ulusların düşüşü: güç, zenginlik ve yoksulluğun kökenleri

advertisement
Sosyoloji Konferansları
No: 50 (2014-2) / 101-105
ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ: GÜÇ, ZENGINLIK VE
YOKSULLUĞUN KÖKENLERI
Doğan Kitabevi, 2013, ISBN: 978605091812
Daron ACEMOĞLU ve James A. ROBINSON
Emine Kübra USTA*
Başarılı akademisyenler, Daron Acemoğlu ve James A. Robinson birçok ortak
çalışma yürüttükten sonra Ulusların Düşüşü’nü kaleme alarak akademik
camia dışındaki herkese hitap edecek bir kitapla okuyucu karşısına çıktılar.
Kitapta, dünya üzerindeki farklı ülkelerin farklı gelir ve refah seviyelerine
sahip olmalarının nedenlerini tarihsel ve politik olaylarla açıklayan yazarlar,
bu durumla ilgili daha önce ortaya atılmış görüşlerin durumu açıklamakta
yetersiz olduğunu ve sorunun temelinde tek bir unsurun, ülkelerdeki “kurumların” olduğunu söylüyorlar.
Sanayi devrimine kadar ülkeler arası gelir farklılıkları günümüzde olduğu
gibi uçurumlarla ifade edilmiyordu. İngiltere’de başlayan bu olayın ardından teknoloji ve yeniliği üretim süreçlerine adapte edebilen ülkeler büyük
gelişmeler gösterdi. Bu noktadan sonra ülkelerdeki hem siyasi hem ekonomik kurumlar, büyüme ve gelişme sürecinde ülkelerin ne kadar başarılı
olacağını belirledi. Yazarlar, kurumları kapsayıcı ve dışlayıcı olarak ikiye
ayırıyor. Dışlayıcı politik kurumlar yönetimin belli bir kesimin ya da bir
bireyin elinde olduğu, halk kitlelerinin söz hakkının sınırlı olduğu kurumlardır. Bu kurumlar beraberinde dışlayıcı ekonomik kurumları getirir ve
ülkedeki kaynakların yönetici elitler tarafından kullanıldığı, mülkiyet haklarının yaygınlaşmadığı, yenilik için gerekli teşviklerin ekonomik aktörlere
verilmediği; dolayısıyla sürekli büyüme için dezavantaj yaratan bir ortam
oluşur. Kapsayıcı politik kurumlar ise bu durumun tam tersine yönetimde
çoğulcu ve eşitlikçi bir yol izler, bunun sonucunda kapsayıcı ekonomik
kurumlar ortaya çıkar ve ekonomik büyüme için hazırlayıcı ortam oluşur.
Bu ifadeler dışlayıcı kurumların olduğu yerlerde ekonomik büyüme ve gelişme olmayacağı anlamına gelmez ancak büyüme ve gelişme bu koşullar
altında sınırlı olacak ve bir noktadan sonra duracaktır. Çünkü büyüme ve
*
Arş. Gör. İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümü, ekubrausta@gmail.com
102
Ulusların Düşüşü: Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri
gelişmenin devam etmesi için inovasyon ve yaratıcı yıkım gereklidir.
Yazarlar belki de tezlerinin her dönemde ne kadar geçerli olduğunu daha en
başından okuyucuya hissettirmek için önsöze Mısır’da yaşanan ayaklanmaya
değinerek başlıyor. Mısır’daki en büyük sorun fakirliktir, ortalama bir Mısır
vatandaşının geliri bir Amerikan vatandaşının sadece on ikide biri kadar.
Peki, neden Amerika zenginken Mısır fakirdir? Tahrir meydanında Mübarek
rejimine karşı ayaklanan halkın anlattığı sorunlar bu sorunun cevabı olabilir.
İnsanlar yolsuzluk, baskı ve kötü eğitim sisteminden şikâyetçiler. Yazarlar
Mısır’daki durumu şöyle tanımlıyor:
“Mısırlılara göre geri kalmışlıklarının başlıca nedenleri arasında
etkisiz ve yozlaşmış devlet; hırs, beceri ve yeteneklerini kullanamadıkları bir toplum ve aldıkları eğitim yer alıyor. Ama aynı
zamanda bu sorunların kökeninde siyasal nedenlerin yattığının
da farkındalar. Karşılaştıkları tüm ekonomik engeller, siyasal
gücün küçük bir elit tarafından tekelleştirilip tatbik edilmesinden
kaynaklanıyor. Bu, onların da anladığı gibi, değişmek zorunda
olan ilk şey.”
Birçok sosyal bilimci dünya üzerinde bazı ülkelerin fakir bazılarının ise zenginlik ve refah içinde olmasını farklı şekillerde açıkladı. Bu teorileri geçersiz
bulan Acemoğlu ve Robinson ilk önce coğrafya hipotezinin neden ülkeler
arası farklılığı açıklamakta yetersiz olduğuna değiniyor. Zenginlik ve fakirliğin coğrafya ile ilişkilendirilmesi en erken 18. yy filozofu Montesquieu’da
görülebilir. Montesquieu tropik iklimin insanları tembelliğe ve isteksizliğe
ittiğini savunmuş, bunun sonucunda insanların sıkı çalışmadığı ve yaratıcı
olamadığı kanısına varmıştır. Ayrıca, tembel insanların despotlar tarafından
yönetilmeye yatkın olduğunu iddia etmiştir. Bu argümanın daha modern
yansımaları ekonomist Jeffry Sachs’da görülebilir. Sachs, sıcak ülkelerin
doğası itibariyle fakir olduğunu ve sıtma gibi hastalıkların yükü altında
olduğunu savunmuştur. Bu düşüncelerden varılan ortak sonuç ise ılıman
iklimin, tropik ve tropik üstü iklimlere göre büyüme ve gelişme açısından
daha avantajlı olduğudur. Acemoğlu ve Robinson ise bu düşüncelerin eksik
olduğuna inanıyorlar. Örneğin, Nogales şehrinin bir kısmı Amerika’da bir
kısmı Meksika’da yer alır. Aynı coğrafyaya sahip bu iki kısımdan, tahmin
edileceği gibi birinde düzen ve rahat yaşam hakimken diğerinde ise standartlar çok daha düşüktür ve bu iki yer arasındaki farklılıklar, iki kısımda
Sosyoloji Konferansları, No: 50 (2014-2) / 101-105
103
yer alan politik kurumların yapısına bağlanmalıdır. Farklı gelişmişlik düzeylerini açıklamakta kullanılan bir diğer argüman ise kültür hipotezidir. Bu
düşüncenin temeli ünlü Alman sosyoloğu Max Weber’e kadar götürülebilir.
Weber, Protestan ahlakının Batı Avrupa’da modern endüstriyel toplumun
ortaya çıkmasında büyük rol oynadığını düşünür. Kültür hipotezi sadece
dinle sınırlı kalmayıp değerler, etik ve inanışlarla iktisadi performansı açıklamaya yönelir. Fakat, Acemoğlu ve Robinson bu açıklamaları da tatmin
edici bulmazlar, farklı kültürel değerleri de farklı kurumlara ve kurumların
tarihine götürürler. Örneğin ayrılmadan önce tamamıyla aynı kültüre sahip
olan Kuzey ve Güney Kore’den birinin çok hızlı bir büyüme sürecinden
sonra yüksek gelirli ülkeler arasına girmesi diğerinin ise hala düşük gelirli
ülkeler arasında seyretmesi bu ülkelerde yaşanan politik dönüşümlere ve
oluşturulan kurumlara bağlanmalıdır.
Politik kurumların ekonomik kurumları belirlediği, ekonomik kurumların
da ekonomik performansı ve bir sonraki dönemde kaynakların nasıl dağıtılacağını belirlediği bir sistemin içinde her ülkenin her zaman ekonomik
gelişme için doğru kurumları kullanmayacağını tahmin edebiliriz; çünkü
doğru kurumlar politik ya da ekonomik açıdan kaybedenler sorunu doğurabilir ve gelişmenin karşısında bariyerler olabilir. Bu durumla ilgili kitapta
verilen iki örnek gayet ilgi çekici. Roma İmparatorluğu döneminde bir adam
kırılmayan camı bulur ve karşılığında ödül bekleyerek hükümdara gider,
camı gösterir ve hükümdar bunu kimseye söyleyip söylemediğini sorar,
adamın bundan kimseye bahsetmediğini öğrendikten sonra onu hemen
öldürtür. Burada gelişmenin yaratacağı “yaratıcı yıkımdan” hükümdarın
korktuğunu görebiliriz ayrıca ekonomik açıdan güçlenen yeni bir sınıfın
kralın politik varlığını sorgulayacağı düşüncesi de akıllara gelebilir. Diğer
örnekte ise yine Roma imparatorluğu döneminde bir adam hükümdara
sütunları daha kolay taşımak için az maliyetli bir yol bulduğunu söyler, bu
sefer hükümdar adamı öldürmez ama icadı da politik bir yaratıcı yıkıma
sahip olacağı düşüncesiyle kullanmaz. Eğer Roma halkı meşgul tutulur ve
sütunları taşımak gibi işleri olursa onları kontrol altında tutmak hükümdar
için daha kolay olacaktır.
Yazarların iktisadi gelişmişlik seviyeleri arasındaki farkları politik ve ekonomik kurumlara bağladığına değindik. Oluşturdukları çerçeve etrafında
tarihsel birçok olayı ele alarak argümanlarını güçlendirmeye çalışıyorlar.
Örneğin tarihteki kritik dönemeçlerin büyük önem taşıdığını belirtip, ara-
104
Ulusların Düşüşü: Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri
larında küçük farklar bulunan ülkelerde farklı kurumların şekillenmesinde
rol oynadığını anlatıyorlar. Bu kritik kavşaklar Avrupa için Veba salgını,
Atlantik ticaret yollarının kullanılması ve Sanayi Devrimi gibi olaylardır.
Fakat yaptıkları analizin ilerde hangi devletlerin kritik kavşaklara geleceği
ya da yaşanan gelişmelerin nerde nasıl kurumlarla sonuçlanacağı hakkında yorum yapamadığına da değiniyorlar. Kestirebildikleri şey ise kısır ve
verimli döngülerin uyuşuk bir yapıya sahip olduğu ve yine Amerika’nın ve
Batı Avrupa’nın kapsayıcı ekonomik kurumlarıyla yıllar sonra bile Saharaaltı Afrika, Güney Amerika ve Orta Doğu’dan fazla gelire sahip olacağıdır.
Fakirlikten kurtulup, büyüme sağlayıp refaha erişecek devletler de büyük
ihtimal günümüzde kapsayıcı kurumlara sahip olmasalar bile bu yönde adım
atanlar olacaktır. Bu dönüşümü başarmak her zaman mümkün olmayabilir.
Baskıcı bir yönetimi devirdikten sonra bu sefer de farklı bir grubun yaptığı
baskıya dayalı yönetimler hakim olabilir. Yazarların dikkat çektiği bir diğer
nokta ise fakir ülkelerde gelişmeyi sağlamak için öne sürülen makroekonomik reformlar, özelleştirme ve etkin market ekonomisi yaratmaya dönük
çabalar, sorunun kaynağına yani kurumlardaki bozulmalara inilmedikçe
faydasız kalacaktır.
Bugün başarısız olan ülkelere baktığımızda siyasi gücün dağılmadığını ve
elit bir sınıfın elinde toplandığını görürüz. Bu ülkelere yozlaşma ve yolsuzluk hakimdir. Yazarlar, Zimbabwe devlet başkanının bir bankanın yaptığı
çekilişte nasıl binlerce talihlinin arasından seçilerek ikramiye almaya hak
kazandığını örnek veriyor ve durumu ülkedeki sömürücü kurumlar hakkında
bilgi verici olarak gösteriyor. Sömürücü politik kurumlar sosyal ve ekonomik
sonuçlara yol açıyor ve kendi kendine güçlenen bir kısır döngünün oluşmasına neden oluyor. Mısır, Kolombiya, Arjantin gibi ülkeler politik elitlerin
nasıl ekonomik gelişmenin önüne set çektiğinin örneği olarak gösteriliyor.
Kısacası yazarlar çoğulculuk ve ekonomik gelişme arasında bir bağlantı
olduğuna inanıyor ve tarih boyunca farklı yerlerde görülen farklı kurumsal
yapılara odaklanarak gelişmişliğin ya da gelişmemişliğin nedenini bu yapılarla açıklıyor. Tekrar edecek olursak, eğer politik sistem çoğulcu olursa
bunun ekonomik kurumlara yansıyacağını; herkesin katılımına açık, mülkiyet
haklarının yaygın olduğu, bireyleri inovasyon ve yatırım için teşvik eden bir
ortamın oluşacağını söylüyorlar. Bu durumun en iyi örneği tarih boyunca
İngiltere ve Amerika’da yer alan kurumlar olarak gösteriliyor. Yazarlar
tezlerini destekleyecek örnekleri ustaca sıralasalar bile ülkeler arasındaki
Sosyoloji Konferansları, No: 50 (2014-2) / 101-105
105
gelişmişlik farklılıkları sadece kurumlara dayanır düşüncesinin ne kadar açıklayıcı olduğu da tartışmaya açıktır, çünkü nedenselliğin yönünü kestirmek
güçtür; belki de gelir ve refahın artması katılımcı politik sistemi beraberinde
getirir ya da üçüncü bir değişken aynı anda hem katılımcı politik sisteme
ve ekonomik gelişmeye sebep olmuş olabilir. Bu soru işaretlerini bir kenara
bırakırsak geniş kitlelere hitap ederek politika ve ekonomi etkileşiminin
tarih boyunca nasıl sonuçlar doğurduğunu anlatması ve bunun günümüze
nasıl yansıdığını göstermesi açısından önemli bir eserle karşı karşıyayız.
Download