chicago: University of Chicago Press. Erzurûmî, Osman Bedrüddîn (1994) Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler. İstanbul: Marifet. Menocal, Maria Rosa-Scheindlin, Raymond P.-Sells, Michael (eds.) (2000) The Cambridge History of Arabic Literature: The Literature of Al-Andalus. Cambridge: Cambridge UP. Gazâlî, Ebû Hâmid (1999) el-Maksadü’l-Esnâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Husnâ. Mahmud Bico (yay.), Dımaşk: es-Sabâh. Perkins, Mary Anne (1994) Coleridge’s Philosophy: The Logos as Unifying Principle. Oxford: Oxford UP. Gencer, Bedri (2017) İslâm’da Modernleşme, 1839-1939. Ankara: Doğu Batı. Rıza Tevfik (2015) Kâmûs-ı Felsefe. Recep Alpyağıl (yay.), Ankara: Doğu Batı. Gökalp, Ziya (1981) Makaleler V, Rıza Kardaş (yay.), Ankara: Kültür Bakanlığı. Schott, Jeremy M. (2008) Christianity, Empire, and the Making of Religion in Late Antiquity. Philadelphia: University of Pennsylvania Press. Henry, Jules (1963) Culture Against Man. New York: Random House. Kartal, Abdullah (2009) İlâhî İsimler Teorisi: Allah-İnsan İlişkisi. İstanbul: Hayy Kitap. Konuk, Ahmed Avni (1999) Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, I-IV. Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın (yay.), İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı. Langer, Ullrich (2014) Divine and Poetic Freedom in the Renaissance: Nominalist Theology and Literature in France and Italy. Princeton Princeton UP. Lewis, James R. (2001) Satanism Today: An Encyclopedia Shaw, Joseph M. et al. (eds.) (1982) Readings in Christian Humanism. Minneapolis: Augsburg. Schumacher, E.F. (1973) Small Is Beautiful: Economics As If People Mattered. London: Blond and Briggs. Smith, Wilfred Cantwell (1991) The Meaning and End of Religion. Minneapolis: Fortress. eş-Şâfiî, Muhammed b. İdris (2010) er-Risâle. Abdülfettah b. Zâfir Kebbâre (yay.), Beyrût: Dâru’n-Nefâis. TDVİA (1988-2013) Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, I-XLIV, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı. 125 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Uluslararası İslâm Bilgeleri Zirvesi Tebliğler İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük III. Oturum Doç. Dr. Nurullah Ardıç İstanbul Şehir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü İslamofobinin Toplumsal ve Siyasi Sonuçları Prof. Dr. Saffet Haliloviç Bosna Hersek Snesta Üniversitesi İslami Eğitim Fakültesi Tefsir ve Kuran İntrobiyolojisi Hocası Dünya İslam Alimleri Birliği Sekreterliği Kurulu Üyesi İslamofobinin Nedenleri ve Çözüm Yolları Romas Jakubauskas (Ramazan Yakuboğlu) Litvanya Müftüsü Müslüman Azınlık Olarak Litvanya Tatarları ve İslamofobi Reis Yangliçev / İlahiyatçı, Moskova/Rusya Rusya’da İslâm ve Müslümanlarının Durumu Doç. Dr. Nurullah Ardıç İstanbul Şehir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü İslamofobinin Toplumsal ve Siyasi Sonuçları 22 Temmuz 2011 günü Norveç’te, çoğunluğu genç yaştaki 77 kişinin hayatına malolan, ülke tarihinin 2. Dünya Savaşından beri en ölümcül saldırıları gerçekleştirildi. Anders Behring Breivik isimli saldırgan önce başkent Oslo’daki hükümet binalarına, sonra da yakındaki Utøya Adası’nda kamp yapmakta olan gençlere saldırarak toplamda üç yüzden fazla kişinin de yaralanmasına yol açtı. Saldırıları yaptığını mahkemede kabul eden Breivik 21 yıl hapse mahkum edildi.1 Medyada genelde “yalnız kurt” olarak tavsif edilen saldırgan, bu eyleminden kısa bir süre önce yaklaşık bin kişiye gönderdiği ve “2083: Avrupa’nın Bağımsızlık Beyannamesi” (2083: A European Declaration of Independence) adını verdiği 1500 küsür sayfalık “manifesto”sunda bolca İslâmofobik fikir ve İslâm ve müslümanlara yönelik nefret içeren yazıları bir araya getirmişti. Osmanlı Devletinin başarısız Viyana kuşatmasına (1683) işaret eden bu metinde saldırgan, kendisini müslümanların Avrupayı “işgalini” önlemeye adamış bir “şövalye” olarak nitelemekteydi.2 Norveç saldırıları özellikle 11 Eylül 2001’de ABD’de ve ardından Avrupa’da yaşanan terör saldırılarının yükselttiği İslâmofobinin (İslam karşıtlığı) sonucu olarak gerçekleşen yüzlerce olaydan biriydi. Bu korkunç olay İslâm nefretinin yalnızca müslümanlara değil, gayr-ı müslimlere de büyük zararlar verebileceğini göstermiştir. Nitekim meş’um 11 Eylül saldırılarınının hemen ardından ABD’de bir intikam cinayetinin ilk kurbanı olarak öldürülen kişi müslüman değil (giydiği türbandan dolayı katilin müslüman zannettiği) Hintli bir Sih idi. İslâmofobinin Türleri, Boyutları ve Sonuçları Bilindiği gibi Batı ülkelerinde yaşayan müslümanlar İslâmofobiden kaynaklanan çeşitli fiziksel ve sembolik saldırıların ana hedefi olagelmişlerdir. Bu saldırılar Avrupa ve Ameri- ka’da ayrımcılık, nefret söylemleri ve İslam-karşıtı siyasi kampanyalar, sözlü ve fiziksel saldırılar vb. değişik türlerde tezahür etmektedir. Ayrıca kimi zaman cami ve kültür merkezlerine yönelik fiziksel saldırı ve vandalizm vak’aları da yaşannmaktadır. Bütün bunlara ilaveten Batı’da yaşayan Müslümanlar gündelik hayatlarında gizli ve -zaman zamanaçık ayrımcılıkların yanı sıra şüpheli görülme, etiketlenme, alay, hakaret, dik bakışlar, stigmatizasyon, nefret söylemleri ve toplumsal haklardan mahrum bırakılma gibi çok farklı durumlarla karşılaşmaktadırlar. Aldığı bu farklı biçimler topluca göz önünde bulundurulduğunda İslamofobinin dört ana boyutunun olduğu söylenebilir: Dışlanma, ayrımcılık, önyargılar ve şiddete maruz kalma. İlk olarak, müslümanların gerek meslek hayatları ve istihdam konularında (özellikle de yönetici pozisyonları seviyesinde) karşılaştıkları, gerekse de siyasete ve karar alma mekanizmalarına katılım konusunda maruz kaldıkları dışlanmaları, Avrupa ülkeleri ve Amerika’da azınlık durumda yaşayan müslümanların gündelik hayatlarını ve toplumsal konumlarını olumsuz etkilemektedir. İkinci olarak, özellikle sağlık, adalet ve eğitim sektörlerinde hizmet alımı anlamında ve istihdam alanlarında yaşanan çeşitli ayrımcılık tecrübeleri ve “dini fişleme” olayları, Batı’daki müslümanların hem mesleki gelişim ve kariyerlerini, hem de gündelik faaliyetlerini gerçekleştirme konusunda çeşitli engeller çıkarmaktadır. Üçüncü olarak, azınlık olarak yaşadıkları toplumlarda gerek medyada, gerekse gündelik ilişkilerinde açık ve örtük şekillerde sıkça karşılaştıkları olumsuz önyargılar ve basmakalıp inanışlar (stereotipler), gündelik hayatlarını ve benlik algılarını etkilemektedir. Son olarak, zaman zaman maruz kaldıkları fiziksel ve sembolik şiddet, sözlü saldırılar ile mülk ve binalarına yönelik maddi-manevi (örneğin camilerin önüne kesik domuz 1 “Prime minister: Norway still ‘an open society’ despite ‘the horror’”. CNN. 25 July 2011, Erişim: 21 Temmuz 2015; “Norway: Anders Behring Breivik claims ‘two more cells’”. BBC News. 25 Temmuz 2011, Erişim: 21 Temmuz 2015; “Suspect in Norway attacks to face second interrogation”. CNN. 28 Temmuz 2011; Wong, Curtis “Oslo Norway Bombing: Suspect Anders Behring Breivik Bought Tons Of Fertilizer, Wrote Manifesto” Huffington Post. (23 Temmuz 2011), Erişim: 21 Temmuz 2015. 2 Starla Muhammad. “Tragedy in Norway Borne Out of Seeds of Racism and Intolerance in UK, EU” New America Media. (19 Ağustos 2011) Erişim: 21 Temmuz 2015; Godfrey, Hannah. “Utøya island shooting victims return to scene of Breivik’s killing spree”. The Guardian (19 Ağustos 2011) 21 Temmuz 2015; The Guardian: After Anders Breivik’s conviction, Norway must confront Islamophobia” 28 Ağustos 2012, (Erişim: 21 Temmuz 2015). 128 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük başı konulması gibi) tahripkar saldırılar vb. çeşitli şekillerde de ortaya çıkmakta ve Batı ülkelerinde yaşayan ve zaten dezavantajlı durumda olan müslümanların toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel sorunlarını daha da çoğaltmaktadır. Sosyo-psikolojik düzlemde ele alındığında İslâmofobinin irrasyonel korkular, hoşgörüsüzlük ve ırkçılık gibi unsurları bünyesinde barındırdığı görülür. Ayrımcılık, dışlama, önyargılar ve şiddet gibi sonuçların doğmasına da yardımcı olan bu psikolojik unsurların temelinde de basmakalıp yargılar ve yanlış inançlar bulunmaktadır. Nitekim İngilitere hükümetinin yazdırdığı ve insan hakları ihlalleri konusunda önemli bir kaynak olan Runneymede Raporu’nun 1997 ve 2004’teki versiyonlarında birbirini teyid eden sonuçlarla müslümanlara yönelik hak ihlallerinde ve genel olarak İslâmofobik ortamın oluşmasında bu inanç ve korkuların kaynak işlevi gördüğü vurgulanmıştır.3 Her ne kadar Müslümanlar, Batı’da 11 Eylül 2001 öncesinde de bir çok ayrımcılığa maruz kalmakta iseler de 11 Eylül’ün beslediği yeni siyasi ve sosyo-psikolojik ortamda İslâmofobik özellikle yakıcı bir sorun haline dönüşmüştür. Nitekim ABD’deki müslümanların sorunlarını takip eden önemli kuruluşlardan biri olan Council on American Islamic Relations (CAIR)’in raporlarına göre 2004-2005’te bu ülkede müslümanlara yönelik taciz, ayrımcılık ve şiddet olaylarında %30’luk bir artış yaşanmıştı.4 2006 ve 2010 yıllarında yapılan başka araştırmalar da ABD’de yaşayan müslümanlara yönelik olumsuz hissiyatın oldukça yüksek olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin 2006’da müslüman bir komşu istemeyenlerin oranı %22, 2010’da da müslümanlara karşı önyargılı olduğunu belirtlenlerin oranı %43 olarak belirmiştir.5 Sayısız ayrımcılık ve nefret suçu vak’alarının yanı sıra İslâmofobinin önemli sonuçlarından biri de, Batı’da yaşayan müslümanların, özellikle de kanaat önderi konumunda olanların maruz kaldığı çeşitli itham ve suçlamalardır. Bu suçlamalardan en yaygın olanları dört noktada yoğunlaşmaktadır: Yaşadıkları ülkeye sadakat, yeterince asimile olamama, “İslâmi” terörü kınamama, aşırıcılığı ve hatta terörü destekleme. Bu çerçevede müslümanlar sık sık yaşadıkları ülkeye ve devlete yeterince sadık olmadıkları, yabancı oldukları ve dolayısıyla “iyi vatandaş” olamadıkları suçlamasıyla karşılaşmakta, sürekli bir sadakat ızharı mecburiyeti dayatmasına maruz kalmaktadır. (Aynı türde suçlamaların 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’daki azınlık mensuplarına da yöneltilmiş olması manidardır. Nitekim Protestan ülkelerde yaşayana Katolik azınlıklar daima kendi devletleri yerine Vatikan’daki Papa’ya bağlı olmakla suçlanmışlardır.) Bunun yanı sıra müslümanlar yaşadıkları toplumlara (yeterince) asimile olamamakla itham edilmekte ve bunun sorumlusunun yalnızca kendileri (ve İslâm) olduğu dillendirilmektedir. Bu ithamların temelindeki ideolojik varsayım, Batılı müslümanların “modern” (makbul) vatandaş olabilmesi için tamamıyle asimile olmaları ve kendi kültürel kimliklerini unutmaları gerektiği fikridir. Ayrıca yaşanan her saldırı veya “İslâmcı terör” olayından sonra her ne kadar müslüman liderler bu saldırıları güçlü biçimde kınasalar da bu kınamanın yeterli olmadığı vurgulanmaktadır. Hatta kimi zaman müslüman kanaat önderlerinin aşırıcılık ve terörü desteklediği, yardım ve yataklık yaptığı da -delil göstermeksizin- iddia edilebilmektedir.6 İslâmofobinin Başat Aktörleri: Siyaset ve Medya Batı’da İslâmofobinin yayılması ve kökleşmesinde en etkili rolü siyasetçilerin söylemleri ve medya oynamaktadır. ABD başkanı Donald Trump’ın 2017 başlarında bir ayda iki defa bazı müslüman ülke vatandaşlarının ABD’ye girişlerini yasaklama teşebbüsünde bulunması, “Hollanda’da İslam’a yer yok, faşist Kur’an’ın yasaklanmasını istiyorum” diyen Hollandalı siyasetçi Geert Wilders ve partisinin ülke siyasetinde başat rol oynamaya başlaması gibi örneklerde de görüldüğü üzere, ABD ve Avrupa’da “aşırı sağ” parti ve siyasetçilerin (ayrıca yabancı düşmanı hareketlerin) öne çıkması İslâm ve müslüman karşıtlığının artışında önemli bir rol oynamaktadır. Bu aşırı sağın yükselişi sorununun yanı sıra son zamanlarda Suriye’deki iç savaş sonucunda ortaya çıkan “mülteci sorunu” da özellikle Avrupa’da İslâmofobiyi körükleyen bir unsur olmuştur. Tarihsel olarak etnik ve dini çoğulculuk tecrübesi zengin olmayan, daha ziyade homojen kültürlere sahip olagelmiş toplumlardan müteşekkil Avrupa, son onyıllardaki göçlerle gelen farklı ırk ve dinlerden insanları benimseme konusunda zorlanmakta ve “öteki” ile ilişkiler konusunda başarılı bir imtihan verememektedir.7 Popülizmin giderek artan dozda yükselişte olduğu bir ortamda Batılı siyasetçiler toplumun en zayıf gruplarından birini temsil eden müslümanları her türlü anti-Batılı ve anti-modern fikir ve inançlara sahip olmakla suçlamakta bir beis görmemektedir. Müslümanların siyasi ve iktisadi zayıflığı popülist siyaset erbabı için bir fırsat penceresi üretmekte, bu da onların kısa dönemli siyasi menfaatlerini pekiştirmek üzere İslâmofobik söylem ve politikaları desteklemelerini kolaylaş- 3 Runneymede Trust, Islamophobia: A Challenge for Us All: Report of the Runneymede Trust Commission on British Muslims and Islamophobia, Londra: Author, 1997. 4 CAIR’in 2011-2012 raporu ABD’deki İslamofobinin bu yıllarda az da olsa bir düşüş kaydettiğini göstermektedir. Bkz. http://www.cair.com/images/islamophobia/Legislating-Fear.pdf (erişim 21 Ağustos 2016.) 5 J. Esposito, “Introduction” J. Esposito, İ. Kalın (der.) Islamophobia: The Challenge of Pluralism in the 21st Century, Londra: Oxford University Press, 2011, ss. xxiii-xxiv. 6 İ. Kalın, “Islamophobia and the Limits of Multiculturalism” J. Esposito, İ. Kalın (der.) Islamophobia: The Challenge of Pluralism in the 21st Century, Londra: Oxford University Press, 2011, s. 21-22. 7 Elbette İslam ülkelerindeki yönetici elitler ve genel olarak müslümanların da İslamofobiyi engelleme veya azaltma konusunda pek başarılı oldukları söylenemez. Ancak bu durumun analizi, bu yazının sınırları haricinde kalmaktadır. 129 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük tırmaktadır. Böylece İslâm ve müslümanlar konusunda yaygın bir cehaletle genelde manipülasyona açık bulunan Batılı halk yığınlarının olumsuz hissiyatı ile fırsatçı siyasetçilerin söylem ve eylemleri karşılıklı olarak birbirini beslemekte, bu durum da İslâmofobi için münbit bir ortamın oluşmasına yol açmaktadır. Batı’da İslâm ve müslüman karşıtlığının bu şekilde yaygınlaşmasında en önemli rolleri oynayan aktörlerden biri de hiç kuşkusuz medyadır. Genelde sansasyonel haber ve yorumlarla izlenirliğini artırma hedefi güden ve müslümanların genel zayıflığından faydalanan medyada yalnızca yapılan haberler değil, kamuoyunu yönlendirme vazifesini üstlenmiş olan yorum(cu)lar da İslâmofobinin yaygınlaşmasında pay sahibidir. Örneğin Amerika’daki sağ-muhafazakar kesimlerin önde gelen yayın organlarından National Review dergisinin önemli yazarı Ann Coulter müslümanlarla ilgili olarak şunu yazmıştır: “Onların ülkelerini işgal edip liderlerini öldürmemiz ve hepsini Hristiyan yapmamız lazım. [2. Dünya Savaşı’nda] sadece Hitler ve yakın adamlarını öldürmek için titizlenmedik; Alman şehirlerini toptan bombaladık, sivilleri öldürdük. Çünkü bu savaştı. Şimdi de savaştayız.”8 Batı medyasındaki sertlik yanlılarının bu tür kışkırtıcı ve düşmanca yorumlar sık sık verilen tarafgir haberlerle desteklenmekte, bu tür olumsuz düşünce ve hissiyatın alt yapısı sağlanmaktadır. Örneğin Cesari’nin de gösterdiği gibi anaakım Batı medyası tarafsızlık imajını sağlamak üzere her zaman açıkça İslamofobik yayınlar yapmaktan imtina etse de yer verdikleri sansasyonel haberler müslümanları şiddet yanlısı göstermekte, böylece Batı’da yaşayan müslümanların da radikal oldukları imasında bulunmaktadır.9 Batı medyasının İslâmofobiyi yaygınlaştıran yayınlarında üç tür söylem stratejisi uyguladığı görülmektedir. Bunlardan en sık kullanılanı müslümanları ilgilendiren konularda özel olarak şiddet içerikli çatışma haberlerinin seçilerek verilmesidir. “Olumlu” veya normal türde haberlere nazaran müslümanların kendi aralarında veya başkalarıyla olan ilişkilerinde yaşadıkları siyasi vb. sorunları gösteren ve bunu sıkça şiddet görüntüleriyle bezenmiş olarak sunan haberlerin oranı oldukça yüksektir. Örneğin 2007 yılında yirmi dört Batılı ülkenin medyasındaki haber bültenleri üzerine yapılan bir araştırma, İslâm Dünyasına yönelik haberlerdeki şiddet ve çatışma temalarının kültürel olaylar, eğitim, iktisadi gelişme, din ve vatandaşlık gibi temalara oranla en az on kat daha fazla olduğunu göstermiştir.10 Seçmeci yaklaşımla yapılan bu haber- ler müslümanlara arasında şiddet ve kaosun hüküm sürdüğü algısını çoğaltıp Batı kamuoylarında İslam ve müslümanlar hakkında zaten mevcut olan önyargıları daha da derinleştirmektedir.11 İkinci olarak, Batı medyasında müslümanlara dair yapılan haberlerin çoğu olayları bağlamından kopararak aktarmaktadır. Örneğin yaşanan şiddet olaylarını anlatan haberler bu şiddetin gerçek sebeplerini ortaya koymaksızın sanki İslam kültürünün doğrudan bir sonucuymuş gibi aktarmakta, siyasi ve yerel bağlamın dinamiklerini göz ardı etmektedir. Ancak aynı durumda olan bir başka din mensubu sözkonusu olduğunda bu kişinin yaptığı eylem dini-kültürel kimliğiyle özdeşleştirilerek verilmemektedir.12 Müslümanların medya marifetiyle yaşadığı açık bir ayrımcılık örneği olan bu tür durumlarda gazetecilik standardları farklı uygulanmakta, bağlamsal veriler kolaylıkla atlanmak suretiyle müslümanların kültürel kimliği olağan şüpheli haline getirilmektedir. Herhangi bir suç içeren hemen bütün haberlerde şüphelilerin başına “müslüman” veya “İslâmcı” sıfatlarının getirilmesiyle bu haber dili kendini sürekli olarak yeniden üretmekte ve haberlerin tüketicileri İslam ve müslümanlar konusunda zaten bilgisizlikle malul olduğundan bağlamından koparılarak aktarılan haberler mevcut önyargı ve olumsuz algıları daha da körüklemektedir. Sözünü ettiğimiz iki faktör (seçmeci biçimde çatışma ve şiddet haberlerine yer verilmesi ve olayları bağlamlarından kopararak aktarma) üçüncü bir faktör olarak “güvenlikleştirilme” sonucunu doğurmaktadır. Müslümanların genelde bir güvenlik perspektifinden algılanmasını ifade eden bu duruma göre medyada İslâmın Batılı değerler ve hayat tarzına bir tehdit olduğu algısı üretilip yayılmaktadır.13 Göçmenler ve özellikle müslümanlar aleyhine giderek sıkılaşan sert güvenlik önlemleriyle de bütünleşen bu algı Batı’da azınlık durumundaki müslümanların hayatlarını daha da zorlaştırmakta, diğer taraftan çoğunluğu oluşturan kitleler arasında göçmenve müslüman-karşıtı hissiyatı güçlendirmektedir. Böylesi bir tehdit algısı Batı’daki İslamofobinin en önemli tetikleyicilerinden biridir.14 Buna ilaveten, Batılı medya tüketicilerinin hafızalarının derinlerinde zaten mevcut olan İslam nefreti ve korkusunu kışkırtan bu tür yayınlar müslümanların olağan davranış ve sembollerinin (örneğin başörtüsü, sakal, minareler vb.) de potansiyel şiddet ve korkuyla özdeşleştirilerek, güvenlikleştirilmesine yol açmaktadır. Böylece örneğin uzun sakal bırakmak aşırıcılıkla, minareler (Batı şehirleri içerisindeki) füzelerle, bir çok müslüman da potansiyel iç düşmanlarla özdeşleştirilebilmektedir. 8 Esposito, agm. s. xxv. 9 J. Cesari, “Islamophobia in the West: A Comparison Between Europe and America” J. Esposito, İ. Kalın (der.) Islamophobia: The Challenge of Pluralism in the 21st Century, Londra: Oxford University Press, 2011. 10 Bkz. Islam and the West: Annual Report on the State of Dialogue 2008. http://www2.hull.ac.uk/fass/pdf/Islam_West.pdf. ss. 104-107 (Erişim 11.09.2016). 11 Kalın, agm. s. 14. 12 Kalın, agm. s. 15. 13 Kalın, agm. 14 S. Çiftçi, “Islamophobia and Threat Perceptions: Explaining Anti Muslim Sentiment in the West” Journal of Muslim Minority Affairs, 32(3), 2012. 130 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Avrupa’da Yükselen İslâmofobi Kuzey Amerika kıtasına nispetle Avrupa’da İslâm ve müslümanlar tarihsel (travmatik) hafızanın önemli bir parçası olduğundan ve daha ziyade çok kültürcülük ve göçmenlik sorunlarıyla iç içe tartışıldığından İslâmofobi çağdaş sosyo-ekonomik sorunlarla yakından ilgili bir konudur. Zira Avrupa toplumlarının bir yandan müslümanlar ve özellikle Osmanlılarla olan uzun (ve genelde mağlubiyetle sonuçlanmış) karşılaşmalar tarihi, diğer taraftan bugün yaşadıkları göç ve entegrasyon krizleri bu kıtadaki elit ve sıradan insanların İslâm ve müslümanlara yönelik algı ve tutumlarını önemli oranda etkilemektedir. Avrupa’da artan İslamofobinin en önemli sebeplerinden biri, yukarıda işaret edildiği üzere, aşırı sağ partilerin ve yabancı düşmanı hareketlerin geçtiğimiz yıllardaki hızlı yükselişidir. Son zamanlarda bu durumu açıkça ortaya koyan bir dizi gelişme yaşanmıştır: 2000 yılında Avusturya’da faşist siyasetçi Jörg Haider liderliğindeki Özgürlük Partisi seçimlerde birinci parti olmuş, Fransa’da aşırı sağcı Front National’in lideri Jean-Marie Le Pen, rakibi Jacques Chirac’la Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda yarışmaya hak kazanmış ve oylarını artırarak Fransa’daki 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerini birinci olarak bitirmiştir. Le Pen gibi politikacıların öne çıkardığı en önemli konu göçmen ve İslâm “sorunudur”. Bunun sonucu olarak Fransa’daki müslümanlar yalnızca devlet kurumlarının uyguladığı başörtüsü yasağı gibi sert laiklik yorumlarından kaynaklanan kısıtlamalarla mücadele etmek zorunda kalmamakta, aynı zamanda toplumda giderek yaygınlaşan İslamofobinin gündelik hayatataki etkilerine de maruz kalmaktadırlar. Örneğin Fransa’da İslâmofobiyle Mücadele Kollektifi’nin (CCIF) son raporuna göre 2015 Ocak ayında vukubulan Charlie Hebdo terör saldırılarından sonra bu ülkede müslümanlara yönelik vandalizm, fiziksel ve sözlü saldırılar gibi İslâmofobik nefret suçlarının sayısında %23,5’luk bir artış yaşanmıştır. Bu saldırılardan en büyük payı da beklendiği gibi başörtülü kadınlar almaktadır.15 Diğer taraftan Almanya’da Nazi geçmişleri ve 2. Dünya Savaşı’nın “tatsız” hatıraları sebebiyle neo-Nazi ve ırkçı partiler yasaklanmış olmasına rağmen, yabancı düşmanı ve İslâmofobik hareketler yükselişe geçmiştir. Nitekim PEGIDA hareketi gibi gruplar iç entegrasyon ve çok kültürlülük sorunları yaşayan Alman toplumunda göçmen-karşıtı hisleri körükleyerek kamuoyunu etkilemekte ve bu şekilde merkezdeki partilerin siyasi yelpazenin sağına doğru kaymalarına sebep olmaktadır. Benzer şekilde, İngiltere’de aşırı sağcı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) henüz önemli bir seçim zaferi elde edememiş olsa da, sistemin iki büyük partisi olan Muhafazakar ve Liberal partileri göçmen-karşıtı ve entegrasyonu azaltıcı politikalar üretmeye zorlamaktadır. Nitekim “Brexit” oylamasında AB karşıtı UKIP’in bu çabaları da etkili olmuştur.16 Bütün bu gelişmeler ışığında Avrupa’da hem genel olarak göçmen gruplar hem de özelde müslümanlar kamusal tartışmaların merkezine yerleştirilmiş ve yaşanan ana sorunların kaynağı olarak etiketlenmişlerdir. Bu çerçevede göçmen karşıtı siyasetçi ve gruplar Avrupalı liberal elitlerin bir süredir uygulamaya çalıştığı çok kültürlülük ve entegrasyon politikalarını ağır biçimde eleştirerek başarısızlığa mahkum etmişlerdir. Bu bağlamda kimi ırkçı fakat etkili entelektüel ve danışmanların aşırı görüşleri de siyasetçiler üzerinde etkili olabilmektedir. Örneğin ünlü Amerikalı-İsrailli tarihçi (ve eski ABD başkanı George Bush’un danışmanı) Bernard Lewis Avrupalı liderleri müslümanlara fazla müsamahalı oldukları gerekçesiyle eleştirmiş, siyasetçileri “çok kültürcülük ve siyaseten doğruculuk” adına Avrupayı İslâm’a “teslim” etmek ve böylece kıtayı “Avrabya”ya (Eurabia) çevirmekle suçlamıştır.17 Nitekim bu söylem kimi AB yetkililerinin demeçlerinde de karşılık bulmuştur. Ayrıca mevcut Fransa Başbakanı Manuel Valls da “2017 genel seçimlerinde İslam’ın en önemli meselelerden biri” olacağını belirterek Fransa’nın bir “medeniyetler çatışması” yaşadığını iddia etmiştir.18 Giderek yaygınlaşan bu tür söylemlerle paralel gelişen İslâm nefreti ve İslâm-karşıtı politikaların sonuçları müslümanlar için ağır olmaktadır. Zira Batı’da giderek yayılan bu tür söylemler sebebiyle müslümanlar ötekileştirilmekte, hâtta terörist vb. etiketlerle “insansızlaştırılmakta” ve “içerideki düşmana” dönüştürülmektedir. Üstelik bu durum halk arasındaki olumsuz yargı ve tutumlar zannedildiğinin aksine, yalnızca şehirli alt ve alt-orta sınıflarla sınırlı kalmamakta, özellikle Avrupa’da üst ve eğitimli orta sınıflarda da güçlenmektedir.19 Her ne kadar müslümanlar Avrupa’da öteden beri yabancı düşmanı ve aşırı sağcı hareket ve politikaların hedefi iseler de 11 Eylül (2001) ve özellikle 2004 Madrid bombalamaları ve 2005’teki Londra (7/7) saldırıları sonrasında kıtada İslâmofobik eğilimlerin daha da yaygınlaşmasıyla müslümanların yaşadıkları zorluklar katlanarak artmaktadır. Nitekim Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi’nin (EUMC) hazırladığı 11 Eylül 2001 Sonrasında AB’de İslamofobi Özet Raporu müslümanlara karşı ırkçılık, saldırı ve ayrımcılığın hızla arttığını, İsl3am nefretinin Avrupa toplum- 15 Bkz. “France sees rise in Islamophobic attacks post Charlie Hebdo: Report” Middle East Eye, 07.07.2015. http://www.middleeasteye.net/news/france-sees-surge-islamophobic-attacks-after-charlie-hebdo-report-1496714716 (Erişim 15.09.2016). 16 Bkz. “The ungovernables” The Economist, 01.09.2016. http://www.economist.com/news/britain/21706337-brexit-achieved-and-nigel-farage-gone-little-remains-unite-uk-independence-party (Erişim 02.01.2017) 17 Bkz. David Machlis and Tovah Lazaroff, “Muslims ‘about to take over Europe,’” Jerusalem Post, 29 Ocak 2007. 18 “France sees rise in Islamophobic attacks post Charlie Hebdo: Report” Middle East Eye. Ayrıca bkz. E. Todd, Who’s Charlie? Xenophobia and the New Middle Class, Londra: Polity, 2015. 19 E. Bayraklı, F. Hafez (der.) European Islamophobia Report 2016, İstanbul: SETA, 2017, s. 9. 131 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük larında kabul edilen bir şey haline geldiğini ifade etmiştir.20 Dahası 2015 yılında yayınlanmış olan YouGov araştırması, iktisadi olarak gelişmiş yedi Avrupa ülkesinde müslümanlara yönelik olumsuz algının çok yaygın olduğunu (ve bu açıdan ancak Romanların müslümanlara rakip olabildiğini) ortaya koymuştur (bkz. Şekil) Kaynak: YouGov, 2015.21 Benzer sonuçlar dünyanın en önemli din araştırmaları kuruluşlarından biri olan PEW’in yayınladığı raporlara da yansımıştır. Nitekim son PEW araştırması da Macaristan, İtalya, Polonya, İspanya ve Yunanistan’da araştırmaya katılanların yarıdan fazlasının müslümanlara yönelik algısının belli ölçüde veya oldukça olumsuz olduğunu ortaya koymuştur. Bu oranlar Macaristan’da %72, İtalya’ta %69, Polonya’da %66, Yunanistan’da %65 ise olarak tezahür etmektedir.22 Aynı şekilde İngiltere’nin prestijli araştırma kuruluşu Chatham House’un 2017 başında yayımlanan Avrupa Programı raporuna göre Avrupa’da müslüman göçmenlerin kıtaya girişinin tamamen yasaklanmasını arzulayanların oranı nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturmaktadır. Ülkelere göre ise bu oranlar şu şekildedir: Polonya: %71, Avusturya: %65, Almanya: %53, İtalya: %51, İngiltere: %47 ve İspanya: %41. Daha da çarpıcı olanı ise hiçbir Avrupa ülkesinde müslüman göçmenlerin tamamen engellenmesini istemeyenlerin oranının hiçbir ülkede %32’yi geçmemiş olmasıdır.23 Bu araştırma da dahil bir çok çalışmanın gösterdiği bir başka yeni durum ise Avrupa’da İslâmofobinin en fazla Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi Doğu Avrupa ülkelerinde yaygın olduğu gerçeğidir, ki bu durum bir hayli manidardır; zira Doğu Avrupa ülkeleri bu kıtada müslümanların sayısının en az olduğu ülkelerdir. Söz konusu istatistikler de bize bu bağlamda yeni bir fenomenin ortaya çıktığını göstermektedir: “Müslümansız İslâmofobi”. Ancak bu ilginç durum tersten okunduğunda aynı zamanda “olumlu” bir olguya daha işaret etmektedir: Avrupalıların müslümanlarla birebir temas etme imkanı bulduğu toplumlarda İslâm karşıtlığı nispeten azalmaktadır. Özellikle Hindistan-Pakistan, Türkiye ve Arap Dünyası gibi çok farklı ülkelerden müslümanların yaşadığı İngiltere gibi daha kozmopolit toplumlarda İsl3amofobi oranı daha az müslümanın yaşadığı ve daha homojen toplumlara nispetle düşük kalmaktadır. Bu durum da kültürel çeşitlilik ve “insani temas” olgularının önemini göstermektedir.24 Batı’da İslâmofobiyi ölçmenin önemli göstergelerinden biri de insanların kendi ülkelerinde yaşayan müslümanların sayı ve oranına dair algılarıyla gerçek rakamlar arasındaki farktır. Buna göre İslâmofobinin yaygın olduğu ülkelerde sıradan insanlar kendi toplumlarında halihazırda bulunan veya gelecekte bulunacak olan müslümanların sayısının gerçekte olduğundan çok daha yüksek tahmin etmektedir. Nitekim dünya çapındaki 2016 Ipsos Algı Araştırması’na göre müslümanların sayısının olduğundan %10 veya daha fazla tamin edildiği ilk 20 ülke arasında ABD ve Kanada’nın yanı sıra 12 Avrupa ülkesi yer almaktadır. Yine 2020 yılına gelindiğinde ülkede müslümanların oranının ne olacağına dair algılarda da benzer bir durum ortaya çıkmaktadır. Örneğin gerçek oranın %8,3 olarak tahmin edildiği Fransa’da algılanan oran %40 olmuştur. Bu durum İtalya için %4,9’a (gerçek) %31 (algılanan), Belçika için ise %7,5’e (gerçek) %32 (algılanan) şeklinde ortaya çıkmaktadır. (Algı-gerçek farklılıkları açısından Batılı ülkelerle yarışan Batı-dışı ülkeler Güney Afrika, Filipinler ve Hindistan’dır.)25 Sonuç İslâmofobi (İslâm ve müslüman karşıtlığı) başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Batı’da (ve dünyanın farklı coğrafyalarında) giderek büyüyen bir sorun haline gelmiştir. Bu sorunun yaygınlaşmasında en önemli rolü -isimlerinin başına sık sık “müslüman” ve/ya “İslâmcı” sıfatı eklenen- terör saldırılarının yanı sıra Batılı siyasi ve kültürel elitler (özellikle aşırı sağcı siyasetçiler ve medya) tarafından kısa dönemli çıkarlarına uygun olarak geliştirilen İslâm-karşıtı söylemler ile önerdikleri/uyguladıkları politikalar oynamaktadır. Bu söylem ve eylemler geniş halk kitlelerini de etkilemekte ve bu şekilde 20 Esposito, agm. s. 1. 21 “Roma people and Muslims are the least tolerated minorities in Europe” YouGov, 05.06.2015. https://yougov.co.uk/news/2015/06/05/european-attitudes-minorities/ (Erişim: 02.01.2017). 22 Europeans Fear Wave of Refugees Will Mean More Terrorism, Fewer Jobs, www.pewresearch.org, 2016, s. 4 (Erişim: 07.01.2017). 23 Bkz. “What Do Europeans Think About Muslim Immigration?” 07.02.2017. https://www.chathamhouse.org/expert/comment/what-do-europeans-think-about-muslim-immigration (Erişim: 05.02.2017). 24 Nitekim yapılan araştırmalar farklı kültürlere mensup insanların temasının dünya çapında dini gruplar arasındaki olumlu kanaatleri güçlendirdiğini ortaya koymuştur. Msl. bkz. S. Çiftçi, M. A. Nawaz, T. Sydiq, “Globalization, Contact, and Religious Identity: A Cross-National Analysis of Interreligious Favorability” Social Science Quarterly, 97(2), 2016: 271–292. Ayrıca bkz. R. Putnam, D. Campbell, S. Garrett, American Grace: How Religion Divides and Unites Us, New York: Simon and Schuster, 2012. 25 Bkz. “The Perils of Perception 2016” http://perils.ipsos.com/ (Erişim: 05.01.2017). 132 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük topluma yayılan İslâmofobi genel olarak müslümanlara yönelik algıları olumsuz etkilediği gibi özellikle Batı ülkelerinde yaşayan müslümanların hayatlarını ciddi biçimde zorlaştırmaktadır. Bu çerçevede müslümanların gündelik hayatlarında İslâmofobinin etkileri özellikle dört alanda ortaya çıkmaktadır: Dışlama, Ayrımcılık, Şiddet, Önyargılar. Müslümanlar gerek istihdam alanı ve mesleki hayatlarında, gerekse de siyasete ve karar alma süreçlerine katılım konusunda dışlanmaya maruz kalmaktadır. Ayrıca özellikle eğitim, sağlık ve adalet alanlarında hizmet alımı anlamında ve istihdam süreçlerinde çeşitli ayrımcılık tecrübeleri ve “dini fişleme” olgusu da yaşadıkları önemli bir sorundur. Buna ilâveten, sıkça maruz kaldıkları fiziksel ve sembolik şiddet, sözlü saldırılar ile mülk ve binalarına yönelik maddi-manevi vandalizm olayları Batı’daki müslümanların gündelik hayatlarını çetin bir mücadele alanı haline çevirmektedir. Son olarak, bulundukları toplumlarda gerek gündelik ilişkilerinde gerekse medyada açık ve örtük şekillerde sıkça karşılaştıkları olumsuz önyargılar ve basmakalıp inanışlar (stereotipler) yaşadıkları olumsuzlukların daha da pekişmesine yol açmaktadır. ABD ve Avrupa’da son zamanlarda yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler (aşırı sağın yükselişi, ekonomik durgunluklar vb.) dikkate alındığında gidişatın müslümanlar açısından pek de olumlu seyretmeyeceğini tahmin etmek zor değildir. Yapılan hemen her yeni araştırma da İslâmofobinin Batı’da giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu ülkelerde yaşayan müslümanların daha fazla zarar görmesini engellemek ve İslâmofobinin yaygınlık kazanmasını durdurmak yapılması gerekenler kabaca ifade edilecek olursa siyasi ve iktisadi alanlarda güç temerküzü ile eğitim şeklinde iki ana başlık altında toplanabilir. Zira müslümanların bu iki konudaki eksikliği İslâm ve müslüman karşıtlığının yayılmasında önemli rol oynamaktadır. İslâmofobinin doğurduğu sonuçları hukuki girişim ve reformlarla azaltmak için Batılı elitler üzerinde İslâm Dünyası’nın (ve Batı’da yaşayan müslümanların) örgütlü bir mücadele yürütmesi, bunun için de siyaseten ve ekonomik olarak güçlenmesi gerekmektedir. Ancak bu sayededir ki farklı ülkelerde (tıpkı anti-semitizme karşı kanunların mevcut olması gibi) müslümanlar aleyhine işlenen nefret suçlarına yönelik yaptırımlar getirilebilir. Öte yandan hukuki ve siyasi mücadelenin tam olarak başarıya ulaşabilmesi için kültürel ve ideolojik alanda da en az ilki kadar iyi bir mücadele verilmelidir. Bu da bir yandan Batılı kamu oyularını etkileme gücüne sahip medya, iş dünyası, üniversiteler vb. kurumların elitlerinin “eğitilmesini”, diğer taraftan da bizzat Batılı halk kesimlerinin İslâm ve müslümanlar konusunda doğru bilgilendirilmesini zaruri kılmaktadır. Son olarak, hem Batı’da hem de İslâm ülkelerinde yaşayan müslümanların da bizzat kendi kültürleri ve İslâmofobi konularından sağlıklı bir biçimde eğitilmesi, bilinçlendirilmesi gerekmektedir; aksi halde dünyada mevcut olan müslümanlara yönelik olumsuz duygu ve tutumlar dönüştürülmek bir yana daha da pekiştirilmiş olur. Bütün bunları yapmak için ise devlet düzeyinde verilecek bir mücadelenin yanı sıra sivil toplumun da seferber olması elzemdir. 133 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Prof. Dr. Saffet Haliloviç Bosna Hersek Snesta Üniversitesi İslami Eğitim Fakültesi Tefsir ve Kuran İntrobiyolojisi Hocası ve Dünya İslam Alimleri Birliği Sekreterliği Kurulu Üyesi İslamofobinin Nedenleri ve Çözüm Yolları İslamofobi olgusu dünyanın farklı bölgelerinde, özellikle de batı dünyasında geniş çaplı kabul ile revaç bulmaya başlamış durumdadır. Ama bu olgu hiç de masum olmayıp, sonuçları hiç de hoş olmayacak bir takım neticelere götürebilecek cinstendir. Bu olguyu ele alan analiz ve tarif eden birçok farklı metot bulunmasına rağmen, vereceğimiz şu İslamofobi tarifi en kapsamlı tarif olarak görülmektedir; “İslamofobi, İslam ve Müslümanlara karşı taassup, nefret ve düşmanlık sergilemek, belirli bir takım birey veya gruplara sadece Müslüman olmaları nedeniyle ayrımcılık uygulanması veya kendilerine bu açıdan bakılması olarak tarif edilmektedir. Ancak bu tarifte, uygulamaların şekline ya da yoğunluğuna bakılmamaktadır. (Bu tarif İslamofobi hakkında Bosna Hersek İslam meşihat makamı tarafından yapılmıştır. Saraybosna,Mart-2012) İslam kültürü ve İslam tarihi hakkında birçok araştırması bulunan tanınmış İngiliz bayan yazar Karen Armstrong, batıda İslamofobi olgusunun tarihteki yerini, yani gerçekte Haçlı seferleri zamanına döndüğü görüşünü savunmaktadır. Armstrong, peygamberimiz Muhammed s.a.v.’in hayatı hakkında yazdığı “Zamanımızın Peygamberi Muhammed” isimli meşhur kitabının girişinde İslamofobinin ortaya çıkma nedenlerine değinmekte ve birkaç yüzyıldır batıda var olan köklerine vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda yazar şöyle demektedir; “Biz batı dünyasının İslamofobi ile dolu bir geçmiş kültürü bulunmaktadır. İslamofobinin tarihi Haçlı savaşları dönemine kadar uzanır. 12. yüzyılda Hıristiyan papazlar açıkça İslam’ın şiddet ve kılıç dini olduğunu,Muhammed s.a.v.in dinini ancak silah gücüyle dayatmış olduğunu söylemekte, kendisini kadın düşkünü ve cinsel sapık olarak nitelemekteydiler. Allah Resûlü s.a.v.’in hayatına gölge düşürmeye çalışan bu tür anlayışlar, batı nezdinde dilden dile dolaşan ve çokça işlenen bir konu haline gelmiştir. Bu nedenle batı halklarının Muhammed s.a.v.’e insaf nazarıyla bakmaları çok zordur. 11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezinin yıkılmasından bu yana Amerika Birleşik Devletleri’nde sadece Hıristiyan kesim ve batılı basın organları bu tarihi düşmanlığı devam ettirerek, Muhammed s.a.v.’in çaresi bulunmayan bir savaş bağımlısı olduğunu söylemekte, hatta bazıları daha da öteye giderek, kendisinin terörist ve çocuklara karşı cinsel sapkınlıkları olan biri olduğunu söylemektedirler.”1 Yukarıda belirtilen bu yaklaşım ve peşin hükümlerin İslam ve Müslümanlar üzerinde ciddi olumsuz sonuçlar bıraktığı konusunda hiç şüphe yoktur. Daha fazla endişelendiren yanı ise, eskiden sadece aşırı sağcı siyasi çevrelerin ve çoğunlukla yeni muhafazakar yazarların tutunduğu bu yargı, İslam ve Müslümanları şaibe altında bırakmaya çalışan bu tür tasavvurların bugün batının temel söylem biçiminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olmasıdır. İslamofobi ile yüklü böylesi bir ortamın oluşturulmasına, farklı yöneliş ve eğitim seviyelerine sahip birçok kimsede ortak olmaktadır. İslamofobiyi organize eden profesör, felsefeci, edebiyatçı, oryantalist basın mensupları, sinemacı, oyuncu, politikacı ve meşhur sanatçılar bulunmakta olup, durumun anlaşılması için bu isimlerden bazılarını vermek yeterli olacaktır. Örneğin; Bernard Lewis, Samuel Huntington, Oriana Fallaci, Melanie Phillips, Polly Toynbee, Niall Ferguson, Geert Wilders, (Kuranı Kerim’in Hollanda’da yasaklanması çağrısını yapan) Van Gogh, Marine Le Pen, Stephen Gash, Thilo Sarrazin ve benzerleri.. Keza aynı şekilde, son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde İslamofobiyi herkesin görebileceği ve duyabileceği ortamlarda organize eden bazı meşhur şahsiyetler bulunmakta olup, bunlardan bazıları; David Horowitz, Michael Savage, Daniel Pipes, Mark Steyn, Steven Emerso, Debbie Schlussel, David Yerushalmi, Paul David Gaubatz, (açıklamalarında İslami olan her şeye karşı büyük bir kin duymaktadırlar) Pamela Geller ve diğerleri. Bunlarla birlikte listeye Pat Robertson, San Hannity, Bill O’Reilly, Glenn Beck ve diğerleri gibi fanatik Hıristiyanları da ekleyebiliriz. Bu mutaassıp Hıristi- 1 Karen Armstrong,“Muhammed Zamanımızın Peygamberi”Buybook Saraybosna, 2008, Sayfa 22 134 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük yanların yaptıkları, Hıristiyan kiliselerinden birinin papazı olan, Kur’an-ı Kerim mushafını yakan ve Allah Resûlü s.a.v.’e mahkeme kurmakla tanınan Tery Johsns gibi bazı ahmaklardır. Bu gibi İslamofobi organizatörlerinin tamamının ortak yanı, büyük bir basın gücü ve mali destek sayesinde İslam’a karşı önyargıları teşvik etmek ve Müslümanların temsil ettikleri bütün kültür ve değerlerle birlikte batının en büyük düşmanı olarak sunmaktır. Hâtta, Oriane Fallaci İslam’ın fıtrat itibariyle ayrımcılık ve şiddet yanlısı olduğunu düşünmekte, 11 Eylül saldırılarının akabinde; “Eğer batı İslam’ı kontrol altında tutamazsa (iyi ya da kötü) inşa etmeyi başardığımız dünyayı yıkacaktır. Kültürümüzü, sanatımızı, bilimimizi, ahlakımızı, değerlerimizi ve zevklerimizi tarumar edecektir” diye yazacaktır. Aynı anlayış noktasında Berlin eski Maliye Bakanı ve Alman Federal Bankası yönetim kurulu üyesi olan Thillo Sarrazin mezhepçi açıklamaları ve İslam’a karşı takıntılı, düşmanca tavırlarıyla tanınmakta olup,n“Almanya kendini bitiriyor” adıyla yazdığı kitap, şu günlerde en çok satan kitaplardan biri haline gelmiştir. Kendisi bu kitapta Almanya’da yaşayan Müslümanları Alman kimliğini bozmakla suçlamakta ve Almanya’ya göçün yasaklanması çağrısında bulunmuştur. Öte yandan düzenlediği birçok basın toplantısında İslamofobi niteliği taşıyan tavrını ortaya koymuştur. Komünist Demokrat Parti üyesi olan ve en azılı ırkçıların yolundan giden bu adam, (Müslüman) Türklerin en düşük zekaya sahip kimseler olduğunu, dolayısıyla Almanya’da medeni ve onurlu bir hayatı yaşamayı hak etmediklerini söylemektedir. Kendisinin bu konudaki delileri Araplar ve Türklerin büyük kısmının üretime yönelik herhangi bir işlerinin bulunmaması, sadece meyve ve sebze satmakla uğraşmaları, çoğunlukla da bu düzeyde para kazanmamalarını göstermektedir. Thillo Sarrazin Almanya’da yaşayan ve -kendi düşüncesine göre-ortalamanın altında zekaya sahip gördüğü Müslümanların doğum oranlarına işaret ederek, bunların Almanların zeka ortalamasına zarar vereceklerini ve böylece Almanların doğal seleksiyon etkisiyle daha aptal hale geleceklerini söylemektedir. Ona göre tembellik, ahmaklık, eğitim ve muktedir olamama gibi olumsuz genlerin Almanlar arasında artması, sonuç itibariyle Alman zekasını tehdit etmektedir. Ayrıca kendisi Müslümanların barbarlığa meyilli olduğunu düşünmekte ve Müslümanların kültürleri ve İslam dininin daha düşük bir mertebede olduğuna inanmaktadır. Kendisi bir bankacı ve politikacı olmasına rağmen (hiçbir utanma alameti göstermeksizin) Müslümanların genlerinin “şeytani” olduğunu iddia ederek, Hıristiyan batı insanının genleriyle, Müslüman genlerinin doğal olarak aşırı bir çelişki içerisinde olduğunu söylemektedir. Ona göre Müslümanlar çok fazla çocuk doğurduklarından tehlikelidir, devlete bir yük, aptal, tembel ve potansiyel teröristtirler. Bu gibi bir düşünce tarzı doğrultusunda modern Avrupa toplumunun değerleri ve kültürü-ona göre- Müslümanlar tarafından ciddi bir tehdit altındadır. Sözün sonunda Thillo Sarrazin, kendilerini bu toplumsal yüke karşı korumalarının kesinlikle gerekli olduğunu, aksi takdirde akıbetlerinin çaresiz yok olmak olacağını söyleyerek özetlemektedir.2 Bu anlattıklarımız kendi toplumları ve ortamları arasında aydın görünen ve iyi bir itibara sahip olan İslamofobi organizatörlerinden öne çıkan bazı batılı kimselerin açıklamalarından alıntılar olup, bu kimseler çeşitli makamları işgal etmektedirler. Bu gibi aşırı açıklamaların neticesinde, birçok farklı örgüt ortaya çıkmış ve bu örgütler kendilerini Avrupayı, İslam ve Müslümanların saldırılarından korunmayı görev olarak belirlemişlerdir. Seçkin bir akademisyen olan Boşnak düşünür Fred Muhich, bu konuda, Avrupa’yı Müslümanlaşma, Araplaşma ve İslam tehlikesinden korumak için çağrı yapan gösteriler düzenlemek olan birtakım örgütlerle kaynadığını söylemektedir. Bu nedenle batıda yaşayan normal bir kimse nezdinde, İslam ve Müslümanların fotoğrafının büyük ölçüde şaibeli olması garip karşılanmamalıdır. Hatta bir de bunun üzerine Müslümanları potansiyel terörist olarak göstermekle yetinmeyip, sadece Müslüman olmaları nedeniyle ahlak ve davranışlarında şüphe oluşturmaya çalışan batı sinema sektörünün rolü eklenmektedir. Durum böyle olunca, şüphesiz bütün şekilleri ile İslamofobinin gelişmesi için bol ve verimli bir alan oluşmuş durumdadır. Bu kötü niyetli olgu, nefreti doğurmakta ve çok sayıda insanın hayatını kaybettiği katliamlara yol açmaktadır. Örnek olarak Müslümanlara olan nefret sonucu yetmişten fazla insanı öldüren acımasız Norveçli katil Anders Breiviki’yi hatırlayalım. Yüz binlerce kişinin öldürülmesi ve milyonlarca insanın evsiz kalmasına neden olan Irak ve Afganistan savaşlarının arkasında İslamofobinin oynadığı önemli rolün zihinlerden çıkarılmaması gerekir. Aynı durum orijinal Avrupalı Müslümanlar olan Boşnaklar hakkında toplu katliamların işlendiği Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ne karşı yapılan acımasız saldırılar için de geçerlidir. Bu ürkütücü olaylar ve korkunç katliamların hazırlanmasının arka planında İslamofobinin etkilerinin bulunduğunda hiç şüphe yoktur. İslamofobinin Ortaya Çıkışının Tarihi Arka Planı Her ne kadar İslamofobi kavramı modern yüzyılda, özellikle de 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olsa da, genel manada İslamofobinin Haçlı seferleri döneminde batı ile Müslümanlar arasında meydana gelen ilk negatif sürtüşmelerden itibaren başladığı kesindir. Kutsal savaşlar olarak bilinen bu savaşlar, batıda İslam’ı, kaynaklarını ve kendi kültürlerinden üstün gördükleri İslam kültürünün hakikatini tanıma noktasından hiçbir samimi çabaya dönüşmemiştir. Aksine, Müslümanların kazandığı psikolojik ve 2 İslamofobi içerikli bu ve benzeri açıklamalar 25 mayıs 2013 tarihinde Bosna Hersek'te Snesta’da Snesta Üniversitesi İslami Eğitim Fakültesi tarafından düzenlenen birinci İslamofobi konferansı için hazırlanan çalışmalarda kayıtlı bulunmaktadır. Çalışmalara bakınız ISBN 978-9958-697-27-2 135 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük askeri zaferler, kilise papazlarını düşmanlarını ilmi yönden kuşatabilmek ve böylece inançlarını savunmaya imkan bulabilmek, ardından da Müslümanları Hıristiyanlığa davet etmeye başlamak için eğitim ve kültür noktasında yeterli seviyeye gelmeleri gerektiğini idrak etmelerine yol açmıştır. İşte böylece batıda İslam hakkında araştırmalar başlamış ve en başta sadece Müslümanların medeniyet ve kültür üstünlüğü yönünde tamamen dogmatik çalışmalar yürütülmüş, sonrasında ise misyonerlik faaliyetleri bu konuya dahil edilmiştir. güzel örneği misyonerlerin öncüsü olan fanatik Raumondlull’dur. Müslümanları güç faktörü olmadan yenme noktasındaki bütün umutlar yitirilmeden önce kendisi Hıristiyan misyonerlerini delil ve tartışma suretiyle hasımlarını Hıristiyanlığa çekebilmek için İslam’ı anlama ve İslam’ın kutsal metinleri ile silahlanmaya ikna etmek istemiştir. Misyonerlik faaliyetleri amacıyla Kuranı Kerim’in öğrenilmesi 13. yüzyılda Dominiklilerle Françeskolular arasında yaygın bir faaliyet haline gelmiştir. 5 Dolayısıyla İslamî araştırmalara ilişkin ilk girişimler, Haçlı savaşları döneminde ortaya çıkmıştır. Fransa›da Clooney Kilisesinin baş rahibi olan Peter Esquire ve Robert Kettonski’ye Kuranı Kerim›in Latinceye tercüme edilmesi talimatını vermiş ve bu projenin hedefinin Kur’an›ın öğretilerinin çürütülmesi olduğunu açıkça söylemiştir.3 Tercüme işlemi 1143 yılında tamamlanmıştır. Doğal olarak düşmanca gerekçelerle yapılan bu tercümenin, Kur’an›ı asıl metnine uygun olması ve İslam hakkında güvenilir bir bilgi kaynağı olması ne kadar beklenebilir? Tahrif edilerek yapılan bu Latince tercüme, beş asır boyunca diğer Avrupa dillerine yapılan tercümelere temel teşkil etmiştir. Sonrasında ise başrahip bu projenin İslam’a zıt tartışmalı kaynaklarla tamamlanması için Arapçadan, İspanyolcaya yapılan tercümeden faydalanmıştır. Her ne kadar Arapçayı ve İslam’ı öğrenme başlangıçta, sadece kilise adamları arasında olmakla birlikte, İslam kaynakları, kültürü ve tarihi mirası ile ilgili araştırmalar peşin hükümlerin ve İslam’a aykırı ruhun etkisi altında kaldığı anlaşılmaktadır.Ancak bu gibi girişimlerin Haçlı savaşları sonrasında bile olduğu gibi devam ettiği ve bu esnada doğudaki araştırmaların hiç de sadece dil ve kilise ahalisi ile irtibatlı sayılamayacağını göstermektedir. 1636 yılına ait bir mektupta Cambridge üniversitesi rektörü, Avrupa İmparatorluğu’nun oryantalizmin hedeflerini anlamak için, delil niteliği taşıyan bir mektup yazmıştır. Mektupta geçen konular özetle şöyledir: Araştırmacılar her ne kadar tercümeyi yapan kimselerin isimleri hakkında ihtilaflı olsalar da bu tercümenin 1143 yılında ortaya çıktığında hemfikirdirler. 20. yüzyılın ilk yarısının öne çıkan bilginlerinden olan Boşnak düşünür Mustafa Bosolagi, Kuranı Kerim›in dünya üzerindeki ilk tercümelerinden bahsederken, şu sözleri söylemektedir; Kuranı Kerim›in ilk tercümesi İspanya’da Avrupa›nın tüm bölgelerinden Hıristiyan alimlerin bakışlarının toplandığı bir dönemde rahip Peter The Venerable tarafından verilen talimat doğrultusunda kaleme alınmıştır. Bu çalışmada bizzat Peter The Venerable 1141 ve 1143 yılları arasında çalışmıştır. Bu tercümenin hedefi, Hıristiyanlığın savunucuları ve misyonerler için sağlam bir temel oluşturmak ve bu temel üzerinde İslam’a karşı tartışmaları yürütmektedir. Güçleri yettiği kadar dillere aşina olup, Kuran›ı Kerim›i tercüme eden iki kişi vardır ki bunlar İngiliz Robert Ratini ve Alman Herman Dalmata’dır. Bu iki kişi 1143 yılında tercüme edilen ilk Latince metni inceleyen Toledolu Peter ile Peter The Venerable’nin sekreteri olan Bouterseli Fransız Peter’in yardımıyla Kuran’ı Kerim’i ilk defa Latince tercüme eden kimselerdir. Kuranı Kerim’in ilk Latince tercümesi, Maracci’nin tercümesi ortaya çıkıncaya kadar beş asır boyunca Avrupa›da İslam’ı ele alan birçok tartışmalarda tek kaynak olarak kullanılmıştır.4 13. yüzyıl, modern rahiplerin Arapça ve İslam öğretilerini öğrenme çaba ve girişimlerine şahit olmuştur. Bunun en “Bizim yapmaya çalıştığımız çalışmanın amacı, güzel edebiyat geliştirmek veya bu dil ile ilgili kapalı olan bilgileri öne çıkarıp aydınlığa kavuşturmak değildir. Doğu halkları ile ticaret yapmak suretiyle krallık ve ülkemize elden geldiği kadar hizmet etmek-tanrının yardımıyla-kilisenin sınırlarını genişletmek ve şu an karanlıkta yaşayan bu topraklara Hıristiyanlık dinini yaymaktır.”6 Bu nedenle (çoğu durumlarda) bizzat oryantalistlerin batı emperyalizmi sömürgeciliğine hizmet etmeleri ve çoğunlukla küresel Siyonist hareketi ya da Hıristiyan misyonerleri ile irtibat halinde olmaları asla tuhaf değildir.7 Oryantalistlerin sömürgecilik ile Hıristiyan misyoner ya da Siyonist hareketlerle ilişkileri hakkında birçok çalışma bulunmaktadır. Merhum Dr. Ahmet İsmailoviç “Oryantalizm felsefesi ve modern Arap Edebiyatında Etkisi” adlı doktora tezinde geniş çaplı bir analiz ile bunların tamamını kaleme almıştır. Merhum İsmailoviç’in yaptığı bu çalışma İslam araştırmaları alanında oryantalistlerin iyi yönlerinden bahsetmekle birlikte, aynı zamanda ve bütün objektifliği ile oryantalistleri eleştirmektedir. Şüphesiz bugün İslamofobinin dünyanın her yerinde, özellikle de Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri›nde boynuzlarını göstermesi, oryantalistlerin İslam hakkında art niyetli ve yanıltıcı bilgilerle dolu çalışmalarının sonucudur. İslam Ve Müslümanlara Karşı Peşin Hükümlülük Birçok yazar bugün batıda insanların birçoğunun İslam›a ve Müslümanlara karşı peşin hükümlü olmasında günümüzde 3 İsmail İbrahim Nevvab,Doğu Araştırmaları, Köklerin Sunumu,Beheristan, Kültür Dergisi,Kış ve İlkbaharOrtak Sayısı, 5/6 Ahmet Ali Baştaş Tercümesi, 124 4 Avrupa’daki Müslümanlar, Mustafa Bosolagi, Saraybosna, 1997,Sejtarija, Sayfa 167-168 5 İsmail İbrahim Nevvab, Sayfa 124-125 6 Bakınız ; A. J. Arberry: OrientalEseys; Portraits of SevenScholars, London, 1960, İbrahim Nevvab’ın Nakline Göre (125) 7 Ahmet Simanovich, Oryantalizm Felsefesi Ve Modern Arap Edebiyatına Etkisi, Kahire,DarüşŞuruk, Sayfa 119-153 136 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük İslamofobi olgusunun gelişmesinin büyük bir rolü olduğunu düşünmektedir. Bu konuda Muhammed Esed’in düşüncelerine başvurmak isteriz. İslam’ı seçmeden önce Leopold Weiss adına sahip olan Muhammed Esed batıda insanların İslam’ı tahrif eden bir yanının olduğunu ve bu din hakkında yazılanların insafsız ve art niyetli yazılar neticesinde ortaya çıktığını oldukça erken dönemde anlamıştır. Özellikle Müslüman halkların son iki yüzyılda yaşadığı büyük çöküş, İslam hakkındaki fotoğrafına ilişkin büyük bir katkı sağlamıştır. Ona göre bu fotoğraf şöyle tabir edilebilir; “Müslümanların şahit olduğu düşüşü, Hıristiyanlık ve Yahudilik ile kıyaslanabilir dini akidelerden uzak olan İslam›a atfedebilirler. En azından İslam dinini, insanoğlunun en yüksek sosyal forma doğru gelişimine katkı sahibi olmaktan engelleyen çöl taassubu, şiddet arzusu, ahlaki sapkınlık ve donuk kadercilik ile karmaşık bir suçlamaya yönetmektedirler. Onlara göre İslam dini, beşeri ruhu karanlık bağlardan serbest bırakmak yerine, daha da güçlendirmektir. Dolayısıyla Müslüman halklar ruhlarını bu İslama bağlılık zincirinden kurtarıp, batı hayatını kendilerine hayat tarzı edinseler, bunun hem kendileri, hem de dünya için daha iyi olacağına inanırlar.”8 Muhammed Esed İslam karşısındaki peşin hükümlülüğün batı insanının psikolojisinde derinlerde kökleştiğini düşünmektedir. Bu bağlamda batı insanının Hindularla, Budistlerle ve diğer dinlerle olan ilişkisine örnek vermekte ve bunun Müslümanlarla olan ilişkilerinden tamamen farklı olduğunu söylemektedir. Ardından dikkate değer bir anekdotu şu sözlerle paylaşmaktadır; “Batılı bir kimse, örneğin bir Hindu veya Budist ile tartıştığında kendi ideolojisi ile bu iki ideoloji arasında temelde farklılıklar olduğunun farkındadır. Her ne kadar bunların düşüncelerinden belirli bir kısmı hoşuna gitse de, asla bu düşüncelerin kendi ideolojisinin yerine geçebilecek bir fikir olduğunu aklından bile geçirmez. Çünkü bunun imkânsız olduğu apaçık ortadadır. Bu kimse kendisine yabancı olan diğer kültürlere bakarken, tam bir hoşgörüye içinde olabilir. Ancak konu hiçbir şekilde Hindu veya Budist felsefesi gibi batı değerlerinden uzak olmayan İslam ile ilgili olduğunda, iş bir anda peşin hükme dönüşür. Bazen, (belki de) bunun İslam’ın değerlerinin batı değerlerine bir dereceye kadar çok yakın olmasından kaynaklandığını düşündüğüm oluyor. Çünkü İslam, böylece batının ruhi ve sosyal hayatındaki kavramlarının birçoğuna muhtemel bir direniş gösterebilmektedir.9 (Batılıların İslam’a baktığı) Bu peşin hükümlülüğün nedenlerini batı ve İslam dünyası ilişkilerinin tarihi ve psikolojik arka planında araştırmak gerekir. Bu hükümlere ikna edici 8 bir yorum getirebilmek için Muhammed Esed tarihte geriye doğru uzunca bir bakışı ve batılıların bugün İslam karşısında hissettikleri ve inandıklarını, Haçlı savaşları zamanında meydana gelen intibalarda kökleşmiş olan, batı dünyası ile İslam arasındaki ilişkilerin psikolojik arka planını anlamaya çalışmak gerektiğini düşünmektedir. Bu bağlamda Muhammed Esed şunları söylemektedir; “Papa ikinci Urban, Klirmont’ta 1095 yılı Kasım ayında vermiş olduğu meşhur va’azda Hıristiyanları kutsal topraklarda yaşayan kafirlere karşı savaşmaya çağırdığında (belki de farkında olmadan) batı medeniyetinin misakını ilan etmiştir. Tarihin derinliklerinden İslam›a karşı beslenen bu eski nefretin, dinin Avrupalıların ruhunda etkisini büyük ölçüde yitirdiği asırlarda da (bilinçsizce) devam ettiği görülmektedir. Ancak bu garip karşılanmalıdır. Zira biz biliyoruz ki, küçüklüğünde dini inançlara sahip olan kimseler daha sonraları bu inançları tamamen yitirmelerine rağmen, istemsizce olsa da bu inançlarla ilgili bazı hisleri korumaya devam etmektedirler. Batı medeniyetinde meydana gelen işte tam da budur. Haçlı savaşlarının hayaleti, batının üzerinde hala dolaşıp durmaktadır. Müslümanlara ve İslam dünyasına karşı bütün reaksiyonlar, yok olması zor olan bu görünmez hayaletin güçlü etkilerini beraberinde taşımaktadır” 10 Kendileriyle birlikte çalıştığı batını düşünürleri de eleştirirken Muhammed Esed, gayet meşhur olan şu soruyu sormaktadır; “Onlardan herhangi biri gerçekten İslam’ı tanımak için yorulmuş mudur, yoksa İslam hakkındaki görüşleri önceki nesillerden intikal ederek, belirli forumlardaki kalıp ve yanlış kavramlar grubundan yapılan alıntılardan mı ibarettir?” Avrupa›daki dini hayatın durumunu analiz ederken Muhammed Esed Avrupa›da dini hislerin uzun bir zamandır yok olmaya ve kararmaya başladığını, ancak İslam karşısındaki nefretin olduğu gibi kaldığını gözlemlemektedir. Ardından da 18. yüzyılda kilisenin en şiddetli muhaliflerinden olan ancak aynı zamanda (Esed’in görüşüne göre) İslam ve Allah Resulü Muhammed s.a.v.’e karşı son derece mutaassıp bir nefrete sahip bulunan meşhur Fransız filozof Volter ile ilgili bir izlenimine dikkat çeker. Birkaç yüzyıl sonra batılı bilim adamları yabancı kültürleri tanımaya ve bunlara saygıyla yaklaşmaya başlamışlardır. Ama konu İslam olduğunda (hiç de akilane olmayan bir peşin hükümlülük ile) ilmi çalışmalarına daimi bir şüphe suretiyle yaklaşarak, geleneksel nefreti devam ettirmişlerdir. Böylece Avrupa ile İslam dünyası arasında tarihin oluşturduğu doldurulamaz bir kültürel boşluk ortaya çıkmış ve bunun neticesinde İslam›a saygısızlık, Avrupalıların düşüncesinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. 11 Küresel bazda mevcut olayların penceresinden baktığımızda, Haçlı savaşları ve beraberindeki oryantalizm hareketinin Bakınız; Muhammed Esed, Mekke’ye Giden Yol, Darül Kalem, Saraybosna, Sayfa 171 9 Aynı kaynak, sayfa 16 10 Aynı kaynak, sayfa 17-19 11 Bakınız; Yolların Ayrıldığı Yerde İslam, Sayfa 46-47 137 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük kötü niyetli İslamofobi olgusunun öne çıkmasının ardında sadece bunların olmadığı anlaşılmaktadır. Burada (hem de her şeyden önce dile getirilmesi gereken) başka bir takım faktörler vardır ki bunlar; 20 yüzyılın son yarısında Avrupa’da yaşamaya başlayan ve sürekli artan Müslüman nüfusun varlığıdır. Bu varlık, Müslümanların dünyanın batı kesiminde daha iyi hayat şartları, ekonomik refah ve güvenlik aramak için farklı ülkelerden Avrupa’ya doğru yaşanan göç olaylarının neticesinde meydana gelmiştir. Aynı şekilde Müslümanların bizzat kendi içinde bazı yönelişlerin İslam›ı modern sosyal düşünce, siyaset ve iktisadi hareketlere itibar etmeksizin yorumlamaları da, batılıların büyük ölçüde İslam’ı bir nevi tehdit ve tehlike olarak görmesinde büyük bir rol oynamıştır. Dünya İslam Alimleri Birliği ve Görevi Dünya İslam Alimleri Birliği, 2014 yılında Londra’da gerçekleştirilen kuruluş Konferansı sonrası kurulmuş bulunmaktadır. Birliğin kuruluş hedeflerinden en önemlisi, dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan Müslüman alimlere buluşacakları, görüşecekleri ve günümüz Müslümanları ile ilgili konular hakkında ortak tavır ve karar alacakları en geniş ortamı oluşturmaktır. Birlik, geçtiğimiz yıllarda İslam dünyasının Irak’taki durum ve Filistin sorunu gibi mevcut problemlerle, İslam dünyası ile batı ilişkilerin geliştirilmesi ile ilgili en önemli konuları gündeme almıştır. Birlik, aldığı kararlar, yaptığı açıklamalar ve verdiği fetvalarla dünya üzerindeki farklı olaylar hakkında görüşler ve tavsiyelerini sunmuş bulunmaktadır. Seçkin alim ve kıymetli üstat profesör doktor Yusuf El-Kardavi Birliğe başkanlık etmekte olup, kendisi günümüzde yaşayan İslam alimlerinin en büyüklerinden biri sayılmaktadır. Birliğin genel sekreterliği görevini ise profesör doktor Ali El Karadaği üstlenmekte, kendisi Katar’ın önde gelen âlimlerinden biridir ve aslen Iraklıdır. Birliğin ilk merkezi İrlanda Dublin’de açılmış, sonra Kahire, Beyrut ve Doha’da şubeler açılmıştır. Son olarak birliğin Türkiye, Rusya ve Endonezya’da şubelerinin açılmasına karar verilmiştir. Birliğin merkezi daha sonra Katar’ın başkenti Doha’ya nakledilmiştir. Birlik, bugüne kadar neredeyse dünyanın bütün ülkelerinden gelen on binlerce Müslüman alimi toplamayı başarmış, bu durum Dünya İslam Alimleri Birliği gibi bir derneğin varlığının önemini göstermektedir. Bu bağlamda en önemli iki sebebe işaret etmek istiyorum. 1. Bugün Müslümanlar zorlu ve fırtınalı şartlar altında yaşıyorlar. Fıkhi farklı yönelişler arasında bir uyum yakalamaya çalışan birlik, günümüzün İslam topluluklarının en önemli konularına hep birlikte göğüs gerebilmek ve modern dönemin tehlikelerine cephe alabilmek için ulemanın görüşlerini birbirlerine yaklaştırmaya çalışmaktadır. Bu nedenle birlik çatısı altında ehli Sünnet, Şia (İmamiye, 12 İmam ve Zeydiye) İbadiye, Selefiye, Sofiye ve diğer İslam çatısı altında doğmuş olan akımlardan alimleri içinde barındırmaktadır. Müslümanların bölük pörçük gruplar halinde yaşayan ve bu- nun büyük ölçüde gerileme ve düşmelerine sebep olan şartlara bakıldığında bu çalışmanın büyük bir öneme sahip olduğu anlaşılacaktır. Son yıllarda Birlik, İslam dünyasının problemleri üzerinde araştırmalar yapmaya ve İslam dünyası ile batı arasındaki ilişkileri geliştirmeye önem vermektedir. Bu bağlamda Birlik, dünyadaki farklı olaylar karşısında İslam’ın konumunu yorumlamakta, bir takım kararlar almak, beyanat sunmak ve fetvalar vermek suretiyle bu konulardaki görüş ve tavsiyeleri yöneltmektedir. 2. Mekan olarak Birliğin kurulmuş olduğu düşünce çerçevesi de muteber bulunmaktadır. Birliğin projesini çizmek için yıllarını harcayan kıymetli üstat profesör doktor Yusuf El Kardavi olup, kendisi dini ve şer’i hükümleri yorumlama noktasında orta yolu tutmakla bilinmektedir. Kendisinin bakış açısında ne aşırılığa kaçan, ne de atalete meyleden bu yöntem, derneğin temel ilkesidir. Bu sebeple Birlik, dünyanın bütün bölgelerinden geniş çapta Müslümanların ve ulemanın güvenini kazanmıştır. Kıymetli Üstad El Kardavi’nin İslam’ı yorumlama metodu hiçbir aşırılığa yer vermezken, aynı zamanda aşırı hoşgörülülük, keyfilik, İslam’ın isteğe göre yorumlanması, herhangi birinin çıkarının gözetilmesi veya hatırını hoş etme gibi çerçeveleri de iyice daraltmaktadır. Çünkü Allah’u Teala ve onun rızası her şeyin üstündedir. İslam’ın tarafsız ve sorumsuz bir şekilde yorumlanması İslam ümmetine ciddi zararlar verebilecek tehlikeli bir iştir. Gerçekte de modern dönemde Müslümanlar için en tehlikeli yorumlama, İslami değerlere şüphe düşürmektir. Bu nedenle özellikle sıkıntılı zamanların ve zorlu bunalımların yaşandığı böyle bir dönemde, kurulu olan Dünya İslam Alimleri Birliği’nin varlığının önemi ortaya çıkmaktadır. İslamofobi ile Savaşmak ve Tedavi Etmek İçin Önemli Tavsiyeler 1. Uğursuz, prognostik ve barışı tehdit eden İslamofobi olgusu son onar yıllık zaman dilimlerinde dünyanın her yerinde özellikle de 11 Eylül 2001 olayları sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve batı Avrupa ülkelerinde yazılmaya başlamıştır. Bu bağlamda Bosna Hersek ve diğer Balkan ülkeleri istisna teşkil etmemekte ve bu olgu orada da hazır beklemektedir. İslamofobi batı Avrupalı bireylerin ruhları karşısında en büyük engel olarak faşizm ve zehirli bir bulaşıcı hastalık haline gelme yolunda ilerlemektedir. 2. İslamofobi olgusunu anlayabilmek için batı Avrupa toplumlarının uzun yüzyıllardır İslam ve Müslümanların karşısında engel olarak gördükleri bütün tarihi, psikolojik, siyasi ve sosyo-kültürel engeller zincirini anlamaya çalışmak kaçınılmazdır. Yazar, tarihçi ve araştırmacıların büyük çoğunluğu İslamofobinin başlangıcını Haçlı savaşları zamanında meydana gelen ilk olumsuz sürtüşmelerde aramak gerektiğini söylemektedirler. Mukaddes savaşlar diye anılan bu savaşlar ile birlikte maalesef İslam ve Müslümanlara karşı bugüne kadar devam eden peşin hükümlülüğün patlak vermesi için ilk ortam oluşmuştur. 138 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük 3. İslamofobi, peşin hüküm ve bozuk algılamalar sonucu İslam karşıtlığının yakın döneme kadar sadece yeni muhafazakar yazar ve aşırı siyasetçilerden ortaya çıkmasına rağmen, maalesef bugün genel görüş ve yaygın olan söylemin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş, devamlılık sergilemeye başlamıştır. Özellikle bizleri endişeye sevk eden, İslam’a karşı önyargı ve peşin hükümleri destekleyen, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki anlaşmazlık krizinin genişletilmesi için çalışan ve İslam ve Müslümanların korkunç gösterilmesine uğraşan birçok bilim adamı, felsefeci, edebiyatçı, gazeteci, yayıncı ve politikacının bulunuyor olmasıdır. 4. Korkulması gereken ise, bu önyargıların yayılması ve İslam ve Müslümanlara karşı nefretin teşvik edilmesinde uluslararası birçok basınının organının oynadığı roldür. Bugün Avrupa’da veya dünyanın başka yerlerinde sözde bağımsız olduğu iddia edilen birçok basın organının, İslamofobiyi yaymaya çalıştığı açıkça ortadadır. Bu konferansta, sözkonusu basın ortamını oluşturanları uyarıyorum. Çünkü İslamofobi, nefreti ve zulmü doğurmakta, krizlerin fitilini ateşlemekte ve masum insanların ölmesine sebep olmaktadır. Müslümanların bu kirli ortamın oluşturulması esnasında ahlaki insani ve tarihi sorumluluklarını üstlenerek bu suça ortak olmaması gerekir. 5. Hıristiyan Avrupa ile Müslüman doğu arasında tarihi anlaşmazlıkların kesinlikle var olduğuna ilişkin kapalı ve klişe sözlerin yayılması, Boşnak Müslümanlarına karşı en azılı şiddet modellerinin uygulanmasına sebep olmuştur. Bu nedenle karşılıklı saygı çerçevesinde, Bosna, Balkanlar ve Avrupa’nın farklı bölgelerinde üç temel din ve tarih arasında ortak işbirliği için atılacak ilk ve zaruri olan adım, yarı ilmi bu ideolojinin ortadan kaldırılmasıdır. 6. 20. yüzyılın son yarısında Avrupa’da kalan Müslümanların sayılarının artması ile birlikte, fiili olarak bizzat Müslümanların kendi aralarında İslam’ı yorumlamaya meyleden bazı yönelişlerin bulunması, İslam ve Müslümanlara karşı peşin hükme dayalı gerginliği daha da tırmandırmaktadır. Buna bir de İslam’a karşı rastgele kampanyalar düzenleyen ve İslamofobiyi organize eden basın araçlarının varlığının eklenmesiyle, batıda insanların niçin İslam’ı bir tür tehdit ve risk olarak algıladıkları anlaşılmış olur. Bu bağlamda Dünya İslam Alimleri Birliği’nin İslam misakı özellikle çok önemlidir. Bugün İslam ve Müslümanlarla alakalı en önemli konular ele alınırken, sunulan teklifler doğru kurgulanmış ve olumlu olarak yönlendirilmiştir. Birlik tarafından Müslümanlar yaşadıkları toplum içerisinde etkin birer üye olmaya davet edilmekte, kanun nizam ve yönetmeliklere uymaya çağrılmaktadır. Aynı şekilde aşırılığın hiçbir şekline izin verilmezken,masum kimselerin korkutulması, can ve mallarının tehdit edilmesi İslam şeriatında en büyük günahlardan sayılmaktadır. 7. İslam, bir barış, hoşgörü, başkalarıyla ve farklı olanlarla birlikte yaşama dinidir. Buna İslam şeriatının kutsal metinlerinden birçoğu değinirken, Allah Resûlüs.a.v.›in hayatı ile ilk Müslüman nesillerin hayatındaki pratik örnekler de bunu göstermekte, Müslümanların hoşgörüsünü ve başkalarıyla yaşama kabiliyetlerini vurgulamaktadır. Bu nedenle İslam hakkında daha adil ve daha dengeli başka bir resim oluşturulması gerekmekte, Orta çağdan bu yana var olan bu fotoğrafın kabul edilemez ve iğrenç sayılması gerekir. 8. Toplumun sonuçta bir suç eylemi vasfı taşıması nedeniyle gelişmekte olan İslamofobi olgusuna karşı tavır takınması gerekmektedir. Bugün için yeryüzünde suçunsuru taşıyan ve sonunda cezai müeyyidesi bulunmayan herhangi bir suç neredeyse yok gibidir. Ancak (nefreti, zulmü, katliamı ve diğer çirkin olayları teşvik etmesi nedeniyle) konu bir çok tehlikeli suç özelliğini taşıyan İslamofobi sözkonusu olduğunda, gerçek şudur ki, bu kimseler bunun hiçbir şekilde cezalandırılmayacağını, aksine hoşgörü ile karşılanıp hatta teşvik edileceğini düşünmektedirler. Bu durum dünyanın tek bir sisteme dönüştüğü, insan hakları yüzyılı olan ve insanlar arasındaki her türlü ayrımcılıktan vazgeçildiği 21. yüzyılda kabul edilebilir bir durum değildir. İnsanları birbirinden ayıran çeşitli özelliklere rağmen, neticede hepimiz aynı insanoğlu cinsinin mensuplarıyız. Bu nedenle birbirimize daha fazla saygılı olmamız, nefret ve söylentileri teşvik edecek söylemlerden kaçınmamız gerekir. Kendi düşünce hakkını uygulayan kişilerin başkalarına da kötü davranmaması ve hakaret etmemesi gerekir. 9. Osmanlı döneminde kölelik ve zorla Türkleştirme (Müslümanlaştırma) konusundaki kökleşmiş yalanlar, Balkanlardaki gayr-i müslimler nezdinde İslamofobinin oluşturulmasında temel faktördür. Tarihte dini dönüşümün kendi kendine gerçekleştiği yönündeki gerçeğin vurgulanması ve Balkanlarda insanların İslam’a geçmeyi seçmesinin arkasındaki gerekçelerin iyi tahlil edilerek, aşamalı da ders kitaplarından, bilimlerden, siyasi programlardan ve siyasi söylemlerden ve gelecekte Balkan gençliğinin zihninden kesin olarak çıkarılması gerekmektedir. Dolayısıyla, bütün yönleriyle Avrupa’da temel özelliklerine göre farklı ırk, kültür ve dinleri barındıran bu mozaik içerisinde yaşayan grupların tamamı arasında doğal iletişim ve barış içerisinde yaşamaya izin verecek gerçek haline kavuşmuş olacaktır. Başarı Allah’tandır. 139 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Romas Jakubauskas (Ramazan Yakuboğlu) Litvanya Müftüsü Müslüman Azınlık Olarak Litvanya Tatarları ve İslamofobi Saygıdeğer konuklar, sevgili kardeşlerim. Böylesine hoş, tarihi bir şehirde, böylesine tanınmış ilim adamları ve dini önderler arasında bulunmak benim için bir şereftir. Konuşmamda, Müslüman azınlıkların sorunlarına ve son dönemde İslamofobi olgusu ve terör gölgesinde bir Müslüman azınlık olma meselesine değinmek istiyorum. Müslüman azınlık olmanın tanımı, gayrimüslim çoğunluğun olduğu bir çevrede veya ülkede İslam inancına mensup olarak yaşamaktır. Coğrafi bir birimde bir azınlık ne kadar büyük veya küçük, bu azınlık ne kadar etkili, hangi haklara sahip, bu haklarından hangilerini ayrımcılığa maruz kalmadan kullanabiliyorlar, Müslüman azınlığın tarihi temeli ne, mevcut durum ve daha fazlası neler olduğu gibi konuyla ilgili daha pek çok soru sorulabilir? Her bir Müslüman azınlık örneğinde olduğu gibi, herhangi bir coğrafyada bu azınlıklarla ilgili olarak pek çok bilgi, bir kadar da gerçek bulabiliriz ki, bu ciddi bir külliyat oluşturur. Allah’ın dini olan İslam, dünyanın bütün bölgelerine, ümmetimizin kardeşleri sayesinde barışçı bir şekilde, çoğunlukla sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in öğretilerini izleyen insanlar arasındaki olağan bir etkileşim üzerinden yayılmıştır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde belli insan grupları arasındaki bu etkileşim esasında, belli bir azınlığı bir grup olarak değerlendirmemizi ve algılayışımızı temellendirebiliriz. Demek istediğim, her azınlık ilk olarak İslami bilgileri, ulus, ırk ve hatta kabile düşüncesi veya arka plan esasında farklı davranışlar olarak algılar. Bu aynı zamanda zaferlerle dolu bir geçmişe veya uzun süre baskı ve esaretle geçen geçmişe de dayanabilir.Belli bir toprağa davet edilme veya göç etmek zorunda bırakılma meselesi de, genel olarak belli insan ilişkileri üzerinde büyük etkiye sahiptir. Şimdi buradan, Müslüman azınlıklar ve Müslüman çoğunluklar arasındaki ilişkiler meselesine geçebiliriz. En büyük mesele, çoğunluklar genellikle azınlıkları gerçekten tanımazlar. Zira, bazı durumlarda belli şeyleri çoğunluğun perspektifinden anlamak hayli zordur. Bunun nedeni, farklı siyasi düzenler, farklı çevre, etraflarındaki farklı dinlere mensup insanlar içinde yaşamaları, hatta tarih içinde diğerleriyle bir arada yaşamlarının sıkıntılı veya barışçı geçmesinden ve elbette belli bir bölgedeki azınlığın sayısıyla (nüfus) ilgilidir. Dünyanın farklı bölgelerinde başlangıçta Müslüman oldukları halde, daha sonra oldukça değişik Müslüman örneklerini rastlamak mümkündür. Bu açıdan bakıldığında müslümanların Tayvan ve Çin’de Budist, Avrupa’da Hristiyan, Hindistan’da Hindu veya diğer yerlerde, hatta Müslüman ülkelerde bile ateist olma noktasına kadar asimile olmalarını görmek şaşırtıcıdır. Ayrıca, İslami inançların diğer inançlarla birleştirildiği örnekler de vardır. Mesela, dünyanın bazı bölgelerinde İslam, paganizm ile karışmış durumda veya bazı Müslümanlar “İslami büyüler” (!) büyücülükle uğraşmaktadırlar. Bu örneklerin her birinin elbette birçok nedeni vardır. Ve hepimiz, bunun başlıca sebebinin eğitim eksikliği ve dinimizin doğru şekilde öğrenilememesi olduğunu biliyoruz. Müslümanlar olarak, bunu önlemek için bütün bunların nedenleri incelememiz gerekiyor. Büyük oranda Hristiyan çoğunluğun arasında barış ve anlayış içinde yaşamış ve yaşamaya devam eden küçük bir Müslüman azınlık olarak Litvanya’dan geliyorum (Litvanya’da yaşayan Lipka Tatar cemaati). İçinde doğup, büyüdüğüm ve halen yaşamakta olduğum memlekette topluluğumuzun üyeleri üzerindeki asimilasyon son derece belirgin olup, genellikle bu mesele kimliğimize yönelik en büyük tehdit teşkil ediyor. Mevcut durum karşısında bunun çözümünün, diğer azınlıklar veya çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde işe yarayabilecek belli bir strateji uygulamak gerektiğini düşünmüyorum. Zira, tek tek azınlıkların sorunlarına kademeli bir yaklaşım sözkonusu değildir. Böylesi bir yaklaşım araştırmalara dayanmalı ve Müslüman çoğunluğun olduğu ülkelerde veya topluluklarda önyargılara veya kesin hükümler olmamalıdır. Bilindiği gibi, asimilasyon belli bir zaman aldığı gibi, köklere 140 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük geri dönmek ve azınlık topluluğu kendi asıl köklerine geri döndürmek belli zaman alacaktır. Mevcut durumla mücadele etmenin yanında, bir başka sorunda, gerek Müslüman azınlıklarda gerekse çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde farklı İslamî anlayışların, farklı yönlerden gelen Müslüman kimse veya kimselerin ortaya çıkardıkları sorunlarla karşı karşıya gelmektir. Bu durum zaten mevcut olan sıkıntıları daha da artırmakta ve çıkmaza sürüklemektedir. Sözün gelişi, bizim aramıza dışarıdan gelen bazı Müslüman tipler, kendi bilgi düzeyleri, kendi itikat ve inanç tarzı kültürel geçmişlerinin İslamî biçimini bizim üzerimizde uygulamak istiyorlar. Bunun için geçmişe dönük olarak meselâ, yüz yıl öncesine bakarsak, o dönem her şey kendi doğal seyrinde aşamalı olarak ve bugüne göre daha yavaş gerçekleştiğini görebiliriz. İnsanlar bugün çok daha hızlı seyahat ve göç ediyorlar. Böylesi dayatmalar, Müslüman azınlık toplumu içinde, diğer pek çok meseleyi de beraberinde getiriyor. Bizler, Litvanyalı Müslümanlar olarak, her şeyden önce çoğunluğu Müslüman olan Türk kardeşlerimize öncelikle büyük umutla bakıyor, bizi ve sorunlarımızı anlamaya çalışmalarını ümit ediyoruz. Ardından yerel halkla birlikte, asimilasyonu önlemek ve azınlığı bulunduğu ortamda duruma göre canlanması için doğru bir yol seçmenin yollarını bulmaya çalışıyoruz. Bu işbirliğini sevgili Peygamberimiz’in (SAV) bir hadisine dayandırabiliriz: Bunun anlamı: Mekkeliler kendi halkını, yabancı topraklardan gelenlerden daha iyi tanırlar. Ülkemize gelen bazı Müslümanların birtakım dini yönelimleri, biz yerel Müslümanların hızla inançlarını kaybetmelerine ve asimile olmalarına aldırmadan, tek kaygılarının yerel Müslüman halkı İslama davet etmeleri de bizi oldukça şaşırtıyor. Bu durum, bazı kardeşlerimiz için, bu bir tür yarış veya kelle avına dönüşmüş durumdadır. Genel olarak Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerdeki durumu bizim ülkemizdeki Müslümanların durumuyla bir tutup, uzak ülkelerden getirdikleri fetvaları biz Litvanyalı Müslümanlar üzerinde uygulanmaya çalışıyorlar. Oysa, bizim ülkemizde (Litvanya) İslam resmi olarak tanınmış bir din olmakla, bu, anayurdumuzda tamamen entegre olmuş bir topluluk olmamıza yardımcı oluyor. Müslümanların kendi camileri, mezarlıkları, temel sosyal güvenliği olan imamlarımız var, hükümetimizden destek alıyoruz, İslami evlilikler tanınıyor ve helal hayvan kesimi yapmamıza izin veren yasalarımız var. Ancak ülkemizdeki Müslümanların çoğunluğu, gerçek bir Müslüman olmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Çok uzun bir süre camilerde sadece temel eğitim veriliyordu, ancak ardından komünist dönemin gelmesiyle toplumumuza gerçekten büyük zarar verdi. Bu durum sadece bize özgü olmayıp, gerçekte Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgeler için de geçerlidir. Komünist yönetimin çökmesinin ardından, İslam dünyasından destek görmeyi bekledik; böylece topluluğumuz yerel Müslümanları yurtdışına giderek bilgi alacaklar, bu bilgiyi ülkelerine geri getirerek yüzyıllardır olduğu gibi komşularıyla barış içinde bir arada yaşamaya devam edecek- ler, yeni imkanlar esasında toplumumuz yeni bir seviyeye yükselecekti. Ne yazaık ki, yaşananlar, beklediklerimizden tamamen farklı oldu. Çeşitli Müslüman ülkelerden gelen belli mezhep ve yönelimlerin ilgisini çektik. Burada isimlerini anmak istemiyorum ancak toplumumuzda ortaya çıkan bu sorunları çözmek çok uzun zaman ve çok fazla çabamızı aldı, küçük topluluğumuz üzerinde çok kötü etkiler bıraktı ve bu etkiler hala devam etmektedir. Şimdi burada yakın dönem İslamofobi olgusu ve terör gölgesinde azınlıkların üzerindeki etkiden bahsedebilirim. Bizim örneğimizde görüldüğü üzere, yani Litvanya’daki Müslümanlar yüzyıllar boyunca burada yaşamış, yerel halkla birlikte ortak bir toplum kurmuştur. 11 Eylül olaylarından önce kimse genel olarak Müslümanları tehdit olarak görmüyordu ve buna yönelik bir kitlesel medya yönelimi de yoktu. Çünkü İslam inancından olan insanlarla birlikte bu ülkede altı yüz yıl boyunca bir arada yaşıyorduk. Ancak New York’taki terör saldırılarından sonra her şey değişti ve böylesine uzun bir tarihi birlikteliğe rağmen, ortak zemin arayışı için bir temel olmaktan çıktı. Terör ve İslamofobi’nin yükselmesinin birçok nedenleri var, buradaki meslektaşlarım bu konudan bahsettikleri için ben bu konuya ayrıca girmeyeceğim. Mesel şu ki, şu anda 21. yüzyılda bile birçok insan, birileri öyle söylediği için ya da birilerinin siyasi menfaatlerine veya gündemine yaradığı için sadece başka bir gruba yönelik nefrete dayanan hoşgörüsüzlük beslemektedir. Litvanya’da İslamofobi ve uzun süreli ateizm döneminin ardından gelen bilgi eksikliğinin sonucu olan başka bir olguya tanık oluyoruz. Bu olgu, Müslümanların kendilerine ailelerinden ve dedelerinden gelen köklerinden ve dinlerinden korkar hale gelmesidir. Dünyada ne zaman İslam veya Müslüman dünyası ile ilgili kötü bir şey yaşansa, bu halkı dinden daha da uzaklaştırıyor ve dinle olan ilişkiden daha fazla korkar hale getiriyor. Tabii olarak bu da asimilasyon sürecine yardımcı oluyor. Bu durum insanları farklı dinlerden kişilerle evlenmeye ve bazı durumlarda din değiştirme biçiminde tezahür ediyor. Bu tür şeyler çok tuhaf veya en kötü senaryo gibi gelebilir,fakat bu bir gerçektir ve sadece Litvanya’daki küçük Müslüman topluluğumuza özgü olmayıp, çoğunluğun hakim olduğu Müslüman bölgeler için de bir gerçektir. Çözüm ne olabilir? Her Müslüman bilir ki çözüm, mümkün olan her alanda, ancak İslam ahlak esasında, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) tarafından bize bırakılan ve Allah (CC) tarafından Kuran’da gösterilen ahlak esasında eğitimdir. Ümmetimizle birlikte eğitim, diğer topluluklar ve diğer dinlerin mensuplarıyla işbirliği içinde eğitim. Çevremizdeki herkesle köprüler kurmak. Bu kolay bir iş olmamakla birlikte, sevgili Peygamberimiz (SAV) bile bunun kolay olacağını söylememişti. Tek bildiğimiz, Kuran’daki ayette Allah’ın (CC) buyurduğu: 141 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük 13/ “Ey insanoğlu! Sizi erkekten ve kadından yarattık ve milletlere ve kabilelere böldük ki, birbirinizi tanıyasınız. Doğrusu, Allah’ın katında en hayırlı olanınız takva sahibi (yani muttaki, dindar) olan) kişidir (mümindir). Hakikatte, Allah her şeyi bilir, her şeyi görür. Allah (CC) bize doğrudan böyle buyuruyor ve biz de gayrimüslimlerle konuşurken bu ayeti kullanıyoruz. Allah (CC) bize insanlar arasında millet, ırk veya kabile esasında değil, sadece takva esasında ayrım olduğunu söylüyor. Fakat Müslümanlar arasında bile bu ayetin anlamını unutuyor. Kusurlarımızı ve farklılıklarımızı vurgulamak yerine, dünyayı herkes için daha iyi bir yer haline getirmek için ümmetimizi eğitmeye odaklanmadığımız takdirde, hiçbir yönde ilerleme kaydedemeyiz. Barış, adalet, hürriyet, eğitim ve eşitlik. Konuşmamı noktalarken, değerli Türk kardeşlerime, bilhassa Diyanet mensubu kardeşlerime bu hayırlı işi gerçekleştirdikleri ve birçok alanda ümmetimizin mutluluğunu yükseltmeye çalıştıkları için çok teşekkür ederim. 142 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Reis Yangliçev İlahiyatçı, Moskova/Rusya Rusya’da İslâm ve Müslümanlarının Durumu Ruslarla müslümanlar arasındaki ilk temaslar İdil Bulgarlarının İslâmı kabul ettiği X. Yüzyıla rastlar. Korkunç lakabıyla tanınan IV. İvan’ın 1552’de Kazan’ı ele geçirmesi üzerine Rus Devleti, tarihinde ilk defa müslüman bir tebaaya sahip olmuş oluyordu. Kazan’ın Ruslar tarafından alınmasının ardından 1555’te kitlesel olarak hristiyanlaştırma hareketi başladı. Hristiyan olmamakta direnen köylerin Müslüman ahalisi hapse atılıp, işkencelere mâruz bırakıldı ve sürgüne gönderildiler. Ancak bütün baskılara rağmen İdil-Ural bölgesinde yaşayan müslüman Tatarlar dinlerini değiştirmedikleri gibi, genel yapıları itibariyle çalışkan, gelişmeye açık, kendi örf ve adetlerine bağlı ve hürriyetlerine son derece düşkün insanlar olarak varlıklarını korumaya devam ettiler. Zaman içersinde çeşitli derecelerde devam eden baskı ve şiddet politikalarına rağmen, II. Katerina, ilk defa dinî ve dünyevî haklardan mahrum bırakılan Tatar müslümanlarına 1789’da yoğun olarak yaşadıkları vilâyetlerden Ufa şehrinde bugün de faaliyetine devam etmekte olan bir müftülük ve şer‘î mahkeme kurulmasına müsaade etti. II. Katerina’nın Müslümanlara yönelik başlattığı bu ılımlı politika daha sonraki çarlar tarafından devam ettirilerek I. Aleksandr tarafından Orenburg’da devlet tarafından bir cami inşa edilmesi, II. Nikolay tarafından da o zamana kadar vatandaş statüsünde sayılmadıkları için askere alınmayan müslümanlardan gönüllü birliklerin oluşturulmasına izin verilmesiyle devam etti. Bu durum, Rusyanın yenilgisiyle sonuçlanacak olan Rus-Japon savaşıyla (1904-1905), ardından meydana gelen 1905 I. Rus İhtilâli büyük değişikliklere yol açtı. Bu dönemde çok sayıda yayın organı ve yeni usulde eğitim veren okulların açılması, özellikle Kırım’da Gaspıralı İsmail tarafından başlatılan usûl-i cedîd (Yeni metod) mektepleri ülkenin her tarafına yayılmaya başladığı dönemdir. Söz konusu dönemde İslâmla ilgili pek çok eser verilmiş ve dünya çapında meşhur islâm âlimi yetişmiştir. Bunların en meşhurları arasında Abdürrahim Otuz-İmeni, Abdünnasîr Kursavî, Şehâbeddin Mercânî, Âlimcan Barudî, Mûsâ Carullah Bigiyev, Rızaeddin Fahreddin, Hüseyin Feyizhanî, Zeynullah Resûlî, Abdürreşid İbrahim ve Ahmed Hâdi Maksudî gibi isimleri sayabiliriz. Kelâm, tasavvuf, fıkıh, Kur’an tefsiri, ictihad ve taklit, mezhepler arasındaki farklılıklar, Türkçe hutbe, kadınların İslâm toplumundaki hukukî-sosyal durumu ve eğitim gibi çeşitli konularda eser veren bu ilim adamları Çarlık döneminde Rusya’da yaşayan müslümanlarla, İslâm dünyasının gerçek birer rehberi olmuşlardır. Rusya’da Arap harfleriyle kitap basımı 1787 yılında Petersburg’da Asya Matbaasının kurulmasıyla başlar ve 1928 yılına kadar devam eder. Müslüman toplumun yoğun talepleri karşısında 1799’da Çar I. Pavel zamanında Kazan’da Asya Matbaası kurulur ve Kur’an’dan başka İslâmî eserlerin basılmasına izin verilir. Çar’ın müslümanlara din dışı kitap, gazete, dergi yayımlama serbestliği vermesi üzerine, ülkenin her tarafında müslüman okuyucular için dinî, siyasî, edebî eserler basılmaya başlar. Aynı yıl Petersburg, Kazan ve Orenburg gibi Rusyanın büyük şehirlerinde Arap harfleriyle Tatarca gazete ve dergiler çıkmaya başlar ve bu neşriyat 1917 Bolşevik İhtilâline kadar Müslümanlar tarafından yayımlanan 100 civarında gazete ve dergi neşriyle devam eder. 1917 Ekim İhtilâlinin başında Lenin’in “Doğunun ezilen bütün halklarına hürriyet ve bağımsızlık verileceği” vaadiyle müslümanlara yönelik başlattığı propaganda Sovyetler Birliğinin kurulmasıyla 1923’te sona erer. Zira, aradan geçen birkaç yıl sonra binlerce müslüman aydın idama ve sürgüne gönderilecektir. II. Dünya Savaşına kadar devam eden bu sürgün, idam ve kıyımın ardından savaş esnasında Almanlara yardım ettikleri bahanesiyle Karaçay-Balkarlar, Ahıska Türkleri, İnguşlar, Çeçenler ve Kırım Tatarları gibi sayıları yüz binleri bulan Türk ve müslüman halklar topluca Sibirya ve Orta Asya’ya sürgüne gönderildiler. Bunların bir kısmı ancak Stalin’in ölümünden sonra eski topraklarına geri dönerken, bazıları ise bunun için hâlâ uğraşmaya devam etmektedirler. 143 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği döneminde izlenen din karşıtı politika sebebiyle İslâm’a ve diğer dinlere karşı acımasız bir mücadele yürütüldü. Müslümanların dış dünya ile ilgileri tamamen kesildi. Hac ziyaretleri ve yabancı müslümanların Orta Asya ve Kafkasya’ya girişi yasaklandı; hemen hemen hiçbir Sovyet vatandaşı müslümana yurt dışına çıkma izni verilmedi. Camiler ve Kur’an kursları kapatılıp, okullarda ve okul dışında sistemli bir şekilde dinsizlik propagandası yapılarak müslümanlara dinleri unutturulmaya çalışıldı; vakıf malları devletleştirildi, şeriat mahkemeleri kaldırıldı ve müslüman din âlimlerinin bir kısmı, sabotajcı, Türk, Alman veya Japon casusu gibi suçlamalarla idam edilip, bir kısmı tutuklandı yahut sürgüne gönderildi. Bu dönemde idam edilen, hapse atılan ve sürgüne gönderilen müslümanların sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. 1917 Bolşevik İhtilâlinden önce 30.000 civarında olan cami sayısı 1960’lı yıllarda birkaç yüze düşmüştü. 1991’de Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra din hürriyeti gündeme geldiğinde komünizm ideolojisi altında ezilen insanların çoğu özledikleri ve bir umut kapısı olarak gördükleri dinlerine yeniden sarıldılar. Rusya Federasyonu bir yandan İslâm Konferansı Teşkilatı’na gözlemci üye olurken, bir yandan da İslâm ülkeleriyle dinî, kültürel ilişkilere girdi. Bu arada hac ziyaretleri serbest bırakıldı. Federasyonun hemen her bölgesinde azınlık olarak yaşayan müslüman ahali (özellikle Tatarlar) bulundukları şehir, kasaba ve köylerde bir mahalle meydana getirerek, cami ve medrese gibi dinî yapıları yeniden inşa ve ihya işine giriştiler. Günümüzde Rusya Müslümanları, Rus toplumunun önemli bir parçası olup, Avrupadaki Müslüman azınlıklar gibi göçmen değil, bilakis yaşadıkları ülkenin tabiî vatandaşlarıdırlar. Rusya’da İslam dünyasında Ehl-i Sünnet mezhepleri olarak bilinen (Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki) mezheplerden iki büyük Hanefi ve Şafii mezhebi vardır. Halen Rusya’da yaşayan müslümanların sayısı hakkında birbirinden farklı rakamlar verilmektedir. Zira, ülkede dine dayalı bir sayım yapılmadığından bu konuda kesin bir rakam vermek mümkün değildir; ancak bu sayının takriben 15-20 milyon arasında olduğu söylenebilir. Rusya Müslüman toplumunun özelliği heterojen ve geniş bir çeşitten oluşmaktadır. Bunların büyük kısmının Sünnî (Hanefî, Şafiî), 1 milyonun altında bir kısmının Şiî (Caferi) olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca son yıllarda özellikle gençler arasında Selefi/Vehhabi din anlayışına olan ilginin arttığı gözlenmektedir. Geleneksel din eğitimi yeterli düzeyde verilemediğinden, özellikle gençler temel dini bilgileri öğrenmek için farklı kaynaklara yönelmeleri, tabiatıyla onları çeşitli aşırı dini grupların etkisi altına sokmaktadır. Günümüz Rusyasında başta Kazan, Moskova, Ufa, Mahaçkale, Nalçik, Çerkesk ve Grozni’de yüksek din eğitimi veren İslâm Enstitüleri yanında, 80 civarında medrese bulunmaktadır. Bu medrese ve enstitüler merkezî bütçeden herhangi bir pay alamadıkları için maddî sıkıntı çekmekte, sadece yerel hükümetlerin desteği, halkın katkıları ve dış yardımlarla eğitim faaliyetlerini sürdürebilmektedir. Özellikle Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye ve diğer İslâm ülkelerinde eğitim gören öğrenciler de bulunmaktadır. Müslümanlar ve İslam, Rusyada yaşayan insanların çoğunluğu tarafından farklı kavramlar olarak algılanmaktadır. Ancak, Müslümanlara karşı tutumun İslâma karşı takınılandan genel tavırdan daha olumlu olduğunu söyleyebiliriz. İslâm, tehlikeli, terörizmle bağlantılı bir tür ideoloji olarak algılanmaktadır. Bu konuda Sowa Araştırma Merkezinin yaptığı ankete göre, Rusların yüzde 40’ı İslam’a karşı menfi düşünceler beslerken, Müslümanlara olumsuz bakanların oranı yüzde 12 civarındadır. Rusya’da belirli etnik gruplara, özellikle de Kafkasyalılara karşı hoşgörünün daha ihtiyatlı (az) olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bu durum dinin kendisiyle ilgili olmadığını da belirtmek gerekir. Müslümanların azınlık olarak yaşadıkları bölgelerde Rusların çoğu yeni camiler yapılmasına karşı çıkmaları, yaşadıkları bölgelere göçmenleri çekmesinden endişe ediyorlar. Bu durum bazen açık bir saldırganlığa dönüşebiliyor. Rusya’da meydana gelen saldırı olayları ve genelde islamofobi eylemler din kaynaklı olmayıp, daha çok etnik kaynaklıdır. Rus devleti İslâmi hayatı daha çok terörle mücadele perspektifinden değerlendirmektedir. Resmi makamlar açısından resmi olmayan İslâmcı grupların tamamı risk taşımaktadır. Rusyadaki İslâm düşmanlığı Kafkaslardaki çatışmalarla birlikte alevlenmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen İslam'a karşı bir hoşgörünün olmadığını söylemek de mümkün değildir. Rusya’da İslâma karşı olan ön yargı ve korkular zamanla daha da azalacaktır. Nitekim bunun belirtilerini görmek mümkün. Avrupanın en büyük camisi yaklaşık 2 milyon Müslümanın yaşadığı başkent Moskova'da bulunmaktadır. On bin kişilik caminin açılış törenine Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de katıldığını burada hatırlatmak isterim. Tebliğimi Rusya Devlet Başkanı Sayın Vladimir Putin’in açılış töreninde yaptığı konuşmasındaki şu sözlerle bitirmek istiyorum “İslâm, Rusyanın ayrılmaz bir parçasıdır. Aşırılıkla mücadele, dinin siyasi amaçlar için kullanılmaya çalışıldığı bu dönemde daha da önem kazanmıştır. Müslüman gençliğin İslâm dininin özüne göre yetiştirilmesi büyük önem taşımaktadır”. Hepinize en derin saygılarımı sunarım. 144 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük IV. Oturum Prof. Dr. Ersin Özarslan Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı İslam Ülkeleri Arasında Bilginin İletişim Boyutu Üzerine Bazı Dikkatler Şeyh Muvaffak Şhâzeli / Suriye Siyeri Pakı Nebiden Hoşgörü Manzaraları Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya / İstanbul Üniversitesi Selam (Barış) Yurdunun Birarada Yaşama İlkeleri Rifat Feyziç / Karadağ Müftüsü Karadağ’dan İslâm ve Barışa Bakmak Prof. Dr. Ersin Özarslan Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı İslam Ülkeleri Arasında Bilginin İletişim Boyutu Üzerine Bazı Dikkatler Merhaba. Sözlerime başlamadan hepinizi saygı ile selamlıyorum. Mehemmed bin Süleyman Fuzûlî merhum diyor ki: “Şifâ-yı vasl kadrin hicr ile bimâr olandan sor Zülâl-i şevk zevkin teşne-i didâr olandan sor Lebin sırrın gelip güftâra benden özgeden sorma Bu pinhan nükteyi bir vâkıf-ı esrar olandan sor” Ben gizli sırlara vâkıf biri değilim. Burada gizli sırlardan söz edecek değilim. Herkesin bildiği, gördüğü hâtta belki de düşündüğüm bir takım hakikatlerden bahsedip dikkatlerinizi çekmeye çalışacağım. Allah insanları tanış biliş olsunlar, dünyada barış içinde yaşasınlar diye kavimler yahut kabileler halinde yaratmıştır. Allah’ın insanları kavim yahut kabileler halinde yaratmaktan muradı, insana bahşettiği tanışma, bilişme, yakınlaşma, anlaşma, bir arada, sulh, sükûn ve huzur içinde yaşama nimetinde aranmalıdır. Bu şüphesiz Allah’ın hikmetlerinden biridir. Allah’ın muradı, farklı kabile ve kavimler halinde yarattığı insanların çözülüp ayrışarak yabancılaşmaları, farklılıkları üstünlük olarak kabul edip, birbirlerine düşmanlık etmeleri, karşılıklı kin ve nefret içinde yaşamaları olamaz Dinler insanları iman ve inançta birleştirirler. İslâm tevhid dinidir ve müminleri vahdete çağırır. Bununla birlikte çağımızda sadece iman ve inanç ortaklığının kâfi gelmediği görülmektedir. Bunları destekleyecek başka ortaklıklara da ihtiyacımızın olduğu ortadadır. Haliyle iman ve inanç ortaklığının yanında başka ortaklıklar da aramak, bulmak yoksa oluşturmak ve geliştirmek mecburiyetiyle karşı karşıyayız. Hâlihazırda insanlar arasında birliği, dostluğu ve buna bağlı olarak diğer münasebetleri temin edecek en yakın ortaklık sahaları ilim, sanat ve lisan sahalarıdır. Günümüzde İslâm dünyasında çok sağlam bir iman ve inanç ortaklığı var. Bu bakımdan İslâm dünyası muazzam bir müminler topluluğudur. İslâmın dışındaki dinlerde bu seviyede bir iman ve inanç ortaklığından söz etmek kolay değildir. İslâm dünyasında iman ve inanç ortaklığının muazzamlığına karşılık bir bilgi ortaklığından aynı rahatlıkla söz etmek mümkün değil. Çünkü “bilgi” ortaklığımız dinî bilginin ötesine zor geçer. Hâlbuki bilgi de iman ve inanç gibi birleştirici ve yakınlaştırıcı bir unsurdur. Bilgi ortaklığı, iman ve inanç ortaklığı gibi duygu ortaklığına, davranış ortaklığına yol açar. Bilginin elde edilmesi düzenli ve devamlı bir ilmî faaliyeti gerektirir. İlmin elde ettiği sonuçların yayılması insanları, cemiyetleri ve milletleri birbirine yaklaştırır, onların karşılıklı olarak tanış biliş olmalarına yol açar, zemin ve vasıta işlevini görür. Bu husus ilmin yakınlaştırıcı, birleştirici özelliğini gösterir. Fert fert insanları birbirine yaklaştıran bilim, toplumları, milletleri de yakınlaştırır, onların dostluğuna zemin hazırlar. Nitekim bilim ve sanat aracılığı ile bilim ve sanat adamlarının gayreti ile bazı toplumların yakınlaşmalarına hâtta dostluklarına şahit olmaktayız. İnsanlar veya toplumların, aralarında iman ve bilgi ortaklığı olmasına rağmen, her zaman tam ve kâmil manada tanış biliş olmayı, yakınlaşma veya dostluğu, karşılıklı anlaşmayı temin veya tesis edemedikleri görülmektedir. Bunun için fertlerin veya toplumların, her şeyden önce aralarındaki iman, inanç ve bilgi ortaklığını tesis etme, sürdürme, paylaşma, değiş tokuş etme vasıtasına yani ortak bir dile veya dillere sahip olmaları gerekir. Dil, fertleri veya toplumları anlaşmaya, yakınlaşmaya yönelten en ciddi araçtır. Tanış biliş olmayı yakınlaşma veya dostluğu karşılıklı anlaşmayı temin veya tesis edip devam ettirebilmek için tarafların birbirlerinin dilini bilmesi, anlaması ve gerektiğinde hakkıyla kullanması gerekir. Dil ortaklığı olmadan aynı imanı, aynı inancı ve aynı bilgiyi paylaşmanın pratikte anlamı yoktur. Fert veya toplum olarak karşılıklı anlaşmanın, tanış biliş olmanın yolu karşılıklı ola- 146 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük rak birbirinin dilini anlama veya kullanmaktan geçer. Hâlbuki günümüz İslam dünyasında müminler aralarında iman, inanç ve bilgi ortaklığına rağmen, bu bilgiyi paylaşma aracı olan ortak bir dile sahip değillerdir. Üstelik günümüz İslâm toplumları birbirlerinin dilini hakkıyla bilmemekte, anlamamakta ve kullanmamaktadırlar. Bu yüzden birbirleriyle münasebet hâlinde kendi dillerini değil başkalarının dillerini başka bir ifadeyle düşmanlarının dilini kullanmaktadırlar. Bu düşmanlık da Müslümanlardan değil, karşı tarafın iman, inanç, tarih ve kültüründen kaynaklanmaktadır. Öte yandan Müslümanlar, kendilerine düşman toplumlarının dilini kullanmayı, içinde bulundukları durumdan kurtuluş yolları arasında görmektedirler. İslâm dünyasında ilim, sanat, kültür, eğitim, öğretim, iletişim ve diplomasi dili olarak İslâmı düşman olarak görenlerin dilleri yerine Müslümanların kendi dilleri kullanılmalıdır. İslâm dünyasındaki parçalanmışlığı ve diğer bütün aykırılıkları körükleyen yanlışlıkların başında hayatî alanlarda başkalarının dilini kullanmak gelmektedir. Bu hatadan bir an önce dönülmeli ve aramızda İslâmın medeniyet dilleri konuşmalıyız. Bilimi, kültürü, sanatı kendi dillerimizle görmeli, değiş tokuş etmeli, birbirimizi kendi dillerimizle anlamalı, dinlemeli, takip etmeli ve tanımalıyız İlmî faaliyetlerimizi başkalarının dili ile değil, kendi dillerimizle icra etmeli değil miyiz? İlim, kültür, sanat, diplomasi ve ticaret sahasında münasebetlerimizi kendi dillerimiz vasıtasıyla yürütmemiz şarttır ve bunun zamanı çoktan gelmiştir. İslâm dünyasının ilim adamları İslâmın dili veya dilleri ile konuşup yazmalı veya Müslümanlar birbirlerinin dillerini bilmeli, anlamalı, konuşup yazmalıdır. Medeniyetimizin önde gelen dilleri Arapça, Farsça ve Türkçedir. Arapça sadece Arapların ana dili değildir. Arapça kitabımızın dilidir. Din dilimizdir, ibadet dilimizdir. Her ne kadar ana dilde ibadet hususunda bazı cevazlar söz konusu olmuş ise de, ana dili Arapça olmayan Müslümanlar Arapçayı bu cevaza tercih etmiş, ibadet dili olarak Arapçadan hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Buna karşılık erbabının dışında Arapçayı öğrenmek, din dışı alanlarda mesela ilim, kültür veya sanat alanında kullanmak da pek düşünülmemiş, akla gelmemiş gibi görünüyor. Arapçanın, ana dilleri Arapça olmayan Müslümanlar tarafından din dili yanında ilim, kültür veya sanat dili olarak da ana dillerinin yanında öğrenilmesi, konuşulması ve yazılmasının hiç hesapta olmayan imkân veya kapıların aralanmasına yol açacağı, hepimiz için faydalı sonuçlar doğuracağı göz ardı edilmemelidir. İslâm medeniyetinin parlak zamanlarında Arapça bilinir, konuşulur ve yazılırdı. Asırlar boyu ilim dili, kültür dili, yazı dili hatta eğitim ve öğretim dili olarak kullanılması ve muhtelif milletlerden âlim ve sanatkârların eserlerini Arapça yazması da bunu gösterir. Mesela Ebû’l-Kâsım Mahmud İbn Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî’nin (1075 - 1144) Arapçadaki başarısı da bunun en çarpıcı delilidir. Ama Arapların yahut Farsların, Arap yahut Fars âlim ve sanatkârların Türkçe hususunda benzer bir gayretlerini, Nasrânî (Katolik) Arap Zeki Megamız dışında göremiyoruz. Arapça, Arap ve olmayan Müslümanlar arasında tekrar medenî, ilmî ve bediî ihtiyaçları karşılar duruma gelmelidir. Araplar da, dindaşlarının dillerini hakkıyla öğrenme ve kullanma yolunda samimî gayretler göstermekle kalmamalı, iyi niyetlerini uygulamada göstermelidirler. Farsçanın yeri ise daha başkadır. Farsça da sadece Farsların ana dili değildir. Farsça zaten bidayetinde Farsların daha doğrusu Perslerin ana dili değildi. Perslerin ana dili Derî yahut Avesta dili idi. Nitekim Derî ve Avesta dili İslâmın getirdiği medeniyet ve kültür karşısında dayanamadı ve neredeyse yok oldu. İran’da köyler bile Arapça konuşmaya başladı. Bugünkü Farsçanın doğuşu Abbasî saraylarındaki Türk ve Fars kâtiplerin Arap kâtiplerle latife etmek, onları kızdırmak üzere başvurdukları oyunların sonucudur. Türk ve Fars kâtipler, Arapçanın dışında dil bilmeyen ve Arap asabiyesine sıkı sıkı dayanan kendini beğenmiş Arap kâtipleri kızdırmak, onlarla eğlenmek için kendi aralarında pusula ile yazışmalarıyla başlamıştır. Türk ve Fars kâtipler, Arap alfabesiyle ve Arap grameriyle ama kendi dillerinde kelimelerle yazdıkları bu pusulaların Arap kâtipler okudukları hâlde bir şey anlamayışları ile eğlenmekteydiler. Zamanla gelişen bu yazışma dili, bugünkü Yeni Farsçayı doğurmuştur. Yeni Farsçanın ilk edebî verimleri de Farslar değil, Rudekî-i Semerkandî (Ebu Abdillah Ca’fer b. Muhammed b. Hakim er- Rudekî es- Semerkandî; öl. 329/941) ve Katrân-ı Tebrizî (Hakîm Şerefüzzaman Katran Adûdî Tebrizî; öl. 482/1089 sonrası) gibi Türk sanatkârlar tarafından kaleme alınmıştır. Yani bugünkü Farsça veya asıl adıyla “Yeni Farsça”nın teşekkülü biraz da Türkler eliyle olmuştur. Bugünkü Farsça, Derî yahut Avesta dili, Arapça ve Türkçenin karışımıyla vücut bulmuştu. Her üç dilin gramer unsuru yanında, her üç dilin kelime kadrosu da bu terkibin esasını oluşturmuştu. Farsça, Orta Asya’dan Adriyatik sahillerine kadar geniş bir coğrafyada Türkler eliyle uzun asılar boyunca edebiyat dili olarak kullanılmıştır. Türk şairleri sadece kendi dillerinde şiir yazıp divan tertip etmemişler; önemli sayıda Türk şairi Fars dilinde de hüner göstermiş, şiir söylemiş, divan tertip etmiştir. Hâtta bazı Türk şairlerinin sanat kudretlerinin Türkçede mi, yoksa Farsçada mı daha yüksek olduğu bile düşünülmüştür. Bazı Türk şairleri ise, dil tercihleri dolayısıyla ya Farslar yahut Türkler tarafından Fars şairi sayılmaktadır. Ama Fars olup Türkçe yazan şair yoktur. Türkçe sadece Türklerin ana dili değildir, Türkçe İslâmın icraat dili, askerlik dili, idare dilidir. Asırlar boyunca İslâm dünyası Türkçe ile idare edilmiş, İslâm ordusu Türkçe konuşmuştur. Ayın Calud’da Moğolları durduran ordu da, Malazgirt’teki ordu da, İstanbul’u fetheden ordu da Türkçe konuşmaktaydı. İslâmın son halifesinin dil de Türkçe idi. Büyük Türk şairleri sadece kendi dillerinde eser vermekle kalmazlar, Arapça ve Farsçada da divan teşkil ve tertip ederlerdi. 147 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Önemli ilim adamları, din, hukuk ve tarih sahasındaki eserlerini umumiyetle Arapça yazarlardı. Zaman değişti, zemin değişti, medeniyet değişti, diller ve dillerle ilişkiler değişti. Zamanın şartları bizi başka dillere, başka dillerin zeminlerine yöneltti. Artık birbirimizin dillerini bilmiyor, birbirimizle başka diller aracılığı ile anlaşıyoruz. Ben Erzurumluyum. Bağırsam sesim Tebriz’den duyulur, ama ben Farsça bilmiyorum. Tebriz’de hatta İran’da neredeyse her iki evden birinde Türkçe konuşulmasına karşılık, Türkçeyi hakkıyla bilen hele hele İstanbul Türkçesini doğru dürüst konuşup yazan yok. Üstelik Türkiye dışında İran, Irak, Suriye ve Lübnan’da, Türkçe bilenler başka bir ifadeyle ana dili Türkçe olanlar da Türkçeyi sadece ev dili olarak dar bir çerçevede kullanıyor, daha doğrusu konuşuyorlar. Türkçenin yazı dili olarak İran, Irak, Suriye ve Lübnan’da hükmü yok. Türkiye Türkçesini buralardaki Türkler de hakkıyla bilmiyor, kullanamıyorlar. Türkçe Mısır’da ise çoktan ölmüştür; şairin deyimiyle “hatırası bile yabancı gelir” artık... Arap veya Fars aydınları ise Dr. Muhammed Harb gibi bir iki istisna dışında Türkçe konuşup yazmak bir yana, Türkçe bilmiyor, bilmek bile istemiyorlar. Batılı, benim dilimi bildiği gibi, Arapçayı da Farsçayı da biliyor. İhtiyaç duyduğu anda Arapla Arapça, Farsla Farsça konuşuyor. Üstelik Arapçayı da, Farsçayı da istediği zaman yazı dili olarak kullanabiliyor. Bense çevremdeki hiçbir dili bilmediğim gibi, çevremdekiler de benim dilimi bilmiyor. Hepimiz batının dili veya dilleri ile, İslâmı düşman belleyenlerin dilleri ile iletişim ihtiyacımızı karşılıyoruz. Daha aralarında kendi dilleri ile konuşup anlaşamayan toplumlar arasında birlikten bahsetmek ne dereceye kadar doğru olabilir? Türkiye’de birçok üniversitede Arap ve Fars Dili bölümleri vardır. Buralarda hem Arapça, hem Farsça sadece dil olarak değil edebiyat, tarih ve kültür boyutlarıyla da hem lisans, hem lisansüstü seviyelerde okutulmakta, öğretilmektedir. Yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlanmaktadır. Fakat Türkçe’nin ne İran’da ne de Arap ülkelerinde dünyasında benzer bir ilgiyle karşılandığını söylemek mümkün değildir. Biz İslâm dünyası olarak Arapçayı da, Farsçayı da, Türkçeyi de kendi aramızda ilim, sanat, kültür, eğitim, öğretim, iletişim ve diplomasi dili hâline getirmeli, birbirimizle kendi dillerimizle konuşmalıyız, küresel emperyalizmin dili veya dilleriyle değil. Birbirimizle tam ve kâmil manada tanış biliş olabilmemizin bandan başka bir yolu yoktur. İslâm dünyasının sanatkârları, düşünürleri, âlimleri, tüccarları ve diplomatları birbirlerinin diliyle yazmak zorunda değil, ama birbirlerinin dilini bilmek ve anlamak zorundadır. Şu ana kadar söylediklerim belki çoğu kişinin bildiği şeyler olmakla beraber, böyle zeminlerde pek dile getirilen şeyler de değildir. İslâm toplumları olarak birbirimizin dilini öğrenmek, bilmek ve gerektiğinde kullanmak artık bizler için farz hâline gelmiştir. Şâirin dediği gibi “Ehli dil birbirini bilmemek insâf değil” !.. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. 148 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Şeyh Muvaffak Şhâzeli Suriye Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla Siyeri Pak-ı Nebiden Hoşgörü Manzaraları Siyer-i pak-ı nebi ve Hulefa-i Raşidinin hayatı hakkında araştırma yapan bir kimse, gerek müminlere gerekse münafık ve müşriklere karşı hoşgörünün açıkça ortaya konulduğu birçok metin ve hadiselerle karşılaşacaktır. Bu hadiseler bizlere belirli ve açık bir sebep veya büyük bir hikmet bulunmadıkça İslam’da öldürme olmadığını açıkça göstermektedir. Allah Resulü s.a.v. şöyle buyurmaktadır; “Müslüman kişinin kanı üç şey haricinde hela olmaz; zina eden evli, nefse karşı nefis, dinini terk edip cemaatten ayrılan kimse“ (Buhari ve Müslim) Sözkonusu bu üç ölüm suçu bireylere ait değil, Müslümanların idaresini üstlenen halife veya vekilleri tarafından had veya kısas uygulanması suretiyle gerçekleştirilir. Ayrıca İslam şüphe ile kanın heder olmaması için, herhangi bir şüphe bulunması durumunda bu cezaların düşürülmesini emretmiştir. Eğer bu cezalarının uygulanması halife tarafından terk edilirse, Allah katında bu ihmalkârlığı nedeniyle sorumlu olan halifedir ve Müslümanlardan hiçbir kimse halifenin izni veya yetkilendirmesi olmaksızın bu cezaları onun yerine uygulayamaz. Eğer bir kimse cüretkâr davranır ve yetkisi olmadan bu cezaları uygularsa, ihlalde bulunmuş olur ve bu ihlali nedeniyle cezalandırılır. Bireyler, sadece iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak suretiyle nasihatte bulunabilir. Böylece nefislerin kargaşaya sürüklenmesi ve kan dökülmesi engellenmiş olur. Bütün bunlara ilave olarak Allah Resulü s.a.v.’in affetmenin mümkün olduğu yerlerde affettiğini görmekteyiz. Bu durum Beni Kurayza karşısında eliyle boğazına işaret ederek hata yapan, Allah ve resulüne karşı hainlik ettiğini anladıktan sonra mescide dönüp, Mevla Teâlâ onun hakkında “Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler ve (evvelce yapmış oldukları) iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü (nifak) ile karıştırdılar. Ola ki, Allah, onların tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah, Gafûr’dur (çok bağışlayıcı), Rahîm’dir” (Teybe, 102) Ayeti Kerimesi indirilince kendini mescidin direklerinden birine bağlayan Ebu Lübabe r.a. kıssasında açıkça görülmektedir. Hâlbuki Allah Resûlü s.a.v. “Bana gelseydi, onun için Allah’tan af di¬lerdim. Artık Cenâb-ı Hak onun hakkında hüküm verin-ceye kadar onu çözmeyeceğim.” buyurmuştur. Şimdi hep beraber Hatıp Bin Ebi Beltea’nın Allah Resulü s.a.v.’in Mekke'yi fethetmek için yola çıktığını haber veren mektubu Mekkelilere gönderme olayına bakalım. Bu olay vahiy ile peygamber Efendimiz s.a.v.’e bildirilmiş ve Hatıp getirildiğinde, Hazreti Ömer r.a. “Ey Allah’ın Resulü! Bırak beni şu münafığın boynunu vurayım demiştir.” Allah Resulü s.a.v. ise cevaben “Bilmez misin Allahu Teâlâ Bedir ehlinin halini bilmektedir ve dilediğinizi yapın ben sizi bağışladım buyurmuştur” dedi. Sonrasında kendisi hakkında birtakım ayetler inerek, af vuku bulmuştur. Bu af sadece Hatıp’a ait değil, aksine herkesi kapsamaktadır. Yine birçok fukaha konuyu böyle değerlendirmiş, bu hadisi faydalı şeylerin celbi ve zararlı şeylerin ortadan kaldırılması için gerekçe göstermişlerdir. Allah Resulü s.a.v.’in münafıklara karşı hoşgörülü davranışları da sayılamayacak kadar çok olup, onların kötülüklerine karşı iyilik ve affetmekle cevap vermiş, ümmetin büyük çıkarları olan birlik ve dağılmayı göz önüne alarak, münafıkların hile ve hainliklerinden geçmiştir. Peygamberimiz s.a.v.’in “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor denmesin” sözünde, bu durum açıkça görülmektedir. Bunun en açık örneği Allah Resulü s.a.v.’in münafıkların lideri olan Abdullah Bin Ubey Bin Selül karşısındaki davranışıdır. Hâlbuki kendisi Uhud savaşı esnasında ordunun üçte birini alarak geriye dönmüş ve Allah Resulü s.a.v.’e atılan büyük fitne ve iftiranın kaynağı olmuştur. Sonrasında Allahu Teâlâ, Hz Aişe annemizi Kuranı Kerim'de temize çıkararak korumuştur. Efendimiz s.a.v. ise sadece Müslümanlardan üç kişiye iftira cezası uygulamış, münafıklara uygulamamıştır. Beni Mustalık gazvesi sırasında “Medine’ye dönersek, aziz olan zelil olanı elbette Medine’den çıkaracaktır” sözünü söyleyen ve Allah-u Teâlâ’nın, bunu ortaya çıkarak “Münafikun” suresinde dile getirdiği kişi de olur. Bu ve diğer birçok suçuna 149 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük rağmen ölüm vakti yaklaştığında Allah Resulü s.a.v.’den ve bir rivayete göre de oğlundan kendisini Allah Resulü s.a.v.’in gömleğiyle kefenlemesini istemiştir. Allah Resulü s.a.v.’in kendilerine ve İslam’a çokça eziyet eden, Müslümanlara işkence yapan, hatta kanlarını dökmeyi helal sayacak kadar şiddetli işkencelerde bulunan, müşriklere karşı takındığı tavır ve Mekke’nin fethi sonrasında onları affetmesinde de bu hoşgörü öne çıkmaktadır. Ebu Süfyan'ın eşi Hint ve Kab Bin Züheyr’de bunlardan biridir. Kendisi gizliden Allah Resulü s.a.v.’in yanına kadar gelmiş ve önünde şu şiiri okumuştur; “Resûlullah’ın beni öldüreceğini haber aldım. Resûlullahın yanında bağışlanmak en çok umulan şeydir. Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nurdur, Kötülükleri yok etmek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır” Bunun üzerine efendimiz s.a.v. onu affetmiş ve üzerine ridasını atmıştır. Amcasının oğlu Ebu Süfyan Bin Haris, Abdullah Bin Sad, İkrime Bin Ebu Cehil, Safvan Bin Ümeyye, Hebbar bin El-Esved, Haris Bin Hişam, Züheyr Bin Ebi Ümeyye (ki bunlar hakkında Ümmü Hani Eman istemiş ve Efendimiz s.a.v. kabul etmiştir), yine Süheyl Bin Amr, Hz Hamza’nın katili Vahşi ve amcası Ebu Leheb’in oğulları Utbe ve Mutab da affettiği bu kimselerdendir. Bu af ve hoşgörü Allah Resulü s.a.v.’in ashabı kiramın yetiştirdiği medresede de öğrenilmiş, müminlerin emiri Hz. Ömer r.a. döneminde Faris diyarından Hemedan ehli anlaşmayı bozunca, Müslümanların ordusu onları kuşatmış, tekrar barış yapmak istediklerinde onlarla yeniden sulh yaparak savaşılmamıştır. Ne var ki, Hermezan sulh talebinden sonra tekrar bu sulhu bozmuş, Tester ve diğer yerlerde birçok sahabeyi katletmiş, Allahu Teâla ona imkân vermiş ve Hz. Ömer r.a.’ın yanına kadar sokulmuş, ancak Hz. Ömer r.a. hile ile ölümden son anda kurtulmasına rağmen onu affetmiş ve sulhu bozması nedeniyle onu cezalandırmamış, bu nedenle de o İslam dinine girerek iyi bir Müslüman olmuştur. İslam dini insanların canını korumakta ve korunmasını emretmektedir; “İşte bu nedenle İsrâiloğulları'na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkartmaya karşılık olmaksızın, haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir can kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide, 32) Eğer kara düşünce sahibi olan bu kara giysili kimseler Allah Resulü s.a.v.’in veda haccında ki şu son vasiyetini okusalardı, kan dökme konusunu bu kadar basite almazlardı; “Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl bir mübarek şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” O halde her kim, küfür, dinden çıkma, kâfirlerle dostluk ve benzeri suçlamalarla Müslümanları öldürür ve bunları helal sayarsa, dinin insanların canını koruma ve büyük menfaatleri celp ederek büyük zararları engelleme noktasındaki ince şer’i terazisini anlamamış demektir. 150 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya İstanbul Üniversitesi Selam (Barış) Yurdunun Birarada Yaşama İlkeleri Giriş Selam (Barış) Yurdu, ilk olarak mutluluğun en derin ve içten yaşandığı saadet çağında¸ Hz. Peygamber (s.a.v.)’in varlığıyla gerçekleştirmiştir. Çünkü model¸ örnek¸ rehber¸ bilgin ve hakîm peygamberdi. İnsanların ve toplumların hayâlleri¸ ufukları ve hedefleri onun kimliğinde ve şahsında neşv-ü nema buluyordu. İslâm medeniyetinin karşısında Batı uygarlığı, özellikle ikinci bin yılı, İslâm’ın değer ve kutsallarına fiilî, sözlü ve görsel (matbu) saldırı ve kışkırtmalarla doludur. Bu bağlamda İslâm’ın peygamberi ve kutsallarına saygı gösteren Batılı entelektüellerin (John L. Esposito, Karen Armstrong1 vb dışında) sayısı yok denecek kadar azdır. Bu arzu edilmeyen gerçeği, Karen Armstrong, şu sözlerle ifade etmektedir: “İslâm ve Batı dünyaları, ortak bir geleneği paylaşıyorlar. Hz. Muhammed Peygamber’in zamanından bu yana Müslümanlar bunun farkındaydı, ama Batı bir türlü kabullenemedi. Bugün bazı Müslümanlar kendilerini aşağılayan Kutsal Kitap İnsanlarının kültürlerine karşı dönüyorlar… Eğer bugün Müslümanlar Batılı geleneklerimizi ve yapılarımızı daha iyi anlamak zorundaysalar, biz Batılılar da kendilerimizi eski ön yargılarımızdan kurtarmak zorundayız. Belki de bunu başlatmak için en doğru yer, bazen bizim için kabul etmesi zor olan şeyler yapmış olan ama güçlü bir düzen ve din kurarak dehasını ispatlayan… bir adamı, Hz. Muhammed’in kendisini anlamaktır. Sonuçta unutulmaması gereken bir şey var ki, Batılı efsanelerin aksine Hz. Muhammed dinini kılıç gücüne değil, barış ve uzlaşma kavramlarını vurgulayan “İslâm” anlayışına dayandırmıştır.” (Karen Armstrong)2 Sevgi ve barış peygamberine gönderilen Kadîm Kelam, onun misyonunu “(Ey Muhammed!) Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”3 sözleriyle bütün kâinata ilân eder. Bu evrensel hitabın muhatabı Allah’ın Sevgilisinin sevgi sözleri ise, gerçekten her biri insanlık için birer evrensel ilkeler manzumesi şeklinde tezahür etmektedir. Dinlere/İnançlara Saygı Ve İnsanın Değeri İslâmla birlikte kabileler ve fertler arasında bazıları uzun yıllardır devam eden kavgalar büyük çapta önlenmiştir. Ancak zaman zaman çeşitli sebepler yüzünden Müslümanlar arasında huzur bozucu ihtilaf ve çekişmeler çıktığı da olmuştur. Hz. Peygamber bu tür olayları câhiliye zihniyeti olarak değerlendirmiş ve anında önlemeye çalışmıştır. Peygamberimizin küçük Şehir-Devleti genişlemiş ve on yıl süren siyasal ve sosyal çalışmadan sonra, son nefesini verdiği sırada 3 milyon kilometre kareden fazla bir alana yayılmıştır. Bu alan Rusya hariç, Avrupa büyüklüğünde ve o zaman üzerinde milyonlarca insanın yaşadığı bir alandır ve fethi, savaş alanında düşman saflarında 250’ye yakın kişinin öldürülmesine mal olmuştur. Müslümanların kaybı, on yıllık bir dönemde ortalama ayda bir şehittir. İnsan hayatına verilen bu değer, insanlık tarihinde eşsizdir.4 Burada ilginç bir durumla karşılaşmaktayız ki, o da şudur: Peygamberimizin yaşadığı zaman diliminde yapılan dokuz önemli savaşta, düşman kaybının toplamı 216, Müslümanların kaybı ise 138’dir.5 Çok az kayıpla, İslâmı bu kadar geniş bir coğrafyaya yayan Hz. Muhammed’in hayatı: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz”6 ilkesi üzerine kurulmuştur. 1 Bkz. John I. Esposito, Güçlenen İslâm’ın Yankıları, çev: Erol Çatalbaş, İstanbul 1989; John I. Esposito, Değişim Sürecinde İslâm, çev: A.Y. Aydoğan, A. Ünlü, İstanbul 1991; Karen Armstrong, Hz. Muhammed İslâm Peygamberinin Biyografisi (Muhammad, A Biography of the Prophet), çev: S. Yeniçeri, İstanbul 2005. Armstrong’un bu kitabı, Batı’da Hz. Muhammed hakkında yazılan en olumlu eserdir. Eserin, 11 Eylül sonrası Batı’da gördüğü ilgi önemlidir. Çünkü kitap üç milyon civarında bir satış rakamına ulaşmıştır. 2 Karen Armstrong, Hz. Muhammed İslâm Peygamberinin Biyografisi (Muhammad, A Biography of the Prophet), çev: S. Yeniçeri, İstanbul 2005, 389. 3 Enbiya, 107. 4 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, çev: N. Erinç Yurter, İstanbul trz., 12-13. 5 Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, 12-13 (1 nolu dipnot). 6 Buharî, Meğazî, 60, Ahkâm, 22; Dârimî, Mukadime, 24. 151 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Öfke ve İntikamdan Affetmenin Hayrına Sığınmak Hz. Peygamber’in müşrik ve kâfirlere karşı tutumuna bakıldığında, onlar hakkında daima affetme ve bağışlama yolunu tercih ettiği görülmektedir. Hatta kendisine karşı küfreden ve hareketler yağdıran Ebû Hüreyre’nin annesine karşı dua etmesi, onu merhamet ve insanlara karşı sevgisini gösteren olaylardan birisidir: Öfkelerin sınır tanımadığı, kinlerin en fazla alevlendiği anlarda Hz. Peygamberin birkaç cümlesi bütün anlaşmazlıkları çözer; öfkeleri, kinleri söndürür, anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak ortamı sevgi ve muhabbet denizi haline dönüştürürdü. Peygamberimizin sevgi ve merhameti sadece Arap veya diğer insanlara yönelik olmamış; inancı, rengi veya ırkı, makam veya cinsiyeti ne olursa olsun Allah’ın yarattığı bütün mahlûkatı kapsamıştır. Düşünen varlıkların dışındaki diğer canlıları da ihmal etmeyen Son Peygamber, hayvanları sever, ashabın da hayvanlara kötü davranmamaları konusunda uyarılarda bulunurdu.7 Düşmandan intikam almak, genellikle savaş şartları altında olağan olarak görülen tabiî bir durum olarak algılanır. Fakat Peygamberimiz hiçbir zaman intikam almamış, kendisine karşı her türlü eziyet veren bütün düşmanlarını bağışlamış, onlara şeref ve değer vermiştir. Peygamberlik kendisine gelinceye kadar dahi hiç intikam peşinde koşmamış, aksine dua etmiş ve affetmiştir. Peygamberliğin gelişinden itibaren düşmanlarına dahi beddua etmemiştir.8 İslâmın sunduğu güzellikler içerisinde olmak kaydıyla, bayram şenliklerine ses çıkarmayan Hz. Peygamber, barış zamanlarında bayram boyunca silahla evden çıkılmasını, kılıç ve diğer silahların taşınmasını yasaklamıştır.9 Öyle ki “Bizim aleyhimizde silah taşıyan bizden değildir”10 diyerek bu konudaki hassasiyetini vurgulamıştır. Peygamberimizin bu uygulamaları, ancak modern zamanlarda rastlanacak uygulamalara tekabül etmektedir. İslâmın İnsanlığa Hediyesi: En Yüksek Değerler İdeolojik ve dinî fanatik yaklaşımı benimseyen bir kısım Batılı entelektüellerin İslâm Peygamberi için yönelttikleri asılsız ve hakaret içeren sözlerine, tanımadığı ve kendisiyle kan bağı bulunmayan insanların içinde bulundukları olumsuz hallere bile üzülen bir Peygamberin gösterdiği tepki en güzel cevaptır. Yüce gönüllülük davranışları sadece Müslüman olanlara yönelik olmayan Hz. Peygamber, başka din mensuplarına karşı da hoşgörü göstermiş, onlara saygı dairesinde muamele etmiştir. Bu çerçevede hicretten sonra Medine’de müşrik Araplar ve Yahudilerin de dâhil olmasıyla insanlık tarihinde ilk anayasa örneklerinden-belki de ilki-Medine Sözleşmesini, imzalamış ve hayata geçirmiştir. Bu sözleşmeyle Müslüman olmayanların inanç, fikir, can ve mal güvenlikleri teminat altına alınmıştır.11 Dinlerin ve İnançların Özgürleştiği Coğrafya Yahudiler, Hıristiyanlar, Sâbiîler, Mecusîler ve diğer din mensupları (zımmî), cizye (koruma) vergisi ödeyerek İslâmın koruyucu şemsiyesi altında yüzyıllarca can, mal kaygısı taşımadan inanç özgürlüklerini en son sınırlarına kadar kullanmışlardır. Böylece Müslümanlar, içlerinde barındırdıkları toplumların inanç, dil, din, renk ve yerel özelliklerini muhafaza etmelerine fırsat vererek yaşlı dünyaya benzersiz bir model sunmuşlardır. Farklı din ve inanç temsilcileri, sadece Hz. Peygamber’in (s) yaşadığı şehirde bulunmamışlar, bunun yanı sıra Hayber, Vâdilkurâ, Fedek, Maknâ ve Teymâ’da Yahudiler; Eyle, Ezruh, Dûmetülcendel ve Necrân’da Hıristiyanlar; ayrıca Hecer ve Bahreyn’de kısmen Mecusîler, etnik ve bölgesel kimliklerini koruyarak, özgürlüklerini ve inançlarını devletin himayesinde sonuna kadar kullanmışlardır.12 Peygamber Mescidinde Ayin Yapan Necran Hıristiyanları Bazı zamanlar da, Allah’ın Son Peygamberi, ülkelere ve kabilelere, İslâm’ı kabul etmeleri için mektuplarla çağrılarda bulunurdu.13 Nihayet Necrân Hıristiyanlarından bir grup temsilci Medine’ye ziyarette bulundu. Allah Elçisi’nin ibadet hürriyeti konusunda gösterdiği toleransın bir örneğini bu esnada görmek mümkündür: Müslüman müverrihlerin dediklerine göre Necran hristiyanları, doğu tarafına dönmüşler ve belki de Haç Putlarını da çıkarmışlar ve Câmi içinde Hıristiyanlara has ibadetlerini yerine getirmişlerdir.14 Necrânlılar, kendilerine sunulan teklifi kabul etme hususunda cesur davranamadılar ve onun yerine haraç ödemeyi kabul ettiler. Karşılığında Hz. Peygamber (s) ibadet ve inanç hürriyetlerini, can, mal ve onurlarını yasal güvence altına alan bir mektup verdi.15 7 Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, I, 51. 8 Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, I, 54. 9 Buharî, II, 6; Zebidî; III, 205; Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 322. 10 İbn Hanbel, II, 185. 11 Bu Medine Kent Devletinin Anayasası’nın belge ve metni için bkz. Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye (Hz. Peygamber Döneminin Siyasi=İdarî Belgeleri, çev: Vecdi Akyüz, İstanbul 1997, 63-73. 12 İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2003, 315-316; Ahmet Özel, “Gayri Müslim”, DİA, XIII, 420. 13 Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev: Salih Tuğ, Ankara 2003, I, 619; krş. Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye (Hz. Peygamber Döneminin Siyasi=İdarî Belgeleri, 194. 14 İbn Hişâm, es-Siyretü’n-Nebeviyye, II, 573 vd; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 1023. 15 Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi, II. baskı İstanbul 1996, I, 478. 152 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Tüm insanlar için din ve ibadet özgürlüğünün daimî bir savunucusu ve uygulayıcısı olan İslâm Peygamberi’nin bu vasfı, bahsi geçen Necran Hıristiyanları’yla yaptığı antlaşmanın muhtevasında çok açık bir şekilde gözükmektedir. Bu antlaşmanın metninin din ve inanç alanında sağladığı hak ve özgürlüklere, henüz çağdaş dünyanın gelişmiş ülkelerinin bile tam anlamıyla ulaştığını söylemek güçtür. Selam Yurdu’nun Gayr-i Müslim Sâkinleri Medine İslâm Devletinin kuzeyinde Suriye’de güneyinde Yemen ve Necrân’da yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslâmı kabul etmediler; anlaşmalar yaparak koruma vergisi cizye ödemeyi tercih ettiler. Bunun sonucunda can, mülk ve inançları güvence altında yüzyıllarca sulh içinde yaşadılar.16 Bununla birlikte Müslümanların dışındaki tebaanın, İslâm coğrafyasındaki hak, hukuk ve adalet uygulamalarından memnun oldukları görülmektedir. Yemen’de yaşayan Necrân Hıristiyanlarının, İslâm Devletiyle yaptıkları anlaşmanın boyutları daha sıcak bir ilişkiye dönüşmüştür. Onlar, doğrudan Allahın peygamberine başvurarak anlaşmazlık hususlarında İslâm adaletine teslim olmuşlardır. Necrânlıların güven telkin eden bu talepleri, Hz. Peygamber’in Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı onlara göndermesiyle karşılık bulmuştur. O dönemde ulaşılmış noktalar da göstermektedir ki, adalet ve inanç savaşçıları, bu amaçlarını İslâm coğrafyasındaki yönetimleriyle ispatladılar. Nitekim Peygamberin vefatından sonra Bizans’a karşı başlayan hareket sonucu Suriye fethedilmiştir. Fetihten on beş yıl sonra bir Nesturî papazın şu sözleri yukarıda ileri sürülenlerin gerçekliğini kanıtlamaktadır: “Allah’ın kendilerine bizim şu günümüzde hâkimiyet ettiği Tay’lılar (yani Araplar), kezâ bizim efendilerimiz oldular; fakat onlar Hıristiyan dini ile hiç savaşmadıklarından başka, bizim imanımızı da müdafaa etmekte, din adamlarımıza, ulularımıza hürmet etmekte, bizim Kilise ve manastırlarımıza”17 müdahale etmemektedirler. Hıristiyan bir papazın bu sözleri de göstermektedir ki, Müslümanlar, ehl-i kitabın mabetlerini saldırmamışlar, zarar vermemişler ve yıkmamışlar. Hatta yıkılma tehlikesi altındaki ibadet yerlerinin onarımlarına müsaade etmişler ve imkân tanımışlardır. İhtiyacı Olduğunu Muhtaç Olanlara Dağıtmak (İsâr) Evinde var olan son yiyecekleri dahi verecek kadar cömert olan Hz. Peygamber’in cömertliği ne yaşadığı çağın ne de bu çağın yöneticileriyle karşılaştıralamayacak kadar geniştir. Ancak o, çoğu zaman sıkıntı içinde ve ihtiyaçı olduğu halde, kendisine bir mal ve servet biriktirmedi. Vergilerden kendisine belli oranda verildiği halde, Hz. Peygamber onu bile dağıtmaktan çekinmezdi. Nezaketsizliğe Karşı Tahammüllü Olmak Cahiliye toplumunun bedevî alışkanlıkları, Hz. Peygamber’in şehri olan Medine’de de devam eder. Bedevîlerin İslâm Peygamber’ine karşı bazı zamanlar aşırı davranış ve fiilleri karşısında bile Hz. Peygamber sinirlenmeden ve onları incitmeden istediklerini vermeye çalışmıştır: Eğitimde kolaylaştırıcı ve cezbedici yöntemler izleyen Hz. Peygamber, sabrı ve tahammülü teşvik ve tavsiye etmiş; öfkeye ve şiddete asla fırsat verilmemesini Müslümanlardan beklemiştir. Tebliğinin de önemli bir ilkesi olan bu hususu “Öğretin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın, öfkelendiğiniz zaman susun!” sözleriyle hatırlatmış ve arkasından “Öfkelendiğiniz zaman susun” sözünü üç defa tekrar etmiştir.18 Bağışlamak, İntikam Almamak, Kin Gütmemek Kindar olmayan Hz. Peygamber özellikle şahsına karşı yapılanlardan dolayı hiç kimseden intikam almamış, en azılı ve zalim olanları bile bağışlamıştır. Hz. Aişe’nin ifadesine göre, Hz. Peygamber hiçbir zaman hoş olmayan, yakışıksız, hakaret içerikli veya müstehcen sözler söylemez, dışarıda insanların arasında yüksek sesle bağırarak konuşmaz, kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Aksine karşıdakini bağışlar, hatasını görmezlikten gelir, affeder ve hoşgörü ile olaylara yaklaşırdı.19 Hatta amcası Hamza’nın karnını yarıp, ciğerini çıkarıp, burun ve kulaklarını koparmış olanlardan bile intikam almayan Hz. Peygamber, Araplar arasında bu tür cani uygulamalar adet (müsle) olmasına rağmen, bunu da kesin bir şekilde yasaklamıştır.20 Kendisine ve ona inananlara yapılanları zihninden ve hafızasından silip affeden Hz. Peygamberin hayatında bu özelliklerinin tezahür ettiği örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Peygamberi kendi doğduğu topraklardan çıkaran, Kabe’den uzaklaştıran, akrabalarından ve ailesinden ayıran ve O’na her türlü sıkıntı ve eziyeti reva gören Mekkelilere, O’nun yaklaşımı yumuşak ve bağışlayıcı olmuştur. İntikam yerine daima affı tercih eden Yüce Peygamber, Mekke’nin hâkimiyeti eline geçtiğinde, bu vasfını İslâm askerlerine uygulamaları gerekenleri bildiren şu sözlerle ortaya koymaktadır: 16 Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, I, 463. 17 Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 919-920 (naklen; Esmânî (Assemani) Bibl, Orient, III, 2, s. XCVI) 18 İbn Hanbel; I, 239, 283, 365; Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 319. 19 Bkz. İbn İshâk, es-Sîre, 135-150, 254. 20 İbn İshâk, es-Sîre, 314-315. 153 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük “Yaralıyı öldürmeyiniz; kaçanı takip etmeyiniz; esiri öldürmeyiniz. Kapısını kapatan emniyettedir.”21 Burada Sevgi Peygamberi’nin Taiflilere yaptığı hayati bir uygulamayı hatırlatmak gerekmektedir: Hz. Peygamber, Taif’in etrafı çevrilip kuşatma altında iken insanların büyük sıkıntı ve zorluklar içinde bulunduğunu, buna bağlı olarak da açlıktan ölümlerin kaçınılmaz olduğunu haber alınca, kendisine yapılanları hiç düşünmeden hemen kuşatmayı kaldırdı. Yanında bulunanların düşmanın teslim olmak üzere olduğunu bildirmelerine rağmen Peygamber yine de kuşatmanın kaldırılması hususunda taviz vermeyerek, muhasaraya son verdirdi.22 O, önce bir peygamber, sonra da bir insan olarak bunu uygun bulmazdı. Yaşadığımız çağda, hiçbir canlının kendi türüne yapmadığını, maalesef Peygamberin bu ulvî uygulamalarının aksine, beşeriyet özelliğini yitirmiş insanlık ve onun gelişmiş korkunç silahları gerçekleştirmektedir. Selâm Medeniyetinin Temeli Dinamiği: Adalet Hz. Peygamber, diğer insanlara gösterdiği nezaket ve merhametin aynısını fark gözetmeksizin düşmanlarına da göstermiştir. Bir insan için yapılması en güç işlerden biri düşmanlarına karşı âdil olmak ve kendi elinde iken onlara özgürlüklerini vermektir. İşte bu vasıf İslâm Peygamberi’nde en mükemmel şekliyle mevcuttu. Her medeniyet ve toplumda düşmandan intikam almak meşrû bir hak olarak görülür ve çok az insan kendi hâkimiyeti altında iken düşmanını bağışlar. Hıristiyan güçler Müslümanları mağlup ettiğinde Endülüs’te, Filistin’de yapılan katliamlar ve sokak sokak, ev ev, kadın-çocuk, genç-ihtiyar farkı gözetmeksizin halkı kitleler halinde yapılan soykırımlar tarihinin hafızasında kayıtlıdır.23 Hatta haçlı seferlerinde, Hıristiyan Bizans bile bizzat dindaşları tarafından kutsal savaş adına işgal edilip, yağmalanıp yakılmıştır. Bugün de Haçlı seferlerini yapanların mirasçıları olan Amerikalıların Kızılderili ve Zencilere, Fransızların Cezayir’de Müslümanlara yaptığı katliamları, Almanların Yahudilere yaptığı soykırımları unutarak “Sevgi Medeniyeti”ni kurmuş olan bir peygamberi örnek/rehber kabul eden Osmanlıyı soykırımla suçlamaları hangi insafa sığar. Savaş hakları, düşmanın can ve malına zarar verme hususlarını içine alır: Düşman öldürülebilir, yaralanabilir, esir edilebilir ve her türlü zayiat verilir. Fakat canilik ve vahşet, özellikle de bunun kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve din 21 adamlarına yapılması, Peygamber tarafından mutlak şekilde yasaklanmıştır. Müslüman savaşçıların ölülerin organlarını kesmelerine, canlı bir mahlûku yakmalarına ve benzeri fiillerine kesinlikle izin verilmemiştir.24 Bu noktada Bosna’da Pazar yerlerinde yaşanan savunmasız sivillere yapılan katliamlar ve Irak ve Suriye’de silahsız Müslüman sivili acımasız bir şekilde öldürme gibi olaylar kayda değer hadiseler olarak insanlığın zulüm ve vahşet tarihinde yerlerini aldılar. İnsanlık şerefinin savaşta bile, ayaklar altına alınmasına göz yummayan Hz. Peygamber, her şeyin mübah olduğu zannedilen harpte esir düşen kadınlarla bile olsa, gayrı meşrû cinsel ilişkiye girmeyi sert cezalarla yasaklamıştır.25 Ancak bir hususu da hatırlatmak gerekir ki, o da Peygamberimiz kendisine savaş açanlara karşı da savaş açmaktan bir an için dahi çekinmemiştir. Bunu da Hz. Peygamber’in şu kararlılık bildiren sözlerinde daha açık bir şekilde çıkarabiliriz: “Ben rahmet peygamberi olduğum kadar harp peygamberiyim.”26 Barış Dininin (Müslüman Olmayan) İlk Siyasî Temsilcisi (Diplomatı) Hiçbir zaman, kabile ve toplulukların cebren ve silah zoruyla Müslüman olmalarını arzulamayan Peygamber (s), asla böyle bir teşübbüste bulunmamıştır. Hatta bu yönde gelen baskı ve talepleri kesin olarak reddetmiş, insanların özgür irade ve tercihleriyle İslâm’a girmelerinin ilahî yasayla uyumlu olduğunu düşünmüştür: Savaş Esirlerine İnsanca Muamele Esirlere karşı yumuşak, hoşgörülü ve cömert davranan Hz. Peygamber, sahabenin de kendisi gibi davranmasını istemiştir. Ayrıca müslümanların savaş esirlerinin ihtiyacını karşılamak ve özgürlüklerine kavuşturmak yolunda çaba göstermeleri hususunda ısrarlı olmuştur.27 Kur’ân’a göre esirin yiyeceği vermek28 ve onu doyurmak Müslüman devletin sorumluluğu altındadır. Fakat İslâmiyet’in erken dönemlerinde Allah Resulü, esirleri muharipler arasında paylaştırarak onlara karşı iyi davranılmasını tavsiye ederdi. Okuma-Yazma Öğretenlere Özgürlük el-Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, 55. 22 Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, III, 245. 23 Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, III, 270-271. 24 Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 1001. 25 Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 1003. 26 Ahmed b. Hanbel, V, 405; Takiyüddin İbn Teymiye, Siyâset-i Şer’iyye fî Islâhi’r-Râî ve’r-Râiyye, Beyrut 1988, 25; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 1035; İsmail Yakıt, Hz. Peygamber’i Anlamak, İstanbul 2003, 68-78. 27 Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, III, 275. 28 “Onlar, kendi canları çekmesiyle yoksula, yetime ve esire yedirirler.” Bkz. İnsan, 8. 154 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Hz. Muhammed (s), okuma-yazma öğretmeleri karşılığında (on Müslüman çocuğuna okuma yazma öğretmeleri sonucunda), bir kısım esirler serbest bırakır.29 Yine Hz. Muhammed’in şu uygulamaları, şiddet ve savaşın hiçbir insanî sınır ve ölçü tanımadığı yaşadığımız çağın güçleri için ibretler ve öğretici erdemlerle dolu değerleri bünyesinde barındırmaktadır. İnsan hayatına değer veren Hz. Muhammed, Bedir savaş esirlerinin akibetleri hususunda, Hz. Ömer’in öldürülmeleri teklifi yerine, Hz. Ebû Bekr’in fidye karşılığı serbest bırakılmaları önerisini benimser.30 Mutluluk coğrafyasında yaşayan toplum tek bir cemiyet ve cemaatten teşekkül etmiyordu. Zira bu toplumda¸ Yahudi¸ Hıristiyan¸ Budist¸ Zerdüşt¸ müşrik¸ münafık¸ kâfir¸ putperest ve tabii ki Müslüman bulunmaktaydı. Öyle bir toplum inşâ edilmişti ki¸ bu cemiyette günümüzün tartışılan meselelerinden biri olan “mahalle baskısı” yerine “mahalle kardeşliği (sâkini)” hâkimdi. Birlikte yaşama kültürünün özünü¸ çekirdeğini ve kökenini oluşturan bu atmosfer¸ sonraki yüzyıllarda Abbasî¸ Endülüş Selçuklu ve Osmanlı için bir yönetim modeli haline dönüşmüştür. Yaşadığımız dünyadaki savaşları ve orada esirlere yapılan insanlık onurunun ayaklar altına alan akla hayale gelmeyen muameleleri göz önünde bulundurduğumuzda, bunların İslâm Peygamberinin uygulamalarıyla kıyas kabul edemez oldukları anlaşılmaktadır. Birbirlerinin inanç¸ kültür ve yaşam biçimlerine müdahale etmeyen bu toplumsal dokuya¸ Hz. Muhammed’in bizzat şahsî uygulama ve yöntemleri kalıcı damgası vurmuştur. Ortaya çıkan hayat modelinde¸ aile¸ sokak¸ mahalle¸ şehir ve nihayetinde yeryüzü coğrafyası için mutluluğun anahtarı gizlidir. Yüzyıllar sürecek toplumsal yaşamın ilkeleri ve sınırları¸ Peygamber’in hayat ve uygulamalarıyla şekillenmiştir. Evrensel ve yöresel hayat ilkeleri içerisinde¸ Hz. Peygamber, takipçilerine “mahalle”nin tüm aktörlerine yönelik icraatları ve eylemlerin mahiyetini göstermiştir. Valilerden Uygulanması İstenen Bir Arada Yaşama Kararları Barış peygamberi Hz. Muhammed, İslâm coğrafyasını, inanç ve dinlerin özgürleştiği bir bölge haline getirmiştir. Peygamberin bu yöndeki icraatlerini, bizzat diğer dinlerin mensuplarında mevcut olan vesikalar ispatlamaktadır. Son Elçi, insanların ve toplumların inanç, ibadet, dinî ritüel ve kutsallarına müdahaleye başvurmamış, tayin ettiği vali ve yöneticelere de bu hususta önemli uyarılarda bulunmuştur. İnançları, Dinleri ve Temsilcilerini Himaye Etmek Hz. Muhammed, inanç ve din hürriyetini sadece Müslüman halk için sağlamamıştır. O, İslâm coğrafyasında bulunan diğer dinler için de, aynı özgürlükleri vermiştir. Özgürlükler; yaşam, mülkiyet, inanç, vicdan, ibadet ve din sahalarını da kapsamaktadır. Müslüman Olmayanların Çocuklarını Himaye Etmek ve Gözetmek Peygamber, sadece Müslümanların çocuklarına değil, diğer dinlerden olanların çocuklarına da ayırt edilmeyecek şekilde ilgi ve yakınlık gösteriyordu. Harp esirleri arasında bulunan çocukların bile ihtiyaçlarını kalbinde hisseden Hz. Peygamber, Beni Kurayza esirleri arasında bulunan ergenlik çağına ulaşmamış çocukların, annelerinden koparılıp uzaklaştırılmamaları hususunda titiz davranmış ve aksine hareketlere kesinlikle fırsat vermemiştir.31 “Mahalle” içi toplumsal grupları¸ aile içi ve aile dışı şeklinde ele almak mümkündür. Buradaki “aile”¸ Müslüman toplumu temsil ederken¸ aile dışı ise Müslüman olmayan diğer inanç ve kültür topluluklarını ifade etmektedir. Şimdi¸ Hz. Muhammed’in “aile içi ve aile dışı icraatları¸ nasıl ve ne şekilde gerçekleşmiştir?” sorusunun cevaplarına geçilebilir. Mescid-i Nebevî’nin İnşa Edildiği Arsanın Sahibi Yetimler Peygamberimiz yetimlerin istismar edilip¸ mallarına el konulmasının dünya ve ahirette karşılaşılabilecek şiddetli cezalardan olduğunu haber vermiştir. Toplum hizmetinde ve yararına kullanılacak olsa bile asla yetimlerin mallarına müdahale etmemiş ve başkalarının el koymasına da müsaade etmemiştir. Hatta onların¸ mallarını bu iş için bağışlamalarına bile gönlü elvermemiştir. Nihayetinde Hz. Muhammed’in uygulamaları¸ kendisinde sonraki takipçileri için en önemli ve bağlayıcı birer ilkeler manzumesidir. Hiçbir Müslüman¸ Yüce Allah’ın ve O’nun Peygamberi’nin (s.a.v) hak¸ hukuk ve ödevler çerçevesinde ruhsat vermediği¸ ilke ve prensipleri toplumuna ve diğer toplumlara dayatma ve zorlama imtiyaz ve gücüne sahip değildir. İslâm¸ dili¸ dini¸ ırkı¸ rengi¸ inancı¸ kültürü ve ideolojisi birbirinden farklı¸ hatta bazı zamanlarda birbirine zıt toplumsal grupları bir arada¸ birlikte yüzyıllardır yaşatma ortamı ve fırsatını insanlığa hediye etmiştir. Asr-ı Saadet Coğrafyasında Birlikte Yaşama Kültürü32 29 İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, II, 22-26; Taberî, Tarîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, II, 463; Markizî, İmtâu’l-Esmâ, I, 119. 30 Taberî, Tarîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, II, 474-475; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 893. 31 Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 337. 32 Bkz. Bayram Ali Çetinkaya, “Asr-ı Saadet Coğrafyasında Birlikte Yaşama Kültürü”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 85, Kasım 2007, 56-60. 155 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Irklar Ve Dinler Coğrafyası Osmanlı Tevhid Toplumu33 Son İmparatorluk Osmanlı¸ bünyesinde onlarca ırkı¸ rengi¸ etnik kökeni¸ dili¸ dini¸ inancı ve kültürü harmanlamış erdemli bir medeniyeti inşâ etmiştir. Bu uygarlık projesi¸ tevhîd medeniyeti olan İslâm’ın bir neticesi olarak neşvünema bulmuştur. Dünya kültür ve medeniyet birikiminin son halkası olan Osmanlı¸ bir anlamda Abbasî¸ Endülüs ve Selçuklu birikiminin orijinal bir sentezidir. Evliyâ Kabirlerini Ziyaret Eden Hıristiyanlar Osmanlı toplumunda¸ tarih boyunca Türklerin yanında başka milletler her daim var olmuş ve cemiyeti zenginleştirmişlerdir. Osmanlı kültür dokusu¸ tevhîd toplumunu şekillendirmiştir. Ortaya çıkan mahsulün vasıf ve kalitesi¸ öyle bir hal almıştır ki¸ bazı zamanlarda Hıristiyan¸ Yahudi ve Müslüman geleneklerinin birbirleriyle karışması sonucunda eşsiz bir numune hâsıl olmuştur. Bu numune içerisinde Hıristiyan tebaaya mensup bir kısım fertlerin Müslüman velî kabirlerini ziyaretleri garip karşılanmaz. Bu hal¸ toplum hayatında gerçekleştiği gibi¸ devlet hayatında da kendine yer bulur. Osmanlı’nın ortaya koyduğu bu bütünleştirici hayat tarzı¸ ana unsur Türklerin eseridir; dolayısıyla Türk devletinin tarihidir. Ancak ana unsurla birlikte şekillenen medeniyet¸ bugün için Osmanlı vârisi yirmiyi aşkın devlette yaşayan onu aşan milletin¸ çok dinli¸ çok dilli toplumların müşterek geçmişidir. Etnik kökeni birbirinden farklı unsurların oluşturduğu İmparatorluk¸ kan ve kabile anlayışıyla teşekkül etmemiş; 19. yüzyılın ırkçı ve milliyetçi fanatizmine dâhil olmamıştır. Klasik imparatorluklar gibi Osmanlı toplumu da¸ milletlerin iç içe olduğu bir toplum düzenini gerçekleştirmiştir. Din ve inanç alanında¸ başka imparatorluklarla karşılaştırılamayacak kadar hoşgörülü olan Osmanlı¸ bünyesinde barındırdığı bütün dinlerin din adamı ve dinî kurumlarına büyük saygı göstermiş ve onları muhafaza etmiştir. Devlet¸ ayin ve ibadet özgürlüğünü¸ vatandaşlarının faydası yönünde en uç alanlara kadar genişletmiştir. Kültürel¸ Ticarî ve Dinî Zenginlik Kaynağı: Gayr-ı Müslimler Tevhîd toplumunun önemli temsilcileri¸ sadece Müslümanlarla sınırlı değildir. Bu toplumun kayrılmış ve muhafaza edilmiş Gayr-ı Müslimleri¸ yüzyıllarca farklı bölgelerde barış ve hoşgörünün en geniş hallerini yaşamışlardır. Kültürel açıdan zengin bir İmparatorluk olan Osmanlı’nın son döneminde hiçbir devlette bulunmayacak özellikler bulunmaktadır. Zira bu erdemli medeniyetin yönetiminde ba- kan¸ vali olmuş; her dilden insanın bulunduğu Hariciye Nezâreti’nde (Dışişleri Bakanlığı) büyükelçi olarak bulunmuş çok sayıda Gayr-ı Müslimin varlığı bir hakikattir. Yönetiminde farklı dinlerin temsilcileri bulunan Osmanlı’da mevcut okullara üçte bir oranında Müslüman olmayan öğrenci alınmaktadır. Aynı şekilde Tıbbıye’nin (Tıp Fakültesi) ve Mülkiye’nin (Siyasal Bilgiler Fakültesi) üçte bir öğrencisini Gayr-ı Müslimler teşkil etmektedir. Tevhîd toplumu olan Osmanlı içinde¸ üç önemli gayr-i Müslim topluluğu bulunmaktadır: Yahudiler¸ Ermeniler ve Rumlar. Sonuç Sonuç kısmına Batılı bir entelektüel’in Hz. Muhammed hakkındaki değerlendirmeleriyle başlamak yerinde olacaktır: “Gerçekten, Hz. Muhammed’in kendisi de davranışlarında bir “kardeşlik” anlayışını benimsiyordu. Düşmanlarının ölesiye korktuğu bu adama, karşı karşıya olduğu tehlikeye rağmen çok mutlu olan Müslüman toplum içinde çok seviliyordu. Hz. Muhammed, kendisiyle diğer Müslümanlar arasına bir resmiyet uçurumu koymaya yanaşmamıştı. Abartılı unvanlardan nefret ediyor, genellikle caminin zemininde oturuyor, sık sık toplumun en yoksul üyelerinin arasında yer alıyordu. Özellikle çocukları çok seviyordu. Bir araya geldiklerinde çocukları kucağına alıp kucaklıyor ve öpüyordu. Cuma namazı sırasında camide bir bebeğin ağladığını duyarsa, namazı her seferinde planladığından daha önce bitirirdi; bebeğin annesinin içinde bulunduğu zor duruma dayanamazdı…..”34 “Bizler Batı’da asırlar boyunca Hz. Muhammed’in asık suratlı, acımasız bir savaşçı ve duyarsız bir politikacı olarak gördük; oysa son derece nazik ve duyarlı bir adamdı….”35 Yukarıda belirtilen Müslüman olmayan bir bilim kadınının objektif değerlendirmelerinin de belirttiği gibi, herkesin dostu olan Hz. Peygamber’in merhameti ve sevgisi evrensel bir nitelik göstermektedir. Arkasından fakirler, miskinler, yetimler ve dullar onun şefkat ve merhametinden nasiplenmişlerdir. Köleler, hürriyet ve insanlık onurlarını O’nun gayretleriyle elde etmişlerdir. Bununla beraber zafer zamanlarında düşmanlarına karşı yüksek bir ruhla muamele etmiş ve onlara anlatılamaz derecede merhametli ve müşfik davranmıştır. Hz. Peygamber insanların hata ve eksikliklerini yüzüne vurmaz, mahcup etmez, eleştirilerini isim vermeden yöneltirdi. Muhataplarının sert karşılık vermelerine ve şiddet uygulamalarına mukabil sürekli azim ve davetini sürdürmüştür. Özellikle Mekke döneminde daveti kabul etmeyen kabilelerden bazıları kaba, kimisi kibar, kimisi kaçamak bir şekilde olumsuz reaksiyon göstermişlerdir. Fakat o, ümitsizliğe kapılmadan, azim ve sebatla gayret 33 Bkz. Bayram Ali Çetinkaya, “Irklar ve Dinler Coğrafyası Osmanlı’nın Tevhid Toplumu”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 88, Şubat 2008, 46-51. 34 Armstrong, Hz. Muhammed İslâm Peygamberinin Biyografisi, 337. 35 Armstrong, Hz. Muhammed İslâm Peygamberinin Biyografisi, 338. 156 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük göstermiş, her fırsatta mesajını ulaştırmanın gayreti içinde olmuştur.36 Ancak Barış ve şefkat Peygamberi, hiçbir kimseye İslâmı kabul etmesi için baskı yapmamıştır. Çünkü onun misyonu insanları zorla dine sokmak değil; İslâm’ı anlatmak ve ikaz etmektir.37 Modern zamanların yönetim anlayışlarının gerçekleştirmeye çalıştığı ama tam olarak başaramadığı bir husus olarak yöneten ile yönetilen arasındaki ilişki, Peygamberin idaresinde mükemmeldir. Nitekim idare ettiği toplumu herhangi bir hükümdarla karşılaştırılmayacak bir şekilde daha yüksek bir seviyeye çıkaran Hz. Muhammed, siyasî Başkan olarak benzerleri arasında tek sayılır. Hz. Muhammed, diğer insanlara gösterdiği nezaket ve merhametin aynısını fark gözetmeksizin düşmanlarına da göstermiştir. Bununla birlikte canilik ve vahşet, özellikle de bunun kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve din adamlarına yapılması, Peygamber tarafından mutlak şekilde yasaklanmıştır. Hz. Muhammed’in bu uygulamaları, insanlık onuruna duyulan saygının gerçekleşmesine, zulüm ve vahşetin engellenmesine yönelik bir kaygının neticesi olarak dünya barışına büyük bir katkıda bulunmuştur. Yaşadığımız dünyadaki savaşları ve orada esirlere yapılan insanlık onurunun ayaklar altına alan akla hayale gelmeyen muameleleri göz önüne getirildiğinde, bunların İslâm Peygamberi’nin uygulamalarıyla kıyas kabul etmez oldukları daha iyi anlaşılmaktadır. Şu halde, İslâm’ı dinî ve ideolojik kaygı ve şartlanmışlık refleksleriyle algılamaya çalışanların iddia ettiklerinin aksine; Hz. Muhammed (s) yeryüzüne sevgiyi, barışı, huzuru, hoşgörüyü ve farklılıklarına rağmen bir arada kan dökmeden, zulmetmeden yaşamanın ilke ve modellerini sunmuş ve bunu öncelikle kendi hayatında, ailesinde ve yakınlarında uygulamıştır. Dolayısıyla milâdın üçüncü bin yılında, insanlığın aradığı yeni evrensel paradigma O’nun ortaya koyduğu hayat felsefesinde gizlidir. Hz. Peygamber’in (s) uygulamalarının kalıcılığı ise, ondan sonra gelen Abbasî, Endülüs ve Osmanlılarca âdil ve eşit bir şekilde en geniş hatlarıyla devam ettirilmiştir. İslâm dünyasının maddî ve manevî zenginliği de bu yönetim felsefesinde saklıdır. Kaynakça Afzalurrahman¸ Sîret Ansiklopedisi¸ çev: Komisyon¸ II. baskı¸ İstanbul 1996. Ahmed b. Muhammed el-Kastalânî¸ el-Mevâhibu’l-Leduniyye bi’l-Minehi’l-Muhammediyye¸ tah: S. Ahmed eş-Şâmî¸ Beyrut 1991. Akyol¸ Taha, Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiyesi’ne İl36 Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 264. 37 Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 264. ber Ortaylı ile Konuşmalar¸ IV. baskı¸ İstanbul 2002. Armstrong, Karen Hz. Muhammed İslâm Peygamberinin Biyografisi (Muhammad, A Biography of the Prophet), çev: S. Yeniçeri, İstanbul 2005. Belâzurî, Ebû Abbas Ahmed b. Yahya b. Câbir, Futûhu’l-Buldân, tah: Abdullah E. et-Tabbâ’, Ömer E. et-Tabbâ’ Beyrut 1987. Benbassa, Esther - Rodrigue¸ Aron, Türkiye ve Balkan Yahudileri Tarihi¸ çev: A. Atasoy¸ Yay. Haz: R.N. Bali¸ II. baskı¸ İstanbul 2003. Çelik, Ömer- Öztürk, Mustafa- Kaya, Murat Üsve-i Hasene (Kullukta-Ahlâkta-Âdabda En Güzel İnsan), İstanbul trz. Çetinkaya, Bayram Ali, “Küresel Şiddet Karşısında Sevgi Peygamberi ve İdeal İnsan Hz. Muhammed”, Diyanet İlmi Dergi, cilt: 42, sayı: 2, Nisan-Mayıs-Haziran Ankara 2006, 25-68. Çetinkaya, Bayram Ali, “Asr-ı Saadet Coğrafyasında Birlikte Yaşama Kültürü”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 85, Kasım 2007, 56-60. Çetinkaya, Bayram Ali, “Barış Peygamberi ve Savaş Esirleri”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 83, Eylül 2007, 58-63. Çetinkaya, Bayram Ali, “Bilge Reis/İmam Hz. Ali’nin Siyasî Öğretisi”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 76, Şubat 2007, 48-53. Çetinkaya, Bayram Ali, “Düşmanlarına Karşı Dostça Davranan Peygamber”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 78, Nisan 2007, 49-53. Çetinkaya, Bayram Ali, “Irklar ve Dinler Coğrafyası Osmanlı’nın Tevhid Toplumu”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 88, Şubat 2008, 46-51. Çetinkaya, Bayram Ali, “Kutsal ve Özgürlükler Kıskacında Batı”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 68, Haziran 2006, 36-38. Çetinkaya, Bayram Ali, “Küresel Şiddet Karşısında Sevgi Peygamberi ve İdeal İnsan Hz. Muhammed”, Diyanet İlmi Dergi, cilt: 42, sayı: 2, Nisan-Mayıs-Haziran Ankara 2006, 25-68. Çetinkaya, Bayram Ali, “Medîne, Medeniyet, İslâm Medeniyeti –Medîne’den Medeniyete”, İ. Ü. İ. F. Dergisi, sayı: 22, 2010, 5-50. Çetinkaya, Bayram Ali, “Mescid-i Nebevî’de (Peygamber Mescidi’nde) Ayin Yapan Hıristiyanlar”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 66, Nisan 2006, 38-42. Çetinkaya, Bayram Ali, “Tevhid Medeniyeti”, Somuncu Baba (Aylık-Kültür-Edebiyat ve Araştırma Dergisi), sayı: 87, Ocak 2008. Çetinkaya, Bayram Ali, İrfan ve Hikmet Peygamberi, İnsan Yayınları, İstanbul 2011. 157 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Çetinkaya, Bayram Ali, İslam Medeniyetinin Dinamikleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2014. İbn Teymiye¸ Takiyüddin, Siyâset-i Şer’iyye fî Islâhi’r-Râî ve’r-Râiyye¸ Beyrut 1988. Çetinkaya, Bayram Ali, Medine’den Medeniyete, İnsan Yayınları, İstanbul 2014. İbrahim Sarıçam¸ Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı¸ Ankara 2003. Davudoğlu, Ahmed Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1983. İnalcık, Halil, Osmanlı Klâsik Çağ (1300-1600)¸ Türkçe’ye çev: Ruşen Sezer¸ IV. baskı¸ İstanbul 2004. Diyarbekrî¸ Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasan, Târihû’l-Hamîş, Beyrut trz. İnalcık¸ Halil, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi¸ Türkçe’ye çev: Halil Berktay¸ II. baskı¸ İstanbul 2004. Ebû Abbas Ahmed b. Yahya b. Câbir el-Belâzurî¸ Futûhu’l-Buldân¸ tah: Abdullah Enîs et-Tabbâ’¸ Ömer Enîs et-Tabbâ’ Beyrut 1987. İnalcık¸ Halil, Osmanlı Klâsik Çağ (1300-1600)¸ Türkçe’ye çev: Ruşen Sezer¸ IV. baskı¸ İstanbul 2004. Eraslan¸ Sadık - Keleş¸ Ekrem, Güzel Örnek Hz. Peygamber¸ Ankara 2003. Eroğlu¸ Ahmet, Hikmet, Osmanlı Devletinde Yahudiler¸ II. baskı¸ İstanbul 2003. Esmânî (Assemani) Bibl, Orient, III, 2, s. XCVI Esposito, John I., Değişim Sürecinde İslâm, çev: A.Y. Aydoğan, A. Ünlü, İstanbul 1991. Esposito, John I., Güçlenen İslâm’ın Yankıları, çev: Erol Çatalbaş, İstanbul 1989. Fârukî¸ İsmail Râci - Fârukî¸ Luis Lâmia, İslâm Kültür Atlası¸ çev: M. O. Kibaroğlu¸ Z. Kibaroğlu¸ III. baskı¸ İstanbul 1999. Fârukî¸ İsmail Râci, Tevhid¸ çev: D. Yardım¸ L. Boyacı¸ IV. baskı¸ İstanbul 2006. Fukuyama¸ Francis, Tarihin Sonu mu?¸ çev: Y. Kaplan¸ Kayseri¸ trz Fukuyama¸ Francis, Tarihin Sonu ve Son İnsan¸ çev: Z. Dicleli¸ İstanbul 1993. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev: Salih Tuğ, Ankara 2003, Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye (Hz. Peygamber Döneminin Siyasi=İdarî Belgeleri), çev: Vecdi Akyüz, İstanbul 1997. Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, çev: N. Erinç Yurter, İstanbul trz. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev: Salih Tuğ, Ankara 2003. Haykal, Muhammad Husayn, The Life of Muhammed, trans: Ismail Ragi A. al Faruqi, Delhi 1994. İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1979. İbn Hişâm¸ es-Siyretü’n-Nebeviyye¸ tah: Mustafa es-Sakka¸ İbrahim Ebyân¸ Abdülhafîz Şelbî¸ Mısır trz. İbn Sa’d¸ et-Tabakâtu’l-Kübr⸠tak: İhsân Abbaş Beyrut trz. Kenanoğlu¸ M. Macit, Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek¸ İstanbul 2004. Makrizî¸ Takîyiddin Ahmed b. Ali b. Abdulkâdir b. Muhammed, İmtâu’l-Esm⸠tah: M. A. El-Nemisî¸ Beyrut 1999. Muhammed b. İshak b. Yesâr, es-Sîre, tah: Muhammed Hamidullah, Konya 1981. İbn Sa’d¸ et-Tabakâtu’l-Kübr⸠tak: İhsân Abbaş Beyrut trz. Vâkıdî, Muhammed b. Ömer, Kitâbu’l-Meğazî, tah: M. Jones, III. baskı, Beyrut 1984. Numânî, Mevlânâ Şiblî, Son Peygamber Hz. Muhammed (Sîretü’n-Nebî), çev: Yusuf Karaca, İstanbul 2005. Ortaylı¸ İlber, Osmanlı Barışı¸ VI. baskı¸ İstanbul 2005. Ortaylı¸ İlber, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek¸ XV. baskı¸ İstanbul 2006. Ortaylı¸ İlber, Son İmparatorluk Osmanlı¸ II. baskı¸ İstanbul 2006. Özel, Ahmet, “Gayri Müslim”, DİA, XIII. Sarıçam, İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2003. Şeriati¸ Ali, Medeniyet Tarihi I¸ çev: İ. Keskin¸ II. baskı¸ Ankara 1998. Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İstanbul 2003. Taberî¸ Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Tarîhu’r-Rusul ve’lMulûk¸ tah: M. Ebû’l-Fadl İbrahim¸ VI. baskı¸ Kahire 1990. Takiyüddin İbn Teymiye, Siyâset-i Şer’iyye fî Islâhi’r-Râî ve’r-Râiyye, Beyrut 1988. Tolstoy, Lev Nikolayeviç, Hz. Muhammed, Rusça’dan Azericeye çev: T. H. Aliyev, V. T. Halilov, Azerice’den Türkçe’ye çev: A. Arslan, III. baskı, İstanbul 2005. Vâkıdî¸ Muhammed b. Ömer, Kitâbu’l-Meğazî¸ tah: M. Jones, III. baskı¸ Beyrut 1984. Yakıt¸ İsmail, Hz. Peygamber’i Anlamak¸ İstanbul 2003. 158 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Rifat Feyziç Karadağ Müftüsü Karadağ’dan İslâm ve Barışa Bakmak Muhterem Diyanet İşleri Başkanım, Saygıdeğer Valim, Kıymetli katılımcı âlimler ve saygıdeğer misafirler. Hepinizi en kalbi duygularla saygıyla selamlarım. Bizleri bu güzide davete ve hoşgörü şehri, peygamberler şehri, ilim ve medeniyet kenti olan ismi ile müsemma şanlı olan Şanlıurfa’ya davetleri sebebi ile hasseten saygıdeğer Vali beye yürekten teşekkürü borç bilirim. Efendim Ben Avrupa’dan ,Batı Balkan ülkesi ,Doğu Avrupa ülkesi olarak anılan Karadağ´dan uluslararası adıyla Montenegro´dan geliyorum. Avrupa’ya ve genel anlamda batıya; medeniyeti, nezaketi, nezaheti, adaleti,merhameti, sevgiyi ve beraber yaşama kültürünü İslam medeniyeti ile öğrenen Avrupa´dan geliyorum. Evet,mübalağasız söylüyorum ilmi, irfanı medeniyeti, temizliği cümle güzellikleri Batı dünyası İslâm medeniyetinden öğrenmiştir. Düşünün, benim doğduğum ve yaşadığım bölgede İslam Medeniyeti 500 yılı aşkın hüküm sürdü. Bu süre içinde kan yoktu, sevgisizlik, nefret, merhametsizlik yoktu… Bilâkis, beraber yaşama kültürü vardı, sevgi vardı, adalet vardı… Dile kolay, 500-600 yıl… İslâm medeniyeti, adalet ve merhamet üzere inşa edilmemiş olsaydı, bu kadar yıl orda kalınabilir miydi? Eğer bugün bazılarının kendi uydurdukları ve kendileri tarafından ihdas edilen, beslenen ve insanlığın başına bela edilen terörist yapılar bu anlayışı İslâmdan almış olsaydı 500 yıl batıda hüküm sürmüş kaynağını İslâmdan alan bir devlet yeryüzünü ne hale getirmiş olurdu? Düşünün, düşünelim bugün Afrika ülkelerinde elli yıl hüküm sürmüş batılı medeni(!) ülkeler o ülkeleri ne hale getirmiştir ? Dillerini, kültürlerini, değerlerini tamamen kaybetmiş toplumlar görürsünüz… 500 yıl benim yaşadığım bölgede hüküm sürüdü Devleti Aliye Osmanlı... Ne BM vardı, ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi vardı, ne şu ne bu teşkilat vardı. Baskıcı, zalim bir idare olsaydı bugün Balkanlarda ne Sırp kalırdı, ne Boşnak kalırdı ne Arnavut… Ve ne de şuan ko- nuşulan diller kalırdı. Ama vakıa öyle değil, oradaki insanlar dillerini de, dinlerini de, kültürlerini de korudular ve nesilden nesile aktardıla. Hâtta İslâm onların korumasını ve korunmasını telkin etti. Onlara zulümedenin karşısında Hz Peygamber yevmi kıyamette davacı olacağını beyan buyurmuştur. İslâm fıtrat dinidir. İslâm hayatın kendisidir. Hiçbir zaman tebaalarını gettolaştırmamıştır. Hayattan ve toplumdan koparmamıştır. İslâm, hiçbir topluma topyekûn düşman mührü vurmamıştır. Örneğin benim bölgemde yakın tarihte büyük bir katliam yaşandı. Srebrenica´da bu acı tabloya rağmen biz topyekûn Sırplara katliamcı, soykırımcı demiyoruz. Keza, Azerbaycan’da Hocalı´da büyük bir dram yaşandı bu acı tablo karşısında bile ben topyekûn Ermenilere soykırım ithamında bulunulduğunu duymadı. Bu konudaki çifte standarda bakınız? Osmanlı Devleti, yaşadığı ihanetler sebebi ile idari bir tasarrufta bulunuyor ve Ermenilerin tehcir kararını alıyor. Dikkat edin asmıyor, öldürmüyor kesmiyor, zulm etmiyor sadece tehcir ettiriyor. Aslında onları ve devleti koruma gayesi ile bu kararı alıyor , öyle ki yol güzergahınca gerekli tedbirleri aldırıyor, yol boyunca insanlara yardımcı oluyor. Yol güzergâhındaki idarecilere İstanbul özel talimatlar gönderiyor. İnsanların güvenliklerini ve ihtiyaçlarını karşılıyorlar… Ben geçenlerde bir vesika gördüm çok anlamlı bir belge. Bir Osmalı idarecisi yol güzergâhında alması gereken tedbirler konusunda ihmali sebebi ile devlet tarafından cezalandırılıyor o insanların ihtiyaçlarını karşılamadığı ve ihmalde bulunduğu için idam ediliyor. Düşünebiliyor musunuz, soykırımı düşünen bir devlet böyle bir şey yapar mı? Öyle bir tarihte dünya savaşı var, haritalar masa başında çiziliyor yüzbinler, milyonlar katlediliyor ve bin bir dertle mücadele eden Osmanlı Devleti, bütün bu olumsuzluklara rağmen, gayrimüslimlerin bütün hak ve hukukunu koruma altına alıyor. Doğrusu batılılar da bunun farkında ama gaye farklı. Şimdi müsaadenizle İslâmın o evrensel barış anlayışına dair kaynağından misallere geçmek istiyorum. İslâm kelimesi, Arapça’da «barış» kelimesiyle aynı anlama gelir. İslâm, Allah’ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli 159 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı insanlara sunmak için indirilmiş bir dindir. Allah tüm insanları, yeryüzünde merhametin, şefkatin, hoşgörünün ve barışın yaşanabileceği model olarak İslâm ahlâkına çağırmaktadır. Bakara Suresi’nin 208. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: «Ey iman edenler, hepiniz topluca «barış ve güvenliğe» (Silm’e, İslam’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.» Ayette görüldüğü gibi Allah, insanların «güvenliği»nin ancak İslâma girilmesi, Kur’an ahlâkının yaşanmasıyla sağlanabileceğini bildirmektedir. Allah bozgunculuğu lanetlemiştir. Allah, insanlara kötülük yapmaktan sakınmalarını emretmiş; küfrü, fıskı, isyanı, zulmü, zorbalığı, öldürmeyi, kan dökmeyi yasaklamıştır. Allah’ın bu emrine uymayanlar, ayetin ifadesiyle «şeytanın adımlarını izleyenler» olarak nitelendirilmiş ve açıkça Allah’ın haram kıldığı bir tutum içerisine girmişlerdir. Kur’an’da bu konudaki birçok ayetten sadece iki tanesi şöyledir: «Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir.» (Rad13/, 25) Görüldüğü gibi, Allah, İslâm dininde, terör, şiddet anlamlarını da kapsayan her türlü bozgunculuk hareketini yasaklamış ve bu tür bir eylem içinde olanları lanetlemiştir. Müslüman dünyayı güzelleştiren, imar eden insandır. İslâm, düşünce hürriyetini ve hoşgörüyü savunur. İnsanların fikir, düşünce ve hayat hakkını açıkça sağlayan ve güvence altına alan bir din olan İslâm, insanlar arasında gerginliği, anlaşmazlığı, birbirlerinin hakkında olumsuz konuşmayı ve hâtta olumsuz düşünceyi (zan) dahi engelleyen ve yasaklayan emirler getirmiştir. Değil terör ve çeşitli şiddet eylemi, İslam, insanların üzerinde fikri olarak bile en ufak bir baskı kurulmasını yasaklamıştır: «Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır» (Bakara, 2/256 İnsanların bir dine inanmaya veya o dinin ibadetlerini uygulamaya zorlanması, İslâmın özüne ve ruhuna aykıdır. Çünkü İslâm, inanç için hür iradeyi ve vicdani bir kabulü şart koşar. Elbette Müslümanlar birbirlerini Kur’an’da anlatılan ahlaki vasıfların uygulanması için uyarabilir, teşvik edebilirler. Ama asla bu konuda bir zorlama yapılamaz. Ya da dünyevi bir imtiyaz tanınarak, kişi dini uygulamaya yönlendirilemez. Bunun aksi bir toplum modeli varsayalım. Örneğin insanların ibadet yapmaya zorlandıklarını farzedelim. Böyle bir toplum modeli İslâma tamamen aykırıdır. Çünkü inanç ve ibadet, sadece Allah’a yönelik olduğunda bir değer taşır. Eğer bir sistem insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar o sistemden korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda Allah rızası için dinin yaşanmasıdır. Allah masum insanların öldürülmesini haram kılmıştır. Bir insanı suçsuz yere öldürmek, Kur’an’a göre en büyük günahlardan biridir: “Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan bir çoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.” (Maide, 5/32) Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, masum insanları haksız yere öldüren kişiler büyük bir azapla tehdit edilmişlerdir. Allah tek bir kişiyi öldürmenin, bütün insanları öldürmek kadar ağır bir suç olduğunu haber vermiştir. Allah’ın sınırlarını koruyan bir insanın, değil binlerce masum insanı katletmek, tek bir insana bile zarar verme ihtimali yoktur. Dünyada adaletten kaçarak cezadan kurtulacağını sananlar, öldükten sonra, ahirette Allah’ın huzurunda verecekleri hesaptan asla kaçamayacaklardır. İşte bu nedenle ölümlerinin ardından Allah’a hesap vereceklerini bilen müminler Allah’ın sınırlarını korumakta büyük bir titizlik gösterirler. Allah, müminlere şefkatli ve merhametli olmalarını emreder. Bir ayette Müslüman ahlakı şöyle anlatılmaktadır: “Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır.” (Beled, 90/17-18) Allah’ın, ahiret günü kurtuluşa erenlerden olmaları, rahmetine ve cennetine kavuşabilmeleri için kullarına indirdiği ahlakın en önemli özelliklerinden biri ayette görüldüğü gibi “merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak”tır. Kur’an’da tarif edilen İslâm son derece aydınlık, ilerici bir yapıya sahiptir. Gerçek Müslüman, her şeyden önce, barışçı, hoşgörülü, demokrat ruhlu, kültürlü, aydın, dürüst, sanattan ve bilimden anlayan, medeni bir kişilik yapısına sahiptir. Kur’an’ın getirdiği güzel ahlakla yetişen bir Müslüman, herkese İslâmın öngördüğü sevgiyle yaklaşır; her türlü fikre karşı saygılıdır; estetiğe ve sanata değer verir, olaylar karşısında her zaman uzlaştırıcı, gerilimi azaltan, kucaklayıcı, itidalli davranışlar sergiler. Böyle insanların oluşturdukları toplumlarda ise, bugün en modern devletler arasında gösterilen ülkelerden daha gelişmiş bir medeniyet, yüksek bir toplumsal ahlak, neşe, huzur, adalet, güvenlik, bolluk ve bereket hakim olacaktır. Allah hoşgörü ve affediciliği emretmiştir. Kur’an-ı Kerim’in Araf Suresi’nin 199. ayet-i kerimesindeki “Sen af yolunu benimse” sözleriyle ifade edilen “affedicilik ve hoşgörü” kavramı, İslam dininin temel kaidelerinden birini oluşturur. İslâm tarihine bakıldığında, Müslümanların Kur’an ahlakının bu önemli özelliğini sosyal hayata nasıl geçirdikleri çok açık bir şekilde görülür. Müslümanlar ulaştıkları her noktada, 160 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük hatalı uygulamaları ortadan kaldırarak hür ve hoşgörülü bir ortam oluşturmuştur. Din, dil ve kültür bakımından birbirine taban tabana zıt olan halkların aynı çatı altında barış ve huzur içerisinde yaşamalarını sağlamış, kendisine tabi olanlara da büyük bir ilim, zenginlik ve üstünlük kazandırmıştır. Nitekim büyük bir coğrafyaya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğunun varlığını yüzyıllarca devam ettirebilmesindeki en önemli nedenlerden biri, İslâmın getirdiği hoşgörü ve anlayış ortamının yaşanması olmuştur. Asırlardır hoşgörülü ve şefkatli yapılarıyla tanınmış olan Müslümanlar, her zaman dönemlerinin en merhametli ve en adil kişileri olmuşlardır. Bu çok uluslu yapı içerisindeki tüm etnik gruplar, yıllarca mensubu oldukları dinleri özgürce yaşamışlar, üstelik dinlerini ve kültürlerini yaşayabilecekleri tüm imkanlara da sahip olmuşlardır. Gerçek anlamda Müslümanlara mahsus olan hoşgörü, ancak Kur’an’ın emrettiği doğrultuda uygulandığında tüm dünyaya barış ve esenlik getirir. Nitekim Kur’an’da “İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel bir tarzda(kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost (un) oluvermiştir.” (Fussilet, 41/34) ayet-i kerimesi ile bu özelliğe dikkat çekilmiştir. mubalâğalı ism-i fail kalıbıdır. Evet Yüce Allah, sevgi kaynağıdır. Sevgiyi O yaratmış ve bizim özümüze de «Kendi Ruhu›ndan üflerken» sevgiyi O yerleştirmiştir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur: “Rabbim Rahimdir, Vedûddur” (pek merhametlidir, kullarını çok sever).”(Hûd, 11/90) İşte kendisi her bakımdan güzel olan ve güzeli seven Yüce Allah, fıtratlara sevgiyi yerleştirmiş ve onun söz ve davranışlara yansımasını sağlamak için sevgi yumağı peygamberler göndermiş, sevmeyi ve sevilmeyi sağlayan düsturlar mecmuası kitaplar indirmiştir. Son olarak da Hz. Muhammed (s.a.s)'i göndererek, «birbirini yemede sırtlanları geçmiş» olan insanlardan, birbirini seven, başkasını kendisine tercih eden Müslümanlar yetiştirmiştir. Bu konudaki pek çok âyetten birisi şöyledir: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız.”(Âl-i İmran, 3/103) Tüm bunlar, İslâmın insanlara öğütlediği ahlak özelliklerinin, dünyaya barış, huzur ve adalet getirecek erdemler olduğunu göstermektedir. Şu an dünya gündeminde olan ve adına «İslami terör» denen vahşilik ise, Kur’an ahlakından tamamen uzak, cahil ve bağnaz insanların, dinle gerçekte hiç bir ilgisi olmayan canilerin eseridir. İşledikleri vahşetleri İslam kisvesi altında yürütmeye çalışan bu kişi ve gruplara karşı uygulanacak kültürel çözüm, gerçek İslam ahlakının insanlara öğretilmesidir. Başka bir deyişle, İslâm dini ve Kur’an ahlakı, terörizmin ve teröristlerin destekleyicisi değil, yeryüzünü terörizm belasından kurtaracak çaredir. İslâm›a göre en büyük fetih, barıştır. Nitekim Fetih Sûresi’nin ilk âyeti olan “Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik” âyetindeki “Feth-i Mübin”den kasıt, pek çok tefsirciye göre, Hudeybiye Barış Anlaşmasıdır (Taberî, 26:67-68; İbn Kesîr, 4:183) Neredeyse savaşın eşiğine gelmiş iki grup arasında imzalanan bu anlaşmanın en önemli maddesine göre ise, Müslümanlarla Mekke müşrikleri on yıl süreyle birbirleriyle savaş yapmayacaklardı. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarından sonra Hicretin 6. yılında yapılan bu anlaşma ile Peygamberimiz (s.a.s.), güven ve barış dini İslâmın yayılmasının önündeki savaş engelini kaldırmıştır, bir bakıma, insanlar ile iradî tercihleri ve doğruyu bulma arasındaki engel kaldırılmıştır. Barış dini ve sevgi Peygamberi: Peygamberler, dünyayı esenlik ve barış yurdu hâline getirmek için görevlendirilmiş kimselerdir. Onlar, insanlığa “barış ve esenlik” anlamına gelen İslâm dinini ulaştırmak için gönderilmişlerdir. Yüce Allah da Kur’ân’da, “Allah katında yegâne geçerli din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19) buyurur ve bütün peygamberlerin bu dini insanlara tanıtmak için geldiğini ve bu konuda peygamberlerin ilk örnekleri insanlara sunduğunu haber verir. Hz. Peygamber (s.a.s.), varlığı insanlığın hayır ve yararına olan toplumu oluşturmak için çalışmış ve sonuçta böyle bir toplumu oluşturarak bu dünyadan ayrılmıştır. Nitekim, Onun sağlığında Hayber Yahudileri, Müslümanlardan gördükleri adalet ve hakkaniyet karşısında “Herhalde Cennet, Müslümanların eliyle yeryüzünde kuruldu” demekten kendilerini alamamışlardır. Peygamberimiz (s.a.s.), bizzat kendi hayatıyla bunun en güzel misalini sunmuştur. Aynı şekilde Müslümanın bir adı da “emniyet ve güven sahibi” anlamında ‘”mü’min”dir. Yüce Allah’ın bir adı da ‘Mü’min’dir. Dolayısıyla güven kaynağı Yüce Allah’a inanan, O’na bağlanan mü’min, kendi iç dünyasında tutarlı, huzurlu olan ve iç dünyasında kurduğu bu güven ortamını dış dünyaya taşıyan kimse demektir. Bu yüzden inanan insanın varlığı, herkes için hayırdır. Nitekim Kur›ân, İslâm toplumundan bahsederken şöyle buyurur: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmran, 3/110) Nitekim O, daha peygamber olmadan Mekke’de sergilediği kırk yıllık örnek hayatında herkesin takdirini kazanmış ve ‘Muhammedü’l-Emîn’ (Güvenilir Muhammed) denilmeye başlanmıştı. Onun bu güvenilirliği ve saygınlığı kendini, Hz. Hatice (ra)’nin ona uluslararası ticaret işlerini teslim etmesinde, Kâbe’deki Hakemlik olayında ve Mekke’de haksızlıklarla mücadele adına kurulmuş olan Hılfu’l-Fudul cemiyetinin saygın bir üyesi olmasında göstermişti. Yine peygamber olmadan önce yaptığı ticari ortaklıklarda O’nun güvenilirliği ve dürüstlüğü herkesin dikkatini çekmekteydi. O’nun peygamber olmadan önceki hayatı, altmış üç yıllık ömrünün yarısından fazla, kırk yıllık uzun bir süredir. O, bu dönemde Allah’tan vahiy almadan önce de, bir insan olarak tertemiz ve İslâm dininin sahibi olan Yüce Allah›ın bir adı da Vedûd›dur(Hûd 11/90). Vedûd, çokça seven ve sevilen anlamına 161 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük herkes için bir emniyet âbidesi olarak yaşamıştı. Hem de pek çok insanın pek çok erdemden yoksun olduğu bir dönemde. Bu sebeple O’nun, peygamber olmadan önceki ahlâkî güzelliği, olumsuz şartları bahane ederek işledikleri kötülükleri, yahut yapmadıkları güzellikleri örtbas etmeye çalışan günümüz insanı için son derece önemli ve anlamlıdır. O’nun peygamber olmadan önce de güzellikleriyle toplum içerisinde tanınan bir insan olduğunu açıklayan Kur’ân âyetlerinde şöyle buyurulur: “Yoksa Peygamberlerini henüz tanımadılar da, bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?” (Mü’minûn, 23/69) Sevgi gönülde yer eden, dış dünyaya söz ve davranışlarla yansıyan bir duygudur. Sevgi bir verme eylemidir. Sevdiğine gönül verme, sevdiği uğruna verilmesini gerekeni vermedir sevgi. Peygamber (s.a.s)’i sevmek, O’na gönül vermek, özveride bulunma, hattâ gerektiğinde O’nun uğruna malını ve canını verme ile olur. Bu ise, O’nu tanımak, O’nu izlemek, O’nun sevdiklerini sevmek, O’nun bize emanetleri olan kitap ve sünnete saygı duymak ve sahip çıkmak, hiçbir konuda O’nun önüne geçmemekle gerçekleşir. Bilgi olmadan sevgi olmaz. Bu yüzden, O’nu doğru bir şekilde tanımadan lâyıkıyla sevemeyiz. O’nun sevgisini sadece adını taşımak ve adını saygıyla anmak, O’nun özel eşyalarına (Mukaddes Emanetler) saygı duymakla sınırlamak doğru değildir. O’nu sevmek demek, O’nu saygıyla ve çokça anmak demektir. Tevhidi okurken, ona salâvat getirirken, ezan-ı Muhammedî okurken-dinlerken, namazda tahıyyatta “Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ey Nebî!” derken, salli-bârik dualarını okurken O’nu andığımızın farkında olmaktır. Sevilmek için sevmek gerekir. Sevgiyi hak etmek, sevmek ve sevilmek için ise sevgi kaynağı Yüce Allah ile bağlantılı olmakla mümkündür: İman edip, makbul ve güzel işler yapanları Rahman, (hem Allah, hem de mahluklar nezdinde) sevgili kılacaktır...» (Meryem, 19/96) Sevginin kaynağı, bir adı da Vedûd olan Allah’tır. “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve peygamberine itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran, 3/31-32) Anadolu’da Peygamber Sevgisinin Tezahürleri O’nun ismi ve O’nu hatırlatan isimler: Muhammed, Ahmed, Mustafa,.. Gül, Güllü, Güldane, Gülber,.. Her Türk küçük Muhammed, yani bir Mehmetçiktir. Ehl-i Beytinin isimleri: Hasan, Hüseyin, Ali, Fatma, Ayşe, Hatice,.. Her Türk kızı bir küçük Ayşe’dir, Fatma’dır. Sırf O’nun ismine saygısızlık olmasın diye, O’nun ismini taşıyan bir kişi bir yaramazlık yapınca adının başına kötü bir ek alır da yanlış anlaşılmalara sebep olur diye, ‘Muhammed’ ile aynı şekilde yazılan ve fakat ‘Mehmed’ diye telaffuz edilen isim bize hastır. O’nun en güzel medhiyeleri olan mevlidler, kaside ve natlarve diğer şiirler, bizim edebiyatımızda büyük bir yer tutar. O’nun adı anılınca, kalbimizdesin anlamına ellerimizi göğsümüze götürürüz. Adını saygı ve salâvatlarla anarız. Mübarek gün ve geceler, düğün, cenaze, asker uğurlama gibi pek çok özel gün, O’nun mevlidi okunarak kutlanır. Mevlidde O’nun doğumunu anlatan dizeler okunurken, sanki O karşımızdaymış gibi ayağa kalkarız. Mescidlerimiz, evlerimiz O’nun adı, şemaili yazılı levhalarla süslüdür. O (s.a.s.), Allah’ın sevgilisi (Habîbullah) dir. O’ndan bize kadar gelen özel eşyaları, tarih boyunca bizim onurumuz ve gururumuz olmuştur. Şairlerimiz saba rüzgarlarıyla, akan sularla, hacca giden insanlarla, çocuklarımız hacı leyleklerle hep ona selâm göndermişlerdir. Ama O sevgi odağına karşı sorumluluklarımız bunlarla sınırlı kalmamalıdır. O’nu bütünüyle ve sağlıklı bir biçimde tanıyarak, O’nu izlemeli ve O’na yaraşır Müslümanlar olmaya gayret etmeliyiz. Kaynaklar Asım Köksal, İslâm Tarihi; Buharî, el-Edebü’l-Müfred; Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi; Ebû Avâne, Müsned; İbnHişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye; İbnü’l-Arabî, İlâhî Aşk, (Çev. Mahmut Kanık), İstanbul, 1998; Kâdî Iyâz, Kitâbü’ş-Şifâ; Ma’mer b. Raşid, el-Cami’; Mehmet Bayraktar, “Asr-ı Saadette Çevre Bilinci”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm; Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları; Münavî, Feyzu’l-Kadîr; Taberî, Tefsîr; İbn Kesîr, Tefsîr; Râzî, Tefsîr; Kurtubî, Tefsîr. 162 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük V. Oturum Prof. Dr. Fikret Karaman İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam Anabilim Dalı Batı'nın İslam Barışına Karşı Tutum ve İmajı Kamil Samatov / Hantı-Mansi Özerk Okrugu-Yugra İslamofobi Karşısında Batı Ülkelerinin Tavrı ve Hanti Mansi Müslümanları Prof. Dr. Adas Yakubauskas Beşeri Bilimler Doktoru, Mykolas Romeris Üniversitesi Öğretim Üyesi, Litvanyalı Tatar Toplulukları Birliği’nin Başkanı, Vilnius Mykolas Romeris Üniv. Litvanya Tatar Müslümanları Cemiyeti Başkanı Dün ve Bugün Litvanyalı Tatarlar Sawadogo Yacouba / Burkina Faso Yardım Cemiyeti Başkanı Batı Afrika’da Terör ve Terörist Hareketler Prof. Dr. Fikret Karaman İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam Anabilim Dalı. Batı’nın İslâm Barışına Karşı Tutumu ve İmajı İslam Dünyasının Görüntüsü Çağımızda İslâm coğrafyasının merkezi olan Ortadoğu’da, izahı zor olaylar yaşanmaktadır. Bu çarpıcı görüntüleri, rahmet ve barış dini olan İslâmiyetle özdeşleştirmek mümkün değildir. Bölgedeki problemler, zincir halkaları gibi uzayıp gitmektedir. Olup biten olaylara baktığımızda İslâm dininde yeri olmayan, yanlış ve şaşırtıcı bir tablo ile karşılaşmaktayız. Ne yazık ki bu garip ve şaşırtıcı gelişmeler karşısında İslâm âleminin tutum, davranış ve açıklamaları yeterli değildir. Her geçen gün, İslâm dünyasının hareket kabiliyeti daralmaktadır. Batı ve dünyanın uç noktalarında bulunan devletler, bölgede daha etkin bir rol oynamaktadırlar. İslâm ülkelerinin kendi aralarındaki ihtilaf ve çekişmelerinden yararlanan bu güçler, bölgenin demografik ve etnik yapısına göre yeni haritalar çizmek dâhil birçok seçeneği masaya koymuşlardır. Batı 19. asrın başından itibaren yabancı ülkelere müdahale etmenin adını “Yeni Dünya Düzeni” olarak açıklamaktadır. 21. asrın başında ise başka ülkelerin topraklarında bulunmanın adını da “Barış ve Huzur” koymuşlardır. Batı sömürgeleştirdiği uzak doğu, Hindistan, Afrika ve diğer ülkelere görünürde yardımcı olmak gibi masumane bir mazeretle gitmiştir. Oysa asıl amaçları, varsa o bölgelerin petrollerini, yer altı madenlerini ve deniz limanlarını keşfedip ülkelerine katma değer sağlamaktır. Ucuz işçilik elde etmek ve kendilerine yeni pazar alanları açmaktır. Doğal olarak bütün bu maddi ve dünyevi kazançları elde ettikten sonra onların inanç, örf ve adetlerini de kendilerinkine benzetmektir. Bunu başarmak ve gerçekleştirmek için kendilerine her şey serbest ve mubah olmalıdır. Bu gerçeği bir Afrika yerlisi şöyle dile getirmiştir: “Batılılar Afrika’ya geldiklerinde, onların elinde İncil bizim elimizde topraklarımız vardı. Şimdi bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız var”1 Aradan iki asır geçti. Hâlâ o devletler, kabile ve sömürge olarak Batı’nın arka bahçesi gibi varlık içinde yokluk yaşamaya devam etmekte- dirler. Batı ise kendine yeni alanlar açmak için, meşruiyet zemini hazırlamaya devam etmektedir. Tıpkı ABD’nin 2000 yıllarından itibaren Irak’ın iç işlerini gerekçe göstererek, oluşturdukları koalisyon güçleriyle on beş yıldan beri bölgede kalmaları gibi. Yine bu süre içinde barış ve insan hakları adına Libya, bir daha toparlanamayacak şekilde darmadağın edilerek yeniden aşiret devleti haline getirilmiştir. Şimdi ise aynı oyun, Suriye üzerinde daha derin ve genişletilerek oynanmaktadır. Bu hızlı gelişmeler karşısında İslâm dünyası, zaman kaybetmeden olup bitenleri mercek altına almalıdır. Aksi halde her geçen gün batı kamuoyu, İslâm dini ve onun temel değerleri hakkında ilmi gerçeklerle örtüşmeyen istismarlara devam edecektir. Batı ve İslâm Algısı Batı düşüncesinde doğu denince İslâm dini ve onun mensupları akla gelmektedir. Bu nedenle tarih boyunca batı dünyası Doğu’ya, İslâm dinine ve Hz. Muhammed (sav)’e ön yargılı yaklaşmıştır. Bu ön yargılı tutumu nedeniyle bilimsel kaynaklara itibar etmemiş, duygusal ve yüzeysel bir zemin üzerinden seyretmiştir. Örneğin, Batı İslâm dışındaki Buda, Hinduzim ve Şintoizm gibi doğu dinlerine yönelik eleştirileri hiç olmamıştır. Fakat İslâm dini söz konusu olunca şartlar değişmiştir. İslâm dinine, Kur’an’ının içeriğine ve Hz. Muhammed’(sav)’in nübüvvetine karşı şüpheci sorgulayıcı ve inkârcı bir üslupla yaklaşmıştır.2 İngiliz sömürgeciliğini övdüğü için ilk Nobel ödülünü alan şair Rudyard Kipling ( 1865-1936) bir şiirinde şöyle diyor: “Batı batıdır/ doğu doğudur. Bu ikili hiçbir zaman bir araya gelmeyecektir. Ta ki yer ve gök, Tanrı’nın büyük hüküm kürsüsünde hazır bulunana kadar” Bu örnekten yola çıkarak Batı’nın Doğu’yu ve İslâm dünyasını “öteki” olarak görmesi 1 Şaban Ali Düzgün, Müslüman İmajı “Batı’daki İslam İmajını Oluşturan Temel Etkenler”, s, 259, TDV Yayınları, Ankara, 1996 2 Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, (Terc., M. Said Mutlu) İrfan Yay., s, 154, İstanbul, 1972 164 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük şeklindeki düşüncesini, İslâm’ın ilk yıllarına kadar götürmek mümkündür.3 Nitekim VII. yüzyılda Şam’da yaşayan Ortadoğu Hristiyanlarından St. John, Hz. Peygamber (sav) için “sahte peygamber” ifadesini kullanmıştır. Aynı düşüncenin uzantısı olarak 2000 yılında Amerikalı Evangelist Jerri Fahwel ise, Hz. Peygamber (sav) ‘in “şiddet” taraftarı olduğunu söylemiştir.4 Aslında Batı’nın, bu iki tarih arasında geçen sürede, İslâm dini hakkındaki düşüncesi çok değişmemiştir. Sadece dönemlere göre renk tonları ve kullandığı argümanlar farklı olmuştur. Batı topraklarında yetişen misyonerler, yazarlar basın mensupları Hz. Peygamber ( sav)’ı cahil, çok evlilik, savaş taraftarı, şiddet ve terörle ilişkilendirecek kadar taşkınlıklarda bulunmuşlardır. Kur’an’ı Kerimin de Peygamber tarafından yazıldığını iddia etmişlerdir. Bu ve daha benzeri aşırılıklar, iftiralar hız kesmeksizin son yıllarda ifade özgürlüğü ve siyaset zemininde tahrik amaçlı artarak devam etmektedir. Dünya barışını zedeleyen bu gelişmelere batı, ya sesiz kalmakta veya zımnen meşru saymaktadır. İslâm ülkelerinde ise, ne yazık ki bu taşkınlıklara bilim, düşünce ve siyaset alanında dur diyecek bir kamuoyu henüz oluşmamıştır.5 Son yarım asırdan bu yana İslâm ülkelerindeki bu boşluğun mevcudiyeti, Batı âleminin iştahını iyice kabartmıştır. Bugün dünyada 1,7 milyar civarında Müslüman yaşamaktadır. Bunların %73 kadarı bağımsız devlet halinde varlığını sürdürmektedir. Geriye kalan %27 kadarı ise bulundukları ülkelerin yönetiminde, azınlık veya vatandaşı konumundadır. Artık 21. asırda insan unsurunun yaşadığı her yerde, Müslümanlar da aynı toplumla iç içedir.6 Bulundukları ülkelerde azınlık statüsünde olsalar bile, evrensel insan hakları bağlamında bu kitlenin inanç değerlerine saygılı davranmak insani ve hukuki bir zorunluluktur. Oysa, son çeyrek yüzyılda Avrupa’da 10 milyondan fazla Müslüman yaşamasına rağmen, batı medyası Hz. Muhammed (sav) başta olmak üzere İslâmi değerlere, sembollere, hakaretlerde bulunarak adeta şiddet, terör ve kargaşa ortamına davetiye çıkarmaktadır. Batı’nın İslam imajı hakkında bilgi sahibi olmak için, öncelikle bu dünyanın İslâmi âlemine bakışını bilmek gerekir. Buna göre Batı, İslâm imajını oluşturmak amacıyla belirleyici bazı faktörleri birlikte harekete geçirmektedir. Bu belli başlı faktörlerle; medya organları, akademisyenler, uzmanlar, gözlemciler, araştırma kurumları, lobi şirketleri, film yapımcıları, edebiyat insanları, siyasetçiler gibi güçlü ve yaygın bir ağ örmektedir. Böylesine karmaşık bir ağın oluşturduğu imajlar, bir müddet sonra “yalan” yahut “kasıtlı” olmanın ötesinde bir gerçeğe dönüşmektedir. Artık insanlar kendilerine sunulan imajlara çoktan inanmaya başlamışladır. Sonuçta Batı bu imaj bulutları üzerinden Müslümanların iç işlerine müdahale etme gibi bir meşruiyet zeminini hazırlamaktadır. Fransadaki görevim esnasında kendisini ziyaret edip bir röportaj yaptığımız filozof Rouge Garoudi, Batı’dan bakılınca doğu nasıl görünüyor? şeklindeki bir sorumuza şöyle cevap vermiştir. “Batı Medyası doğuya daima şaşı bakmış ve gerçekleri çarpıtmıştır. Zira Batı, İslâm denince üç görüntü üzerine yoğunlaşmaktadır. Bunlar; Kurban bayramında kesilen kurbanları bahane ederek televizyonlarda oluk gibi kan akıtmayı, Afganistan’ın dağlarında gezen Taliban’ın görüntülerini ve İran’ın idama mahkûm ettiği suçluların darağacını ekranlara yansıtmaktır. Deneyimler göstermiştir ki Avrupa’nın Müslümanlarla ilgili “öteki” algısı hem Ortaçağda hem modern dönemde devam etmiştir. Katolik kilisesinin dışında kurtuluşun olmadığına inanan Hıristiyanlar İslâmı daima bir hasım olarak görmüştür. Papa II. Urban 1095 yılında Fransa’nın Le Puy şehrinde Avrupa’yı, kutsal toprakları Müslümanlardan almak için savaşmaya teşvik etmiştir. Kudüs’ün içinde bulunduğu kutsal toprakların, Hristiyanlar ait olduğunu, Hz. İsa’nın burada doğduğunu belirterek bu bölgelerin de Hıristiyan idaresine geçmesini istemiştir.7 Geçmişten Bugüne Batı ve Din Anlayışı Batı, Hıristiyanlık dinini, İsevî bir din olarak kabul etmiştir. Çünkü dinin merkezinde Hz. İsa vardır. Zira Hz. İsa, Hıristiyanlar için sadece bir peygamber değil, o aynı zamanda Tanr’ının oğludur. Bu yüzden Hristiyan teolojisinde din ile dinin kurucusu aynı ontolojik öneme sahiptir. Bu bakış açısını İslâm’a yönelten Hıristiyanlar, Hristiyanlıkta Hz. İsa’ya verilen rolün, İslâm’da da Hz. Muhammed’e verildiği varsayımından hareket etmişlerdir. Oysa, Hz. Muhammed (sav)’e hiçbir zaman herhangi bir ülûhiyet sıfatı verilmemiştir. Hıristiyanlar için, Kur’an’ın Hz. İsa’ya ve Hz. Meryem’e yaptığı atıflar şaşırtıcı olmuştur. Çünkü İslâm, Hz. İsa’yı tanrının oğlu değil, elçisi olarak kabul etmiştir. Doğumu mucizevî bir şekilde gerçekleştiği doğrudur. İslâm inancına göre Hz. İsa büyük peygamberlerden biridir. Ona bu şekilde iman eder ve saygı duyarlar. Hz Peygamber (sav) Medine’ye hicret ettiklerinde, yerleşik halkın arasında Yahudiler ve Hıristiyanlar vardı. İlk yıllardan itibaren bu iki dinin mensupları, Hz. Muhammed (sav)’in nübüvvetini ilân ettiğini ve son din olarak İslâm’ı tebliğ ettiğini duymuşlardı.8 Medine’nin etrafında Yahudiler çoğunlukta idi. Hıristiyanlar da kısmen Medine ve çevresinde bulunmakla beraber çoğunluğu doğu ve kuzey Arabistan bölgelerinde 3 İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İSAM, İstanbul, 2008 4 İbrahim Kalın, a.g.e. s, 14. 5 Şaban Ali Düzgün, a. g. e. S, 259. 6 Fikret Karaman, İslami İnanç Değerleri ve Çağdaş Dini Akımlar, s, 59, Çelik Yay., İstanbul, 2015 7 İbrahim Kalın, a.g.e. 65. 8 Safiyyürrahman el- Mubarek Furî, er- Rahiku’l Mahtum, Mektebet’ü- Cidde. Cidde, 1967. 165 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük yaşıyorlardı. Kur’an’ın Ehl-i Kitap olarak tanımladığı bu toplumların bir kısmı, Hz. Peygamber (sav) döneminde bireysel ve bazen de küçük gruplar halinde Müslüman olmuşlar, fakat önemli bir kesimi kendi dinleri üzerinde kalmayı tercih etmiş ve İslâm dini hakkındaki yanlış inançlarında ısrar etmişledir. Doğu Hıristiyanların bu tutumu zamanla batıya da yansımış, böylece doğu ve batı Hıristiyanları tarih boyunca İslâmın barış, huzur, güven ve güler yüzünü kabul etmemişlerdir. Orta çağdan itibaren bunların Hz. Muhammed (sav) hakkındaki algıları aynı çizgi üzerinde devam etmiş ve onu peygamber olarak kabul etmemişlerdir. Katolik Kilisesi İslamiyet diye bir dinin ortaya çıktığını ilk kez, Medine’ye gelen Hıristiyan tüccarlar vasıtasıyla öğrendiğinde, kilisenin bu habere ilk tepkisi, “İslam’ın Hıristiyanlıktan bir tür sapma” olduğu şeklinde olmuştur. Bu itibarla müsteşriklerin, yazarların, felsefecilerin ve düşünürlerin de İslâma yaklaşım tarzları çoğunlukla ön yargılı olmuştur. Batılıların genelde İslâmiyet özelde Hz. Muhammed (sav) hakkındaki algıları değişmemiştir. Bu eylemlerini yazılı ve sözlü yayınlarına da yansıtmışlardır. 9 İslâm’a Yönelik Eleştiriler Son yıllarda Batı’da, Müslümanları rahatsız eden olaylar artarak devam etmektedir. Özellikle İslâm dininin kutsalları arasında yer alan peygamber, cami, kitap, ibadet ve başörtüsü gibi konularda hem medya üzerinden, hem evrensel insan hakları açısından ihlaller yapılmaktadır. Son çeyrek yüzyılda İslâm âlemini rahatsız eden olayların başında; Salman Rüşdi olayı, karikatür krizi, ABD ikiz kule çılgınlığı, Paris’te bir derginin Hz. Peygamber hakkındaki gerçekleştirdiği çirkin yayını ve en son Avrupa Adalet divanının başörtüsü hakkında verdiği kararı saymak mümkündür. Salman Rüşdü Olayı: Salman Rüşdü 1988 yılında yazdığı “Şeytan Ayetleri” ( The Satanic Verses) romanında, Hz. Muhammed (sav)’e ve onun ashabına ağır ithamlarda bulunmuştur. Bu olay bir bakıma batının Hz. Muhammed hakkındaki algının bir kez daha dışa vurumu olarak yorumlanabilir. Salman’ın roman şeklinde yazdığı kitabını, tamamen bilinçli bir iftira, tahrik ve tahkir niyetiyle hazırlamıştır. Asıl amacı batı medyasını İslâma karşı tahrik etmek, buna karşılık Avrupa’da yaşayan Müslümanlar başta olmak üzere bütün dünya müslümanlarını rencide etmek ve var olan gerginliği tırmandırmaktır.10 İddiaya göre, Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed (sav)’e bir adı vahiy meleği, diğer adı şeytan olan Cebrail tarafından getirilmiştir. Ayrıca o dönemde Hz. Muhammed (sav) tebliğ esnasında müşriklerin direnciyle karşılaşmıştı. Bunun üzerine 9 Lat, Menat ve Uzza gibi büyük putları da birer Tanrı olarak kabul etmek istemişti. Ancak önde gelen sahabenin direnmesi üzerine en azından onları Tanrı’ının kızları olarak kabul etmek üzere vahiy için Cebrail’e gittiği belirtilmektedir. Salman bu düşüncesiyle İslam’ın ortaya çıktığını tasvir ederek söz konusu hezeyanları modern dünyaya taşımak istemiştir.11 Söz konusu kitabın yayınlanması, İslam dünyasının büyük tepkilerine neden olmuştur. Buna karşılık doğuda, batıda birçok makale ve kitap yazılış, televizyon programları yapılmıştır. Siyasi ve diplomatik gerginliklere neden olmuştur. Özellikle 14.04.1989 tarihinde İran’da Ayetullah Humeyni’nin Salman Rüşdi ve kitabı yayınlayanlar hakkında ölüm fetvası vermesiyle mesele çok daha girift bir hal almıştır. Bu arada batı dünyası da ölüm fetvası üzerine boş durmamış birçok yazar ve medya kuruluşları düşünce özgürlüğünü bahane ederek Salman Rüşdi’ye sahip çıkmışlardır. Nitekim daha sonra ortaya çıkan karikatür krizi de aynı kurumlar tarafından ifade özgürlüğü şemsiyesi altında savunulmuştur.12 Salman Rüşdi’inin bu iftiracı ve kışkırtıcı tavrına karşı, Alman kökenli araştırmacı Bayan Anna Maria Schimmel (1922-2003) batı medyasını etkileyecek açıklamalar yapmıştır. İslâmın hoşgörülü ve güler yüzünü anlatmıştır. Katıldığı bir televizyon programında; “Salman Rüşdi’nin haysiyetsiz bir şekilde milyonlarca Müslümanın dini duygularını rencide ettiğini buna karşılık onların tepkilerine saygı duyulması gerektiğini” belirtmiştir. Schimmel bu cesur ve başarılı açıklamalarından dolayı uzun süre Batı kamuoyunda tartışılmış ve çok sert eleştirilere muhatap olmuştur. Almanya Cumhurbaşkanlığı tarafından Schimmel’in gerek İslâmiyet, gerekse diğer akademik çalışmaları takdirle karşılanmış ve ödüle layık görülmüştür. Bazı çevreler bu ödülün verilmemesi için bir kampanya başlatmışlarsa da sonuçta Alman Cumhurbaşkanı Herzog kararını değiştirmemiş ve hak ettiği ödülü kendisine vermiştir.13 Karikatür Krizi Hatırlanacağı üzere; 30 Eylül 2005 tarihinde, Danimarka’da yayınlanan Jylands-Posten adlı gazetenin Hz. Muhammed ile ilgili hakaret içeren karikatürleri yayınlaması doğu ve batı arasında bir gerginliğe neden olmuştur. Daha sonra krize dönüşen bu olay, dünya çapında yayılmış ve küresel bir problem halini almıştır. Jyllands-Posten gazetesinin kültür editörü, fikir ve basın özgürlüğüne destek vermek için, 40 karikatürcüye başvurarak, Hz. Muhammed (sav)i kendi anlayışlarına göre çizip gazeteye göndermelerini istemiştir. Kendilerine mektup gönderilen ve iki tanesi kendi gazetesinin karikatürcüsü olan kırk karikatürcüden sadece on iki kişi olumlu cevap vererek çizdikleri Karikatür Krizi Raporu, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, 2006, s. 8 vd. 10 İbrahim Kalın, a.g.e. s.149. 11 Salman Rürshdie, The Satanic Verses, s, 91-125, Viking Press, London, 1988. 12 Karikatür Krizi Raporu, s, 31. 13 Nimetullah Akın, Anna Maria Schimmel, Doğu ile Batı Arasında Bir Aşk Hikayesi, İslâmiyat Dergisi, Eki Bülten, Ankara, 2003, C.6, Sayı:1. 166 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük karikatürleri göndermiştir. Gazete bunları “Muhammed’in yüzleri” başlığı ile yayınlamıştır. Karikatürlerin yayınlanmasından sonra, gazeteye Danimarka içinden ve dışından elektronik posta ile yüzlerce eleştiri ve protesto gelmiştir. Danimarka başbakanı Rasmussen, önceleri bu karikatürleri “ifade özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirmiş ve hükümetin olaya müdahalesinin söz konusu olmadığını açıklamıştır. Diğer yandan Danimarka’daki 11 Müslüman ülkenin büyükelçilikleri karikatürlerin İslâma ve Müslümanlara hakaret içerdiğini; bunun dinlere ve uluslararası ilişkiler açısından son derece tehlikeli olduğunu ve konuyu görüşmek üzere başbakan Rasmussen’den randevu istemişlerdir. İnsani ve diplomatik teamüllere uygun olan bu tale,p başbakan tarafından olumlu karşılanmamıştır. Karşılıklı ilişkiler ışığında başvurulan bir dizi girişime rağmen Danimarka hükümeti geri adım atmamıştır. Karikatürlerin içeriği kin, nefret, rencide edici çizgi ve yazılardan oluşmaktadır. Özellikle Hz. Muhammed (sav)’ı ve müslümanları küçük düşüren, şiddet ve terörü çağrıştıran görüntüler söz konusudur. Toplam 12 adet olan karikatürlerin ortak paydası İslâm karşıtı olan kişilere sipariş verilerek hazırlattırılmış olmasıdır. Olayın ifade özgürlüğünden çok ideolojik, dinin kutsallarını hafife alan ve rencide edici bir görüntü söz konusudur. Birinci karikatür, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Buda, bir Hint gurusu, bir hippi, Danimarkalı bir iş kadını ve bir gazeteciyi karakolda, cam bölmeli “suçlu teşhis odası” ında yan yana çizilen resimler içermektedir. Bir diğer karikatürde cennette bulutlar arasında bir “imam” var. Karşısında da hala dumanı tüten canlı bombalar duruyor. İmam “durun burada huri kalmadı” diye bağırıyor. Bir başka karikatürde ise Hz. Muhammed (sav) iki tarafında çarşaflara bürünmüş kadınların arasında görülüyor. Bazı çizimlerde de Hz. Peygamber kara sakallı, çatık kaşlı ve şiddet yanlısı olarak gösterilmiştir.14 Buna karşılık İslâm Ülkeleri Kültürel İşbirliği Teşkilatı (ISESCO), 27 Aralık 2005 tarihinde aldığı bir kararla karikatürler nedeniyle 51 üye ülkenin Danimarka ile iktisadi ve siyasi işbirliğini kesmesi talebinde bulunacağını beyan etmişti. Nihayet 2006 yılına gelindiğinde bir takım Müslüman dernekler, dünya çapında geziler düzenleyerek, olaya karşı tepkilerini sürdürmüşler ve geniş kitlelere yayılan bir düzeyde Danimarka ürünlerine boykot etmişlerdir. Yine karikatürler Norveç’te ve bazı Avrupa ülkelerinde tekrar basılmış ve Orta Doğu ülkelerinde Danimarka bayrakları yakılmış, Büyükelçilikler kundaklanmıştır. Başlangıçta özür dilemeyen Danimarka başbakanı ilerleyen zaman içinde olayın ciddiyetinin farkına varmış ve dünya Müslümanlarını rencide etmek niyetinde olmadıklarını anlatmaya çalışmıştır. Ancak bu açıklama bile İslâm ülkelerinde 14 her geçen gün büyüyen kitlesel protestoların hızını ve şiddetini kesmemiştir. İslâm ülkelerinde Danimarka mallarına karşı uygulanan boykotlardan dolayı ekonomik anlamda zarara uğrayan şirketler, gazeteye ve hükümete baskı uygulamaya başladılar. Sonuçta dünyaya yayılan bu hadise nedeniyle “ 16 Şubat 2006 tarihinde Avrupa Parlamentosu basın özgürlüğünün korunması gereken Avrupa değerlerinin merkezinde yer aldığını, basın özgürlüğünün diğer dinler ve halklara saygıyı da içerdiğini beyan eden ortak bir karar almıştır. Aradan geçen bu süre içinde bütün AB ülkelerinin devlet yetkilileri, kilise temsilcileri, akademisyenler ve basın yayın organları karikatür krizinin lehinde ve aleyhinde çeşitli açıklamalarda bulunmuşlardır.15 Danimarka Karikatür Krizinde, Hollanda kamuoyunda eleştiriler olduğu gibi olayı ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirenler de olmuştur. Ancak bir karşılaştırma yapıldığında krize destek verenlerin daha çoğunlukta olduğu görülmüştür. Karikatürlerin yayınlanmasını tasvip edenlerin görüşlerine bakıldığında genel olarak basın ve düşünce özgürlüğünü savunmuşlardır. Dolayısıyla Danimarkanın baskı sonucu geri adım atmasının yanlış olacağı, ticari kaygıların özgürlüğe engel olamayacağını açıklamışlardır. 16 Dönemin Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkenende, Danimarka’da yayınlanan ve İslâm dünyasını rahatsız eden karikatürler konusunda, ülkedeki Müslümanların soğukkanlılıklarını korumalarından mutluluk duyduğunu ifade ettikten sonra şunları söylemiştir: “Farklılıklarımız en değerli hazinelerimizdir. Ama bunu da abartmamak gerekir. Farklı konuştuğumuz konulara tahammül edilmelidir. Gerekirse barışçı olmak koşulu ile protesto da edilebilir. Daha ileri gitmek gerekiyorsa bu kez çözüm yeri mahkeme olmalıdır”17 Teoloji Profesörü Wasif A. R. Shadid, barışçı protestoların olabileceğine işaretle şöyle diyor. Shadid daha sonra Batı medyasının “kendilerini etkileyebilecek konularda oldukça hassas davrandığı, ancak 11 Eylülden sonra İslam hakkında pervasızlaştığı” tespitinde bulunuyor. Şiddet içeren protestoların Batıdaki basmakalıp Müslüman imajını beslediğini ve Batı medyasının gösterilen bu imajı beslemek için ön plana çıkardığını iddia ederek boykot ve barışçıl protestoların önemine dikkat çekmiştir.18 Aynı dönemde Hollanda medyasında aşırı ve tahrik edici yayınlar da olmuştur. Türkiye karşıtlığı ile bilinen Hollanda Milletvekili Geert Wilders, bir küstahlık yaparak Web Sayfasına Danimarka’da yayınlanan 12 karikatürü aynen koymuştur. Olay bununla da kalmamış daha büyük tepkiler gösterilmiştir. Sonuçta adı geçen milletvekili bir süre gizlenmek zorunda kalmıştır. 19 Karikatür Krizi Raporu, s, 167-169. 15 Komisyon, Karikatür Krizi Raporu, Diyanet İşleri Başkanlığı, , s, 35, 2006, Ankara . 16 Karikatür Krizi Raporu, s, 39. 17 Karikatür krizi raporu, s, 40. 18 Karikatür Krizi Raporu, s, 44. 19 Karikatür Krizi, s, 45. 167 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Almanya’nın dini, siyasi, akademik ve basın- yayın kuruluşlarının karikatür konusundaki tutumu; hem Avrupa Birliği hem bu ülkede yaşayan 4 milyon müslüman açısından önem arz etmektedir. Almanya Hz. Muhammed (sav)’in karikatürlerinin yayınlanması üzerine farklı görüşler ortaya koymuştur. Bir kısmı basın ve ifade özgürlüğünü ön plana çıkarırken bir kısmı da dini cemaatlere, inançlara ve geleneklere saygılı davranılması gerektiğini belirtmiştir.20 Alman Yeşiller Partisi Başkanı Claudia Roth şu açıklamada bulunmuştur: “Düşünce ve basın özgürlüğü dışlanamaz ve korunması gerekir. Bununla birlikte dünya dinlerinden birinin kurucusunun Usame bin Ladin gibi terörist gösterilmesi de, çirkin ve kabul edilmez bir davranış” olduğunu belirtmiştir.21 Almanya Başbakanı Merkel ise; “karikatürlerin yayınlanmasının kabul edilemez olduğunu, buna karşılık Müslümanların yapmış olduğu protesto gösterilerini anlayışla karşıladığını, fakat gösteriler esnasında şiddet hareketlerine kesinlikle hoş bakmadığını, insanların duygularının yaralanmış olabileceğini ancak bunun şiddet için bir neden olamayacağını” belirtmiştir.22 Papalık ve Barış Konseyi Başkanı Kardinal Martino ise, Müslüman dünyasını karikatür krizinde savunmuş ve meydana gelen öfkeyi “dini bir hassasiyet” olarak değerlendirmiştir. Kardinal, Yahudi ve İslâm kültüründe Allah’ın resmedilmesinin yasak olduğunu ve İslâmiyette Hz. Muhammed (sav)’in resmedilmesinin yasak olduğunu bildiğini”23 ifade etmiştir. Alman yazar ve Hür üniversitesi fahri doktoru Günther Grass da karikatürlerin yayınlanmasını eleştirmiştir. Bu hareketin bilerek ve planlanarak yapılmış bir kışkırtma olduğunu belirtmiştir. 24 Fransa basını da 30 Eylül 2005 tarihinde Danimarka’da gerilime sebep olan karikatürleri bir müddet izlemiş ve 3-4 ay sonra gazetelerinde yer vermişlerdir. France Soire gazetesi, “hiçbir dini dogma kendini demokratik ve laik topluma kabul ettiremez” ifadelerine yer verdikten sonra, 01 Şubat 2006 günü karikatürleri yayınlamıştır. Charlie Hebdo, haftalık bir mizah ve hiciv gazetesidir. Karikatürlerin tamamını 08 Şubat 2006 tarihinde yayınlamıştır. Yayın direktörü Philippe Val, “dayanışma ve prensip” gereği karikatürleri yayınladıklarını bildirmiştir. Oysa, daha önce normal trajı 100.000 olan bu gazete karikatürlerle trajını 700 000’e çıkarmıştır. Bu da gösteriyor ki gazete ekonomik yönden önüne çıkan bir fırsatı değerlendirmiştir. 20 Karikatür Krizi Raporu, s, 49. 21 Marian Lau, “Geschmacklos”, Die Welt, 02.02.2006. 22 Karikatür Krizi Raporu, s, 50. Fransa’nın önde gelen gazetelerinden biri olan Le Monde da, olaydan bir müddet sonra karikatürlerden iki tanesini yayınlamıştır. Aslında bu gazete Fransa’nın en eski ve çok okunan gazetelerden biridir. Buna rağmen tarafsızlığını koruyamamış ve iki karikatürü yayınlayarak safını belirlemiştir. Le Canard Enchaine haftanın Çarşamba günleri çıkan bir hiciv gazetesidir. 8 Şubat 2006 tarihinde karikatürlerin bir bölümünü mühürlenmiş olarak yayınlamıştır. Altında da “özgürlüğe saygı için mücadele ve peygamber için altı ölü” ifadesini yazmışlardır.25 Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac; tartışma konusu karikatürlerin Fransa basınında yer almasını tasvip etmemiş ve bakanlar konseyinde, “Tehlikeli bir şekilde öfkeleri körüklemeye yol açacak her türlü provokasyonu kınıyorum” diyerek tepki göstermiştir. Chirac ayrıca Fransa İslam Konseyi başkanı Dalil Boubakeur’i kabul etmiş ve ifade özgürlüğü ile inançlara saygı arasındaki dengenin korunması gerektiğine dikkat çekmiştir. Fransa Ulusal Cephe Partisi başkanı ve ırkçılığı savunan Le Pen, ister Hıristiyan ister Yahudi ister Müslüman olsun inananlara karşı, kendi inançlarına saygı esprisi içinde hareket edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Fransız akademisyenlerinden Türkiye, İran ve İslam dünyası uzmanı Oliver Roy, Le Monde gazetesinde yayınlanan “Öfkenin Jeopolitiği” başlıklı makalesinde; “Yaşanılan karikatür krizinin özgürlükçü Batı ve buna karşı olan İslâm medeniyeti arasında bir çatışma şeklinde sunulmasının doğru olmadığını, böyle bir iddia ve eylem cahilane bir davranış”26 olduğunu bildirmiştir. Karikatür olayı İngiliz görsel ve yazılı yayın organlarında da yer almıştır. BBC1 ve Channel 4’te haberlerin sunumunda karikatürlerin gösterilmesi üzerine Müslümanlardan tepki almışlardır. Ancak sözü edilen haber kaynaklarının amaçları izleyicileri, doğru bilgilendirmek olduğunu ifade etmişlerdir. Başbakan Tony Blair ve Dış İşleri Bakanı Jack Straaw, karikatürlerin yayınlanmasını kabul edilemez olduğunu beyan ederek, kamuoyunu teskin etmek için; ”ifade özgürlüğü vardır ve biz buna saygılı olmak zorundayız. Ancak ifade özgürlüğü kullanılırken hakaret etmek veya tahrik etmek gerekmez. Karikatürlerin yeniden yayınlanması ise gereksizdir. Başlangıçtan itibaren bu iş yanlış yapılmıştır” şeklinde konuşmuşlardır. İngiltere Hümanist Partisi de bir basın bildirisi yayınlayarak, olayı tasvip etmediğini, Müslümanların kutsallarına dokunulduğu için Müslümanların üzüldüğünü belirtmişlerdir. 27 23 Paul Badde, Die Weld, “İmwesten erwacht eine Arroganz” 13.02. 2006. 24 Karikatür Krizi Raporu, s, 54. 25 Karikatür Krizi Raporu, s, 58. 26 Karikatür Krizi Raporu, s, 69. 27 Karikatür Krizi Raporu, s, 69. 168 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Vatikan’ın Konuya Yaklaşımı Vatikan, Batı medyasında Hz. Muhammed (sav)’in karikatürlerinin yayınlanmasını ve buna karşılık İslam ülkelerinde gösterilen şiddet hareketlerini kınamış ve konu ile ilgili on beş maddelik resmi bir bildiri yayınlamıştır. Bu bildiride; “İnsan hakları sözleşmesinde güvence altına alınan düşünce ve ifade özgürlüğü inananların dini hislerine saldırmayı içermez. Bu ilke bütün dinler için geçerlidir. Buna karşılık şiddet içeren olaylara da müsamaha edilmemelidir. Sonuç olarak karikatürlerin yayınlanması ne kadar yanlış ise aynı şekilde karikatürlere tepki olarak gösterilen, şiddet içeren protestolar da esef vericidir”28 şeklinde bazı görüşlere yer verilmiştir. Dünya Kiliseler Birliği Dünya Kiliseler Birliği Başkanı Samuel Kobia, Hz Peygamber(sav) ile ilgili olarak yayınlanan tartışmalı karikatürlerin ardından yükselen ateşi söndürmek için Hıristiyanlarla, Müslümanların beraber çalışması gerektiğini vurgulamıştır. Şiddet içeren tepkilerin uzun sürmesi ve bu eylemin ifade özgürlüğünün bir parçası olarak görme arzusu, ateşe benzin dökmeye benzer. Bu olayda semavi dinlerin mensupları toleransı ön plana çıkarma ve diğeri hakkında bilgi alma sorumluluğunu da ön plana çıkarmaktadır. İfade özgürlüğü temel insan haklarından olmakla beraber, bu hak insanların değerlerini ve izzeti nefislerini aşağılamada kullanıldığında, bu hakkın dayandığı temelleri yerle bir etmektedir”29 ABD 11 Eylül Saldırıları Amerika Birleşik Devletleri’nde, 11 Eylül 2001 tarihinde iki farklı hedefe intihar saldırısı düzenlemiştir. Dünyada, olağanüstü yankı yapan bu olay, bir müddet sonra El-Kaide’ye bağlı kişiler tarafından işlendiği açıklanmıştır. Saldırıda 19 hava korsanı ve 2.996 kişi hayatını kaybetmiş ve 10 milyar dolar maddi hasar meydana gelmiştir. Hatırlanacağı üzere 11 Eylül günü, Amerika Birleşik Devletlerinde iç sefer gerçekleştiren dört yolcu uçağı, 19 kişi tarafından kaçırılmış, New York’ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey ve güney kulelerine çarpmıştı. İki saat içinde 110 katlı her iki bina ile Dünya Ticaret Merkezi yıkılmıştır. Bazıları da hasar görmüştür. Kaçırılan üçüncü bir uçak ise, Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı karargâhı Pentagon’a çarptırılmıştır. Saldırı sonucunda binanın batı cephesinin bir kısmı yıkılmıştır. Kaçırılan dördüncü uçak da, yolcuların müdahaleleri sonrasında Pensilvanya eyaleti, Shanksville yakınlarına düşmüştü. FBI tarafından yürütülen araştırma neticesinde saldırıları gerçekleştiren kişilerin, Usame bin Ladin’in liderliğindeki el-Kaide ile bağlantılı olduğu belirlenmiştir. Saldırıdan birkaç gün sonra yaptığı açıklamayla eylemin sorumluluğunu reddeden bin Ladin, 2004 yılında yayınladığı videoyla birlik28 Karikatür Krizi Raporu, s, 152. 29 Karikatür Krizi Raporu, s, 153. te saldırıların sorumluluğunu kabul etmiştir. Olay sonrasında Amerika Birleşik Devletleri tarafından Terörizmle mücadele adı verilen bir kampanya başlatılmış, bir süre sonra, bin Ladin›in yaşadığı ve Taliban’ın koruması altında el-Kaide’nin etkin olarak faaliyet gösterdiği Afganistan’a karşı, birçok ülkenin de desteklediği savaşa girişilmiştir. Usame bin Ladin ise Mayıs 2011’de Amerika Birleşik Devletleri kuvvetleri tarafından düzenlenen bir operasyonla Pakistan’da öldürülmüştür. Charlie Hebdo Saldırısı Charlie Hebdo, Fransa Paris’te yayınlanan haftalık bir hiciv gazetesidir. Dini ve kutsal değerleri hafife almayı, din büyüklerinin resim ve karikatürlerini çizmeyi adeta meslek haline getirmiştir. Birkaç kez ekonomik kriz nedeniyle kapanma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. İslâmı eleştiren ve Hz Muhammed’i resmeden çizimler yayınlandığında konu ile ilgili tepkilerin ve tehditlerin artacağı hesaplanmıştır. CIA’in emekli temsilcisi Michael J. Morell de, saldırının asıl sebebinin “ Hz. Muhammed’e hicivli yaklaşan bir medya organizasyonu olduğunu” söylemiştir. Gerçekten plan, beklendiği gibi gelişmiş ve bu saldırıyı fırsata dönüştüren Charlie Hebdo gazetesi bir hafta boyunca satış miktarını yüz binden beş milyona çıkarmasını başarmıştır. Diğer taraftan bu tahrik sonucu, 7 Ocak 2015 tarihinde saat 11.30 da Paris merkezinde meydana gelen olayda, isimleri Said ve Cherif Kouachi olduğu ifade edilen iki kardeş Charlie Hebdo’nun Paris’teki ofisine bir saldırı düzenlemişlerdir. Bu silahlı saldırıda 11 kişi hayatını kaybetmiş, 11 kişi yaralanmıştır. Daha sonra Île-de-France’ da 5 kişinin ölümü ve 11 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan ikinci bir saldırı meydana gelmiştir. Saldırıyı yapan silahlı kişiler kendilerini El kaide örgütünün Yemen koluna ait olduklarını söylemişlerdir. Kutsalı Anlamak ve Ona Saygı Duymak Bütün dinlerde, kutsala karşı bir saygı ve sevgi anlayışı bulunmaktadır. Modern dünyada kutsallığın etkisini kaybettiği söylense de, pratikte görülen olaylar bu tezi desteklememektedir. Bu anlayış, sosyal hayatımıza güç katan bir değer olarak devam etmektedir. Çağımızda kutlanan dini, milli bayramlar, anmalar, sosyolojik ve psikolojik açıdan bu hususu doğrulamaktadır. Kur’an-ı Kerimde de, bir takım mekânların kutsiyetine ve önemine dikkat çekilmiştir. İnsanlara bir rahmet ve hidayet olarak gönderilen peygamberlerin hayatları ve faaliyetlerinin cereyan ettiği yerler, diğerlerine göre daha fazla tanınmış ve anlamlı hale gelmiştir. Buna örnek olarak Allah; Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den Kâbe’yi inşa etmelerini ve temellerini yükseltmelerini istemiştir. Daha sonra bu kutsal yerin ve 169 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük çevresinin, tavaf yapacaklar ve namaz kılacaklar için temiz tutulmasını emretmiştir. Çünkü burası, ziyaretçiler için bir huzur, güven ve emniyet yeri olduğu belirtilmiştir. 30 Yeryüzünde Allah’ın anılmasına ve O’na ibadet edilmesine vesile olan manastır, kilise, havra ve mescitlerin de önemine dikkat çekilmiştir. Hal böyle olunca bunların korunmasına yardımcı olmak ve içlerinde ibadet edilmesini sağlamak Allahın dinine yardımcı olmakla eş değer kabul edilmiştir.31 Sevgili, peygamberimiz (sav) da şu üç mescidi ziyaret için yolculuk yapılmasını tavsiye etmişlerdir. Bunlar; “Mescidu’l Haram, Mescidu’n-Nebevi ve Mescidu’l- Aksa”dır32 Mekke ile Medine’nin faziletine, kutsiyetine işaret eden başka ayet ve hadisler de vardır. Kudüs de, semavi dinlerce kutsal sayılan ve zengin hatıraları bağrında taşıyan bir şehirdir. Tarih boyunca bölgede meydana gelen olaylar, bu hususu doğrulamaktadır. Bazen kutsal bir zaman, insanlar için bir barış, huzur ve buluşma anı olabilir. İslâm’da Cuma, kandil, bayram ve ramazan ayına gösterilen saygı ve nezaket bunun en güzel ifadesidir. Diğer taraftan karşılıklı hoş görü ile her insan kendi kutsalını önceleyebilir. Bundan kimse rahatsız olmamalıdır. Dinlerce kutsal sayılan varlıkların başında Tanrı inancı gelmektedir. Bu aynı zamanda kaynağı tabiatüstü sayılan varlığa teslim olma ve bağlanma halidir. Zira mümin; ihlas suresinde açıklandığı gibi Allah’ın varlığına, birliğine, her şeyi yarattığına ve her şeye gücü yettiğine inanır. İslâm’da, Allah’tan sonra en çok sevgi ve saygıya konu olan Hz. Peygamber (sav) dır. Nitekim Yüce Allah kendisini sevmenin ön şartı olarak Hz. Peygamber (sav)’e tabi olmamız gerektiğine işaret etmektedir. Gerçekten tarih ve kültürümüz; Hz. Peygamber (sav)a duyulan sevgi, saygı ve hoş görüyle yoğrulmuştur. Milletimizin Topkapı sarayında bulunan mukaddes emanetlere gösterdiği saygıyı bir batılının anlaması mümkün değildir. Yavuz Sultan Selim 25 Temmuz 1518 tarihinde Mısır seferinden zaferle dönerken, beraberinde bir kısmı Hz. Muhammed (sav)’a, diğerleri de bazı sahabeye ait olduğu bilinen paha biçilmez emanetleri İstanbul’a getirmiştir. Söz konusu emanetlere olan saygı ve sorumluluktan dolayı aynı geceden itibaren Kur’an okunmasına başlanmış ve bu teamül hiç ara verilmeksizin 406 yıl boyunca gece ve gündüz devam etmiştir. Daha sonra Osmanlı hükümdarları başta olmak üzere bütün sorumlular ve halk bu kutsal emanetlerin bakımını yapmış, korumuş ve büyük saygı duymuşlardır. Aynı saygı ve ziyaret coşkusu asırlar boyunca devam etmektedir. Ancak Batı, İslâm dininin doğuşunu kendi teolojik anlayışına uygun görmemiştir. Hal böyle olunca İslâm dininin bu kadar mensubunun olması da kabul edilemezdi. Bundan dolayı devam ede gelen inkâr ve tenkit politikasını, İslâmı tebliğ eden Hz. Muhammed (sav) üzerinden yoğunlaştırmıştır. Hiç bitmeyen bu eleştirilerin sebeplerini şöyle açıklamak mümkündür: a) Batı dünyası kendi kutsalları ve teolojik anlayışları içerisinde İslâm dinine uygun bir yer bulamamıştır. Bu dinin vahye dayandığını ve Allah tarafından gönderildiğini kabul etmemişlerdir. Onlara göre İslâm, Hıristiyanlığın Tanrısına rağmen ortaya çıkan bir dindir. b) Batı İslâm’ın, Hz. Muhammed (sav) tarafından oluşturulduğunu ileri sürmüştür. Buna göre Kur’an’ı da Hz. Peygamber kendisi yazmıştır. c) İslâma yönelik saldırıların Hz. Muhammed (sav) üzerinden yapılmasının bir sebebi de, Kur’an’ın Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkındaki ayetleridir. Çünkü Kur’an’ın ehli kitap olarak vasıflandırdığı Hıristiyanlar, bu hükümlerin Hz. Peygamber (sav) tarafından konulduğunu iddia etmektedirler. d) Batılılar daha da ileri giderek, Hz. Muhammed (sav) ile ilgili yalancı, sihirbaz, şehvet, şiddet ve menfaatine düşkün gibi çirkin sıfatlarla iftiralarda bulunmuşlardır. e) Son yarım asırdan bu yana İslâmın değerlerine açıktan haksızlık yapılmasına rağmen müslümanlar her coğrafyada varlıklarını33 sürdürmektedirler. Bugün batı, gündeme gelen göç ve iltica hareketleriyle birlikte müslüman nüfusunu potansiyel suçlu görmüştür. f) Batı dünyasında insanlar, kendi dinleriyle mutlu olamamaktadırlar. Kazanç ve paylaşım belli merkezlerde birikmektedir. Bu nedenle İslâmı kabul edenlerin sayısında artışlar olunca, İslâm dinine yönelme hareketi de, batılıları endişelendirmiştir.34 Sonuç Yukardaki açıklamalardan da anlaşıldığı üzere Batı dünyasının tarih boyunca İslâm hakkındaki düşüncesi sorunlu, endişeli ve ön yargılı olmuştur. Medine’de İslâm’ın çevre kabile ve devletlere yayıldığı bölgelerde, Yahudiler ve Hıristiyanlar vardı. Bu iki dinin mensubu kendi peygamberleri Hz. Musa ve Hz. İsa’ya iman etmekle beraber onlara gelen vahyin mahsulü olan kitapları koruyamamışlardır. Bunlar başlangıçta Hz. Muhammed (sav)’ın peygamberliğini merakla izlemişlerdi. Bir kısmı Hz. Peygamberin ve onun tebliğ ettiği İslâm dininin ilahî bir din olduğuna inanmıştır. Fakat çoğunlukla asırlardan beri devam ede gelen kendi dinlerinden vaz geçmek gibi bir karar alamamışlardır. Bu itibarla bölgedeki bazı 30 Bakara; 2/125-127. 31 Hac, 22/40. 32 Buhari; 21/2. 33 Ömer Faruk Harman, Üçüncü 1000’e Girerken İslam, “Dinler arası Diyalog çalışmaları ve Misyonerlik Faaliyetleri” TDV Yay., 2005. 34 Komisyon, Karikatür Krizi Raporu, Diyanet İşleri Başkanlığı, s, 35, Ankara, 2006 170 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Yahudiler ve Hıristiyanların Müslümanlara karşı direnç göstermişlerdi. Yahudiler Hz. Peygamber (sav)’e ve İslam dinine daha mesafeli durmuşlardır. Bu yeni Peygamber ve onun getirdiği dini kabul edecek gibi değillerdi. Hıristiyanlardan da en azından bir kısmı İslâm’ın yeni bir din olmadığını belki Hıristiyanlığın içinden bir mezhep olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu düşünce Medine ve çevresindeki ehl-i kitap ile insanlık tarihine geçmiştir. Aslında aynı düşüncenin ve inancın modern dönemlere kadar devam ettiğini söylemek mümkündür. Yaklaşım tarzı ve metotlar değişmekle beraber bugün koyu Katolik Hıristiyanlığı benimseyen Avrupa hala İslâm dini hakkındaki endişelerini korumaktadır. Kaynaklar Abdullatif Harputî, Tenkihu’l Kelam Fî Akaidi Ehli’l İslam, ( Tercüme ve sadeleştirme; Fikret Karaman), Çelik Yay., İstanbul, 2016. Akın Nimetullah, Anna Maria Schimmel, Doğu ile Batı Arasında Bir Aşk Hikayesi, İslamiyat Dergisi, Eki Bülten, C.6, S.1, Ankara, 2003 Ateş Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988. Buhari, Muhammed bin İsmail, Sahih-i Buhari, Darü İhyaü’t-Turasü’Arabi, Beyrut. Erşahin Cengiz, Hayata Yön Veren 2000 Söz, Tutku Yay. Ankara, 2012. Düzgün Şaban Ali, Müslüman İmajı “Batıdaki İslâm İmajını Oluşturan Temel Etkenler”, TDV Yay., Ankara, 1996. Fahrüdddin Razi, et-Tefsiru’l Kebîr, Darü’l Kütübü’l İlmiyye, Beyrut, 1990. Gündüz Aslan, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “İnsan Hakları” Mad., İstanbul, 2000. Batı İslâm dinini, dünyevileşme evresini tamamlamamış bir din olarak kabul etmektedir. Bu anlayış, dinin tamamen sosyal hayattan uzaklaştırılmış olduğu anlamına gelir. Batı düşüncesinde Protestanlık ve Hıristiyanlık tamamen dünyevileşmiştir. Oysa, İslam değişmezlik fikrini benimseyen ve gelişmelere karşı direnen bir din değildir. İslâm bilginleri bunu 12-16. asırlar arasında çok iyi değerlendirmişlerdir. Bu tarihler arasında İslâm dünyası bilim, sanat ve düşüncede altın bir çağ yaşamıştı. Yeni buluşlar ve eserler bunun en güzel ispatıdır. Batı bu dönemde İslâm âlemini ilgi ve hayretle müşahede etmiş hatta İslam’ın bilim, kültür ve Medeniyetinden yararlanmıştır. Harman Ömer Faruk, Üçüncü 1000’e Girerken İslam, “Dinler arası Diyalog çalışmaları ve İmam Gazâlî, İhyâu Ulumi’d-din, (Terc. Ahmed Serdaroğlu) Bedir Yay., İstanbul, 1975. Kalın İbrahim, İslâm ve Batı, İSAM, İstanbul, 2008. Karaman Fikret, İslami İnanç Değerleri ve Çağdaş Dini Akımlar, Çelik Yay., İstanbul, 2015. Karagöz İsmail, Esma-i Hüsna, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara, 2007. Komisyon, Karikatür Krizi Raporu, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, 2006. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (Tercüme, M. Said Mutlu) İrfan Yay., İstanbul, 1972. Özek Ali vd, Kur’an-ı Kerim Ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 1993. Safiyyürrahman el- Mubarek Furî, er- Rahiku’l Mahtum, Mektebetü, Cidde. Salman Rürshdie, The Satanic Verses, Viking Press, London, 1988. 171 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Kamil Samatov Hantı-Mansi Özerk Okrugu-Yugra Müftü Yardımcısı, Rusya İslamofobi Karşısında Batı Ülkelerinin Tavrı ve Hanti Mansi Müslümanları Bismillehir-rahmanirrahim. Değerli ve sevgili hocalar, üstadlar ve burada bulunan bütün din kardeslerim sizleri Allahın selamıyla selamlıyorum. Es-Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve bereketuh! Rusya Müslümanları Dini Meclis Müftüsü Albir Kriganov adına en içten saygı ve hürmetlerimi ifade ederken, konferansa katılan sizlere ve bütün sevdiklerinize huzur, sağlık ve refah dilerim. Değerli organizasyon komitesi ve forum katılımcıları, bizi bu önemli uluslararası foruma davet ettikleri için başta Sayın Şanlıurfa Valisi Güngör Azim Tuna Beye ve Diyanet İşleri Baskan Sayın Dr. Prof. Mehmet Görmez hocaya teşekkürlerimi sunmak istiyorum. İslamın terör ve şiddetle birlikte anıldığı içinde yaşadığımız günlerde yakın geçmişte Riga şehrinde meydana gelen bir olay dikkatinizi çekerek konuşmama başlamak istiyorum. Riga’da geçen aylarda cemaatle kılınan toplu bir namaz için, izinsiz miting yapıldığı gerekçesiyle Riga müslümanları, Letonya yönetimi tarafından 3.000 euro cezaya tabi tutulmuşlardır. Hâlbuki camiye namaz kılmaya gelen müslümanlar, caminin içine sığmadıkları için caminin avlusunda namaz kılmak zorunda kalmışlardı ve iddia edildiği gibi herhangi bir miting söz konusu değildi. Yine bilindiği gibi son zamanlarda sıkça gündeme gelen ancak Avrupa devletleri ve yetkilileri tarafından asla görülmek istenilmeyen çok daha trajik bir problem olan “cinsel kölelik”le karşı karşıya bulunmaktayız. Son yıllarda İslâm ülkelerinin içinde bulundukları iç savaş sebebiyle Avrupaya sığınan mülteciler Avrupa ülkelerinde cinsel köle olarak kullanılmaktadırlar. Bu da ABD başta olmak üzere, Avrupa Birliği ülkelerinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da gerçekleştirdikleri sorumsuz ve ahlâksız politikalarını bir daha ispatlıyor. Bu konuda tarihte sicili oldukça bozuk olan Avrupalıların geçmişte yaptıklarını bir defa daha hatırlatmaktadır. Çünkü mültecilerin vatanlarını, aziz topraklarını bırakıp, yollarda hayatlarını kaybetme pahasına Avupaya sığınmalarının yegane sebebi, Avrupalıların onların ülkelerinde sözde “demokrasi” kurma adına her tarafı savaş alanına çevirmelerinden dolayıdır. Var mı böyle bir demokrasi dünyada? Bu konuda Avrupanın siyâsî çevreleri kasıtlı olarak İslamofobiyi insanlar arasında yaymaya çalışıyorlar. Eskiden komünizm ile insanlığı korkutan Avrupalılar, şimdi insanlığı İslâmla korkutmaya çalışıyorlar. Görünürde Avrupa Birliği, beraberlik duygusunu güçlendirmek için radikal-milliyetçi kesim tarafından kışkırtılarak, gittikçe yayılmaya başlayan İslâm düşmanlığı üzerine kurulu bu zihniyet, gelecek için büyük bir tehlike taşımaktadır. Söz konusu bu zihniyet, Avrupalıları ortak düşman ilân ettikleri karşı-İslâm tehdidine karşı birleştirmek istiyorlar. Ancak bu tür bir yaklaşımla, bunun aşılamayacağını ve bu yöndeki çabalardan olmak üzere Rusya’dan bazı örnekler vermek istiyorum. Son zamanlarda Rusya Federasyonunda kabul edilen kanunlar çerçevesinde: 1. Rusyada dini kitaplar artık takibat altına alınıp, yargılanmıyor. 2. İnsanların dinî duygularını inciltici davranış ve eylemlere karşı önleyici yasaklar getirilmiştir. 3. Önceden devlet tarafından yıkılan, hasar gören veya kamulaştırılan ibadet yerlerinin inşa ve iade edilmesine dair kanunlar çıkartılmış bulunuyor. Rusya, doğal olarak bu tür gelişmelere yol açabilecek tehditleri önceden sezerek, bir takım düzenlemelere giderek, daha baştan itibaren bunun yolunu kapamış bulunuyor. Bu sebeple, Rusya’da Avrupa Birliği ülkelerinde görüldüğü gibi kesinlikle bir İslamofobi sorunundan bahsetmek mümkün değildir. Devlet mevcut olan bütün dinlere eşit bir yaklaşım sergilemektedir. Geleneksel dinlerin temsilcilerini bir araya getiren Rusya Federal yetkilileri, “Dinlerarası Rusya Konseyi” teşkilatı çerçevesinde on yıldan beri çalışmaktadır. Ve bu tür problemlerin çözümünde uluslararası katkısı olan AGİT’in de önemli bir yeri vardır. Rusya’da iletişim siteleri, komiteler vardır. Devlet Duması’nın yanı sıra Federasyon Konseyi, Kamu Odası komiteler, 172 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük yani mevcut olan veya oluşum aşamasında olan konuların tartışıldığı bir mekanizma bulunmaktadır. Buna rağmen bazen bölge yetkilileri tarafından yapılan hatalar, demokratik tepkilerle büyümeden giderilmektedir. Devlet, toplumun ortak değerlerine ve çalışma prensiplerine dikkat ederek, kurumların görmezden gelinen çalışmalarına karşı asla duyarsız değildir. Devlet müslümanlara karşı zor kullanarak (asker, polis) müdahale yerine, yasal çerçeveler içerisinde ve daha çok eğitim çalışmalarıyla ortaya çıkan sorunlara cevap aramaya çalışmaktadır. vermek istiyorum: Hantı-Mansi’nin yüzölçümü 535 bin kilometre kare, nüfusu 1 milyon 647 bin kişi olup, bu nüfus içinde müslümanlar (20%) 300 bin kişidir. Nüfusun çoğu 36 değişik milleti temsil eden Rusya Federasyonu ve eski Sovyet cumhuriyetlerinin değişik bölgelerinden gelen göçmenler olup, bu göçmenlerden 16 etnik gruba mensubu müslümandır. Bölgemizin asıl yerli nüfusu Hant ve Mansilerin nüfusu ise, 30 bin kişi olup, Mecusi dinine mensuptur. Etnik ve dini konularda pedagojik takip sistemiyle, dini eğitimi geliştirmeye çalışmaktadır (İslam Eğitimi Geliştirme Programı 2014-2016; ve Rusya Müslümanlarının Sosyalleştirilmesi, Ekim 2013) Bölgenin iklimi, yazları kısa, kış mevsimi ise çok şiddetli soğuk geçmektedir, Hava şartları: Ocak ayı ortalaması -200C, Temmuz ayında ortalama +180C olup, geçen 2016 yılı Aralık ayı ortalaması -62 0C dereceyi bulmuştur. Medyada İslâmi konuların doğru olarak sunulmasına dair çalışmalara özellikle dikkat edilerek, mesela, medya organlarında İslâmı terörle birlikte özdeşleştirmeye yönelik; “İslamizm, İslamcılık” gibi söylemlere yer verilmemektedir. Bizim anlayışımızda terrörün herhangi bir dini ve milleti yoktur. Bölgenin gelişimi 1960’larda petrol ve gaz bulunmasıyla başlamış, bunun üzerine bölgeye yoğun bir işçi göçü ile yeni şehirler ve köyler inşa edilmiştir. 2004 yılında meydana gelen birtakım olaylardan sonra terörle mücadelede, üç yönlü bir sistem inşa edilme çabasına girişilmiştir. Bunlar: - Terörü önlem sistemi (Adalet Bakanlığı öncülüğünde, terör kurbanı ailelerle birlikte, gençlere yönelik sosyal-pedagojik çalışmalar) - Terör eylemlerini en küçük seviyeye indirme sistemi (NAK Komisyonu, Acil Durumlar Bakanlığı, Rusya’nın farklı onbir bölgesiyle, islâm ve şiddetle anılan Kuzey Kafkasya’yı ayırarak, terörle mücadelede katılımcıların sivil hayata adaptasyonu, af ve güvenlikli soruşturma ve istihdam programları) - Yasal çözümler sistemi. (Dışarıda terörist eğitimi almış, Rusyaya dönerek başka insanlara ajitasyon yapan veya başka ülkelerde terör örgütleri yanında savaşan Rusya vatandaşlarını sorgulamaya yönelik yasaların hazırlanması. Örrneğin 205. yasanın hedefi, terörist kanallarını önlemeye yöneliktir) Terör ve ideolojik şiddete yönelik karşı çalışmalarda ‘Birleşmiş Milletler’ ve ‘İslâm Topluluklar Birliği’ gibi kuruluşlar, farklı ülkeler arasındaki uyuşmazlıkların çözümünde büyük rol almaktadırlar. Avrupanın İslâm ülkeleriyle, Müslümanlara karşı topyekun bir saldırıya geçtiği şu günlerde, Rusya’nın önleyici ve caydırıcı bir dizi yasa ve sosyal düzenlemelerle, giriştiği çabalar zannederim Rusya Müslümanlarıyla- Rusya Federal Devlet ilişkileri hakkında bir fikir verebilir. Bu konuda, görev yapmış olduğum Batı Sibirya bölgesinde Hantı-Mansi Özerk Okrugu-Yugra da yaşayan Müslümanlar hakkında bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum: Hantı-Mansi özerk bölgesi hakkında çok fazla kimsenin bilgisi olduğunu sanmıyorum. İş bu sebeple kısa da olsa bilgi 1990’ların başlarından itibaren (Sovyetlerin yıkılışıyla beraber) Rusyadaki dine bakış siyaseti değişmiş, cami ve kilise inşa etme yasağının kaldırılması üzerine, bölgeye ilk defa 1993’te Surgut şehrine ilk imam gönderilmiştir. Bu zamana kadar bölgede ne Cuma ne de Bayram namazları kılınmadığı gibi, başka dini törenler de yapılamıyordu. Devletin mescit için tahsis ettiği bir binada ilk defa 7 kişiyle ilk Cuma namazı kılınmış, ardından 1994'te Surgut valiliği tarafından tahsis edilen arsa üzerine müstakil bir cami inşaatı başlatılmıştır. İnşaatın tamamlanmasıyla cemaatin sayısı çoğalmış, müslümanların bir çok dini ihtiyaçları giderilmeye başlanmıştır. Rusya devletinin verdiği imkânlarla bölgenin başta Surgut şehri olmak üzere bir çok şehrinde, kasaba ve köylerinde camiler ve mescitler inşasına başlandığı gibi, 1999’da Hantı-Mansi Özerk Okrugu Müftülüğü kurulmuştur. Bu tür çabalardan olmak üzere devlet yetkilileri ile geliştirilen iyi ilişkiler sayesinde, onların yardımıyla şehirlerde camiler yapılması için arsalar tahsis ediliyor, imamlara devlet imkanlarıyla lojmanlar temini hususunda yardımlar yapılıyor. Bölgemizde devlet ve din görevlileri büyük dayanışma içinde olup, birlikte her türlü terör ve terörizm ile mücadele etmekte işbirliği halindedir. Rusya müslümanları her zaman ve dünyanın her yerinde yasayan Müslüman din kardeşlerimiz için dua etmekteler. Türk devleti ile Rusya arasında gelişmekte olan iyi ilişkiler, tabii olarak bizleri çok sevindirmekte ve bundan da gurur duymaktayız. Sonuç olarak, bizleri bu konferansa davet eden bütün yetkililere bir defa daha en samimi duygularımla teşekkür ediyorum. Burada konuşulan konuların İslâmın yanlış anlaşılmasını önleyebilen bireylerin kalbinde yer alacağını temenni ediyor, saygılar sunuyorum. 173 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Prof. Dr. Adas Jakubauskas Beşeri Bilimler Doktoru, Mykolas Romeris Üniversitesi Öğretim Üyesi, Litvanyalı Tatar Toplulukları Birliği’nin Başkanı, Vilnius Dün ve Bugün Litvanyalı Tatarlar Her toplum veya topluluk, tarihini hatırladığı, dini kuralları izlediği ve aydınlar tarafından yönlendirildiği sürece ayakta kalır. Dil faktörü de önemlidir ancak Litvanyalı Tatarlar dillerini 17. yüzyılda kaybetmişlerdi ve İslam, Tatar ulusun hayatta kalması için daha önemliydi. Litvanyalı Tatar topluluğu, haklı olarak tarihinden gurur duyuyor. Altı yüzyıl boyunca Litvanya onların vatanı oldu. Şüphesiz, Tatarlar en büyük katkılarını Grunwald Savaşında, ailelerinin bayrakları altında ve daha sonra Litvanya Büyük Dükalığı'nın ileri muhafız alayında ve Polonya-Litvanya milletler topluluğu ordusunda savaşarak ve Polonya-Litvanya milletler topluluğu ayrılana kadar istisnasız her savaşa katılarak yaptılar. Dört yıllık Secm döneminde, General Józef Bielak’ın adı ve Büyük Litvanya Dükalığı’nın yeniden canlanması için verilen savaşlarda ve Kościuszko Ayaklanması sırasında hayatlarını feda eden diğer Litvanyalı Tatarların adları herkes tarafından bilinmektedir. Tatarlar aynı zamanda, 4 Kasım 1794’te Varşova’nın bir kasabası olan Praga’nın savunması için kararlı mücadeleye katılmıştı. Bu savaşa 2., 3., 4. ve 5. ileri muhafız alayları katıldı. Çoğunluğunun liderliğini Jakub Jasiński yapıyordu. Bu yenilgi hem Cumhuriyetin düşmesiyle hem de Büyük Litvanya Dükalığının sona ermesiyle sonuçlandı1. Tatarlar, mızraklı süvarilerin (uhlan) doğuşuna yol açarak, dünya savaş tarihini zenginleştirmişlerdir. Bu isim 18. yüzyılda Tatar Albay Aleksander Ułan’dan gelmektedir. “Uhlan”lar (mızraklı süvariler) sadece Litvanya ve Polonya’da değil, aynı zamanda Prusya, Saksonya, Avusturya, Fransa ve Rusya’da ve daha sonra başka ordularda da hizmet vermiştir. Yüksek ahlaki değerleriyle öne çıkan Litvanyalı Tatar subaylara, hazinedarlık ve birim müfettişliği, subay haysiyet divanlarının üyeliği ve başkanlığı gibi görevler verilmiştir. Bunlar, çocukluklarından itibaren askeri hizmet için eğitiliyordu. 19. 1 yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar olan dönemde, 40’tan fazla general küçük Tatar topluluğun içinde büyümüştür; bu toplulukların üyeleri bugün Litvanya, Letonya ve Belarus’ta yaşamaktadır. Bunlardan en ünlüler Piyade General Hipolit (Halil) Januszewski, Korgeneraller Jakub Józefowicz, Chalil Bazarewski, Aleksander Tuhan-Mirza Baranowski, Konstantin Kryczyński ve Maciej Sulkiewicz, Tümgeneraller Tamerlan Bielak, Aleksander Ułan-Maluszycki, Samuel Kryczyński, Aleksander Romanowicz, Dawid Sulkiewicz, Józef Sulkiewicz, Aleksander Talkowski, vb’dir. Savaşlar arasındaki dönemde, aralarında gönüllüler Jonas ve Stasys Chaleckas, Yarbay Aleksandras Makulavičius, Albay Juozas Kalino ve kardeşi Yarbay Romualdas Kalino’nun da yer aldığı birçok Tatar, Litvanya ordusuna katılmıştır. Savaş arası Litvanya’da, genç Litvanyalı Tatarların çoğunluğu Alytus’ta 2. Büyük Düşes Birutė Mızraklı Piyade Taburu’nda görev yapmışlardır. Bugün bu büyük gelenek hala yaşıyor - birçok Litvanyalı Tatar subay, Litvanya ordusunda görev yapıyor. Savaşlara ek olarak, 20. yüzyılın başında, Tatar entelijansiyasının temsilcileri, tıp doktorluğu, bilim insanı ve devlet memurluğu gibi diğer mesleklere geçerken, sıradan insanlar geleneksel olarak bahçıvanlık, dericilik ve taksi şoförlüğü yaptı. Bu Tatar işletmeleri tekellere dönüştü ve demir yollarının ortaya çıkmasına kadar devam etti. Asırlar boyunca Tatar arabacılar, uzun mesafeleri kat ederek Krakow, Poznan ve hatta Kırım’a mal taşıdılar. Şair Adam Mickiewicz’in kardeşi Franciszek Mickiewicz, Nowogródek’teki Tatar arabacılar hakkında şunları yazmıştır: “Toplamda 2 bin kadar atlı her an yola çıkmaya hazır ancak Dubno, Kiev, Wilno, Minsk ve diğer yerlerde taşeronluk söz konusu olunca onları işe almak zor [...]. Atları küçük, güçlü ve birkaç haftalık uzun mesafe yolculuklara alışkınlar [...]. Bu arabacılar dürüstlükleriyle meşhur, çünkü hiçbir Tatar, en yoksulu bile ister yüklü mik- Daujotas J. Totoriai Lietuvos Didžiosios Kunigaikštystės kariuomenėje XVII–XVIII a. // “Lietuvos totoriai”, 1996, No 7. 174 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük tarda nakit para veya diğer değerli eşya, ister gizli ve önemli belge taşısın, asla güvene ihanet etmez. Hiçbir Tatar cezai bir suçtan veya başka bir kusurdan dolayı yargılanmamıştır […]”2. Asırlar boyunca, Tatar dericiler, yumuşak ve dayanıklı olan tabakalanmış derilerinin kalitesiyle meşhurdular. Maalesef bu zanaat şimdilerde pratikte yok olmuş olsa da, hala deri işlemenin ve bakımının sırlarını koruyan bazı insanlar var. Bu nedenle bu eski Tatar zanaatı, Litvanya’nın maddi mirasının bir nesnesi olarak korunmaktadır. Tatar bahçıvanlar da ürünlerini Kaunas, Alytus ve Wilno pazarlarında satıyordu ve onlar da hayli meşhurdu. Ve Tatar yemeklerinin, hamur işlerinin ve ünlü šimtalapis (şimtalapis) denen haşhaş tohumlu ve kuru üzümlü rulo pastanın namını duymayan var mıdır? Litvanyalı Tatar kadınların koruduğu milli mutfak mirasımız takdir edilmektedir ve sadece Litvanya’da değil, komşu ülkelerde de haklı bir üne sahiptir. Tatar kültürü savaş arası dönemde Wilno’da doğdu ve kent Tatar kültürünün ana merkezi haline geldi. 20. yüzyılın başında St. Petersburg’da bir Tatar öğrenci çevresi oluştu ve asli üyeleri, Rus devrimi sonrasında, Kırım ve Azerbaycan’da bağımsız devletler kurmak için kan veya din üzerinden kardeş oldukları Türklere yardım ediyorlardı. İşte bu eski öğrencilerin çabalarıyla Tatarların kültürel ve dini uyanışı için güçlü bir hareket gelişti. Tatar topluluğunun uyanışının güçlü işaretleri Wilno’dan tüm Tatar topluluklarına ulaşıyordu. Leon ve Olgierd Kryczyński kardeşler, hareketi başlatan kişiler olarak özellikle anılmalıdır. Aralarında Wilno’dali Stephen Báthory Üniversitesinde profesör olan Stefan Bazarewski, avukat Aleksander Achmatowicz, General Aleksander Romanowicz, vb’nin de yer aldığı bir grup Tatar aydını, canlanan kültürel ve dini faaliyetlere etkin olarak katılıyordu. Leon ve Olgierd Kryczyński’nin çabaları sayesinde, bugün hala önemini koruyan temel Tatar literatürü ilk kez Wilno’da gün ışığına çıktı. İlk cildi 1932’de yayınlandı. Diğer iki cilt farklı yerlerde, sırasıyla Zamoście’de (1935) ve Varşova’da (1938) yayınlandı. Üçüncü ciltte Stanisław Kryczyński’nin ünlü eseri Tatarzy Litewscy Proba monografii (Litvanyalı Tatarlar. Monograf Çalışması) yer alıyordu. Dördüncü cilt de hazırlanmıştı ancak 2. Dünya Savaşının patlak vermesi nedeniyle yayınlanamadı. Wilno’da bir Tatar müzesi, arşivi ve kütüphanesi kurulmuştu; 1925’te, ünlü bir oryantalist ve Berlin Üniversitesinde Felsefe Doktoru olan Jakub Szynkiewicz, Müftü seçildi; 1926’da Polonyalı Tatarlar Kültür ve Eğitim Birliği kuruldu ve 1929’dan itibaren birliğin başkanlığını Olgierd Kryczyński üstlendi. Bağımsız Litvanya’daki Tatar topluluğunda, Wilno’daki gibi önemli aydın üyeleri olmasa da, yerel Tatar topluluğu da bir uyanış dönemi geçirdi. Bu durum özellikle Litvanyalı Tatarların geleneksel olarak “Mekkesi” olarak bilinen Rejże’de (bugünlü Raižiai), geçerliydi. Savaş arası dönemde Litvanya ve köylerin birkaç kilometre karelik alanda devasa bir Ta2 tar yerleşimi bulunuyordu. Tatar geleneği burada derinden yaşatılıyordu. On yıllar boyunca, cemaatin hala hafızasında yaşayan Adomas Chaleckas, yerel cemaatin imamlığını yaptı. Köyün çevresinde, saygın yaşına tanıklık eden 13 eski mezarlık bulunuyor. 1889’da Bazary’de (bugünkü Bazorai) yangında kurtarılan Rejże Camii’nin minberi, Litvanyadaki Müslümanların maddi kutsal sanatlarının en eski anıtıdır. Minberde, bir Tatar marangoz tarafından elle yazılmış olan 1686 bir yazı bulunmaktadır. Bu çok değerli bir kalıntıdır. Savaştan önceki yıllarda, Rejże çevresinde 120’den fazla Tatar yaşıyordu. Tatarlar ayrıca Litvanya’nın geçici başkenti Kowno’da da etkin bir hayat sürüyordu. 20. yüzyılda, Kowno Tatar topluluğunun lideri olan Hacı Aleksander Illasewicz tarafından hibe edilen bir arazide bir cami inşa edilmesine karar verilmişti. Açılışın 1930’da, Büyük Vytautas’ın ölümünün 500. yıldönümünde yapılması planlanıyordu ancak maddi yokluklar nedeniyle cami ancak 15 Temmuz 1933’te, Grunwald savaşının 523. yıldönümümde kapılarını açabildi. Cami, Albay Chalilis Janušauskas ve komitesinin denetiminde inşa edildi. Caminin inşası üç yıl sürdü. Tatarların Litvanya devletine yaptığı hizmetler düşünüldüğünde, caminin inşaatı için milliyetçi Augustinas Voldemaraas tarafından fon tahsis edilmesi son derece anlamlıydı. Mustafa Chaleckas 1944’e kadar caminin imamlığını yaptı ve ardından Rejże Camii’nin imamı oldu. Ancak caminin kaderi karanlıktı: cami ilk kez 1941’da, savaş patlak vermeden önce kapatıldı. O dönem zaten yağmalanmıştı. Yine de cami savaş sırasında ve sonrasında faaliyetini sürdürdü. 1947’de tekrar kapatıldı. İlk önce arşiv kurumunun deposu olarak kullanıldı ve 1950’de bir amatör sirk grubuna devredildi. Daha sonra bir okuma odasına çevrildi. Son olarak 1986’da, M. K. Čiurlionis Sanat Müzesine devredildi ve müze burayı bir süre sergi deposu olarak kullandı. Kaunas Camisi 5 Temmuz 1991’de Litvanya’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra Tatar müslüman cemaatine iade edildi ve kapılarını ibadete açtı. Bilinen Tatar yerleşimleriyle ilgili olarak, sayısız küçük sokakları ve patikaları ve tipik meydan geçişi gibi Tatar köyü özelliklerini korumasıyla öne çıkan Keturiasdešimt Totorių (eski adıyla Sorok Tatary) köyünü burada anmak gerekir. Araştırmacılar, bu yerleşimin Vilnius Bölgesinde eşsiz olduğunu düşünmektedirler. Onlara göre, köydeki çok sokaklı planlama, bozkır geleneğine dayanıyordu. Keturiasdešimt Totorių köyünün camisi, Litvanya’daki en eski camilerden biridir. İlginç olarak, bu caminin içine Tatar alaylarının bayrakları asılırdı. Bugün bile, Tatarların 1794 Kościuszko Ayaklanmasına katıldıklarında kullandıkları bir Tatar bayrağının direği (raya) görülmektedir. Vilnius yakınlarındaki Nemėžis (eski adıyla Niemież) köyü de bir o kadar meşhurdur. Köy konumuyla meşhurdur zira Litvanya büyük dükü Büyük Vytautas’ın yazlık köşkünün Kryczyński S. Lietuvos totoriai. Vilnius, 1993. s. 131-132; alıntılayan “Pamiętnik. Z autografu wydał i objaśnił J. Kallenbach”. Lwów.1923. s. 66-68. 175 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük yakınlarında bulunmaktadır. Köyün sade görünümlü camisi 1909 yılında, Kryczyński prensleri tarafından yaptırılmıştır ve prenslerin aile mezarlığı, mezarlığın eski kısmında yer almaktadır. Bu mezarlık, 1913’te Mekke’ye hacca giden Hacı Aleksander Illasewiczgibi birçok tanınmış ismin ebedi istirahat yeridir. Illasewicz Tatarlar arasında, mallarının büyük kısmını camiler, din işleri ve yoksullar için harcamasıyla bilinmektedir. Savaş sonrası yıllarda, Vilnius’taki Lukiškių (eski adıyla Lukiszki) Camii hala açıktı. Vilnius’un genişlemesiyle, bu ahşap cami daha merkezi bir konuma kavuştu. Cami 1968’de kapatıldı ve yıkıldı; yerine Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin Bilimler Akademisi enstitüleri yapıldı. Mizar (mezarlık) da yok edildi. Maalesef Sovyet dönemi, genel olarak topluma mutlak bir durgunluk getirdi. En iyi temsilcileri savaşta öldü ya da baskı tehdidiyle göç etmek ya da sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldı. Merkezi ekonomi ve kolhoz sistemi, topluluk yaşamının köklü geleneklerini bozdu. Sistem 50 yıl daha ayakta kalsaydı, Litvanyalı Tatar topluluğu tamamen yok olacaktı. Neyse ki durum böyle olmadı. Ancak, sınırsız ifade özgürlüğüne rağmen, insanların milli kimliğini kaybetme riski hala yüksek. Bugün, Litvanyalı Tatar topluluğu, tüm Litvanya toplumuyla aynı şartların etkisinde: topluluğun ciddi sayıda üyesi, İrlanda, Birleşik Krallık ve ABD’de daha iyi bir hayat arayışı için ülkeyi terk etti. İstatistikler korkutucu. Nüfus sayımı verilerine göre, 1989’da Litvanya’da 5,100 Tatar vardı ve en son genel nüfus sayımında daha karanlık bir tablo ortaya çıktı - nüfus sayımı tarihinde, Litvanya’da Litvanyalı Tatar kökenli 3,225 kişi yaşamaktadır. Paradoks olarak, Sovyet döneminde, o dönem açılan tek cami olan Raižiai Camii, zamanın ulusal ve dini hoşgörüsüzlüğüne rağmen yıllık dini bayramlarda dolup taşıyordu ancak bugün dini özgürlüğün önündeki engeller kaldırılmış olmasına rağmen, camilere giden insanların sayısı ciddi şekilde azaldı. Litvanyalı Tatar topluluğunun yaşadığı kayıplar şu şekilde örneklenebilir: bugün, Vilnius yakınlarında sadece iki Tatar yerleşimi var – Keturiasdešimt Totorių ve Nemėžis köyleri; oysa, yıllar önce bugün Vilnius’a katılan Kozaklarai, Kolnolarai, Merešlėnai, Melekonys, Liudvinavas, Kazbėjai, Afindzėvičiai, Lukiškės, gibi birçok köy vardı. Şu anda, bu köyler artık yok ya da Litvanyalı Tatarlar buraları terk etti. Vilkaviškis ilçesindeki Vinkšnupiai köyü, Alytus ilçesindeki Bazorai köyü ve diğer bazı köyler benzer bir kaderi paylaştı. Bugün sadece topraktan çıkan eski mezar taşları geçmişin tanıklığını yapıyor... Artık hikâyenin üzücü kısmında durmayalım. Elli yıllık Sovyet yönetiminden sonra, Litvanyalı Tatar topluluğu Eylül 1988’de yeniden kuruldu. O dönem herkes mutluluğa kapılmıştı, yeniden birleşmeyi bekleyen yurttaşlar salonlara sığmıyordu. Bu yirmi yılda birçok şey yapıldı: Eskiden depo olarak kullanılan camiler onarımdan geçti, Litvanyalı Tatarları bir araya getiren kuruluşlar yeniden kuruldu, vb. Raižiai’deki yerel topluluk bir topluluk merkezi açtı. Nemėžis’te de benzer bir merkez inşa ediliyor. Önümüzde birçok görev var: Vilnius’taki caminin yeniden inşa edilmesi meselesi hala çözülmedi, Keturiasdešimt Totorių ve Kaunas’ta da bir topluluk merkezinin ve bir kültür merkezinin inşa edilmesi gerekiyor. Yeniden kurulan Litvanyalı Tatar Derneğinin ilk liderlerine de hürmet gösterilmesi gerekiyor – gazeteci Mensaid Bairaszewski ve Kaunas Teknoloji Üniversitesinden merhum Doçent Doktor Romualdas Makaveckas 1996’da Litvanyalı Tatarları birleştiren en büyük örgüt olan Litvanyalı Tatar Toplulukları Birliği’nin kuruluşunu başlattı. Onun inisiyatifiyle, Litvanyalı Tatarların kütüphanesi olarak görülebilecek Lietuvos totoriai (“Litvanyalı Tatarlar”) gazetesi 1995’te yayına başladı. Yayın aynı zamanda Litvanya’daki başlıca kütüphanelere dağıtılıyor. Tahminlere göre, Lietuvos Totoriai gazetesinin tüm sayıları bir araya getirildiğinde 1,200 sayfalık bir kitap ortaya çıkıyor… Ayrıca, 1998 ile 2003 yılları arasında Litvanyalı Tatar Toplulukları Birliği’nin başkanlığını yapan Dr Jonas Ridzvanavičius da birçok çalışma yaptı. Polonyalı ve Belaruslu Tatarlarla olan ilişkiler yakın zamanda düzeltildi. Litvanyalı Tatarların ilk bilimsel ve pratik konferansları olan ve topluluğun varlığı için önemli tarihsel konuları ve meseleleri analiz eden Orientai (“Doğular”) ile bu ülkelerdeki Tatar toplulukların sadece liderleri değil üyeleriyle de yakın ilişki kurmak için gerçek bir fırsat ilk kez doğdu. İlk Orientas konferansı Haziran 1997’de Litvanya’da, Tatarların Büyük Litvanya Dükalığına ilk kez yerleşmesinin 600. yıldönümünde düzenlendi. 2008’e kadar bunun gibi beş etkinlik daha düzenlendi. 1997’de ortak bir dini örgüt kuruldu ve bir yıl sonra da bir müftülük (Litvanyalı Sünni Müslümanlar dini merkezi) kuruldu. Yavaş da olsa, topluluk yeniden canlanıyor. Savaş sırasında aydınlarını kaybeden topluluk, giderek gücünü geri kazanıyor ve medyada giderek daha geniş şekilde yer alıyor. Ayrıca, Litvanyalı Tatar topluluğunda aydınların, özellikle genç aydınların sayısının arttığını görmek içimizi rahatlatıyor. Bugün, bilimsel doktora yapmış sekiz üyemiz var ve yüksek öğrenim almış Litvanyalı Tatarların sayısı ulusal ortalama ile eşdeğerde seyrediyor. Topluluk için önem taşıyan son dönemdeki bazı olaylardan da bahsetmek gerekli. Litvanyalı Tatar topluluğu hakkında bir belgesel – Murzų ainiai Lietuvos žemėje (“Ben Tatar Mirzaların Torunuyum”) – 2005’te Birinci Kazan Uluslararası Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü kazandı. 2006’da, Trakai Tarih Müzesi’nde Litvanyalı Tatarlara özel kalıcı bir sergi açıldı; 2007 baharında “Litvanyalı Tatar Savaşçılar” sergisi Kaunas’taki Vytautas Büyük Savaş Müzesi’nde açıl- 176 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük dı; 2007 yazında Litvanya edebiyatının klasik yazarlarından Vincas Krėvė-Mickevičius’un doğduğu yerin yakınlarındaki Subartonys köyünde ilk Litvanyalı Tatar etnografya müzesi açıldı; 26 Haziran 2010’da Raižiai köyünde Büyük Vytautas anısına ve Grunwald Savaşı’nın 600. yıldönümü için bir anıt açıldı. Litvanyalı Tatar Toplulukları Birliği güç kazandı ve bugün Vilnius, Kaunas ve Alytus vilayetlerinde, Klaipėda ve Panevėžys kentlerinde ve Varėna ilçesinde bulunan Tatar örgütleri birleştiriyor. Litvanyalı Tatarlar, Litvanya’da, Polonya ve Belarus’ta birlik- te yaşadılar. Elbette, ortak köklerden geldiğimiz için birbirimizle iletişim kurmalıyız. Yakın zamanda Kazan’daki Dünya Tatar Kongresi ve Kırımlı Tatar Halkı Meclisi ile birlikte bir işbirliği başlattık. Yakın zamanda Tatarların Büyük Litvanya Dükalığı’na yerleşmesinin 600. yıldönümünü andık. Birlikte yeni bir Litvanyalı Tatar kuşağı yetişiyor. Umarız, harici ve dâhili faktörlerden etkilense de, Litvanyalı Tatar topluluğu uzun yıllar Litvanya’da kalacak ve atalarının bıraktığı gelenekleri sürdüreceklerdir. 177 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük Sawadogo Yacouba Burkina Faso Yardım Cemiyeti Başkanı Batı Afrika’da Terör ve Terörist Hareketler Selâmü aleyküm İslâm dünyasının alimlerini Uluslararası İslâm Bilgeleri Zirvesinde bir araya getiren peygamberler şehri Şanlıurfa Valiliğine her şeyden önce teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Ayrıca, İslâm aleminin değişik coğrafyalardan gelip bu programa katılan ulema, bilge adamlarına ve hazirunu saygıyla selâmlıyorum. Ve sizlere Afrikalı Müslümanlardan selâm getirdim. Saygıdeğer ilim adamları ve misafirler, Afrika uzun yıllardan beri terör ve şiddet hareketleriyle anıldığını biliyorsunuz. Yüzyıllardır sömürge halinde olan Afrikanın her bağımsızlık direnişini dünya kamuoyuna “Afrika’da terör” olarak sunan Batı emperyalizmi, son yıllar da buna bir de “İsâmcı terör” kavramını eklemiş bulunuyor. Pek tabii olarak her bölgenin, her toplumun kendine özgü şartları göz önüne alındığında, Afrika’nın da kendine özgü bir yapısı ve şartları vardır. Bu şartlar doğal olarak dünyanın değişik yerlerinde olduğu gibi Afrika’da da şiddet ve terörü tırmandırmaktadır. Bu sebeble, Afrika’da devam etmekte olan şiddet ve terörün ne olduğunu sizlere anlatmaya çalışacağım. Afrika’da terörün gelişimini anlamak için ikili bir yaklaşım üzerinden gitmenin daha doğru olacağı kanaatindeyim: 1. Dış kaynaklı terör: Güncel mevcut olan uluslararası sistemin terör örgütlerini kendi siyasi veya ideolojik çıkarları için İslâm dini üzerinden ürettiği terör. 2. İç terör: siyasi, dini ve/veya ekonomik hedefleri kendi menfaatleri için sivillere, resmî yerel ve genel yönetimlere yönelik baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren yerel hareketler. Bunun çıkar elde etmede Afrika ülkeleri tarihinde bir yöntem olarak kullanıldığını kabul ettiğimiz takdirde, bu tür terör ve şiddet olayları her zaman olagelmiştir. Ancak biz, Batı Afrika’da kendi siyasi ve idelojik çıkarlarına ulaşmak maksadıyla İslâm dinini kullanan terör örgütlerine değinmek istiyoruz. Batı Afrika dediğimiz coğrafi bölge; Burkina Faso, Benin , Fildiş Sahilleri, Mali , Nijer , Nijeriya, Gana, Togo, Liberya , Senegal, Gambiya, Guine, Guine Bisseau, Siera Leone ve Cap-Vert’ten oluşan toplam 15 devleti kapsamaktadır. Bu onbeş Batı Afrika ülkesinden dördünde çok ciddi manâda ve yüksek seviyede, sürekli olarak terör saldırıları yaşanmaktadır. Buralarda faaliyet gösteren terör örgütlerinin durumunu şöyle özetlemek mümkündür: a- Nijeriya Boko Haram örgütü. Bu örgüt, 2002 yılında Nijeriya kuzeyinde Mohammed Yussuf tarafından kurulmuş, amacı halifelik ve şeriat uygulanması iddiasındadır. b- Mali - Aqmi (İslâm mağrib Al-keide). 1998 yılında Cezayir’de kurulmuş olan bu örgüt, günümüzde büyük sahrayı içine alan; Mali, Moritanya ve Nijer ülkelerinde faaliyet göstermektedir. Temel amacı, Cezayir’de İslâm devleti kurmaktır. - Mujao (Batı Afrika’da Cihad Birliği Hareketi) , 2011’de AQMİ’den ayrılan bir grup tarafından kurulmuş ve bütün Batı Afrika’da şeriat üzerine selefi islâmı yeniden inşa etme iddiasındadır. Bu örgüt daha sonra “Al Mourabitoun”e çevrilmiştir. - Ensar Din. Mart 2012 kurulmuş ve Mali’nin kuzeyinde Tonbonctou ve Kidal bölgelerinde hakimiyet kurma çabası vermektedir. - Macina Kurtuluş Hareketi. Al Mourabitoune örgütünden ayrılıp, Mali’nin orta kesimlerinde faaliyet gösteren bu grubun başında din dersleri veren bir vaiz bulunmaktadır. c- Nijer Nijer Boko Hareketi. Bu örgütte Boko Haram’ın uzantısı olan bir örgütdür. 178 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük d- Burkina Faso Ensar’ul İslâm örgütü. 2014 ‘e kadar Burkina Faso’da hiç bir terör olayı yaşanmamışken, 2015 Ocak ayında ilk terör saldırısı merkezde bir otel ve bir barı hedef almış, daha sonra kuzey bölgesinde askeri hedeflere sürekli saldırılar başlatmıştır.16 Aralık 2016 askeri hedeflere yönelik saldırının ardından bölgede çalışan memurlar ve özellikle öğretmenler tehdit edilmeye başlanmıştır. Bölge şu anda onların hakimiyetinde bulunmaktadır. e- Fildiş Sahilleri Şu anki tabloda görülen, Batı Afrikanın terör örgütlerinin en yoğun ve en aktif faaliyet gösterdikleri bir yer olduğudur. Amaçlarına bakıldığına, esasta birbirlerinden farklı değillerdir: Bu örgütler, bulundukların bölgede şeriata uygun islâmi bir devlet kurma iddiasındadırlar. Bu hedef doğrultusunda bazı örgütler, 600 yüz yıl önceki islâmi kurallarla yönetilen krallıkların sınırları üzerinde yeni islâm devleti kurmayı hedeflemektedirler (Mujao , Ensar’ul İslâm Al Mourabitoun örgütleri gibi). Genel olarak, terör ve şiddete başvurarak, mevcut devletin kurumlarını ve siyasi otoriteleri hedef alan örgütler, askerler ve yerel yöneticilere yönelik tehdit, saldırı ve suikastlar düzenlemektedirler. Mali, Nijer ve Burkina’da meydana gelen saldırılar bunun somut örneklerindendir. Bu örgütlerin saldırı ve tedhiş hareketlerinin hemen hemen hepsi, yöntem olarak Orta Doğu’da faaliyet gösteren İŞİD ve El- Kaide gibi uluslararası terör örgütlerinin Afrika versiyonu olduğu söylenebilir. Burada, bu örgütlerin bölgeye yerleşmelerini yol açan faktörler neler olduğu sorusu sorulabilir. Bunarlı da dış ve iç unsurlar olarak ikiye ayrılabiliriz. I- Dış Unsurlar a- Doğrudan ideolojik olarak Orta Doğudaki terör örgütlerinden (DAEŞ ve EL-KAİDE gibi) etkilenme b- Uluslar arası çıkar grupları ve devletler: Yeni dönem sömürgecilik ve misyonerlik faaliyetlerini İslâmın yeniden yükselişe geçmesi karşısında, islâmın aslına aykırı olan terör yapılanmalarını güçlendirerek gerçekleştirmeye çalışıyor c- Dışardan gelen dini cemaatlar veya tarikatların bölgede çoğalması (mezhepçilik ideolojisini bölgeye yerleştirmek için uğraşanlar). II- İç Unsurlar a- Coğrafi şartlar. b- Arab ülkelerinden eğitim alanlara, resmi makamlarda iş verilmemesi. c- Afrika ülkelerindeki resmi dini kurumlarının yetersizliği. Yetişmiş insan ve kurumların eksik ve yetersiz olması. d- Sosyo-ekonomik şartlar. Gençlerin işsiz kalmaları sonucu aşırı grupların kolayca etki alanına girmeleri. Hükümetler vatandaşlarının refahını sağlayamadıkları noktada, insanlar şiddet ve ölüme karşı daha duyarlı hale gelir. Bütün bu iç ve dış unsurlar dikkate alındığında Batı Afrika’da olduğu gibi, daha önce Liberya, Siero Leone ve diğer ülkelerde meydana gelen iç savaşlar esnasında savaşa katılmak için kaçırılan çocuk askerlerden şu ana kadar herhangi bir haber alınabilmiş değildir. İlgili ülkeler bunlardan bir kısmının kurtarıldığını söylese de, büyük çoğunluğu kayıptır. Bu çoğunluk asker çocukların sadece resmi kayıtlara giren sayısının 30.0000 olduğu göz önüne alındığında herhalde facianın boyutu ortaya çıkar sanırım. Modern dünya karşısında İslâmın hakim olduğu döneme ait geçmişin Afrikasına kısaca dönecek olursak, ortaya çıkan tablo şöyledir: 20, yüzyıl başlarında istatiki rakamlara göre Sahra Afrikasında müslüman nüfus11 milyondu. Bu rakam 2010 yılında 234 milyona ulaşmış bulunmaktadır. O dönemden günümüze kadar geçen süre içinde başka bir dine mensup hiçbir kimse, Müslümanlar tarafından şiddet ve baskıya maruz kaldığına şahit olmamıştır. İslâm dini bölgede sadece pasif bir yayılma faaliyet alanı olarak kalmıştır. Bunu şunun için anlatıyorum: Sözkonusu Afrika grubunda yeralan Mali, Burkina Faso, Nijer ve Senegal ülkelerinin nüfusunun en az %60 müslüman olup, eğer bu ülkelerin müslümanları gerçekten din adına terör ve şiddete başvurmuş olsalardı, bu güne kadar buralarda tek bir dini azınlık kalmazdı. Keza, aynı şekilde Orta Afrika ülkelerinden Nijeriya, Fildişi Sahilleri gibi ülkelerde siyâsî aşırı grupların kısmi faaliyetleri dışında diğer dini azınlıklar, Müslümanlarla birlikte asırlar boyu hep barış içinde birarada yaşamışlardır. Şimdi burada tartışmakta olduğumuz terör konusunun bir yanı İslâm ülkelerine yönelik Batılı güçlerin yeni sömürgecilik ve hegamonya kurma mücadelesinin sonucu ise, bir yönü de İslâm ümmetinin kendi başarısızlığıdır. Burada bütün İslâm dünyasını temsil eden islâmi kurumlara, kuruluşlara hatta şahıslara bu yolda çok ciddi çaba sarf etmeleri gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Burada şu anda toplanmış bulunan en hayırlı faaliyetin ümmetin birliği için yapılan faaliyet olduğuna inanıyorum. Son olarak Burkina Faso Müslümanları Yardım Kuruluşu Genel Sekreter olarak, başta Türk halkına ve bu konferansı düzenleyen Şanlıurfa Valiliği ile, konferansta emeği geçen herkese çok teşekkür ederim. 179 İslâm'ın evrensel mesajı: Barış, Adalet, Özgürlük International Scientific Conference Of Muslim Scholars Notifications Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Index Protocol Speeches Dr. Hüseyin Efendi Kazanoviç Sarajevo 188-189 Dr. Mahmut El Habbaş Chief Judge, Undersecretary of the President of Religious Affairs and Head of the Islamic Affairs Department 190 Nihat Çiftçi Şanlıurfa Metropolitan Municipality Mayor 191 Güngör Azim Tuna Governor of Şanlıurfa Dr. İsmet Yılmaz Minister of National Education Prof. Dr. Mehmet Görmez Chief of Religious Affairs 192-193 194 195-198 Opening Speech of the Summit Prof. Dr. Mehmet Görmez Chief of Religious Affairs 200-204 I. Day - 1st Session Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün On Social Unity, Differences and Limits of Separation 206-209 Dr. Necdet Subașı Conceptualizations of the Scholar, the Wise and the Intellectual“A Discussion Specific To The Islamic World” 210-215 Emin İsa El Osmani Reflection of thoughts 216-218 I. Day - 2nd Session Sheikh Doctor Iqrime Said Sabri The Role Of Scholars In Fight Against Excess, Extremism And Terrorism 220-228 Prof. Dr. Ali Çelik “Some Basic Principles in the Sunna of Prophet Muhammad to Ensure Social Peace” 229-233 Nawaf Takruri Difference Between Legitimate Resistance And Terrorism 234-238 Doç. Dr. Adil Şen An Overlook of Some Exemplary Practices of Maintaining Social Peace in the History of Islam 239-241 I. Day - 3rd Session Prof. Dr. Ahmet Taşğın Crisis of the World, Catholicism and Muslims: Beginning to Read from İkra 244-246 Lütfi Bergen A Proposal on“the Order of Balance”or“Politics of Balance” On the Basis of the Political Theory of Farabi and the Work Titled “Dusturu’l-Amel Li Islahi’l-Halel” by Katip Chelebi 247-252 Asst. Prof. Dr. Mahmut Ay War and Peace in the Qur’an “A Contextual Reading Experience” 253-263 Dr. Ömer Müftüoğlu Some Mistakes in Procedure in the Effort to Find Sources to Discourse that Lead to Violence 264-266 II. Day - 1st Session Dr. Faid Mustafa In Definition of Terrorism: Immorality of the West 268-270 Prof. Dr. Azmi Özcan Colonial Threats and the World of Islam 271-273 Assoc. Dr. Selim Argun Future of the Islamic World in the Grid of Global Threats and Regional Trends 274-276 II. Day - 2nd Session Dr. Abdur-Rahman Mangera White Thread Press - www.zamzamacademy.com Secularism and Islamophobia 278-279 Assistant Professor Abdullah Hikmet Atan Prophetic Aesthetic and Life 280-283 Prof. Dr. Ahmet Yıldırım Hodja Ahmad Yesevi, A Wise Man and Symbol of Tolerance 284-287 Prof. Dr. Bedri Gencer Six Doors to the Discovery of the Antiquity 288-296 II. Day - 3rd Session Assoc. Prof. Nurullah Ardıç Social and Political Repercussions of Islamophobia 298-303 Professor Doctor Saffet Haliloviç Reasons And Solutions Of Islamophobia 304-309 Romas Jakubauskas (Ramazan Yakuboğlu) Lithuanian Tatars as Muslim Minority and Islamophobia 310-312 Reis Yangliçev / İlahiyatçı, Moskova/Rusya Islam in Russia and the Conditions of Muslims 313-314 II. Day - 4th Session Prof. Dr. Ersin Özarslan Some Notes on the Aspect of Communication of Information Among Islamic Countries 316-318 Şeyh Muvaffak Şhâzeli Scenes Of Tolerance From The Life Of The Prophet 319-320 Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya 321-328 Land of Salam's (Peace) Principles of Living Together Rifat Feyziç Looking at Islam and Peace from Karadağ 329-332 II. Day - 5th Session Prof. Dr. Fikret Karaman The Disposition and Image of Islamic Peace in the West 334-341 Kamil Samatov The Attitude of Western Countries on Islamophobia and the Muslims of Khanti-Mansi 342-343 Prof. Dr. Adas Yakubauskas Lithuanian Tatars yesterday and today 344-347 Sawadogo Yacouba Terrorism and Terrorist Actions in the West Africa 348-349 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Protocol Speeches Dr. Hüseyin Efendi Kazanoviç Sarajevo Dr. Mahmut El Habbaş Chief Judge, Undersecretary of the President of Religious Affairs and Head of the Islamic Affairs Department Nihat Çiftçi Şanlıurfa Metropolitan Municipality Mayor Güngör Azim Tuna Governor of Şanlıurfa Dr. İsmet Yılmaz Minister of National Education Prof. Dr. Mehmet Görmez Chief of Religious Affairs Dr. Hüseyin Efendi Kazanoviç Sarajevo Tragedy of Balkan Muslims and Muslims in the World Esteemed scholars, dear brothers, Dear guests, Dear friends, as-salamu alaikum. I would like to share my humble opinion on the current situation of the Muslim World in the beginning of 21st century with you, esteemed and great scholars. Before starting my speech, I greet you all with the salam of Allah, may his peace and mercy be upon us. I would like to thank for your invitation in the name of Bosna Herzigova Islamic Union and on my own behalf. I would like to state that I am very happy and honoured to greet the great and esteemed scholars, Prof. Dr. Mehmet Gormez, President of Religious Affairs Administration who is a good friend of mine and friend of Balkan Muslims and Muslims in Bosnia Herzigova, making great effort to protect the rights of Muslims around the World. Making great effort to solve our problems, Prof. Dr. Mehmet Gormez, President of Religious Affairs Administration, follows problems experienced by people living in these areas of Europe closely and attentively. Unfortunately, problems and great issued we encounter each day are not too little to ignore. Balkans have been separated from the Khilafat centre of Ottoman Empire in the end of the 19th century and beginning of the 20th century. Upon leaving the Islamic world that maintained its integrity under the political and government structure that lasted for centuries, Balkan Muslims went under the rule of foreign states with different and unknown ideologies. Starting from that day, we all suffered from pressure, rejection of our identity and intimidations on our Islamic identity and roots. We faced torture and death throughout the history because of our struggle about protecting our religious rights and freedom, religious practices and beliefs and unfortunately, we experienced a mass holocaust in the end of the 20th century. The most trusted scholars made effort to protect our people both physically and spiritually based on our intellectual assets and teachings of the previous scholars. The third millennium (thousand year- period) started in a very dramatic way for Muslims. Attacks in the USA on 11 September 2001 were the indication of the great storm approaching to Muslim territories. From that date on, worries, fear and pain prevailed in the Muslim World. Prior to these events, Western countries pressured the Islamic World first, because of the Palestine problem and then the Iranian revolution. Tragedy of the people of Palestine, the torture, violent massacres, exploitation they have been exposed to and forced seizure of their land and exile of these people from their home land caused great traumas. While we had to solve such a problem by eliminating the root cause, we constantly delayed the solution thereby leading certain groups to have the idea of acting without thinking in order to combat against the violence. Unfortunately, common sense and patience have been lost in the approaches pursued for solving big and challenging problems and the dominance of emotions in such important struggles increased the tragedy of Palestinians. Some Muslims started to claim that they are acting to solve long accumulated problems of the believers. But, as it is the case with the example of the Queen Belkis, they had neither the wisdom nor the skills for solving these problems: “ She said, “Indeed kings - when they enter a city, they ruin it and render the honoured of its people humbled. And thus, do they do. (Koran 27/34). This situation did not work for any good but it only increased the pain of Muslims. Thus, as a result of emergence of a typhoon in the heart of Islam, unity culture of Muslims, customs and traditions of 188 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom them that were protected for years are left aside and the flame of divisions and threats started rising again. However, former generations managed to build a world based on life, instead of a world based on theology (belief). Intellectuals who were educated out of the traditional centres of Islam in the beginning of the 20th century did not review the arguments/ evidences of the former scholars. They accepted certain templates set by the traditional scholars as the only truth in their approach to the world and they started spreading their ideas, ignoring the unity of Muslims. A part of the traditional scholars cared about unity of the believers and they emphasized pure belief at the cost of disintegration in the new “intellectuals” society. Unfortunately, this situation still continues in our day. In contrary to a world based on living together and mutual respect, Islamic world of the present day lost its position as a political, religious and spiritual centre in the presence of the mutual conflict environment. Disintegration of our value system has already created a crisis before we witnessed the actual consequences of the visible disintegrations. Masters of this century are no longer law experts, philosophers and Islamic scholars who were the leaders of the past. They have been replaced with selfish and adventurist persons who lack the knowledge and responsibility that would embrace the believers of Islam. In such an environment created as a result of disintegration, we are helplessly watching the violent torture applied by merciless, murderer armies to people (Muslims and non-Muslims). It seems we still be watching people mass fleeing from their homes in order to protect their life from violent murderers that destroy the memories and traditions of their countries and nations. The world we know is being destroyed slowly, getting close to the horrible end created by a big earthquake. Each nation that is attacked and destroyed by people who are in the cradle of civilization in the world, who do not have any feeling of empathy. Unfortunately, it is impossible to expect the situation to slow down until the war achieves the targets and it is, yet, early to talk about the scale of this disaster that is going on for years. People in the world are busy with counting the death toll and dealing with the fear of refugees. Even worse, Muslims do not find a solution for this tragedy that is mostly experienced by Muslims. They are not deterministic powers in terms of both global problems and their own faith. Unless we establish unity (Khilafat), we will continue witnessing the tragedy of Muslims and seeing Muslim children being killed or drowned in Bosnia, Iraq, Libya, Syr- ia, Myanmar and many other places, we will be seeing more Muslims migrating from one place to another in order to find a safe shelter. Dead bodies of Muslim children who fall martyr and end up in the shores of Turkey in the end of the storm caused by the war are the best examples to describe Islamic political movements, ideologies and current situation with Muslims. If we exclude Turkey, no political, economic or cultural program is offered other than “Islamization of Muslims”. Attempt of offering an alternative against juntas and governments did not get beyond disappointment. Groups exploiting Muslim territories is a result of this. The data we currently have at our disposal show that this dark force is growing each day and great power and determination are needed to stop it. The situation of today’s Muslim world is very similar to the period when Mogul invasion started. This period we are experiencing in the history of Islam will be remembered as the period of vandalism and violence. We will know in the future whether this period is the messenger of a new beginning or not. Time is the best witness. Territories where Balkan Muslims live are on the main route of refugees from Syria, Iraq and other countries seeking to take shelter in the West Europe. Thousands of Balkan Muslims immigrated to Ottoman Empire territories including Syria and Turkey in order to protect their life from Christian vandals only a century ago. The traumas that left trails in the social memory were devastating. At present, the same applies to people of Syria and Iraq. They will be disappointed when they realize that people who carried flags with shahada written on them brought them to this situation. We feel like we are betraying his mission as people who believe in the mission of our prophet Mohammed who was sent as a blessing to the universe by Allah. We forgot his words saying: “If two Muslims draw a sword against each other, both murderer and the victim would go to hell”. In the recent past, I head this story in one of the meetings: “Multiple armies are fighting in Syria but none of them has martyrs. I believe, those who flee from their homes in order to avoid the blood shed are martyrs”. Reducing the tragedy in these countries is the biggest responsibility we have. As we make long-term plans, we will have to think about bringing peace, justice and freedom to Islamic worlds and work hard towards achieving our plans. This is about the future of Muslim believers. Eyes of the Islamic World are set on Turkey. The upcoming days and years will show how right we were about these expectations. I surrender to the mercy of Allah, the owner of all. 189 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Doctor Mahmut El Habbaş Chief Judge, Undersecretary of the President of Religious Affairs and Head of the Islamic Affairs Department May the peace and mercy of Allah be upon you Attached you will find the speech you will deliver in Turkey/ World Islamic Scholars Summit. Speech of Doctor Mahmut El Hebbas, Chief Judge, Undersecretary of the President of Religious Affairs and Head of the Islamic Affairs Department in the World Islamic Scholars Summit/ Sanliurfa- Turkey Speech We have come to your presence from the State of Palestine that will be called ‘State of Palestine’ until the judgement day. From the place where Muhammed bin Abdullah, the Prophet of peace, representative of justice and defender of freedom, ascended to the heaven. From the first qibla of two, homeland and cradle of the Jesus Christ, the land of prophets and messengers, country of companions, the place surrounding the body of our prophet, territories of martyrs and veterans carrying the flag of Islam, flag of justice and flag of freedom... However, our home, Palestine is devoid of peace, justice and freedom... Our people is under occupation and they are facing with difficulties... This occupation is the worst face of torture, hostility, oppression and tyranny. An occupation that invaded our territories, stole our rights, exiled our fathers and grandfathers, killed hundreds of thousands of innocent people and plundered villages and cities... An occupation that stops us, Muslims from accessing to holy items of, holy Al-Aqsa Mosque and Christians from accessing to their Churches and their own holy items. An occupation stopping us from opening our flag, founding our state, living our life, culture and religion... Israel occupation stopping and hating the azan around Bayt-Al Maqdis and Bayt-Al Muqaddas... Valuable brothers and sisters... We neither show hostility nor overstep the limits against anyone. On the other hand, we nei- ther bow to, nor accept hostility. We do not kneel before anyone but Allah and we bow down only before Allah. We die for defending our religion, home, holy belongings and freedom but we never kneel down and accept oppression. We extend our hands to peace... We extent our hands to peace that comes with justice, fairness and freedom... We want freedom for all... We do not have hostility against the Jews and we do not fight against them. Jewish people lived under the shadow of the Islamic state. They lived under the shadow of our holy Prophet (peace and blessings be upon him). But we stand against the occupation, oppression and enemies. Allah commanded us to defend ourselves and said “Fight in the name of Allah with those who fight against you and do not exceed the limits. Surely Allah does not love those who exceed the limits”. We do not overstep the limits. Allah commanded those who exceed the limits to be killed no matter where they are but this applies to non-believers. We want peace grounded on justice. We might not get justice or achieve real justice with the current political solutions proposed. We know this for sure. For example, solving the issue by forming two states is not a fair solution. Leaving more than 78% of the Palestinian people out of the State of Palestine, in other words, leaving them out of our borders and territories means not having our own state, religion, national anthem and freedom. Neither Allah not people would be content with this. We have extended our hands to the rest of the world for peace. Muslims are ambassadors of peace, Muslims are ambassadors of justice and freedom. We thank to the Republic of Turkey. I would like to express my appreciation for inviting us to this holy place, this city where our prophet Ibrahim lived and this place that is El Halil city for Palestine. May the peace and mercy of Allah be upon you... 190 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Nihat Çiftçi Şanlıurfa Metropolitan Municipality Mayor Distinguished Minister, dge and widom as the first university of the world in the areas of religion, culture, art, literature, philosophy and astrology, in addition to its cultural assets and its historical mission. This is the land where Ibn-i Teymiyeh, Sabit bin Kurra, Sinan Bin Sabit, Ummul Hayr, El Battani, Jabir Bin Hayyan were born. Esteemed President of Religious Affairs, Esteemed Governor, Esteemed Deputies, National and international scholars participating at this meeting, Distingusihed guests, These scholars who were raised at Urfa Academy and historical Harran University, have greatly contributed to world civilization, and influenced the Western thought in science, philosophy and arts... Distinguished Colleagues, Ladies and gentlemen, I greet you cordially on behalf of our country, which is the last shelter of the Islamic world and the oppressed, and on behalf of our ancient city which is the cradle of history and humanity, and on behalf of our Ansar people. We are honored to welcome you in this city which has hosted many civilizations and their cultural heritage, including the first temple of the world, Göbeklitepe. Şanlıurfa is the city of prophets, awliya and poets. It is the home of Prophet Shoaib, Prophet Noah, Prophet Ayoub, Prophet Elias as well as Prophet Abraham, the ancestor of three divine religions, Judaism, Christianity and Muslims which embrace approximately 70% of the world population, and thus it is a center of faith. Prophet Ayoub drank the drops of patience on these lands. Welcome to Şanlıurfa, the land of scholars and “awliya”, and the city of Prophets. The fire of Nimrod was extinguished with the divine order “O fire! Be cold and harmless to Abraham.” Distinguished Participants, Distinguished Guests, According to Islamic historians and geographers, Urfa, is one of the first settlement centers established on earth after the Noah’s flood, and still remains as an important city in the history of Islamic civilization. This region, which is called Mesopotamia, has always been a cradle of humanity and its values, and countless civilizations have flourished on these lands. Urfa is the capital of brotherhood ad the palace of the sultans with its anbiyah, awliya, its saints and holy figures. We can see that these civilizations embroidered their cultures, arts, and life styles in these places. Therefore, it is very meaningful and important that we host this summit. Urfa, a renowned city with its scholars, its clergy, its philosophers, its writers, its poets, its travelers, its painters, and its artists, remains a source of inspiration with its unique and mystical heritage. I believe that the intellectuals and scholars who will take the floor at this International Summit of Islamic Scholars will light a guiding torch for all of us. I congratulate everyone who are involved in the organization of this event. Distinguished Guests, I would like to once again present our sincerity to all of the guests of our city, and I greet you cordially. The historical city of Harran has become the home of knowle- 191 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Güngör Azim Tuna Governor of Şanlıurfa Distinguished Brothers, Esteemed Friends, Welcome to our beautiful city of Şanlıurfa, which is described as the “landscape of Abraham” by Evliya Çelebi. I would like to greet you cordially. The International Summit of Islamic Scholars is held with the title “The Universal Message of Islam: Peace, Justice, Freedom” in Şanlıurfa, the city of prophets, which is of significant importance for us. Our “Şanlıurfa”, first of all, speaks with its heart. Because in the heart of this city lie the values that have brought serenity and blessing to all humankind. In this city, with the divine order “O fire, be cool and blissful with Abraham”, the fire of the Nimrods has been destined to go out since Prophet Abraham, who proved his loyalty to his dream. As the Governorate of Şanlıurfa, we are honored to host the International Summit of Islamic Scholars in this blessed land, where the universal message of Islam is embodied in its deep-rooted history, and which was honored by the footsteps of the prophets and the awliya. I would like to thank our esteemed scholars, who have accepted our invitation with great modesty and who will be offering valuable contributions to our works. As the members of a religion that curses those who fuel corruption on earth, we know that Allah will disrupt the traps of trappers. We know it so well that our nation has seen this on July 15th. The traps of the trappers were once again demolished on July 15th. On that dark night, our assembly, which is the heart of our nation that prays Allah, was bombed, and our heroes, whose chests were filled with faith, were shot down. We should note one thing down at this summit, where the basic message of Islam will be discussed: This attempted coup, which heinously targeted our nation, was perpetrated by those who used religion as an instrument to their ugly objectives, although our religion deems killing one person equivalent to killing all humanity. Exactly at this point, the mission for all of us is to show more sensitivity, more diligence and more efforts than ever. We should be more alert than ever against the traps of the traitor, who “cannot have faith without practicing polytheism”, and who have built their lives on hypocrisy, as well as against those who attempt to associate Islam with terrorism and to create a “phobia” out of it. The efforts to associate Islam with terrorism is a new trap in our time in this context. Our Allah, who fails the traps of trappers, will hopefully fail this trap, too, with the efforts of disciplined generations with good ethics, ‘who act honestly as they have been ordered to”, and who act like they are, and be like they act. In fact, in the fight between the Right and the Vanity, which has continued throughout history, the winner cannot be Vanity. Every member of our noble nation, which defied military tanks to defend national will on July 15th, will take our Democratic Victory of July 15th one step ahead by saying “yes, I am in” for the race we started in goodness, in beauty and in peace. In these days when loyalty has prevailed over betrayal, and the spirit of national unity and togetherness has been renewed, we look to the future more safely and more hopefully. Indeed, we have a religious world in which we have been instructed to love each other. We have a religious world in which all people are equal like the threads in a comb. We have an administrative tradition which says “make people live so that the state lives.” We are a nation that defines “human” as a supreme and honorable creature. Furthermore, we are a graceful and sensitive nation which believes that those who value hearts above Ka’aba, and that those who hurt others’ hearts will be doomed in both worlds. We avoid from hurting the hearts, which is the home of the creatures, because we respect the real owner of that home. In this respect, the issue of human rights, which is kept on harping by the West but exercised in double standards “according to the beneficiary”, is a question of faith for us. The Western countries are leading the defense of human rights but fail to fulfill their duties to the migrants, which contradicts with the terms of the Declaration of Human Rights. However, for our state and state officials, who consider serving to people the same as serving Allah, supporting the oppressed people is a duty of every human being. With the arrival of our Syrian brothers and sisters, our land of hearts has not become smaller but bigger. In Şanlıurfa, where we say “We too should become the Ansar”, we are writing a history of migration. We welcome our brothers and sisters with the divine fertility of Halil Ibrahim, and we demonstrate once again to the whole world that we are “the people of 192 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Abraham”. Because, as the Divine Kalam said “Vellezîne tebevveud dâre vel îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcera ileyhim”, we love those who migrate to our lands. Our basic source of motivation in this goodness is Islam itself. In our civilization, which has been built on high human values, all the hearts and minds of our architects and our wise men across the centuries have always pointed at one direction. They have earned a throne in our hearts since they advised goodness and prohibited evil, and recommended being just, patient, and merciful. There is no difference in the words of Ibnu’l Arabi, who said “We emerged from love, we were created with love, we walked towards love and we gave our hearts to love” and the words of Sheikh Edebali, who said “The essence of a cause should be love”. The aphorisms of Farabi and Hodja Ahmad Yesevi, who emphasized the spiritual and moral purification of humans and described a virtuous society, point at the same direction. At the 3-day International Summit of Islamic Scholars, the Governorate of Şanlıurfa aims to add a drop to this ocean, open its doors to goodness and beauty, and contribute to global peace and fraternity. With these sentiments and with the hope of being one of those who commit good acts and who advise justice and patience, I hope that the International Summit of Islamic Scholars with the theme of “the Universal Message of Islam: Peace, Justice, Freedom” brings us efficient results, and I would like to thank everyone who have contributed to the organization. I would like to welcome you once again to Şanlıurfa, the land of Prophet Abraham, and I greet you cordially. 193 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Dr. İsmet Yılmaz Minister of National Education Esteemed President of Religious Affairs and Brothers who honoured us by coming to Sanliurfa, the city of Prophets, from four corners of the world: I greet you all with love, respect and courtesy, may Allah always guide you. Welcome to your home, to your fatherland; welcome to the City of Ibrahim and Eyup. This place will always be your home. I would like to express my appreciation to Sanliurfa Governorate for organizing this summit, and the Municipality, Harran University and especially the Religious Affairs Administration for their contributions. There is no doubt that Islamic World is suffering from great deal of problems. But there is always hope. The darkest hour is just before the dawn. There will be challenges. Because it is impossible to achieve things without gaining experiences. We believe these challenges are a test for believers, for people of this geography. We are undergoing a test. The way of becoming successful in this test is to support the needy, help orphans and improve solidarity and unity. The more we strengthen our ties of solidarity and unity, the faster we will come to prosperous days. Therefore, I invite you to feel hopeful as objectives of this summit will be achieved. We have a nice saying: “You become victorious if you believe in yourself but give up on your hopes if you rely on others”. We have problems but if we unite and act together, we will definitely solve them. Because, we believe that Allah will always bless us, Allah is the most merciful and powerful. But, we have to be patient. Beautiful and peaceful days are awaiting us. We have no doubt. What should we do? We should come together more frequently and we should always relay the universal messages of Islam- `Peace`, `Justice`, `Freedom`- in every occasion we get. We should never give up, we should never get tired or feel hopeless. I hope this summit will be fruitful for all of us. We must organize more events like this summit. Therefore, once again, I would like to thank all brothers who organized and contributed to this summit. I wish you salvation in both worlds. If you allow me, I would like to end my speech with a quatrain written by a teacher. He says: “Don’t question his wisdom / Efforts are always awarded/ Don’t hurt the servants/ For the sake of respect to their Master” I greet you all with respect. 194 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Prof. Dr. Mehmet Görmez Chief of Religious Affairs Bismillahirrahmanirrahim. are in the blessed city where he initiated the struggle for unity. Elhamdülillahi Rabbi’l âlemin. Vessalâtü vesselâmü ala rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. I would like to remind you of a verse that our Almighty Lord proclaimed concerning Abraham. The ummah is a community of humans, as it is known. But there is a human being who is a ummah alone. Thanks to our Almighty Lord, who brought us to discuss peace, justice and freedom that are the universal messages of Islam in this blessed, beautiful city where prophet Abraham began the struggle for the unity. Greet to all the prophets who illuminate our path from prophet Adam, prophet Abraham and to Prophet Muhammad Mustafa. Dear Minister, The precious Bosnian Herzegovina’s scholar friend, Dr. İkrime Sabri, a very precious doctor who has attended our meeting from Jerusalem Palestine, Dear Mr Habbaş, My very precious brothers from the Balkans, My dear friends from Russia, the Caucasus, Very valuable scholars from our country who have honored our room, The scholars with Prophet’s heritage, First of all, when I begin my words, I greet you all with love, with respect, and affection. Let Allah’s salvation, mercy, blessing, grace, virtue, goodness, and admiration upon us. Şanlıurfa is a city that is the heart of our civilization. Şanlıurfa is the religion of prophet Ibrahim. The presence of Şanlıurfa in our country is an honor for us. Şanlıurfa is inseparable from Jerusalem, which is defined by some of our poets as “the city of the mecca” and “the city descending from the sky”. Prophet Abraham united these geographies. As Prophet Abraham united the ummahs, he united the believers as well as the geographies. We are in Prophet Abraham’s space. We “Certainly, Abraham was a humble ummah in his own right. He was an Tawhid leader “(Nahl 16/120). He was an ummah in his own right, representing Tawhid, representing Unity. Distinguished guests, Ladies, Gentlemen, The title of the symposium “International Islamic Scholars Summit” is “The Universal Message of Islam; Peace, Justice and Freedom”. From Prophet Adam to the Greatest Messenger, all the prophets have been representatives of peace, justice and freedom. All the prophets’ struggles on earth are to save the earth from being a seduction, to fulfill peace, justice, compassion, unity and true freedom. To talk about “peace, justice and freedom” in this symposium is to talk about Islam itself. In the last years, when every Muslim begins to say, “Islam is the religion of peace” it touches to my heart. As there is no need to say that “sun is light”, “day is light”, “night is dark” there is no need neither to say that “Islam is the religion of peace”, “Islam is the religion of justice”, and “Islam is the religion of liberty”. I regret to say that today believers’ towns have lost the belief itsels, the Islamic towns have lost their salvation. Those who believe in Allah have lost justice, those who believe in peace have lost their freedom. Today, when Muslims speak of peace, justice and freedom, they begin to talk about as if they speak of values that they have lıst, this is a fault of us. Dear scholars, In the language of the Qur’an, “peace” is just as “salam” as you know it is. “Salam”, is not just the opposite of war. “Salam” is not just conflict. Salaam has a morality, there is a law of salutation, there is a philosophy of salutation and 195 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom peace. And religious Islam has not only spoken of peace, it has replaced the morality of peace. It has not only spoken of salutation, it has ruled salam over the earth. We have built nice civilizations. We have made the law of salutation and law of peace a master in civilizations of mercy, and we have built the earth. Our Almighty God is also “al-Salam” at the same time. “Salam” is the name of our God. When we say “We know that our God is the greatest source of salam, and we believe it,” When our Almighty God says “O you who believe! Always enter into peace “(Bakara 2/208), Islam and salam, Islam and peace are used and accepted as the same words. We Muslims’ greatest slogan, (Bukhari, Îmân, 6) When we see is to say es-selâmu aleyküm when we see any person that we know or we do not know. We declare peace in this way. Salam is respecting morality in relation to the other. It is to watch the ethics of the other. We do not only salute our resurrection, but also salute our dead. When we pass through the cemetery, we salute as if the dead are alive. Because we do not accept life as merely in the world, because we do not consider death as being annihilated. For this reason, we do not only greet those who are alive, but even the dead. The Great Book of Islam has been revealed to show the ways of salutation, the ways of peace. The Qur’an itself expresses this. (Mâide 5/15-16) This Qur’an, this Book, this light, this divine light came to show the salutary ways, the ways of peace to all people The first step in salvation and peace is that man shall be at peace with himself. The greatest factor that remove peace is actually in the heart and mind of man. That man begins to fight himself is the source of all the disorders on earth. Peace and salvation begin first at man’s himself. The second step in salvation and peace is to be at peace with the other. It is to be at peace with the other no matter what belief, what race, what color, what geography, what position he has. The third step in salvation and peace is to be at peace with the whole universe. It is to be at peace with trees, stones, moun- tains, plains, in short, all the universe. Today, a man who has lost the peace is fighting with the universe. He dominates the universe. Like a tyrant, he tries to dominate the entire universe and nature. With his passion of power, he forces the entire universe to evil. He is spreading disorder. Dear Minister, Distinguished guests, As Our Almighty God has stated in his book there is no despair for us. Despair is forbidden to us. In terms of determining the situation, based on the holy book, which is the eternal translation of the universe, we see that in today’s world the evil is globalized. We see that we are facing a global evil. All our sufferings in our geography are part of the global evil which occupies the universe, encompasses the universe. (Rûm 30/41) Because of what the man have done, because of his wrongs, abuse, disorder defeatism spread over the whole earth, the land and sea. For that reason, every believer has to be corrector at the same time. Each believer must be a representative of salam towards abuse, disorder defeater. Our Almighty God states all the prophets’ duty on earth from the language of Prophet Shayib: (A’râf 7/85) My only grief in proportion to the power and might that my God has given me is to correct the earth and to remove all kinds of evil. We are obliged to turn the fire into salam like Prophet Abraham. Muslims are not obliged to extinguish only the fire on earth. The nation Prophet Abraham, the umma of Prophet Abraham, the generation of Abraham, is at the same time obliged to turn the fire into salam by destroying the burning power of the fire. In the verse it is stated (Enbiyā 21/69) and salam is referred together with fire. Prophet Abraham’s friendship with God has turned the fire into salam, and peace. Our part is to make the earth “the area of salam” That is to transform the earth into home of peace. Those who make the earth “the area of salam” deserve the paradise with the name of “the area of salam”. The truth is to insist on peace despite evil. (Furkan 25/63) Even if the ignorant ask for trouble, it is the duty of a believer not to sink their level, and to insist on salam and peace. 196 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Dear distinguished participants, The greatest achievement of peace is justice. The greatest work of justice is peace. It is not possible to distinguish these concepts from each other. Which one is the cause, which one is the end is not clear. Peace is justice, justice is the cause of peace, justice can not exist without freedom. Without justice there will be no peace. These are the most basic concepts of Islamic civilization, such as knowledge, wisdom and ingenuity. Salaam, justice and liberty are the most basic concepts of Islam. By the expression of his holiness Umar, “Justice is the basis of the state.” States’ disbelief is persecution, and their belief is justice. When the state loses justice, it loses belief, and when it begins to persecute it opens the door to disbelief. Justice is not justice to ourselves but justice to the other. You can not witness the Prophet Muhammad making concessions from justice even in the most difficult times. (Mâide 5/8) Your anger, hate to a tribe should never lead you to injustice. A name of our God is also Hakk. Injustice is being without Hakk, and injustice is revolt against Hakk. Distinguished guests, When Harvard University’s Law School was opened, scholars were asked to choose the best three accounts of justice in history by reading texts about justice. And they decided to hang these selected texts on the walls of the Faculty of Law. As a result of the research, scholars have decided to embroider a verse from the Qur’an into the wall of the Faculty of Law. Although they tried to isolate it with the picture put next to it as a result of Islamophobic hate later on, all the researchers allied on the 135th verse of the sura Nisa. And what does the verse, which is accepted as the best, most comprehensive expression of justice among all old texts in the world and which is embroidered on the wall at the entrance of Harvard University’s law faculty, say? It says so : O those who believe, hold on to justice as witnesses of Allah on earth. Even if it is against yourselves, do not give up justice. Even if it is against your mother, your father, and your relatives, do not leave justice. Let’s not forget the example given by the the Greatest Messenger about her daughter Fatima. I can never get back from performing the justice of God even if who committed this crime is my daughter Fatima,. either is rich or poor, do not leave from justice, Never discriminate. Do not act injustice due to your desires. If you do not do justice, Allah is better than justice to them. This verse has been accepted as the best expression of justice in all the old texts. Right next to the wall where this verse is embroidered, a few words from Magna Carta and Saint Augustinus were written. When you compare the magnificence of this verse with the lightness of those words, we are clearly seeing the duties that Allah SWT have imposed on believers on the earth with justice through that verse. Distinguished guests, The justice of Islam is a full of mercy. In Islam, mercy and justice is no different. The justice of Islam has to be full with compassion. Ruthless justice is not justice. Compassion is not only a feeling of pity, as it is expressed in adultery, in a murderer’s punishment, or in another sentence. Compassion is the basic that keeps justice alive. Justice is not justice when it is reduced to only sanctions, justice is not only composed of sanctions, justice only composed of sanctions is just evil. “ (Sûrâ 42/40) The punishment of evil is an evil as itself. If we pay attention, justice is referred with goodness in the Qur’an. Every week on Friday, our preachers finish the sermon with the verse God orders you justice and goodness. Sometimes justice is superior to the goodness, sometimes goodness is superior to the justice. In relation between the siblings, goodness is superior to justice. In family law, in relation between the spouses goodness is superior to justice, but in relations between the state and the nation justice is superior to goodness. There are places where justice is forbidden, and if your mother tries to slap you unfairly, you can not lift your hand so you can find justice. The justice of Islam is full of goodness. Freedom is the greatest act of Islam on earth. The greatest endeavor of the unity is to end the poverty and bring the human to true freedom. The Islamic moralist have classified the freedom into three group; corporal-physical freedoms, political-civilian freedom and moral-conscience freedom. corporal-physical freedoms; Not to be in prison, to be free to move freely in cities. political-civilian freedom; To determine the managers freely, to choose the administrators. 197 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Moral-conscience freedom; not to be a prisoner of one’s wishes. History has shown us that nations, who have lost their moral and conscience freedoms, have lost their political-civilian freedoms and that those, who lose their political-civil freedoms, have lost their corporal-physical freedoms at the same time. Captivity and freedom should also be addressed from these angles. When I put my words to an end, I swear to the God that the deprivation of belief and salam surrounding our geography is ended as soon as possible. The disorder that the corruption networks, which surround our geography, create by fouling Islam is the greatest malfunction. It should not be forgotten that the biggest malfunction is constructed under the name affair. Evils abused by using religion and Islam is the biggest malfunction. (Bakara 2/11-12) Our God says “When you say to them, ‘Do not deprave the earth” they shall say that they rehabilitate it.’ They are the real mischief makers and hell raisers” May our Almighty God grant us to eliminate all the disorders that the murderous networks, terrorist organizations make in Islam ummah under the name of religion by harming Islam as immediate as possible. May our Almighty God grant us to make peace, justice and true freedom on earth. I greet you all with love and respect. I assume it as a duty to fulfill to thank to our dear Governor and Rector and University, for organizing such a symposium in Şanlıurfa. May the salutation, mercy, blessing of Allah on you. 198 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Opening Speech of the Summit Prof. Dr. Mehmet Görmez Chief of Religious Affairs Prof. Dr. Mehmet Görmez Chief of Religious Affairs Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbi’l âlemin. Vessalâtü vesselâmü ala rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. Distingusihed scholars, “The created ones are the children of Allah.” (Taberani, el-Mucemu’l-Evsat, 5/336) All these verses of the Qu’ran describing our creation explicitly demonstrate this fact. 2.It must be known that all humans are created from the same essence, that all humans are equal in terms of dignity and value, and everybody should be treated humanely. This is the wisdom and dignity of humans. Honorable participants, Ladies and gentlement, May God’s bless, mercy and benediction be with you. I am not planning to make a long speech by taking the time of the scholars we want to hear because I already delivered a long speech in the opening session. Considering myself as the host, I would like to hear our guests. Since we have distinguished scholars from the territories of our heart as well as from Turkey have gathered around the axis of the concepts of justice, peace and freedom, in the framework of the universal messages of the Qur’an and on the basis of Prophet Muhammad (SAS) and his sunnah, I think that we should negotiate some points that we can call the 24-point Şanlıurfa convention or document. Then I will give the floor to our scholars. The articles, which we may call the Şanlıurfa convention, are as follows: 1.All humanity is the children of Adam and has equal rights. People shall not and cannot be subject to discrimination of color, sex, religion, geography, and so on. Numerous verses in the Qu’ran, the farewell speech of the Prophet and articles in the Documents of Medina demonstrate this in all of its aspects. “O humans! There is no doubt that we created you from a man and a woman, and we divided you into families and tribes so that you know each other.” (Hucurat, 40/13) “O humans! Your Allah is one. Your father is one too, for you are the children of Adam, and Adam is made of earth. The most valuable one before Allah is the one who respects him the most. There is no superiority of the Arab from the non-Arab, other than the extent of his respect for Allah.” (Muslim, Hegira, 147; Abu Davud, Adab, 111). “We swear that we have humans dignity. We carried them on land and at sea. We gave them good and clean blessings, and we made them superior to most of our other creatures.” (Isra, 17/70) “I swear on Tin, Zeytun and Mount Sina and this holy city (Mecca) that we created man in the most beautiful way.” (Tin, 95/1-4) “All humans are equal like the threads on a comb.” (Kudai, Musnedu’sh-shihab, 1/145) Our books on fiqh cover the subject of immunity of humans under the title “al-Ismetu bi’l-Ademiyye.” In Hanefi books on fiqh, particularly in those written by Imam Serahsi, this concept is extensively used to refer to “immunity.” In the books on fiqh, immunity is described in two ways: According to some scholars of fiqh, immunity comes from being an Adam, or a son of Adam, that is, being human. And human has immunity. Nobody can bring harm to his life, his property, his dignity or his honor. He may be a heretic or a non-Muslim. Regardless of his religion, his life and property have immunity, as long as he does not commit cruelty. While the scholar of fiqh approach the issue as described above, there are other scholars who suggest that respect and immunity, which are fundamental human rights, depend on being a Muslim, on the basis of “al-ismetu bi’l-iman” or living in an Islamic society or under a peace accord with Muslims with the guarantee given by the Muslims, on the basis of “al-ismetu bi’l-eman.” Today, the second idea has been extensively abused in our region. All organizations that commit acts of violence in our region abuse this second idea and 200 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom declare each other as unbelievers. And they believe all unbelievers can be slaughtered. The breach “ismet” and use it as a justification for their acts of violence. Therefore, the idea of “ismet/immunity of humans” should be revisited. “El-Ismetu bi’l-Ademiyye”, that is the idea that immunity comes only from the quality of being human, which is particularly emphasized by the Hanefi fiqh scholars and discussed by certain Maliki fiqh scholars, should be proliferated. I would like to emphasize that this door should be closed to abuses of religion and to those who abuse it. 3.It must be known that every person’s life, dignity and property are inviolable, regardless of religion, language, race, color or gender. “Whoever kills a soul, except for in return for another soul or in return for cruelty on earth, shall be deemed to kill all humanity. Whoever allows a soul to live (by saving his life) shall be deemed to have saved all humanity.” (Maide, 5/32) “The blood, property and dignity of a Muslim shall be deemed forbidden for other Muslims.” (Muslim, Birr and sila, 32) “A Muslim is someone whose tongue and hand does not cause harm to others. A Muslim believer is someone who the people know to be reliable in terms of their life and property.” (Tirmizi, Faith, 12) “Beware that anyone who commits unjustice to a dhimmi, fails to fully exercise his rights, gives him duties that exceeds his capabilities or takes something from him without his consent, I shall be the enemy of that person on the judgment day.” (Abu Davad, Haraj, fey’ and imareh, 31-33) 4.Everyone’s identity, personality, individuality and difference should be respected. People may have different ideas from each other, which must be respected. “The creation of the heavens and the earth, the difference in your tongues and your colors are the evidences of him (his existence and his might). There is no doubt that there are examples in this for thos who believe.” (Rum 30/22) “If Allah wished, he would make all humans a single ummah (following the same faith).” (Hud 11/118) “O humans! Beware that Allah is one. Your father is one. There is no superiority of the Arab from the non-Arab, other than the extent of his respect for Allah.” (Ibn Khanbel, 5/411) 5.One should treat others just the same way he wishes to be treated by others. He should be fair and honest. This is the golden rule. “They feed the poor, the orphans and prisoners on their own will. And they say: We serve you only in the name of Allah, and we do not expect anything in return, and we do not expect appreciation. Because we fear our Allah due to a sulky, difficult day (the wrath of that day). (Human, 76/8–10) “Those of you who do not wish what he wishes for himself also for his Muslim brothers shall ne be deemed a believer.” (Tirmizî, Sıfatu’l-kiyame, 59) “One should treat others just the same way he wishes to be treated by others.” (Muslim, Imareh, 46) “Even if they have difficulties, they prefer them (their Muslim brothers) before themselves. Whoever protects himself from the greediness of his own flesh shall find salvation.” (Bukhari, Menakibu’l-ensar,10) 6.It is not acceptable for anyone to be treated as a second-class human being, or be humiliated, derogated or mocked. This both means destroying peace and justice and violating freedoms of humans. “O believers! Man shall not scorn other man for they may be better; and the women shall not scorn other women for the scorned one may be better. Do not slander each other, do not give bad names to each other. How bad it is to be blamed for heresy after adopting a faith! Those who do not repent for their sins are the cruel ones.” (Hucurat, 49/11) “Do not envy each other, do not make fraud in trade, do not bear hostility against each other, do not turn your back on each other, do not bargain on another man’s bargain; o the subjects of Allah, be brothers and sisters! Muslims are brothers; they do not act in cruelty towards each other, they do not leave each other in despair, they do not humiliate each other (Muslim, ‘Birr”, 32) 7.It must be known that every woman deserves to be valued and respected as a human being in the law of Allah’s creation, in the purpose of existence on earth, and at the point of receiving divine inspiration. “Muslim men and women are friends of each other. They advise good, and prevent evil. They make their prayers properly, and give zaqat. They obey Allah and His Messenger. Allah shall have mercy on them. There is no doubt that Allah has the absolute power, and has the might and wisdom.” (Tevbe 9/71) “Women and men are the two equal halves of a whole.” (Abu Davud, Taharet, 94) Allah has not just created men as his caliphs. Allah has created men and women as his caliphs on earth. Allah has not sent this religion just to men. Just as Allah has seen men as addressees, he has accepted women as the same. The addressees of the religion are both men and women. Allah did not just ask men to ameliorate the earth, he also asked men and women to ameliorate the earth together, and openly declared that they are responsible for each other. 8.Any kind of violence and gender-based discrimination against women should be rejected. 201 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom “Get along well with women…” (Nisa 4/19 “The most experienced Muslims in terms of faith are the ones with the highest morals. And the most blessed ones are those who behave their women well.” (Tirmizi, Rada’, 11) “Do not commit acts of violence against women subjects of Allah... Those who beat women shall not be blessed.” (Abu Davud, Marriage, 42) good; evil is what brings trouble to your heart and leaves doubt even if people give you a fatwa to do it.” (Darimi, Buyu’, 2) 12.The universe belongs to all humankind. People must act with the awareness that nature deserves to be protected, including the air, water, land, sea, plants, animals and other creatures. All nature has been entrusted to humans, and is owned by Allah. The Messenger of Allah (SAS) fought against this idea, which was customary in the jahiliyya period. Unfortunately, like in the customs of jahiliyya, we see remains of discrimination against women in some Islamic territories. “Don’t you see that Allah has offered everything on earth and the ships floating on the waters with his instructions for your service! He is the one who holds the sky so that it does not collapse on earth until he wants it to. There is no doubt that Allah is compassionate and merciful towards humans.” (Hajj 22/65) 9.Equal opportunity between men an women should be ensured with due consideration of the biological differences between men and women in the exercise of fundamental rights and freedoms, and justice should be the basis. “Those who are holding a sapling of date even when the hell is breaking loose shall plant it immediately!” (Ibn Khanbel, II, 184) “O believers! “Diligently maintain justice by giving testimony in the name of Allah, even if it is against yourself, your parents or your closest relatives.” (Nisa 4/135) “The most blessed one is the one who treats his family in a blessed way.” (Tirmizi, Menakib, 63) 10.Children, who are the most precious gift that Allah has bestowed, must be protected from gender discrimination, all kinds of physical and spiritual violence and abuse. “Do not kill your children for the fear of poverty. We shall give livelihood for you and for them. Killing them is indeed a heavy sin.” (Nisa 4/31) 13.The earth is entrusted to us by our successors. All kinds of violence and hostility should be avoided in order to leave behind a livable world to them. “Do not aspire for hostility on earth. There is no doubt that Allah dislikes the hostile” (28. Kasas, 77). “Do not create chaos on earth by sowing hostility!” “Shuara 26/183) “Hostility on land and at seas has emerged due to what (the evil) men have committed. To make them come around, Allah will ensure that they get a taste of what (the evil) they have committed.” (Rum, 30/41) “Treat your children fairly!” (Abu Davud, Buyu’ (Icare, 83) “Yes, do not waste water even when performing ablution in a flowing river!” (Ibn Macei, Taharet 48) “Those who do not have mercy on the little ones, who does not respect the elderly, and who does not advise/encourage good and prevent/avoid evil shall not be deemed one of us.” (Tirmizi, Birr and sila, 15) A sparrow which has been killed for no reason shall complain to Allah on the judgment day, and will say “Ya Allah! This person has killed me in vain, without any benefit.” (Nesai, Dahaya, 42) Today it is sad that Muslims do not still have a global convention on children’s rights. It is regrettable that the violence in our regions has also affected children. The members of this religions cannot be killers of children. The Prophet once realized that a camel was troubled, and warned its owner by saying “Fear Allah when it comes to these animals which cannot speak!” (Abu Davad, Jihad, 44). 11. All humans should remember that one of the purposes of creation is to ameliorate the earth, which is the common house and land of mankind. Ameliorating does not mean building up blocks of concrete. Ameliorating means establishing a civilization without disturbing the nature. “He created you from earth/soil, and asked you to ameliorate the earth.” (Hud 11/61) “The earth belongs to Allah, and the humans are subjects of Allah...” (Abu Davud, Harac, fey’ ve imare, 35, 37) We are consuming up the world of the future generations, therefore the Messenger of Allah (SAS) said we should not waste water even when we perform ablution in a flowing river. Can you imagine the following example: “Do not waste water even when performing ablution in a flowing river.” Today the amount of water wasted in showers at hotel rooms is enough to the amount of a day’s water needed in an African village struck by drought. How can we ensure peace on earth without eliminating such injustice? 14.We should make efforts to rebuild a civilization based on respect, justice, peace, compassion and tolerance on earth. “Good is what brings peace to heart and what makes you feel 202 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom “O believers! Ensure peace and security all together!” (Bakara 2/208) “There is no doubt that Allah advises justice, goodness and helping the relatives. He forbids evil, unruliness and extravagance. He advises you so that you deliberate on it and take it.” (Nahl 16/90) “Those who do not have mercy on people shall have no mercy from Allah.” (Bukhari Tawhid 2) “Be tolerant so that you are tolerated.” (Ibn Khanbel, I, 249) 15.It must be known that all people and other living things deserve to be treated with compassion and kindness. We should re-emphasize the civilization of compassion. “Then those who are believers, who advise patience and compassion to each other shall be the ones who will find peace on the judgment day.” (Beled 90/17-18) “Show mercy to those on earth so that the ones in heaven shall have mercy on you!” (Abu Davud, Adab, 58) 16.The privacy of personal life must be respected, no one should lay a hand on and or speak against the honor and dignity of others. “O believers! Avoid most of assumptions! Because some assumptions are sinful. Do not look into the mistakes and private lives of each other! Do not talk behind each other’s back. Would anyone eat the flesh of his dead brother? You find it disgusting! Avoid goint against Allah!..” (Hucurat, 49/12) “Those who hurt Muslim men and women are hurt for things they did not commit shall be deemed to commit defamation and undertake an open sin.” (Ahzab, 33/38) “Speaking against a Muslim’s honor and dignity without justification is one of the greatest sins...” (Abu Davud, Adab, 35) “O humans! Your blood, property and personality shall be immune until you meet with your Allah” (Bukhari, “Hajj”, 132) 17.Whoever it comes from, for whatever purpose it is done, and whoever it is done against, all kinds of violence must be rejected and prevented. “Whoever kills a soul, except for in return for another soul or in return for cruelty on earth, shall be deemed to kill all humanity. Whoever allows a soul to live (by saving his life) shall be deemed to have saved all humanity.” (Maide, 5/32) “Embrace the path of forgiving, advise the good and the beautiful, and avoid the ignorant.” (A’raf, 7/199) “Those who will suffer from the most severe torment on the judgment day shall be those who torture the people on earth.” (Ibn Khanbel, IV, 90) 18.The fact that sectarianism, tribalism, factionalism, and racism has destroyed human values and human dignity should be acknowledged. “When the Sur is blown, that day, they will have no kinship of blood, nor will they look for each other.” (Mu’minun, 23/101) “Those who call for racism shall not be deemed one of us. Those who fight for racism shall not be deemed one of us. Those who die in the name of racism shall not be deemed one of us.” (Abu Davud, Adab, 111-112) 19.Lessons must be taken from the sufferings of the past, and these sufferings must not be turned into hatred, rage or revenge. “They were an ummah, and they came and they left. What they earned is theirs, and what you earn is yours. You shall not be questioned for what they did” (Bakara 2/134) “Do not bear hatred and hostility against each other. Do not envy each other, do not turn your back on each other. “O the subjects of Allah! Be brothers and sisters! It is forbidden for a Muslim to remain cross with his brother (in faith) for more than three days.” (Bukhari, Adab, 57) 20.Relationships inside families and with relatives as well as the conduct with neighbors, friends, colleagues, in traffic, in common living and usage areas should be based on mutual love, respect and tolerance, with due consideration of the rightful duties, and these relationships should be managed with silence, prudence and patience. This article is a moral principle which guarantees peace, justice and freedom. “They (those who have takwa) spend in the path of Allah, beat their rage and forgive people, in wealth and in poverty. Allah loves those who do their work well.” (Al-i Imran 3/134) “The strong one is not the one who wins in wrestling, but the one who controls himself in a moment of rage.” (Muslim, Birr and sila , 107) “Muslims are friendly. Those who cannot be close (with people) and who does not convey to close relationship shall not be blessed.” (Ibn Hanbel, II, 400) “Sila-i rahim (considering relationships with kins), good moral principles and good neighborhood makes towns liveable and extends peoples lives.” (Ibn Hanbel, VI, 159) 21.In order to be a world society, it is necessary to open hearts to each other, leaving narrow-minded feuds aside, and to build a life based on solidarity and mutual assistance. “Help each other on the basis of goodness and takwa, do not help on the basis of sin and enmity.” (Maide, 5/2) “Shelter those who take shelter in you in the name of Allah. Give to those who ask from you in the name of Allah. Re- 203 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom spond when you are invited, return a favor when someone does a favor for you. If you cannot find something to give in return, pray for him until you believe you have prayed enough in return.” (Abu Davud, Zaqat, 38) “The most blessed home among the (homes of the) Muslims is the one where there is a orphan who is taken care of. The most evil home among the (homes of the) Muslims is the one where there is a mistreated orphan” (Ibn Mace, Adab, 6). “Do not be like those with weak character, who say that if people do them a kindness, they will do a kindness as well; and if people commit cruelty, they commit cruelty as well. To the contrary, adopt it as a principle to do a kindness in return for a kindness, and to avoid cruelty when people do evil” (Tirmizi, Birr 63) “If a young person shows respect to an elderly person because of his age, Allah shall prepare someone for him who will show him respect when he gets old” (Tirmizi, Birr ve sila, 75) 22. For a better world, a social and economic order enabling people to benefit from the means of the earth within the framework of measures of equity and justice should be built, leaving aside the ambitions of power, position, authority, and consumption. 24.People should be given a perceptive and wise outlook that can correctly read the source, the purpose, the degree and the result of differences. New generations should be raised so that the acknowledge the balance in society, see it as a whole, act in harmony with the whole, have an insight that is at peace with the whole and with itself. “… this has been ordered so that (wealth) does not become something that only circulates among the rich….” (Hashr 7) “There is a right for those who need (help) with property but are deprived (because they are too honorable to ask for help).” (Zariyat 51/19) “Let them know that Allah made it an obligation to give zaqat from their properties, which shall be taken from the rich and given to the poor.” (Bukhari, Zaqat, 1) 23.Life is meaningful when people live not only for himself but also for others. A world where the elderly, the poor, the disabled, the sick, the orphans and the outcast are protected and where there are no refugees must be turned into a reality from being just an aspiration in the 21st century. “Therefore, never oppress the orphans! And never return anyone who opens his hand and asks help from you!” (Duha 8-9) “You receive help and livelihood only thanks to the weak ones among you!” (Bukhari, Jihad, 76) “The sovereignty belongs to Allah in heavens and on earth. He shall create whatever he wishes. He gives a daughter or a son as he wishes. Or he gives them twins, including a girl and a boy, or he makes some infertile as he wishes. He is the wise and almighty one.” (Shura, 42/49-50) “No parent has ever given a better gift to their children than good manners.” (Tirmizi, Birr and sila, 33) These are the articles which must be shared with the humankind as a principle to ensure that peace, justice and freedom prevails again on the earth. I would like to thank you for your attention. I hope our scholars will not complain about me taking all the time. I hope they give me their blessing. I greet everyone cordially. 204 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom I. Day 1st Session Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün On Social Unity, Differences and Limits of Separation Dr. Necdet Subașı Conceptualizations of the Scholar, the Wise and the Intellectual “A Discussion Specific To The Islamic World” Emin İsa El Osmani Reflection of thoughts Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün Ankara University On Social Unity, Differences and Limits of Separation Identifying the Current Conditions What radicalizes people is the promises that are not kept. We are going through a process in which the co-existence of destiny or the common denominator of Islam of thousands of years is being frayed. A large portion of the Islamic geography is experiencing a tragedy, 1 which in part caused by themselves, and in part created by the extremist groups, which are described as violent desert people (Arabi) in the Qur’an. The idiom “eshed” (prone to violence) used for describing these people means that the people who do not benefit from the values and blessings of the city have a tendency to violence and turn themselves and other people living with hem into victims of this violence. It can be observed that the people collected by radical organizations that produce today’s violence are the same people who have been marginalized/deprived of the values and prosperity brought by civilization. The social theories that see the human beings as the children of their periphery also point to the constructive effect of physical conditions and social texture on the character of an individual. The people who lose their joy of life and hope for the future develop a radical character. The only thing left to them to transform their radicalism into violence is how they will justify this violence. The justification of the external people who murdered Ali was because they recognized another person other than the Qur’an as a judge/ruler. The radicals of today can find dozens of justifications for themselves. The point is: None of these justifications is a reason. In all events and phenomena which are used as justification in religion/ Qur’an, the reason is the living conditions of people. The problems is not related to religion, but to people. Another question to be asked here is how much of this spiral of violence in the Islamic lands results from religion, and how much of it results from human factor. Is there any way that the Qur’an, which declares that Allah is the guarantor of human rights and freedoms, without discrimination of race, language and religion, that they define violations of human rights as the violation of the restrictions of Allah (hududullah), that it aims to ensure a unity of minds and hearts of people so that they can see their future, and that sets the target of people as ensuring ‘peace as a whole’ (2/Bakara, 208) can lead to violence? How can the book of Allah, which adopts the principle of having mercy on creatures (6/En’am, 12), be transformed into a tool of violence, or of torture that tarnishes the honor of humanity, or a means of legitimizing enslavement or beheading of people? The sole aim of Qur’an is to support people in their struggle to lead an honorable life. It is clear that human dignity can only be protected by maintaining basic rights and freedoms such as life, property (right to property), generation, reason (freedom of thought and expression), and religion (religious freedoms). However, it is also clear that every identity (religion, sect, tribe, ethnicity, etc.) that is worn on the natural/inherent decreases the possibility of people to protect these rights. It will be sufficient to remember the claims of absolute truth of the members of the religion, and the conflicts which resulted from these claims. To avoid all of this discussion from leading to a tragedy, Islamic scholars have always insisted tat these fundamental rights of humans should be preserved at all times. A country can only be considered a land of Islam as long as its people can enjoy these fundamental rights without any restrictions. In the Qur’an, the 10th verse of the Hashr sura says that a line should be drawn under all of such incidents in history, and they should not be turned into a meta-narrative as a source of sadness and hatred, and labeled to the destiny of the newborn. The deeper is one’s sadness, the deeper is his hatred. For example, the hatred of Sunna among the Shia, because of the tragedy of Karbala, is being kept alive with this historical incident. We should read this verse as a profound call to end 1 9/Tevbe, 87: “The Arabs of the desert (marginals) have more tendency towards violence (than the urban people) due to their denying and hypocritical character. Thus, they cannot understand the life that is required by what is sent by Allah to his representative.” 206 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom this tragedy, suggesting that what happened in the past should be seen as a mistake and forgiven to be free from this tragedy. The societies which have deep wounds in their history need to discharge themselves. This is called “amnesty” in the Qur’an. Qur’an says forgiving is the highest virtue of all. Where there is forgiving, there cannot be any destructive instinctive forces such as vengeance or rage. People with a common sense should be able to develop thoughts and behaviors independently from the political or governmental reflexes. The roust that will turn conflict into negotiation is the people. The people should never lose this common denominator and this ground for common sense. This is what we have conceptualized as the society of consent. This is the social structure, in which everyone accepts the others as they are, without trying to adapt anyone to their own standards, responding to the needs for security and securing the fundamental rights and freedoms for all. The society of consent has an aspect that includes and transcends the pluralistic social structure. Because the ultimate achievement (qusva) of this altruistic social structure where people consent each other and where people exist for each other is the consent of Allah. Despite all challenges, we should listen to the message of the Qur’an which calls for using the power of words. Our cause should be a cause of peace and humanity. The demand for justice and mercy is a precondition to the desired peace. The youth and the people who are drawn to the whirl of violence should be saved from those who benefit from violence. The demand of “pursuing peace” (2/Bakara, 128) naturally excludes othering/separatism. “... The blessing is in peace...” (4/Nisa, 128). “If you respond to evil with goodness, you will see those people will be your friends.” (41/Fussilet, 34) These verses should be a source of hope for everyone. It is obvious that we need a healing justice more than ever. How Should We Understand Jihad? Can Jihad Be Defined As A Means of Preventing Wars? The word “jihad” is an umbrella concept that includes jehd (effort), mujahede (self-control/self-discipline), ijtihat (offering ideas to solve problems) and mujtehit (thinker, scholar). In this sense, jihad is the name of an effort to ensure that one is always controlled by the good, and to solve each and every problem through reason. It can be suggested that today, the word “jihad” refers to a belligerent meaning, rather than the concepts above. Jihad does have a meaning of war. Aliyyu’l Kari, a scholar on Bukhari, says that jihad has two groups: small jihad, and the great jihad. Small jihad is used to refer to war, and the great jihad is used to refer to one’s struggle against his own nafs. A stage where weapons are used is called jihad only because of word of mouth. Qur’an refers to this final phase, the state of war, as “qital” instead of “jihad.” Qur’an says “You have been permitted to go to war when you are under attack” (22/ Hacc, 39) which means that war is not for offensive purposes but for defense purposes for Muslims. Because there is nothing unnatural about people fighting to protect their homeland, dignity, fundamental rights and honor. We see there is a significant difference when we remember that Qur’an encourages jihad but permits war as well. War/qital is a last resort. The Qur’an, which allows fighting for defense, later says this is an ugly and challenging (qerih) act. Because war is about killing and getting killed, and becoming displaced. Therefore, jihad must be considered as a farz/obligatory process that contains all efforts to avoid war/qital that is considered as grim (qerih), or to avoid civil war, i.e. fitna (2/Bakara, 191). This also includes the process which is called struggle/negotiation in the Qur’an (16/Nahl, 125). Allah demands this peace to be the basis for all humanity and to mobilize everyone’s efforts in this direction, and that people always pursue peace together (2/Bakara, 208). The Qur’an considers all kinds of war, whether among different nations (qital) or civil war in a nation (for sectarian or ethnic origins, which is called ‘Fitna’ in the Qur’an), as an undesirable state, and advises jihad, which aim to block this process, in which all kinds of methods, including torture that damages the honor of people. However, when some people intend to infringe on the rights of the others, or to occupy their land, etc. and does not accept any offer for a reconciliation, Allah declares them ‘cruel’ and wants them to be eliminated (2/Bakara, 193) . There is a message that we should understand from the fact that the verses on jihad were primarily revealed during the period in Mecca. The revelation of the verses on jihad during a time when Muslims did not have an organized military force demonstrate that jihad is intended for an individual practice. This is what we should understand from the fact that belief in jihad comes in third place after believing in Allah and in his Prophet (61/Saff, 11). The Mecca period of Muslims was an education process for individuals who would step in the public space in Medina. One of the primary features of this education process was jihad. The verses that advised jihad during the Mecca period should be read as a strategy to create a power from people. The following three terms should be emphasized: Mujahede, Mujadele and Muqatele. Mujahede: Raising a human force on the basis of fundamental religious/moral/human/conscientious principles. This is a force that will never use terrorism and violence as means of diplomacy. Mujadele/diplomacy: The human force that is raised with the principles above develops an effective discourse to be used with people from different religions, languages, ethnic origins, etc. At this stage, the word/discourse is used as an effective tool (16/ Nahl, 125). This means diplomacy in the modern sense. 207 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom It should be remembered that the prophets only used words as a weapon in their relations with people. The jihad that is waged with words/revelations/Qur’an is called the great jihad in the Qur’an (25/Furkan; 51, 52). Jihad targets the minds of unbelievers and heretics (9/Tevbe, 73). War/qital/muqatele targets the bodies of the cruel ones. The heretic/unbelieving minds should be convinced about the truth, and the cruel bodies should be eliminated. Jihad requires great amount of patience, while qital/war requires resolution/ambition. The struggle supported by these words is waged with the support of a religious, philosophical, psychological, sociological, etc. content that can resolve even the deepest disputes. There is a linear relationship between mujahede and mujadele. An effective mujahede requires a mujadele/diplomacy that will yield results. Muqatele/war: When a problem that cannot be solved through mujadele/diplomacy turns into a situation that violates human rights and dignity, the result is what is called cruelty in the Qur’an. Even if we might not like it and see it as an ugly situation, this makes war inevitable (2/Bakara, 216). Referring to jihad as a holy war and using jihad as a means of calling people to Islam is part of an perception operation that tries to present Islam as the religion of the sword. We must repeat one thing over and over: War has never been a legitimate way of converting people to Islam. There are two reasons for war: War is either a form of defense against an attack, or an act to end cruelty. Because there are instances of injustice, cruelty and unfairness that make war necessary. The 39th and 40th verses of the Hajj sura describe what the insensitivity towards cruelty might lead to: “They were allowed to fight against those who attacked them since they were oppressed. There is no doubt that Allah has the absolute might to help them. They are the ones who were unfairly displaced only because they said ‘Allah is our God’. If Allah did not eliminate some people through the hands of others, the monasteries, churches, synagogues and masjids where the name of Allah was cited would be torn down. Allah will always help those who help him. There is no doubt that Allah is strong and mighty.” Mujahede and mujadele aims to block the path that leads to muqatele/war. Mujahede and mujadele are religious reflexes; but muqatele is the reflex of the state. I mean: Since religion addresses the individual, the first two stages, i.e. mujahede and mujadele, are implemented via individual(s). Muqatele is undertaken via the public authority/state since it requires an organized power. There can not be any religious endorsement for individuals making their own decisions and engaging in war, single actions, and acts of terror. What Can We Do? How can the Islamic societies be saved from this tragedy? Tragedy is not a type of play that depicts a poor and unhappy man dying as a poor and unhappy man. It is the story of a rich and happy man who somehow dies as a poor and desperate man. This is exactly what happened to Islam. With the coming of the Prophet Muhammad, an atmosphere of peace was created among the Arabs who were in dispute (Pax Arabica), and the history of Islam has been unexpectedly turned into a course in which believers are killing in each other. A fire of fitna is burning in the capitals of Islamic civilizations, and Muslims are hunting on each other or poverty is prevailing over these lands. In this respect, the history of today is a downfall and tragedy for Muslim people. How can Muslims, whose history and present is remarkably different, be saved from this heavy burden which is exhausting their energy day by day? A man gets up only where he falls. The major cause of the downfall is the Muslims staying away from knowledge and scientific reason. The gap that was opened in the Islamic lands with the migration of information has been filled by violence. To talk about what to do: Firstly, we need to believe in the guiding power of knowledge. Ignorance is the arsenal of all conflicts. Secondly, people should not be faced with dilemmas of being pious and freedom. The fact that religion takes addresses the individual should be discovered and a religious discourse which enables each individual to feel free and a social structure that is revived by this language lives should be constructed. We should abandon the behavioral habit of building a society from top to down, trying to adapt the individual to vast majority. Today, there are practices of forcing people into the mosques with whips during prayer time in some Islamic countries. Thirdly, we should improve the culture of pluralism and tolerance. History tells us that Muslims tolerate each other as much as they tolerate non-Muslims. We all know that the oxygen of the fighting and the tumult in the Muslim world are the differences of sects. When this is combined with the fight for power, we have the civil wars. People should free themselves of their historical burdens. When all sects, including the Shia, the Sunni and the Alevi, look at the history, they see events that should be mourned. We should avoid looking at these records. The 10th verse of the Hashr sura tells us how to look at history. We should focus on the future, on our actual history that we will build with our own will and our own hands. This the logic underlying the past events/anecdotes included in the Qur’an. Fourth, Muslim groups should review their perception of ‘self’ and the ‘other’. We should admit that taking a single fact as the absolute truth and trying to condemn those who do not embrace it is not consistent with the ethics of knowledge. The tendency towards standardization ultimately gives rise to intellectual fascism. However, religion never seeks for standardization. There is evidence in the Qur’an and in the life 208 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom of the Prophet Muhammad that there are dynamics to help us go beyond ‘self’ and ‘other’, and to create the idea of unity among people. It should be remembered that Muslim scholars have built the Islamic civilization with the minds that were freed by these dynamics. Fifth, we should revise our relations with non-Muslims. In ancient times, when the world was seen as a place consisting of life spaces among huge mountains, our ancestors probably separated themselves from other people by these mountains and valleys. These forms of relationship with the others that they distinguish themselves from manifested itself in different forms, such as conquering others’ lands or staying away from them. Today, mountains and oceans cannot separate people from each other. These geographical barriers have been replaced by barriers of mentality that block people’s communication and cooperation with each other, and unfortunately, overcoming these invisible barriers is not as easy as the previous ones. If people are still establishing relations with others on the basis of terms such as domination, assimilation, conquest, occupation, as they did in the past, then the message of the prophets who guided people for thousands of years has not reached its goal. Should not there be a difference between those who follow the message of Prophet Moses, Prophet Jesus and Prophet Muhammad, and those who only aim to subjugate others or those who follow kings without any ethical concerns? The answer to this question requires us to revise the morality of the relationship among the members of different religions in this world. Religions should be able to translate the relationship between people from a model of domination into a model of cooperation, using the models they will develop. It is this consciousness that turns religions into the spirit of the time, and makes believers able to represent the conscience of their time. We clearly need such a living experience in the present times, when international mobility is increasing and where there is no country with a homogeneous religious group. Today, Christians are living in the countries we previously defined as Muslim countries, and Muslims are living in the countries that we previously defined as Christian countries. There is a giant mosque at the capital of Catholicism (Rome), and churches are rising in Muslim countries. Therefore, the common themes of religions not only reveal the main doctrines of religions, but also demonstrate the necessity of developing a discourse that takes the culture of coexistence into consideration. However, this is not very easy. Because the deep wounds in the collective memory of Muslims, who have sacrificed millions to be liberated from colonialism, make it difficult for them to integrate into Europe. In Palestine, Iraq, Afghanistan, Chechnya, Bosnia, etc. the massacres caused by the United States and the West add new scars to this memory. Nevertheless, we should remember the Westerners who object to these challenges resulting from Western societies with a loud voice, and who emphasize un- derstanding Muslims instead of judging them. The words of Ken Livingstone, former mayor of London, who associated the radicalization of Muslims with the occupation of Iraq by the administration of Bush and strongly criticized the neocons, indeed give voice to intelligent Western intellectuals. (BBC News online, London, 13 September 2005). However, the Western mindset clearly needs a different methodology that goes beyond this rhetoric. The categorical division, which was between Islam and the West, or Muslims and the West in the past, should be replaced with an integrated discourse of Islam in the West of Muslims in the West. Western academics who see Muslims living in their country as a minority and who have studied their religions and cultures with an orientalist perspective, should rapidly move their work to anthropological research. Of course, they should not do this with an accusing or belittling language, like Andew Hussey used in his work titled French Intifada. Hussey’s work, which tried to show how the Arabs exploited by France are now settling their accounts in France, is important in terms of using an anthropological (a human problem) ground for analyzing the problem. However, his language is very repelling and provocative. Western intellectuals should embrace understanding Muslims as the the backbone of the desired relations, instead of judging them. It should be admitted that analyzing human-oriented socioeconomic and political problems through religion will not give any results. The West, which has defined Muslims as foreigners or immigrants until now, should recognize them as one of the founding elements of their civilization. The permanent influence of the presence of Muslims in Andalusia for 800 year and in Sicily for 250 years on European civilization should not be forgotten. David Levering, in his work titled God’s Crucible: Islam and the Making of Europe, 570-1215, he describes Muslims as the first leading wave of the European civilization. Finally, we should recognize one fact: Although religions emerged in different geographical and cultural environments, the message of the prophets addressed the ‘common perception’ of people with ‘common denominators’. This ‘common goal’ in the religious message is the beginning of leading the members of religions to cooperation, rather than to a conflict. It would be a blessing for everyone to join together around this common denominator, and to be a advocate of an ideal of a better world for everyone. Trying to standardize all cultures by creating a ‘criterion of religion’ that is disconnected from human nature and imposing the same dress on different cultures will sterilize the desired Islamic civilization. The power and might of a civilization depends on the diversity of its cultures and the power created by this diversity. Ending cultural diversity will serve to nothing other than drying up the rivers of different cultures that carry water to the basin of Islamic civilization. 209 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Necdet Subaşı Republic of Turkey Chief Counselor to the Prime Minister Conceptualizations of the Scholar, the Wise and the Intellectual “A Discussion Specific To The Islamic World” This study aims to evaluate the conceptualizations of the scholar, the wise and the intellectual. These three categories, which are among the spokespeople of the society, are separated from each other by their values, interests, and claims and arguments. The effects, initiatives and activities of these categories gain importance in the chaotic process that the world of Islam goes through today. Here, an assessment will be made on representations which take responsibility for their personal role and privileged status in the ordinary course of the society. First of all, the wise may be taken as a traditional category. Although the concept is used today through associations with different nomenclatures, it is often used to refer to those who can develop and reproduce information, and integrate these with their personal observations, experience and deductions. The wisdom that refers to a continuity of the tradition, common law and customs is a concept that has been used since pre-Islamic era, for example, in the case of Turks. It is without doubt that competence in forecasting is related to experience and knowledge. The term “opinion leader” is one of the concepts that are used in tis context today. These people, who guide the society, who act as responsible parties in critical processes and who are frequently consulted to overcome tensions, have undoubtedly a high value and reputation with their social image and their formation. The status of the enlightened, the intellectual and the scholar, which are influential figures for their social roles, is distinguished from the wise. While the wise is formed within the feelings of the local, the world of references of the enlightened, the intellectual and the scholar is shaped by the differences that come into touch with the new and authentic forms of information. For example, the public image of the enlightened, does not always entail a positive area of associations. In fact, witnessing a discussion on religion in a session participated by the enlightened from different worlds of differences gives us inalienable opportunities to see the position, attitude, reflex and expectations of the enlightened. The tragedy of the enlightened that starts with the obligation of belonging to a specific world of references leads to an even deeper sadness by dealing with and consuming the subjects of religion and society within the boundaries of given politics. The fact that the enlightened in the Muslim world tend to surrender to an assessment on religion in general, and on Islam in particular, varying from a remarkable disregard to an outright ignorance, which ultimately open up to the same door, also demonstrates that this problematic has become chronic. There is no doubt that it is difficult to associate such observations with any level of “true” intellectual sensitivity. The concept of “the enlightened” is always appealing and loaded with positive meanings. The values, meanings and attitudes borne by the overall typology of the enlightened are desired qualifications in our society. However, this desire often ends in disappointment. For us, its is difficult to sustain an expectation from the enlightened using the typical images. The typical image of the enlightened that we have is fed/reinforced by the specific/actual conditions of the enlightened and of the Muslim world. In the final analysis, this difficulty is not surprising when the given world is in question. Intellectuals are closely related to the development strategies as well as with the modernization processes. A search inspired by the enlightenment leads to an almost deep-seated split between Islam and our enlightened. Islamic enlightenment is looking for a new language on a map that is drawn by various dynamics, including positivism, rationalism, secularism, individualism, division of labor and institutionalization. Progressivism is an inherent theme. It formulation in the social context corresponds to the contradiction of progressivism and reactionism. Witnessing the enlightened, who claim to pursue explanations on everyday life in depth and away from superficiality on almost all subjects, showing remarkable depth when it comes to religion is nothing but crude illusion. Therefore, the enlightened are always seen as a problematic category. However, the claim and idea that the enlightened are significantly 210 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom alienated from social memory, social demands and social reality are at the center of the common criticism. A typology that is not familiar with the problems of society as an elitist and alien to social problems helps to reinforce the criticisms towards the enlightened, which have long been regarded as problematic. The enlightened offers theses but does not require feedback on the range of those theses. There is no doubt that the value of these claims require in-depth observations and empirical experience. However, publicized information is significantly frightening. The discourses of the enlightened cannot be analyzed through assessments like a translation or by encoding them as foreigners in the social system, or by ignoring the differences in daily life. However, the aspects of a persisting traditionalism that ignores differences always leads to remarkable mistakes in criticisms about the enlightened. Indeed, as Said put it, the enlightened cannot be expected to adapt to the public atmosphere. Because, again in his words, the enlightened should owe their peculiarity to these characteristics. Ultimately, the enlightened are nothing but an “exile”, “marginal” or “alien.” In the world of tradition, the enlightened always find themselves excluded. Because the modernization process has destroyed the social context; however, a revisit to the tradition adds a surprising resistance to the society in terms of continuously recreating it in the modern forms. In our country, the position of the enlightened has been designed to be disconnected from the slow change in the social structure. Ultimately, the enlightened cannot encounter or be faced with the society, and build themselves by mythicizing their differences. On the other hand, the deep social imagination has a surprising excitement in embracing the enlightened who listen to its problems, acts sensitively about social deadlocks, and are aware of the overall system with their forecasts and feelings. An intellectual life develops under two conditions: When intellectuals are relatively independent and when they have a unique status in a largely illiterate society. Democracy, mass literacy and bureaucratization are the factors that are prone to undermine the role of the independent intellectual. In this context it might be suggested that intellectuals are gradually falling into disfavor. In our country, it has always been difficult to achieve a consensus on the definition of the enlightened. This difficulty reflects the diversity and various conditions of the enlightened that are inherent to their social origins. In modernization, the fundamental point of start is considered as achieving the contemporary Western norms. The common aspects of Westernization and modernization which have the same meanings are often obvious. The enlightened play a key role in this tendency. In the late Ottoman society, the enlightened were lettered and led the traditional society with a search that will save the society from existing forms of life. With the Republic, the enlightened assumed the duty of enlightening and guiding the society as the prominent actors of the adventure of Westernization in Turkey, as was the case in many countries. In the final analysis, the enlightened were loyal to their savior missions, and they were saved and saviors. The remaining population was a community of desperate people waiting to be saved by the enlightened. However, the identities of the enlightened as officers and bureaucrats leads to obvious doubts about their ability to offer independent ideas. Intellectuals, who were integrated in the bureaucratic world with monthly salaries of the state gained reputation as the owner of a loyalty as was required by this dependency. This association was to shape the status of the enlightened in parallel to the direction of state-society relations. However, each time they expressed their personal preferences, they were faced with a response that labeled them with oppressive tendencies. Talking about the enlightened always allows for generalization. The overall vision offered by the enlightened accelerates the rate of their moving outside the boundaries of the intellectuals which challenges this framework. The general social memory creates a discussion on the enlightened and the costs and targets of the enlightened sensitivity that can only be made on the basis of alienation. Indeed, when discussed in a specific category, the closeness, mysteriousness and their constant distance to the existing path are striking. The popular typology of the enlightened are intellectually discussed and questioned in terms of three fundamental characteristics, which alienate and separate them from a realistic world. In fact, it is unnecessary to label the enlightened who are distant to or have managed to get rid of these characteristics in this category. Our enlightened are obscure, because they are closed or almost locked. The are complicated and difficult to understand. Most of what they say is condemned to uncertainty, and their content leads to doubt; their obvious characteristic is being incomprehensible. However, such obscurity makes them satisfied. They have pseudonyms because their stances are temporary and not real. They do not exist with their own names; their roles are made-to-order and entrusted. Nobody knows when and how they will give up their roles and how they will adapt to their new roles. They use a cluster of roles that does not belong to them; these roles raise questions about belonging, community and familiarity. In conclusion, being obscure and anonymous is enough to turn the enlightened into apostates. It is not only in terms of language or identity, but also in terms of its direction that they can succeed in breaking itself away from it. They are apostates because they are now “deviated”. Abjuration becomes almost a fundamental condition of being an enlightened. Indeed, their persistence and power will only make them apostates with all these characteristics. The epistemological distress that is spread across the society makes the enlightened tired. On a global scale, the enlightened have been worn out as an institution, as is the case in our country. Now, it is impossible to imagine that a true intellectual fulfills the specific personality that is given to them. In the modern world, it is almost difficult to imagine that the enlightened have unique 211 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom roles. Increased educational opportunities, mass communication systems, relatively eliminated borders have alleviated the roles that are given to or expected from the enlightened. Furthermore, it is difficult to suggest that the enlightened create an openly defined group due to the same reason. In the traditional framework, the role of the intellectual is thinking and looking for the truth. Furthermore, intellectuals are considered as the creators of “high culture” in Europe from Renaissance to the 19th century. Different intellectual organizations have introduced new ideas and information to traditional societies, thus fundamentally changing the meaning of the word “society.” In fact, this is not the place for perceptions about the roles of the enlightened and how they are perceived social life in general. However, when it comes to Islam and society, the themes that dominate the overall enlightened perspective are built on this gap of rupture and separation. In the eyes of the society, the enlightened represent a rupture in terms of language, alienation in terms of the universe, and opposition in terms of the target. The value given by the society to the enlightened is clarified in this framework. And the enlightened try to explain the society using the concepts of bigotry, backwardness, rural-peasantry, ignorance-illiberalness. In this context, the enlightened prefer to see themselves in an ivory tower. However, the concept of “intellectual” should be discussed with a different status than “the enlightened.” It is difficult to talk about an applicable consensus on the definitions of the concepts of “the enlightened” and “the intellectual.” In this context, it can be argued that the concepts of the enlightened and the intellectual are among the ideal types and concepts that are often used to deal with and overcome the challenges resulting from the pressures of the religious and cultural identity. However, the essential point that should be emphasized without ignoring their genealogy and their historicalness is the extent to which these two concepts can fulfill their functions when it comes to “real Islamic and humanistic demands”. Furthermore, if these concepts will be in the focus, we can suggest that in the final analysis both concepts have undergone semantic interventions. The interweaving of the boundaries between the concepts of the enlightened and the intellectual have occasionally led to obscuration of the status that is given to these concepts in the West and in Muslim societies. Indeed, the local, cultural or political grounds have always played a determining role in every effort to define them. In fact, the concepts of the enlightened and the intellectual which have emerged in the Western world of values starting from the late 18th century could not go beyond an effort of matching, adapting and imitation in the Islamic societies. The matching of “the intellectual” which is one of the concepts that have been made casual with the modernization process, with the typology of “the enlightened” using the concept of “the lightened” derived from “enlightenment” reveals the chaos of references resulting from the processes of change. The interweaving of the uses of the concept of “intellectual”, which is rather used in the sense of mental labor and effort, and the concept of “the enlightened” in the sense of using of recognizable knowledge and sensitivity at the level of social responsibility and assertion in intervening into the course of life is being discussed, and the differences between the two are being better emphasized. Looking at the example in Turkey, although we often see that these to concepts are confused, we can still observe that the depth and nobility of the concept of the intellectual lacks in the concept of the enlightened. The typologies of the intellectual and the enlightened contain strong references to in terms of different representations in the world of ideas and actions, on the basis of their position in the relationship of social prestige and power, provided that they are defined differently from each other in the final analysis. Although both concepts ultimately refer to a distinguished community and a cognitive belonging that may be based on classes, the theme of independence, which is always prominent in the intellectual, makes it relatively stronger. Even the fact that the criteria used in discussions on the intellectuals are often more affirmative is very important in this context. In the same framework, it is difficult to suggest that the concept of “the enlightened” has a binding and guiding role for all. However, in the conceptual framework that has been developed by Ali Sheriati specifically for Iran, we should remember that both the conceptualization of the intellectual and the enlightened have gained a meaning as a product of central paradigms that claim to be ultimately comprehensive, and therefore each concept is subject to the boundaries of a certain social imagination in the final analysis. Insomuch as now the “Western intellectual” and the “”Eastern enlightened” who has been prisoned in a translation will never be matched as the products of the same historical contexts. In this framework, the concepts of “the lightened”, “the thinker”, “the enlightened” and “the intellectual” will similarly differ as typologies that have gained value in the modernization process. It is known that the typologies such as the scholars, the knowledgeable and the savant have partially similar functions, without ignoring their epistemological and paradigmatic characteristics, when we look at the past “projections” of these roles in the traditional Muslim societies, and that they have existed by limiting their own fields of responsibility to the basic constants of religion. On the basis of the differences revealed by epistemological or semantic analyses, we can suggest that many concepts which have been adopted by importing them in the modernization process are impossible to be evaluated in an undisputed integrity of meaning. The efforts to understand the world and to raise awareness using the ways of thinking and positioning which may vary across countries or cultures have reinforced the problems which complicate the definition of the concepts of “the intellectual” and “the enlightened.” 212 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom It is still difficult to achieve a common definition of the concept of intellectual, that contains the projections of the historical and cultural inventory of Russian Empire as well as today’s naive meanings. Nevertheless, as Edward Said emphasized it, the intellectual, as compared to the enlightened, generates an authentic face that expressly shows its position. To the extent the intellectual embraces this role, the acts that “keep a foot on both camps, remain silent where someone should speak, chauvinistic bullies, fanciful apostasies and confessing sins are among the acts that overshadow the public role of the intellectual”. Because the essential duty of the intellectual is to avoid any shadow on their independence in the face of oppression. In fact, the fact that intellectuals are defined as people who try to give voice to the truth against the power with their identities of “the exile, marginal and amateur” results from their sensitivity. A philosopher who is strictly in the search for meaning, a scientist who is competent in determining the basic principles of the flow of life, an intellectual who is a troubled moralist questioning the course of the world, and an intellectual who is a “prophet of doom” panicking when virtue and dignity is lost, are always anxious and restless. The intellectual formation can only be completed when the personality patterns that allow it to be regarded as sometimes a “brain laborer” and sometimes “the moral police”, meet the high sense of responsibility and the deep conscientious concerns that dominate its identity components. According to Edward Said, the role of the intellectual in general is to reveal and enlighten the struggle through a dialectic and opponent positioning, and challenge and defeat the imposed and accepted silence of unknown power anywhere and anytime... On the other hand, as demonstrated by the definitions of the concept of “the enlightened” which trespass the boundaries of the concept of “intellectual”, the way to reveal the difference between them is firstly taking intellectual depth, social responsibility, activity and moral sublimeness as a basis. Unlike the intellectuals who structure themselves in a comfort that challenges the boundaries of the horizons of thought without surrendering to any quota, the enlightened will have to emphasize and also prove their loyalty to the fundamental principles of their own world of reference and belonging in any case. Against these characteristics of the enlightened, the position of the intellectuals keep them on a universal level. Although both of them claim to be able to “speak from halfway through the book”, it is easily understood that the corpus that the intellectuals and the enlightened refer to may not necessarily include the same books. Therefore, the fulfillment of the duty of the intellectuals has always required assuming heavy responsibilities. In this context, being an intellectual requires the courage to pay a price. Therefore, as Said emphasized it, “the intellectuals, who do not have an office to protect or a land to keep watch on and add to their strength, have something that make some very disturbed; for example, they talk straight rather than going round the houses. But there is not running away from this fact: Intellectuals who regard themselves like this do not have friends at high positions or a prestige at official posts. Yes, one can be lonely; however, solitude is better than conforming with the herd and tolerating the present conditions at all times.” Since Gramsci, the polemics and speculations around the concepts of intellectual and the enlightened have always been based on examples which make it easy to consider them as instruments of power. As Foucault emphasized it, in fact, the true function of the intellectual “is not to stand out or aside to tell the unstated truth about everyone, but to struggle against the forms of power at the point where the intellectual is the object and instrument of these forms.” The same problem partially applies for the enlightened. It is strongly possible that the enlightened needs to be protected against attacks that may undermine their organic identity as a person coming from the inside of a discourse group. However, to reiterate, the social context of the enlightened is more conducive to put forward ideas within a limited necessity as opposed to the claims of universality. Ultimately, the personality structure of the enlightened is shaped in these expectations. Unlike the demand of the intellectuals for a truth that is claimed to be universal, the stance of the enlightened is limited to the demands and expectations of the socio-cultural cluster that they are included in. Their independence is relative and now the basic problem here is how the enlightened can preserve their given direction. “The extent to which the enlightened, as members of a society with its own language, tradition and history, become a slave or an enemy of these actual conditions” is an ever-pending fundamental problem. The enlightened are historical before anything, and the typologies have been worn out during the processes of definition. Nevertheless, the enlightened has to be a “type of human who has a rich knowledge of the conditions and problems of their time their society, who can analyze, question, assess things and put forward ideas on the basis of this knowledge, and who can be engaged in political activity, when necessary, for a better humanity.” In the final analysis, although the enlightened have gained a mission and vision as a product of the Enlightenment with these characteristics, the historical aspect of the problem are often ignored in the complicated processes of change. The concept of scholar is an indicator of social status in terms of having knowledge and using it properly. The prominence of the concept in Islamic tradition is unique. The competence of the scholars in terms of religious information reflects their knowledge of the fundamental references of Islam and their capability to lead action in the Muslim society on the axis of everyday problems. Indeed, pure definition of the positions of “mujtehit” and “mujaddid” rely on the scholars with their ability to access knowledge and use it in a legitimate way. 213 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom The basic formation that is fundamental in the social roles and functions of scholars is insisting on the fundamental arguments of religion, and taking a robust stance that agrees to tell the “defined truth” in all conditions before the state and the institutional instrument of power and the society. The scholar, as a prototype of the category of “ulama” (scholars) is categorized in the status of “heirs of the prophets” in terms of common definitions. The typologies of “arif” (knowing) and “hakim” (savant), which have been shaped by the spirit of discovery and inspiration of philosophy, knowledge and imagination, function as a channel that is open to the contributions of diverse worlds of reference in the social reality of Islam and to include them somehow. From another perspective, the roles of the “shaman”, “les clercs” or “literati” which have been crystallized in their own political and religious contexts in the traditional societies correspond to the stereotypes of “alim”, “arif” and “hakim” in Muslim societies, provided that the context and the map of values is kept in mind. In traditional Islamic societies, “ulama” have drawn attention as a continuous group of experts that interprets religion and that monitors its correspondences in the daily life. The “ulama” is divided into various categories, such as “faqih” or “mujtehit” according to their command of religious knowledge. Although the role of the “ulama” that controls religious knowledge and develops it has gained various characteristics throughout history, there is no doubt that the actual concern is focused around the loyalty to fundamental references. In other words, “the ulama” deal with the aspects of religion that are reflected on everyday life, while remaining loyal to the spirit of Islam, and try to eliminate the bonds and potential tensions between religion and life through their methodological efforts. In cases where the settled society pushes the limits of religious values and positions on the basis of various justifications or through various means, the “ulama” stand out with their striking role as the decisive guardians of Islam. However, the insistence and energy of the “ulama” to defend the original form of religion has gradually become problematic today due to the successive discussions on their legitimacy. This differentiation and change in the position of the “ulama” in the historical process occurs with a deep influence of the political transformation of Islamic societies as well as the global intellectual chaos which cannot be alienated from these. The role given to the “ulama” in a typical Muslim society is to protect the religious world of references and to update Islam on the axis of knowledge while keeping it in constant motion on the level of its competence. The “mujaddid”, who have emerged as the leaders of the idea of renovating Islam during times of crises have always aspired to revive Islam with their different activities and preferences. Looking at the outcomes of this aspiration, we can see that these intentions have resulted in securing religion at the level of purification and recovery against the tiring severity of the new conditions. In this context, it can be suggested that the actual role of the “ulama” is interwoven with the strategies aimed at constant Islamization of the society. This is what is actually done in all fields of Islamic religious studies, such as “kalam,” fiqh” and “tafsir”. Furthermore, the Muslim “ulama” have always tried to strengthen and protect Islam while keeping loyal to an authentic framework of Islam, against potential costly threats such as conquests, cultural encounters, moral destructions, conflicts and settlements. For example, the typologies which are clarified in the personalities of Imam Abu Khanifeh, Imam Shafii and Imam Ghazali are sufficient to comprehend the mission of “ulama” in the historical sense. The definition of the “ulama” in this framework has been commonly accepted by almost all Islamic societies. Even during the tumultous conditions of the 18th and 19th centuries, the “ulama” assumed important responsibilities not only as the guardian of religion but also in protection of the culture, geography and intellectual sensitivities which were identified with the religion. The “ulama”, who are known for their expression of identity that varies from resistance and defense to opposition, always have to be careful about the sensitivity that allows them to be considered as heirs to the prophets. The presence of religious scholars who use their depth of knowledge for personal gains or political games is undeniable; however, the Islamic memory has never deviated from its sensitivity to consider such examples as illegitimate. In modern times, there is a convulsion in the position of the “ulama” as well as of Islam. Many times the “ulama” have been accused of failing to learn the language, discourse and problems of the present time, and of lacking an acceptable effort to prove their competence in these areas. In the modern networks of discourse, the “ulama” and their sub-categories have undergone a serious deadlock and disintegration which is also observed in the transformation of all kinds of religious forms and colors. Ultimately, in the new socio-political organizations emerging in today’s societies, the presence of the “ulama” is only mentioned on certain conditions and their desire to maintain a tradition to sustain a historical mission is overshadowed by contemporary developments. The 19th century was a time when Islamic societies, like other societies, underwent significant disintegration on the epistemological level. Being unprepared for the Western knowledge, the Islamic world had to be shocked with a new evolution with which it had to question its own codes of knowledge. On the other hand, it cannot be denied that the efforts of the traditional “ulama” to spread a formulated spirituality across all areas of life contributed to freeze the existing activity to the extent which it ignored other tendencies in the society. In many Islamic societies, the legitimacy of the “ulama” started to be discussed under the effect of the colonialist attacks. The authority of the “ulama” has been significantly undermined among the searches in all aspects, from a radical anti-Westernism to an extremist opposition to Islam. While the Muslims found the “ulama” highly slack in the existing conditions, the non-Muslim elements accused them of being outside the new paradigmatic tendencies with their discourse. 214 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom This is perhaps the saddest loss among the losses caused by the modernization of Islamic societies via Westernization. There is not doubt that his problems has certain aspects to be discussed on the basis of the “ulama”. The efforts to obtain Islamic knowledge, transfer this knowledge and find a discourse to face new problems have been replaced by a realpolitik strategy that is limited by analyses of details. the Muslim world. There is no doubt that we can talk about a social category which has had the functionality of the enlightened throughout history, on the basis of their current roles. Basically, we may need a new presentation of the concept of the enlightened, like anything that is historical. Furthermore, the question of how functionally the enlightened can perform the roles of the “ulama” is asked with good reasons. “The ulama in the modern era” is faced with the problems caused by this tension and avoidance. The current condition is being more and more discussed in the company of the claims, such as transformation, loss of mission and failure to renew. The existential world of the “ulama” has almost lost favor in the face of the actual reality resulting from or sometimes imposed by the new conditions. In fact, the discussion is focused on the question of how to speak about Islam today and how to qualify the “ulama” who will do this. Today, this problem is one of the fundamental topics of discussion in Islam, but it is primarily not the responsibility of the “ulama”. However, the questions of completion of the mission of the “ulama” or who will take over their status and functions, are among the subjects of in-depth discussions among Muslims. It is quite natural that a society which found its existence in the searches of the “ulama” may need a representative power that is able to overcome new problems in the face of the problems and costs brought by the modern era. The sociological influence of the “ulama” has been largely undermined today. The aspects of knowledge, taqwa and intellectual experience which are identified with the “ulama” is being seriously disintegrated in today’s world. It is worth discussing the identity of the enlightened for a typical Muslim. It function is to change the social structure on one hand, while trying to produce an embedded intellectual spirit that may be seen in almost all individuals on the other hand. This requires getting rid of traditional weaknesses in social organizations and structures, and revealing the intellectual power of imagination. The intellectual leads the cultural change while making the changed more popular and common, leading a new taste and style and affecting the political and social preferences of the society. Today, as it is believed that the “ulama” has been replaced by the “enlightened”, in fact there are religious activities that are performed on the basis of independent and different epistemological grounds. Today, the control over Islamic knowledge has been largely removed from the monopoly of the “ulama”, and the right to talk about Islam has changed hands in the lanes where new ideas are brought. In this context, one of the most frequently asked questions is whether the enlightened can maintain the heritage of the “ulama.” The “enlightened” is a new category emerging in this context. The enlightened stand out with their image and characteristics that they have gained as part of certain historical knowledge and processes. The questions on the status of the enlightened in the modern era are being asked on the basis of the justifications created by new and urgent questions in Sources Arslan, Ahmet (2002). “The Enlightened, The Intellectuals and the Muslims”, Cogito, P. 31 (Spring), Foucault, Michel (2000). Political Function of the Intellectual, Edited by Ferda Keskin, Trans. Işık Ergüden - Osman Akınhay - Ferda Keskin, Istanbul, Ayrıntı Pub. Genç, Ernur (2006). Sociological Comparisons of the Intellectual, Unpublished Doctoral These, Ankara: Institute of Social Sciences. Gramsci, A. (1985). Intellectuals and the Society, Trans. Vedat Günyol, Ferid Edgü, Bertan Onaran, Istanbul. Le-Goff, Jacques (1994). Intellectuals in the Middle Age, Trans. M. Ali Kılıçbay, Istanbul: Ayrıntı. Özlem, Doğan (1995). “Philosophical Tradition and Our In- How can we create a new typology of the “ulama” that takes today’s values, norms and principles, in the face of the libertarian openings that are concurrently undertaken by the intellectuals? Or will we make these claims via the intellectuals? When the intellectuals are in question, how will we achieve a balance between the dependency caused by belief and the sensitivities that continuously reproduce themselves on the basis of sustained independence? How will we overcome the tensions arising from this level? Perhaps this is one of the questions to be sincerely answered by the religious scholars on the basis of the experiences of modernization in the Islamic society. tellectuals”, Turkish Intellectuals and the Problem of Identity, Ed. Sabahattin Şen, Istanbul Said, Edward (1995). The Intellectual, Trans. Tuncay Birkan, Istanbul, Ayrıntı. Said, Edward (2002) “The Public Role of the Writer and the Intellectual”, Trans. Ece Gamze Atıcı, Cogito, P. 31 (Spring) Saybaşılı, Kemal (1995). “The Lettered, The Intellectual, and the Enlightened”, Turkish Intellectuals and the Problem of Identity, Ed. Sabahattin Şen, Istanbul Subaşı, Necdet (2010). “Ali Şeriati”, TDV Encyclopedia of Islam, Volume: XXXVIII, Istanbul Sheriati, Ali (1992). Aydın, Trans. İbrahim Ağacan, 2nd edition, Istanbul, Dünya Pub. 215 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Emin Isa Al Osmani Chairman of Academy of Islamic Fiqh (India) Reflection of thoughts Individuals as well groups concerned to Islam and Ummah at present age have always considered, debated and pondered as to what are the reasons of our fall, backwardness, defeat and helplessness. Why the so great Ummah despite so enormous resources is helpless and divided. In reality, the imbalance of power is the main reason behind all these miseries meaning thereby that the Muslim Ummah is not so power full compared to other nations and communities that they can fear and be influenced by it being on the receiving end. Unless the power the Quran has preached is not acquired, its voice would be weak before other powerful nations and it shall continue to be defeated. Justice, freedom, liberty, equality, respect of rights, advisory, utility, peace, charity and sacrifices are among those fundamental principles, to follow which Islam has directed its followers. There is strict ruling to abide by these tenets on individual as well as collective level, however at every level. All these tenets are the very soul of entire corps of Islamic Law and they are considered its very essence. As long as these tenets were the integral part of the political and economic system of Islam, the Muslim Ummah remained happy, prosperous but whenever these tenets were violated and ignored, which are the key of the welfare, overall development, peace and order and balance and harmony, the Ummah faced chaos and anarchy. It is crystal clear upon analysis of the Islamic History that when the fundamental tenets mentioned above were adopted and implemented generously, Islamic Governments and Muslim Ummah were satisfied and peaceful. It is fact that the imperial powers, Intelligence Agencies of Jews and Christians and their armies hatched conspiracies and caused unusual damages to the Muslim Ummah by their planning and strategies and they succeeded to break the great power kike Othoman Caliphate influencing the politics and status of the Middle East in many ways. No doubt, it is a dark aspect of History, but since the rulers and the supports of rul- ers did not take into account the fundamental tenets of Islam and the interests of the Ummah as they should be considered but they got motivated by the temporary interests, posts, powers and pecuniary concerns in which they indulged deeper and deeper after they entered in them. The enemy powers of Muslim began to wrap the political powers of the Middle East in their vicious nets and they succeeded in consolidating their domination slowly by different treaties and agreement. The entire Ummah is under implications of the serious issues of the Middle East as if the enemies have tried to attack backbone, however, if we analyze the policies of the Middle East countries, the following issues come to the fore: a. The counties of the Middle East considered it easy to be dependent upon others instead being self reliant. b. Not only they lagged behind in Science & Technology from the developed nations of the world, they did not also try for the independent research, competition and investigation in this field. c. The defense power of these countries remained very weak so they remained under influence of big powers in one manner or another. d. Coordination and harmonious relations always lacked among all rulers of this region and the citizens there, in other words the unity lacked and still lacks. e. There are group clashes, which are tribal as well regional and sectarian ones. f. The concept of Arab Nationalism developed in the Middle East harmed the concern of the Ummah. g. Raising ante Turk emotions in the Middle East they were rejected. h. Indifference and carelessness with the Issues of the Ummah is found with the rulers of all these counties. 216 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom i. The trends of considering about the domination of Islam are not found. j. The ratio of easygoing, materialism and greed increased among the politicians and rulers of these countries. k. These counties having been influenced by the western politics and western culture adopted their lifestyle, which caused far reaching influences on their policy and due to which they came under different kinds of western pressures by degrees. l. The rulers of the Middle East committed negligence in protecting the first Qibla and breaking the blockage of Gaza. Similarly, their strategies also remained influenced in the issue of political support for Palestine. m. The rulers of this region remained unaware of the issues of the Muslim Minorities and they showed least interest in this regard. n. One of major drawbacks of the ruling families of the Middle East is their emptiness in respect of spirituality and ethos. o. The opposition by these rulers to the balanced liberty and freedom of expression and to create obstacles in the path of the democratic values. p. The existing minerals, stocks and natural resources in this region were handed over to the opponents of the Ummah and the enemies were allowed to dominate them. q. Even the trend of giving their lands, regions, islands and airports to the enemies of the Ummah and Muslims was very harmful. r. The behavior of the Middle East Nations to make investments in western counties and to keep the capitals there weakened the Ummah and strengthened the West. s. Free Research and Analysis centers lacked in this entire region, which can research and analyze in respect of all political, Economics, Trade and International Relations of the Middle East. t. The strategy of the rulers as to not manufacturing the modern weapons, the latest defense system and other things despite the availability of wealth and resources in the entire region is harmful. u. The foreign policy of the counties of the Middle East also has been imbalanced and they have not made any major changes in their specified policies in the last thirty years in the changing circumstances. v. Their weaknesses, lapses in strategies and problems of strategies are in existence in these counties on the one hand, the pressure of the western and international fiscal and trade institutions and international laws created a great number of complexities before the Middle East on the other hand. w. The violence, extremism and terrorism because of many reasons, reactions and conspiracies damaged the counties of this region to a great extent, which create problems on Economics, Trade and Military level and which dawned a new thinking and thus it created a burden on the Economics as well. At the same time, the major loss was that the image of Islam and the Ummah began to be presented in a negative way. x. We feel when we go deeper in these points how the attempt to distribute and disperse the Ummah by eradicating Othoman caliphate and Arab and Turks were separated on the grounds of Arab Nationalism and other regional considerations and then walls were raised among the Arab themselves. These artificial and fake walls created many problems in the path of the Unity of the Ummah. Indeed, attempts to constitute many federations were made in the Middle East later on, but they all lost their relevance in practice. The establishments remained in existence only in name but their effectiveness got lost, for this very reason, the Muslims Rulers gave preference to their self interest and purposes against those which belonged to Islam and Ummah. y. The contemporary analysts have observed why the enemies of Islam proved to be powerful to this extent in the Muslim Counties particularly this region, which has been the center of the struggles of the Prophets and what were the reasons, the attempts to remove Turkey, which was the protector of the Unity of the Ummah were made much before, moreover, the obstacles continued to be created in its influences, power and activism in the Muslim World. z. The groups, parties and counties enemy to Islam in the changed garbs in many ways made attempts beautifully to create chaos, disturb peace and order and instability in the Muslim World in the passing era. It is relevant to mention here that Revolution of Iran raised many questions before the West but the expanding policy of Iran created new circumstances soon in the region. The armed militia and groups of many kinds prepared by Iran began taking actions in different countries to increase their influences. Shiism also played an important role on the religious grounds in it also. Shiism, democracy, Wilayat, Imamat and Iranian Shiism made treaties with Europe and America for the interests in the region sometimes, they adopted new diplomacy at other times. Iran adopted different ways on different levels to increase their influences and dominations in the entire region, hence they went very far in this regard on the level of culture, education, preaching and training. The relations of Iran with gulf counties, Turkey and Syria also should be observed in this point of view that Iran gave preference to its interests. They approached America and Europe sometimes and at others times they came close to Rusia and China. They made compromises sometimes with Kurds of Iran and at other times they motivated Shia parties and populations of other countries under their interests utilizing them. They exploited the income of oil in Syria and Jordon particularly for this purpose. Iran kept their eye on Iraq and Syria also from the very start under their 217 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom expansionist policy. Verily, they made great preparation for these works and they attempted to keep and untie their nation on the religious grounds. The existence of Turkey in the region is a valuable existence. It has been the center of Othoman Caliphate. The marvelous history of Turkey has been the history of victory, protection and support of Islam and Muslim Ummah. The self respected publics of Turkey who have the concern of the Ummah are rendering sacrifices despite myriad problems and issues. They are rendering these sacrifices on Islamic and humane grounds. At this moment, Turkey is facing many problems including the issue of the extremists in Syria, which continue taking actions together with different organizations. The situation in Syria itself is a big problem for Turkey. In reality, this was the issue of the Muslim Ummah, which Turkey has tried to solve rendering great services. Turkey faced many terrorist attacks one after another as a result of this humane and balanced policy of Turkey. This terrorist activities were conducted from outside so that the stand of Turkey could be changed and their firm decisions could be weakened weakening its Economics development, peace and order could be disturbed. When it did not yield any fruit, the attempts for coup were made to change the system but the nation of Turkey defeated all these attempts. Europe did not render any considerable support to Turkey in their real problems, however, the western countries always maintained double standard about Turkey, therefore, European Union did not make Turkey the member of European Union. The boundaries of the Turkey touch many different counties so the enemies tried to maintain chaos in place of peace on the boundaries. Turkey should try to become self reliant in every aspect in the changing circumstances and they themselves should prepare every kind of goods, weapons and machinery. The defense power is consolidated by manufacturing the modern weapons. The Quran has mentioned sending of iron for this very purpose that iron should be used. Turkey should take many initiatives to consolidate their currency so that their currency could be more consolidated against the currencies of big powers. Unless the currency is related to gold, the real power would not come in the currency. It is necessary for Turkey to constitute new blocks establishing better relations with third block and Far East counties instead of America and Europe. Similarly, they should consolidate the relations with African Nations, Rusia and China compared to America and Europe, which help them move forward. aa. It is necessary to consider the reasons of the regular attempts of spreading dislike and Islamophobia in non-Muslim world particularly in Europe and America by the contemporary world and ways to eradicate them. Indeed, the Muslim Ummah is the preaching Ummah and their success lies only in associating with Islam. Hence, it is required that the real image of Islam which is based on balance and goodness and prosperity should be presented in both theory and practice and at the same time the process of dialogue be accelerated, for which new strategy and wider outline is required. For this work, the better use of modern media, electronic means, film industry and other things may be beneficial. Similarly, the regular woks are needed on the fronts of culture and education so that the process of change and modernization could be accelerated. bb. Kurds (spread in Syria, Iraq, Iran and Turkey) have their own rights and issues. Turkey should consolidate their relations by dialogue and diplomacy winning their hearts. Language, race and color do not have anything to do with Islam, however, Islam preaches universal messages which are derived basically from the most important principles and tenets, ignoring which it is not possible for any nation to develop. Unless the principle of the utility, the principle of being beneficial, principle of social, political and Economic justice, respect of humanity, principle of rights, principle of balance in peace are implemented at every place, the process of cultural development and better change is difficult. Indeed, political circumstances, social changes, defense and army preparation, transportation, Economic and Education issues and the conditions of tribes and different races should be analyzed with diverting attention by Turkey to those areas where Turkey has relations in the past, be they those areas under Rusia or Balkan Regions or the countries near Turkey, which were the parts of Turkey during the period of Othoman Caliphate and where the cultural influences of Turkey still exist as the elements which play any role in the formation of relations are that to which race they belong to and they have their peculiar influences. It is necessary for Turkey to take the Middle East in confidence with other counties moving forward to a new treaty and formation of a new power. It is also necessary for Turkey to build new institutions of research and investigation, new scientific laboratory within it training and educating the intelligent students of Turkey so that the most brilliant brains could be trained in efficient manner. Turkey should increase their cultural, educational and trade relations in different non-Arab Muslim Counties converting the history, personalities and literature of Turkey in other languages and the arrangement of teaching and learning the languages of these countries should be made so that the better relations could be achieved. Perhaps, it would be proper also that Turkey should publish their messages from time to time in the magazines and newspapers of the Muslim Minority and Muslim Majority Countries on different occasions in the name of Muslims concentrating on the point how the Muslim Ummah can achieve their lost glory and greatness. In this regard, Turkey shall have to play the role of a Messiah, Liberator and Strategist. We hope the current leadership and intellectuals of Turkey would move to this direction. 218 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom 2nd Session Şeyh Dr. İkrime Sait Sabri The Role Of Scholars In Fight Against Excess, Extremism And Terrorism Prof. Dr. Ali Çelik “Some Basic Principles in the Sunna of Prophet Muhammad to Ensure Social Peace” Nawaf Takruri Difference Between Legitimate Resistance And Terrorism Doç. Dr. Adil Şen An Overlook of Some Exemplary Practices of Maintaining Social Peace in the History of Islam Sheikh Doctor Iqrime Said Sabri Imam-Khatib Of Holy Al Aqsa Mosque Chairman Of Association Of The Supreme Board Of Islam - Al-Quds The Role Of Scholars In Fight Against Excess, Extremism And Terrorism Introduction Foreword Praise is with Allah, the God of all worlds. Salat and Salaam may be with the Prophet Muhammad (SAW), son of Abdullah and the most honorable of the sent ones, and his immaculate and luminous Ahlul Bayt, his sahaba which is bright and the most blessed of the pioneers like a compass, and those who followed his footsteps, benefit from his works and adopt his sunna until the judgment day. Now, The concepts of excess, extremism and terrorism is being discussed today by everyone, including the knowledgeable and the ignorant. Those who know and those who do not are talking about the meanings of these concepts. The extensive use of these expressions in media helped them to spread at a remarkable pace. The enemies of Islam have also benefited from this in the brutal war against Muslims and Islam under the pretext of fighting terrorism. In this case, we have to remove the curtains and reveal what has happened to demonstrate the extent of the reckless attacks of the enemies of the Ummah to distort the image of Islam and Muslims. First of all, I would like to thank the governor of the Şanlıurfa, Turkey and the preparation board of summit, for their invitation to participate in the international summit of Islamic scholars. The scholars of the Ummah play the fundamental role in describing some concepts and definitions that people have confused. Some claim that Islam is the source of terrorism, but ignore the fact that Muslims suffer from all kinds of violence, such as social, economic and political oppression and the prohibition of freedoms, occupation, colonial massacres and destruction politics. Our holy religion of Islam is based on justice and peace of love, and Islam is a religion of prudence, civilization, tolerance and convenience. When the teachings of the Islam are examined in depth with a conscious eye, this situation will be clearly seen in the practical applications of Islam in the past. If I have been successful in preparing this research, it is thanks to the help of Allah. However, if I have made any mistakes and fallen behind the truth, this is because of my flesh. Perfection only belongs to Allah. I wish the conference brings us success. Praise is with Allah, the God of all worlds. The present research addresses the following topics: 1.Definition of concepts 2.Most important features of moderate and tolerant Islam, its attitude towards excess and extremism 3.Islamic sanctions against those involved in excess and extremism 4.Difference between criminal terrorism and legitimate resistance 5.Areas a.Individual b.Collective c.International 6.Causes of terrorism a.Local b.International 7.Methods to end terrorism 220 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom a.Methods to end local causes b.Methods to end international causes meanings. The first meaning is the movement of some organs, the second meaning is the edge and the tip of something, and that is what is meant here. 8.Common plans and suggestions for solutions Subject 1 Meanings Of Concepts People have used many concepts as weapons to shed doubt on Islam and to slander Muslims. The most important ones of these concepts are the following: A. Excess Derived from the Arabic word “ghala-ghalvan”, the word means “increased and escalated.” “Excess in a religion” means “it has become too severe, gone beyond limits and gone to excesses.” Our Allah advises against excess by saying, “Oh the people of the Book! Do not go beyond the limits in religion.” Our Prophet (SAW) also prohibited excess, and said “Avoid going to excesses in religion. Because your predecessors were destroyed after they went to excesses”1. Our Prophet (SAW) in another hadith described those who exaggerated as the fastidious ones and “Those who were fastidious were destroyed, those who were fastidious were destroyed, those who were fastidious were destroyed.” Imam Nevevi commented on the hadith “Those are the ones who go to depths and act strictly when acting strictly is not suitable”, and he interpreted the “fastidious ones” as “those who exaggerated their work, claiming to know it very well.” Our Prophet (SAW) “Religion is convenience. Those who intend to go to excess in religion will be defeated by it. Then, embrace the middle path, try to do the best thing; then, good news will come to you; use the start and end of the day, and use some part of the night.” Ibni Hacer Al Askalani said “If a man goes to depths and avoids prudence in religious affairs, he eventually becomes incapacitated, and he becomes unable to perform,” and our Prophet (SAW) “Verily, Allah supports being soft-tempered, and He gives everything to the soft-tempered, which He does not give to the violent ones”2. B. Extremism The term is derived from the word “taraf” (side) and has two Ibni Manzur says that the word “taraf” is the infinitive form. When you check the camels and the herd is well-organized, you say “tetarrefet en nakatu”. Again, Ibni Manzur cites the following from Ibni Seyyid: The side of something means “the end point”, and as the sun sets down, we say “Tetarrefet Esh-Shams”. Therefore, the side of something means its end point, side or area. 3 The word has become a concept that is used by many people through media, and the concept has meant acts that are contrary to the Islamic law, which have been committed in the name of general social customs or Islam. C. Terror in Islamic Sense and in the Western Interpretation In the dictionary, terror means fear and intimidation, and the infinitive form of the word is “rahbun”, and the words derived from this form are used in many verses of the Qur’an; in this context, Allah said “They scared them by making a great magic”4 .5 The word “terror” as a concept means frightening the enemy, in terms of Shar-i dalalat, and thus discouraging them from attacking the Muslims. Our Allah says in the Qur’an “Prepare as many forces and fighting horses as you can against them. With them, you will frighten the enemy of Allah, your enemies, and other enemies which you do not know but which Allah knows. Whatever you spend in the path of Allah will be exactly returned to you. You will not suffer from oppression”6 telling Muslims to prepare their forces. In the holy verses, the meaning of “force” is “nekre” which is unclear and intended to generalize the meaning; that is to say, it refers to making all kinds of preparations that will make you powerful depending on the time and period in general. Then, the phrase “curbed horses” gives an example to the forces; however, bringing up horses for preparation is not deemed mandatory. From this verse, it is understood that preparing forces is a defensive act to prevent war and hostilities. But why? That is because making preparations in terms of forces will ensure equality and balance with other countries. Thus, no country will dare to attack an Islamic state. This holy religion prevents hostility before it occurs, and Islam never sets out on the basis of animosity. The fundamental relationship between Muslims and 1 Abu Davud, Ahmed Bin Hambel, Nesai and Ibni Mace citing Abdullah Ibni Abbas (RA) with simple differences in wording. 2 Muslim, Ali Muttaki Al Hindi, Kenzul Ummal, no : 5374 3 Ibni Manzur, Lisanul Arab, Article on “Taraf” 4 Araf sura – Verse 116 5 Ibni Manzur, Lisanul Arab, Article on “Rahab” 6 Enfal Sura, Verse 52 221 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom others is one of peace, not one of war. War is considered as an extraordinary7 condition which emerges as an exception. Therefore peace and welfare is achieved by executing and implementing agreements and conventions.8 In the Western sense, terrorism means the actions such as assassinations, blackmailing, destruction and explosions aimed at achieving a specific political goal, using or threatening to use unlawful violence, such as breaking down the resistance and loyalty spirit of individuals and shaking the moralities of institutions and organizations, and using this as a means to seize certain information or goods or to compel the targeted party to surrender to the demands of the terrorist party. In Islamic law, this situation is described as hostility or breaching the framework of divine obedience, and Allah forbids all forms of hostility. The notion of terrorism in the Western sense was emerged during the French Revolution, and they have begun to focus on this concept to label the Islamic movement since the birth of the Islamic movement in early sixties.9 Subject 2 Most Important Features Of Islam The most important feature and qualification of Islam is its respect for middle-of-the-road, moderate, tolerant agreements and conventions. The Prophet (SAW) described all stages of Islamic invitation with these adjectives. During his time in Mecca, he never carried a sword, spoke ill and always acted with calm and prudence.10 In a holy verse, Allah said to the Prophet “With the mercy of Allah, you acted softly with them. If you were rough and hard-hearted, they would go away from you. Now, have mercy on them. Pray Allah for mercy for them. Counsel with them on business.”11, and in another verse Allah said “I swear that you have such a prophet coming from within yourself, your troubles will be too heavy for him. He is very fond of you, and compassionate and merciful with the believers”12. The story of our Prophet (SAW) with the people of Taif is the biggest evidence of his kind heart, his tolerance, and his avoidance of acting with revenge or retaliation to fulfill his 7 International Relations in Islam, Muhammad Abu Zehra, P:52 8 Residence Outside the Islamic Lands, (research) Dr. Iqrime Sabri own desires. Allah sent to the Prophet (SAW) Gibrail (AS) and asked him to throw two wooden pieces (ropes) against the people of Taif, but he refused to do it, and said “Maybe Allah will bring some people who recognize the unity of Allah among them”13. His actions during the conquest of Mecca is also an example of this. When the people of Mecca pleaded for mercy, saying “our kind brother, the son of our kind brother”, our Prophet (SAW) said “You are all free to go”14, and avoided taking revenge from those who tortured him, his ashab, shackled them and seized their property. Nevertheless, our Prophet (SAW) did not permit shedding a drop of blood, which is the finest example of his tolerance, and his response to evil with goodness. Siyer’i nebi-i sharif is full of the good deeds of our Prophet (SAW). Moderation comes from the word “vasat” (mediocre) in Arabic, which means the best and medium way. The middle way of the Islamic Ummah is based on its being an ummah, and its embracing the middle way as a method. The middle way is the way of prudence and balance, and is free of excess or shortcomings. Allah says in the Qur’an “Thus we made you the middle ummah”15. Ibni Kesir interpreted this verse by taking the word “vasat” meaning “distinguished” and “the best”, and the fact that our Prophet (SAW) was the best and most distinguished in his community is based on the phrase “middle namaz” in Qur’an. 16 Examples of the Prophet’s (SAW) understanding, loyalty and good relations with people include his actions in Hudaybiyah peace, his relationship with the Jewish people in Medina, the Omariyah agreement by Umar bin Hattab (RA) and his peace with the people of Jerusalem, among many others. Islam has called on its followers to avoid extremism, and advised choosing the easy way, being kind hearted and avoiding maltreatment against the members of Ummah. Imam Shatibi said “Islam’s ban on violence is so well known that it has become a definite and primary provision.” 17 If the intention of Allah was imposing violence on people and encouraging some people to act with violence and extremism 9 Abdulvahap El Keylani et al., Encyclopedia of Politics, 1/153 10 Abdulrahman Ibad, Non-Violence in Islam, 4-1 11 Ali Imran Sura, Verse 159 12 Tevbe Sura, Verse 128 13 Ibni Hisham, Siyeri Ibni Hisham, 2/48 14 Siyeri Ibni Hisham, V:2 P: 274, History of Taberi, V:3 P:61 15 Bakara Sura, Verse 143 16 Ibni Kesir, Interpretation by Ibni Kesir, 1/190 17 Shatibi, Accord, V:2 P: 133 222 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom against others, He would not legitimize the license provisions that are aimed at relieving obligant followers. In a hadith, our Prophet (SAW) said “Verily, Allah supports being soft-tempered, and He gives everything to the soft-tempered, which He does not give to the violent ones”18, and in another hadith he said “Soft temper adorns some thing when present, and diminishes something when absent”19. Subject 3 Islamic Sanctions Against Extremists There are many sanctions in Islam against those involved in excess and extremism. 1. “Emr-i Bi’l Ma’ruf” and “Nehy-i Ani’l Munker” In a verse in the Qur’an, Allah says “You are the most blessed ummah for the people. You advise goodness, prohibit evil, and believe in Allah. If the people of the Book also believed, it would be a blessing for them. There are also believers among them. But most of them are sinners”20, and in another verse, He says “From you there shall be a community which calls to blessing, advises goodness and prohibits evil. Those are the one who will find salvation.”21 However, there are levels in “emr-i bi’l ma’ruf”, where our Prophet (SAW) said “Whoever witnesses an evil shall correct it with his hand; if he is not capable of doing it, he shall correct it with his tongue; if he is still incapable of doing it, he shall have malice in his heart, which is the weakest kind of faith”22. There are three different levels of “emr-i bi’l ma’ruf” and “nehy-i ani’l munqer”, which require a point of view of benefit and loss. One must compare the benefits and losses, and prefer the one that weighs more. For example, if the denial of a bad deed leads to a greater loss or to a greater evil, then it is better to avoid denial at all. The Prophet (SAW) saw the worst of evil in Mecca, but he did not change them. Because changing them at that time would lead to greater evil and loss. Those who make efforts in the area of invitation to faith should choose the best time for “emr-i bi’l ma’ruf” and “nehy-i ani’l munqer”. Ibni Masud (RA) said “Verily, there are moments of favored orientations and stepping back in hearts. Thus, take the heart at the time of desire and orientation, and leave it at the moment of stepping back”23. Those who avoid evil should direct other people to alternative methods to move them away from evil and to convince them to avoid evil deeds. Imar Ibni Abdulaziz said “I discipline people with the discipline of the nerve”24. 2. Advising It means being compassionate to people and advising them. When our Prophet (SAW) said “Religion is advice”, sahaba-i qiram asked “Advising to who?” and He said, “For Allah, for his messenger, for his books, for the imams of Muslims and everyone.”25 It is preferred that advise is given in secret because the human soul tends to hate those who try to demean them and reveal their evil deeds in public. Imam Shafi (SA) said: Give me advice when I am alone, avoid giving me advice in public Because giving advice in public is a form of reprimand which I do not want to hear If you do not listen to me and ignore what I say, Do not feed bad if I do not follow your advice!...26 This is also the conduct of the Prophets (AS) with their ummah. There are many anecdotes of the prophets in many pages of the Qur’an, and each and every prophet told their ummah “I am a reliable person giving you advice.” The inviters should advise some young people who are involved in excess and extremism, demonstrate to them the results of such actions, describe the attitudes of the Prophet (SAW), the salafi saleh, the scholars and the judges in this regard, and explain the damages that may arise as a result of this extremism and excess. We should correct some understandings among the youth, teach them the procedure of dialog and referring to scholars who are experts in the area, tell them about the verse in the Qur’an “If you do not know, ask the people of faith (who know)”27, and scholars should not be allowed to issue fatwas or make decisions to support such opinions among young people. 3. Dialog 18 Muslim, Alauddin Ali Bin Husameddin Al Muttaki Al Hindi, citing from the Grand Sahaba Abdullah Ibni Mesud (RA). 19 Muslim, Ahmad bin Hambel, His Greatness citing from our mother Aisha (RA). 20 Ali Imran Sura, Verse 110 21 Ali Imran Sura, Verse 104 22 Muslim 1/69, Abu Davud 4340, Tirmizi V:8 P:111, Ahmad Bin Hambel V:3 P:20 citing from the Great Sahaba Abu Sait Al Hudri (RA) 23 Muhammad Bin Muflih Al Maqdisi, Islamic Procedures for Preventing Traditions, P: 191 24 Ibni Cevzi, Life and Anecdotes of Omar Ibni Abdulaziz, P:88 25 Bukhari and Muslim citing the Great Sahaba Temim Ed Dari (RA) 26 Imam Shafii, Divan-i Shafii, 116 27 Nahl Sura, Verse 43 223 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom We need to convince people through dialog instead of forcing them. The Qur’an tells us about the tribes of Ibrahim (AS) and Noah (AS), as well as the dialog between Moses (AS) and the Pharaoh, and between Muhammad (SAW) and the Kureyshi as a guidance. The finest example of dialog between opponents is the discussion between Abdullah Ibni Abbas (RA) and exogenous people during the era of Ali Bin Abu Talib (RA),28 and the discussion between Jafer Bin Ebu Talib (RA) with the Kureyshi ambassadors after Muslims migrated to Ethiopia.29 We need to protect our young people and prevent them from tending towards excessive violence and extremism by showing the right teachings of Islam to them and guiding them. We should tell them that nothing can be changed by force or through violence, and teach them the method of refuting the opponent’s ideas through persuasion, evidence and conviction. For example, when Prophet (SAW) sent Musab Bin Umeyr (RA) as a teacher for the people of Medina, the leaders and some rioters in Medina said “Do not listen to him.” However, Musab (RA) replied to them by saying “Sit down and listen, and if you like what I have to say, it’s good; if you do not like it, you go and leave us alone.” 30 On the other hand, young people should be directed to adopt a soft style without using a loud voice or cynicism of their opponents, that they should speak with a soft voice, with a big heart and modesty, with a modest smile, choosing the right words, that they should not compel or insist on accepting certain views, since Allah says “There is no imposition in Islam. Because truth is well separated from perversion.”31 Subject 4 Criminal Terrorism And Legitimate Resistance Just like impositions are forbidden in doctrines and in faith, imposition is also forbidden in other areas. Rulers should hear the complaints of the oppressed and correct the disorder. Ibni Teymiye says, “The ruler sends them, represents them if they speak of a doubt, and corrects it if they make a complaint. Just like Ali Bin Abu Talib (RA) who sent Ibni Abbas (RA) to 28 the exogenous people, and after a discussion, converted four thousand people.”32 This invitation happens like that, as Allah says “(O Muhammad!) Call people to the path of your Allah with reason, good advice, and struggle with them in the best way. There is no doubt that your Allah knows who deviate from his path. He also knows who follow the right path.”33 We earlier talked about the description of terrorism. Terrorism means the use of unlawful violence, intimidation, scaring and frightening people different ways to achieve a specific goal. Such use of force is forbidden, and no one can scare or frighten others without a legitimate reason. I can read several verses and hadith which demonstrate that terrorism is forbidden: For example, Allah says in a verse “Do not slaughter a soul which is honored by Allah, unless there is a justifiable reason.”34 and says in another verse “Whoever kills a Muslim deliberately shall be punished with eternal hell. Allah sets wrath on him, curses him and prepares a great torment for him.”35 Our Prophet (SAW) said “Who points a weapon at us shall not be deemed one of us”36, and in another hadith, he said “After me, do not turn into heretics by striking at each other”37. Jihad or legitimate resistance is started with the orders of a Muslim ruler. If there is a Muslim ruler or state, then that ruler or state shall undertake jihad and direct Muslims to jihad. If Muslims have a state, this state shall wage jihad against heretics with all kinds of weaponry. In this context, the verses of Allah who says “Prepare horses that are tied and fed for jihad and power as far as you can against them (the enemies), and with them you will frighten the enemies of Allah, your enemies, and those (enemies) whom you do not know but whom Allah knows.”38 and “Declare war on behalf of Allah against those who declare war against you. Do not go to excessiveness, because Allah does not approve excessiveness.”39 and “Fight against the people of the Book, those who do not believe in the judgment day, those who do not consider what Allah and his Prophet declared sin as a sin, those who do not have faith in the religion of Allah, until they surrender and pay taxes with their own hands.” 40 are evidences to this. Besides, it is a religious obligation for every Muslim to wage jihad in the following circumstances. Ibni Abdil Ber, Jamiul ilim and Fadl, P: 103 - 104 29 A Close Look on the Life of the Greatest of the Sent Ones, Muhammad Al Hadari, P: 43 30 Ibid, page 52-53 31 Bakara Sura, Verse 256 32 Ibni Teymiyah, Fetawa 3/20 33 Nahl Sura, Verse 125 34 Isra Sura, Verse 33 35 Nisa Sura, Verse 91 36 Bukhari and Muslim 37 Bukhari and Muslim 38 Enfal Sura, Verse 60 39 Bakara Sura, Verse 190 40 Tevbe Sura, Verse 29 224 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom 1.Enemies occupying a town in the Muslim lands. 2.In the event that Muslims come under attack, and the caliph or commander issues a war order or declares mobilization. 3.It is not permissible for any soldier to withdraw when the war begins and clashes continue. In this respect, Ibni Teymiyah says, “There is no doubt that when enemies enter the lands of Islam, one must confront the enemy at the nearest location as far as possible. Because all Islamic countries are regarded as a single country.”41 Imam Kurtubi says: “If an Imam is appointed to a tribe and calls the tribe to jihad, the tribe shall not be entitled to ignore this call.”42 The Messenger of Allah (SAW) said, “After the conquest, there is no migration but jihad and resolution. So, when you are called on to fight, go to fight.” Subject 5 Areas Of Terrorism 1.Terrorism by individuals: If an individual commits a terrorist act, the judgment shall be made only for this individual and cannot be applied in a general scope. That is because Allah says “Nobody shall bear the sins of others”43. However, enemies of Islam claim that all Islamic movements are terrorist acts due to their excessive hatred of Islam, even if the act was committed by an individual without the community knowing it, or the individual is not affiliated with any community. However, when the individuals on enemy’s side commit acts of terrorism, the perpetrator is not even called a terrorist but as crazy or other definitions. For example, it was what happened to Denis Michael Rohan, who burned the holy Al-Aqsa Mosque in 1969, and Goldstein, the terrorist doctor, who committed a massacre at the Abraham al-Sharif Mosque in 1994 in the city of El Halil. 2.Terrorism by minority groups: Sometimes a certain group acting under the orders of a commander or a chief commit terrorist acts. There are many examples of these groups which regularly commit acts around the world. For example, the Zionist Kahana movement or the Hajana organizations that have committed massacres against the Palestinian people. In some cases, when Islamic movements wage a kind of jihad, the media labels them as extremists and terrorists; however, no media organization call the Zionist terror groups as terrorists. 41 3.State terror: In some cases, terrorism may be committed by a state against another state or against an Islamic community in another state. This is a relatively new phenomenon yet there are many examples. For example, the actions of United States of America in Somalia, Afghanistan and Iraq in the name of world order are very well-known. However, the US justifies these operations on the basis of terrorism in these countries and on terrorism controlling the people around the world. Similarly, the actions of the occupying state against the Palestinian people in the Palestinian territories can be an example. Subject 6 Causes Of Terrorism Local causes: 1.Challenges facing those who work in the area of invitation to Islam. We see that the ruling governments in Islamic countries adopt this style and Islamic studies are treated as disgraceful and seized material by the governing regimes. 2.Arrest of members of the Islamic movement, their languishing in prisons, various kinds of gruesome torture and ill treatment which make the young go old, and this maltreatment ultimately leading to extremism and terrorism. 3.Lack of trust between the people and rulers. Because the people have lost their trust in their rulers in the wake of many defeats and the subsequent establishment of relations with occupier countries like the US and Israel. 4.Unjust distribution of wealth. We see extremely rich and starving poor people living as individuals in the society. Some leaders and some people spend millions on celebrations, on luxury houses and luxury furniture which are not even used by anyone. However, Islamic teachings emphasize the distribution of wealth and avoiding the accumulation of goods. 5.Proliferation of means of illegal income: Incidents such as interest-rate bribery and theft have become widespread, and many young people have chosen to change the situation by means of violence and extremism. 6.The corruption of morality, the disappearance of the spirit of social sacrifice and the proliferation of unemployment. However, Islamic teachings require that everybody in need should be employed, and upholds embracing good morals. 7.The deterioration of the media, the absence of the targeted programs, the media serving to the executives and their family, and encouraging people to be stylish, to dress up, and to use interest and other transactions. Ibni Teymiyah, Scientific Selections of Printed Fatwa, 4/609 42 Al Qurtubi, Ahkamul Qarn, 8/142 43 Enfal Sura, Verse 164 225 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom 8.Deterioration of education; In many Islamic countries, the ministries of education and learning have adopted a method of drying the sources of Islamic culture and Islamic history, and started to encourage secularism, nationalism and other similar discourses.44 International causes: 1.As our Allah said “As long as you do not follow their faith, the Jewish and the Christians will never give you consent“45, there is a fight against Islam around the world. So much as the Jewish, the Christians and the Orientalists are acting in the framework of global programs and plans to fight against Islam in order to fail Islam and the project of the adoption of a new Islamic life. 2.Deterioration of democracy: Vast majority of the administrative systems in the Islamic world are joining democratic countries, raising the voice of modernity, freedom and equality. However, these are abstract words that are spoken as repentance and confession, and the rulers defy true democracy. 3.Lack of rule with the law of Allah. Anyone who looks at Islamic societies will see that the sharia of Allah is not practiced, except for substantive personal matters at Shari’a courts. On the other hand, we need to implement the Sharia of Allah in all aspects of our daily lives. 4.The separation of religion from the state: Islam does not separate religion from politics. However, the administrative systems in the Islamic world call for separation of religion from state affairs, and they want to implement secularism. It is unacceptable that the politicians of Islam remain ignorant of the politics of the Ummah and unaware of its fate, just because the Christians have succeeded in separating religion from the state affairs. Subject 7 Elimination Of Local And International Causes Elimination of Local Causes 1.I believe that Islamic movements operating in the field of invitation to Islam should not be trampled, individuals should not be taken under custody or accused of extremism and terrorism, so that trust between the people and the administrators can be restored, wealth can be distributed in a just and rightful way, illegitimate ways of gain are prohibited, fight against interest rate is maintained, a spirit of social sacrifice is created, the role of the media is restored and the educational curriculum is corrected at schools and universities, human rights are respected and no discrimination is made between individuals in relation to their duties or tasks, and the duties 44 Rifat, Seyyid Ahmad, Rafizis P:22 45 Bakara Sura, Verse 120 46 Muhsin Abdulhamid, Islam and Social Development, P: 103 and positions are not given to certain party members or the relatives of the rulers. 2.Directing government regimes by inviting administrators to implement the Sharia of Allah, to keep away the ideas that have been adopted in later periods, to avoid discrimination among the people, without discriminating minorities or others, to ensure freedom of opinion and freedom of religion for everyone, and to try to unite all Muslim communities against foreign attacks. 3.Effective operation of the shura system by opening seats at national parliaments, municipal councils and village councils, implementation of justice and mercy by the state, avoiding falsification of statements, respecting any victory of Islamist parties in any aspect of life and opening an area for these parties to play their roles. 4.Elimination of poverty and deprivation, by taking actions advised in Islam, fighting against accumulation of goods, finding the right ways to fight unemployment, and giving employment opportunities to young people. Any property that has not been gained on the basis of ideas or labor of men is rejected. 46Islam does not ignore the underprivileged, the disabled, the unemployed, the sick and those who want to work but cannot find a job.47 Elimination of International Causes 1.Amendment of the international order, ending open or implied unilateralism, and stopping subjection to the world and to globalization which is the system of obligation. The idea of globalization is the implementation of the policies of powerful states in the world in terms of economics and other aspects. Decision making process should include collective participation of people, respect for the ideas of others and upholding general interests against personal interests. 2.Adhering to justice rules when setting the standards for all countries, particularly regarding the issues related to the Security Council, nuclear weapons, offensive weapons, intercontinental missiles, and avoiding collection of these weapons in the hands of only one state. 3.Ending oppression on disadvantaged people. Many of the powerful states refuse to protect the rights of the disadvantaged and deprived peoples. Although certain Muslim countries have been liberated from the tyranny of military colonialism, they still suffer from the remaining effects of their dependence on these states, which in turn drives some individuals among these people to terrorism or extremism. 4.Ending occupation in certain countries. Islam prohibits a 47 Abdulaziz Fahmi, Introduction to Economics and Islam, P:85 226 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom state from occupying another state, persecuting its people, torturing and tormenting individuals, putting them in jail, seizing the blessed assets of a country, and oppressing its citizens. For example, the Palestinian people have been suffering from all of these for over sixty years. In addition, Arab governments, Muslim states and world governments prefer to remain silent in the face of Palestinian people. The truth is that it is the direct cause of colonialism or invasion that leads the sons of these peoples to rise up and break the gloom of colonialism and liberate their countries from occupation. Nevertheless, the colonialist or occupying states regard this legitimate resistance movement as terrorism and extremism. Subject 8 Joint Plans To End Terrorism 1.Vital matters should be based on the Book of Allah and the sunna of the Prophet of Allah (SAW). A successful solution is not a one-sided solution, but one that deals with the issue from all aspects. Thus, the fundamental change that can turn this Ummah back into its former good and moderate conditions is facilitating the work of those who invite people to Islam, and thus preventing extremism and terrorism. 2.Eradicating sources of corruption in all areas and promoting the fundamental rights. 10.Avoiding confusion of invitation to Islam with extremism. 11. Avoiding attempts to change what exists or to deal with certain exceptional issues by use of force, implementing the change models, persuasion, reason and eloquence as practiced by the Prophet (SAW). 12.Listening to opponent ideas, comparing their points of view, opening doors to dialog. Because neglecting these leads to violence and extremism, and therefore the procedure for opposition should be preserved. 13.Establishing cooperation between the administrators and the scholars in order to create an atmosphere of trust between the public and the administrators, establishing bridges of love, encouraging scholars to participate in tools of reform and change. 14.Explaining that bloodshed is forbidden, that bloodshed and killing should not be considered an easy thing, and that those who commit it are considered as sinners who commit a huge crime. 15.Distinguishing terrorist acts from legitimate resistance, propagating the ways and tools encouraged by Islam in resistance against occupation, and proving to the whole world that these are not forms of extremism or terrorist acts. Sources And References 3. Permitting multi-party system in politics, looking into the opinions of others, avoiding oppression and despotism. 1-Qur’an 4.Organizing seminars, conferences and meetings so that this phenomenon can be addressed and and benefiting from the experiences of scholars and those who have experience in this area. 2-Ibni Teymiyye, 728-1327, All Fatwas by Ibni Teymiye, First Edition, Government Printing House, Riyadh, 1381-1961 Collected and Organized by Abdurrahman Bin Muhammad Bin Kasim Al Asimi En Necdi El Hanbeli, His Assistant and Son Muhammad, Riyadh 5.Preventing violence and torture by the security units against those who call for reforms, and stopping their humiliation in prisons and dungeons to protect the existing regime. 6.Directing the role of the media in this area, implementing “emr-i bi’l ma’ruf” to serve everyone, promoting and implementing change, and preparing the necessary programs to oversee the individuals who undertake this duty. 7.Encouraging young people and those who implement “emr-i bi’l ma’ruf” to declare individuals or rulers of the community as unbelievers. 8.Focusing on the most important qualifications such as following middle way, being moderate, tolerance, avoiding excess and languish, rude behaviors, extremism and terrorism, which are the most important qualifications of Islam. 9.Finding the reasons leading to extremism and terrorism, and trying to find suitable remedies for each reason, whether political, economic, social, intellectual or psychological. 3-Ibnu’l Cevzi, Ebu’l Feraj Abdurrahman Bin Ali Bin Muhammad, 597-1200, The Life of Umar Bin Hattab (RA), El Kavmiye Printing and Publishing House, Egypt 4-Ibni Hacer Askalani, Ahmet Bin Ali Bin Hacer El Askalani, 852-1448, Sahih-İ Buhari Şerhi, Fethul Bari First edition, El Hayriye Printing House, Cairo 1325-1907 5-Ibni Hazm, Ebu Muhammad Ali Bin Ahmed Bin Said Bin Hazm, El Muhalla, New Darul Afaq Publishing, Beirut 6-Ibni Abdilberr, Abu Omar Yusuf Bin Abdul Bayer El Kurtubi, 463-1070, Sieging the Names of Men (With the truth footnote) Great Commerce Publishing House, Cairo, 1358-1939 7-Ibni Asakir, Ebu’l-Qasim Ali Bin Hasan Bin Hibetullah Bin Asakir El Dimeshki, 576-1180 History of Great Damascus, Muhittin Ebu Sait Omar Bin Garame El Amry, Darul Fiker, Beirut, 1418-1997 8-Ibni Kesir, Imadeddin Ebul Feda Ismail Bin Kesir El 227 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Kureyshi Ed Dimeshki, 774-1372, Interpretation of the Holy Qur’an (known as the interpretation by Ibni Kesir) Daru İhyaül Kütübil Arabiyye, Egypt 9-Ibni Mace, Ebu Abdullah Muhammad Bin Yezid El Kazvini, 273-886, Suneni Ibni Mace, Darul Fiker, Beirut, Issa Printing House, Cairo, 1373-1954 the Ummah, Research, 2006, Mecca-i Mukerreme 23-Dr Iqrime Sabri, Relationship Between Muslims and Non-Muslims, Research, 2006, Amman, Jordan 24-Dr Iqrime Sabri, Blessed Ummah and the Middle Road, Research, 2003, Amman, Jordan 10-Ibni Manzur, Ebulfazl Muhammad Ibni Manzur, 7111311, Lisanul Arap, Darussadir, Beirut 25-Dr Iqrime Sabri, Residence Outside Islamic Lands, Research, 2005, American Sharia Knowledge Groups, 11-Ibni Hisham, Ebu Muhammad Abdullah Bin Hisham, 218-833, Ibni Hişam Siyeri, Siyeri Nebi, Second Edition, Mustafa Elbabi Al Halebi, Egypt, 1375-1955 26-Alaaddin Ali Bin Husameddin El-Muttaqi Al Hindi, 9751567, Kenzül Ummal, Er Risale Institution, Beirut, 1410-1989 12-Abu Davud, Abu Davud Souleiman Bin El Esash Es Sacistani, 275-888, Suneni Abu Davud, Darul Fiker, Beirut 13-Abu Yusuf, Abu Yusuf Yakup Bin Ibrahim, 182-798, El Harach, Fourth Edition, Selefiyah Printing House, Cairo, 1392-1972 14-Ahmad Bin Hanbel, 241-855, Musnedul Imam Ahmad, Second Edition, Darül Fiker, Beirut, 1398-1978 15-Al Buhari, Abu Abdullah Muhammad Bin Ismail Bin Ibrahim Al Buhari, 256-869, Sahih-i Buhari, Second Edition, Al Ahram Printing House, Board of Ehli Sunnah Books, Egypt, 1410-1990, 16-Tirmizi, Abu Issa Muhammad Bin Issa Et Tirmizi, 279892, Mosque Al Kebir, Sunen-i Tirmizi, Second Edition, Darul Cil Beirut, 1419-1998 17-Al Shatibi, Abu Ishak Ibrahim Bin Musa Al Lahmi, 7901388, Book of Understanding, First Edition, Darul Kütübil Ilmiyye, Beirut, 1411-1991 18-Esh Shafii, Abu Abdullah Muhammad Bin Idris Esh Shafii, 204-891, El Umm (Mother), First Edition, Mektebei Kayyime Printing and Publishing House, Cairo, 1409-1989 19-Taberi, Abu Jafar Muhammad Bin Cerir Et Taberi, 210922, History of Taberi, History of Prophets and Kings, Darulmaarif, Egypt, 1380-1960 20-Dr Abdurrahman Ibad, Al-Quds, Palestine, Non-Violence in Islam, Association of Scholars and Inviters Printing House, Al-Quds, 1416-1996 27-Al Kurtubi, Abu Abdullah Al Ensari Al Kurtubi, 7611272, Book of Collections of Judgments in the Qur’an, (known as the Interpretation of Kurtubi) Second Edition, Darul Kutubil Masriyyah, Egypt, 1372-1952 28-Muslim, Yahya Bin Sheref Al Nevevi, 676 – 1277, Rules of Real Muslims, Nebevi, Second Edition, Darul Fiker, Beirut, 1392-1972 29-Al Maverdi, Abul Hassan Ali Bin Muhammad Bin Habip Al Maverdi, 450-1059 30-Ahkam-i Sultaniyah and Vilayat-i Diniyyah, Third Edition, Mustafa Elbabi Al Halebi Printing House, Cairo, 13931973 31-Muhammad Abu Zehra, 1393-1974, Islam and International Relations, Darul Fiker Al Araby, Egypt, 1363-1973 32-Muhammad Al Hadari, 1346-1927, Cairo, A Close Look on the Life of the Master of the Sent Ones, 19. Print, Cairo Commercial Library, 1386-1966 33-Al Meraghi, Ahmad Mustafa Al Meraghi, 1367-1948, Interpretation by Al Meraghi, Third Edition, Ihyaut Turasil Arabi, Beirut, 1394-1974 34-En Nesai Ahmad Bin Shuayip En Nesai, 302-914, Suneni Nesai, Al Mujteba, Darul Fiker, Beirut, 1348-1930 35-En Nevevi, Abu Zekeriya Yahya Al Nevevi, 676-1631, Riyazus Salihin, Second Edition, Darul Memun Lit Turas, Damascus, 1396-1976 21-Dr Iqrime Said Sabri, Al-Quds, Palestine Selected Hadith of Moustapha (SAW), First Edition, Al-Quds, Risale Printing House, Al-Quds, 1424-2003 22-Dr Iqrime Sabri, Protection of Identity and Personality of 228 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Prof. Dr. Ali Çelik Eskişehir Osmangazi University, Faculty of Religious Studies, Chair of Hadith, Lecturer, “Some Basic Principles in the Sunna of Prophet Muhammad to Ensure Social Peace” Introduction/Assessment As the Muslims of the 21st century, we are in search of a means to understand Islam and to bring it to our life. The latest developments in the informatics area and the diversification of means of communication have accelerated communication and interaction, and multiplied the number of information channels and increased the power of interaction. Indeed, today the Muslims are worried and confused about better understanding and practicing their faith and their moral values.1 In these conditions, while looking for a solution to our issues, as Muslims, I believe it would be best to look to the Sunna of the Prophet (SAW) and to study these two sources in depth, for the subject of “ensuring social peace”, like we do on other subjects. Prophet Muhammad (SAW) disclosed, declared and explained our holy book Qur’an with the duty of a messenger. He demonstrated how holy orders were to be practiced in real life.2 Therefore, the Qur’an and Sunna are the two fundamen- tal references of Islam. This is well-known to every one of us. The ultimate purpose of the verses of the Qur’an and the Sunna of the Prophet is to establish a peaceful society based on tawhid, morality and ruled by justice. “Islam”, which is derived from the same root as the concept of “peace”, covers the principles and rules of Allah which were advised to maintain peace, liberation, welfare and security of mankind. Islam is the strongest common denominator that integrates all individuals and shapes the individual and social life with its religious, practical and moral principles and rules. The Qur’an says: “O believers! Embrace the “silm” (non-conflict condition) all together. Never follow the path of the Devil. Because he is clearly your enemy.” 3 As seen here, the Qur’an calls all believers to adopt peace (silm), and embrace the principles of Islam, the guarantee of 1 For the sections where the conditions of Muslims today are described on the basis of the conditions which have changed and remained unchanged in the 20th and 21st centuries, see oğlu, Ömer, Communication of Today’s Muslims with the Qur’an, Ankara: Otto Pub., 2016 (2. Edition), s.15-27. 2 The practice of taking actions in the daily life on the basis of Qur’anic verses is something valued by all scholars in the tradition since the times of our Prophet. Hodja Ahmad Yesevi is another example of scholars who called people to set their lives on the basis of the Qur’an. The following lines can be an example of the importance given to acting on the basis of verses by Yesevi: When examining the works that contained the philosophy of Yesevi, we found some examples of misreading, particularly relating to his interpretations of verses, which we think originated from the editors or readers. We do not intend to reveal these mistakes here. However, we must correct a mistake related to the verse presented above. And it says “veleyebku kesiran” again Yene aytur “veleyebku kesiran” dep In the works on the philosophy, the part “ ” has been written in Latin So that you act according to the meaning transcription as “felizehu kalilen”. But it should be “fel yadhaku kalilen”. To see the Bu ayetni manasige amel kıl dep of this verse original version of the quote in the second line of the philosophy, we need to include the verse here: “ ” (Tevbe, 9/ 82); Some of the I have walked on this earth without a smile. Bu dünyada hiç külmeyin yürdüm mena works where the verse was transcribed as “felizehu kalilen” include the following: (15th Philosophy) Hodja Ahmad Yesevi, Divan-i Hikmet, (Edited by: Hayati Bice) p. 25; Sultan Hodja Ahmad Yesevi, Divan-ı Hikmet, (Edited by: Mehran Bahari), Publication of Turkish Chairman of Religious Affairs, p. 26; For this information see Müftüoğlu, Ömer, “Emphasis on Taking Actions on the Basis of Verses in the Philosophy of Hodja Ahmad Yesevi”, International Symposium on Hodja Ahmad Yesevi, 28-30 April 2016, Ankara: Ahmed Yesevî University Publishing, 2016, p. 808. The news come with the worlds “fel yadHaber berür “felizehu kalilen” dep hakû kalîlen” 3 Bakara, 208 229 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom peace. As we indicated above, the ultimate objective is to establish the principles of creating a peaceful society based on tawhid, morality and ruled by justice. The following are the three fundamental bases of establishing a civilization: These are: Change in thought, change in action plan, and institutionalization. From this perspective, we see that these three principles were implemented step by step in the holy mission of the Prophet (SAW). That is: AD VII. Century, Hejaz area; Mecca-Medina and Taif triangle. Our Prophet was assigned with the holy duty. He declares the divine annunciation revealed to him. He leads a change and a transformation in his society. He spent thirteen years of his duty in Mecca. The subject of all verses and suras he declared in Mecca was the faith in Allah and afterlife, that is the belief of Tawhid. In other words, the mindset and the world of belief was rearranged; there was a change in the thought of people; briefly, the typology of Muslims was created. With the verses of the Qur’an and the explanations and guidance of the Prophet, the world of thinking and belief of the Islamic men (=Muslims) was built. During the ten-year Medina period of his duty, the faith was turned into action. Therefore, his remarks on worship and conduct came during this period. In this era the principles of , creating a peaceful society based on tawhid, morality and ruled by justice were preached and the implementation stage started. When we look at these practices, we see that the priority of the action plan is to preach the principles for social peace. The first of these principles is ensuring peace and order. Our Prophet undertook three important tasks in Medina after the Hegira. These were: Construction of the Mosque of the Prophet, introduction of the 52-point “Medina Convention”, which set out the conditions for coexistence of a pluralist society, and most importantly, ensuring the system of Uhuvvet (fraternity) as the main element in maintaining peace and order in the city-state of Medina. Fundamental Principle of Social Peace: The Uniting Element is Fraternity It aims to integrate the individual in the society on the basis of the law of fraternity. This is the most significant aspect of the Islamic society. Being brothers, being like brothers, having the sense of brothers. While the Qur’an advised people to adopt the qualities of being a Muslim on the individual basis, it also spoke of principles to ensure peace and welfare in the society, thus setting out the principles of social peace. The first of these principles 4 49/Hucurat, 10. 5 Bukhari, Adab, 57, 62. was ensuring that all individuals of the society were bound by the same common values in faith, action and morals. For this reason, a principle that was unprecedented in any other religion or philosophy was implemented, which was the idea of “Uhuvvet” (Fraternity). Every believer in the society is a brother to the other people who follow the same faith. The verses of the Qur’an and the Sunna of the Prophet Muhammad advises to do everything that is possible to maintain fraternity: The Qur’an says: “Muslims are only brothers. Therefore, maintain good relations among brothers and respect the orders of Allah, so that you find salvation.”4 Prophet Muhammad (SAW) said: “Do not hate each other, do not envy each other, do not turn your back on each other; o the subjects of Allah, be brothers…”5 and asked his followers to avoid hate, envy, treason and other morally improper actions to ensure social peace. The principle of fraternity is the greatest novelty of Islam for the humankind and one of the fundamental principles of Islam. The principle of fraternity is the fundamental principle which unites individuals in a society in the name of the same path and same purpose. What really matters is ensuring peace in society. This is a divine order. Because, the idea of Tawhid is embodied in social life with the institution of “fraternity.” “Fraternity” means “unity of purpose and action.” Fraternity plays the most important role in integrating all members of the society and in ensuring social peace, like the “building blocks of a building” by raising the awareness of affiliation and belonging. The first thing Prophet Muhammad did after the Hegira to Medina was to declare brotherhood between 168 families of Mecca and the Muslims of Medina. The principle of promising to be “brothers”, and accept “unity in purpose and action” lies at the heart of the creation of a new Islamic society in Medina. All of the succeeding advices were aimed at improving the spirit of brotherhood. Keeping the fraternity consciousness alive will uphold love and respect among individuals in the society, maintain the sense of trust, prevent violation of right by recommending being just and patient at all times, and ensure social peace. Some Fundamental Principles in the Sunna of the Prophet To Ensure Social Peace 230 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom In the Sunna of the Prophet Muhammad, we can identify some of the fundamental principles of ensuring social peace, as follows: a. Having the sensitivity required for the law of fraternity. Fraternity cannot be achieved only with words; it requires sacrifices, not selfishness. The Prophet (SAW) said: “All Muslims are brothers. They do not oppress them, they do not hand them in (to the enemy). Whoever responds to a need of a (Muslim) brother, Allah shall respond to one of his needs. Whoever saves a Muslim from a trouble, Allah shall save him from the troubles of the judgment day. Whoever covers (the mistakes of) a Muslim, Allah shall cover him (his mistakes) on the judgment day.”6 “You shall not be deemed a perfect Muslim as long as you fail to wish what you wish for yourself also for your Muslim brothers.”7 b. Being just. This principle aims to ensure granting every right to its holder without discrimination in terms of basic human rights and values. It is one of the indispensable elements of social peace. Allah says in the Qur’an: “O believers! Diligently maintain justice by giving testimony in the name of Allah, even if it is against yourself, your parents or your closest relatives. Regardless of whether those (you testify against) are rich or poor, Allah is closer to them (than you). Do not give in to your emotions and deviate from justice; if you distort (your testimony) or avoid giving testimony, (beware that) Allah shall know what you do.”8 The advice of the Prophet ( ) which says “Give every right to its holder”9 is a fundamental principle which helps to explain the issue. The following experience is the best example of the understanding of justice of the Prophet. There was a woman called Fatima bint. Al-Aswad, who was a member of the Mahzumoğulları branch of the Kureish, one of the most influential Arab tribes. This woman, veiled behind the prestige of her family, was involved in illegal affairs. She used the names of prominent people to get loans from the rich on behalf of the community. However, Fatima could not pay back her debts 6 Bukhari, Mezalim, 3 7 Bukhari, Faith 7; Muslim, Faith, 71. 8 Nisa, 35 9 Bukhari, Savm , 5 1; Tirmizi , Vesaya, 5. 10 although they were due. Therefore her creditors went to people whose names were used by Fatime when getting the loans. However, these people did not know anything about the issue. When they investigated the issue, it was revealed that Fatima was lying and got all the loans for her personal needs. But she denied any wrongdoing. There was no other remedy for the creditors. They made a complaint against her to the Prophet. The Messenger of Allah judged to act as a theft, and gave a punishment to the woman. But the Mahzumoğulları family, which Fatima was a member of, did not want to see one of them punished. The prominent leaders of the tribe came together and looked for a solution to save Fatima from the punishment. They talked to Osama, the released prisoner of the Prophet, and sent him as a mediator to the Prophet. Hearing this unexpected demand from one of the persons he loved the most, the Messenger of Allah spoke strictly against the request, and asked “Do you demand amnesty for a punishment which was set by Allah?” referring to the verse Maide 5/38. Then he gathered all people and made the following statement: “The people preceding you perished because of this: When one of the prominent figures was involved in theft, they would forgive him; but when a weak and poor person was involved in theft, they punished him. I swear to Allah that if it were Fatima, the daughter of Muhammad, stole something, I would cut her hand off, too.”10 I mean, if the perpetrator was Fatima, my own daughter, instead of Fatima, the daughter of the Mahzumoğulları family, I would sanction the orders of Allah, and I would not treat her differently. Doing favors and special treatment completely conflicts with the principle of justice in Islam. There is no justice when people receive different and special treatments. c. Loving people, giving them trust, and being honest. Trusting people means valuing them. Our Prophet once said: “The most blessed action is to love in the name of Allah, and to hate in the name of Allah.”11 Individuals in the society were encouraged to love each other: “You cannot enter the paradise as long as you fail to have faith. You will not have faith as long as you fail to love each other”12 Having faith means trusting people and giving people trust.13 Indeed, the believing man means a trusting man and a trusted Bukhari, Anbiya, 54. 11 Abu Davud, Sunna, 2. 12 Muslim, Faith, 93. 13 Just as it is necessary for people to trust each other individually, it is also necessary for them to trust each and every one in the society regardless of their status, in order to create an atmosphere of confidence. Where trust is absent, life cannot go in its normal course. Some sectors stop functioning, and some reach at a dead end. Muslim societies are known to overcome these problems more easily. Because “Muslim societies” are the societies in which people trust each other. For this information, see Müftüoğlu, Ömer, Importance of Atmosphere of Trust for a Society and Factors Preventing This Atmosphere, Religious Studies Academic Research Journal, Volum: 5, Issue: 231 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom man. The Prophet (SAW) said: “He who cheats shall not be deemed one of us”14 which clearly states this fact. Unreliable persons is a lying person. And lying is a sign of heresy. Our Prophet once told Enes bin Malik: “My child! If you have the ability to stay up until the morning or go through the day until the evening without hosting any fraud (insincerity) against anyone, do it! This is my sunna.”15 “One shall not be deemed to have faith unless his neighbors feel safe from his misconduct”16 “Truth takes you to goodness, and goodness takes you to heaven.”17 d. Doing goodness: Behaving in a good and kind way. In Islam, this is called the level of “ihsan” (beneficence). It means to maintain the best relations with the creator, with the family, with the society and with whole humanity. The Prophet (SAW) described goodness as follows: “... “Good is what brings peace to heart and what makes you feel good; evil is what brings trouble to your heart and leaves doubt even if people give you a fatwa to do it.”18 Another description is as follows: “Goodness is good morals; evil is the thing that disturbs the conscience, which you do not want people to know.” e. Avoiding harming or oppressing others through words or actions. Some of the hadith state the following: Muslims are brothers; they do not act in cruelty towards each other, they do not leave each other in despair, they do not humiliate each other “Anyone who is an accomplice to oppression for a cause shall absolutely find the wrath of Allah.”19 f. Sharing With globalization, we have become a consumer society. The level of welfare is increasing but, although we have to be more generous and helpful, we do not have the old sincere and friendly relationships with our neighbors, and we are not aware of what our neighbors need. However, we know that our religion describes and encourages sharing as a “good deed”. g. Avoiding of plotting and conducing to mischief. The Qur’an says: “Plotting mischief is even worse than manslaughter”21. We can list these and many other values that will contribute to social peace and ensure social unity and integrity. All of these principles serve to one purpose, which is to ensure the reign of feelings of “brotherhood” and to keep this feeling alive at all times. Because all members of the Islamic society have allied to “believe”, to embrace each other in fraternity, and to swear to act in unity for the same faith and same objective. The Qur’an, hadith and sunna encourage the same. “Fraternity” is always emphasized as the most noble value that keeps the society together. All other principles are there to reinforce this feeling of fraternity. It is important to emphasize that this noble value (fraternity) should be proliferated in the society by using all educational methods effectively. The verses of the Qur’an and the hadith/ sunna of the Prophet emphasize this issue. It is one thing to know what is good in theory, and it is another thing to put them into practice in real life. The important thing is to make them applicable in daily life. Otherwise, any talk of social peace and welfare shall not be anything but a fantasy. The method for proliferation of the principle of fraternity across the society is to teach all principles which reinforce the sense of fraternity using the procedures described in the Qur’an, with the method of “Emr-i bi’l-maruf nehyi ani’l-munker” (advising the good, avoiding the evil). This procedure is: “The most blessed one is the one who helps people the most, and the most evil one is the one who harms people the most.” “You shall find no salvation as long as you fail to prevent oppression.”20 “Call people to the path of Allah with wisdon and good advice; discuss with them kindly; indeed, your Allah knows it 2, April-May-June 2005, pp.147-148. 14 Muslim, Faith, 164; Abu Davud, Buyu’, 50; Tirmizi, Buyu’, 72. 15 Tirmizi, Science, 16. 16 Musned, I, 388. 17 Bukhari, ha.6094. 18 Darimi, Buyu’, 2 19 Tirmizi, fiten,13 20 Ibn Mace, Fiten, 20 21 Bakar, 191 232 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom better when people deviate from his path. He also knows who follow the right path.”22 This picture I am trying to present there is a description of a peaceful lifestyle that has been aspired by humanity throughout history. The theme of all moral books written throughout history is the search for a path of a happy life that offers peace and welfare to people and humanity. I would like to remind that we need to be more sensitive about our values to keep the spirit of “fraternity” alive, which help to teach our common values to our children and youth, and to maintain our unity and solidarity, which will provide the social peace for our country, particularly at these times when we need social unity, integrity, peace and welfare. I hope we can rebuild our social structure on the basis of fundamental universal values, such as Rights, Justice, Security, Honesty, Love, Respect, Solidarity, to achieve unity in peace and welfare, and I would like to thank you for your attention. (Vallahu a’lemu bi’s-sevab) 22 Nahl, 125. 233 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Dr. Nawaf Takruri Chairman of the Association of Scholars Outside Palestine In the name of Allah, the compassionate, the merciful Difference Between Legitimate Resistance And Terrorism Praise is with Allah, the God of all worlds. Salat and salam may be with the master of the sent ones, his ahl-al bayt, his companions who are the leaders of the blessed ones, and those who follow his path until the last day. I am pleased to represent here the World Union of Muslim Scholars, to speak on behalf of distinguished Scholar Yousef Al Qardawi, the chairman of the union, and distinguished Doctor Ali Al Qaradaghi, the secretary-general, and to bring you the greetings of the union representing the scholar of the ummah, and their congratulations for your valuable initiative. Furthermore, I would like to thank Professor Mehmet Gormez, the Chairman of Religious Affairs, and Mr. Gungor Azim Tuna, Mayor of Sanliurfa, for their valuable invitation. There is no doubt that this is the most suitable and appropriate time and space for the invitation to discuss this important issue. I would like to make a statement about the “Universal Message of Islam: Peace, Justice, Freedom”, which is the theme of the summit before dealing with the issue on the axis of the difference between the prohibited terrorism and legitimate jihad, since this is the subject of the page I have in my hand. First of all, I would like to point out that we need a system to implement all of these procedures, principles and values: this system is power. Because any call by the weak for peace is rather considered as surrender than peace in the eyes of the powerful, or any call for freedom is regarded as begging. Freedom is not granted; it is acquired; and justice cannot be achieved by the weak. The condition of achieving peace, justice and freedom is being powerful. However, what is meant here is not establishing hegemony or committing murders. The purpose of this power is to prevent murders. Our Almighty Allah says in the Quran: “Prepare horses that are tied and fed for jihad and power as far as you can against them (the enemies), and with them you will frighten the enemies of Allah, your enemies, and those (enemies) whom you do not know but whom Allah knows.” (Enfal,60). Here, the power means frightening the attackers to prevent their animosity. Because when the enemies are aware of the power of the Muslims, they will be afraid for themselves and cannot act in a hostile way. Thus, both their blood and the blood of Muslims will be saved. Because of this, our Almighty Allah does not say, “You will kill the enemies of Allah and your enemies,” but says “You will frighten the enemies of Allah and your enemies.” Therefore, the power in the hands of Muslims means protection of the living and the humanity against the pride of the oppressors and those who pass the limits, and this is a strategic defense. Secondly, the main factor in the dissemination of these principles and values at all times, and the main cause of the disappearance of these principles and values is the holders of power. Others cannot be regarded as the reason for lack of these principles and values, and others can not undertake the huge or main responsibility for this. Therefore, terrorism had its weakest period in the times when Islam and the ummah ruled the human kind since justice was dominant. However, today, I believe that it is the greatest power in the world itself that nurtures global terrorism, imposes double standards by ignoring the principles of justice, thus taking away the freedom of people and attacking the dignity of people and permitting oppressors who trespass the limits. Furthermore, it is “the greatest power” that directly committed and continues to commit these acts. Like a dagger stuck in the heart of the Islamic world, the Zionists have displaced well-rooted people out of their land and replaced them with new people, gathering all trespasses from different parts of the world and planting them in the homes of displaced people. Later, seeing the resistance in the region within the framework of religion and law and the discipline of the resistance in compliance with international law, America, the western countries and their supporters have allied with the raging and despotic rulers of the Muslim world and supported terrorist 234 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom actors to damage the image of Islam and the legitimate resistance. Thirdly, as Muslim communities, we need to avoid believing that we are on the defensive side, and that there is a crime that is labeled on us, and we are looking for ways to defend ourselves against it. Because the statements and speeches by many competent politicians, Muslim intellectuals and even scholars have this tendency, standing in defense of Islam as if they are in the cage of a suspected or guilty person. Although some member organizations of Islam openly commit prohibited acts of terrorism, this should not lead to a feeling that Islam and Muslims are derogated by terrorism. If we calculate the statistics of the acts of terrorism carried out by members of Judaism, Christianity, Buddhism or communism, we see that the number is much higher and that the number of victims of these actions is much more than the actions committed by Muslims. As we will point out below, all these acts of terror are criminal, whatever their source may be. Subject 1 - The Concept Of Terrorism In an environment where many of us are forced to accept the word “terrorism”, which has become a hanger to which they have hung their animosity and their big and small revenges against a whole people and the ummah, terrorism it is a horrible act for great states like the US to declare war against terrorism, without making an agreed definition of terrorism. That is because the first step to be taken in the face of any phenomenon is to define its concept, and then to determine the attitude to be adopted before others. In the context of fight against terrorism, this definition has not been made until today, and a conceptual global definition has not been given to this term. In the Arabic language, the word “terror” is derived from “erhebe”, and the phrase “erhebe fülanen” means frightening and scaring someone. In the words of our Almighty Allah who says “Prepare horses that are tied and fed for jihad and power as far as you can against them (the enemies), and with them you will frighten the enemies of Allah, your enemies, and those (enemies) whom you do not know but whom Allah knows.” (Enfal,60), there is the meaning “You will frighten the enemies of Allah and your enemies”. Again, Allah says “Their fear from you is greater than their fear of Allah. That is because they are a community that does not understand.” (Hashr, 13), which Ibn-i Qesir interpreted as “They fear from you more than they fear from Allah.” Efforts related to the conceptual notion of terrorism have remained unsuccessful in making an agreed definition of terror. Therefore, a terrorist can be seen as a freedom fighter by some, while as a person seeking justice by others. I would also like to point out here that the encyclopedia of fiqh describes terror as follows: “Ungrounded animosity by an individual, by a group or a country against the religion, life, mind, property or honor of people. All forms of unjustified terrorism, torture, threats and killing are included in the scope of terrorism, as well as thuggery, threats on roads, forestallment, all kinds of acts of violence and threats, any kind of project committed by individuals or groups aiming to create fear among people, frightening people through oppression, and exposing their lives, their freedom, their security or their lifestyle to danger.” Damaging the environment, private or public areas, facilities or national and natural resources are also classified as terrorism, which are means of “sowing seeds of division on the world” that is prohibited by Allah. After making this definition, I need to emphasize several points that may comprise the basis and rules of discussing terrorism. 1. Terror is related to actions, regardless of the perpetrator, and terrorism is an act. A terrorist is anyone who has committed terrorist acts regardless of their religion, race, nationality or religion, and terrorism does not have any specific religion, motherland or geography. 2. All acts of terrorism should be defined as terrorism regardless of the victims. Therefore, all terrorist acts targeting Muslims, Christians, Zoroastrians or atheists are actions of terrorism. However, it would be a horrendous and terrible hypocrisy of the civilized world to call these actions terrorism when they target non-Muslims and looking the other way when they target Muslims. 3. Terrorism, which is very similar to the Qur’anic concept of “fes’ad”, targets humans, their thoughts, spiritual rights, freedoms and natural resources. Whether terrorism is committed by an individual or by a state, even if it is a strong or weak state, does not matter. Terrorism is the quality of the person committing certain acts. It is a huge double standard to use the term “terrorist” when such acts are committed by weak countries and to avoid using it when powerful countries continuously commit them. Subject 2 - Difference Between Terrorism And Legitimate Resistance And Jihad Attempts by western world powers to label everyone following the jihadi way of Allah and even Islam as terrorists are miserable and desperate attempts resulting from the destruction of their teachings, the deterioration of its influence and the weakness of its foundations. It is because of this embarrassment that the German Chancellor Angela Merkel tried to use the concept of “Islamic terror” in her last meeting with President Recep Tayyip Erdogan and that the President answered to her by saying “Terrorism does not have a religions and is not caused by Islam.” 235 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom The President clearly stated, “As a Muslim and as leader of a Muslim country, it is not possible for me to accept these remarks that associate Islam with terrorism”, and said “Islam and terrorism do not come together. The intimidation and random massacres by the ignorant and the folly with fearful hands in the name of jihad are a result of the efforts to destroy the concept of jihad in Islam, the free weapons service offered to them to destroy Muslims on the pretext of fighting Islam and Muslims.” Basically, there are many differences between terrorism and jihad and legitimate resistance, which are reflected in the following areas. I. Difference in Purpose The purpose of jihad is to achieve justice around the world, respond to the enemies, eliminate the oppression, put the right to its deserved place and end any superstition, protect the religion, homeland, lives, property, honor and the sacred to support the oppressed, whether Muslims or non-Muslims. The conquest of Mecca came as a response to the attacks of the Quraysh and the allied Beni Beqr tribe against Huzaalilah. The Huza’a tribe who asked for help from the Prophet (SAW) had not yet coverted to Islam in those days. The purpose of terrorism is to plot mischief on earth, to frighten those who are safe, to tear down the interests and living conditions of people, to attack their land, their property, their honor, their freedom and their honor with unjust and cruelty, to try to eradicate a whole people from the face of the earth, and to destroy a people replace them with others through oppression and animosity. II. Difference in methods By its methods, terrorism commits concerning and bloody massacres with the goal of killing, wants to frighten more people, and never respects human beings and people’s age, religion, environment and anything else in general. Jihad is committed only against fighters who enter the battlefield and who attack, and supports respection non-attacking people, children, women and animals, and prohibits turning the issue into a reaction in the form of oppression and hostility. The following will by Abu Bakr Siddiq (RA) to the Islamic army is always valid in jihad: “Do not kill children, women, the elderly, the sick, or fugitives; do not cut down trees, do not destroy buildings, do not kills camels or cows except for the need for food, do not take down or burn date trees...” The land-burning policies of the French occupation forces in Algeria, the Italians in Libya, the Zionists in Gaza, as well as the nuclear bomb attacks which destroyed everything in Hiroshima and Nagasaki, and the acts of those who murder children, women and the elderly in various regions in the name of jihad are terrorism. The invasion by the Crusaders of the city of Jerusalem, the Palestinian lands and the Muslim countries, killing more than 70,000 Muslims in just a few days in Jerusalem, prohibiting prayers and calls to prayer in the holy Masjid Al-Aqsa for 92 years and their attempts to turn the Masjid Aqsa into a horse stable are acts of terrorism. The liberation of the Holy Masjid Al-Aqsa and the city of Jerusalem by the Muslims in the year 583 under the command of Selahaddin Ayyubid was jihad. In this war, Selahaddin Ayyubid offered water to the war prisoners himself and then released them all. The actions of the Spanish who turned mosques into churches on behalf of the Crusaders after evicting Muslims from Andalusia, murdering and torturing Muslims at the inquisition courts, and the actions of the Jewish and Zionists who converted the mosques into the horse stables in occupied Palestine, and completely destroyed more than 42 mosques in the last attacks on Gaza are acts of terrorism. The actions of Umar bin Khattab (RA) who entered the city of Jerusalem as a conqueror, received the keys of Jerusalem from Sophronius, entered the church of Al Qiyameh, and when the noon prayer approached - even though it was permissible for Islam - he refused to allow prayers in the church to prevent it from being turned into a mosque, are acts of jihad. The actions of the Jewish and Zionists who killed pregnant women during the Deir Yassin massacre, slaughtered children in Bahrul Bakhar School, and murdered of thousands of children in Gaza, West Bank and Lebanon are acts of terrorism. The actions of a mujahideen who got on a bus during an operation against the aggressive Zionists occupying their territory, but after seeing the children on the bus got off the vehicle refusing to detonate the bomb, are acts of jihad. The actions of two Muslim young men, who attacked the Eli Sina settlement in the middle of Gaza, and then entered a house and saw a woman with three children, which the women tells as “The young men were very kind, they said ‘Do not be afraid, we do not want to hurt you. Please put us in the remotest part of the house, in the bathroom’ and then closed the door. And then they said ‘Don’t leave this place or something may happen to us’.” and who were mater martyred when fighting against soldiers, are acts of jihad. The actions of the mujahideen who got into a firefight with a vehicle carrying Zionist soldiers in West Bank, and when they saw the children in the vehicle, paid attention not to shoot the children and only targeted the soldiers, are acts of jihad. Terrorism destroys even the slightest humane feeling in terrorists. Terrorist kill just to kill, without following any moral or humane principles. Jihad is an uprising based on certain grounds and rules, the most important of which is defending the honor of humans. True and loyal mujahideen have high humane feelings and 236 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom loyal emotions. Their main purpose is to end oppression, prevent hostility and avoid shedding blood as far as possible. For the mujahideen, shedding blood is not an aspiration. When necessary, they have to kill to the contrary of their essence and desires. Allah has destined them for jihad although they do not want it. That is because jihad has become the only way of responding to attacks and preventing oppression. Subject 3-Scenes Of Terrorism In Countries And Regimes Of Other Faiths In the context of what I said in the introduction part, I would like to give a few real-life examples of the acts of terrorism committed by the people of other religions, to demonstrate that terrorism does not have a religion, and that Islam is the farthest religion to terrorism, even though some Muslim groups are committing unacceptable actions. The harshest injustice caused by terrorism is the false perception that it is only associated with Muslims and that it is committed in the name of Islam. This is not an ordinary coincidence. To the contrary, it is a game and trick by the enemies of Islam who use each and every method and instrument to distort the signs of Islam, to damage the teachings of Islam and to unite the world against Islam, and to expand the field of hostility against Islam and Muslims. However, a little research, reflection and contemplation will bring us to the undoubted conclusion that terrorism does not have a religion or a homeland. We should focus on several terrorist acts and incidents from different nations to demonstrate the examples without any limitations. Before discussing these terrorist acts, I would like to repeat the statements by Sheikh Ali Qaradaghi, the secretary general of the World Union of Muslim Scholars, who said “Blaming any of the monotheistic religions of terrorism or fascism was first exemplified by Christian politicians who associated Islam with terrorism. Because we never heard about any Muslim accusing the Catholic, Protestant or Orthodox Christians of terrorism or fascism despite their crimes against humanity.” Now, let me tell you about the scenes of terrorism. I. Scenes From Jewish Terrorism Terrorist acts committed by the Jewish around the world throughout history are too many to be described in a few lines. However, we can summarize several issues here. 1. The Torah (Old Testament), in which we believe most of the teachings have been changed by the clergy and rabbis so that it can be a source of terrorist acts and hostilities, emphasizes that the Jewish are the chosen people of Allah, and that Allah created other peoples as filthy and diseased people to serve the Jewish, and it expressly states that the non-Jewish people deserve death and exile. 2. The disintegration of the Ottoman Caliphate when Sultan Abdulhamid did not allow Jewish immigration in Palestine. 3. The Jewish people invaded Palestine in the name of religion, and encouraged members of their faith to migrate from many parts of the world to here, after naming their state after Israel, the real name of Jacob (AS) while they displaced the original inhabitants of Palestine from their homelands and settled the people from different regions of the world to replace the real people of Palestine who had been living there for thousands of years. 4. The Jewish established their so-called state on the basis of terrorism, and in 1948 they committed hundreds of crimes of massacre to scare people and force them to leave their villages. 5. The Jewish continue to adopt terrorist attitudes towards those from other faiths, and have turned hundreds of mosques horse stables or taverns and attacked the churches as well. 6. The Jewish declared war on various Muslim countries, including Syria, Lebanon, Jordan, Iraq, Egypt and Tunisia, where they committed massacres and killed hundreds of innocent civilians. 7. In the past six years, the Jewish have attacked three times on the Gaza, and have killed thousands of Muslims and destroyed tens of thousands of homes during these attacks. 8. The Jewish have laid siege on Gaza for more than a decade, under the worst conditions that modern history has seen, and for the longest time. Despite this, we do not hear any mention of the Jewish terrorism by any of the world’s nations or politicians. To the contrary, these people still talk about Islamic terrorism, and they call the Jewish as an oppressed people. That is because their eyes reverse the trust, distort history and ignore all democratic principles. II. Scenes Of Terrorism By The Members Of Christianity Prophet Jesus (AS) came with the message of love and peace, but some of his followers diverted from these teachings and committed terrorist acts in the name of Christianity. True Christians are pure of these acts. Examples of such actions: 1. European churches started war on Muslim countries under the pretext of protecting Christians in the east, calling these wars as “the Crusades”. This denomination was given by Christian historians and clergy, and Muslim historians call these wars “Crusader campaigns”. 2. After the end of the Muslim rule in Andalusia, Christians committed a type of terrorism where even the ba237 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom bies the wombs of women were killed, and massacred Muslims at inquisiton courts, and used unprecendented methods to torture Muslims, forcing them to convert to Christianity, burning them alive, turning mosques into churches and banning giving Muslim names to children. 3. During the occupation of the city of Jerusalem, the crusaders massacred 70,000 Muslims, and the blood of the Muslims flowed like a river in the courtyard of the Masjid Al-Aqsa. However, when Muslims liberated Jerusalem, they never mistreated anyone, and to the contrary, Selahaddin Ayyubid personally offered cold water to the prisoners. 4. Calling to prayers and praying at the holy Masjid Al-Aqsa was banned for 92 years, a Golden Cross was placed on the Dome of the Qubba-t’us Sahara, and a part of the masjid was turned into a pit for the horses and a tavern. 5. In his book titled “Why are the Muslims backward?”, Amir Shakib Arslan wrote that, in 1911, as the Italian army set out to Libya to occupy the country, a bard in the army said “Mother! Make your prayer, do not cry! Smile and think. You know that Italy is calling for me. I am going to Tripoli with joy and happiness. I will give my life to crush the malicious people and fight against Islam. I will kill with all my might to destroy the Qu’ran. He who does not die as a true Italian shall have no honor. Mother, I am setting out, going to Tripoli with joy. Do not cry if I do not come back. But go to the cemetery every evening. If they ask me why I had been son merciless, tell them that I died fighting against Islam.” 6. In the present century, many wars have been waged in the name of Christianity and crusaders. After the terrorist attacks on 9/11, the younger Bush declared a crusade against the Muslim world, and millions of Muslims were martyred during these wars in Afghanistan and Iraq. 7. What can we make of the report that was revealed on Al Jazeera channel on 7.7.2004 and demonstrated that they derogated Qur’an by throwing it into a toilet or placing it under the dogs’ feet during the interrogations at Guantanamo prison? And what can we call the Guantanamo base other than an act of terrorism? III. Communist And Atheist Terror Communists and atheists also never stop labeling Islam and Muslims with the crime of terrorism. However, they are the ones who continue to commit terrorist acts in different forms. Examples are as follows: 1. Red terror is a campaign of mass murder, torture and systematic crisis that the Bolsheviks committed after seizing the power in Russia in 1917. The campaign was started with the official announcement in September 1918 and ended in October of the same year. During the campaign, one and a half million people from different religions were killed. 2. PKK terrorist organization and its acts of massacre, destruction and terrorism in different countries, especially in Turkey. Subject 4 - Acts Of Terrorism Commited By Members Of Alleged Members Of Islam What is described above demonstrates that terrorism in not exclusively associated with Muslims, and that the acts of terrorism committed by some Muslims do not mean that Islam is the religion of terrorism or Muslims are terrorists. We even see clearly that the number of terrorist acts and mischief by non-Muslims in the past and today is higher than those committed by those who declare themselves as Muslims. It is a fact that there is an overbearing of conservatism and extremism in the name of Islam today, which cannot be denied. However, there are reasons for this. For example, there are political reasons related to despotism and crises that lead to reaction in violence, such as the style of change or shattering of shackles, or economic reasons related to poverty and difficult living conditions accompanied by ignorance and lack of knowledge among the majority, and intellectual reasons resulting from misunderstanding, misrepresentation and misinterpretation of Islam. The most important factor in instigating these ignorant masses, regulating their circumstances and directing them against any prominent Islamic project to cast doubt on the teachings of Islam, the religion of peace, is a fraudulent dirty hand that sends these terrorists to break the ranks of Islam from within. The enemies of Islam fraudulently wave the flag of Islam at the forefront of these terrorist organizations and powers and invest in the blood of ignorant young people who surrender to their emotions to implement their criminal projects. Sheikh Muhammad al-Ghazali says: “You do not always have to be the worker of the enemy to serve your enemy; sometimes being a fool is enough...“ These ignorant fools instigated by fraudulent and dirty hands to convert their unguided emotions and efforts into an investment in the name of Islam are merely fuels of a war that is waged against Islam, to destroy the pillars of Islam and to eliminate its principles. 238 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Ass. Professor Adil Şen Osmangazi University, Faculty of Religious Studies An Overlook of Some Exemplary Practices of Maintaining Social Peace in the History of Islam Ever since the human being set foot on earth, he has continued to exist by coexisting with his fellow human beings until today. Humans who do not have the ability to live alone due to his nature, he has needed other people to maintain his existence. The obligation to live with other people has entailed the establishment of mutual rights and duties. Human communities have been able to live in peace in places and at times where these rights and duties were respected. Unfortunately, history of the world has witnessed many places and events where these rights and duties were breached. The places and times where the law of people was not observed became the scene of suffering and persecution of humans. We can see in the sources of the time that such lawlessness and persecution caused wounds in the conscience of humanity during the years when Qur’an was introduced to humanity.1 Our poet Mehmed Akif Ersoy described those days in a fine wording in his poem for Prophet Muhammad: Once the world was, In total chaos and worse than today. Human had gone beyond hyenas in wildness; If a man did not have teeth, his brothers would eat him! Chaos had taken over the world What destroyed the East was an epidemic of division2. With the introduction of Islam, Prophet Muhammad brought a consciousness of morals and virtues that was based on a holistic thought, faith and prudence in terms of the universe, life and humans. The principles of Islam in terms of faith and thought, was embodied in a “unity of society” which excludes all kinds of division in the social area, on the bas,s pf the idea of “absolute tawhid” which excludes all kinds of polytheism. We believe that Islam did not have any concerns for ensuring “social peace.” In the Islamic world of faith, ideas and morals, the whole humankind is considered in the group of “the ummah of Muhammad”. Those who embraced the religion brought by the Prophet (SAW), those who accepted his invitation were considered as the “ummah-i icabet”, and the people who had not yet adopted the faith but were potential candidates were considered as the “ummah-i davet”. Therefore, a trend to uphold the interests of a certain individual or social class and to ignore the others has not place in the Islamic society. The Islamic community stipulates a society in peace and welfare. The Prophet Muhammad advised establishing this kind of society to his followers as he revealed the divine orders that were annunciated to him, particularly during his time in Mecca, despite all kinds of resistance, and raised a team that was pure of all kinds of extravagance and understatement. While he was still in Mecca, he advised against actions and behaviors that would hurt the public conscience, such as the humiliation of women, the burial of girls alive, and the humiliation of slaves. He emphasized the bonds of fraternity, and consolidation of the feelings of love and compassion. However, Prophet Muhammad could not achieve the necessary conditions and power to lay the foundation of social peace in Mecca. Himself and his first followers were subjected to persecution, suffering and persecution of the polytheists who controlled Mecca.3 The idolaters of Mecca, who did not even tolerate some of the Muslims emigrating 1 See Ali Muhammed Sallâbî, Es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beirut 2008 (1429 H.),s.13-27; - Mustafa Fayda, Article on Jahiliyyah. DİA, C. 7, p. 17- 19, Istanbul, 1993 2 Mehmed Akif Ersoy, Safahat, p. 548, Ankara 1999 3 For more information see Ibn Hisham, es-Siretu’n-Nebeviyyeh (study Mustafa es-Sekka, İbrahim el-Ebyari, Abdulhafiz esh-Shelebi) , V.1, Egypt 1936 (1355 H.) Beirut, p. 380 et al.; Safiyurrahman el-Mubarekfuri, er-Rahiku’l-Mahtum, 2. Edition, p. 83-94 , Damascus, 2009 239 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom to Abyssinia since they did not have any chance of a humane life in Mecca, sent an ambassador to the king of Abyssinia, asking him to reject the Muslim; but the king decided to hold an appellate hearing with the Muslim refugees and the ambassadors of Mecca, asked the Muslims about the claims of the people of Mecca and about their religion. Here, the answer given by Jafer bin Abu Talib gives the proper idea about the time before and after the invitation of Islam: ‘O King, we were an ignorant society, we worshiped idols, ate rotton meat and committed prostitution. We did not talk to our relatives or observe the benefits of our neighbors. The weak were slaves to the powerful. In these circumstances, Allah sent one of us as his Messenger. We all know his family, his nobility, his dignity and his honorable actions. He calls us to pray Allah, who is the one and only, and wants us to leave aside the idols, trees and stones which our ancestors worshiped. He advises us to be honest, to observe the rules of consignation and relationship with relatives, to be good to our neighbors, and to avoid sinning and bloodshed. He forbids prostitution, lying, seizing the property of orphans and slandering good women. He orders us to pray Allah, who is one, and to avoid praying any other god, and to perform prayers, give zaqat and fast. (… He listed the orders of Islam to the King.) We believed him, acknowledged him, and surrendered to what Allah sent. We only worshiped Allah, and did not honor any other thing against him. We accepted what he deems sinful and what he deems halal. Therefore, our tribe turned against us and tortured us. They tried to divert us from our religion and forced us to worship idols again. They wanted to to take sinful things which we formerly considered as halal. When they oppressed us and prevented us from practicing our religion, we took shelter in your country. We preferred you than any other. We asked for your neighborhood, and, o King, we hope we will not suffer on your side.4 As can be seen in this speech, the invitation of Islam expanded its borders from the beginning, proceeding with a holistic/ sophisticated perspective. After Muslims became desperate in Mecca and migrated to the city of Medina, the Prophet Muhammad became an administrator, and implemented universal rules which were to become an example to the humanity until the last day. At this point, it should be remembered that the migration of the Prophet Muhammad to Medina marked a turning point for Yesrib/Medina. In the city, which was until then a scene of civil wars, the tribes of Evs and Hazraj became an example of unity and solidarity after the arrival and leadership of the Prophet.5 One of the first hadith of the Prophet after he arrived in Medina was as follows: “O humans! Expand the peace! Expressly greet people when you see them, feed the hungry, help your relatives and visit them, make prayer when everyone is asleep (at night), and (if you do these) you will go to heaven in peace.6 The Prophet, from the very first day, used peace as the unifying element to strengthen the relationship among Muslims, advised feeding the needy, helping and visiting the relatives as a social duty, and set the principles of social assistance as the essence of Islamic society. One of the first actions he took in Medina is to engage in brotherhood between the immigrants who had left everything in Mecca and migrated to Medina to escape death, and the Muslims Ansar, a native family of Medina.7 Thanks to this brotherhood, the Muhajr received material and immaterial support, and the Ansar family had the opportunity to learn Islam from their brothers who more senior in terms of Islamic knowledge. This convention of brotherhood ensured that Muslims were integrated in all aspects and adopted the spirit of sharing everything. Thus social peace was maintained through the ritual practice of “infaq”, which was continued from this spirit, and the morals of Islam. The Prophet, during his first days in Medina, enacted the “Medina Convention”, which, in the words of Muhammad Hamidullah, can be considered ‘the first written Constitution on Earth’, between Muslims and non-Muslim Arabs, the Jewish, and the Christians.8 This text brought a new understanding of ‘social-political’ structure in Islam, and established the principles of the main character of Islamic peace and welfare. These principles which were established by the Prophet Muhammad set an example for Islamic states throughout history, and these states, regardless of their names and ruling families, were always more humane, more just, moral ethic with their people as compared to their contemporaries, and tasted the benefits of social justice, peace and welfare.9 During this time in Medina, the Prophet Muhammad took exemplary actions for the humanity, which were to be a plate of honor in all aspects. The Prophet, exemplified as an unprecedented action in the history of the Arabs, Islam expanded its influence across the majority of Arabia in a very short period. The Prophet After the death of the Prophet, his caliphs also followed his path. We would like to give one example from the first caliph Abu Bakr. Abu Bakr gave the following orders to Osama bin Zeyd, the commander of the army he sent to Syria: ‘Do not commit teachery. Have mercy and avoid cruelty even in times of war. Do not mutilate anyone (cut theirs ears or nos- 4 Ibn Hisham, ibid., p. 359-360 5 Ibn Hisham, ibid, V.II, p. 146 et al. 6 Hüseyin Algül, History of Islam, V. I, p. 318, Istanbul 1987, (cited from Ibn Sa’d Tabakat) 7 Ibn Hisham, ibid, V. II, p. 150-151; Ibn Sa’d, et_Tabakatu’l-Kubra, V. I, p. 115, Beirut 1997 (1417 Heg.) 8 Ibn Hisham, ibid, V. II, p. 147; for the article on Mukavelename see Muhammed Hamidullah, Islamic Constitutional Law (Editor. Vecdi Akyüz), p. 104-113, Istanbul, 1995; ibid, Prophet of Islam, (Trans. Said Mutlu-Salih Tuğ), V. I, p. 131, Istanbul, 1966 9 For more information see Seyyid Kutub, World Peace and Islam, (Trans. Bekir Sadak), p. 119 et al., Istanbul 1987 240 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom es). Do not kill children, women and the elderly. Do not cut down or burn date trees. Do not touch trees which give fruit. Do not slaughter animals like sheep, cows or camels for any other purpose than providing food. You will see men retired at monasteries; leave them alone. Do not point your weapons to anyone other than those who come with weapons…’10 The Prophet These advices of Abu Bakr have been turned into an action and tradition as a statement. Therefore, there are no massacres (other than one or two individual cases), no actions of rape, destruction, or assimilation in the history of Islam. To the contrary, Islamic states always offered total social peace, welfare and justice to the tribes, families and nations they have taken under their administration without any discrimination of religion, language, race or gender. The non-Muslim elements were employed at various government positions as long as they maintained their loyalty to the state; their lives, property, families and customs were kept safe, and their freedom of religion and conscience was maintained as a whole. (1424 Heg.) Safiyurrahman el-Mubarekfuri er-Rahiku’l-Mahtum,2. Edition, Damascus, 2009. Sallabi, Ali Muhammed, Es-Siretu’n-Nebeviyyeh, Beirut, 2008 (1429 Heg.) As an overall assessment, although the history of Islam was spread across a wide geographical area in terms of time, the principles such as rights, law, justice, peace and security, solidarity, trust, humanitarianism, tolerance and respect were always maintained as far as possible. The comments of local and foreign authors confirm this. I would like to extend my gratitude and respect to the organizers of this meeting, because these meetings and works will create a foundation for exchange of knowledge and ideas. Sources Algül, Hüseyin, History of Islam, V. I, 2. Edition, Istanbul 1987. Fayda, Mustafa, Article on “Jahiliyyah”, DİA, V. VII, Istanbul, 1993 Hamidullah, ; Muhammed, Islamic Constitutional Law (Editor. Vecdi Akyüz), Istanbul, 1995 Hamidullah, Muhammad, Prophet of Islam, (translation: Said Mutlu-Salih Tuğ), V. I, Istanbul, 1966 Ibn Hisham¸ es-Siyretu’n-Nebeviyyah¸ edited: Mustafa es-Sekka, Ibrahim el-Ebyari, Abdulhafiz esh-Shelebi), V. I, Egypt 1936 (1355 Heg.) Beirut, 1997 Ibn Sa’d, et_Tabakatu’l-Kubra, V. I, Beirut 1997 (1417 Heg.) Kutub, Seyyid, World Peace and Islam, (Trans. Bekir Sadak), İstanbul, 1987 Mehmed Akif Ersoy, Safahat, Ankara, 1999 Muhammed et-Taberi, Tarihu’t-Taberi, V. II, Beirut 2003 10 Muhammed et-Taberi, Tarihu’t-Taberi, V. II, p. 518, Beirut 2003 (1424 Heg.) 241 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom 3rd Session Prof. Dr. Ahmet Taşğın Crisis of the World, Catholicism and Muslims: Beginning to Read from İkra Lütfi Bergen A Proposal on“the Order of Balance”or“Politics of Balance” On the Basis of the Political Theory of Farabi and the Work Titled “Dusturu’l-Amel Li Islahi’l-Halel” by Katip Chelebi Yrd. Doç. Dr. Mahmut Ay War and Peace in the Qur’an “A Contextual Reading Experience” Dr. Ömer Müftüoğlu Some Mistakes in Procedure in the Effort to Find Sources to Discourse that Lead to Violence Prof. Dr. Ahmet Taşğın Necmettin Erbakan University Faculty of Social and Humanities Department of Sociology / Konya Crisis of the World, Catholicism and Muslims: Beginning to Read from İkra Introduction the material riches of Muslim geography was targeted. Europe has achieved political recovery through the church in its last millennium. The Roman Empire was at the center of the recovery and it even imagined to rise again on its political boundaries. For this, the first rising was with the Crusades. When the Crusades turned into a new awakening and program around Jesus Christ for Europe, it had the founders of this program and their stakeholders be able to reach Jerusalem. Historically, the removal of Rome from Jerusalem caused the exclusion of Muslims in Europe, and Sicily, Marseilles and Andalusia being erased from history with their traces1 Because of the political borders of the Muslim world that surrounds the continental Europe, it had to struggle with them constantly. First of all, after the Arabs, it constantly felt the Turks too close to itself and the encompassing anxiety caused it to constantly attack. On the other hand, it called this attack holy, and crowned it with more than one field that was constantly produced. When it moved out of Europe especially in Jerusalem, it struggled to eliminate or transform many Christian communities such as Qatar, Bogomil, Nestorians, Chaldeans, Assyrians and so on that it regarded heretic within the framework of this holiness. Indeed, the area-soil where Muslims and Christian communities, which the Rome was trying to transform or eliminate with constant struggle, continued to exist become the Muslim geography. In any case, Europe saw the Muslims as a good target for it, and entered into the struggle with them. Rome, adapted to the Roman Empire or dressed in Christianity, continued the battle of Catholicism against the geography, where the basin of revelation and tradition of revelation were being pursued, and cleared the area by recognizing different Christian traditions every passing day. Thus, Catholicism as Christianity dressed in Rome, which was the center of Christianity, was moved from Jerusalem to the center of and surrounding geography of Rome. This led to the loss of the tradition of Christian revelation and the geography, where this tradition was maintained, and Christianity became a part of Rome due to the battle and struggle it gave from the beginning. The Western Roman Empire was destroyed following the Tribulation of the Tribes and continued as the Eastern Empire, ie the Eastern Byzantine Empire, thus it preserved its other half for a long period of time. However the fragmented state and feudal governments that developed within the borders of the Western Roman Empire tried to complete themselves in the name of the Holy Roman German. For this, a program was developed in the framework of removing the encirclement of Muslim states that surround Europe as an arc. In this way, efforts were made to unite the Holy Roman and Germanic communities, and while the program to stripe Muslims from Europe was implemented, the plundering of 1 As a result, West Rome represents not only a religious effort, but also a political effort along with it as the center of the Catholic world and a western-world dressed in Rome. Encountering with Muslims became a target, which was new and from which they escaped. Thus part of an important program that they resorted to regenerating the magnificence of the Roman Empire arose from that. After the Greek works, which Muslims succeeded in reaching through the eastern churches, were transferred to West, the Catholic world was able to recover the power to follow again many of the areas that it lost. The transfer of knowledge and resources among the results of the Crusades increased the dimension of the hostility towards the Muslims. Because the Catholic world is religion produced for pagans and it does not have the tradition of revelation. For this reason, the Rome that it hosts and the falsified religion for Rome, makes it possible for this paganism to be hidden or maintained. I express my gratitude and thanks to the Distinguished Lütfi Bergen for his contributions to the creation and writing of the manuscript. 244 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Over the past millennium, the Catholic world has been increasingly spread to Muslims and to a wider area with success in different fields. First of all, a great effort has been made to dispose of Muslims at their borders; and they have achieved successes in fundamental areas such as the production of information, the control of trade, and military. The establishment of universities, the transfer of the works back to Latin, the printing press, the compass, the ships that endure long journeys, and the discussions and disputes within Europeans themselves have begun to form an opportunity. But in the meantime, destroying the East Roman Empire the Turks realized a situation that resulted in the confrontation of Islam with Western Roman geography as a neighbor in a direct, and sharper way. After this brief history, it may be possible to say: The effort and change in the last thousand years of continental Europe has been presented for the sharing of today’s world, and the whole world is forced to follow these developments and lives on new sharing techniques where the output is transferred more and more every day. Indeed, the experience of Europe in its thought, political, economic, religious and administrative sense, whose basic principles mentioned above, has come into the world as crisis and depression. The basin of revelation and revelation itself is adapted to pagans and a new religion is established for Rome. These two basic fictions have caused Western Europe to spread on the eastern and western axis and it continues to cause it. In a way Western Europe has achieved its crises and depressions to spread by Westernizing or Catholicizing the whole world. It is possible to say that the demand and the change in the continental Europe took place with the developments of the Roman Catholicism produced for the Roman Empire and Rome. The weight that political instability and social cohesion bring to the realization with its all institutions, of course, leads to organizing around a new idea or the production of this ideology. Here, the political crisis in continental Europe and the management composed of parts are constantly faltering around the dream of the glory of the Rome. In a period of one thousand year, in this effort it seeks salvation by knowing, marking and demonizing Muslims as enemies. Because after the elimination of the Eastern Christians, the the revelation and the basin are in possession of Muslims, and they want to finish and dry it there. The inefficiency of the land, on which the Muslim world lives, is achieved by spreading Roman and Catholic fiction to those lands. This is the reason for the great crisis of Muslims. This is not only true for Muslims, it is realized by wide spreading the crisis by Westernizing and Catholicizing the whole world. Naturally, for Muslims to get out of this crisis, they must first analyze this area thoroughly and reveal what they should say in their ways. Indeed, it should be remembered that “ Translation Works” had a great contribution to the starting point of the effort to ensure the legitimacy of power during the Uma- yyad and Abbasian rulings. It should be taken into account that Continental Europe has been caught up in its own crisis, has not resolved its crisis, and has globalized this crisis. Thus, the relationship with the revelation or the place where the connection is broken can be revealed and restored. On the other hand, both the historical and contemporary touches that transmitted or are transmitted to Muslims will be re-evaluated and the possibility of updating everything started with “Translation” and added afterward will emerge. Even this can offer a great contribution and expansion in itself. Because Muslims still work on what they won through “Translations” as a given and unquestioned area and they are striving with great effort to work on them. It will be possible to first discuss how this area has been re-elaborated and realized with Europe as different appearances of the same process. Accordingly, it was concluded that Muslims won through the “translation” activities, and that the defeat of the Syrians in the face of the Roman and Catholics was in some way the missing part of the Orthodox, the other half of the Roman Empire and Catholicism. When the area that Nestorian brought into question and worked on disappeared among Muslims after a while, Muslim Turks conquered the East Roman Empire or the Byzantine Empire. After the Turks, namely the Ottoman Empire conquered the Byzantine Empire and annexed Istanbul, the Ottoman Empire began to represent the Eastern Roman Empire and the Emperor, and even volunteered it. Thus, Turks settled in the center of the Orthodox world, one of the two main axes, and thus Istanbul is still claiming to be the center of the Orthodox world. But what is the difference between Orthodox and Catholics, that this area is divided into two main parts? Was the Ottomans the representative of the Orthodox world in this division? How did this representation deal with other communities that Christians regarded as Heretic? Did not the Ottoman State take Eastern churches into account? Or why did the Catholics engage in the guidance of the Heretic societies when they returned to the Holy Land by the industrial revolution? For this reason, it is imperative to reexamine the Greek thinking or Roman wisdom that is followed by the West, the meaning that this wisdom has earned among Muslims, even the frame it has owned when it has been returned to Europe. It is necessary to evaluate Western accumulation with all its fields with a new translation activities, to rebuild Muslims and the public sphere encountered with the West, and to continue to struggle to gain new meaning to the positions acquired with historical encounters. Secondly, it is imperative to revise the Turkestan and Khorasan lore coming from the home of the revelation and to follow this power and public mind outside the platform where they were formed. Otherwise, the models that Muslims have developed in this world will eventually emerge as a product of encounter with Europe, and they will turn into programs that resemble the drifts in the West itself. The movements such as 245 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Islamism, Wahhabism and Salafism are based on a space of meaning world built on encounter with the West. However, by directly turning into revelation and to the house of revelation Turkestan Khorasan saints outside of this ground fought against the circles that distorted the religion of Allah and adapted it to the Roman Empire. This state has been transformed for the public mind and public in time, and has been lost in the struggle to represent the East Byzantine Empire and has become indistinct. As a result, Muslims have been evaluating confronting and facing the West for a long time. In the modern era, it should be re-evaluated by turning to its own acquis. Because this acquis was finalized with the invasion of the world by the present Western Roman as modernism. So a common area is constantly passed into other hands; and in the last place Muslims need new followers. The outcome and result of this will lead to the meaning and indication that the crisis that the world faces is a Catholic and Roman crisis. Thirdly, when the crisis transformed into a public mind will be balanced in itself, by feeding from the Turkestan and Khorasan’s lore Muslims will increase the strength of the struggle against Rome and Catholicism. Because it seems possible to establish it in this chaos and turmoil occurred due to this in- vasion. Indeed, this area has become obscure today, and even so rucked that it has become almost impossible to be seen as a whole program. The crisis that the world faces is the crisis of Rome and Catholicism. The whole world, Roman and Catholic, is shaped by the outputs of internal analysis and expansions. Considering that the world has gradually been grabbed by the throat in the last two centuries, there is no suggestion except this framework program, and even though there is any suggestion it has not found any practical possibility. Thus, the area, where whole world has defined and applied all signs of individual and social life, has come into being through the mutation that has extant through the new faces from the Roman and Catholic worlds. The crisis of the world is the crisis of Rome and Catholicism. Muslims can re-respond this crisis with the immunity they earned during the period of “Translations” and can help fill their gaps. Thus, they will provide great support in diluting the crisis that the world faces. When it comes to saving themselves; It may be possible by returning to Turkestan and Khorasan’s lore. This lore is somewhere outside the unity of existence and unity of distance or somewhere Oneness is based without being involved in these areas. 246 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom Lütfi Bergen Legal Expert, Lawyer A Proposal on“the Order of Balance”or“Politics of Balance”On the Basis of the Political Theory of Farabi and the Work Titled “Dusturu’l-Amel Li Islahi’lHalel” by Katip Chelebi Introduction The primary point of thought of philosophers that a person has needs and has to live in a community to meet their needs. However, this subject is also addressed in the Qur’an: “O Adam! In fact this is your and your wife’s enemy. Do not let it take you out of Eden, or you shall be unhappy. Because in Eden, you are never hungry or naked; you are never thirsty or in the heat of the sun there, we said.” (20 Taha 117-119) As the verse says, people need food, water, clothes and accommodation. They have to get professionally specialized on these areas. These four fundamental needs make hundreds of vocations necessary. According to this, in a simple society, even the need for food results in emergence of various professions. When manufacturing starts, all of the food cannot be consumed. Food processing activities are performed according to seasons, taking into consideration the times when the raw material of the food is not available naturally. This circle of activity makes it necessary to preserve, store and exchange food. It is not possible for all the members of society to handle these very different tasks on their own. The fact that they form a society make it necessary to establish relations of production. The family is the smallest community. The obligation of families to act in solidarity with each other results from their needs. The transition from a community to a society also leads to the emergence of professional classes. Turkey has created its legal system on the basis of a mindset that puts individual before the society and disintegrates the household-family model due to the Western theory of Human Rights. This political approach, which is still implemented via the transfer of the legal ideas of the West, is persistently pursued, with results including 1) growing cities, 2) dissolution of primary professions, 3) loss of the concept of family. This presentation points out that this process can not be continued, on the basis of the works of two important philosophers in Islamic political thought. On Economy Aristotle and Plato influenced the political thought in Islam. According to Aristotle, there are four economies: 1) Economy of the king: It refers to search for profits on the products received from state governors; 2) Economy of governorship: There are six methods of obtaining revenues; a) Farming, b) Authentic products; c) Marketplaces, d) Taxes, e) Livestock 247 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom breeding, e) Other. According to Aristotle, the most important revenue in the Governorship economy is farming, and it is obtained in the form of decimal or income tax; 3) Urban Economy: A) Revenues from the marketplaces, b) Revenues from daily works, c) Revenues from public administration, d) Revenues from the authentic products; 4) Personal Economy: The main source of income is the land. Besides, daily works and monetary investments are among the other sources of revenues. (Aristotle, 2016: 33-34). Although Aristotle does not believe domestic economy is important, he relates the existence of the state to the “home”. Aristotle says “Home is a component of a society that is created by the art of governing a state” (Aristotle, 2016: 24). According to Aristotle, the components of the home are 1) the household, and 2) property. Aristotle places the issue of administration of the home at the heart of building a society. There are four issues to be observed when managing domestic economy: 1) To make a living for the house, 2) To protect the acquired property, 3) To know how to use the property, 4) Maintaining order in the house (Aristotle, 2016: 28-29). The home owner should personally control the affairs. The house work is divided between men and women. Oversight is easy for small work, but for large properties, oversight is performed by a housekeeper. Nobody can watch other’s property as if it is their own. Therefore, works should be frequently checked (Aristotle, 2016: 29). If the landlord and his wife do not enjoy doing work, those who do these works instead of them will not enjoy it, as well (Aristotle, 2016: 30). Home should not be more defenseless than the city. Home should be arranged according to the nature, health and happiness of those who are owned and who live inside it. A home should be built in a place that is cool in summer and sunny in winter, to be in good and healthy condition. Furniture should be ready for use. If people want to manage their homes properly, they should know where there will be a trouble, have proper and quality goods for this, and should work hard be and honest. A person who has deficiencies in these areas will make numerous mistakes in his works (Aristotle, 2016: 30-31). In Marxist dictionary, economy has been defined differently that Aristotle’s concept: “1. All relations of production in accordance with the stage of development of the productive forces (for example: capitalist economy, socialist economy); 2. All relations of production of a country, a region, a city, etc. (for example: Economy of India; 3. The relations only within a specific production area (for example: Agricultural economy)” (Aşukin, 1979: 69). Unlike the definition in the Marxist dictionary, in Aristotle, economy is directly related to politics, and results from the question of “domestic politics” i.e. “house management”. Plato explains the situation of people living as a society with the concept of “need”: “I think what makes up a society is the fact that people cannot suffice to them selves alone, and they need others (...) A person applies to someone else for a need, and to another one for another need. Thus many needs result in many people coming together. They live as a community by helping each other. This is what we call a social order (...) Imagine we create a society from scratch. The first and the most important thing we need is food that will maintain our existence and our life (...) the second is accommodation, and the third is clothing (...) How will the society address these needs? Some of them will be farmers, some masons and some weavers. Add the shoemakers or others who will meet other needs of our body (...) Therefore, a society consists of at least four or five people” (Plato, 1988: 59-61). The Muslim moralists were close to the philosophical questions of Plato and Aristotle. Impacts of Plato and Aristotle Nasiruddin Tusi discusses the “Theory of Need” in the “Home Management” chapter of his Ahlak-i Nasiri: “Man needs to eat to live, and the food of human being is not only water and grass, like other animals, and is not naturally available (...) Man can not get food without, arts and profession, without mowing, cleaning, grinding, kneading, and cooking (...) Therefore, people need to protect their food from decaying and degradation, to store them in a place tyrants and oppressors can not reach them during the night and day, while sleeping and awake; and thus they have to build a house for this”(Tusi, 2005: 203). Plato and Tusi pointed out that living in society is an obligation; and they explained the obligation with needs, and the issue of addressing these needs with professional expertise. Farabi also acknowledges that people are obliged to live as a society because of their need for solidarity (Farabi, 1990: 79). Mustafa Çağrıcı points out that Farabi regarded ethics as a preparation for the establishment of politics or of establishment of a virtuous site, like Aristotle. Farabi suggested ethics of a not a random person but of a person living in a society or in “medina”, and considered politics as a form of government that protects social unity in narrow sense, shares interests and manages the responsibilities and also as a discipline that explores all the possibilities to ensure that each person gets a share of happiness to the extent of his competence (Çağrıcı, 1989: 74-76). According to Ilhan Kutluer, the discipline of ethics can only be put forward in the Peripatetic tradition of philosophy, and becomes clarified with Kindi-Abu Bakr er-Razi, and a science as a branch of the science of civilization with Farabi’s classification. Kutluer points out that Ibn Miskeveyh’s issues of “tedbîru’l menzil” and “tedbiru’l mudun” which he left incomplete in Tehzibu’l Ahlak were completed by Tusi, thus creating a tradition of moral philosophy including the “ameli hikmet” until Kinalizade (Özturan, 2015: 23). Ömer Türker wrote that Katip Chelebî and Siddik Hasan Han 248 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom considered Ebheri among the students of Ici (Türker, 2016: 11). In this case, the series of the philosophy of morals consists of the following names: Kindi (b. 801 – d. 873), Abu Bekir Razi (b. 854 – d. 925), Farabi (b. 872 – d. 951), Ibn Miskeveyh (b. 932 – d. 1030), Nasiruddin Tusi (b. 1201 – d. 1274), Adududdin el-Ici (d. 1355), Seyfeddin Ahmed el-Ebheri (d. circa 1397), Taskoprizade Ahmed Efendi (b. 1495 – d. 1561), Kinalizade Ali Chelebi Efendi (b. 1511 – d. 1571). Ici’s el-Ahlaku’l Adudiyye booklet was written on the axis of phoilosophy of morals that was represented by Ibn Miskeveyh and Nasiruddin Tusi. The booklet was written in four chapters, which were 1) Relative morals, 1) Protecting and earning virtues, 3) Siyasetu’l menzil (home management), 4) Tedbiru’l mudun (city administration). Medina of Farabi In his book titled Fusulu’l Medeni, Farabi reiterated the following phrase: “The old did not only refer to the residence with the terms “city (el-medine)” and “home (el-menzil)”. They also referred to the residence housing people (yahvi) and to the people dwelling in residences, of any type, whatever it is made of, wherever it is located - underground or above the ground - whether it is made of wood, mud, wool and brickwork, or made of something else that the homes housing people are made of. Home (family) consists of various elements (ecza) and certain common grounds (ishtirakat). There are four elements: 1) Husband-wife, 2) Master and slave, 3) Mother-father and children, 4) Property and its owner. The manager of these elements and common grounds that make a house is the master (god) and ruler of the home. This is called the house owner (el menziliyyu) and this person at home is like the administrator of a city” (Farabi, 2005: 61-62). As you may see, Farabi relates his theory to the of concept of “economy (Oeconomica)” of Aristotle and further expands it. Katip Chelebi (b. 1609 – d. 1657) defines the social state of people with the state that regulates people with laws. In this sense, we may suggest that Katip Chelebi follows the axis of “ilm-i umran” by Ibn Haldun, while Farabi moves on the axis of “ilm-i ahlak” and “tedbiru’l menzil - tedbiru’l mudun”. Farabi looks for a balance at the city level, while Katip Chelebi looks for it on the basis of professional classes. In Farabi, a loss of balance in the city results in ignorance, division and evil, but in Kâtip Çelebi, when the balance between the classes in the state order is lost, the social structure is distorted. Katip Chelebi is distinguished from Ibn Haldun by emphasizing the balance between classes instead of groups. Types of Cities in Farabi Farabi made a theory of cities of “Fazil Medina”, building on the structure of neighborhoods (Farabi, 1990: 79). Farabi is not a philosopher of state, but a philosopher of city. And he defines city using the virtuous society. Because, it is not the states by the societies that are encountered with the dichoto- my of virtuous & void. In Farabi, the city is the smallest of wise societies. Home, neighborhood and village are deficient communities. A hut is not considered a community. Farabi gives us a theory of city-society. It is important that he relates the will that founds cities to neighborhood and village communities in that he points at a down-to-top organization. If the state encourages founding families, it will no longer be a community consisting of huts. The hut is a residence system that has not yet become a home. The hair and wool materials in the definition of residence by Farabi inevitably requires ownership of sheep and goats. In this case, livestock breeding becomes an indispensable characteristic of Islamic cities. As you know, in Western cities and in Ibn Haldun’s idea of umran, farmers and shepherds are a historical category that represents nomadic life. In Farabi, there is not any distinction between “society” and “city.” Virtue and wisdom are obtained in the city (Farabi, 1990: 80). In Farabi “the virtuous city is is where there is mutual solidarity between the residents to achieve the ultimate competence, i.e. the ultimate happiness.” The void city is where the residents aim to obtain wealth and benefit from pleasing things and they do not need a single virtue. It is suggested that Farabi uses two criteria when comparing “void” city with the virtuous city: 1) Understading of peace among people, 2) The policy adopted by the ruler (Bayraklı, 1983: 72). There is a difference between the cities defined in el-Medinetu’l Fazila and those defined in es-Siyasetu’l Medeniyye by Farabi. When classifying the cities, Farabi does not only qualify them, but also suggests that the people of the cities which are not virtuous also contradict with the virtuous city (Farabi, 1990: 90). It means that, what makes a city virtuous is not Islamic architecture but the virtue of its people. It’s been said “Seref-ul mekan bil mekin”. That means “The dignity of a place comes from its mekin (residents).” According to Farabi, the people in a non-virtuous city do not know or think about happiness. Even if it is taught to them, they do not embrace it or believe in it. Because the only purpose of life for them is health, wealth, pleasure, freedom and prestige-respect. These and a combination of these are what they see as happiness. According to them, the antonyms of happiness are: despair, illness, poverty, deprivation of delights, restriction of freedom and lack of prestige (Farabi, 1990: 91). In his book titled Es-Siyasetu’l Medeniyye, there are three types of “void cities”: 1) Ignorant City; 2) Divided City; 3) Portent City. Under the concept of the Ignorant City, Farabi defines 6 types of city concepts. According to Farabi, the first ruler who founds a virtuous city 249 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom is a sage, scholar and knowledgeable person. The movement of the virtuous is not an individual, but a social action. According to Farabi’s approach, “the first ruler is actually the reign, and it must be said that he has received revelations” (Farabi, 1980: 45). The idea of establishing a city (building a virtuous and fair society) with a scholar, imam, lawmaker and physician ruler forces Muslims towards a method of action: “The virtuous men ruled by this president are virtuous, good and happy people. If these people create a nation, it shall be a virtuous nation. If they gather at a settlement area, this place which brings them together under such a rule shall be a virtuous city. However, if they gather in various settlement areas, instead of a single one, and the people of these areas are under the rule of other governments other than the said ruler; they live as the virtuous strangers of that settlement area” (Farabi, 1980: 45-46). According to Farabi, if a city deviates from the might of virtuous appeal of the people or their chief and they tend to become ignorant, changing, divided and diverted, the virtuous men should migrate to the virtuous cities instead of “exiling the bad men out of the cities”. If they are not (virtuous cities) then the virtuous person is an alien in this world and his life is desperate (radi); therefore, death for this person is better than life (Farabi, 2005: 126). The concept of “virtuous foreigners” is important. These are poor fellows who life by preserving their virtues in the societies of “Void cities”. According to Farabi, since a man has to live in a state to achieve happiness, virtue and arts are also civilized. State also pursues virtues, like people. Therefore, it has to coexist with other cities and states. Farabi, in his booklet titled “Fusulu’l Medeni” defines statesmen (el-medenî) and sultans (el-melik) as rulers who treat the nafs like physicians who treat the body (Farabi, 2005: 47- 48). The virtuous city is ruled by a chief with superior qualifications (Farabi, 1990: 84). The chief has been created to rule, not to serve (Farabi, 1990: 84-85). According to Farabi, the human mind has a hierarchical order. For Farabi “the first president” (er-Reisü’l-evvel) is the first president/first chief in terms of the first creation of the universe. The other chiefs succeed him and result from him. The first president is a philosopher, prophet, imam, lawmakes and sultan. The succeeding president resembles the er-Reisu’l-evvel, with his qualifications as a lawmaker, imam and sultan, even though he is not a prophet. According to this, the city should be seen as “a order of law and justice.” As can be seen here, Farabi aims to create a city as an ideal of a society of morals rising on the family order. The excellence of this city is ensured by the virtuous chief (ruler-philosopher). If the people in the city can ensure that solidarity prevails to bring happiness, “a virtuous city” is created. In this approach, dissolution of families or the absence of a philosopher (ruler) chief results in destruction of the society. The society is like the human body. The philosopher is like a “heart” in the human body (Farabi, 1990: 82-83). The mistake in Farabi’s analogy of the society consisting of a chief and families is that he fails to focus on the fact that the chief (heart) is created with the body. The human being does not evolve from the heart, but comes to existence in the body. In this analogy, it is suggested that the chief was created together with the people who will be subject to him. We see that Farabi’s organism system that he systematized with “human body-city system” is addressed by Katip Chelebi not with “human organs” but with “anasir-i Erbaa”, that is with the saliva-galls which create the organs of human body, and the professions are considered on the basis of the galls, and the solidarity among them is recognized as “justice”. At this point, there is a confusion regarding the question of building a society is “from top to down” or “from down to top”. This confusion can only be clarified with the idea of “daire-i adalet”. In the idea of “daire-i adalet”, since a pyramidal concept of society (leviathan) is absent, there will not be a hierarchy of superior and the inferior. The idea of “daire-i adalet” is similar to Farabi’s metaphor of “heart” since it is based on “devr-i daim.” We can suggest that Katip Chelebi addressed the subject of society with the concept of “anasir-i Erbaa”, on the basis of “organismal” thought, with a different approach than Farabi. The interpretation of Farabi’s and Kâtip Çelebi’s ideas will illuminate the philosophy of Turkish politics. The “Dustur” of Katip Chelebi In Katip Chelebi’s booklet titled “Düsturu’l amel li Islahi’l halel”, a political approach that has been developed with an analogy between people and the society is based on “quadruple explanation” with two different concepts of “anasir-i erbaa” (four elements) and “ahlat-i Erbaa (four fluids)”, which he uses systematically. Ahlat-i Erbaa consists of “blood, phlegm, gall and love”. Each fluid has organ functions in the human body. As long as they do their work, the nature of a person is balanced, and he remains healthy. When one of these fluids suppress another, diseases (emraz-i cismaniye) occur. According to Katip Chelebi, there are four classes (erkan-i Erbaa) in social life, just like there are “four fluids, anasir-i Erbaa” in the human body. Since all of the four classes in the society have to coexist, they have to be in harmony and balance with each other to keep the body healthy. If, in terms of quantity and quality, one is bad and disturbs the balance of the body and supresses others, it is necessary to heal it and take action against it by means of exportation (Katip Chelebi, 2016: 141). That means an ideal and moral society is the level of balance among the classes of erkan-i Erbaa (scholars, military, tradesmen, common people). We need to maintain the balances to ensure the health of the society. Evacuation of rural areas and growth of cities is unacceptable in the theory of four classes. Such transitions between classes which are explained in “Anasir-i Erbaa” may lay the grounds for idle men, beggars, grifters, usurers, prostitutes 250 Universal message of Islam: Peace, Justice, Freedom and speculators, and lead to destruction of agriculture which is the source of military revenues (Katip Chelebi, 2016: 113). Katip Chelebi considered additional classes outside these four classes as a deviation from justice in the society. The approach of the learned people to preserve the rural population and the means of production and their opposition to growth of cities is seminal. In Katip Chelebi’s society, the classes of“scholar-military-tradesmen-common people” are included in the “ruled people” and comes from a structure of the Ottoman social order. Katip Chelebi assimilates the scholars to the blood, and associates the blood to the heart. Thus, like the body comes to life with blood, the people, which are the organs of the body, benefit from the knowledge of the scholars. In Farabi, the “Chief” is similar to the heart, and is defined as a person who is fluent in philosophy-knowledge and ruling. In both writers, it is striking that the metaphor of heart is associated with ruling-judgment-law-justice. Katip Chelebi, who believed that “if the four elements benefit from each other by reproducing or decreasing, the person shall have health” points to a circular positioning of social classes, instead of a pyramidal positioning. The mufti is the power to understand, to judge; it is the intellectual creature. Katip Chelebi said, “First of all the people have been entrusted to sultans and lords by Allah” (Katip Chelebi, 2016: 111) and thus he entrusted people to the rulers. The rulers in Katip Chelebi are the “dignitaries”. Dignitaries means the statesmen at high positions. “No state shall be without rulers, no ruler shall be without money, money shall not be without people, and people shall not be without justice” (Katip Chelebi, 2016: 111). As can be understood, Katip Chelebi established a relationship between the “ruler” and the people, and addressed the society in terms of the agriculture society. By developing an imagination of an organismal society, he created the analogy of society-human body. Unlike Farabi, he based the relations between the ruler-beraya-reaya on the need of each stratum on another stratum. Katip Chelebi was also influenced by Ibn-i Haldun, and suggested the “Theory of Attitudes” to explain history. Influenced by Ibn Haldun, Katip Chelebi developed a partially different approach from the “Theory of Attitudes” of Ibn Haldun. In his work titled “Dusturu’l amel li Islahi’l halel”, he identifies three attitudes corresponding to the five attitudes in Muqaddime. He does not analyze the social sentiment. These three attitudes are not necessary for demolition of states. A state can be destroyed like a blindsided and defeated hero even when it is strong. With this approach, Katip Chelebi should be considered outside the deterministic approach. Katip Chelebi’s historical philosophy takes societies to a different place than Ibn-i Haldun. Katip Chelebi relates the source of the disorder in the Ottomans to a number of malpractices, such as excess of troops, a deterioration of the income-expenditure balance, an hike in taxes and the evacuation of villages. Katip Chelebi believed that the “problem of excessive troops” led to an increase in spending. The second problem identified by the author was the selling of offices in return for bribery and increase