GÖSTERGEBİLİME GİRİŞ1 Fatma ERKMAN-AKERSON -ÖZETÖzetleyen: Seçil DUMANTEPE ÜSTÜN GİRİŞ Göstergebilim, yaşamın her alanına göstergeler aracılığıyla yaklaşan ve bu göstergelerin içinde bulunduğu dizgelerin oluşum süreçlerini inceleyen bir bilim dalıdır. Her uzmanlık alanı, göstergebilimin gözüyle yeniden değerlendirilebilir. Gösterge Gösterge, zihnimizdeki bir kavramın yerine geçen bir durum, eylem ya da varlık anlamına gelir. Bir sözcük ya da görüntü şeklinde karşımıza çıkan göstergeler, mesaj iletme işlevine sahiptirler. Bu mesaj, iletişim, uyarı ya da sanatsal amaçlı olabilir. Aynı gösterge, içinde bulunduğu bağlama göre farklı şekillerde yorumlanabilir. Birden çok ve değişik göstergelerin bir araya gelmesinden oluşan yeni anlama “aşırı gösterge” adı verilir. Bu göstergelerin oluşturduğu bütünden anlama ulaşmak için onları tanımamızı sağlayacak bazı ön bilgilere gereksinim vardır. Sanat ve edebiyat da bir aşırı gösterge niteliği taşır. Fakat kendisini oluşturan öğeler, tam olarak zihnimizdeki kavramlara karşılık gelmediğinden bunları yorumlamak daha zordur. Dizge Dizge, birbirine çeşitli yönlerden bağlı birtakım göstergelerin uyumlu bir şekilde bir araya gelerek oluşturdukları bütüne denir. Bir dizge, kendisini meydana getiren göstergelerin niteliğine göre kapsama, dışlama, bir arada bulunma gibi çeşitli işleyiş ilkelerine sahiptir. İnsanı çevreleyen dizgelerin tümünü, “doğa ve kültür dizgeleri” olarak sınıflandırabiliriz. 1.Doğa ve Kültür Doğa, birbirini tamamlayan ve etkileyen belli kurallar etrafında bir araya getirilmiş büyük bir dizgedir. İnsanı da bu bağlamda doğanın bir parçası olarak kabul edebiliriz. İnsanın sahip olduğu pek çok özellik, genlerinde taşıdığı bilgilerin kuşaktan kuşağa aktarılması yoluyla belirlenmiştir. Bu kalıtımsal bilginin dışında insan, bilgiyi Fatma Erkman-Akerson, Göstergebilime Giriş, Multilingual yay., İstanbul 2005, 262 s. Kitabın uygulamalara ayrılan son bölümü, özetin kapsamı dışında tutulmuştur. Burada, V.Propp, A.J. Greimas, Genette, R.Barthes gibi araştırmacıların göstergebilime yönelik görüşleri ana hatlarıyla verilerek; edebiyat, karikatür, reklam, resim gibi alanlardan seçilmiş örnekler üzerinde çözümlemeler yapılır. Göstergebilimsel yöntemin uygulanabilirliğini yerinde görmek açısından, bu örneklerin incelenmesi gerekir. 1 öğrenme ve iletişim yoluyla bilinçli bir şekilde elde eder. Böylece bireylerin tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde kazandığı her türlü değerlerin ve bilgilerin, kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla oluşan ikinci büyük dizge de “kültür” adını alır. İnsanı çevreleyen bu iki büyük dizgenin(doğa ve kültürün) ortak noktası, ikisinin de temelinde bilginin olmasıdır. Fakat birey tarafından bilinçli ve bilinçsiz olarak algılanması yoluyla birbirinden ayrılırlar. Göstergebilimin temel konusu da insanların bilinçli olarak oluşturduğu kültür dizgelerini araştırmaktır. 2.İletişim ve Dil Kültürü meydana getiren en önemli etken iletişim ve iletişimi sağlayan temel araç ise dildir. İletişim, hayvanlar arasında da mevcut olan bir olgudur. Fakat onların iletişimi içgüdüsel olarak kendilerinde doğuştan bulunan bazı davranış kalıplarıyla sınırlıdır ve sonradan öğrenme yoluyla elde ettikleri bilgi, insana göre çok azdır. Ayrıca, hayvanlardaki iletişimin en belirgin özelliği de onların hep içinde bulundukları âna, diğer bir deyişle şimdiye göre hareket etmeleridir. İnsanlarda ise an, geçmişten gelen ve geleceğe doğru uzanan bir çizgi üzerinde bulunur. Bu da onlara davranışlarını sorgulama imkânı verir. Böylece dünya, insanın uzaktan bakabildiği bir nesne boyutuna geçer. Bireyler, bu zaman süreci içinde öğrendiklerini soyutlayıp başkalarına aktarırlar. Böylece kültürün oluşmasına katkı sağlanır. Dil Bireylerde belli bir bilgi birikiminin oluşması, dil sayesinde gerçekleşir. Dili bir iletişim aracı haline getiren en önemli etken, sözcüklerin bir araya gelmesiyle oluşan dizgedir. Dilin ilk ve ne zaman ortaya çıktığı bilinmemekle birlikte, insan yavrusunda dilin gelişme sürecinin takip edilmesi, bu konuda bir fikir verebilir. Öncelikle çocuk, somut bir nesnenin adını öğrenir. Daha sonra bu adı, sadece o nesne için değil, ona benzeyen tüm nesneleri içine alan bir kümeyi de kapsayacak şekilde kullanır. Sözcüğe verdiği bu geniş anlamı, zaman içinde ayrıntıya inerek daha sınırlı bir hale getirir. Böylece oluşan yeni küçük kümelere de yeni adlar vererek sözcük dağarcığını geliştirir. Bir nesnenin bir sözcüğe soyutlama yoluyla bağlanması, nesnelerin kendileri yokken de onlar hakkında konuşabilmemizi, düşünebilmemizi sağlar. Böylece oluşan geçmiş ve gelecek kavramı, dünyaya bakışımıza derinlik kazandırırken, bilinç duygusuna da kaynaklık eder. Sözcükler, öncelikle genel ve kapsayıcı özelliklerine göre bir kümeye dahil edilerek sınıflandırılır. Bir genelleme işlemi olan bu sınıflandırmalar yoluyla zihnimizde kavram adı verilen soyut birimler oluşur ve sözcüklerle temsil edilir. Bu süreç bilgi aktarımını mümkün kılan en temel süreçtir. Fakat bilginin asıl taşıyıcısı, sözcüklerin bir araya gelmesiyle oluşan tümceler ve tümce gruplarıdır. Tümcelerin anlam kazanması ve iletişimi sağlayabilmesi için belli kurallar bütünlüğüne sahip bir dil dizgesi içinde yer alması gerekir. Dil dizgesi, zihnimizin ve düşüncelerimizin oluşmasında önemli rol oynaması nedeniyle diğer dizgeler içinde önemli bir yere sahiptir. Göstergeler ve bunların bir araya gelmesiyle kurulan ilişkiler ağı, zaman içinde birtakım değişikliklere uğrayabilir. Fakat iletişimi sağlayabilmek için dizgenin genel kurallarına uymak gerekir. Birey, toplumsal ve kültürel yaşamında birbiriyle karşılıklı etkileşim içinde olan pek çok dizgeyle çevrelenmiştir. Dünya ve Biz Göstergeler, nesnelerin asılları olmadığı ve insanlar tarafından oluşturulduğu için bir anlamda bizimle nesne arasına mesafe koyarlar. Bu da bireye dünyayı dışardan bir gözle algılama imkanı verir. Bir kavramın kapsadığı alan ve buna verilen ad, toplumdan topluma değişir. Ayrıca bu değişiklik bir toplumda zaman içinde de gerçekleşebilir. Eski Yunanlılarda olduğu gibi bazı toplumlar, kavramları karşılamak için kendi dillerinin kullandıkları sözcükleri, onların değişmez ve yegâne bileşeni olarak görmüşlerdir. Şüphesiz bu anlayış, günümüzde geçerli değildir. Çünkü her toplum kendi dünya görüşlerine ve kültürlerine göre uzlaşmaya dayalı olarak kavramları adlandırmışlardır. Kavram ve ona verilen ad arasındaki ilişkinin dışında, kavram olgusunun kendisini de sorgulamak gerekir. Varlık, nesne ya da durumlar, her toplumda farklı şekillerde sınıflandırılabilir. Örneğin Türkçedeki “almak” fiili, bir harekette bulunmak ve satın almak anlamlarını karşılamakla birlikte İngilizcede aynı kavram “take” ve “buy” olmak üzere iki sözcükle karşılanır. Özellikle aşk gibi bazı soyut sözcüklerin zihnimizdeki karşılıkları topluma, döneme ve kişiye göre farklılık gösterebilir. Bu nedenle bir kavramı oluşturan asıl etken, dünyadaki somut karşılıklarından çok, bunları yorumlayışımızdır. Fakat bir topluluk içinde iletişimin sağlanması için, kavramların ortak noktalarında uzlaşmaya varabilmek gerekir. TARİHSEL SÜREÇ GÖSTERGEBİLİMİN TARİHÇESİ-ESKİ DÖNEMLER Eski Yunan’dan günümüze gelinceye kadar birçok düşünür ve filozof gösterge kavramı üzerine çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu kavramın bir bilim dalı olarak olgunlaşma süreci “göstergebilim” adı altında ancak 20. yy’da gerçekleşmiştir. 1. Göstergebilim Terimi Türkiye’de kabul edilen adıyla göstergebilim terimi, Eski Yunancadaki işaret anlamına gelen “semeion” sözcüğüne dayanır. Eski Yunanlılar bu sözcüğü daha çok bir hastalığın belirtisini ifade eden bir tıp terimi olarak kullanıyorlardı. Göstergebilim terimi, 1969’da Uluslararası Göstergebilim Araştırmaları Topluluğu’nun(IASS) kararıyla Avrupa dillerinde “semiotics” sözcüğüyle yaygın olarak karşılanır. 2.Eski Yunan Eski çağlardan itibaren gerçeklik, idealizm ve bu kavramlara verilen adlar arasındaki ilişkiler, pek çok düşünür tarafından ele alınmıştır. Gerçekliğin beş duyumuzla algıladığımız dünyayla mı sınırlı olduğu yoksa bunun ötesinde zihnimizle kavramaya çalıştığımız idealara mı dayandığı fikri, kavramlarla bu kavramlara verilen adlar arasındaki ilişkinin boyutları, üzerinde en çok tartışılan konular arasında yer almıştır. Eflatun Eflatun ve Aristoteles’in göstergeler üzerine düşünceleri, günümüzdeki göstergebilim anlayışına da kaynaklık etmiştir. Eflatun’a göre dış dünyayı aklımızla değil, beş duyumuzla algılarız. Fakat daha derinde yatan soyut gerçekliğe bir ölçüde yaklaşmak, ancak akıl yoluyla olabilir. Eflatun, soyut gerçeklik kavramını “idea” kelimesiyle karşılar. İdealizm teriminin kaynağı da buradan gelir. Eflatun’a göre idealar, varlık ve nesnelerin Tanrı tarafından önceden belirlenmiş ilk hali, yani özüdür. Varlık ve nesneler, bu öze göre sonradan oluşur. Daha sonra bu nesnelere bir ad verilir. Fakat Eflatun, sözcüklerin diğer bir deyişle göstergelerin, varlığın gerisindeki özü eksik bir şekilde yansıttığını savunur. İnsanların, varlık ve nesnelerin ilk örneklerine öykünerek yaptıkları şeyler kopyadır. Dış dünyadaki nesneler asıllarının kopyalarıdır. Sözcükler de algılarımızın kopyasının kopyasıdır. Bu nedenle bizi gerçeklikten uzaklaştırırlar. Amaç, bilginin öze ulaşmasıdır. Öz, idealar, mutlak ve değişmez olarak kabul edilen gerçekliktedir. Matematiksel, bilimsel, soyut kurallar bizi bilginin özüne akıl yürütme yoluyla ulaştırmaya çalışır. Bütün bu ifade edilenleri bir şema üzerinde biraz daha netleştirebiliriz: kavram (idea=öz) (Tanrı tarafından belirlenmiş) ilk ve tek varlık ve nesneler (Tanrı tarafından öze göre yapılmış ilk örnekler) sözcük ( insanların algıladığı nesnelerin temsilcisi) (kopyanın kopyası) insanların ilk örneğe göre yaptığı kopyalar (nesnelerin birinci kopyası) sanat eseri(kopyanın kopyası) (nesnelerin ikinci kopyası) Aristoteles Aristoteles’in gösterge anlayışı, Eflatun’a göre daha somut olarak kabul edilebilir. Aristoteles’e göre gerçek dünyadaki nesneler, zihnimizde birtakım kavramlar oluşturur. Dış dünyanın yansıması olan bu kavramlar, herkes için aynı ve değişmez niteliktedir. Fakat bunların ifade ediliş biçimi olan dil, uzlaşmaya dayalı olarak toplumdan topluma değişir. Aristoteles, Eflatun gibi önceden verilmiş kavramlardan yola çıkmaz. Dış dünyadaki nesnelerden yola çıkarak tüm insanlar için geçerli, ortak kavramlara varır. Ayrıca Aristoteles’in, dünyadaki canlı cansız bir çok canlıyı sınıflandırmaya çalışması göstergebilim açısından diğer önemli bir yönüdür. 3.Mevlâna Mevlana, insanı merkez alarak maddi gerçeklikle soyut gerçekliği birbirinden ayırmayı hedefler. Mevlana, arınma yoluyla saydamlığa ulaşmış bir gönlün hakiki gerçekliği yansıtabileceğini savunur. Rum ressamların duvarlarını cilalayarak Çinli ressamların resimlerini daha güzel bir şekilde kendi duvarlarına aksettirmeleri gibi, insanlar da ancak kendi gönüllerinin aynasında saf gerçekliği yansıtabilirler. İslamdaki resim yasağı da, göstergeyle temsil ettiği varlığın aslını birbirine karıştırma tehlikesine karşı konulmuştur. 4.John Locke ve Giambattista Vico Ortaçağ ve Rönesans dönemlerinde de gösterge kavramı üzerinde geniş olarak durulmuştur. Özellikle dini metinler ve kutsal kitapların değişik anlam katmalarından oluştuğu ileri sürülmüştür. Metinler, en dıştaki anlam katmanından en içe doğru gidilerek yorumlanır. En derindeki anlam tabakasına gelindiğinde mutlak, değişmez gerçekliğe de ulaşılmış olur. Bu anlayışa göre, göstergeyle temsil ettiği kavram arasında mutlak ve değişmez bir ilişki vardır. Okur, metni yorumlarken göstergenin temsil ettiği şeye bağlı kalmak zorundadır. Böylece bir öykü, herkes tarafından aynı şekilde yorumlanır. İngiliz filozof John Locke’a göre insan, duyuları aracılığıyla dış dünyadaki nesneleri algılar. Bu algılama sonucunda meydana getirilen fikirler, sözcüklerle ifade edilir. Böylece Locke, fikirler ve sözcükler olmak üzere iki tür göstergenin varlığını kabul eder. O’na göre fikirler doğuştan değil, dış dünyadaki nesnelerden ileri gelir ve dış dünyanın sunduğu gerçeklik tüm insanlar için ortaktır. Bu sayede insanlar arasında iletişim sağlanır. İtalyan filozof Giambattista Vico ise toplumsal ve kültürel örgütlenmeleri göstergesel yapılarına göre inceleyerek insana ulaşmaya çalışır. Vico’ya göre insanlık tarihi, Tanrı’nın önceden şekillendirdiği bir süreç içinde ilerler. Fakat bunun farkına varılması için, toplumları ait oldukları kültürel dizgelerine göre anlamaya çalışmak gerekir. SAUSSURE, PEİRCE VE SONRASI 1.Ferdinand de Saussure İsviçreli dilbilimci Saussure, ölümünden sonra yayımlanan Genel Dilbilim Dersleri adlı kitabıyla XX. yy dilbiliminin gelişmesinde öncü bir rol oynamıştır. Saussure, dili göstergelerden oluşan bir dizge olarak kabul eder. Saussure, iletişimi sağlamak için çeşitli gösterge dizgelerinin kullanıldığını ve bu dizgelerin, ileride kurulacak bir bilim dalı olarak söz ettiği göstergebilim başlığı altında incelenebileceğini belirtir. Dilin de, bu bağlamda ele alınması gereken ve diğer dizgelerin anlaşılmasını kolaylaştıran önemli bir gösterge olduğunu ifade eder. Daha sonra göstergenin nitelikleri üzerinde durur. Dil dizgesini meydana getiren değişmez ve ortak kuralları karşılamak için kullandığı “yapı” kavramı, yapısalcılığın temelini oluşturur. Saussure, göstergeyi bir kavram ve sözcükten oluşan, kendi içinde bir bütün olarak kabul eder. Bu bakış açısıyla, sözcüğü dış dünyayla bağlantısına göre değerlendiren anlayıştan farklılık gösterir. 2.Charles Sanders Pierce Saussure’la aynı dönemde yaşamış olan Pierce, göstergebilimi, dilbilim ve edebiyat dışında bütün alanlara uygulanabilen, evrensel bir bilim dalı olarak kabul eder. Peirce’e göre bilgi, düşünme ve dış dünyadaki diğer tüm nesneler, gösterge niteliğini taşır. Her gösterge ise bir başkasına gönderme yapar. İnsan da geçmişten itibaren birbirine eklemlenerek gelen göstergeler zincirinin bir halkasıdır. Saussure’a gelinceye kadar Aristoteles ve Locke gibi düşünürler, göstergelerin dış dünyadaki nesneleri olduğu gibi yansıttığı görüşünü benimsemişlerdi. Bu durumda sözcük ve onun göstergesi, herkes için geçerli ve değişmez, tek boyutlu bir birim olarak kabul ediliyordu. Saussure ise göstergeyi, kavram ve sözcükten oluşan bir bütün olarak değerlendirerek dış dünyadan bağımsız bir şekilde ele almıştır. Pierce, göstergeye üç aşamalı bir kavram olarak yaklaşır. İlk önce duyularımızla algıladığımız somut bir biçim karşımıza çıkar. Bu somut biçimle temsil ettiği şey arasındaki ilişki, ikinci aşamayı meydana getirir. İkinci aşamayı değerlendirebilmek için yorumlama adını verdiği üçüncü bir sürece gerek vardır. Yorumlama süreci, temsil edenden temsil edilene doğru gerçekleşir. Fakat Peirce’e göre temsil edilen her gösterge, daha önceden yorumlanmış başka bir göstergeye dayanır. İnsan da bu şekilde bir göstergeleştirme süreci (semiosis) içinde bulunur. Bu anlayışa göre dış dünyadaki nesneleri, geçmişten şimdiye kadar uzanan bir göstergeleştirme süreci içinde algılarız. Bilgiyi de akıl yürütme yoluyla değil algımıza yansıyan göstergeler yoluyla ediniriz. Peirce’e göre bir göstergenin anlamı onun kullanım değerine göre ölçülür. Böylece göstergeyi toplumsal bir olgu olarak değerlendirerek, daha dinamik ve değişken bir gösterge anlayışını savunur. Peirce, Kant’ın “Bilgilerimizin içeriğini belirleyen, bilgiyi edinme yollarımızdır.” görüşünü benimser. Kant’tan farkı, bilgiye akıl ve mantık yoluyla değil, göstergeler yoluyla ulaşmaya çalışmasıdır. Peirce, bizim dışımızda gerçek bir dünyanın var olduğunu, bunu doğrudan algılayamayacağımızı, ancak zihnimizde göstergelere dönüştürerek somutlaştırabileceğimizi savunur. Böylece göstergelerden yola çıkarak dış dünya gerçekliğine aşamalı olarak ulaşmaya çalışır. Göstergeler aracılığıyla edinilen bilgi, işlevine ve uygulanabilirliğine göre değer kazanır. Peirce, göstergenin uygulanabilirliği ve kullanım içindeki değerini “pragmatik” kavramıyla ifade eder. Bir göstergenin geçerli olabilmesi için toplumsal uzlaşıma dayalı olması gerekir. Her bilgi, sebep-sonuç ilişkisi içinde bir önceki bilgiye dayanır. Peirce’e göre bilgiler, tümevarım, tümdengelim ve varsayıma dayalı sonuç çıkarma olarak üç şekilde edinilir. Bu varsayım olgusu, yorumlama süreci olarak değerlendirilir ve başka göstergelere başvurmayı gerektirir. Peirce ve Saussure, göstergeyi bu şekilde insan zihninin bir işlemi olarak algılamışlardır. 20.yy’da Göstergebilim 20.yy’da Saussure’in etkisiyle dilbilim, büyük önem kazanmıştır. Daha sonra bunu, göstergebilim ve yapısalcılık alanındaki çalışmalar takip eder. Rus biçimciliği, V.Propp’un masalların ortak yapısından yola çıkarak edebiyatta evrensel bir yapı arama çalışmaları ve Todorov’un aynı bağlamdaki incelemeleri bu dönemde yer alır. Edebiyata yapısal açıdan yaklaşan Greimas, 1960’lı yıllarda, başta Tahsin Yücel olmak üzere Türkiye’de de pek çok edebiyatçıyı görüşleriyle etkilemiştir. Barthes, LeviStrauss ve U.Eco, yapısalcılığı çeşitli alanlara taşıyan önemli isimlerdir. Ancak, göstergebilimin özerk bir bilim dalı haline gelmesi 1950’lerden sonra gerçekleşir. Gösterge, özellikle medya alanında gelişen ve doğrudan kendini temsil eden bir kavram haline gelir. GÖSTERGEBİLİMİN ÖZERKLEŞMESİ-1950’LERDE NE OLDU? İlkçağlardan itibaren insanların içinde bulunduğu toplumsal şartlar ve ihtiyaçlar, onları belli bir çözüm ve bunun sonucunda da bilgi üretmeye zorlamıştır. Üretilen bilgiler, ister somut; ister felsefe, matematik gibi soyut alanlarda olsun sonuçları birbirini etkileyen bir bütündür. Göstergebilimin 20.yy’ın ikinci yarısında yaygınlaşmaya başlamasını belli bir toplumsal ve kültürel çerçeve içinde değerlendirmek mümkündür. Dünya ülkeleri, özellikle ABD ve Avrupa, uzun savaş dönemlerini geride bıraktıktan sonra, 20. yy’ın ikinci yarısında satın alma gücünün oldukça arttığı bir bolluk dönemine girer. Yaşanan bolluk üretimin bir sonucu olmasına karşın, tüketimin ön plana çıkmasına neden olur. İnsanların dünya görüşleri de bu doğrultuda değişir. Bu dönemde kitle iletişim araçları adı verilen reklam, sinema, televizyon gibi medya unsurları büyük bir hızla yayılarak insanları, kolay tüketilen değerlerden oluşan göstergeler dünyasına yöneltir. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ise, ülkeler arasındaki ilişkilerin yoğunlaşmasına neden olur. Bu durum da, yabancı dil öğrenme ihtiyacını doğurur. Kolay dil öğrenme isteği, insanları dilbilime yönlendirir. Dilbilimde elde edilen bilgiler, edebiyat, reklamcılık gibi farklı alanlara uygulanır. Kolay tüketilen ve insanları büyük ölçüde etkileyen pembe dizi, reklam gibi eğlencelik unsurların temelinde yatan dizgeler araştırılır. Bunun sonuçları, yine iletişim alanında uygulanır. U.Eco, Barthes, Strauss gibi araştırmacılar, göstergebilimi edebiyat ve dilbilimin merkezinden çıkararak, onun mimari, endüstri, mitoloji, antropoloji, sinema gibi farklı alanlara da uygulanabileceğini göstermişlerdir. Göstergebilimin hazırlayıcısı olarak kabul edilen yapısalcılık, sadece metni temel alarak, onu oluşturan toplumsal yapının göz ardı edilmesine neden olmuştur. Marksistler ise üst yapı olarak belirledikleri dil ve edebiyat yapıtlarını, alt yapı şeklinde adlandırdıkları toplumsal ve tarihsel bağlamları içinde değerlendirmişlerdir. Ayrıca, iki büyük savaşın yarattığı bulanım, geleneğin sorgulanmasına, bu değerlerin de zaman içinde değişebilen göstergeler olduğu düşüncesine yol açmıştır. GÖSTERGEBİLİMİN İŞLEMLERİ TEMEL BİLİMSEL KAVRAMLAR Göstergebilimin inceleme alanları arasında bilgi edinme ve bilimsel düşüncenin yapısı da yer alır. Bu alanları göstergebilim yöntemleriyle inceleyebilmek için, öncelikle onun araştırma nesnesi sayılan temel bazı kavramları açıklamak gerekir. 1.Terim, Terimce, Üstdil Yazı dilinde sözcük olarak karşımıza çıkan göstergeler, “gündelik dile ait olan sözcükler” ve “bilimsel terimler” olmak üzere ikiye ayrılır. Gündelik dilde bir sözcüğün, kullanıldığı bağlama göre birden çok anlamı olabilir. Fakat bilimsel bir kullanımda, anlamın çokluğu sakıncalar yaratabilir. Bu nedenle anlamları kullanıldıkları yere göre değişmeyen, kesin tanımlı sözcüklere “terim” adı verilir. Terimler, bilimsel çalışmaları ifade etmede, metne açıklık getirir. Terimce(terminoloji) kavramı ise, bir bilim dalına ait terimlerin tümüne verilen addır. Belli bir bilim dalındaki araştırmaları sunmak için gerekli olan terimler ve ifade biçimlerine, o alanın “üstdil”i denir. Araştırma nesnesi ve ifade aracı aynı olan dilbilimciler, olası bir karışıklığı önlemek için gündelik dilden farklı ifade biçimlerinin yer aldığı “üstdil” terimini ortaya atmışlardır. Bu terim, daha sonra bütün bilim dallarının da özel terimceleri anlamında kullanılmıştır. 2.Araştırma Nesnesi, Bağlam, Yöntem, Örnekçe Her bilim ya da uğraş alanının kendi özel şartları, ortamı ve amacına yönelik olarak üzerinde çalıştığı nesneye “araştırma nesnesi” denir. Aynı araştırma nesnesi, farklı alanlarda ve o alana özgü bakış açılarıyla ele alınabilir. Bir fizikçi ve kuyumcu, kristali, kendi bakış açılarına göre inceleme nesnesi olarak kullanabilir. Belli bir araştırmayı kimin, ne zaman, nerede ve ne amaçla yaptığı bizi araştırmanın “bağlam”ına götürür. “Yöntem” ise her bilim dalının araştırması için kullandığı özel deney ve gözlem yapma yollarıdır. “Örnekçe”ler çeşitli deney ve gözlemlerle elde edilen sonuçların herkes için geçerli soyut kurallara dönüştürülmesidir. Buna “izlenebilirlik” de denir. 3.Kuram, Paradigma “Kuram”, belli bir alandaki ya da konudaki, birbiriyle uyumlu ve tutarlı kurallar bütününü açıklayan kapsamlı bir bakış açısıdır. Kuram sözcüğünün batı dillerindeki karşılığı “theory”dir. Yunanca bakmak, görmek anlamına gelen “theorein” kökünden türemiştir. Bir kuramın, zaman içindeki gelişmeler sonucunda, büyük ölçüde değişikliğe uğramasına “paradigma” adı verilir. BİRİMLER VE İŞLEMLER Göstergebilimin araştırma nesnesi olan gösterge, Saussure ve Peirce tarafından kapsamlı olarak ele alınmıştır. Göstergeye dil açısından yaklaşan Saussure, onun ortaya çıktıktan sonraki sürecini takip eder ve göstergeyi kalıplaşmış, büyük ölçüde durağan bir nesne olarak alır. Peirce ise dil-dışı göstergelere ve göstergeleştirme sürecine büyük önem verir. Saussure’ün Göstergesi ve Dizgesi Saussure’e göre gösterge, bir kavramla, onu somut olarak temsil etmeye yarayan biçimden oluşur. Göstergenin tam olarak neyi temsil ettiği ilk filozoflardan beri tartışılmaktadır. Fakat Saussure, bunu zihinsel bir işlem olarak kabul eder ve dilbilimin konusunun dışında tutar. Onun için önemli olan, kavramın nasıl oluştuğu ve neyin yerini tuttuğu değil, oluştuktan sonraki durumudur. Saussure, dilsel göstergeyi ve onu oluşturan dizgeyi kendine örnekçe olarak seçmekle birlikte, dil dışındaki göstergelerin de varlığını kabul eder ve bunları inceleyecek semiyoloji adlı yeni bir bilim dalı kurulacağını söyler. 1.Dilsel Göstergenin Tanımı Saussure’ün dilsel göstergesi gösteren ve gösterilenden oluşan iki yönlü bir kavramdır. “Gösterilen”, zihnimizde oluşan soyut bir kavram, bir imgedir. Bu kavramın belli bir ses zinciriyle ifade edildiği somut şekline, diğer bir deyişle sözcüğe “gösteren” adı verilir. Saussure’e göre gösteren ve gösterilenden oluşan gösterge, bir kağıdın iki yüzü gibi ayrılmaz, kalıplaşmış bir bütündür. Fakat gösteren ve gösterilen arasındaki bağ, bir toplumda o dili konuşanlar arasındaki uzlaşım sonucunda kurulur. 2.Şifre ve Nedensizlik İlkesi Bir topluluğun kullandığı dilde, bir kavramı temsil etmek için seçilen, üzerinde uzlaşılan sözcükler, o dilin şifresini oluşturur. Bu şifrenin seçilmesinin herhangi bir nedeni yoktur. Bunu Saussure “nedensizlik ilkesi” olarak ifade eder. Önemli olan iletişimin sağlanabilmesi için, seçilen sözcük üzerinde toplumsal bir uzlaşıma varılmasıdır. 3.Şifrenin Uzlaşımsallığı, Yaptırımcılığı ve Değişebilirliği Bir dilde gösterenle gösterilen arasında kurulan ilişki o dilin şifresini verir. Bir dilin şifresi, o dili konuşanlarca öğrenme yoluyla bilinir. Her toplumun üzerinde anlaştığı bir dil şifresi vardır. Üzerinde uzlaşılan bu şifrelerin sonradan değiştirilmesi zor olsa da mutlak değişmez olarak da kabul edilemez. Yeni bir uzlaşıma bağlı olarak gösterilenlerin adı değişebilir ya da yeni sözcükler ortaya çıkabilir. Bu süreç, bazı iletişim kopukluklarının yaşanmasına sebep olsa da, zaman içinde yeni sözcükler toplum tarafından benimsenir. 4. Nedensizlik İlkesinin İstisnaları Gösterilen ve gösteren kavramları arasındaki nedensizlik ilgisi, bazı durumlarda değişebilir. Örneğin doğayı taklit eden yansıma seslerle kurulan sözcükler, nedenli olarak kabul edilebilir. Fakat her dilin doğayı yansıtmak için kullandığı sözcükler yine farklıdır. Ayrıca benzetme ilişkisine bağlı olarak iki ayrı varlık aynı sözcüklerle ifade edilebilir. Simgelerin oluşması da bu şekilde gerçekleşir. Örneğin adaletin teraziyle simgeleştirilmesi yaygın bir kullanımdır. Değişen şartlara bağlı olarak bir toplumun kullandığı simgeler ve ona verilen anlamlar zamanla değişebilir. 5.Saussure’ün Dizgesi Saussure’e göre bir göstergenin değeri, bulunduğu dizge içindeki yeriyle ölçülür. Dil, birbiriyle etkileşim halindeki alt dizgelerin birleşmesinden oluşur. Bir dizgenin birimleri arasındaki “içerme, dışlama, karşıtlık ve bir arada bulunma” ilişkileri tüm dizgeler için geçerli olabilecek genel ilkelerdir. Dizgenin kuralları ya da yapısal özellikleri ise o dizgeye özgü niteliklerdir. Saussure’den esinlenen günümüz dilbilimi, dilin dizgelerini şöyle sıralar: -Sesbirimlerini inceleyen ses dizgesi: Sesbilim(fonoloji), sesbilgisi(fonetik) ve sesdizim -Sözcüklerin anlamlarını inceleyen anlam dizgesi: anlambilim(semantik) -Tümceleri inceleyen dizge: sözdizim(sentaks) -Tümcenin kullanıldığı bağlamı inceleyen dizge: edimbilim(pragmatik) 6.Ses Dizgesi: Sesbirim(fonem), dilin en küçük ve temel birimidir. Sesbirimlerin, bir ses dizgesi içinde bir araya gelmeleriyle sözcükler oluşur. Sesbirimler, sözcüğe bağlı olarak anlam kazanırlar. Tek başlarına bir anlamları olmamakla birlikte sözcükler üzerinde ayırt edici özelliğe sahiptirler. Sesbirimler, her dilin kendi kurallarına göre bir araya getirilirler. Tüm dillerde insanın çıkarabildiği ses sayısına bağlı olarak ortalama altmış sesbirim vardır. Fakat bunlardan kullanılanlarının sayısı ortalama otuzdur. 7.Anlam Dizgesi Her sesbirimin ancak belli bir sözcük içinde anlamı olduğu gibi, her sözcüğün de kullanıldığı bağlam içinde bir anlamı ve değeri vardır. Sözcükler tek başlarına kullanıldıklarında anlamları belirsiz hale gelebilir. Bu şekilde sadece soyut bir genelleme niteliği taşırlar. Bazı sözcükler, başka sözcükleri de içeren bir üst kavram niteliğindedirler. Örneğin çiçek sözcüğü, papatya, menekşe, gül gibi diğer türleri de kapsayan bir üst kavram olarak düşünülebilir. Ayrıca anlamsal açıdan bir arada kullanılması uygun olan ya da olmayan sözcükler de bulunur. Fakat dilin dinamik bir dizge olduğunu ve zaman içinde değişebileceğini kabul edersek, bu durumu mutlak bir kural haline getirmek doğru değildir. 8.Dizi ve Dizim: Tümce Kurgusu-Metin Kurgusu Tümcelerin kurulması için gerekli olan iki temel kural, sözcük şeklindeki göstergelerin seçilmesi ve bunların bir düzen içinde dizilmesidir. Tümce içinde birbirinin yerine alabilecek, anlam açısından birbiriyle uyumlu sözcükler listesine dizi(paradigma) adı verilir. Daha sonra bunların bağlı bulunduğu dilin kuralları çerçevesinde art arda dizilmesine ise dizim(sentagma) denir. Tümceler, genellikle metin içinde bir ileti oluştururlar. Metinlerin de belli kuruluş özellikleri vardır. Bir tümcenin kullanıldığı bağlam ve ortam çerçevesinde anlamının değişmesi edimbilimin konusu içine girer. Sağlıklı bir iletişim kurabilmek için dilin kullanım değerlerine hâkim olmak gerekir. 9.Çizgisellik Dilin dizgelerinin birimleri olan sesbirim, sözcük ve tümcelerin anlamlı birer dizge oluşturabilmeleri için, birbiri ardınca sıralanmalarına çizgisellik ilkesi adı verilir. Fakat dil dizgesi için geçerli olan bu durum, örneğin resim alanı için geçerli olmayabilir. Bir resmi, herhangi bir noktasından algılamamız mümkündür. Ancak dil dizgeleri, art arda sıralanmalarıyla oluşan bütün içinde anlam kazanırlar. 10.Artzamanlılık ve Eşzamanlılık Saussure, dilin zaman içinde geçirdiği değişikliklerin, farklı zaman kesitlerindeki tüm kullanım özelliklerinin karşılaştırılması yoluyla incelenmesine “artzamanlı inceleme” adını verir. “Eşzamanlı inceleme” ise, dilin belli bir zaman kesiti içinde ve tüm yönleriyle incelenmesidir. Her iki inceleme yönteminde de Saussure dili, bir dizge halinde, diğer bir deyişle birbirini etkileyen kurallar bütünlüğü içinde ele alır. 11.Dizge ve Söylem Saussure, insanın dille olan bağlantısını dil yetisi, konuşma dilleri ve söylem olmak üzere üç ayrı düzlemde inceler. Dil yetisi, her bireyin dilsel göstergeleri anlamlandırma ve bunları bir dizge içinde kullanma becerisine sahip olmasıdır. Bu beceri sayesinde her toplum, kendi ortak şifresini oluşturan dil dizgelerini meydana getirir. Böylece her birey, kendi toplumlarının konuşma dillerini, ana dili olarak doğuştan itibaren öğrenir. Yazı, konuşma dilinin başka bir düzlemde göstergeleştirilmesidir ve konuşmadan sonra gelir. Söylem ise, her bireyin iletişim kurarken kendi seçtiği sözcükleri kullanmasıdır. Özellikle sanat ve edebiyat yapıtlarında ön plana çıkan bireysel söylemler oluşturulurken, sağlıklı bir iletişimin gerçekleşmesi için dil dizgesinin kurallarına uyulması gerekir. Peirce’ün Göstergesi Peirce’ün göstergesi, dinamik bir yapıya sahip olup bir göstergeler zinciri içinde yer alır. Onun göstergesi biçim, gönderge ve yorum/yorumlayıcıdan oluşan bir üçgenle ifade edilebilir. Saussure’e göre, gösteren ve temsil ettiği şey arasında kurulan ilişki nedensiz ve toplumsal uzlaşmaya bağlıdır. Peirce, bu anlayışa yorum sürecini ilave eder. Bir göstergenin neyi temsil ettiğini anlamak için bir yorumlayıcıya ihtiyaç vardır. Yorum, bireysel özellik taşır. Peirce’e göre bu üçgendeki öğelerden hangisinin ön plana geçeceği göstergeden göstergeye değişebilir. Örneğin sanat yapıtlarında duyularımızı harekete geçiren somut biçim ön plandadır. Peirce’ün 76 gösterge tanımı vardır. Onun tanımına göre, bir gösterge ya da temsil eden(representamen), bir kişinin zihninde benzer özelliklere sahip başka bir göstergeyi çağrıştırır. Oluşan bu yeni göstergeye Peirce, ilk göstergenin “yorumlayıcısı” adını verir. Peirce, gösterge terimiyle, daha çok gösterileni temsil eden somut ve biçimsel tarafa ağırlık verir. Onun yorumlayıcı süreci, bir göstergenin bireyin zihninde yarattığı izlenim sonucu oluşturduğu ikinci bir göstergedir. Bu ikinci gösterge, ilk göstergenin birey tarafından kendi deneyimlerine göre yorumlanmış, belki de daha kapsamlı hale getirilmiş şeklidir. Peirce, göstergenin temsil ettiği nesneye “gönderge” adını verir. Bir haritanın, bir coğrafi alanı tam olarak ifade etmesinin mümkün olmaması gibi bir göstergenin de nesnesiyle tam olarak örtüşmesi beklenemez. Gönderge de birey tarafından daha önceden yorumlanmış ve bir gösterge haline getirilmiş olduğundan, mutlak ve değişmez olarak kabul edilemez. 1.Gösterge Türleri Peirce’ün göstergeleri belli sınıflara ayırması, göstergebilimin, dilbilim dışındaki alanlarda da kullanılabilmesine imkan sağlamıştır. Peirce, göstergeleri, öncelikle biçim, gönderge ve yorumlayıcılarla olan ilişkileri bakımından üç sınıfa ayırır. Göstergenin türlerine ait ilk öbek nitel, tikel ve kavramsal(kural) gösterge türlerini içine alır: Nitel gösterge: İlk aşamada duyularımızla algıladığımız bir niteliktir. Örneğin ağaç sözcüğünü ilk olarak bir ses zinciri şeklinde duyarız. Tikel gösterge: Tek ve belirli bir varlığa ya da duruma gönderme yapan göstergedir. Bireysel bir söylemin içinde yer alan belirli sözcükler bu guruba girer. Örneğin “evimizin arka bahçesinde duran ağaç”, tikel bir göstergeyi belirtir. Kavramsal/kural gösterge: Tek başlarına ele alınan göstergelerin, temsil ettiği kavramı genel özellikleriyle yansıtmasıdır. Sözlükte karşılaştığımız ağaç kelimesinin, tüm ağaç kümesi elemanlarını karşılaması örnek olarak verilebilir. Gösterge türlerine ait ikinci öbek, görüntüsel gösterge(icon), belirti(index) ve simge(symbol)’den oluşur: Görüntüsel gösterge: Temsil ettiği nesneye benzeyen göstergedir. Çoğunlukla görsel sanatlarda karşımıza çıkar. Bu ilke, benzerlik yönüyle edebiyata da uygulanır. Bir metinde(temsil eden), olayların anlatılış sırası, olayların gerçek sırasına (temsil edilen) uyuyorsa; temsil edenle temsil edilenin birbirine benzediği kabul edilir. Belirti: Neden- sonuç ilişkisiyle birbirine bağlanan göstergelerdir. Burada önemli olan nokta, doğal olarak her zaman var olan bu ilişkiyi, bizim deneyimlerimiz sonucunda algılamamızdır. Örneğin “duman”, “ateş”in varlığının belirtisidir. Simge: Uzlaşıma dayalı olarak oluşan göstergelerdir. Örneğin bir sözlükteki sözcükler, o dili kullananlarca üzerinde uzlaşılmış kavramlardır. Bu nedenle aynı zamanda bir genellemeyi de yansıtırlar. Gösterge ile yorumlayıcı arasındaki ilişkiye dayanan üçüncü öbek ise terim, önerme ve sav türlerini içerir: Terim: Tek başına kullanıldığında bir genellemeyi ifade eden ve doğru ya da yanlış bir değer taşımayan sözcüklerdir. Bu açıdan bakıldığında, tek başına kullanılan her sözcük bir terim olarak düşünülebilir. Önerme: Birden fazla terimin bir araya gelmesiyle oluşan, bilgilendirme amaçlı bir göstergedir. Ancak önermeler, verdiği bilginin doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlamaz. Bazı tümceler önerme niteliği taşırlar. Sav: Neden-sonuç ilişkisi içinde bir araya getirilen, önermelerden daha karmaşık göstergelerdir. Önermeden farklı olarak bir savın doğruluğu veya yanlışlığı akıl yürütme yoluyla ispatlanabilir. Peirce’ye göre bir gösterge, bu türlerden birçoğuna dahil olabilen, devingen bir birimdir. Göstergeleştirmenin Dinamikleri Peirce’ün göstergeleri, yorumlanabilen, kullanıldığı bağlama göre anlamı değişen dinamik bir süreci ifade ederler. Zaman içinde bir dil dizgesine yeni göstergeler eklenebilir. Ya da daha önce kullanılan bir göstergenin yerine, yeni bir göstergenin geçmesiyle anlam alanı daralabilir. Örneğin “hayat” sözcüğüyle birlikte “yaşam” sözcüğünün, “saadet” sözcüğüyle birlikte “mutluluk”un da kullanılması, kültür dizgemizin de zaman içinde değişebileceğini; bu yeni dünya görüşlerini karşılamak ihtiyacının yeni sözcükleri de beraberinde getirdiğini gösterir. Ayrıca bir göstergenin temsil ettiği kavram üzerindeki uzlaşım, zaman içinde kaybolabilir. Bu durumda herkes gösterileni kendine göre yorumlamaya başlar. Umberto Eco, “Gülün Adı” adlı romanının ismini, bu düşünceye göre koyduğunu belirtir. Gülün, birçok toplumda bir simge olarak çok sık bir şekilde kullanılması, zaman içinde neyi temsil ettiği düşüncesini önemsiz hale getirerek, onu “simgelerin simgesi” değerine taşır. DÜZANLAM VE YANANLAM Konuşma dilinde bir sözcüğü duyduğumuz anda uzlaşıma dayalı olarak zihnimizde oluşan ilk kavram, o sözcüğün düzanlamıdır. Yananlam ise düzanlamdan kopuk olmamak şartıyla, bireyin yorumunun ön planda olduğu, sözcüklerin ikinci anlamıdır. Düzanlam: Morris’in sınıflandırmasına göre düzanlam, genel ve tekil olmak üzere ikiye ayrılır. “Genel düzanlam(denotatum)”, tek başına kullanılan bir sözcüğün, tüm kümeye gönderme yapmasıdır. Sözcüklerin sözlük anlamları bu soyut genellemeyi yansıtır. “Tekil düzanlam ise(designatum)”, sözcüğün kullanıldığı bağlam içinde tek ve belirli bir nesneye gönderme yapmasıdır. Burada tekil göstergenin oluşabilmesi için aynı bağlam içinde yer alan diğer göstergeler arasından bir ya da birden çok seçim yapılması gerekir. Örneğin “bardak” kelimesinin sözlük anlamı, sözcüğün genel düzanlamını, “evimdeki masada duran mavi su bardağı ya da bardakları” ise tekil düzanlamını karşılar. Peirce, bu göstergeyi tikel gösterge olarak adlandırır. Düzanlamın karmaşık olma özelliği, onun yananlamlar kazanmasına neden olur. 1.Kavram Alanı, Anlambirimcikler Sözcüklerin zihnimizde oluşturduğu kavram karmaşıktır ve birden çok niteliği olan bir kümenin öğelerine gönderme yapar. Buna sözcüğün “kavram alanı” da denir. Bir sözcüğün kavram alanındaki öğeler, “anlambirimcikler(sem)”i meydana getirir. Bu anlambirimciklerden bazıları, kavramın çekirdeğini oluşturur. Bağlam içindeki bir sözcüğü, kavram alanındaki anlambirimciklerden biri ya da birkaçını önplana çıkararak tikel bir göstergeye dönüştürebiliriz. Örneğin “yenge” sözcüğü Türkçede “kadın, evli, akraba” gibi pek çok anlambirimciği içine alır. Bu saydıklarımız aynı zamanda her kullanımda geçerli olabilen çekirdekteki anlambirimcikleri gösterirler. Yenge sözcüğünü “amcanın eşi” kavramıyla karşıladığımızda ise, belirli bir yengeden bahsedildiği için, tikel bir gösterge ortaya çıkarmış oluruz. Yananlam Yananlam, bir sözcüğün zihnimizde oluşturduğu kavram alanından yalnız bir tanesinin(anlambirimcik) seçilerek yeni bir değer kazanmasıdır. Yananlamlar, kalıplaşmış ya da bireysel olabilirler. Atasözleri, deyimler ve bir sözcüğün toplumun kültürüne yerleşmiş kullanımları “kalıplaşmış yananlam”a girerler. Dini resimlerde kalıplaşmış, kültürün bir parçası haline gelmiş yananlam katına “ikonografi” adı verilir. Fakat aynı değeri karşılayan bir yananlamın ifadesi, toplumdan topluma değişir. Çünkü her toplum, yaşadığı benzer tecrübeleri farklı atasözleri ve deyişleri kullanarak anlatır. Ayrıca özellikle sanat ve edebiyatta “bireysel yananlamlar”a sıklıkla başvurulur. Bireysel imgelerin yanlamlarını çözmek için sanatçılar, eserlerinde belli ipuçları verir. Örneğin bir şairin bu ipuçlarını fazla belirgin sunması şiiri bayağılığa, kapalı vermesi ise anlam karışıklığına yol açar. Barthes, bu tür ipuçlarının kullanılmasına “yerdeşlik oluşturma” adını verir. Aynı gösterge ya da sözcük, içinde birden çok yananlam katını barındırabilir. Bunun anlaşılması için, o sözcüğü bağlamı içindeki ipuçlarına göre değerlendirmek gerekir. Tek bir sözcük bir yananlam özelliği taşıyabileceği gibi, tam bir metin de bir yananlam katı oluşturabilir. Eklemlenme ve Bağlam Bir dilin en küçük birimi olan seslerin birleşmesiyle sözcükler, sözcüklerin bir araya gelmesiyle tümceler oluşur. Dil birimlerinin bu şekilde birleştirilmelerine Saussure’nin ifadesiyle “eklemlenme” denir. Bir tümcenin ileti olabilmesi için, diğer bazı tümcelerle bir araya gelerek bir bağlam içinde yer alması gerekir. Tümcelerin birbirine eklemlenmesiyle oluşan bu iletiye “sözce” adı verilir. Sözcelerin de bu şekilde başka sözcelerle çevrilmesi “sözcelem(enonciation)”i meydana getirir. Böylece metinler oluşur. Metnin anlamı, sözcelem düzleminde diğer bir deyişle kültürel ve toplumsal bağlamda ortaya çıkar. Nasıl sözcükler ve tümceler bir bağlam içinde değer kazanıyorsa, bir edebi metin de çeşitli bağlam katmanları açısından yorumlanabilir. Bir metin, içinde bulunduğu kültürel ve siyasal ortama ve diğer edebiyat metinleriyle kurduğu ilişkiye göre değişik yananlamlar kazanır. Metin kavramı, iletişim özeliği taşıyan tüm diğer ifade alanlarında da kullanılabilir. Bu açıdan figüratif bir resim de bir metin olarak değerlendirilir. Ancak, resim gibi bazı dil dışı göstergelerin, kalıplaşmış birimleri oluşmadığından eklemlenme katları daha azdır. Bir resmin anlaşılması için, üzerinde uzlaşılmış birimlere ihtiyaç yoktur. Çünkü her resim, nesneye farklı bakış açılarından yaklaşır. Fakat sanat ve edebiyat yapıtlarının bir iletişim değeri taşıması için kültürel ve toplumsal bağlam içinde değerlendirilmeleri gerekir.