sistematik kelam-ı

advertisement
1
Kelam’da Bilgi Problemi
İslam inancının, bir başka ifadeyle kelamın ilminin en temel
konularından biri marifetullah’tır ve tevhid’dir. Bunların bilinmesi ve
doğru bir şekilde ortaya konulması için öncelikle “evail ve mukademat”
olarak ifade edilen bilgi konusunu ortaya koymak gerekir. Ancak bunlarla
Allah’ı bilme ve tevhid sağlıklı bir şekilde ortaya konabilir. Bu açıdan bilgi
problemi/epistemoloji kelamın giriş konusudur. Nasıl ki fıkıh kitapları
taharet bahsiyle başlarsa ve temizlik ibadetler için bir ön hazırlık ise bilgi
bahsi de inancın sağlam ve sahih olması için bir ön hazırlık
konumundadır.
Konuya giriş bağlamında bir mukayese yapmak, İslam’da bilgi
problemini daha iyi anlamızı sağlayacaktır. Genel olarak İslam
düşüncesinde bilginin seyri ile Batıdaki seyri arasında temel farklılıklar
olduğunu belirtmek gerekir. İslam düşüncesinde bilgi daha ziyade
hiyerarşik açıdan ele alınmıştır. İslam bilgi teorisinde indirgemecilik
yoktur. Her bilgi önermesinin tekabül ettiği bir ontolojik gerçekliğin varlığı
esası üzerine temellendirilmiştir.
İslam kelamında hiyerarşik bilgi anlayışı üç ana kategoride ele alınır:
1. Fiziksel âlemin duyularla algılanmasına dayanan ve gerçeklik ifade
eden tecrübi bilgi, duyuların verdiği bilgi.
2. Kendine ait alandan bilgi vermeye yönelik olarak kullanılan akli bilgi.
3. Gerçekliğin en yüksek seviyesine karşılık gelen haberi bilgi veya vahyi
bilgi.
Kelam’da bilgi poeblemi genel olarak bilginin kaynakları açısından ele
alınarak ortaya konulmaktadır. Bilginin kaynakları söz konusu edildiğinde
öteden beri klasik kelam kaynaklarımız konuyu üç başlığa vurgu yaparak
aktarmaktadır:
1. Duyular: Bunlar beş duyuyu ifade eder ve bunlara havass-ı selime
denir. Doğrudan bilgininin kaynağıdırlar. Yani dolaysız bilgi elde etme
vasıtalarıdır. Duyuların verdiği bilgiler zorunlu bilgilerdir.
2. Akıl: Bilgi kaynağı olarak akıl, önemli bir konuma sahip olmakla
birlikte, akıl ile nakil ilişkisi bağlamında düşünüldüğünde farklı kelami
ekoller arasında fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Mutezile aklı nakle
2
öcelerken, Eş’ari
öncelemişlerdir.
ve
Maturidi’ler
ve
özellikle
Selef
ekolü
nakli
Nakli hareket noktası kabul etmekle beraber akla da önem veren kelâm
metodu, aklı İlahiyat sahasında hataya düşmekten korur. Akıl aslında
ilâhî tekliflerin vâki" olması İçin kaçınılmaz bir şarttır. Akıl ni'metinden
mahrum olanları ne ilâhî ve ne de beşerî kanunlar mes'ûl tutmamıştır.
Akıl hayr ile şerri, güzel ile çirkini idrâk ve temyîz eder. Yalnız dinin
esaslarım (usûlü'd-din) teşkîl eden ve kelâmda mesâil diye
isimlendirdiğimiz ana prensipleri vaz' edemiyeceği gibi haram, halâl ve farz
kabilinden ancak nassın tayin edeceği hususları da ibtidâen ve
müstakıllen tayin edemez.1 Kur’an’da hem akıl hem de sem’ ayrı birer bilgi
vasıtası olarak ifade edilmiştir. “Eğer işitseydik (peygamberlere kulak
verseydik) veya akletseydik cehennemlik olmazdık” (Mülk 6710)
3. Doğru Haber: Kelam’da haber bilgi kaynakları arasında yer alır.
Ancak her haber kesin bilgi ifade etmez. Sadece doğru haber dediğimiz
“haber-i sadık” bu fonksiyona sahiptir. Doğru haber iki kısımdır:
a. Mütevatir haber: “Tevatür” kelimesi, peşpeşe gelmek demektir.
Aralarında bitişiklik olmadan ard arda gelmeyi ifade eder. Istılahi anlamı
ise “yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri aklen mümkün olmayan
topluluğun vermiş olduğu haber”dir. Durum böyle olunca mütevatir haber
kesin bilgi ifade eder. Bu konuda İslam âlimleri arasında ittifak vardır.
Mütevatir haberin, akla aykırı olmaması, zaman ve mekan açısından yalan
söylemek üzere bir araya gelmeleri aklen mümkün olmaması, verilen
haberin duyularla idrak edilebilecek nitelikte olması gibi şartlara sahip
olması gerekir.
İslam medeniyetinin ve bunun arka planını oluşturan düşünsel zeminin
en ayırıcı özelliğinden biri, nakle dayalı haberin (haber-i sadık) bilgi
kaynakları arasında asli bir konum işgal etmesidir. Vahyin bizzat kendini
içine alan bu kaynağın epistemolojik değeri yanında, onun taşıyıcısı ve
uygulayıcısı durumundaki peygamberin beyanları da ayrıca önem
taşımaktadır. İslam düşüncesinin teorik yönünü ifade eden itikadiyat
alanında inançların temellendirilmesi, hatta fıkıh alanında amellerin tespit
ve tayini farklı düşünce disiplinleri arasında değişik tasniflerle bilgi
kaynaklarına dayandırılmış ve deliller bu çerçevede değerlendirilmiştir.
1
Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi Giriş, s. 95
3
İslam dininin asli yönünü oluşturan ahkâm-ı asliye’de epistemolojik
açıdan daha titiz davranma ve kat’i delilin dışındakileri dikkate almama
ilkesi, özellikle kelamcılarda öncelenen bir konu olmuştur. Kelam ilminde
öncelikle bilginin kesinliği esas alınmış, epistemolojik değeri üzerinde
önemle durulmuştur. Ancak özellikle Mutezile, İslam inançlarını akli bir
zemin üzerinde inşa etmeye, sonra bunları kendi inançlarına uygun bir
doğrultuda gördükleri veya göstermeye çalıştıkları ayet ve hadislerle
desteklemeye çalışmışlardır. Bunu yaparken de kendi anlayışlarına aykırı
gördükleri ayetleri tevil yoluna gitmişler, bu konularla ilişkili olan aykırı
tarzdaki hadisleri de ya te’vil etmişler veya tevil imkânı olmadığını
gördüklerini ise reddetmişlerdir.
İslam’ın asli kaynağı durumundaki Kur’an’ın bilgisel değeri konusunda
fikir ayrılığı bulunmamakla birlikte manaya delaleti kesin olmayan ve
farklı anlamlara ihtimali bulunan ayetlerin yorumunda değişik
yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Nasların karakterinde bulunan farklı
anlamlara delalet etme özelliği, itikadi ekollerin açıklama biçimlerinde
değişik sonuçların çıkarılmasına imkân tanımıştır. Farklı anlamlara
delalet etme imkânı bir yana, manaya delaleti kat’i görülen aynı ayetlerin
dahi her mezhep ve düşüncenin birbirlerine karşı delil olarak kullanmış
olması, bunun en açık delilidir.
Tüm fırkalar kendi meşruiyetlerine zemin oluşturmak için özellikle
ayetlere yönelmişler, bazen kendi fikri yapıları ve zamanın sosyal ve siyasi
çerçevesinin yapısından kaynaklanan davranış kalıplarıyla bu nasları
yorumlamışlar, bazen de nasların söz konusu edilen karakterinden
kaynaklanan sebeplerle bunlara anlam yüklemeye ya da bunlardan anlam
çıkarmaya çalışmışlardır. Fakat en fazla görüş ayrılığına düşülen nokta
hadislerin itikadi alandaki bilgisel değeri konusunda olmuştur. Hz.
Peygamberden “menkul” beyanların itikadi değeri, aklı öncelemesi
sebebiyle olsa gerek özelde Mutezile’ye, genelde ise Mutezile’nin şahsında
kelama yüklenmiş ve bu olumsuz imajın etkisiyle biraz da meşruiyet
koşullarını içinde barındıran yaklaşımlarla kelâma ve kelâm yöntemine bu
çizgi üzerinden hücum edilmiştir.
b. Haber-i Resul: Mucize ile müeyyed peygamber haberi.
Peygamberlerin ortaya koydukları mucize, onların nübüvvetinin delili
olduğu genellikle kabul edilen bir husustur. Peygamberler tek kişi
oldukları halde verdikleri haberler peygamber olmaları dolayısıyla, yani
mucize ile desteklendikleri için kesin ve doğru bilgi ifade ederler.
4
Bazı İslâm filozofları ve Mutezile gibi bazı ekoller bunun nübüvvete
delaletine şüphe ile bakmışlarsa da onların bu tereddütleri temelde
mucizenin tanımından kaynaklanmaktadır.
Ehl-i sünnet kelâmcıları, mucizenin peygamberliğin en önemli delili
olduğunda aynı kanaati paylaşmaktadırlar. Mucize, fail-i muhtar olanın
bir fiili olduğuna göre, Allah, nübüvvetini doğrulamak ve teyit etmek
istediği kimsenin elinde mucizeyi gerçekleştirir ve bunu onun
doğruluğuna delil yapar. Çünkü mucizenin kâfirin elinde meydana
gelmesi muhaldir. Zira mucizenin kâfirin elinde ortaya çıkması doğru olan
zatın ortaya çıkmasını engeller ve gerçek peygamber ile yalancı
peygamberin birbirinden ayırt edilmesini imkânsız kılar. Eğer yalancıların
elinde mucizeler meydana gelecek olursa ki nübüvvetin bundan başka
delili yoktur, doğru ile yalan, hak ile batıl arasında bir belirir ve hakka
götüren yol kapatılmış olur.
Bu üç kaynağın yanında keşf, ilham ve bununla bağlantılı olarak
rüyanın bilgi kaynağı olup olamayacağı öteden beri tartışma konusu
yapılmıştır. Bilgi kaynakları klasik dönemde hem ilim hem de marifet
kavramlarını içine alacak şekilde ele alınmış, dolayısıyla bu dönem
âlimlerinin düşünce dünyasında herhangi bir problem oluşturmamıştır.
Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak bu konu doktriner yapı içi sorun
iken modern zamanlarda zihinsel parçalanmışlık sebebiyle bir çatışma
unsuru haline getirilmiştir. Böyle olunca ilim ve irfan birbirinin alternatifi
olarak görülmüş, bir bütünlük içerisinde değerlendirilmemiş ve
indirgemeci bir yaklaşımla konu ele alınmıştır. İnsan aklının ve bilimin
kutsallaştırılacak derecede ön plana çıkarılması kelamdaki bilgi ve marifet
bütünlüğünü bozmuş, her türlü olumsuz yaklaşım veya sonuçlar haber ve
marifete fatura edilmeye kalkışılmıştır. Bu durum zaten günümüzde
kendisini açıkça zihinsel dağınıklık şeklinde göstermektedir.
Duyular, doğru haber ve akıl bilgi kaynağı olarak dikkate alındığında
doğrudan doğruya dinî akîdelerin kendisini teşkîl eden “mesâil”in
tespitinde haber-i sâdık yani doğru nakil kullanılır. Bu akidelere mebde'
teşkil eden vesîlelere (vesâil) gelince, bunlardan mahsûsâta (duyulur
âleme) ait olanlar için his, ma'kulât (duyulur âlemin ötesi) için de akıl
kullanılır.
5
İlim ve İlmin Çeşitleri
Eş’ari kelamcısı Bakıllanî (ö. 403), bilgi konusunu ele alırken önce onun
tanımından hareket etmiştir. O ilmi şöyle tanımlar:
“İlim, malumu olduğu gibi bilmektir. Kişinin ilk bilmesi gereken bilgiler
ilim ve ilmin hükümleridir.”
İslam düşüncesinde ilim/bilgi varlık alanları dikkate alınarak
bölümleme yapılmıştır. Özellikle kelam ilminde varlık alanlarının
zıtlığından hareketle böyle bir bölümlemeye gidilmiştir. Bu ayrıma esas
teşkil eden anlayış diğer tüm alanlarda da kendini göstermiştir. Allah ile
âlem arasında ontolojik bir zıtlığı esas alan kelam tüm ilişki alanlarını bu
zeminden tahlil etmiştir.
Kelam’da ilim iki kısımda incelenir:
1. Allah’ın ilmi: İlim, Allah’ın zatını niteleyen bir sıfattır. İstidlali veya
zorunlu değildir. Allah’ın ilmi, sınırsızdır. Malumun değişmesi ile
Allah’ın ilmi değişikliğe uğramaz. Allah’ın ilminde var olanlar
mutlaka gerçekleşir. Allah’ın sıfatları konusunda ilim sıfatını izah
ederken bu husus daha detaylı verilecektir. Şu ayetler Allah’ın ilmine
açıkça işaret etmektedir:
“Allah onu ilmiyle indirdi.” (Nisa 4/166)
“Hiçbir dişi O’nun ilminden bağımsız ne hamile kalır ne de çocuğunu
bırakır.” (Fatır 11)
2. Yaratıkların bilgisi: Yaratıkların bilgisi ifadesi Allah’ın dışındaki
varlıklardan bilgi elde etme imkânına sahip olanlar kastedilmektedir.
Bu bilgi çeşidi de üç türlüdür:
a. Zorunlu bilgi: Bu yaratıklarda zorunlu olarak ortaya çıkan ve
objelerinde şüphe bulunmayan bilgidir. Beş duyunun verdiği bilgi
gibi. Yine insanda zorunlu olarak beliren bilgi de zorunlu bilgi
türündendir. İnsanın kendi varlığını bilmesi gibi.
b. Nazari bilgi: Düşünme ve tefekkür sonunda elde edilen bilgi. Bunun
yolu nazar ve delildir. Bunun hükmü ise bu bilgiden dönüş
imkânının bulunması, objesi konusunda şüphe bulunmasıdır.
c. İstidlali bilgi: Bu delile dayalı olarak elde edilir. Bu da üç şekilde olur:
1) Akli: Fiilin failine delalet etmesi gibi aklın, ortaya konulması gereken
şeyler konusunda delil olarak kullanılmasıdır.
6
2) Sem’i: Nakle dayalı
bulunulmasıdır.
delillerin
kullanılarak
akıl
yürütmede
3) Lügavi: Dilin kelimelere yüklediği anlamlarla istidlal etmektir. Ateş
denilince yakıcı nesne, insan denilince bildiğimiz varlık ve bünye
akla gelir.
Rasyonalite ve Tecrübecilik
Akıl ve akletme denildiği zaman kastedilen dar anlamı, statik bir öz
değil, insanın düşünme kapasitesidir.
‘Din rasyonel değildir’ ifadesinin doğru olduğunu varsaysak bile, bunu
şunu söylememize engellemeyecektir: en kötü ihtimalle din aklın altında,
en iyi ihtimalle de aklın üstünde bir şeydir. Bu durumda da akılla
kavranabilecek ve bir şekilde kendisinde bahsedebilecek bir şey niteliğini
hiçbir zaman kaybetmez. ‘Akıl, Tanrı’nın dünyadaki terazisidir’ derken de
Zeahner buna işaret etmektedir. O halde rasyonallikten kastımız nedir?
1. Rasyonel olan şey ispat edebileceğimiz alanla sınırlı değildir.
Öldükten sonraki yaşamı ispat etmek mümkün değildir, ama doğruluğuna
inanmamız için bir makul sebebimiz vardır.
2. Rasyonellik (doğal) bilimlerin bir imtiyazı değildir. Sadece akıl
yürüten varlılar olsaydık bile (ki öyle değiliz) rasyonelliğimiz sadece bilimle
tüketilmezdi. Akıl her şeyi kuşatabilecek bir niteliğe sahiptir, sadece
bilimsel diye nitelediğimiz alanın tek elinde değildir ve akıl yürütme
yetimizi sadece bilimsel alanla sınırlamak gibi bir indirgemecilik, hem akla
hem aklın bağlı olduğu, algılayıp yorumladığı (iç ya da dış) gerçeklik
alanını dumura uğratmak olurdu.
3. Rasyonellik içerikle değil, metotla ilgili bir durumdur. Bilimsel
olanlarda dâhil, söylenme tarzları sebebiyle böyledirler.
4. ‘Rasyonel inanç’ kapalı bir kavramdır. İnancın içeriğinin rasyonel
olduğu başka bir ifadeyle inancın doğrulanmış veya doğrulanabilir
olduğunu ima edebilir; yine inancın kabullenilme tarzının rasyonel
olduğunu da gösterebilir. Bir inancın doğrulanabilirliği ile ona inanmanın
makullüğü birbirinden ayrı şeylerdir. Bir inanç delille desteklenir ve akılla

Bu kısım Şaban Ali Düzgün’ün “Allah, Tabiat ve Tarih” isimli kitabından özetlenerek
alınmıştır.
7
doğrulanırsa rasyoneldir ve rasyonalite anlayışımız, bu argümanların delil
olma niteliğini karşılayıp karşılamadıkları noktasındaki beklentimize göre
ya daralacak ya da genişleyecektir. Bir insan Tanrı’nın var olduğunu
gösteremeyebilir, ama yine de O’na inanmanın makul/rasyonel olduğu
düşüncesini devam ettirebilir. Bu durumda rasyonellik, inancının bir
özelliği olmaktan çok inanan kişinin inancıyla irtibatının ir niteliğidir.
5. Rasyonellik tek tip değildir, farklı türleri vardır. Şayet bir inancın
rasyonelliği ona inanmamızı sağlayan makul delillere bağlıysa, ona
inanmamıza temel teşkil eden argümanların türüne göre rasyonellik de
değişkenlik gösterecektir.
6. Rasyonelliğin ontolojik bir yönü vardır, dahası rasyonellik bizim
dışımızdaki objektif gerçekliğin zihnimizdeki izdüşümüdür, başka bir
ifadeyle bizdeki ontolojik aklı oluşturan şeydir.
Doğru olduğuna inandığımız her şeyi kesinkes kanıtlanmış sonuçlara
dayandırma imkânımız her zaman –hatta çoğu kere– mümkün
olmayabilir. Denilebilir ki, rasyonellik, doğrulanabilmeye bağlı olacağı gibi
yanlışlanmamış olmaya da bağlanabilir.
Bu durumda tek tip bir rasyonaliteden bahsetmenin imkânsızlığına
paralel olarak, bilimler arasında değer hiyerarşisi yaratacak ve kendi
dışındakileri de yargılayacak gücü tekelinde tutan bilimsel bir
rasyonaliteden bahsetmenin imkânı da ortadan kalkmaktadır.
Özellikle tecrübecilik ve mantıkçı pozitivist anlayışların olumsuz
etkisiyle birlikte dini hükümlerin doğrulanması meselesi tartışma konusu
olmuştur. Bilhassa din ile bilim arasında nasıl bir ilişki bulunması
gerektiği düşüncesini gündeme getirmiştir. Bilimin aşırı ilerleyişi ve bazı
bilimsel sonuçların dinin aleyhine kullanılması teolojiyle bilimi karşı
karşıya getirmiştir. Zaman zaman teolojinin burada suçlu olduğu
belirtilmiştir. Özellikle batıda teoloji ciddi kriz yaşamıştır. Aynı kriz İslam
düşüncesi için söz konusu olmasa da mesele İslam’da da sürdürülmek
istenmiştir. Bu sebeple yapılan tahlillerde teolojinin içine düştüğü krizin
temel sorumlusunun bilgi ve bilginin uzantısı durumundaki tecrübeciliğe
yapılan indirgemecilik olduğu iddiası seslendirilmiştir. Ancak, bunu iddia
edenler kadar, konunun bilgi ve tecrübecilik meselesi olmadığını
söyleyenler de vardır. Bunlar, bilgi konusundaki deneye dayalı
yaklaşımların teoloji için yarattığı krizin, sadece epistemolojiden değil,
teolojiden de kaynaklandığını söylerler. Bu krizde teoloji suçludur, zira
8
modern rasyonelliğin gereklerini karşılayamamaktadır;
suçludur, zira o da kapsam yönünden eksik ve yetersizdir.
epistemoloji
Ampirik meydan okumaya cevap vermenin üç yolu vardır:
a. Teoloji ve bilim arasında tam bir ayrılığı ön görmek,
b. Teolojiyi ampirik talepleri karşılayacak bir yapıya getirmek,
c. Bir yanlış anlamayı içerdiğini vurgulayarak bilimde tecrübeye yapılan
vurguyu azaltmaya çalışmak.
9
Din ve bilim
Din ve bilim bir terkip içinde yan yana görüldüğünde ve
düşünüldüğünde günümüz insanının zihninde ilk bakışta ya olumsuz bir
düşünce veya kucaklaşan iki arkadaş imajı beliriverebiliyor. Maddenin
manayı keşfi, mananın maddeyi şekillendirmesi; bilimin hurafeye galebesi
hep bu ilişkinin yorumlanmasından çıkan değerlendirme ifadeleridir. Ya
ikisinin sevgisi ve aşkı, ya da nefretleri gündemde olmaktadır. İşte
düşünce tarihinde önemli ölçüde münakaşa ve mücadelelere sahne olan
ve bilimlerin felsefeden bağımsızlıklarını kazandığı dönemde kendini daha
çok hissettiren din-bilim ilişkisi, ilimlerin bir bütün olarak felsefe içinde
var olduğu dönemde bu isimlendirme altında göze çarpmaz. Bu ilk
dönemde net çizgilerle ayrılmış, altı çizilebilecek tarzda bir ilişkiden söz
etmek mümkün değilse de yine de insanoğlunun bir yandan tabiata ilişkin
gözlem ve tecrübeleri, diğer yandan Tanrıya ilişkin beyanları göz önünde
bulundurulacak olursa böyle bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Belki
ilimlerin bir bütün halinde felsefenin içinde yer aldığı dönemde var olan
akıl-vahiy, din–felsefe ilişkilerinden bahsetmek ve bunu din-bilim
ilişkisinin teorik çerçevesi olarak görmek mümkündür. Ancak din ile
felsefe, akıl ile vahiy arasındaki ilişkiye doğrudan din-bilim ilişkisi değil,
felsefe-din ilişkisi olarak bakmak gerekir. Bu alanda mevcut tartışmalar
özele indirgendiğinde din-bilim ilişkisi çerçevesine taşınmış ve daha somut
bir duruma varmıştır. Fakat konu, tabiat bilimlerinin felsefeden
bağımsızlığını kazanıp ayrı birer ilmi disiplin haline geldiklerinde, tabiat
bilimi tabiat felsefesinin boyunduruğundan kurtulduğunda daha belirgin
bir durum arz etmeye başlamıştır.
Felsefe ve bilimde meydana gelen anlayış ve metot değişikliğiyle büyük
bir dönüşüm geçiren Batı düşüncesinde bu münasebet özellikle XVII.
yüzyıldan itibaren kendisini çok daha fazla hissettirmiştir. Ortaçağ
boyunca skolâstik düşüncenin temelini teşkil eden ve düşünceye dayalı
tüm faaliyetleri etkisi altına alan Aristo felsefesi ve buna dayalı mantık,
Rönesansla birlikte yerini gözlemi esas alan ve deney yöntemini
benimseyen metoda bırakmıştır. Temelde Batı düşüncesindeki metot ve
zihniyet değişimi iki esas gelişmeyle kendini göstermiştir: Bunlardan ilki,
XVI. yüzyılın ortalarına kadar hakim olan Batlamyus’un arz (dünya)
merkezli evren teorisinin, bilim alanında büyük bir devrim kabul edilen
Nicolas Copernicus’un (1473–1543) ve devamında Johann Kepler’in
10
(1571–1630) ortaya koymuş oldukları güneş merkezli teorisine yerini
bırakmasıdır. Bu bir anlamda teolojinin bilim üzerindeki egemenliğine son
vermek anlamını taşımaktaydı.2 Böylece Kilisenin elinde oluşan ilahiyatın
bilimsel düşünce üzerindeki hâkimiyeti sarsıldığından Kopernik’e karşı bir
direniş başlamıştır. Aynı şekilde bu çizgiyi esas alan ve modern bilimin
kurucusu kabul edilen Galilei (1564–1642) Aristo fiziğinin algılanabilir
özelliklerini değiştirerek bilimde matematik kesinliği hedef almak suretiyle
bilimlerin sıçrama yapmasına imkan tanımıştır.3 Kendi zamanına kadar
Aristo fiziğinin sormuş olduğu “niçin” sorusunu “nasıl” sorusuna
dönüştürerek, olayların niçin meydana geldiklerini değil nasıl meydana
geldiklerini açıklamanın gerekliliğini ortaya koymuş ve bilimsel anlayışta
yeni bir çığır açmıştır.4 Diğer önemli gelişme ise gözlem ve deneyi esas alan
Francis Bacon’ın (1561–1626) Aristo’nun düşünme yöntemini eleştirmesi
ve endüktif bir metot geliştirmesidir.5 Eşyayı tanımanın yolunun zihinsel
hükümlere
dayalı
düşünme
biçimiyle
değil,
bizzat
eşyanın
gözlemlenmesiyle olacağını ve felsefenin de ancak bu şekilde
gerçekleşebileceğini savunmuştur.6 İşte bu gelişmelerin de etkisiyle, bir
anlamda spekülatif açıklama biçiminin terk edilip tabiata ve gözleme
dayalı faaliyetin artmasıyla ve bunun doğal bir sonucu olarak
tümdengelim
metodunun
terk
edilip
tümevarım
metodunun
benimsenmesiyle bilimde meydana gelen ilerlemeler din ile bilim
arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine hız kazandırmıştır. Aslında olan
2
Micheal A. Kerze, “Copernicus Nicolaus”., The Encyclopedia of Religion, ed. Mircae Eliade,
London 1986, IV, 80-81; Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi (Düşünürler Bölümü), Remzi
Kitabevi, İstanbul, 2000, I, 314. Hançerlioğlu “Tanrıbilime göre dünya merkezdi ve onun üstündeki
insanlar da evrendeki bütün varlıkların en seçkini (İslam felsefesinde: Eşref-i mahlukat)’ydiler”
hükmünü vererek dini düşünceyi yargılamak istemektedir. bkz. a.y. Böyle bir tespit İslam düşünce
tarihinde mevcut evren telakkilerinin temeli sayılmamıştır. Dünyanın her şeyin merkezinde kabul
edilmesi, dini düşüncenin o dönemdeki bilimsel telakkilere (Batlamyus’un evren teorisine) uygun
bir hale getirilme çabası olarak değerlendirilebilir. Ayrıca ister güneş merkezli bir evren anlayışı,
isterse dünya merkezli bir anlayış kabul edilsin, bu durum hiçbir şekilde İslam düşüncesinde
insanın eşref-i mahlûkat oluşu gerçeğini değiştirmez. Çünkü insanın eşref-i mahlûkat oluşu
Kur’an’ın temel bir yaklaşımıdır. Onun hangi açılardan eşref-i mahlûkat olduğu ise farklı
biçimlerde yorumlanma imkânına sahiptir.
3
Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, İstanbul 1994, s.101.
4
Orhan Hançerlioğlu, a.ge., I, 179.
5
Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, trc. Muammer Sencer, İstanbul 2000, II, 292.
6
Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., I, 51-52.
11
biten din ile bilimin bir çatışma ve kavgası değil, kullanılan metotlardan
ortaya çıkan bakış açılarının kavgasıdır. Adnan Adıvar’ın Bertrand
Russell’dan iktibasla ifade ettiği gibi “ilimle din arasında çıkan kavga, iyi
tahlil olunursa, bu kavganın hakikatte ne ilimle din, ne de taassupla
serbest düşünce arasında olmadığı, belki tümevarım ruhuyla
tümdengelim ruhu arasında olduğu anlaşılır”7
Aslında İslam ve benzeri sami düşüncelerin hâkim olduğu
medeniyetlerde tabiat bilimleri, ona şekil veren temel doktrinlerin
ilkeleriyle sıkı bir irtibat içinde olmuş ve kendilerini diğerlerinden ayıran
farklı mecralarda gelişmişlerdir. Her alanda kendini gösteren düşünce ve
temel ilkeler diğer alanlara olduğu gibi bilimin karakterine ve sonuçlarına
da yansımıştır. İslam’ın temel ilkelerinden olan tevhit her alanda olduğu
gibi, insan zihninde de birliğe sebep olmuş ve bu ilke etrafında oluşan
zihnin ürettiği bilim ile din arasında da birliği sağlamaya dönük fonksiyon
icra etmiştir.8 Doğal olarak Batı düşüncesini oluşturan ana unsurlardan
biri olan Hıristiyanlık ve bununla yoğrulmuş olan kültür havzasında
gelişen bilimin dinle olan ilişkisi de bu dinle ve bunun tarih içinde
oluşmuş olan şekliyle alakalı olarak ortaya çıkmıştır.9 Yani Batı’da dinbilim münasebeti deyince “Hıristiyanlık-bilim” münasebeti şeklinde
anlaşılmalıdır ve bu ilişki daha çok bir çatışma biçiminde tezahür etmiş,
bilhassa kilisenin dogmatik egemenliğinin bilimin üzerinde devamlı
kendini hissettirmesiyle alevlenmiştir.
Her dinin kendine has özelliklerinin olması din-bilim münasebetinde
dikkate alınması gereken bir husustur. Bu itibarla farklı dinlerin hâkim
olduğu coğrafyalarda ve bunun neticesinde oluşan düşünce geleneğinde
din-bilim ilişkisi de daha farklı olmuştur. Bilimsel araştırmanın konusu
olan bazı hususlarda dinlerin, özellikle Hıristiyan dininin temel bazı
inançları vardır ki, bunlar devamlı bilimin hücumuna uğramış ve bu ikisi
arasında çatışma ve gerilime sebep olmuştur.10 Özellikle Hıristiyanlık dini
insan aklını aşan bir mucizeler dinidir. Hz. İsa’nın doğuşu, semaya
yükseltilmesi, ölüleri diriltmesi vb. mucizeler bu inanç esasları içerisinde
yer alır ve temel özelliklerini oluşturur. Özellikle Sinoptik İnciller (Matta,
7
8
Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969, s.181.
Orhan Türkdoğan, Bilimsel Değerlendirme Araştırma Metodolojisi, İstanbul 1989, s. 62.
9
Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İzmir 1999, s. 272.
10
Bkz. Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s.273–278.
12
Markos ve Luka incili) onun mucizelerini anlatan öykülerle doludur.11
Dinlerin tabiatında varolan esrarengiz yapının en üst seviyede olduğu
Hıristiyanlık, bilimde meydana gelen değişiklikle sarsıntı geçirmiş ve
cevaplandırılması gereken birtakım sorularla karşı karşıya gelmiştir. Bu
itibarla güneş merkezli (heliosantrik) sistem kilise açısından tehlikeli
sonuçlar doğurmaktaydı. Zira eğer bu model kabul edilecek olursa
Hıristiyanlığın temeli sarsılacaktı. Dünya dönüyor ve güneş bütün
gezegenlerin merkezindeyse Yüşa’nın mucizesi ne olacaktı?12 Kutsal
kitabın otoritesi, dolayısıyla kilisenin otoritesi sarsılacaktı. İşte söz konusu
temel doktrinlerin zamanla bilimsel verilerle çelişik duruma düşmesi,
kilisenin bunları muhafaza adına bilime karşı çıkmasıyla neticelenmiştir.
Bütün bunların sonunda din, bilimin sahasına tecavüz etmiş, bilim de
buna tepki olarak ya dinin sahasına tecavüz etmiş, ya da dini öğretileri
reddetme yoluna gitmiştir. Her ne kadar Hıristiyanlıkta durum bu ise de,
geçmiş peygamberlerden ve onlara ait mucizelerden bahsederken Kur’an
da bunlara işaret etmektedir.13 Bu itibarla Hıristiyanlığın temel
göstergelerinden olan mucizelerin bazıları İslam tarafından kabul edilmiş
olması, bunların açıklanıp savunulmasını da beraberinde getirmektedir.
Bu itibarla “bunlar Hıristiyanlığın sorunudur” diyerek işin içinden çıkmak
veya en azından kolaycılığa kaçmak doğru değildir. Belki bu ikisi
arasındaki fark, İslam düşünce tarihi içinde ortaya çıkmış olan açıklama
biçimlerinin daima rasyonel bir tarzda konuya yaklaşımları ve meseleyi
din-bilim çatışmasının uzağında tutmuş olmalarıdır. Ayrıca İslam’ın Hz.
Peygamber’e bakışıyla Hıristiyanların Hz. İsa’ya bakışı arasında bir derece
farkından ziyade çok önemli bir kategorik farkın bulunmasını gözden uzak
tutmamak gerekir. Hz. İsa’da ulûhiyet olduğunu kabul etmeyen kimse
11
bkz. Matta 12: 22–27; Markos 3: 20–22; 7: 32-37; Luka 4: 38-39.
12
Alfred Weber, Felsefe Tarihi, trc. Vehbi Eralp, İstanbul 1998, s. 198.
Bunlara örnek olarak Hz. Musa’nın asasıyla ilgili olan mucizeyi, elinin ışıldamasını,
Firavun’un ordusuyla birlikte ilahi mucize eseri olarak denizde boğulmasını; (Araf 7/106-120, 143;
Taha, 20/77; Kasas 28/30-31); Hz. İsa’nın beşikte iken konuşmasını (Al-i İmran 3/46); İsa (a.s)’nın
doğumuyla ilgili olarak babasız olarak dünyaya gelişini (Meryem 19/16-34) zikredebiliriz. Ayrıca
Müslümanların Hıristiyanlarla girdiği polemik çerçevesinde inşa edilen eserlerde mucize de
önemli bir yer işgal etmiş ve gittikçe bu anlayış literatüre hakim bir hal almıştır. Konuyla ilgili
olarak bkz. Ali b. Rebban et-Taberî, ed-Din ve’d-Devle fi isbat’n-nübüvveti Muhammed aleyhisselam,
tah. Adil Nüveyhiz, Betrut 1979.
13
13
Hıristiyan sayılmaz.14 Bu yüzdendir ki, Hıristiyan ilahiyatında bir nübüvvet
bahsinin olmaması, “…nübüvvet ile ilahiyatın iç içe olması, hatta bu iç
içeliğin babalık ve oğulluğa kadar genişletilmesi…” sebebiyledir.15 Konuya
bu şekilde mucizeler açısından yaklaşıldığında Hz. Peygamber’le diğer
peygamberler arasında fark olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Bu
husus esrarengizliğin İslam’da en alt seviyede olduğunu ve savunulması
güç tezlerin bulunmadığının da bir göstergesidir. Meselâ, Kur’an’da Hz.
Peygamber’e, diğer peygamberden farklı olarak, mucize verilmediğinden
bahsedilmektedir.16 Hz. Peygamber’in böyle bir özellikten soyutlanmış
olarak zikredilmesi, aslında kendisinden sonra vahyi bilginin kesildiğini ve
yapılacak tüm açıklamaların bilgiye ve onun otoritesine havale edildiğini
de göstermektedir.
Din ile bilimin çekişme veya çatışma içinde olduğu alanlar her ikisinin
aynı ortak alanı açıklama ve anlamlandırma gayretleri etrafında ortaya
çıkmıştır. Daha somut ifadeyle evreni açıklama konusunda din ile bilim
ortak olmuşlardır. Fakat dinin amacı, iddia edildiğinin aksine17 evreni
açıklamak ve bunu bir temel kanunlar şeklinde formüle etmek değildir.
Dinin asli bilgi kaynağını oluşturan vahyin başlıca fonksiyonu temelde
ahlakidir. Kur’an’ın ilgili ayetlerinin bilimsel verilerin ışığında
yorumlanmasına ciddi eleştiriler getiren günümüz araştırmacılarından
Emin el-Hûli, bu açıklama biçimini çeşitli açılardan imkânsız görür ve
bunların içinde bu bilimsel açıklamaların “dini ve itikadi açıdan imkânsız
oluşu”na dikkat çeker. Zira ona göre Kur’an evren-bilimle uğraşmıyor ve
hedefleri arasında bu yoktur.18 Elbetteki bu durum ilgili ayetlerin kognitif
karakterini bir tarafa bırakmayı gerektirmez. Ancak dinin esas gayesi ve
bunun İslam özelinde tanımlanması dikkate alındığında ayetlerin bu
amaca uygun olarak yorumlanmasını gerekli kılmaktadır. Özellikle İslamî
Anton Vögtle, “Jesus Christ”, Encyclopeia of Biblical Theology, ed. Johannes B. Bauer, London
1970, s. 429–434.
14
15
Muhammed Hamdi Yazır (çev.), Dibace, Metalib ve’l-mezahib, İstanbul, 1341, s. 21.
el-İsra 17/59 “Bizi âyetler (mu'cizeler) göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin, (onları)
yalanlamış olmasıdır. Semûd (kavmin)e açık bir mu'cize olarak dişi deveyi verdik, o
zulmetmelerine sebep oldu (deveyi boğazlayarak kedilerine yazık etmiş oldular). Biz mucizeleri,
yalnız korkutmak için göndeririz.”
16
17
18
bkz. Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, İstanbul 1991, s.26.
bkz. Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, y.y., ts., s. 107-108.
14
literatürde verilmiş olan “din” tariflerinde, dinin böyle bir amacı olduğuna
dair bir ifade ve bu tür bir vurgu bulunmamaktadır.19
İslam düşünce tarihinde din ile bilim arasında ciddi anlamda ve
bilimsel düşünceyi engelleyebilecek tarzda bir din-bilim çatışması mevcut
değildir. Bilimsel araştırma hiçbir engelle karşılaşmamış, bu alanda
yapılan çalışmalar teşvik edilmiş ve tabiatın, göklerin, dünyanın, tüm
canlı ve cansız varlıkların bilinip tanınması Kur’an’daki simgesel bilgilerin
bir açıklaması olarak kabul edilmiştir. Genelde kelam ile felsefe arasındaki
mücadeleden, felsefesin kozmolojik anlayışıyla, daha sonra temas edilecek
olan kelamcıların âlem anlayışının çatışmasından söz edilebilir. Bu farklı
iki anlayış bugün bilimin konusunu oluşturan noktalara kadar varmıştır.
Ancak İslam düşünce tarihi içinde kısmen açıklama ve anlama gayesiyle,
kısmen de apolojik bir şekilde bu yaklaşım sergilenmiştir. Kelamcıların
ortaya koymuş olduğu uluhiyet anlayışı ve bu anlayışa uygun bir
yaklaşımın sergilenmesi böyle bir savunmacı anlayışın eseridir. Yine
pozitivist anlayışın ağırlığını hissettirdiği XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX.
yüzyılda tamamen savunmacı bir yaklaşımla Kur’an’dan bilimsel tezler
çıkarılmış veya Kur’an’ın dış dünyaya ve fiziki âleme ilişkin beyanları birer
bilimsel veri olarak ele alınmış ve yorumlanmıştır.20 Kur’an’ın ilgili
ayetlerinin21 bu şekilde yorumlanması bir “bilimsel tefsir” literatürünün
oluşmasında önemli bir etken olmuştur.
19 Genel olarak kabul görmüş ve yaygınlık kazanmış olan din tarifi şudur: “Din, insanları
kendi özgür iradeleriyle dünyada salaha (iyiliğe), ahirette de felaha (kurtuluşa) götüren ilahi bir
kanundur.” et-Tehanevî, Muhammed Ali,”Keşşâfu ıstılahâti’l-fünûn ve’l-ulûm, “din” mad., tah. Ali
Dehruc, Lübnan, 1996, I, 814.
20
Kur’an’da varolan kozmolojik ifadelerin bilimsel bir tarzda izah edilmesi sadece modern
bilimin ağırlığını hissettirdiği son döneme has bir durum değildir. Bu döneme kıyasla erken
dönem eseri sayılabilecek olan Gazzâli’nin “el-Cevahiru’l-Kur’an” ve Fahreddin er-Râzî’nin
“Mefâtihü’l-gayb” isimli tefsirinde de bu tutuma rastlamaktayız. Tantavî Cevheri’nin “el-Cevâhir fi
tefsiri’l-Kur’an” ve Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî’nin “Keşfü’l-esrari’n-nuraniyye”si bu
modern dönemde bilimsel bir anlayışla Kur’an’ın tefsirinin en çarpıcı örnekleridir. Geniş bilgi için
bkz. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Ankara 1988, II, 423–467. Son dönemlerde özellikle din-bilim
bağlamında ilgili ayetleri yorumlama çabasına örnek olarak Muhammed Ahmed el-Ğamravî’nin
“el-İslam fi asri’l-ilm, Kahire 1991 eserini de gösterebiliriz.
21
Kur’an’da bunlarla alakalı bazı ayetlerin mealleri şöyledir: “Güneş ve ay belli bir hesap
iledir.” (Rahman 55/5); “Güneşi parlak bir ışık ve aydınlık yapan, ve yılların sayısını bilesiniz diye
ona evreler koyan O’dur. Bunlardan hiç birini Allah anlam ve amaçtan yoksun yaratmış değildir. ”
(Yunus 10/5); “Ve güneş[te de onlar için bir işaret vardır]: o kendine ait bir yörüngede akıp gider.
Bu kudret sahibi ve her şeyi bilen Allah’ın iradesinin bir sonucudur.” (Yasin 36/38); “Ne güneş aya
15
Batının bilim ve teknolojide elde ettiği üstünlük, pozitif sonuçların ve
dini ifadelerin karşılaştırılmasına, bilimsel verilerle Kur’anî beyanların
açıklanmasına neden olmuştur. Bu da bilimin her şeyi halledebileceğine
dair kanaatin oluşması sonucunu doğurmuştur. Postmodern eğilimlerin
artmasıyla İslâmi bir bilim endişesi ağırlık kazanmış ve birçok entelektüel,
sonuçlarına itiraz etmemekle beraber, Batıda ortaya çıkan bilimin İslamî
değerlere aykırılığını iddia etmiştir. Nakib el-Attas, İsmail Raci el-Farukî,
Ziyaüddin Serdar ve Seyyid Hüseyin Nasr gibileri, farklı düzlemlerde de
olsa Batının bilimi karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiğine dair
tezler geliştirmişlerdir. Yukarıda ifade edilen anlayışların ortaya koyduğu
yaklaşımlar genel olarak şu dört ana fikir etrafında şekillenmiştir.
1. İslam bilimle çatışmaz.
2. Modern bilim İslam’a aykırı batının ilimler sınıflaması içerisinde
kendine özgü şartlar içerisinde doğmuş olduğundan bu bilimin verileri
İslamlaştırılarak dini değerlerle uzlaştırılmalıdır.
3. İslâmi bir bilim anlayışının yeniden oluşturulması için teorik bir
zeminin oluşturulması gerekir.
4. Son bir anlayış ise İslâmi bir bilimin ve bilimsel anlayışın yapay
birtakım zorlamalarla oluşmasının mümkün olmadığından hareketle,
bunun İslam medeniyeti içinde kazanmış olduğu şekil kendi geleneğine
bağlı kalınarak yeniden oluşturulmalıdır.22
erişebilir, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler.”
(Yasin 36/40); “O, gökleri ve yeri hak ile yarattı. O gecenin gündüze sızıp onu örtmesini ve
gündüzün de geceye sızıp örtmesini sağlar. O, güneşi ve ayı[kendi kanunlarına] tabi tutmuştur.
Her biri belirlenen bir süre içinde akıp gitmektedir.” (Zümer 39/5); “Kuşkusuz, göklerin ve
yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini takip edişinde, insanlara faydalı yüklerle denizlerde
seyreden gemilerde, Allah’ın gökten indirerek onunla ölü toprağa can verdiği ve her çeşit canlının
çoğalmasını sağladığı yağmurlarda, rüzgârların değişmesinde ve gökle yer arasında kendileri için
tayin edilmiş belirli güzergâhlarda akan bulutlarda düşünüp akıllarını kullananlar için mesajlar
vardır.(Bakara 2/164). Kur’an’da daha buna benzer kozmolojik muhtevaya sahip bir çok ayet
mevcuttur. Kur’an’ı bilimsel veriler ışığında tefsir etmeye çalışanların bu ve benzeri ayetleri kendi
zamanlarına ait verileri esas alarak yapmışlardır. Bunu yaparlarken de Kur’an’ın her şeyi içerdiği
ve hiçbir şeyin orada boş bırakılmadığı düşünsel alt yapısından hareket etmişlerdir. “Biz Kitapta
hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.” (En’am 6/38) Bir anlamda Kur’an tasavvurları bunu
yapmalarına vesile olmuştur.
İlhan Kutluer, “İslam ve Bilim Tartışmalarının Seyri”, İlim ve Sanat, (Temmuz /Ağustos 1985),
sy: 2, s.8.
22
16
Kelâmi Arka plan
İslam’ın bilimle ilişkisi anlamında bir değerlendirmenin direkt olarak
ifade edilmediği kelâm eserlerinde, o günkü bilimsel anlayışlar
değerlendirilmeye çalışılmıştır. Ve bu değerlendirme doğrudan bilimin
sonuçlarına değil, o sonucu doğuran felsefî düşünceye ve dolayısıyla
ortaya çıkan bilimsel veriye, düşünme biçimine ve ait olduğu alana yönelik
olmuştur. Aslında bu eserlerde birbiriyle mücadele halinde olan din ile
bilim değil, kelâm metoduyla felsefe metodu ve bu metotların ayrıntılarda
doğurduğu sonuçlardır. O dönemde, bilim felsefeyle iç içe olduğu için,
felsefe kelam çatışması çok sathi de olsa din-bilim çatışması sayılabilir.
Bu itibarla her iki disiplinin dayanmış olduğu entelektüel yapı ve
anlayışlara atıfta bulunmadan veya en azından temel endişelerine vurgu
yapmadan konuya yaklaşmak yanlış değerlendirmeler ortaya koyabilir.
Modern fiziğin konusu içinde yer alan madde, hareket ve sükun,
modern kimyanın konusunu oluşturan maddenin yapısı ve özellikleri ve
aynı şekilde astronomi biliminin içinde yer alan gök cisimlerinin hareketi,
yapısı, ay tutulması, güneş tutulması ve bunlarla ilgili konular, ilimlerin
bağımsızlıklarını kazanmasına ve ayrı birer ilmi disiplin halini almasına
kadar felsefe ve özellikle tabiat felsefesi içinde teorik olarak incelenmiş ve
değerlendirilmiştir. Tabiat felsefesinde yer alan ve tartışılan konular,
felsefenin kelama geçişiyle birlikte kelam içinde de bazen eleştiri amacıyla,
bazen deskriptif olarak ele alınmıştır.
Özellikle geç dönem kelam eserlerinde varolan bu açıklamaların sebebi,
daha öncekilerde de bulunan teorik yaklaşımların daha sonra akli ve fiziki
açıklamalar ve tespitlerle desteklenmeye çalışılmış olmasıdır. Esasen
kelamcıların alem anlayışı ve bunun temelde dayandığı cevher-i ferd
görüşü, yani atom nazariyesi (el-cüzü’lllezi la yetecezza) evrenin izahında
temel teşkil etmekteydi. Varlığa ilişkin açıklamaların hemen hepsi ve
ilahiyat bahislerinde yer alan Allah’ın zatı ve sıfatları gibi benzer temel
teolojik ve metafizik konuların hepsinin dayanağı haline gelen bu teoriydi.
Eş’arilerin ve genelde ehl-i sünnet kelamının alem anlayışları onların
metafizik düşüncelerinin alt yapısını oluşturmaktadır. Onlara göre,
Allah’ın dışındaki her şeyi ifade eden âlem23,
cevher ve arazlardan
oluşmaktadır. Cevherler sonlu ve sınırlıdır. Onların sonsuz olamayacağı
23
Abdülkahir el-Bağdâdî, Usulu’d-din, Beyrut 1981, s. 33.
17
fikrini de “Biz her şeyi apaçık bir kitapta saydık.”24 ayetlerine
dayandırmışlar, bölünmenin ve sonsuz oluşun imkansız olduğu sonucuna
ulaşmışlardır. Buna göre âlemdeki her şey sonludur. Eğer sonsuz
olsalardı, bu takdirde sonsuzun kuşatılamayacağı ve sonu olmayanın
sayılamayacağı fikri doğardı. Bu da Allah’ın ilmini sınırlamak olur.25
İzmirli İsmail Hakkı bu atom nazariyesine (cevher-i ferd) bağlı olan
meselelerden bahsederken şu hususlara değinir:
1. Allah önce cevherleri yarattı; sonra yarattığı tüm şeyler arazdır. Her
şey, yağmur, bitki, insan vs. tüm cisimler arazın yaratılmasıyla meydana
gelmektedir.
2. Allah sırf iradesiyle benzer olan cisimlerden birini arazlara has kılar,
diğerlerini bundan mahrum bırakır. Bütün cisimlerin atomları aynıdır.
Cisimler arasındaki farklılık onlarda bulunan arazların farklılığına
bağlıdır. Biri hakkında verilen hüküm diğerleri hakkında da verilebilir.
Allah’ın varlığının imkân deliliyle ispatı, cisimlerin benzer oluşu (temasül-i
ecsam) yoluyla mümkündür. Yani cisimlerin birini diğerinden ayırt edecek
ve onu tespit edecek sıfatlar bir fail-i muhtarın tercihiyle olmaktadır.26
Buradan anlaşıldığına göre bu cevher-i ferd (atom) nazariyesinin amacı
bir tabiat bilimi ortaya koymak, tabiatı tanımlamak değil, ilahi bir söylem
oluşturmak, Allah’ın varlığı, Allah’ın sıfatları ve özellikle de Allah’ın ilim ve
kudretini temellendirmek27, Allah ile kâinat arasındaki ontolojik zıtlığa
dikkat çekmekti.28 Hareket, zaman, miktar, kelamı ilahinin tabiatı velhasıl
yaratılan ve yaratanla ilgili hususların hepsi bu esasa bağlı olarak
temellendirilmeye çalışılmıştır. Taftazânî (v. 793/1390) konuyla ilgili
olarak şu tespitte bulunur: “Filozofların ileriye sürdükleri karanlık fikirlerden
kurtulmak cevher-i ferdi ispat etmeye bağlıdır.”29
24
Yasin 36/12.
25
Ebü’l-Hasan el-Eş’ari, İstihsanü’l-havz fiilmi’l-kelam, trc. Talat Koçyiğit, “Ebü’l-Hasan el-Eş’arî ve
Bir Risalesi”, AÜİFD, Ankara, 1960, VIII, 170; el-Bağdâdî, a.g.e., s. 36. Ayrıca konuyla ilgili olarak
bkz. İlhan Kutluer, “Cevher” mad., DİA, VII, 453.
26
İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, haz. Sabri Hizmetli, Ankara 1981, s.177–178.
27
Hasan Hanefî, Mine’l-akide ile’s-sevre, Beyrut, ts., I, 538.
28
İlhan Kutluer, “Cevher” mad., DİA, VII, 453.
29
Taftazânî, Sa’dudin, Şerhü’l- akâid, İstanbul 1966, s.52 (Ketselî şerhiyle birlikte).
18
Yine Eş’arî kelamının varlık ve alem anlayışlarıyla ilgili olan ve modern bilimin
diliyle “evrenin temel yasaları”nın zorunlu bir sebep-sonuç ilişkisine dayalı
olmadıkları, bir alışkanlığın ifadesi olarak böyle algılandıkları “adetullah”
anlayışları da konunun zeminini oluşturur. Bu zorunsuzluk fikri de, âlemin
yaratılmış olduğu düşüncesinden hareketle kabul etmiş oldukları cevher ve araz
metafiziklerinin bir yansımasından ibarettir. Özellikle Gazzâli ile sistemli bir hale
gelmiş olan “adetullah” anlayışına göre, sebep ile sonuç arasındaki ilişki zorunlu
değil alışkanlık eseridir; birinin varlığı diğerinin varlığını gerektirmeyeceği gibi,
yokluğu da diğerinin yokluğunu gerektirmez. Susuzlukla su içmek, aydınlık ve
güneşin doğması, şifa ve ilaç almak tarzındaki münasebetlerde görüldüğü gibi
bunlar
birbirine
bitişik
şeyler
değildir.
Bunların
bitişik
oluşu
Allah’ın
takdiriyledir. Meseleyi Allah’ın kudretiyle ilişkin ortaya koyan Gazzâlî, bununla
30
mucizelerin imkanına bir yol bulmaya çalışmaktadır. Ona göre, yemek olmadan
tok olmak, boynu kesmekle hayatı devam ettirmek ve bunun gibi sebep sonuç
ilişkisinin var sayıldığı durumların hepsi ilahi kudret sayesinde mümkündür.31
Bu tespitlerden de anlaşılacağı gibi atom teorisinin kelamcılar
tarafından şiddetli bir şekilde savunulması onların tüm metafiziklerini
buna dayandırmış olmalarından ileri gelmektedir. Kelamcılar, , “tabiattan
ma ba’det-tabiaya”, yani fizikten metafiziğe atom ve halâ (boşluk) ile
geçmektedirler.32 İşte fizikten metafiziğe intikal bizatihi eşyanın ve
cisimlerin incelenmesiyle değil, akıl yürütme yoluyla yapılmaktaydı. Deyim
yerindeyse yetersiz araçlarla ve deneye başvurmadan genel geçer
hükümlere varmaya çalışılmaktaydı. Başlangıçta kelamda bu şekilde
sistematik tarzda bir akıl yürütme ve bunun sonucu olarak dedüktif bir
anlayış olmamasına rağmen, felsefenin artan ağırlığı ve kelama
adaptasyonu böyle bir neticeyi de beraberinde getirmiştir.33 Bu eserlerde
varlığa ve evrene ait açıklamalar yapılırken, o gün mevcut fiziki bilgiler,
eğer bu tezlerini destekliyorsa kabul edilip değerlendirilmekte, tezlerine
aykırı düşenler yorumlanmakta veyahut yanlış oldukları hükmü verilmek
30
el-Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed, Tehâfütü’l-felasife, Beyrut 1986, s. 195.
31
el-Gazzâlî, a.g.e., s. 195-196; el-İktisâd fi’l-i’tikâd, Beyrut 1983, s.63.
32
İzmirli İsmail Hakkı, a.g.e, s.179.
33
Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi Giriş, İstanbul 1996, s. 84.
19
suretiyle reddedilmekteydi. Bu durumun elbetteki her zaman fiziğe ilişkin
doğru sonuçlar ortaya çıkarması düşünülemezdi.
Eşya ve tabiata özellikle Eş’arî kelamının ortaya koyduğu uluhiyet
telakkisi çerçevesinde bakılmış ve bu esasa zarar vermeyecek yorumlar
yapılmıştır. Temelde bu konulara bakış teolojiktir, amaç astronomi ve
fiziki verilere ulaşıp meselâ, bir sünni astronomi ve fiziği ortaya koymak
değil, bu ilim dallarındaki teorilerin kuramsallığına ve konjoktürel
olduğuna ve bu sayede kendi anlayışlarına uygun bir mümkün (zorunlu
olmayan) dünya ve evren anlayışına varmaktır.34 Bunu yaparken
kendilerince uygun gördükleri bilimsel sonuçları dini anlayışların temel
unsuru yapmaktan da kaçınmamışlardır. Önemli Eş’arî kelamcısı
Abdülkahir el-Bağdâdî (v. 439/1037), ehl-i sünnetin genel olarak üzerinde
ittifak ettiği konuları sayarken “dünyanın dönmediği”ni (sakin olduğunu)
de konuları arasına almıştır. “Dehhriyye’den bazılarının ‘dünya devamlı
olarak aşağıya doğru düşer’ iddialarının aksine, dünyanın durduğu ve dönmediği
konusunda (ehli sünnet) ittifak ettiler. Onun hareketi deprem ve benzerlerinin
onda meydana gelmesiyle olur.”35 O dönemde hakim bilimsel kanaatin
dayanmış olduğu Batlamyus astronomisinin temel esası olan bir görüşü
dini bir yorumlama biçiminin genel özellikleri içerisinde değerlendirmeyi
nasıl anlamak gerekir? Eğer zihnimizin arka planında “din bilime karşıdır”
veya “din bilimle çatışmalıdır” tezi varsa bu esası pekala bu tezimizi
kanıtlayacak bir argüman olarak değerlendirmek mümkündür. Bardağa
dolu tarafından bakan biri için ise bu, şu şekilde de yorumlanabilir: Ehl-i
sünnet’in temel anlayışı bilimin tezlerini önceler ve hiçbir zaman varolan
bilimsel sonuçlara aykırı bir düşünme tarzına onay vermez. Aslında
problem şu noktada ortaya çıkmaktadır: Neden din veya dini bir anlayış,
daha spesifik bir ifadeyle kelam veya inanç esaslarını inceleyen bir disiplin
böyle bir açıklama yapma ihtiyacı içinde olmuştur? Yukarıda bunun Tanrı
tasavvurundan ve âlem anlayışından kaynaklandığını ifade etmiştik. Bir
anlamda metafizik ve ontolojik esasları bunu doğurmuştur.
34
A. I. Sabra, Science and Philosophy in Medieval Thology, Zeıtschrift Für Geschichte Der
Arabisch-Islamischen Wissenschaften, IX, 35.
35
, Abdülkadir el-Bağdadî, el-Fark beyne’l-fırak, thk. Muhammed Muhiddin Abdülhamid,
Kahire, 1990, s. 330; Aynı müellif konuyu başka bir eserinde “dünyanın durması” başlığı altında şu
ifadelerle ortaya koymaktadır: “Bu konuda ihtilaf ettiler. Müslümanlar ve ehl-i kitap dünyanın durduğu
ve hareketsiz olduğunu kabul ettiler.” el-Bağdadî, Usulu’d-din, s.60.
20
İslam inançlarıyla ilgili eserlerin ilk dönemlerden başlayarak
oluşumunu ve gelişimini tamamlayıncaya kadar konu ve metot
bakımından değişiklikler gösterdiği bilinmektedir. Başlangıçta tamamen
siyasi meselelerle alakalı olarak ortaya çıkan konular tartışılıp bunlar
dinin en asli hususlarına indirgenmiş ve bu meseleler etrafında dolaşılmış,
bu çerçevede yazılan eserler akaid, tevhid gibi isimlerle anılarak konular
bu isimlerin çerçevesinde kalmıştır. Kelâmın tesisiyle birlikte konular
sistemli bir hale gelmişse de özellikle Bakıllâni’den (v. 406/1028)
başlayarak Gazzâlî (v. 505/1111) ve Fahredin er-Râzi (v. 606/1210) ile
başlayıp devam eden dönemde felsefe ağırlığını hissettirmiş ve kelam
eserlerinin giriş bölümleri epistemolojik, kozmolojik ve ontolojik tahlillerle
dolmuş ve metafizik konular oldukça kapsamlı ve karmaşık bir hal
almıştır. İlk bakışta okuyucu bunların kelâm ya da felsefe eserinden
hangisi olduğunu, ne ile karşı karşıya bulunduğunu, ya eserin başındaki
kelamla ilgili tanımlardan veya ancak nübüvvet ve sem’iyyat bölümleriyle
karşılaştıktan sonra anlayabilmektedir. Bu dönem eserlerinin en önemli
özelliği zaten budur. Kendisine gelinceye kadar Fahreddin er-Razî’yi bir
tarafa bırakacak olursak, birçok kelam eserinde bulunmayan bilimsel
açıklama ve tezlerin bulunduğu ilk eser olarak Adududdin el-Îcî (v.
756/1355)’ye ait “el-Mevâkıf fi ilmi’l-kelâm”ını, ikinci olarak ta aynı eserin
şerhi olan Seyyid Şerif el-Cürcânî (v. 816/1413)’ye ait “Şerhü’l-mevâkıf”ı
gösterebiliriz.
Bahse konu olan “el-Mevâkıf” adlı eserin konuyla ilgili bölümlerinin
incelenmesi bu kelâmi arka planı daha açık bir şekilde ortaya koyacaktır.
el-Îcî bu eserinde doğrudan ilmi sonuçları değerlendirmez. Tanımlarla
işe başlayıp epistemoloji ve varlık konularıyla devam eden eserinde somut
örneklerini, arazlar ve cevherlerle ilgili bölümde ve daha çok cismin
kısımlarını incelerken dikkatlere sunar. Filozofların astronomik cisimlerle
ve olaylarla ilgi beyanlarını önce ortaya koyar sonra da eleştirir.
Beğenmediği, karşı olduğu görüşlerine temas ederken genellikle onları
zannî diye niteler ve “ze’amû” (zannetiler: iddia ettiler) ifadesini kullanır.
Bu cedelci yaklaşımıyla o hemen ilk anda bu ifadenin olumsuz ve kesinliği
olmayan anlamını dikkatlere sunarak onları mahkum etmeye çalışır. Aynı
şekilde matematikçilerin (el-mühendisûn) görüşlerine de atıfta bulunarak
tenkitlerde bulunur. Farklı görüş ve düşüncesi varsa onu da “biz şöyle
21
diyoruz”, “dikkat” (tenbih)36 gibi ifadelerle söze başlayarak veya doğrudan
bir kanaat ortaya koyarak belirtir. Hiçbir kanaat belirtmeden ortaya
koymuş olduğu hususlar da vardır ki, bu onun anlatmış olduğu görüşe bir
itirazı olmadığını gösterir.
O, felsefenin ortaya koyduğu bölümlemeyi esas alarak açıklamalarda
bulunur ve filozofların görüşlerini verirken katılmadığı yerlerde itirazlarını
ifade eder. Cevherlerle alakalı hususları anlatırken, önce cevherin
tanımıyla işe başlar ve bu konuda mevcut geçmiş bilgileri tekrar eder.
Sırasıyla cismin tarifi ve özelliklerine, basit cisimler ve mürekkeb (bileşik)
cisimlere sözü getirir ve bunların tanımını yapar. Basit cisim, felekî ve
unsuri olarak ikiye ayrılır. Felekî olanlar eflâk ve kevâkib; unsurî olanlar
anasır-i erbaa (dört unsur) kısımlarına ayrılır. Mürekkeb cisim ise mizacı
olanlar ve olmayanlar diye bölümlenir.37 Meselâ, kevakib adı verilen
yıldızlardan bahsederken hilal, ay tutulması, güneş tutulması ve benzeri
konuları inceler. Yine “unsurlar” (anasır) başlığı altında dört unsuru (su,
hava, toprak, ateş) ele alıp bunlardan hareketle kozmolojik hükümlere
varır. Burada zaman zaman bir fizikçi ve astronomi bilgini gibi hareket
eder ve bunları metafiziğinin zorunlu sonuçları olarak ortaya koyar.
el-İcî, filozofların anlayışı olarak feleki cismin bölümlerinden olan
feleklerden bahsederken sabit feleklerin dokuz tane olduğunu, 24 tane
feleği içine aldığını ifade eder. Bunlar felekler feleği (yıldızsız olduğu için
atlas feleği diye isimlendirilir; onun ifadesiyle buna arş-ı mecid denilir.),
onun altında sabit felekler, sonra Zühal feleği, müşteri feleği, Merih feleği,
Güneş feleği, Zühre feleği, Attar feleği ve dünya seması olan Ay feleğidir. O
burada matematikçilerin (el-mühendisûn) Zühre feleğinin güneş feleğinin
üstünde olduğuna dair iddialarına ve İbn Sinâ’nın bunu kabul etmediğine
ve “Zühre feleğinin, güneşin yüzeyinde (vechinde) olduğu” şeklindeki
görüşüne temas eder. Ve devamla şöyle der:
Onların bu düşüncesi feleklerin yarılıp delinemeyeceği (göklerin
yarılıp delinemeyeceği) esasına dayanmaktadır. Aksi takdirde yıldızın
kendi hareketi suda yüzenin hareketi gibi olması mümkün olurdu.
36
Genellikle kelam eserlerinde tenbih (ikaz) ifadesi, önce geçen kelamdan anlaşılan ve ortaya
konulan hükümlerde muhatabın gaflet etmesi ihtimaline karşı, onun bu gafletini ortadan kaldırma
amacına yönelik olarak kullanılır. Abdüllatif el-Harputî, a.g.e, , s.135. (368 no’lu dipnot.)
Adududdin el-İcî, Abdurrahman b. Ahmed, el-Mevâkıf fi ilmi’l-kelâm, Âlemu’l-kütüb, Beyrut
ts., s. 182-200.
37
22
Eğer bu kabul edilirse (göklerin yarılıp delinemeyeceği), yıldızların
hareket eden bir halka (çember) üzerinde olması niçin mümkün
olmasın? Bu halka ya kendiliğinden veya yıldızların ona itimadıyla
(kuvvet vermesiyle, dayanmasıyla) hareket eder. Bu durum dıştan ve
onun tamamlayıcısından olan hareketten (akla) daha uzak bir durum
değildir. Aynı şekilde tümü için her birinin dışında bir hareketi neden
olmasın? Onların bu hareketi günlük harekettir.38
el-İcî’nin burada alıntıladığımız görüşleriyle farklı bir yoruma girişmesi
mevcut felsefi düşüncelere bir itiraz anlamı taşır ve o zamana kadar
Batlamyus da dahil olmak üzere tabiat filozoflarınca kabul edilemez olan
bir sonuca varır.39 Onun burada yapmaya çalıştığı şey, ehli sünnet
düşüncesine uygun bir astronomi bilimi ortaya koymak değil, felsefenin
tabiata ve dış dünyaya ait açıklamalarının eleştirilebilir olduğunu ve
mutlak hakikatler olmadığını ihsas ettirerek Eş’ari inanç sisteminin
ayrılmaz bir parçası olan evrenin ve dolayısıyla tüm varlıkların mümkün
olduğu sonucuna ulaşmaktır. Zira onların düşüncesine, olaylar arasında
zorunlu olarak sonuç doğurabilecek hiçbir ilişki olmadığı ve her şeyin
adetullah yoluyla meydana geldiği ve değişebileceklerine dair imkana
dayalı bir imkan metafiziği hakim olduğundan, evrenin ve tabiatın
değişmeyen bilgisine kolayca ulaşılamaz veya varılan sonuçlar kesinlik
derecesinde algılanamazlar.
Semavi varlıkları ve onların hareketlerini anlatırken semada varolduğu
sanılan dairelerden, kutuplardan, burçlardan söz eder ve bunların
sonunda şöyle bir sonuca ulaşır:
Bütün bunlar hayali durumlardır. Hariçte varlıkları yoktur. Bu gibi
konularda hiçbir (dini) yasaklama yoktur. İnançla alakalı değillerdir.
Bunlara ispat ve iptal yöneltilemez. Onların maksatlarını anlayasın
diye bunları anlattık.
Bunların örümcek ağından daha zayıf sırf
tahayyülat olduğunu anlarsan bu ifadelerin kuru gürültülerini işitmek
seni helak etmeyecektir.40
38
el-Mevakıf, s. 200.
39
A. I. Sabra, Science and Philosophy in Medieval Theology, IX, 35.
40
el-Mevakıf, s. 207.
23
el-İcî burada açık bir şekilde, bu gibi konuların ele alınmasının uygun
olmadığını, sadece inançları savunmak amacıyla ve eleştirel bakış açısıyla
kitabında işlediğini dile getirir. Fakat onun, meseleyi dini bir muhtevadan
çıkarıp inanca ilişkin olamayan bir seviyeye indirgemesi dikkat çekicidir.
O bu anlayışıyla bir taraftan bilimin değişkenliğine, diğer taraftan dinin
gayesinin böyle bir açıklama yapmak olmadığına işaret etmektedir. Bir
açıdan da aslında matematiksel astronominin üzerine bina edildiği bu tarz
bir anlayışı da eleştirmiş olmaktadır. Onun burada yapmış olduğu bu
eleştiri, aynı şekilde Taftazânî tarafından dile getirilmiş olan “gökyüzüyle
ilgili geometrik kaidelerinin birçoğunun karanlık fikirler olduğu”
kanaatiyle uyuşmaktadır.41 Taftazânî’nin ve özellikle el-İcî’nin yukarıdaki
tespitleri, Andreas Osiander’in42 Kopernik’in ortaya koymuş olduğu
astronomi anlayışıyla ilgili olarak “onların ne doğru ne de mümkün
oldukları” kanaatiyle benzerlik taşımaktadır.43
Kesteli’nin (v. 901/1495), şerhinde Taftazani’nin görüşlerini düzeltme
ihtiyacı hissederek birtakım tespitler yapması gibi, Îcî’nin eserini şerh
eden Seyyid Şerif el-Cürcânî de onun görüşlerine eleştiriler getirerek,
filozofların düşüncelerini “mahza tahayyülat” (tamamen hayali) olarak
nitelendirmesi ile ilgili görüşüne açıklama getirme ve düzeltme yapma
ihtiyacı hissetmiştir. Muhtemel bir itirazı seslendirmek suretiyle onun
kutuplar hakkında ortaya koyduğu görüşlere nasıl itiraz edilebileceğini
açıklar ve sözü onun yukarıda alıntıladığımız metindeki anlayışlarına
getirir:
Bunlar ve benzerlerinin harici gerçeklikleri olmasa da yine de
onlar temiz bir fıtratın müşahede ettiği gibi gerçeğe uygun, doğru bir
şekilde tahayyül edilmiş vehmedilen işlerdendir. Bu (mevhum
Taftazânî burada filozofların birtakım bilimsel gerçeklere ait düşüncelerini karanlık olarak
nitelendirmektedir. Ancak, Taftazânî’nin bu şerhine haşiye yazmış olan Kestelî, bu tespitin bilinçli
olarak yapılmadığını, sadece bir sürçme yanılgı sonucu olduğunu ifade etmektedir. Bkz. el-Kestelî,
Muslihuddin Mustafa b. Muhammed, Haşiye ala şerhi’l-akâid, İstanbul 1966, s.53. (Taftazânî’niye ait
Şerhü’l- akâid kenarında.)
41
42
Alman Lutheryan ilahiyatçı. Latince Kitab-ı Mukaddes Vulgate’yi, İbranice’siyle
karşılaştırarak revize etmiştir. Kopernik’in “De Revolutionibus Orbium Calestium” eserine önsöz
yazmıştır. bkz. J. P. Williams, “Osiander, Andreas”, New Dictionary of Thology, ed. Sinclaur B.
Ferguson-David J. Wright, Leicester 1996, s. 483-484.
43
80-81.
A. I. Sabra, Science and Philosophi in Medieval Theology, IX, 38; Micheal A. Kerze, a.g. mad.,, IV,
24
denilen şeyler) cin şekline giren yaşlı deve, yakuttan dağ ve iki başlı
insan gibi yanlış hayali şeyler değildir. Bu işler yoluyla hız, yavaşlama
ve yön, duyularla algılanan ve aletlerle gözetlenebilen bir şekilde
düzenlenir. Onlarla, feleklerin ve dünyanın hükümleri ve orada
bulunan hikmet incelikleri, yaradılışın harikaları açığa çıkar ve
böylece
bunları
anlayan
kimse
onları
yaratanın
büyüklüğü
konusunda, “Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın” diyerek44
hayrete düşer.45
el-Cürcânî’nin buradaki tespitleri onunla kıyaslandığı zaman daha
esnek ve matematiksel astronominin imkanını ortaya koyacak bir yapıda
olduğu anlaşılmaktadır. O, kendi zamanındaki bilimsel açıklamaları
teolojinin lehine yorumlamak suretiyle onlardan olumlu sonuçlar
çıkarmaya çalışır.
el-İcî’nin kitabından seçtiğimiz başka bir örnek de ayın çeşitli
evrelerinden olan hilal ve dolunay ile ilgili açıklamalardır. O burada
özellikle İbnü’l-Heysem’in (965-1039) tespitleriyle karşılaştırmada
bulunduğu için, bir mukayeseye imkan vermesi ve meselenin kavranması
bakımından seçilmiştir. Ona göre ay, güneşten ışık aldığında güneşe karşı
olan yarısı ışıklı, diğer yarısı karanlık olur. Güneşin altında olduğunda ve
ay ona yakın olduğunda ayın ışık veren yüzü bizim altımızda güneşe
doğru olur. Bu takdirde onda ışık göremeyiz. Rü’yet dairesi, ışık dairesine
uygun olur. Bu ışık veren ile karanlık olan arasında ayırac görevi görür.
Işık dairesi, karşılıklı olmasından dolayı kaybolursa da rü’yet dairesini
sabit kabul ederiz. Aralarındaki ayrılıktan sonra ışık veren yönde bir kavis
görürüz. Ay ışık veren yönü bize doğru oluncaya kadar büyür. İki daire
başka bir defa daha birbirine mutabık olur ve ayı dolunay şeklinde
görürüz. Sonra birbirlerine yaklaşıp kesişirler ve ışık veren taraf bizden
ayrılıp tamamen gizlenir ve kaybolur.46 Îcî bu açıklamayı verdikten sonra
olumlu veya olumsuz hiçbir şey söylemez. Daha sonra İbnü’l-Heysem’in
görüşlerini eleştirirken burada ortaya konulan açıklama biçimini karşı
delil olarak sunar. Bütün yıldızların şeffaf ve ışıklı olduğunu, ayın bunun
44
Al-i İmran 3/191.
45
Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhü’l-mevâkıf, Darü’t-tıbaati’l-amire, ts., I, 390
46
el-Mevakıf, s. 213.
25
istisnası olduğunu nakleder ve sırasıyla ay ve güneş tutulmalarına sözü
getirir. Ay tutulmasıyla ilgili olarak şu açıklamada bulunur:
Ay ile güneş bir araya geldiğinde, ayın, güneşle bizim aramızı
kapatacak genişliği olmasa da, güneşin ışığını göremeyiz. Fakat ayı
güneş yüzeyinde soluk olarak görürüz. Sanırız ki, güneşin ışığı
gitmiştir. Bu tutulma ayın yüzeyi ölçüsünde olur. Ay ondan küçük
olsa da bize daha yakın olduğu için güneş bazen bütünüyle tutulur. 47
O daha sonra İbnü’l-Heysem’in ayın evreleri ile ilgili şu
ifadelerine yer vererek bir eleştiride bulunur.
Bilmiş ol ki, İbnü’l-Heysem ayın farklı şekilleri hakkında şöyle
söylemiştir: “Bunun olması mümkündür. Çünkü ay, yarısı ışık veren
yarısı ışık vermeyen bir küredir ve kendi yörüngesine eşit bir hareketle
kendi başına döner. Işıklı yönü bize doğru olduğunda dolunay olur,
karanlık tarafı bize doğru olduğunda ise kaybolur. Bu ikisi arasında
ışık veren tarafını gördüğümüz oranda (ay) farklılaşır.” Ay ve güneş
tutulması konusunda anlattıklarımız bunu iptal etmektedir.
(Bu)
itiraz, “bu ihtimali olumsuzlamak tüm ihtimalleri olumsuzlamaz”
esasını kabul ettikten sonradır. Belki burada başka bir sebep vardır.
Sonra sizin ifade ettiklerinizin fail-i muhtar olan Allah’ın güneşte ve
yıldızlarda nur (ışık) yaratmasıyla veya bizim göremediğimiz başka
yıldızlar yoluyla ışık almasıyla mümkündür. Bu yıldızların ışıklı
olması neden gerekli olmasın? Aksine karşılıklı olmaları bu durumu
zorunlu yapar.48
Yukarıdaki pasajlarda, bir fizikçi olan İbnü’l-Heysem’in görüşleri
bugünkü ilmi anlayışa ters düşmektedir. Artık ayın kendisinin ışıklı bir
gök cismi olmadığı bilinmektedir. İci burada ihtiyatlı bir şekilde bilim
adamlarının bir görüşüne itiraz etmenin bütün diğer görüşlerini ortadan
kaldırmayacağına işaret eder ve konuyu Allah’ın iradesiyle ve onun özgür
bir fail olduğu fikriyle ilişkilendirir. Onun dönemindeki astronomik veriler
kesinlikten yoksun oldukları için bu durum kendisini, tüm diğer
ihtimallerin de mümkün olduğu sonucuna ulaştırmış, Meşşâi İslam
filozoflarının gök cisimlerini akıl sahibi kabul etmeleri, onlarda oluş veya
47
el-Mevakıf, s. 213-214.
48
el-Mevakıf, s. 214.
26
bozuluşun olamayacağı düşüncesi ve “birden ancak bir sudur eder” fikri,
Eş’arilerin cevher anlayışına aykırı düştüğü, bir anlamda bütün
ilahiyatlarını bu esas üzerine bina etmeleri ve eşyada varolan düzenin ve
sebepliliğin zorunlu değil mümkün olduğunu kabul etmeleri sebebiyle,
astronomik cisimlerle ilgili söz konusu açıklamalarının başka türlü de
olabileceği düşüncesine imkan tanımıştır. Ancak Îcî bunu yaparken,
zaman zaman deneysel bilgiyi karşı argüman olarak kullanır ve geçerli
bilgi türü kabul ederse49 de, kesinliği olmayan bu bilgilerin alternatiflerinin
her zaman imkan dahilinde olduğunu dini bir çerçeveden yola çıkarak
vurgular. Bu bilgiler kimi zaman dönemine nispetle daha ileri bir anlayışı
sergilemiştir. Dünyanın evrenin merkezinde oluşuyla ilgili iddiaları
değerlendirirken yapmış olduğu açıklama buna örnek verilebilir.
XVI. Yüzyıla kadar astronomik bilgilerin esasını teşkil eden Batlamyus
teorisinin temelini
oluşturan dünya merkezli evren modeli İslam
filozoflarınca da benimsenmiş ve açıklamalarını ona bina etmişledir.
Onların kabulüne göre dünya, her şeyin ortasındadır. Çünkü yıldızlar her
yönden aynı miktarda görülmektedir. Aksi takdirde bazı yönlerde daha
yakın oldukları için büyük, diğer bazı yönlerde uzak oldukları için küçük
görülmeleri gerekirdi. Bu düşünceye itiraz eden İcî, şu tespiti yapar: “Az
olmayan bir kütleye sahip dünyanın, hissedilebilecek bir farkı gerektirmeyecek
oranda merkezden çıkması neden mümkün olmasın?”50
Onun bu tespiti her ne kadar dünya merkezli evren fikrine yapılmış
temel bir itiraz değilse de, bir taraftan yaygın temel bir hipotezin
doğrulanabileceği ihtimaline açık bir alan bırakmakta, diğer taraftan da
eleştirisini sürdürerek dünyanın merkezin dışında olabileceği düşüncesine
kapı aralamaktadır. Bu yaklaşım, günümüz bilimsel sonuçlarına
filozoflarınkinden daha yakındır. Ancak onun böyle bir endişesi yoktur.
Onu ilgilendiren bunların yaratılmış olması ve yapılan açıklamanın ve
ortaya konulan bu sonucun zorunluluğunun olmamasıdır.
el-İcî, alıntılarda ve atıflarda bulunduğumuz eserinde, cismin diğer
kısımları konusundaki felsefi kanaatleri sistematik bir şekilde açıklar ve
değerlendirmede bulunur. Buralarda da ortaya koymaya çalıştığımız
49
Karşı tarafın fikrini çürütmeye çalışırken meselâ “…ikincisi rast yoluyla batıldır” veya “
rasatla elde edilen buna aykırıdır” şeklinde ifadeler kullanır. bkz. el-Mevakıf, s. 209, 212.
50
el-Mevâkıf, s. 218.
27
sistematiğe uygun tahliller yapar.51 Bu itibarla örnekler çoğaltılabilir.
Fakat bir mukayese yapmak ve sonuca varmak için burada ortaya
konulanlar maksadı ifade etmesi açısından yeterlidir.
Konuya eserlerinde yer veren ve bu anlayışın ilk öncüsü sayılan
Fahreddin er-Râzî’den de bir örnek sunmak istiyoruz. O, peygamberlerin
gönderilmesindeki hikmetten söz ederken, akıl-nakil karşılaştırmasından
hareketle aklın kavrayamayacağı hususlar arasında göksel cisimlerle ilgili
hükümleri sayar ve bunu dinin alanına irca eder.
Müneccimler, feleklerin devrelerinin tabiatlarını bilirler Oysa
onlara tecrübe yoluyla bilmek mümkün değildir. Çünkü tecrübede
geçerli olan tekrardır. İnsan ömrü sabit yıldızların devrelerini
öğrenmeye nasıl yeterli olur? Kabul et ki bunların tümünü gözetlemeyle
bilmiştir? Fakat Utarid’in küçük ve gizli, ışığının az olması, doğma ve
batma anında güneşten az uzakta bulunması sebebiyle rasat aletleri
durumlarını tespit edemeyeceğine göre; halleri nasıl bilinebilir?52
Benzer şekilde toplumla alakalı sanatlardan dokuma, dikiş, ve gemi
yapımının öneminden yola çıkarak bunları peygamberlerin bildirmesi
zorunlu ilimler içine yerleştirir, bunların gizlenmesini hikmete aykırı görür
ve ayetlerden deliller getirir. “Ona, sizi savaştan korumak için zırh yapma
sanatını öğrettik”53 ayetiyle, “gözetimimiz altında gemiyi yap”54 ayetinden
yola çıkarak sanatların temelini vahyi bilgiye dayandırır.55 Bu durumun
vahyi bilgiye bağlanması ve tüm tecrübi bilgilerin peygamber aracılığıyla
51
el-Mevâkıf, s. 224-235
52
Fahreddin er-Râzî, Muhassalü efkâri’l-mütekaddimîn ve’l-müteahhirîn, tah.Taha Abdurrahman
Sa’d, Beyrut 1984., s.313. Razî, tesirinde kalmış olduğu İslam filozoflarında görülen “semavi
varlıkların dünya üzerindeki etkisi” anlayışlarını sürdürmüş, yıldızların ve feleklerin insan ve
tabiattaki etkilerine işaret etmiştir. Sihir, tılsım vb. konularda bu açıklamalara yer vermiş hangi
durumlarda ne tür işler yapmanın ne gibi sonuçları olacağını ortaya koymaya çalışmıştır. Mesela,
“bir şeye hakim olmak istersen Merih söylediğimiz şekilde olsun; sevgi ve tahrik etmek istersen
Zühre zikrettiğimiz şekilde olsun”. Buna benzer birçok örnek verir. O bununla sihrin, sihri yapanın
fiili değil de, bu göksel hareketlerin durumlarıyla alakalı olduğunu belirtmek istemiş olsa da
neticede ne vahye ne de akla uygun bir yöntem değildir. bkz. Fahreddin er-Râzî, el-Metalibu’l-aliye
mine’l-ilmi’l-ilahi, tah. Ahmet Hicazî es-Sekka, Beyrut 1987, VIII,187-196.
53
Enbiya 21/80.
54
Hûd 11/37
55
Fahreddin er-Râzî, a.g.e., s. 314-315.
28
bildirilmesi anlayışı, kelamcıların peygamberliğin delillerini ispatta
kullandıkları bir yöntemdir. Böyle olunca da bütün her şeyi vahyi bilgide
arama anlayışını kaçınılmaz görmüşlerdir. Ulaşmış oldukları bu kanaatler
eleştiriye açıktır ve hatta bazen de yanlış olduklarından doğrudan vahye
eleştiriler yöneltilmesine imkan tanımışlardır.
Değerlendirme
Bu dönem eserlerinde pozitif bilimler ve tabiat bilimleri kelamın
kapsamına alındılar ve açıklama tarzında değil, nakil şeklinde işlenerek
ilahiyatla bağlantılı hale getirildiler. Kullanılan kavramlar ve yapılan
açıklamalar o kadar girifttir ki, felsefenin, özellikle Aristo felsefesinin
kullanmış olduğu kavramlar farklı bir seviyeye indirgenmiş, akli mukayese
ve çıkarsamalar yoluyla geliştirilerek varılan sonuçlar tabiattan elde edilen
bilgilerle desteklenmeye çalışılmış, bazen verilen örnekler ve tecrübi yolla
yapılan açıklamalar hem o günün hem de daha sonra bilimin somut
olarak ortaya koyduğu gerçeklerle zaman zaman ters düşmüştür. Ancak
yapılan iktibaslardan ve kıyaslamalardan anlaşıldığına göre, o günün
bilim anlayışına yapılan eleştiri ve tenkitlerin doğurduğu sonuçların bir
kısmı gerçeğe ve bugünkü anlayışa kısmen daha uygun olduğu
anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili çağdaş araştırmacılardan M. Âbid el-Cabiri
şu tespiti yapmaktadır:
“Geç dönem kelam metodunun uygulanması sonunda ilim ve bilgi alanında
meydana gelen çöküşü idrak edebilmek için şunu hatırlamak gerekir:
Aristoteles tabiat bilimi, ister onun kendi sistemi içerisinde, ister dışında bir
ders olarak incelendiğinde ilim ifade etmekteydi. Bu ilim tabii olgular, canlı
cansız cisimler ve nesneler hakkında bilgi vermekteydi. Bu bilgiler hakikati
olduğu gibi yansıtıyor kabul edilmekteydi. Kısaca bu asırda “bilgi” bilgi olması
bakımından bilgi kabul edilirdi.; hatta tabiatın anlaşılması veya hükmetmek
açısından ona bakılırdı. Bu ilmin kavramları, adım adım epistemolojik
çerçevesinden koparılarak, kelamcıların kendi mezheplerini ve inançlarını
savunmak için kendi hayal güçleriyle inşa ettikleri, geliştirdikleri ve ilimle
bütünüyle çelişen yöntemler izleyerek oluşturdukları “kelâmî fiziğin”
kavramlarıyla birleştirildiler. Onlar insanın ve alemin tabiatını, gaibi, yani
uluhiyyeti ona kıyaslamalarını sağlayacak tarzda üretmeye yöneldiler. Sonraki
kelamcılar, bunu yaptığı zaman, gerçekte olan şey, kelamın ilim ve felsefe
seviyesine yükseltilmesi değil, Aristoteles’in tabiat bilimini kelâmi fizik
seviyesine indirgemektir…”56
Muhammed Âbid el-Cabirî, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı, trc. Burhan Köroğlu ve
diğerleri, İstanbul 2000, s. 633.
56
29
Cabirî’nin haklı, ancak abartılı bir biçimde ortaya koyduğu bu
tespitinden hareketle, felsefe ile kelamın iç içe geçmiş olduğu sonraki
dönem (müteahhirin) kelâm eserlerinde tamamen akli spekülasyona dayalı
bir tabiat ilmine yönelik değerlendirmelerin yapıldığını, bunlara uygun bir
fizik ve astronomi anlayışının oluştuğunu görmekteyiz57
Felsefe ve kelamın iç içe geçmiş olduğu ve kelamın, felsefenin kendine
aykırı bulduğu görüş ve doktrinlerini acımasızca eleştirdiği ortaçağ İslam
düşüncesinde, bilim ve felsefesinin “seyrü seferi” bu karşılıklı
zıtlaşmaların neticesinde, kelâmın ağırlığını hissettirmesiyle akamete
uğramıştır. Bu dönemde bilim, felsefenin ayrılmaz bir parçasıydı ve bu
teolojik tartışmalardan o da nasibini aldı. Felsefenin bağrında gelişen
bilim, inançlar karşısında bir tehdit olarak algılanmasa da, zımnen böyle
bir durum ortaya çıktı. Ancak, görüldüğü kadarıyla yapılan tartışmalarda
varılan sonuçlar, kelamın bilime hipotetik olarak bakışının da etkisiyle,
gerçekliğe zaman zaman daha yakın olmuştur. Bilgi anlayışları, evren
tasarımları ve imkan metafizikleri, bir anlamda doktrinel düşünmeleri
yanlış sonuçların ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Astronomiyle ilgili
açıklamalarında
kendi
tasavvurlarına
ve
akli
çıkarsamalarına
dayanmışlar, bilim adamlarının tahlillerini eleştirmişler, kesinlikten uzak
açıklamalar yapmışlardır. Eğer kendilerine uygun bir tecrübi delil
bulmuşlarsa bunu kullanmışlar, aksi takdirde meseleyi “farklı
olabileceğinin imkanı”na dayanarak Allah’ın kudretine havale etmişlerdir.
Her ne kadar kelamcıların tabiata ilişkin tespitlerinde hareket
noktalarının teolojik olduğu bir gerçek ise de İslam filozoflarının aynı
konulardaki yaklaşımlarının da teolojik olduğu diğer bir gerçektir. Eş’arî
kelamcıları hür Tanrı fikrinden (fail-i muhtar), filozoflar ise zorunlu Tanrı
veya zorunlu sebep (mucib bi’z-zat) anlayışından hareket etmişlerdir.
Onlara, filozoflara karşılık verirken yaptıkları açıklamaları genellikle dini
bir nitelik ve açıklama olarak görmemişlerdir.
Eş’ari kelamcılarının epistemolojik ve metafizik tartışmaları ilahi
yaratıcılık fikrinin savunulmasına yönelik bir zeminden hareketle
yapılmıştır. Onlara göre dünya bölünemeyen cevherlerden meydana
gelmiştir ve Allah’ın yaratması ve ilmi sonsuz olduğundan atomlar sonsuz
olamaz. Bu esasa dayalı bir alem anlayışı ve buradan çıkarılacak olan
fiziksel neticeler de farklı olacaktı. Muhammed İkbal, Eş’arî düşünsel
57
bkz. Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhü’l-Mevâkıf, I, 399; Taftazânî, Şerhü’l- akâid, s.52.
30
hareketinin teolojik olduğunu vurguladıktan sonra tepkisel sonuçlarını
açıklarken, bunun “zat doğmasını korumasına rağmen, tabiatın harici
gerçekliğini ortadan kaldırdığı tespitini yapmaktadır.58 Böylece bilimin
üzerinde inşa edileceği sabit hakikatlerin her an müdahaleye açık
olabileceği ve hiçbir şeyin sabit bir tabiata sahip olmadığı anlayışı bunları
konu alan her şeye farklı iki ihtimalden bakılmasını ve üzerinde sağlam
bir yapı inşa edilmesini kaygan bir hale getirmiş oldu. Eşyanın zatında
iyilik veya kötülüğe tekabül eden hiçbir şeyin olmadığı, yani nötr olduğu
bir düzlemde somutun inşasında da birtakım farklı değerlendirme ve hatta
ilgisizliklerin olması muhtemeldir.
Teolojik arka plan ve bundan çıkardığımız neticeler böyle olmakla
beraber, şu hususa da işaret etmekte yarar var. İslam düşüncesinin
hakim olduğu coğrafyada XII. yüzyıl veya daha iyimser ifadeyle XIII.
yüzyıldan itibaren ilim ve felsefede görülen duraklama, Batı’da kilisenin
bilim ve felsefe üzerinde uyguladığı baskı ve denetime benzer bir arka
plandan, bir zeminden kaynaklanmamaktaydı. Batı düşüncesinde bu
denetimden kurtulma sıçramaya sebep olmuştur. Ancak İslam
dünyasında böyle olmamasına rağmen, görülen durgunluk, bu bilgiyi
elinde bulunduran mahfillerin entelektüel temellerden yoksun oluşu ve
bir de buna geçmişin tekrarı ve takdisi eklenince zımni bir denetim hali
ortaya çıkmış ve açıklamalar bu çerçevede yapılmıştır.
Bilimsel sonuçlarla dini hükümlerin doğrulanması veya genel ifadesiyle
değerlendirilmesine gelince, bütün bunların tamamen söz konusu teolojik
arka plandan hareket ettiğini söylemek elbette doğru olmaz. Ancak, böyle
bir düşünsel alandan beslenip gelişmiş olan literatürün de ondan
bağımsız olacağını belirtmek, sanırım sosyo-kültürel ve teolojik yapının
anlama ve anlamlandırmaya etkisini görmemek anlamı taşır. Meseleyi
günümüze taşıyacak olursak, bugün Kur’an’ın evrenselliğini ileri sürerek
dinin her şeyi halledebileceğine, gelecekte bilim sahasında meydana
gelecek gelişmelere işaret ettiğine dair kanaatle, bilimin her şeyi
halledebileceğine dair karşı bir kanaat vardır. Hemen belirtmek gerekir ki,
dinin cevaplaması gereken, açıklaması zorunlu olan ve asıl gayesi içinde
bulunan konuları götürüp bilime havale etmek veya ona sorup onun
cevabını beklemek ya da sorunu çözmesini istemek hem yanlış sonuçlara
58
Shahzad Qaiser, “A Critical Study of Ash’arism with Reference to Iqbal and Schuon”, Iqbal
Review, (April-September/1986), c. 27, sy:1, s.10.
31
götürür, hem de bilimin böyle bir alandan bilgi vermesini isteyerek ona
bilerek hata yaptırılmış olur; sonunda da bilim yanlış söylemiş olur. Aynı
şekilde pozitif bilimin alanına giren ve onun cevaplaması asli gayesi içinde
yer alan, ancak sonucu itibariyle dini ilgilendiren bir konuda dinden cevap
beklemek veya sorunu çözmesini istemek, dinde hurafenin gelişmesinin
önünü açar; dine yanlış söyletilmiş olur. Böyle bir sonuç düalizme götürür
ve bilimi sekülerleştirir iddiası ise, aksi düşünüldüğü takdirde ifade
ettiğimiz hurafatı doğurmaz mı? İki türlü hurafeden bahsedilmektedir. Biri
dindeki hurafe diğeri ilimdeki hurafe. Dindeki hurafe, dinin tabii olayları
açıklama teşebbüsüdür. Bilimsel hurafe ise bilimin, insanın iç dünyasını59,
insanın kendini ve Tanrı’yı tanıma teşebbüsüdür.
Elbetteki bilimin
ulaştığı sonuçlardan istifade etmek herkesin hakkıdır. Ama bunu
yaparken birini, diğerini mahkum edecek tarzda yapmamak gerekir.
Yapılması gereken dini açıklamayla bilimsel açıklamayı birbirinden
ayırmak ve dinin, bilim dahil bütün konulara açıklama getirebilecek bir
özelliğe ve yapıya sahip bulunmadığı gibi temel amacının da bu olmadığını
bilerek hareket etmektir.
Elbetteki burada değer-bilim ilişkisi de önemlidir. Bu ilişki elde edilen
sonuçların yorumlanmasında belirleyici bir etkendir. Ama bilim adamının
ulaştığı sonuçları dinin aleyhinde kullanması bilimin karakterinden değil,
sahip olduğu düşünsel altyapısındandır.
VARLIK
Varlık, bütün var olanların ortaklaşa taşıdıkları bir niteliktir. Gerek
felsefi gerekse bilimsel bilgi de bu şekliyle ‘var olan’ bir şeyin bilgisidir. Bu
anlamda bütün insan bilgisinin ‘var olan ’ bir şeyin bilgisi olması, dini,
felsefi, bilimsel, vs. her türlü bilgiyi birbirine bağlamakta, onları
bütünleştirmektedir. .Bütün bilgisel etkinliklerin ortak kaynağı olan ve
onları birbiriyle birleştiren bu ‘var olan’ da, yine özel bir bilginin araştırma
59
Ali İzzet Begoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, trc. Salih Şaban, İstanbul 1994, s.289. Begoviç,
burada ilginç tespitlerde bulunur: “Aklın, ilmin ve faaliyetin yerini almak isteyen din, gerçekten akılla bir
çatışma içindedir. Bu çatışma kaçınılmaz olur. Eğer din, , dogmalarıyla ilmi hakikatleri, mistisizmiyle serbest
düşünceyi, ayinleriyle şahsi ve sosyal faaliyeti bertaraf edip onların yerine geçmek isterse. Öbür taraftan
hakiki din ilimle beraber yürüyebilir. …Üstelik ilim insanların ufuklarını genişletmek veya dinin etrafında
tabii olarak örülen hurafeleri bertaraf etmek suretiyle dine destek olabilir. İlmin de buna benzer hurafeleri
vardır. İlmin meşru olarak kendisine ait olan tabiat sahasının dışına çıkması halinde ilmi hurafeler oluşur. ;
ilim onları meydana getirir. ”bkz., a.g.e., s. 290.
32
alanıdır. İşte böyle bir bilgi alanına varlıkbilim (ontoloji) adı verilmektedir.
Varlıkbilim içinde de, en genel anlamıyla, bütün varlık çeşitleri ve varlık
tarzları irdelenmektedir.
Felsefenin ebedi hikmet olarak adlandırıldığı ve varlık doktrininin de bu
yapı içinde gözde olduğu dönemler büyük oranda geride kaldı ve felsefe
ilgisi bütünüyle bilgi felsefesine çevirdi. Ama Kelam için durum böyle
değildir. Kelam ilgisini bütünüyle varlıkbilimden bilgi felsefesine
çeviremez.
Varlıkla ve varoluşla birebir ilgili anlam kaynağımız olan Tanrı, sadece
var olan değil, varlığı hem kendinden olan, hem de diğer tüm varlık
tarzlarından farklı olandır, yani O, O olandır. Varlık tarzıyla bütün diğer
varlıklardan farklı olan Tanrı, bu varlıkların var olmalarının ve varlığa
devamlarının da kaynağıdır. Dolayısıyla felsefenin varlık öğretisiyle,
Kelamın varlık öğretisi arasında kapatılması zor büyük bir boşluk
bulunmaktadır.
Tanrı kelimesini, bir varlık ilkesi olarak kullanmak ve başkalarının da
anlamlı bir şekilde kullandığının bilmek, gerçekliğin dünyadaki
gerçekliklerle tüketilmediğini gösterir. Bu durum, doğal olarak, “bunun
ötesinde“ ve “başka bir seviyede “ de gerçeklik tarzlarının varlığını
mantıksal olarak önümüze koymaktadır.
Somut, soyut ve zihinsel gibi varlıksal düzlemlerde kendilerini gösteren
varlıkların farklı olması gibi bunlardan bahsederken kullanacağımız
kavramlar dünyasının da, doğal olarak, farklı olması gerekir. Tanrı söz
konusu olunca, kullanılan dilin sözle anlatmaktan daha çok sembolik ve
mecazi bir anlatıma kayması ise Tanrı’nın farklı bir varlıksal düzlemde
bulunmasının zorunlu sonucu olarak görülmelidir.
Teizmin ‘varlık’ çerçevesinde sunacağı bir Tanrı doktrini öncelikle şu
konularda net olmalıdır. İlk olarak “Tanrı“ kelimesi, gözlemlenebilir evreni
oluşturan gerçeklerin toplamından başka bir şeye veya varlığa işaret
etmelidir. Daha doğru bir anlatımla, böyle bir varlığı isimlendirmelidir.
Ancak Zorunlu Varlık olan Tanrı’ya dair bilgisel çıkarımlarımızın, diğer
varlıklar hakkındaki çıkarımlarımızdan farklı olması da, bu iki varlık tarzı
arasındaki farkın gerekliliği kadar gereklidir.
İkinci olarak, vahiy geleneği içinde Tanrı’ya inanan bir mümin, Tanrı
kendisini dünyaya açtığı için, Tanrı hakkında bilginin imkanını kabul
edecektir. Tanrı her zaman Yaratıcı ve Vahyedici olarak yarattıklarıyla
33
ilişkilidir. Buna bağlı olarak da, evren O’nun her zaman her yerde oluşuna
şahitlik eden sembollerle donatılmıştır. Bu semboller sürekli olarak Tanrı
hakkındaki bilgimizi ve daha da önemlisi farkındalığımızı bilincimizi
alevlendirir.
Görülüyor ki, Tanrısal olana dair bilgi elde etmemize zemin hazırlayan
anahtar kavramlar, “yaratma “ ve “vahiy “ dir. Yaratma sembolü bir olgu
olarak, yaratılan her şeye sinmiştir. Bunlara dayalı olarak Tanrı hakkında
konuşmak da bize gerçek bilgi vermektedir. Bu durumda , “başka “
gerçekliklerin,
kendi
gerçekliklerinde
Tanrı’yı
yansıtabilecekleri
anlaşılmaktadır. Vahiy ve yaratma aktında, Tanrı kendisini dünya ile öyle
ilişkilendirir ki kendisine dair bilgi, istidlali ya da mantıksal elde edilebilir
hale gelir. Ancak bu istidlali ve mantıksal çıkarım bir ön hazırlığı; varlıksal
be bilişsel olarak bir varoluş durumunun gerektirir.
“Hakk’a yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları
üzerinde yarattığı Allah’ın fıtratına sımsıkı tutun...” (Rum, 30) ayetinde bu
istidlal ve mantıksal çıkarıma olanak veren varlıksal yapı, fıtrat olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Bu fıtratın izin verdiği kadarıyla her düzeydeki varlık hakkında bilgi
edinebilir. Çünkü fıtrat; insanın kendisine göre yaratıldığı ilk örnektir ve
bu da insanın kapasitesini ve sınırlarını göstermektedir.
Fıtrat kavramı hem Allah ile insanlar arasındaki birlikteliğin hem de
farklılığın zeminidir. Ayette, “Allah’ın insanları üzerine yarattığı Allah’ın
fıtratı” bu birlikteliğe taban sağlarken, terimin kök anlamı, Allah ve insan
arasında farklılığı belirtmektedir: ‘FTR’ kök olarak ‘yazmak, ayırmak
suretiyle
yeni
bir
şey
yaratmak’
anlamlarına
gelmektedir.
Bu da, Allah’ın kendi mahiyetinden farklı olarak meydana getirdiği ve bu
varlığın kendine özgü kurallarını yapısına yerleştirdiği bir varlık alanı
demektir. Bu farklı fıtratlara sahip olma durumu, hem insan hem de diğer
varlık tarzları için geçerlidir.
İnsanda bulunan ve kendi dışındaki varlık alanını keşfedip anlayacak
yeteneği gösteren kavramlardan bir diğeri ise Hidayet’tir. Hidayet insana
verilen bilişsel yetenektir, bu yeteneğin bağlılaşım kurup keşfedeceği
Varlık alanına yerleştirilen varlıksal nitelik ise Hakk’tır (Yunus, 36).
Hidayet, genel anlamıyla sezginin, duyuların ve aklın rehberliği, Hakk
ise hem Varlığın ortak niteliği hem de doğru yönüdür.
34
Kur’an’ın hidayet kavramını beraber kullandığı ve aralarında bir
bağlılaşım kurduğu kavramlardan biri de ‘takdir’dir. Bu anlamda takdir,
varlığın yapısına yerleştirilen varlıksal kurallar bütününü ifade
etmektedir.
Allah’ın insanla ilişkisi ifade eden kavram inayet, toplum ve ümmetlerle
ilişkisini ifadene sünnetullah, inorganik varlıklarla ilişkisini ifade eden
kavram ise kader’dir.
35
Varlık Hükümleri
Vacibu’l-Vücûd (Zorunlu Varlık): Allah. Varlığı kendi dışında bir başka
varlığa
bağlı
olmayan,
zatı
varlığını
gerektiren
ve
yokluğu
düşünülemeyendir. Varlığı kendinden olan ve Varlığına bir başlangıç
gösterilemeyen Varlık’ın, yok olması da düşünülemez. Bu sebeple O, Ezeli
ve Ebedi’dir.
Mümkün varlık (olurlu varlık): Allah’ın dışındaki her şey, Alem.
Mümkün varlık, varlığı ve yokluğu kendinden olmayan; var olmak için
kendi dışında bir varlığa bağlı ve bağımlı olan varlıktır.
Mümteni’(imkansız): Varlık alanına çıkması düşünülemeyen her şey.
Varlığı düşünülemeyen şey veya hükümlerin niteliğidir
Varlık ve Yokluk
Kelamcılar, varlıklar arasında en temel ayrımı ezeli varlık ile hadis
varlıklar şeklinde yaparlar. Varlık tanımlarında, varlığın iki seviyesi
arasında ayırım yapılmaktadır: Kavram seviyesi ve dış gerçeklik seviyesi.
Varlık kavramının kendisi tanıma gereksinim duymayan, aksine bütün
tanımların kendisi dikkate alınarak yapılan bedihi bir kavram olduğu
kabul edilmiştir. Yokluk ise, varlığın var kılınmadan önceki hali olarak
kabul edilmektedir. Varlık ve yokluk analizinin temelinde, alemi yokluktan
varlığa çıkaran bir Varlığı temellendirme düşüncesi yatmaktadır.
Varlık kavramı konusundaki tartışmalar ‘varlığın her şeyi içine aldığını’
iddia eden Parmenides’e kadar götürülebilir. Onun tersine Heraclitus ise
varlığı, bütünüyle inkar edip her şeyi ‘varoluş’a indirgemiştir. (Bu konuda
Yunan geleneğinde Parmenides ve Eflatun aynı çizgiyi temsil ederler. )
Varlık problemini ilk defa ele alan Eski Yunan filozofları temelde iki
soru üzerinde durdular: Ne vardır? ve Varlık nedir? Eflatun problemi
çözmek için ‘iki alem’ teorisini geliştirmiştir: ‘Oluş alemi’ ve ‘varlık alemi’.
Varlık ve Mahiyet
Mahiyet (varlığın tabiatı), bir şeyin varlığını kabul ettikten sonra onu
daha detaylı tanımaya yönelik sorulan soruya verilen cevabın içeriğini
36
oluşturur. Bu tanıma ise, ya gözleme dayalı delillendirmelerle veya haberle
yani bildirimle gerçekleşir.
Kur’an’ın Allah’ın mahiyetine ilişkin ifadesi salt kurgusal bir bildirimin
ötesinde, O’nun fail niteliğine dikkat çekmektedir. Firavun Musa’ya
“Alemlerin Rabbi dediğin nedir? (mahiyeti nedir?)” diye sorduğunda aldığı
cevap “…O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir.”
ayetinde mahiyetin içeriği bildirilmektedir.
İmam Maturidi’ye göre; mahiyet hem bir şeyin ismini hem de sıfatını
sormaya yönelik olabilir. Ona göre, bir varlığın mahiyetini öğrenmek üzere
sorduğumuz ‘ma hüve’ (o nedir?), yaratılmışların statüsünde mahiyetleri
bilinenler için sorulan bir sorudur. Allah ise modeli ve benzeri
bulunmaktan münezzehtir.
37
Kelamda Kozmoloji Anlayışı ve Allah’ın Varlığı
Genellikle
Eş’ari
kelamcılarının
üzerinde
durdukları
önemli
hususlardan biri, akıl sahibi, yetişkin bir kimsenin şer’i bakımdan
olgunluk yaşını tamamlayınca, yapması gereken işin âlemin sonradan
yaratıldığı hakkında akli incelemeye başvurmasıdır. Bunun nedeni,
“Allah’tan ve Allah’ın zatı sıfatlarından başka var olan her şey anlamına
gelen âlemin Allah’ın varlığı için en kuvvetli delil olmasıdır. Nitekim âlem
kelimesi de işaret belirti anlamına gelen “âlem” kelimesinden türetilmiştir.
Bu anlamda âlem Allah’ın varlığı için bir “âlem” işaretidir. Öte yandan
bizim ilk ve vasıtasız olarak elde ettiğimiz bilgi bu âlemin bilgisidir. O
halde öteki âlemin bilgisine ulaşmak için bu âlemden başlamak gerekir.
Mevcut olan, var olan şeyler iki gurupta toplanabilir. Bunlar:
a. Varlığının bir öncesi, bir başlangıcı olan şeyler ki, bunlar hâdis olan,
yani sonradan olan varlıklardır.
b. Varlığının bir öncesi, bir başlangıcı olmayan varlık ki, buna kadim,
yani öncesiz varlık adı verilir. Mevcutların bu ikili ayırımı dışında üçüncü
bir mevcutlar türünden söz edilemez. Başka deyişle mevcutlar ya
sonradan olandır ya da öncesizdir, hem sonradan olan hem de öncesiz
olan, ya da ne sonradan olan, ne de öncesiz olan bir mevcutlar türünden
söz etmek imkânsızdır; çünkü böyle bir şey mantıkî bir çelişki doğurur ya
da yokluğa yol açar. Daha sonra da sık sık karşılaşacağımız gibi,
varlıkların ayırımında çelişmezlik ilkesi ile üçüncü halin bulunmayışı
ilkesine açık bir şekilde mantıkî birer prensip olarak kullanılmaktadır.
Mevcutlardan hadis, yani sonradan olanlar da yine üçüncü halin
yokluğu ilkesine dayalı iki grupta incelenirler. Bunlar cevherler ve
arazlardır. Cevherlerin içinde bulunacakları bir mahaller olmayıp, kendi
zatlarıyla var olurlar ve bir yer işgal ederler. Arazlar ise bir mahalde
bulunurlar, onların işgal ettikleri bir yer bulunmayıp, içine nüfuz ettikleri,
başka deyişle hulul ettikleri mahalleri vardır ve bu mahaller de
cevherlerdir.
Burada cevherlerin tanımı ile ilgili bir nokta dikkati çekmektedir. O da
zatıyla, kendi kendisiyle var olmasıdır. Allah da zatıyla kâim, yani zatıyla
var olduğuna göre, ortaya Hıristiyanların iddia ettikleri gibi, cevherin Allah
olması gibi bir görüş çıkmaktadır. Ancak cevher sadece var olduğu için
cevher değildir. Nitekim yukarıda da belirtildiği gibi onun bir yer işgal
38
etmesi Allah’a isnad edemeyeceğimiz bir takım maddi ve hudûs, yani
sonradan olmayı ifade eden nitelikleri de vardır.
Bölünmenin sonsuz olduğu hakkında İslam dünyasında genellikle iki
farklı görüşten söz edilmektedir.
Bu görüşlerden biri Mutezile’den
Nazzam’a diğeri ise filozoflara aittir. Genellikle kabul edildiğine göre
Nazzam cismin sonsuzca bölünebileceği fikrini kabul etmiştir. Filozoflara
göre ise cisim ancak kuvvet halinde veya vehimde sonsuzca bölünebilir;
fiilen ise onu sonsuzca bölmek imkânsızdır. Eş’ariler, hem Nazzam’a hem
de filozoflara karşı olarak ismin ne fiilde ne kuvvet halinde sonsuzca
bölünebileceği fikrindedirler. Onlar, Nazzam’ı eleştirmek üzere genel
olarak şu delili ileri sürerler. Basit bir cismin bir ucundan ötekine doğru
bir karıncanın hareket ettiğini düşünelim, karınca cismin öteki ucuna
varınca biliriz ki karınca cismi bir baştan bir başa kat etmiştir ve cismin
basit cüzlerini geride bırakmıştır. Eğer cismin cüzleri sonsuz sayıda
olsaydı, onu kat edip öteki ucuna vardığı tasavvur edilemezdi. Bu
eleştiride yer alan ana fikir, şüphesiz sonsuzun sonlu bir cisim tarafından
geçilemeyeceğidir. Ayrıca sonsuzun sonlu bir zaman içinde geçilebileceğini
iddia etmek, sonunda bizi Zeno’nun paradokslarına iletecektir. Bilindiği
gibi, Zeno, sonsuzca bölünme fikrinden hareket ederek. atılan bir okun
hareket etmediğini, olduğu yerde durduğunu ünlü okçusu Aschillaeus’un
kendisinde önce hareket eden kaplumbağa’ya ulaşamayacağı sonucuna
varmıştır, çünkü ok aşması gereken mesafenin yarısını, yarısının yarısını
v.b. geçmek zorundadır ve bu bölünme sonsuzca ancak bu yarımlar
sonsuzca devam ettiğine göre okun hareket etmesine imkân
kalmamaktadır. Sonsuzca uzatılacağı için Aschillaeus kaplumbağayı
hiçbir zaman geçemeyecektir. İşte bu paradoks kaplumbağaya ulaşmak
için önce aradaki mesafenin yarısını, bu yarımın yarısını vb. aşmak
zorundadır. Bu çıkmazdan kendisini kurtarmak için “tafra” (sıçrama)
nazariyesini ortaya atmıştır. Onca belli bir mesafe sonsuzca bölünse de,
hareketli cisim onu sıçramalarla geçer, yani hareketli cisim bir mekândan
üçüncüye ikinciye sıçramak suretiyle geçer. Nazzâmın bu görüşü,
bugünkü modern fizikteki kuantum (enerji sıçraması) görüşüne benzerlik
göstermekle birlikte, hareketi açıklamakta yetersiz kaldığı için Eş’arilerce
eleştiriye uğramıştır. Onlarca hareketli, kat edilecek mesafenin bir cüzüne
temas ederek diğerini ise sıçrayarak da geçse, sıçrama sırasında sıçradığı
cüze paralel olması, onun hizasında bulunması gerekecektir. Dolayısı ile
“sıçrama” nazariyesi, sonsuz cüzlerin geçilmesinde bir çözüm yolu olamaz.
39
Öte yandan Eş’arilere göre, sonsuzca bölünme cisimler arasında
gördüğümüz büyüklük farkını da ortadan kaldıracaktır, çünkü sonsuz
sonsuzdan daha büyük olduğunu ileri sürmek imkânsızdır.
Onlar bu konuda iki örnek vermektedirler: Bunlardan birincisi “eğer
bölünme sonsuz olsaydı, bir filin toz zerresinden daha büyük olmaması
gerekirdi” sözü, öteki ise “bölünme sonsuz olduğu takdirde büyük bir
dağın parçalarını hardal tanesinin parçalarına eşit olacağı”dır.
Filozofların “cismin kuvvet halinde sonsuzca bölünebileceği” görüşüne
gelince, bu konuda eleştiriyi Şehristânî üzerine almakta ve bu arada
filozofların görüşleri ile kelamcılarınki arasında bir yakınlaşma sağlamaya
çalışmaktadır. Şehristâni, filozofları eleştirirken, birleşme ve ayrılma
(ittisal ve infisal), fikrinden hareket etmektedir. Filozoflar “ilk madde” yani
suretsiz madde ile “cismi sureti” ayırırlarken, birleşme ve ayrılmadan
ibaret olan iki zıt suretin bir mahalli bulunduğunu,; mahiyeti bakımından
birleşmeye dayanan cismani suretin bu mahal olamayacağını: dolayısıyla
bu maddenin ancak “ilk madde” olabileceğini ileri sürerler. Şehristânî’ye
göre, birleşme ve ayrılma iki zıt şeydir, cisim belli bir ölçüde birleşme
kabul edince, aynı ölçüde ayrılmayı da kabul etmesi gerekir. Eğer cisim
sonsuzca bölünebilir, yani sonsuz miktarda ayrılmayı kabul ederse,
sonsuz ölçüde birleşmeye de sahip olması gerekir, fakat sonsuz ölçüde
birleşmeye sahip olan cisim büyüklük ve bütün boyutları yönünden de
sonsuzdur ki, bu imkânsızdır. O halde cismin sonsuz cüzlere
bölünebileceği görüşü, bu bölünme ister kuvvet ister fiil halinde olsun
ancak saçma bir görüş olabilir ve aklın deliline karşı koyan bir işi
olduğunu düşünmemiz gerekir ki bu, âlemin dışında belli bir mekânın
bulunduğu görüşüne benzer. Bu durumda Aristocuların metotlarını esas
olarak alsak bile cismin ancak sonlu bir miktar birleşme ve ayrılma kabul
edebileceği ve bu sebeple bölünmenin hem kuvve hem de fiilde belirli bir
noktada duracağı sonucuna varmamız gerekir.
Cisim sonsuzca bölünmeyeceğine, bölünme bir noktada duracağına
göre, bu bölünmeyen cüzün mahiyeti nedir? Bu bölünmeyen cüz, yani
atom nokta gibi, fakat belirsiz, idrak edilmesi imkânsız olan bir miktara
sahiptir. Bu belirsiz miktar dolayısıyla atomların birleşmesinden meydana
gelen bir cismin diğerinden daha küçük olması anlaşılabilir; çünkü
büyüklüğü olmayan atomlardan büyük cisim meydana gelmez.
Esasen kelamcıların alem anlayışı ve bunun temelde dayandığı cevher-i
ferd görüşü, yani atom nazariyesi (el-cüzü’lllezi la yetecezza) evrenin
40
izahında temel teşkil etmekteydi. Varlığa ilişkin açıklamaların hemen
hepsi ve ilahiyat bahislerinde yer alan Allah’ın zatı ve sıfatları gibi benzer
temel teolojik ve metafizik konuların hepsinin dayanağı haline gelen bu
teoriydi.
Eş’arilerin ve genelde ehl-i sünnet kelamının alem anlayışları onların
metafizik düşüncelerinin alt yapısını oluşturmaktadır. Onlara göre,
Allah’ın dışındaki her şeyi ifade eden âlem60,
cevher ve arazlardan
oluşmaktadır. Cevherler sonlu ve sınırlıdır. Onların sonsuz olamayacağı
fikrini de “Biz her şeyi apaçık bir kitapta saydık.”61 ayetlerine
dayandırmışlar, bölünmenin ve sonsuz oluşun imkansız olduğu sonucuna
ulaşmışlardır. Buna göre âlemdeki her şey sonludur. Eğer sonsuz
olsalardı, bu takdirde sonsuzun kuşatılamayacağı ve sonu olmayanın
sayılamayacağı fikri doğardı. Bu da Allah’ın ilmini sınırlamak olur.62
Bu cevher-i ferd (atom) nazariyesinin amacı bir tabiat bilimi ortaya
koymak, tabiatı tanımlamak değil, ilahi bir söylem oluşturmak, Allah’ın
varlığı, Allah’ın sıfatları ve özellikle de Allah’ın ilim ve kudretini
temellendirmek63, Allah ile kâinat arasındaki ontolojik zıtlığa dikkat
çekmekti.64 Hareket, zaman, miktar, kelamı ilahinin tabiatı velhasıl
yaratılan ve yaratanla ilgili hususların hepsi bu esasa bağlı olarak
temellendirilmeye çalışılmıştır. Taftazânî (v. 793/1390) konuyla ilgili
olarak şu tespitte bulunur: “Filozofların ileriye sürdükleri karanlık
fikirlerden kurtulmak cevher-i ferdi ispat etmeye bağlıdır.”65
Yine Eş’arî kelamının varlık ve alem anlayışlarıyla ilgili olan ve modern
bilimin diliyle “evrenin temel yasaları”nın zorunlu bir sebep-sonuç
ilişkisine dayalı olmadıkları, bir alışkanlığın ifadesi olarak böyle
algılandıkları “adetullah” anlayışları da konunun zeminini oluşturur. Bu
zorunsuzluk fikri de, âlemin yaratılmış olduğu düşüncesinden hareketle
60
61
Abdülkahir el-Bağdâdî, Usulu’d-din, Beyrut 1981, s. 33.
Yasin 36/12.
62
Ebü’l-Hasan el-Eş’ari, İstihsanü’l-havz fiilmi’l-kelam, trc. Talat Koçyiğit, “Ebü’l-Hasan el-Eş’arî ve
Bir Risalesi”, AÜİFD, Ankara, 1960, VIII, 170; el-Bağdâdî, a.g.e., s. 36. Ayrıca konuyla ilgili olarak
bkz. İlhan Kutluer, “Cevher” mad., DİA, VII, 453.
63
Hasan Hanefî, Mine’l-akide ile’s-sevre, Beyrut, ts., I, 538.
64
İlhan Kutluer, “Cevher” mad., DİA, VII, 453.
65
Taftazânî, Sa’dudin, Şerhü’l- akâid, İstanbul 1966, s.52 (Ketselî şerhiyle birlikte).
41
kabul etmiş oldukları cevher ve araz metafiziklerinin bir yansımasından
ibarettir. Özellikle Gazzâli ile sistemli bir hale gelmiş olan “adetullah”
anlayışına göre, sebep ile sonuç arasındaki ilişki zorunlu değil alışkanlık
eseridir; birinin varlığı diğerinin varlığını gerektirmeyeceği gibi, yokluğu da
diğerinin yokluğunu gerektirmez. Susuzlukla su içmek, aydınlık ve
güneşin doğması, şifa ve ilaç almak tarzındaki münasebetlerde görüldüğü
gibi bunlar birbirine bitişik şeyler değildir. Bunların bitişik oluşu Allah’ın
takdiriyledir.66 Meseleyi Allah’ın kudretiyle ilişkin ortaya koyan Gazzâlî,
bununla mucizelerin imkanına bir yol bulmaya çalışmaktadır. Ona göre,
yemek olmadan tok olmak, boynu kesmekle hayatı devam ettirmek ve
bunun gibi sebep sonuç ilişkisinin var sayıldığı durumların hepsi ilahi
kudret sayesinde mümkündür.67
Anlaşılacağı üzere Gazzali sadece mantıksal münasebetler sahasında
bir zorunluluk fikrinin bulunabileceğini kabul etmektedir. Onca
zorunluluk, mantıkı bir takım münasebetler olan, eşitlik, tazzamum (içlek)
ve mübayenet (ayrılık) kategorilerine ait olmalıdır. Bu tamamıyla mantıki
münasebetler sahasının dışında zorunluluğun hiçbir uygulama alanı
yoktur. Biz tamamıyla akli ve mantıki bir zorunluluğu gerçekteki bir
zorunlulukmuş gibi görmekteyiz. Filozoflar sırf psikolojik bir alışkanlığın
sonucunun kesin mantıki zorunlulukla karıştırırlar. Ancak onlar da
zorunluluk hakkında sahip oldukları tek delil, tecrübî değildir. Tecrübe ise
bize sadece eserin sebeple birlikte vuku bulduğunu göstermektedir. Eserin
sebep vasıtasıyla ortaya çıktığını değil, o halde felsefe sadece mantıki
zorunluluk fikrini aklen mümkün olarak kabul etmekle yetinmelidir.
Gerçek de böyle bir zorunluluk kabul edilmez. Biz düşünce âleminin
aksine varlık dünyasında kesin bir takım kanunlarla değil mümkün bir
takım münasebetlere karşı karşıyayız. Biz ancak düşüncede dış âlemdeki
olgular arasındaki bir zorunluluk olduğunu sanırız.
Kısaca sıralanacak olursa kelamcılara göre âlem arazlardan
cevherlerden bunların bir araya gelmelerinden oluşmuştur. Cisimlerin
temel özellikleri ise şunlardır:
Sonlu ve sınırlıdırlar.
Hadistirler. Sonradan var olmuşlardır.
66
el-Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed, Tehâfütü’l-felasife, Beyrut 1986, s. 195.
67
el-Gazzâlî, a.g.e., s. 195-196; el-İktisâd fi’l-i’tikâd, Beyrut 1983, s.63.
42
Ana özellikleriyle birbirlerine benzerler.
Cisimlerde tedahül olmaz.
Arazlar gibi gelip geçici değillerdir.
Arazsız olmazlar.
Başlangıçları olduğu gibi sonları da vardır.
Arazların özellikleri ise şunlardır:
1. Bir yerden başka bir yere intikal edemezler
2. Araz arazla kaim olamaz. Yani arazın sebebi araz olamaz ve ondan
dolayı var olamaz.
3. Bir araz iki anda devam edemez.
4. Bir araz iki mahalde olmaz.
Kelamcılara göre madde;
Ya bizatihi kaimdir, buna ayan denir.
Ya başkasıyla kaimdir, buna araz denir.
Ayan da ya bileşiktir buna cisim denir. Ya da bileşik değildir, cevher-i
fert denir.
Yani yaratıklar (mahlukat)
1. Ayan
a. Cisim (ağaç, vb.)
b. Cevher
2. Araz (renk, koku, tat hareket, ağırlık vb.) şeklinde bölümlenmiştir.
Bütün bu temel önermelerden hareket edildiğinde âlemin sonradan
olduğu ve yaratıldığı ortaya çıkar. Âlem sonradan olduğuna göre onu
yaratan bir varlık mevcuttur. Onun da sonra olması düşünülemez. Eğer
böyle olursa bu takdirde o da bir yaratıcıya ihtiyaç duyar ki bu devir olur.
O halde âlem hadis olduğuna göre onun var edicisi olan irade ve kudret
sahibi bir varlığın mevcudiyeti ortaya çıkar.
Kelamcılara Göre Yaratma
Âlem bir şeyden yaratılmamıştır. Yaratma zaman içinde yoktan
meydana getirilmiştir. Aynı şekilde zamanla birlikte bir yoktan
yaratmadan da bahsedilebilir. Çünkü zamanın objektif bir gerçekliği
43
yoktur. Semavi cisimlerin yaratılmasıyla zaman da yaratılmış olur. Zaman
iki cismin birbirleriyle olan ilişkileri sırasında ortaya çıkan bir kavramdır
ve felsefecilerin iddia ettiği gibi ezeli değil, mümkündür.
Allah zaman üzerinde mümkün atomların ve arazların birleşip
ayrılmalarını sağlamak suretiyle hareketi yaratır. Buna karşılık zaman ard
arda yaratılan süreklilik arz etmeyen atomik anlardan mürekkeptir.
Âlemden önce atomlar var olmadığına göre zaman da yoktu. Bu sebepten
zaman filozofların iddia ettiklerinin aksine ne âlemin varlık şartıdır ne de
onu öncelemiştir.68
68
Şaban Ali Düzgün, Nesefi ve İslam Filozoflarına Göre Allah Âlem İlişkisi, Ankara 1998, s. 65.
44
Allah’ın Varlığı
Konunun Karakteri: İspat mümkün müdür? İnkârın İlmi Bir Değeri
Var mıdır?
İslam Düşünce tarihi seyrinde, özellikle kelam disiplini içerisinde
Allah’ın varlığı meselesi ispat bağlamında ele alınıp detaylarıyla
irdelenmiştir. Bu konuda yapılan tahliller bazı açılardan konunun
karakterine yönelik olarak gelişmiştir. Konuyla ilgili olarak İslam
düşünürü İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) bazı ipuçları vermiştir. O
yaratıcının varlığının kanıtlanmasının bir yandan çok, diğer yanda çok zor
olduğunu vurgular ve şu değerlendirmeyi yapar:
Güçtür; çünkü o bildiğimiz ve alıştığımız varlıkların en uzak ve en
yücesidir. Kolaydır; zira varlıkların en aşikâr olanıdır. Onun zuhuru,
bizzat hak oluşundan, nur saçan zatı yönündendir. Tanınmasının zor
oluşu, bizim aklımızın aczi ve zaafı yüzündendir.
Peki, o halde isbat-ı vacib, yani Alah’ın varlığını ispat mümkün müdür?
Hemen belirtilmelidir ki, Allah duyu organlarıyla idrak edilebilecek varlık
olmadığına göre, O’nu aklımızla araştırmak ve bu konuda aklın doğru
işleyişine müracaat etmek gerekir. Tabiidir ki, bu konu da eleştiri götüren
bir yöne sahiptir. Zira burada şöyle bir soruyla karşı karşıyayız:
“Akıl varlığın başlangıç ve prensibini bilebilir mi?” Burada felsefe
tarihinde bilginin değeri konusunda gelişen disiplinlerin farklı yorumları
bulunmaktadır. İslami literatürde sufestaiyye/sofistler olarak dile getirilen
septiklerin, ilmin veya pozitif ilimlerin geliştiği, akıl temeli üzerinde
basamaklar halinde zirveye ulaştığı bugün, artık söyleyecek bir şeyleri
yoktur. Gerçi hakikate ulaştıranın akıl mı, his mi olduğu konusu hala
tartışama konusudur. Ancak şu husus göz önünde bulundurulmalıdır:
İnsan tek başına kendi aklının isabetinde şüphe edebilir. Fakat
insanlık, var oluşundan itibaren aklın bu yetkinliğini kabul etmiştir.
Şüphe pozitif bilimlerin hareket noktasıdır. Din ise teslimiyete dayanır.
Fakat metodolojik şüpheyi İslam da kabul etmektedir. Allah’ın varlığı
konusunda ise en tehlikeli nokta peşin olarak Allah’ın varlığı inkâr etmeyi
kabul etmektir. İster pozitif bilimler olsun, ister manevi bilimler olsun
45
hiçbir akıl yürütme bir şeyin yokluğunu ortaya koyan hipotezlerden
hareket etmezler.
Marifetullah, yani Allah’ın bilinip tanınması sahip olduğu karakter
dolayısıyla duyularla mümkün olmamaktadır. Fakat duyular Allah’ı
tanımama aracı olan aklımıza malzeme sağlar. Biz cisimleri rengi, şekli,
kokusuyla, yani nitelikleriyle bilebiliyoruz. Hâlbuki bunlar cisimlerin
temelde varlığının esas unsurları değil, özellikleridir. Yani bunlar olmadan
da cisim vardır; ancak bizler tarafından idrak edilemez. Bir anlamda her
türlü araştırma ve inceleme aletinden yoksun bir tarzda ve bunlardan
soyutlanmış bir şekilde insan, bunların varlığını anlayamaz.
Konuyla ilgili olarak İbn Melka (ö. 560/1165) şu nitelendirmeyi
dikkatlere sunar:
Allah’ın fiilleri, eserleri ve yaratıkları vasıtasıyla tanınması, bir insanın
arkadaşını gözüyle müşahede ederek tanımasından daha tam ve
kâmildir.
Ünlü İslam Filozofu Farabî ise Allah’ı yaratıkları sayesinde bilişimiz,
onu bizzat tanıyarak elde edeceğimiz bilgiden daha çok şayan-ı dikkattir”
der.
Allah’ın varlığının doğrudan doğruya duyularla idrak edilemeyişi, onun
akla aykırı olduğunu göstermez. İnsan psikolojik durumu bizzat bunun
şahididir. Sevgi ve nefret gibi birçok psikolojik durum mevcuttur; fakat
bunlar bizzat beş duyu ile idrak edilebilen şeyler değildir.
İnkâr nedir? İnkâr Mümkün müdür?
Genel anlamda inkâr Allah’ı tanımamak, onun varlığı konusunda şüphe
içerisinde olmaktır. Bu çok kaba ve genel bir tanımdır. Konunun
anlaşılması için daha detaylı tanımlamaya ihtiyaç vardır. Dar anlamda
“üşünerek ve tartışarak, bilinçli bir şekilde Allah’ın varlığını reddetmektir.”
Buna felsefi anlamda ateizm denmektedir.
Dini terminolojide ise Allah olarak ifade edilen varlık, felsefi ve gayr-i
dini literatürde Ekmel zat, ilk sebep, sebepsiz sebep, mutlak zat, varlığın
kaynağı vb. ifadelerle yer alır. İnkârı bu anlamda alırsak ve Allah’ı bu
isimlerle tesmiye edersek İslam söz konusu olduğunda konuyu izah etmek
kolay olmaz.
46
İslam inkârı farklı şekilde ele alır ve bölümler. Mesela İslam’a göre
cinlerin varlığını kabul etmeyen, puta tapan kimse inkârcı kabul edilir.
Ama felsefi anlamda durum böyle değildir. Felsefeye göre putperestlik,
Hak ve vücud-i mutlak hakkındaki görüşleri gerçeğe uygun olmamakla
birlikte, kendisinin amacı doğrudur. Yani böyleleri ateist olarak kabul
edilmezler. Ama İslam açısından inkârcıdırlar. Felsefi anlamda böyle
birine cahil, hatalı denilebilir, ama kâfir denemez.
İnkârın imkân dâhilinde olmadığının göstergesi bizzat bilim ve tekniğin
kendi karakterinde taşıdığı özellik sebebiyledir. Şöyle ki, bilim ve bunun
sonucu ortaya çıkan teknik, olaylar arasındaki ilgi ve bağlantılardan
ibaret olan kanunlar, sebepler ve benzerlikler demektir. Daha doğrusu
bilim olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisine dayalı olarak varlığını ve
gelişmesini devam ettiren bir olgudur. Bu şu anlama gelir: Bilim ve teknik
“birleştirilmiş insanlık bilgisi”dir. Mesele bu şekilde ele alındığında bu
birliği veya sebeplerin devamlılığını meşru ve mümkün görmek için
kanunları dahi bu birliğe götürebilecek “hiçbir sebebe ihtiyaç duymayan
bir sebebe, bir vücud-i mutlak’a” gereksinim vardır. Bu gereksinim
reddedildiğinde veya görmezlikten gelindiğinde bilim ve tekniğin temeli
yıkılmış, insanlığın gurur duyduğu kültür ve medeniyet hiçe indirgenmiş
olur. Böylece Şüphe kapısı açılmış olur ve bütün kültür hezeyan
derekesine indirilmiş olur; ilimlerin üzerinde inşa edildiği temel sarsılmış
olur. Bu akıl yürütmeden yola çıkıldığı takdirde inkârın aslında mümkün
olmadığı sonucu ortaya çıkar.
İnkâr konusu bilgisizlik alanından bilim ve teknik alanına
nakledildiğinde imkânsız olduğu kesin olarak ortaya çıkar. Düşüncenin
tarihi seyri dikkate alındığında, ilim ve felsefeden yola çıkarak inkârcılığını
ilan eden düşünürler, inkârcı düşünceler üzerine kurulu felsefi ekoller
görmek mümkündür. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Acaba bu
insanlar bilimin ve felsefenin gerçeklerini göremeyecek kadar cahil
miydiler ki, teknik olarak inkârın imkânsızlığına rağmen inkârcı oldular ve
inkârı felsefi bir ekol derecesine çıkardılar?”
Bu soruya verilebilecek cevap “hayır”dır. Peki, o halde niye inkâr yolunu
seçtiler? Şunun için: Bunlar vücud-i mutlak’ın imkânsızlığına dair net
bilgileri oldukları için değil, gerçekleri tahrif ve amaçlarından saptırmak
suretiyle bilimsel olarak inkârı mümkünmüş gibi göstermeye çalıştılar.
Bunun mantıki sonucu şudur:
47
İnkâr gerçeğin tahrif edilmesi demektir. Yani bu inkârcılar, gerçek
varlığı ve nihai sebebi inkâr etmekte acizlik gösterirken felsefi deyimle onu
gerçeğine, dini deyimle ulûhiyetine aykırı bir surette tasavvur ederler ve
bu gerçeğin amaç ve kıymetini değiştirirler.
48
Allah’ın Varlığı Meselesi ve Subjektivite Sorunu
Allah’ın varlığı konusu, onun bilgisinin objektif (nesnellik) ve
subjektifliğiyle (öznellik) de yakından ilgilidir. Konunun anlaşılması için
bu iki kavranın yapısına bakmak gerekir.
Nesnellik nedir? “Tümelleştirilebilen her bilgi nesnel olma özelliğine
sahiptir” diyebiliriz. Başka bir ifadeyle “insanın bakış açısından, zihinsel
tasarımlarından, dünya görüşünden bağımsız olma durumu”dur.69
Tümel: Eğer bir kavram bir sınıfın tümüne delalet ediyorsa tümel, bir
ferdine delalet ediyorsa tekil, bir kısmına delalet ediyorsa tikeldir. Mesela;
“şehir” tümel, Ankara tekildir.
Buradan şu ortaya çıkar: Sözle anlaşılır bir şekilde tümel olarak ifade
edilemeyen bir şey nesnel değildir. O halde nesnelliğin iki temel özelliği
vardır:
Tümel olmak
Sözle, herkesin anlayabileceği
(iletişimcilik-communicability)
bir
şekilde
ifade
edilebilir
olmak
Öznellik: Bir kişinin yaşadığı bir durumu başkasının bilememesidir. Dış
dünyadan ve nesnel olandan değil de, benden, zihinden, kişisel algı ve
değerlendirmelerden türeyen hususlaradır.70 Buna göre öznel olan bir şey
tikeldir. Fakat bu tikellik dil ile ifade edilebilir ve başkasına anlatılabilir.
Aslında böyle bir bilgi tümelleşmeye yatkındır. İnsan genelde öznel
bilgisini anlatmakta güçlük çeker. Filozoflar bu güçlüğü öznelliğe
yüklemişlerdir. Zira böyle öznel yaşantıları kavramsal olarak ifade edecek
düzeye erişmemiş olan dilimizdir. Bunun içindir ki, ünlü İslam düşünürü
İbn Hazm “insan dili Allah’ın varlığını ifade edecek kavramları ve
kelimeleri icat henüz etmemiştir” der. Nesnel tecrübe, günlük
yaşantımızda daha yaygın olduğundan onu ifade edebileceğimiz kavram ve
terminoloji daha hızlı gelişmiştir.
Öznelliğin ve nesnelliğin etki alanları ters orantılıdır. Öznelliğin etki
alanı arttıkça nesnelliğin etkisi azalır. Fakat bunlar hiçbir zaman
69
Paradigma Felsefe Sözlüğü, “Nesnel” maddesi.
70
Paradigma Felsefe Sözlüğü, “Öznel” maddesi.
49
birbirlerini dışlamazlar. Öznelliğin olduğu her yerde az da olsa bir
nesnellik, nesnelliğin olduğu bilgide az da olsa bir öznellik mevcuttur.
Nesnel ve Öznel Bilginin Özellikleri
Nesnel bilgi statiktir, değişmez. Nesnel bilgi veya nesnel gerçeklik,
ancak kendi alanı değiştikçe değişir. Aksi halde değişmez, matematiksel
bir gerçekliğe sahiptir. Onun için nesnel bilgileri kabul edip etmemede hür
değiliz. Sadece kavram aşamasında bir hürriyete sahibiz.
Öznel bilgi ise dinamiktir. Ancak onda da bir değişmezlik söz konusu
olabilir. Bu değişmezlik onun doğruluğundadır. Öznelliğin doğruluğu da
özneldir. Bu doğruluğun yorumlanması değişebilir. Nesnellik ise fazla
yorum kabul etmez. Öznel bilginin doğruluğunda matematiksel bir
kesinlik yoktur. Öznel bir kesinlik vardır. Kabul edip etmemede bir
hürriyet alanı vardır.
Dedüktif ve endüktif ispatların öznellik ve nesnellikteki yerleri ayrıdır.
Bu iki mantıksal ispat, nesnel bilgide daha çok spekülatif bir rol oynar.
Bundan dolayı doğruluğu kabul etmeye zorlamaktan ziyade, onu
gerçekten ve öznel olarak daha derinden mütalaa etmeye teşvik ederler.
Ama asla kişinin hürriyetini zedelemezler. öznel bilgide ispattan daha çok
kişisel tecrübe etkindir.
Öznellik ve nesnelliğin özelliklerini bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:
Dünyanın güneş etrafında döndüğü bilgisi nesneldir. Bu bilgiyi kabul
edip etmemede hür değiliz. Onun için bu önermeyi ancak gerçekteki
durumla çelişkiye düşersek reddedebiliriz. Öte yandan dünyanın
gerçekten güneş etrafında döndüğünü ancak duyulara dayanan gözlem ve
deneylerle ispat edebiliriz. Ayrıca bu konuda matematiksel bir kesinliğe
ulaşabiliriz. Ancak bu konu karam halindeyken kabul ya da
reddedebiliriz. Tarih içinde de konunun seyri bu şekilde olmuştur.
Konuyu Allah’ın varlığı meselesine taşıyacak olursak şunu söylemek
gerekir. Allah’ın varlığıyla ilgili bilgi nesnel bir bilgi değildir. Çünkü duyu
ve tecrübe alanına girmez. O halde onu öznel olarak nitelemek daha
uygun olur. Zaten Allah’ın varlığı nesnel bir hakikat olsaydı, kişinin onu
reddetme hürriyeti olmazdı. Hürriyetin olmadığı bir yerde imandan ve
bunun neticesi olan mükâfattan bahsetmek mümkün olmazdı. Bir bilgi ya
da önermeye inanmanın değer taşıması onun reddedilme imkânını da
içinde barındırmasına bağlıdır. Bilimsel ve nesnel olanı kabul etmede bir
50
değer yoktur. Çünkü onu reddetme hürriyetimiz yoktur. Zaten Allah’ın
gayb olması da bunun göstergesidir.
51
Epistemolojik Açıdan Allah’ın Varlığı
“Ancak Allah’tan korkan kimseye bir hatırlatma olmak üzere… Kitabı
indirdik.” (Taha 20/3)
Düşünce tarihi boyunca adı inkâra çıkmış olan düşünce veya disiplinler
genellikle Allah’ın varlığı meselesini bir problem olarak görürler. Bu
sebeple şöyle bir akıl yürütmede bulunurlar:
Neden insan ve tabiatı, yani kâinat ve olayları kendi kanunlarıyla baş
başa bırakmayıp da Allah’ı devreye sokmak suretiyle işin daha karmaşık
hale gelmesine sebep olunmaktadır? Böyle bir akıl yürütme bilimsel
açıdan bir değer taşımamakta, sadece ön yargılara dayanmaktadır. Onla
bu düşünceleriyle Allah’ın varlığı meselesini “gereksiz ağırlık” olarak
görmektedirler. Kur’an ise buna “gayb” terimiyle işaret etmektedir.
İnkârcıların gereksiz ağırlık olarak gördüğü Allah’ın varlığı konusunu
gayb terimiyle dile getiren Kur’an, O’na inanmanın zorluğunu verilecek
mükâfatın büyüklüğüyle açıklamaktadır:
َ‫صلوةَ َومِ َّما َرزَ ْقنَاهُ ْم يُ ْن ِفقُون‬
َّ ‫ب َويُقِي ُمونَ ال‬
ِ ‫الَّذِينَ يُؤْ مِ نُونَ ِب ْالغَ ْي‬
“Onlar, insan idrakini aşan olguların varlığına (gayba) inanırlar, namazı
dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak
ederler” (Bakara 2/3)
‫ب فَبَ ِش ْرهُ بِ َم ْغ ِف َرة َوأَجْ ر َك ِريم‬
ِ ‫إِنَّ َما تُنذ ُِر َم ِن اتَّبَ َع‬
َّ ‫ي‬
ِ ‫الرحْ َمن بِ ْالغَ ْي‬
َ ‫الذ ْك َر َو َخ ِش‬
“Sen ancak uyarıcıyı can kulağıyla dinleyen ve insan kavrayışının
ötesinde bulunmasına rağmen Rahman’dan korkan kişiyi uyarabilirsin.
İşte böylelerine Allah’ın mağfiretini ve en güzel ödülü müjdele!” (Yasin
36/11)
İnsanın muhatap olduğu durum veya metin tek başına kendisini ifade
etmez. Objenin yaratıcı faaliyeti veya psikolojik durumu metnin veya
52
muhatap olunan olgunun anlaşılmasına katkıda bulunur. Yani metin tek
başına kişiye bir anlam kazandırmaz.71
Gayb, insan duyularının algılayamadığı bir alanı ifade eder. Gayb, duyu
idrakinin ötesinde bulunan ve aklın varlığını gerektirmediği gizli
durumdur.72 et-Tehanevî iki çeşit gaybın olduğunu ifade eder:
Birincisi, aklın ve vahyin delalet etmediği ve söz konusu etmediği
gaybtır. Bu, Kur’an’da “Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları
O'ndan başkası bilmez, karada ve denizde olanları O bilir ve bir yaprak
düşmez ki, onu O bilmesin; ne toprağın karanlıklarında bir tane, ne de
kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o her şeyi açıklayan Kitap’ta
bulunmasın”73 şeklinde ifade edilen gaybtır.
İkincisi, aklın ve vahyin delalet ettiği ve bildirdiği gaybtır. Bu da Bakara
suresinde ifade edilen “Onlar ki gayba iman edip namazı dürüst kılarlar ve
kendilerine verdiğimiz rızktan (Allah yolunda) harcarlar”74 tarzındaki
gaybtır.75
İkinci anlamdaki gaybın idraki bütünüyle mümkün değildir. Fakat bu
alan subjektiflik çerçevesinde düşünen kimseler için anlamlı bir hale
getirilebilir. Böylece Allah’ın varlığı anlamsız olmaktan çıkar ve Kur’an’ın
ifadesiyle “temel bir hakikat” halini alır.
Duyularımızla algılanamayan aşkın alan, “gayb âlemi”, yani metafizik
alanı ifade eder. Kur’an ise aşkın alanla duyulur (şehadet) âlemi
birbirinden ayırdığı gibi bu iki farklı alana yönelik yetilerimizi de
ayırmaktadır.
ْ َ‫صل‬
‫ع َربِي قُ ْل ُه َو ِللَّذِينَ آ َمنُوا ُهدًى َو ِشفَاء‬
َ ‫ت آيَاتُهُ أَأ َ ْع َج ِمي َو‬
ِ ُ‫َولَ ْو َجعَ ْلنَاهُ قُ ْرآنًا أ َ ْع َج ِميًّا لَّقَالُوا لَ ْوال ف‬
‫ع ًمى أ ُ ْولَئِكَ يُنَادَ ْونَ ِمن َّم َكان بَ ِعيد‬
َ ‫علَ ْي ِه ْم‬
َ ‫َوالَّذِينَ َال يُؤْ ِمنُونَ فِي آذَانِ ِه ْم َو ْق ٌر َو ُه َو‬
71
Şaban Ali Düzgün, Allah Tabiat Tarih, Ankara 2005, s. 93.
72
et-Tehanevî, Muhammed Ali, Keşşâfu ıstılahati’l-fünûn ve’l-ulûm, “Gayb” mad., Beyrut 1996, II,
1256. Gayb, burada, insan bilgisinin kaynakları tarafından muttali olunamayan, idrak edilemeyen
durum olarak tarif edilmektedir.
73
En’am 6/59.
74
Bakara 2/3.
75
et-Tehanevî, a.y.
53
“Biz bu Kuran'ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: "Ayetleri uzun
açıklanmalı değil miydi? Bir araba yabancı bir dille söylenir mi?" derlerdi.
De ki: "Bu, inananlara doğruluk rehberi ve gönüllerine şifadır."
İnanmayanların kulaklarında ağırlık vardır ve onlara kapalıdır; sanki
bunlara uzak bir mesafeden sesleniliyor da anlamıyorlar.” (Fussilet 41/44)
Bu ayetin ortaya koyduğu husus, Allah’ın varlığının hem akıl hem de
kalp ile idrak edilmesidir. Kalp bir düşünce yetisidir. Felsefe alanında ise
akıl bir düşünce yetisidir. Kur’an kalp yetisini dile getirmekle, kalbi akıl
düzeyinde yeti bilgi veren yeti durumuna getirmektedir. Dolayısıyla kalbin
idraki aklın idrakine eşitlenmiştir.76
76
Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi, İstanbul 1992, s. 129–130.
54
Allah’ın Varlığı Konusunda Kur’an’ın Öznel Çağrıları
Fikri bir incelemede en etkili olan hususu “tarafgirlik” ve “önyargılı”
davranmaktır. Tarafgirlik, kendi düşüncesi adına başka bir düşünceye
değer vermeden inceleme ve araştırma yapmaktır. Önyargılı olmak ise bir
fikrin doğruluğunun ya da yanlışlığının önceden kabul edilerek incelemeye
girişmektir. Bu bağlamda Kur’an insan düşüncesinin ve bilgisinin
kaynaklarından olan “duyular tecrübe”sine hitap ederek insanı
önyargılarından kurtarmaya çağırır. Çünkü insanda zaman içerisinde
veya tarihsel ve kültürel olarak tevarüs edilen bu katı fikirler ancak onun
duygularına hitap edilmek ve öznel çağrılarda bulunulmak suretiyle
ortadan kaldırılabilir.
Bunun için Kur’an özellikle insana geleceğini ve sorumluluğunu
hatırlatan sorularla işe başlar ve insanın kendi benliğine yönelmesini
ondan ister.
ُ ‫س‬
‫سدًى‬
ُ ‫س‬
ُ َ‫ان أَن يُتْ َرك‬
َ ‫اْلن‬
َ ْ‫أَيَح‬
ِْ ‫ب‬
“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyamet 75/36)
‫ب َو َجاء بِقَ ْلب ُّمنِيب‬
َّ ‫ي‬
ِ ‫الرحْ َمن بِ ْالغَ ْي‬
َ ‫َم ْن َخ ِش‬
“Görmeden Rahmân'a saygı gösteren77 ve (Hakka) dönük bir yürek
getiren herkesin (mükâfâtı budur)!” (Kaf 50/33)
Ayrıca Kur’an insanın aşkın alana yabancılaşmasını dile getirerek
bunun gaybı ve dolayısıyla Allah’ı tanımada bir engel olduğuna dikkat
çeker:
َ‫عذَابٌ أ َ ِلي ٌم ِب َما َكانُوا َي ْك ِذبُون‬
ٌ ‫فِي قُلُو ِب ِهم َّم َر‬
َ ‫ض فَزَ ادَ ُه ُم اّللُ َم َرضا ً َولَ ُهم‬
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır.
Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” (Bakara 2/10)
‫ْص ُرونَ بِ َها َولَ ُه ْم‬
ِ ‫اْل‬
ً ِ‫َولَقَ ْد ذَ َرأْنَا ِل َج َهنَّ َم َكث‬
ِ ‫نس لَ ُه ْم قُلُوبٌ الَّ يَ ْفقَ ُهونَ بِ َها َولَ ُه ْم أ َ ْعي ٌُن الَّ يُب‬
ِ ‫يرا ِمنَ ْال ِج ِن َو‬
ٌ َ‫آذ‬
َ‫ض ُّل أ ُ ْولَـئِكَ ُه ُم ْالغَا ِفلُون‬
َ َ ‫ان الَّ َي ْس َمعُونَ ِب َها أ ُ ْولَـئِكَ َكاأل َ ْنعَ ِام َب ْل ُه ْم أ‬
77
Âyetteki “‫( ”بالغيب‬bi’l-ğayb) kelimesi, fâ‘ilden hal olabileceği gibi, mef‘ûl’den de hal veya
masdardan sıfat olabilir. Yani âyetin ilk cümlesi, “Görmeden Rahmân’dan korkan..”anlamına
geldiği gibi; “Kimsenin görmediği bir yerde Rahmân’dan korkan” veya “Rahmân görülmediği
halde O’ndan korkan” anlamlarına da gelir.
55
“Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki kalpleri var,
fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları
var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da
sapık... Ve işte gafiller onlardır!” (A’raf 7/179)
Bu ayet Allah’ın varlığından ve mesajından haberdar olmak
istemeyenleri gafil olarak tanımlamaktadır. Bundan dolayı onu bu gaflet
durumundan kurtarmak için kendi benliğinin tahlilini yapmaya çağırır.
َّ ‫سهُ ال‬
‫عا‬
ً ‫سهُ ْال َخي ُْر َمنُو‬
َّ ‫عا َوإِذَا َم‬
ً ‫ش ُّر َج ُزو‬
َّ ‫عا إِذَا َم‬
ً ‫سانَ ُخلِقَ َهلُو‬
َ ‫اْلن‬
ِ ْ ‫إِ َّن‬
“İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır: Başına bir fenalık gelince
feryat eder. Bir iyiliğe uğrarsa onu herkesten meneder.” (Mearic 70/19–21)
‫ور ِه ْم َحا َجةً ِم َّما‬
ُ ‫اْلي َمانَ ِمن قَ ْب ِل ِه ْم ي ُِحبُّونَ َم ْن هَا َج َر إِلَ ْي ِه ْم َو َال يَ ِجدُونَ فِي‬
ِ ُ‫صد‬
َ ‫َوالَّذِينَ تَبَ َّوؤُ وا الد‬
ِ ْ ‫َّار َو‬
ُ َ‫صةٌ َو َمن يُوق‬
َ‫ش َّح نَ ْف ِس ِه فَأ ُ ْولَئِكَ ُه ُم ْال ُم ْف ِل ُحون‬
َ َ‫أُوتُوا َويُؤْ ِث ُرون‬
َ ‫صا‬
َ ‫علَى أَنفُ ِس ِه ْم َولَ ْو َكانَ ِب ِه ْم َخ‬
“Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş
olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler
karşısında içlerinde bir çekemezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde
bulunsalar
bile
onları
kendilerinden
önde
tutarlar.
Nefsinin
tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.”(
Haşr 59/9)
Bütün bu ayetlerde vurgulanan ve dile getirilen hususlar Kur’an’ın
insana yapmış olduğu öznel çağrılardır. Onun insana yaptı diğer bir öznel
çağrı ölüm duygusunu ona hatırlatmak ve onu gafletten kurtarmaya
çalışmaktır.
َ ‫ان أَلَّن نَجْ َم َع ِع‬
ُ ‫س‬
ُ ‫س‬
‫ان ِليَ ْف ُج َر‬
ُ ‫س‬
َ َ‫ بَلَى قَاد ِِرين‬. ُ‫ظا َمه‬
َ ‫اْلن‬
َ ُّ‫علَى أَن ن‬
َ ‫اْلن‬
َ ْ‫أَيَح‬
ِ ْ ُ ‫ بَ ْل ي ُِريد‬. ُ‫ي بَنَانَه‬
ِْ ‫ب‬
َ ‫س ِو‬
َّ ‫ َو ُج ِم َع ال‬.‫ف ْالقَ َم ُر‬
‫ يَقُو ُل‬. ‫س َو ْالقَ َم ُر‬
ُ ‫ش ْم‬
َ ‫ َو َخ‬.‫ص ُر‬
َ َ‫ فَإِذَا بَ ِرقَ ْالب‬. ‫ يَسْأ َ ُل أَيَّانَ يَ ْو ُم ْال ِقيَا َم ِة‬. ُ‫أ َ َما َمه‬
َ ‫س‬
ُ ‫س‬
.‫ستَقَ ُّر‬
ْ ‫ ِإلَى َر ِبكَ يَ ْو َم ِئذ ْال ُم‬. ‫ َك ََّّل َال َوزَ َر‬.‫ان يَ ْو َم ِئذ أَيْنَ ْال َمفَ ُّر‬
َ ‫ا ْ ِْلن‬
“ İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor? Evet, Biz onu,
parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya
kadiriz. Ama insanoğlu gelecekte de suç işlemek ister de: "Kıyamet günü
ne zamanmış! der. Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir
araya getirildiği zaman, işte o gün insan: "Kaçacak yer nerede?" der.
Hayır; hayır; bir sığınak yoktur. O gün, sen, Rabbinin huzuruna varıp
durursun.” (Kıyamet 75/3–13)
56
‫شدِيدٌ أ َ َف ََّل يَ ْعلَ ُم إِذَا بُ ْعثِ َر َما فِي‬
َ َ‫ب ْال َخي ِْر ل‬
َ َ‫علَى ذَلِكَ ل‬
ِ ‫ش ِهيدٌ َوإِنَّهُ ِل ُح‬
َ ُ‫سانَ ِل َربِ ِه لَ َكنُودٌ َوإِنَّه‬
َ ‫اْلن‬
ِ ْ ‫إِ َّن‬
‫ُور‬
ُّ ‫ص َل َما فِي ال‬
ِ ‫ُور َو ُح‬
ِ ‫صد‬
ِ ‫ْالقُب‬
“İnsan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür. Doğrusu kendisi de
bunların hepsine şahittir. Gerçekten mala de pek düşkündür. İnsan,
kabirlerde bulunanların çıkarılacağı ve kalplerde olanların ortaya
konulacağı bir zamanın geleceğini bilmez mi? Doğrusu Rableri o gün
onların her şeyinden haberdardır.” (Adiyat 100/6–11)
Kur’an insanı iki hayatın beklediğini hatırlatarak ona düşünmesi için
ipuçları verir.
‫َار َج َهنَّ َم خَا ِلدِينَ فِي َها أ ُ ْولَئِكَ ُه ْم ش َُّر ْال َب ِريَّ ِة إِ َّن‬
ِ ‫ِإ َّن الَّذِينَ َكفَ ُروا ِم ْن أ َ ْه ِل ْال ِكت َا‬
ِ ‫ب َو ْال ُم ْش ِركِينَ ِفي ن‬
‫عدْن تَجْ ِري ِمن تَحْ تِ َها‬
ِ ‫صا ِل َحا‬
َّ ‫ع ِملُوا ال‬
َ ُ‫ت أ ُ ْولَئِكَ ُه ْم َخي ُْر ْال َب ِريَّ ِة َجزَ اؤُ ُه ْم ِعندَ َر ِب ِه ْم َجنَّات‬
َ ‫الَّذِينَ آ َمنُوا َو‬
‫ع ْن ُه ْم‬
َّ ‫ي‬
ُ ‫ْاأل َ ْن َه‬
َ ُ‫اّلل‬
ِ ‫ار خَا ِلدِينَ فِي َها أَبَدًا َّر‬
َ ‫ض‬
“Kitap ehlinden ve puta tapanlardan inkâr edenler, şüphesiz içinde
temelli kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte bunlar, yaratıkların en
kötüsüdürler. Fakat inanıp yararlı iş işleyenler, işte onlar da, yaratıkların
en iyileridirler. Onların Rableri katındaki mükâfatı, içinde temelli ve
sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah
onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan
kimseyedir.” (Beyine 98/6–8)
Kur’an bütün bunlara ilave olarak olumlu değerlere atıfta bulunarak
ahlaki yaşantının örneklerini vermek suretiyle öznel yaklaşımı ayrı bir
boyutta dile getirir. Bunlar fakirlere yardım etmek, yetimlere sevgi ve
şefkat göstermek, insan haklarına saygı göstermek ve kötülüklerden
sakınmak gibi insani faziletlere işaret eder.
57
Allah’ın Varlığı Konusunda Kur’an’ın Nesnel Çağrıları
Kur’an insanın öznel tarafına hitap etmekle kalmaz, onu duyularına ve
nesnel gerçeklere dikkat çekmek suretiyle onu objektif düşünmeye
yaklaştırmaya çalışır. Bu sebeple tabiat olaylarına dikkat çeker ve onların
sebeplerine vurgu yaparak bütün bunların idarecisiz olamayacağını
insana bir kez daha hatırlatır.
. َ‫حي ِ ذَ ِل ُك ُم اّللُ فَأَنَّى تُؤْ فَ ُكون‬
ِ ِ‫ت َو ُم ْخ ِر ُج ْال َمي‬
ِ ِ‫ي ِمنَ ْال َمي‬
ِ ‫إِ َّن اّللَ فَا ِل ُق ْال َح‬
َ ‫ت ِمنَ ْال‬
َّ ‫ب َوالنَّ َوى ي ُْخ ِر ُج ْال َح‬
َّ ‫س َكنًا َوال‬
‫ َو ُه َو الَّذِي َج َع َل لَ ُك ُم‬.‫يز ْال َع ِل ِيم‬
ْ ‫اْل‬
ُ ‫س َو ْالقَ َم َر ُح ْس َبانًا ذَلِكَ ت َ ْقد‬
َ ‫ص َبا ِ َو َج َع َل اللَّ ْي َل‬
ِ ‫ِير ْال َع ِز‬
َ ‫ش ْم‬
ِ ‫فَا ِل ُق‬
ُ ‫وم ِلت َ ْهتَدُواْ ِب َها فِي‬
‫ِي أَنشَأ َ ُكم ِمن نَّ ْفس‬
ِ ‫ص ْلنَا اآل َيا‬
ِ ‫ظلُ َما‬
َّ َ‫ت ْال َب ِر َو ْال َبحْ ِر قَ ْد ف‬
َ ‫النُّ ُج‬
َ ‫ َو ُه َو الَّذ‬. َ‫ت ِلقَ ْوم َي ْعلَ ُمون‬
‫س َماء َماء فَأ َ ْخ َرجْ نَا ِب ِه‬
ِ ‫ص ْلنَا اآليَا‬
َّ ‫ِي أَنزَ َل ِمنَ ال‬
ِ ‫َو‬
َّ َ‫احدَة فَ ُم ْستَقَر َو ُم ْست َْودَعٌ قَ ْد ف‬
َ ‫ َو ُه َو الَّذ‬. َ‫ت ِلقَ ْوم يَ ْفقَ ُهون‬
َ ‫َض ًرا نُّ ْخ ِر ُج ِم ْنهُ َحبًّا ُّمت ََرا ِكبًا َو ِمنَ النَّ ْخ ِل ِمن‬
ٌ ‫ط ْل ِع َها قِ ْن َو‬
‫ان دَانِيَةٌ َو َجنَّات‬
ِ ‫َيء فَأ َ ْخ َرجْ نَا ِم ْنهُ خ‬
ْ ‫نَبَاتَ ُك ِل ش‬
ُ ‫غي َْر ُمتَشَابِه ان‬
َّ ‫ِم ْن أ َ ْعنَاب َو‬
َ ‫الر َّمانَ ُم ْشتَبِ ًها َو‬
‫ظ ُرواْ إِ ِلى ث َ َم ِر ِه إِذَا أَثْ َم َر َويَ ْن ِع ِه إِ َّن فِي ذَ ِل ُك ْم آليَات‬
ُّ ‫الز ْيتُونَ َو‬
. َ‫ِلقَ ْوم يُؤْ ِمنُون‬
“ Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır; ölüyü çıkarır. İşte Allah
budur, nasıl yüz çevirirsiniz? Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme
zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu, Güçlü olanın, Bilen'in
nizamıdır. O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında yol bulasınız
diye sizin için var edendir. Bilen millet için ayetleri uzun uzadıya
açıkladık. O, sizi bir tek nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve
anaların rahminde kararlaşmakta olarak Yaratandır. Anlayan millet
için ayetleri uzun uzadıya açıkladık. O, gökten su indirendir. Her
bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden, birbirine benzeyen
ve benzemeyen yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından
sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün
verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmalarına bir bakın. Bunlarda,
inananlar için, şüphesiz, deliller vardır.” (En’am 6/95–99)
Allah’ın varlığını hiçbir kimseye ispat edemeyiz. Ancak kişinin kendisi
Allah’ı kendine ispat edebilir. İnsan Allah’ın varlığını anlamaya çaba
göstermezse, Kur’an’ın açıklamaları anlamsız kalır. Burada şunu
söyleyebiliriz: Allah’ın varlığı anlatılarak akli bir şekilde ortaya konabilir.
58
Eğer muhatap bunu anlamak için samimi bir çaba gösterirse bu ispat
halini alır ve kişi “hidayet”e erer.
Allah’ın Varlığı Konusunda Kur’an’ın Nesnel ve Öznel Çağrıları
Kur’an zaman zaman Allah’ın varlığı ve O’na iman etmeyi hem insanın
kendi benliğine hem de aklı ve duygularına havale etmektedir. İnsanda
meydana gelen bilinçli duyarlılık hali denilen “takva” burada devreye girer.
Kur’an’da bunlara şu şekilde atıflarda bulunulmaktadır:
‫َيء‬
ِ ‫ق َوفِي أَنفُ ِس ِه ْم َحتَّى َيت َ َبيَّنَ لَ ُه ْم أَنَّهُ ْال َح ُّق أ َ َولَ ْم َي ْك‬
َ ُ‫ف ِب َر ِبكَ أَنَّه‬
َ
ْ ‫علَى ُك ِل ش‬
ِ ‫سنُ ِري ِه ْم آ َيا ِتنَا فِي ْاآلفَا‬
ٌ‫ش ِهيد‬
َ
“Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini
onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin
her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)
Takva Kur’an’a göre teorik bir kavram değil, bizzat pratik bir kavramdır.
Erişilen ve övülen bir mertebedir.
ً ‫س ْو َءاتِ ُك ْم َو ِري‬
ِ‫ت اّلل‬
ِ ‫ى ذَلِكَ َخي ٌْر ذَلِكَ ِم ْن آ َيا‬
ً ‫ع َل ْي ُك ْم ِلبَا‬
ُ ‫شا َو ِل َب‬
َ ‫َيا َبنِي آدَ َم قَ ْد أَنزَ ْلنَا‬
َ ‫سا ي َُو ِاري‬
َ ‫اس الت َّ ْق َو‬
َ‫لَ َعلَّ ُه ْم يَذَّ َّك ُرون‬
“Ey İnsanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek
elbiseler gönderdik. Takva örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah'ın
bu ayetleri öğüt almanız içindir.” (Araf 7/26)
Takva, mistik bir yaşantı halini ifade eden bir kavram değildir. Çünkü
mistik yaşantı hali sadece özneldir. Takvada öznellik de mevcuttur. Fakat
onu akli olarak anlayabilir ve sözle ifade edebiliriz.
Öznellik akılda değil, aklın kaynaklarında bulunan bir özelliktir. Bu
yüzden öznelliği akıl da yansıtmaktadır. Dolayısıyla Allah’ın varlığını her
üç yaklaşımın sonunda ortaya koymak mümkündür. İnsanların farklı
durumları ispat şeklinde de farklılığa sebep olabilir.
59
60
ALLAH’IN SIFATLARI
Yüce yaratıcının nitelendirilmesi hemen her dinde üzerinde çokça
durulmuş, zihinsel gerilime sebep olmuş bir alan olarak karşımıza
çıkmaktadır. Esasen İslam düşünce tarihine baktığımızda teolojik
tartışmaların temelinde de bu konunun yatmakta olduğunu görürüz.
İnanç sahibi herkesin mutlak anlamda bir uluhiyet anlayışının bulunduğu
bilinen bir durumdur. Bu ya bilinçli olarak sahip olunan bir şeydir ya da
farkına varılmadan mevcudiyetini devam ettiren bir anlayıştır.
İslam’da sıfatlar meselesi farklı şekillerde ele alınmıştır. Kur’an’ı
Kerim’de Allah’ın sıfatlarından bahsedilmez. Başka bir ifadeyle sıfat
kelimesi kullanılmaz. Cenab-ı Hakk’ı niteleyen sıfatlar isimler olarak ifade
edilir. Allah’ın isimlerinden bahsedilir. Kura’n’da dört yerde ‫له االسماء الحسنى‬
geçmektedir.78 Dolayısıyla Allah’ın güzel isimleri olduğu ifade edilmektedir.
Buradan anlaşılıyor ki, “Allah’ın sıfatları” tabiri daha sonra ortaya
çıkmıştır.
Kelamcılar Allah’ın niteliklerini isim ve sıfat terimleri ile ifade
etmişlerdir. Bu terimleri ilk kez kullanan Ebu Hanife olsa da isim ile sıfat
arasındaki ayırım Maturidî (ö. 333) tarafından yapılmıştır.
Allah’ın sıfatları beş gurupta taksim edilmiştir:
1. Sıfat-ı nefsiyye (Vücud sıfatı)
2. Selbî veya tenzihî sıfatlar: Cenab-ı Hakkın kendileriyle nitelenmesi
imkânsız olan nitelemeleri O’ndan uzaklaştıran sıfatlardır. Allah’ın
ulûhiyetine yakışmayan kavramları ondan uzaklaştırmak ve yetkinliğini ve
yüceliğini gösterecek isim ve sıfatları O’na vermektir. Buna göre Allah,
varlığının başlangıcı olmadığı gibi sonu da olmayandır. (kıdem,
beka/kadim, bâki)
3. Subutî sıfatlar: Allah’ın kendileriyle nitelendirilmesi zorunlu olan
sıfatlardır. Bunların Allah’ın zatının dışında da taallukları vardır. Subuti
sıfatların Allah’ın zatı ile nasıl bir ilişkisi bulunduğu kelamcılar arasında
tartışmalıdır. Mutezile bu sıfatların Allah’ın birliğine zarar verdiğini
düşünerek reddetmiştir. Bu sıfatları da şöyle bölümlemek mümkündür:
78
“En güzel isimler Allah'ındır, O'na o isimlerle dua edin, O'nun isimleri konusunda eğriliğe
sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (Araf 7/180)
61
a. Meanî sıfatlar: Subuti sıfatların mastar kalıbında olan şekline denir.
İlim, irade, kudret gibi.
b. Manevi sıfatlar: Subuti sıfatların ism-i fail ve sıfat-ı müşebbehe
kalıbında olanlarına denir. Âlim, kâdir, hayy, mürid gibi.
Mutezile sıfat-ı maneviyi kabul eder. Sıfatların zat ile ilişkisinde meani
sıfatlar kabul edilirse ve bunlar kadim olursa taaddüd-i kudema gerekir.
Bu da birden fazla kadimin olmasını gerektirir ki, tevhide aykırıdır. Zira
onlara göre Allah’ın sıfatları zatının aynıdır. Bir başka ifadeyle, zattan ayrı
sıfatlardan bahsedilemez. Halbuki Ehl-i Sünnet’e göre sıfatlar zatın ne
aynı ne de gayrıdır.
4. Fiilî sıfatlar: Allah’ın kâinatla ilişkisini ifade eden sıfatlardır. Bütün
fiili sıfatlar, yokluktan varlığa çıkarma anlamına gelen tekvin sıfatı altında
toplanmaktadır. Bunlar Allah’ın iradesi açısından zorunlu olmadıkları için
mümkin olan sıfatlardır. Mutezile, subuti sıfatlardan olan irade ve kelamı
fiili sıfatlar içinde telakki etmiş ve bu sıfatların taalluklarını yani iradenin
sonucu olan âlemi, kelamın sonucu olan Kuran’ı hâdis kabul etmiştir.
Gerçi Ehl-i sünnet’e göre de âlem hâdistir, ama bunun varlığa çıkmasına
sebep olan Eşarilere göre irade ve Maturidilere görew ise tekvin sıfatı
ezelidir.
5. Haberî sıfatlar: Sadece naslarda geçen (ayet-hadis) ve lafzi anlamıyla
teşbih ifade eden sıfatlardır. Yedullah, vech, istiva gibi. Ehl-i sünnet ve
Mutezile bunları tevil etmişlerdir. Selefiyye ise bundan kaçınmıştır.
Allah’ın sıfatları konusunda ilk defa ortaya çıkan fikri hareketler iki
noktada yoğunlaşmaktaydı:
1. İlahi zatın nitelendirilmesi
2. Tevhidin korunması.
İslam’da Allah’ın sıfatlarıyla ilgilenme bu iki noktadan hareketle
yapılıyordu. Bu noktalardan hareket eden müslüman mütefekkirler bazen
ifrat ve tefrit noktalarına varmışlardır ki, bunun sonucunda bir kısmı
teşbihe düşmüş diğer bir kısmı ise tatile varmıştır. Genel olarak Ehl-i
sünnet olarak isimlendirebileceğimiz düşünürler orta bir yol izlemek
suretiyle analojik bir dille meseleyi açıklamaya çalışmışlardır.
Allah’ın sıfatları konusunda ilk aşırılık hicri II. Asrın başlarında Ca’d b.
Dirhem ve Cehm b. Safvan tarafından tatil görüşünün ileri sürülmesiyle
başlamıştır. Yani bu zatlar Allah’ın sıfatlarını inkâr yoluna sapmışlardır.
62
Daha sonra bir anlamda buna tepki olarak bir anlamda da
muhafazakârlık olarak kabul edilen Mukatil b. Süleyman ve onun
teşbihteki aşırılığı ortaya çıkmıştır. Bu esnada Mutezile teşbihi
reddederken tenzihe varmayan ancak tatile de düşmeyen bir yol
benimsemeye çalışmıştır. Kelamın doğuşundan sonra İslam dünyasında
başlayan felsefi hareketle birlikte Farabî İbn Sinâ ve İbn Rüşd tenzih
düşüncesiyle Allah’ın subutî ve fiili sıfatlarını kabul etmemişlerdir.
Bu kısa tarihsel bakış açısından sonra Yüce Allah hakkında veya din
hakkında görüş belirtirken kullanılan dillere bir göz atmak gerekir.
Aslında dini konuşmalarda veya dindar olan, felsefi deyimiyle söyleyecek
olursak teist olan herkesin konuşmaları doğrudan ya da dolaylı olarak bir
anlamda “Tanrı hakkında konuşmak” (sermo de Deo) demektir.79 Zira
imanla veya dinle ilgili tüm ifadeler; dindarın tüm beyanları bir şekilde
Yüce zat’ın ya bir özelliğini veya onunla ilgili bir ilişkiyi ifade eder. Yani
doğrudan ve dolaylı olarak merkezde Yüce Allah, Onun sıfatları ve fiilleri
vardır. Bunlar söylemde olduğu gibi zihinsel arka planda mevcut olan gizli
kelamda da mevcuttur. Bütün bunlar dini terimlerle ilgili sentaktik
problemlerdir.80
Din Dilleri
1. Teşbihi dil: Genel olarak Selefiyye81 olarak isimlendirilen ve kendine
özgü bir metodu bulunan yaklaşımın kullandığı bir dildir. Yüce Allah’ın
79
Turan Koç, Din Dili, Kayseri 1995, s. 23.
80
Sentaktik: Sözdizimsel, cümle bilgisini inceleyen sözdizimsellik.
81
“İlk âlimler, geçmiş islâm büyükleri” mânâsına gelen bu terim, akaidde, nasda vârid olanı
müteşâbihâtı ile birlikte aynen kabul edip teşbih ve tecsîme düşmemekle beraber te'vîle de gitmeyen ehl-i sünnet-i hâssayı ifade eder. Şüphe yok ki Rasûlüllah (s.a.) ile ashâb-ı kiramın akaidde
takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen Selefiyye’dir. Tabiîn, mezhep imamları ve büyük
fukahâ, mu-haddisler Selefiyyedir. İlk asırlarda İslâm dünyasında hâkim olan akide selef
akidesiydi. Hicretin ikinci asrından itibaren bid'at fırkaları ilmî manada teşekkül etmeye başlamış,
üçüncü asırdan sonra da ehl-i sünnetin kelâm fırkaları zuhur ederek İslâm dünyasına yayılmıştır.
Bu tarihlerden sonra selef akidesini benimseyenler her asırda mevcud olmakla beraber azalmıştır.
Selefiyye Allah taâlânın zatî, fi'lî ve haberi sıfatlarının hepsini, naslarda vârid olduğu gibi,
te'vîle tâbi' tutmaksrzın aynen kabul ederken Mu'tezile bu sıfatların bir kısmını kabul etmekle beraber bazılarını red, bazılarını da te'vîl ediyordu. Bu sebeple Mutezileye muattıla, Selefiyyeye de
sıfâtiyye denilmiştir. Bil'âhare zuhur eden ehl-i sünnet kelâmcıları da sıfâtiyyeden 'kabul
edilmiştir.
63
nitelikleri konusunda Kuran’da geçen kelimeleri ve hadiste geçen
nitelemeli “teşbih”, “tatil”, “tahrif” ve “tebdil” etmeden aynen alan
anlayıştır. Yani bu nitelemeler her ne kadar teşbih ifade ediyorsa da
bunları yorumlamaksızın ve de yaratıkların niteliklerine benzetmeksizin
olduğu gibi kabul etmişlerdir. Cenab-ı Hak hakkında kullanılan bu
kelimeleri asla sözlük anlamlarında değerlendirmemişlerdir.
Teşbihi dil birçok açıdan eleştirilebilir. Fakat insani özellikleri
kullanmadan Tanrı hakkında konuşmak pek kolay bir husus değildir.
İnsanın teşbihi dili kullanmasına götüren mecburiyet, bir kısım
ilahiyatçıları sembolik ya da tenzihi dili kullanmaya sevk etmiştir. Ancak
bu dillerin de kendi içinde birtakım zorlukları bulunmaktadır.
Bir başka açıdan bakarsak, katı bir antropomorfizme (insan biçimcilik)
düşüldüğünde ciddi teolojik problemlere de düşülmektedir. Günlük dilde
kullandığımız ifadelerden hareketle Tanrı’ya yönelik olarak kullandığımız
kelimeleri sözlük anlamında alırsak, yani bunları Tanrı’ya atfedersek ki,
bunu harfi harfine yaparsak, bunun da savunulacak bir tarafı yoktur.
2. Tenzihi dil: Yüce Allah’ı her türlü olumsuz düşüncelerden ve
noksanlıklardan arındırmak için, O’nun ancak olumsuz nitelemelerle
anlatılabileceğini (selbi bir biçimde) ortaya kolan dildir. Bu görüşü
savunanlara göre Allah “bambaşka” (muhalefetun li’l-havadis)olduğundan
tabii ve günlük dilden aldığımız kelimelerle O’nun hakkında olumlu bir
cümle kurmak mümkün değildir. Herhangi bir ifade Tanrı’ya yüklem
Selefiyyenin şıârı akaid sahasında akla rol vermemek ve müteşâbihâtın te'vîline girişmemektir.
Bununla beraber Hâlık hiç bir veçhile mahlûka benzetmez, teşbîhin her çeşidinden büyük bir titizIilikle kaçınırlardı. Çünkü Kur'ân-ı kerimde, te'vîl peşine düşenler zemmedilmiştir. Bir de şu var ki
te'vîl, zanna dayanarak varılan bir hükümdür. Cenabı Zülcelâl'in sıfatları hakkında zanla hükmetmek, onlara göre, caiz değildir. “Kuvvetİe muhtemeldir ki bir âyeti murâd-ı ilâhînin aksine te'vîl
eder," dalâlete düşeriz.) Biz ilimde mütehassıs olanların söylediğini tekrar eder, “Hepsi Rabbimizin
ka-tındandır” deriz. Müteşâbihâtın zahirine inanır, bâtınını tasdik ederiz, içyüzünün anlaşılmasını
Allah'a havale ederiz. Zira biz onu bilmekle mükellef değiliz. Zaten bu husus imanın şartları ve
hükümlerinden de değildir.” Selef âlimlerinin bazıları teşbîhe düşmemek mevzuunda o kadar titiz
hareket etmiştir ki naslarda vârid olan “yed, vech, istiva” gibi sıfât-ı haberiyyeyi nasda vârid olmuş
arapça şeklinden başka herhangi bir dil ile ifade edilmesine bile cevaz vermemiştir
Fakat Selefiyyenin, teşbih endişesiyle te'vîlden kaçışını ve müteşâbihâtı zahirleri üzere
bırakışını yanlış anlayan bazı zümreler ifrata düşerek teşbîhe gitmişler, “te'vîlden kaçınalım”
derken tecsîme kail olmuşlardır. Haşviyye veya Müşebbihe diye isimlendirilen bu guruplardan
bazıları Hanâbileye nisbet edilse de Selef-i sâlihînin onlarla ilgisi yoktur.
64
olarak atfetmenin yolu yoktur. Bütün güzellikler, ululuklar ve tüm takdis
edici ifadeler Allah’ı niteleme söz konusu olduğunda eksik kalır. Yüce
Allah her şeyin üstünde olduğundan O’nu bir isim kuşatıp kavrayamaz.
Bu dil temsilcilerine göre belki biz Allah’ın ne olmadığını anlatabiliriz.
İslam düşüncesinde ve ilahiyat alanında bu fikrin savunucuları İslam
filozofları ve özellikle İbn Sinâ olmuştur. Yahudi filozof Musa b. Meymun
da bu şahsiyetler arasındadır. Esasında dikkat edilecek olursa Tanrı’yı
veya Tanrı’ya ait şeyleri Kuran’da ve diğer kutsal metinlerde olumsuz bir
dil kullanarak anlatma mevcuttur. Ancak bu dili savunanlarla Kuran’daki
anlatım arasında fark vardır. Kuran, bir yandan selbi nitelendirmelerde
bulunurken diğer taraftan da olumlu ve O’nu doğrudan anlatan
nitelemelere de yer vermektedir.
İbn Sinâ’ya göre zorunlu varlık olan Tanrı’da “varlık” ile “mahiyet”
aynıdır. Ona göre ilkin mahiyeti olmadığı için O, yokluk ve öteki
niteliklerin olumsuz kılınmasıyla “salt varlık” (mücerrdu’l-vücûd) olarak
bilinir. Onun cinsi, ayırımı bulunmadığı için tanımı da kesin kanıtı da
yoktur. Aksine O, her şeyin kesin kanıtıdır. Çünkü bir sebebi yoktur.
Dolayısıyla Onunla birleşen hiçbir ilinti olmadığından birleşik değildir.
İbn Sinâ’ya göre O’nun ilk ve temel niteliği “gerçek” ve var olmasıdır.
Tüm öteki nitelikler bu varlığa ya izafe edilmek suretiyle ya da
olumsuzlama yoluyla belirlenir. O’nun gerçeklik dışında mahiyeti yoktur.
Çünkü zorunlu varlığın, varlığının zorunlu olmasını gerektirecek bir
mahiyete sahip olması doğru değildir. Yani zorunlu varlık için zorunlu
olmasının dışında hiçbir mahiyeti yoktur; bu da O’nun gerçekliğidir.
Tanrı için “bir” ve “cevher”dir demek, olumlu bir dil kullanma anlamına
gelmez. Cevher varlığına, bir ise ortak kabul etmekten münezzeh
olduğuna delalet eder.
Mutezile de “hiçbir şey onun gibi değildir” ayetinden yola çıkarak
sıfatları inkâr etti veya zatıyla aynı olduğunu savundu. Onların bu bakış
açısı bir tenzih anlayışı olarak kabul edilebilir.
Tenzih düşüncesi ulûhiyeti içi boş mücerred bir fikir haline getirmiştir.
Fahreddin er-Râzî buradan hareketle “Müşebbihe puta tapıyor; Muattıla
ise yoka tapıyor” diyerek iki aşırı anlayışın içine düştüğü krize işaret
etmektedir.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus da şudur: Başta
kutsal kitaplar ve peygamberler olmak üzere Tanrı hakkında konuşan
65
müminleronun hakkında sadece olumsuz bir dille konuşmak istemezler.
Onlar Tanrı hakkında söylenen bazı şeylerin kesinlikle doğru olduğunu
kabul ederler.
İnsan Allah’ı tüm niteliklerinden soyutlayınca O artık onun için
olumsuz bir varlıktan başka bir şey olmaz. Bu itibarla O’nun mahiyeti
konusunda olumlu belirleyici yüklemlerin inkârı, bir yerde dinin inkârı ile
aynı kapıya çıkar. Hatta böyle bir uluhiyet anlayışını şirkin aslı ve
dayanağı gibi yorumlayanlar olmuştur.
Kuran’da bu konudaki olumlu yüklemler olumsuz yüklemlerden daha
fazladır. Bu olumsuz yüklemler ise O’nu yüceltme tenzih etme amacına
yöneliktir. Tanrı hakkında olumlu bir dil kullanılıp kullanılamayacağı
konusu iman-bilgi ilişkisi meselesine varır. İman bilgiden daha aşağı bir
seviyede tutulduğunda veya biri diğerini dışarıda bıraktığında olumlu bir
dil kullanma imkânı kalmaz. İslam, Allah’ın bir bilgi meselesi olmadığını
vurgulamakla birlikte bir dereceye kadar bilinebileceğini öngörmüştür.
Ragıb el-Isfahanî “aklın en üstün meyvesinin Allah’ı bilmek (marifetullah)
olduğunu” söyler. Ona göre Allah’ı bilmek, insanın benliğine kazınmıştır.82
Aslında şunu da belirtmek lazım: İnsanların teşbihi dili kullanmadan
Allah’tan bahsetmeleri imkânsızdır.
3. Temsilî dil: Bilindiği gibi sözcükler, dış dünyaya delalet etmek üzere
üretilmişlerdir. Başka bir ifadeyle kelimeler, dış dünya ile etkileşimin
sonucu
olarak
türemişlerdir.
Bunlar
Tanrı’ya
ilişkin
olarak
kullanılırlarken günlük kullanımından ve sözlük anlamlarından
soyutlanarak yeni bir yapıya kavuşturulmaları gerekir. Bu şekilde
kullanımları, insan zihninde yeni bir anlama işaret etmelerini sağlar.
Böylece hem müşahede alanımıza vurgu yapılır hem da ilahi nitelikler
anlayacağımız bir şekilde O’nun otonomluğuna zarar vermeden ifade
edilmiş olur. İşte temsilî dil bunu ifade eder.
Buraya kadar anlatılanlardan şu iki sonuç çıkmaktadır:
a. Birinci yaklaşıma göre Tanrı’dan tipik olarak adeta tanıyıp bildiğimiz
şeylerle karşılaştırılması mümkün bir varlık gibi söz edilmektedir.
b. İkincisine göre ise tipik olarak Tanrı’nın bizim gözlem ve deney
alanımıza giren şeylerden bütünüyle farklı olduğu söylenmektedir.
82
Ragıb el-Isfahanî, ez-Zer’a ila mekârimi’ş-şeri’a, Kahire 1987, s. 199–200.
66
Yani bir taraftan Allah’ın bambaşka olduğu vurgulanmakta, diğer
taraftan zaman zaman ayrıntıya inerek sıradan varlıklar için kullanılan bir
dil kullanılmaktadır. Öyleyse ne yapmak gerekiyor?
Allah hakkında hem O’nun aşkınlığına hem de aynı zamanda bizim
tecrübemize dayanan bir dil oluşturmak mümkün değil mi? Eğer
mümkünse din dilinin kognitif muhtevasının ne olduğunun bilinmesi
gerekir. Aksi takdirde dilin ilahi gerçeklik hakkında herhangi bir
düşünceyi asçığa vurma imkânı kalmaz. Bu durumda Allah hakkında
bilebileceğimiz tek şey, dini tecrübeyle ilgili his ve heyecanlarımızın bir
boyutu olmaktan öteye gidemez. Böylece dilimizdeki Allah’a ilişkin tek
bilgi verici muhteva, bizim ona nasıl bir duygu beslediğimizin ifadesi
olacaktır.
67
Allah’ın İlmi
Allah’ın ilim sıfatının net bir biçimde anlaşılmasının hem ilahi sıfatlar
hem de Allah-âlem ilişkisi açısından son derece önemli olduğunu
vurgulamak gerekir. “Olacak her şeyin ezelde bilinmesi” ve zamanı gelince
bu bilginin varlık alanına çıkması ve bununla bağlantılı olarak insan
hürriyetinin veya insanın sorumluluğunun temellendirilmeye çalışılması,
ezeli ilmin çeşitli açılardan tartışılmasına yol açmıştır. İlahi bilgi, yani
Allah’ın ilim sıfatı Allah-âlem ilişkisinin temellendirilmesinde en merkezi
bir fonksiyona sahip olmasının yanında, bu ilişkinin bir parçası olan
Allah-insan ilişkisinde de aynı derecede öneme sahiptir.
Klasik olarak nitelenen düşüncede, genelde Ehl-i sünnet kelamcıları
nazarında Allah’ın ilmi vacip, mümkün ve mümteni olan her şeyle
ilişkilendirilerek anlaşılmıştır. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatan bir ilimdir.
Allah yok olan ve varlık alanına çıkmış ve çıkacak olan tüm külli ve
cüz’ileri bilir. Kelamcılar bunu Allah’ın kudreti ve onun varlık âleminde
yaratmış olduğu düzen ve mükemmelliği esas alarak açıklamışlardır.
Âlemde var olan düzen ve mükemmellik ve yaradılışındaki hikmet Allah’ın
böyle bir bilgisini gerekli kılar. İnsan âlemdeki bu düzeni ve yaradılıştaki
olağanüstülüğü düşündüğünde, bunun ilim, irade ve kudret sahibi bir
varlığın eseri olduğunu anlar.83 Gazzâli (ö.505/1111) de benzer bir akıl
yürütmeyle konuyu temellendirmeye çalışmıştır. Bütün mahlûkat Allah’ın
kudretinin eseridir, yani Allah tarafından yaratılmıştır. Bunlardaki
mükemmellik ve sanatkârane düzen Allah’ın onları yaratmadan önce
bildiğini gösterir.84
Diğer taraftan Allah ile insan arasındaki ontolojik zıtlığı ortaya koymaya
çalışan Eş’arî kelamcıları, Allah’ın ilmiyle insan bilgisi arasındaki farkı
dikkate alarak meseleye yaklaşmayı yeğlemişlerdir. Buna göre, Allah’ın
ilmi, bütün malumatı tek bir bilgiyle bilir, malumatın değişmesiyle O’nun
ilmi değişmez, O’nun bilgisi insanın kendi bilgi kaynaklarıyla elde ettiği
83
el-Bakıllânî, Ebu Bekr Muhammed b. Tayyib, Temhidü’l-evâil ve telhisü’dd-delâil, tah.
İmadüddin Ahmed, Beyrut 1993, s. 47; Fahreddin er-Râzî, Meâlimu usuli’d-din, Kahire ts, s. 39–40;
Seyfeddin el-Âmidî, Gayetü’l-merâm fi ilmi’l-kelam, tah. Hasan Mahmud Abdüllatif, Kahire 1971, s.
78; el-Îcî, Adudududin Abdurrahman b. Ahmed, el-Mevakıf fi ilmi’il-kelâm, Beyrut ts., s. 285–286.
84
el-Gazzâlî, el-İktisâd fi’l-i’tikâd, Beyrut 1983, s.64.
68
bilgiyle mukayese edilemez; Allah’ın ilmi, varlığa tekabülünün zorunlu ve
yokluğunun imkânsız oluşuyla insanın ilminden ayrılır.85
Bu bağlamda düşünebileceğimiz ve aynı zamanda da köklü teolojik
sorunları içinde barındıran “yok olanın (madum) ilahi ilimle ilişkisi”
konusu doğrudan bu bağlamda olmasa bile İslam düşünce tarihinde
tartışılmıştır.86 Konunun en temel noktası Allah’ın ilmi ile O’nun ilmine
konu olan hususların, yani malumun “vücud” ve “ma’dum” açısından ifade
ettiği husustur. “Madum”un bir şey olup olmadığı” konusu da meselenin
can alıcı noktalarından biridir. Bu itibarla konu kelamcılar tarafından
problemlerin anası (ümmehatü’l-mesail) addedilmiştir.87 Ehl-i sünnet
kelamcılarının kabul ettiği görüş madum’un bir şey olmadığı yönündedir.
Zira madum’a “şey” denildiği takdirde, henüz var olmamışların ezelde
mevcut olduklarını kabul etmek gerekir ki, bu onların ezeli olduklarını
çağrıştırır. Bu ise Allah’ın kıdemine gölge düşürür ve açıkça cebri ifade
eder.88 Fakat mevcut ve ma’dum malum olarak kabul edilmiştir; yani
henüz varlık alanına çıkmamış olanlar da Allah’ın ilminde bulunmaktadır.
Abbasi dönemi kelamcılarından ve Ebu’l-Huzeyl el-Allaf ve Nazzam gibi
ileri gelen Mutezile kelamcılarının da talebesi olan Hişam b. Amr elFuvatî’in (ö. 218/833) şahsında temerküz eden, “Allah kendi zatı dışında
hiçbir şeyi bilmez” şeklindeki kısmî Mutezilî görüş89 sürpriz olmayan bir
biçimde Eş’arî ve Matürîdî kelamcıların hücumuna uğramıştır. Bu
Mutezilî bilgine göre, Allah’ın ilmi sonsuz olmakla birlikte, onun ilmi yok
olana taalluk etmez. Eşya var olmadan önce madumdur. Bu sebeple ona
85
Fahreddin er-Râzî, Şerhu esmaillahi’l-hüsnâ, Beyrut 1990, s. 241.
86
Bu konudaki en hararetli tartışmalar, Allah’ın cüziyyatı bilip bilmediğiyle ilgilidir. Bu
bağlamda ilim-obje ilişkisine de temas edilmiştir. Gazzalî, meşşai filozofların Allah’ı mahza akıl
olarak tavsif etmelerini bu konuyla ilişkilendirerek, maddeden soyutlanmış aklın gereğinin
malumu bilmemek olduğunu ifade eder ve Allah’ın bu şekilde nitelendirilmesinin böyle bir
sonucu doğuracağını vurgular. Bk. Gazzalî, Mi’racü’s-salikin, Beyrut 1994, s. 83. (Mecmuatü resail-i
İmam Gazzalî içinde.)
87
bk. el-îcî, , a.g.e, s. 53.
88
en-Nesefî, Ebu’l-Mu’în Meymun b. Muhammed, Tabsıratü’l-edille, tah. Claude Salamé,
Dımaşk 1993, I, 199. Konunun tahlili için bk. Şaban Ali Düzgün, Nesefî ve İslam Filozoflarına Göre
Allah Âlem İlişkisi, Ankara 1998, s. 62.
89
Hişam b. Amr hariç, Mutezilenin çoğunluğu madumun şey olduğu kanaatindedir. bk. İbn
Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed, el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehva ve’n-nihal, tah. İbrahim NasrAbdurrahman Umara, Beyrut ts., IV, 153.
69
göre Allah eşyayı varlığından önce bilmez. Çünkü eşya var olmadan önce
eşya olarak isimlendirilmez.90 Eğer “Allah eşyayı ezeli olarak bilir”
denilecek olursa, eşya da ezeli kabul edilmiş olur.91
Mutezile düşünürlerinden Kadı Abdülcebbar el-Hemedânî (ö.
415/1025), tam aksi gibi gözüken bir istikamet tutarak, ilmin bir şeye
olduğu gibi taalluk edeceğini savunur. Eğer o şey, madum olursa, mevcut
olarak bilinmesi imkânsız olur.92 Ona göre, bir şeyi bilmek, o şeyin
olmasını gerektirmeyeceği gibi, olmayacağını bilmek de o şeyin meydana
gelmesini engellemez. Zira ilim, bir şeye olduğu gibi taalluk eder; bir şeyin
nasılsa öyle olması ilimle ilişkili değildir. Aksi halde âlimin,
gerçekleşeceğini bilmesi sebebiyle insanın fiilini zorunluluk altında
yapması sonucuna varır ve bu iyi ve kötü eylemler karşılığında birini
övmenin veya yermenin, sevap ya da cezaya çarptırmanın anlamsız
olduğunu gösterir. Aynı zamanda bu durum Allah’ın ilminin de bizim
bilgimiz nasılsa öyle olmasını gerektirir. Yani Allah’ın ilmi bizim ilmimize
tabi olması gerekir.93 Kadı Abdülcebbar insanın yapıp etmelerinde hür
olduğunu, bunun ezeli ilimle bağlantısı olmadığını düşünür. Ona göre
Allah Teala olacağını bildiği şeylerin aksini yaratabileceği gibi
olmayacağını bildiği şeyleri de yaratabilir.94
Yok olan bir şeyin bilgisi ya geçmişe ya da geleceğe ait bir bilgi olabilir.
Ancak geçmiş ve gelecekte olacak olanın bilgisi birbirinden farklıdır.
Burada sorun olan, geleceğe ait olanın, ortada olmayanın, henüz
gerçekleşmeyenin bilgisidir. O halde herhangi bir mezhebi referans
almadan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Yok geleceğe ilişkin bir durumdur.
Varlık alanına çıkmış veya çıkmamış olsun, sonraki an bir öncekine
nispetle yoktur.
Bu meyanda madumun Allah’ın bilgisine konu olup olmadığını tartışan
Fahreddin er-Râzî, Allah’ın yok olanı bilmesi konusunun “yok olanın
90
eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, tahric. Muhammed b. Fethullah Bedran, Kahire 1956., I,
71.Ayrıca bk. Cihat Tunç, “Hişam b. Amr”, DİA, XVIII, 152.
91
el-Eş’arî, Ebu’l-Hasan, Makalâtü’l-İslâmiyyin ve ihtilafu’l-musallîn, tah. Muhiddin Abdülhamid,
Beyrut 1990, I, 238.
92
Kadı Abdülcebbar, el-Muğnî fi ebvabi’l-adl ve’t-tevhid, tah. Muhammed Ali Neccar-Abdülhalim
Neccar, Kahire 1965, VI/II, 125.
93
Kadı Abdülcebbar, el-Muğnî, XI, 5.
94
Kadı Abdülcebbar, a.g.e, , XI, 4.
70
(madum) bilinen (malum) olduğu” hükmüyle ilişkili olduğuna işaret eder ve
bunu şu akli istidlallere dayanarak açıklar:
a. Güneşin yarın doğudan doğacağını bilmekteyiz. Bu bilgi henüz
mevcut olmayan bir durumun bilgisi, yani “madum”un bilgisidir. O halde
yok olan bir durum bilinebilir.
b. Failden muhkem bir fiilin çıkması, failin o fiili bilmesi şartına
bağlıdır. Şart ise meşrutundan önce bulunmalı ki, fiilini bilsin. Failin
bilgisi fiilin neticesinden önce bulunur. Bu takdirde Allah’ın fiillerini
bilmesi, onların varlık alanına çıkışından önce bulunmasını gerektirir. Bu
da madumun bilmenin mümkün olduğuna delalet eder.
c. Mahiyetleri bilmek, onların bizzat mevcudiyetlerine bağlı değildir.
Malumatların mevcudiyetlerini bilmediğimiz halde hakikatlerini biliriz.
Meselâ, “şey mevcut olur veya madum olur” dediğimizde, bu önermede
kullanılan bölümlemede “yok” anlamını tasavvur etmiş oluruz. O halde
varlığından önce mahiyetlerin ve de yokluğun tasavvuru imkân dâhilinde
olduğuna göre, yok olan (madum) mahiyetlerin tasavvurunun da mümkün
olması gerekir.95
Bu meseleye benzer şekilde teleolojik olarak yaklaşan Nesefî96 de Kur’an
ayetlerinden deliller getirerek çözüm bulmanın yanında, şöyle bir akli
muhakemede bulunarak sonuca varmaya çalışır: Bilgiden ve ilimden
mahrum olarak sanatkârane eşsiz bir şeyin ortaya çıkması halinde, onu
meydana getiren varlık yarattığı şeyin bilgisinden mahrum sayılır. Bu
ilmin o şeyin varlık veya vücud bulmasından sonra değil de önce
bulunması, o şeyin Allah’ın ilmindeki mükemmelliğe uygun olarak ortaya
çıkarmasını gerekli kılar. Kendisine yönelen ve bunu kendi varlığının
mükemmelliğinde doğrulatmaya çalışan herkes durumun böyle olduğunu
kavrar. Övgüye değer bir sonuç ortaya çıkaracak bir eylemde bulunan
kimse hakîm olarak kabul edilir; aksi ise iradesizliği ve hikmetten
mahrumiyeti gerektirir.97 Öte taraftan Nesefi'ye göre, yaratma kudretinin
bulunması, varlığın yaratılmadan önce yaratıcının onu bilmesi şartına
bağlıdır.98 Bir başka ifade ile bilme ve yaratma kudreti varlığın ön şartıdır.
95
Fahreddin er-Râzî, el-Metâlibu’l-âliye mine’l-ilmi’l-ilahi, III, 165–166.
96
bk. Şaban Ali Düzgün, Nesefî ve İslam Filozoflarına Göre Allah Alem İlişkisi, s. 62–65.
97
en-Nesefî, Tabsıratü’l-edille, I, 197.
98
bk. M. Sait Yazıcıoğlu, Matüridi ve Nesefiye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Ankara 1988, s. 132.
71
O halde Allah’ın âlemle ilgili fiillerinde ezeli olan bir ön bilgiyi kabul
etmemek, bu fiillerin bilgiye dayalı olarak yaratılmış olduğu fikrine aykırı
düşer.
Nesefî, Allah’ın gelecekten haber verdiğine delalet eden şu ayeti delil
getirerek çözüme ulaşmaya çalışır:
Meryem oğlu İsa da: "Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim.
Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek
Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim)." demişti.
Fakat onlara apaçık delillerle gelince "Bu, apaçık bir büyüdür."
dediler.99
Bu ayet henüz varlığa çıkmamış olanın bilgisidir. İşte buradan hareket
eden Nesefî, madumun Allah’ın bilgisi dâhilinde olmadığını söyleyenlere,
Allah’ın gelecekte olanlardan haber verip vermediği sorulduğunda hayır
cevabını verirlerse bu durum, Hz. Peygamberin geleceğini haber veren,
cennet ve cehennemliklerden bahseden benzeri ayetlerin inkârını
gerektirir. Şayet buna cevapları olumlu olup, ilgili ayetlerin haber
verdiklerini kabul ederlerse, bu durumda bunların bilgiden mahrum
olarak haber verilip verilmediği sorulur. Bilmeden haber verdiği söylenirse,
Allah’ın verdiği bilgilerde bir güven ve itminanın bulunmadığı iddia edilmiş
olur ki, bu küfre varan bir durum olur. “Allah bunları ilmiyle haber verdi”
derlerse, bu durumda da haber verilenler ya mevcud olacak veya madum
olacaktır. Bunların mevcud olmalarının kabulü ise onların haber
verildikleri anda var olmalarını gerekli kılar. Haber verilen bu durumlar
yok olarak kabul edilirse mesele kalmaz ve yok olanın Allah’ın ilminde
olduğu ortaya çıkar.100 Nesefî’nin bu diyalektik izah tarzında ma’dum’un,
gabya ait bilgi olduğu kanaatini gözlemlemek mümkündür.
İlahi ilmin yok olana veya gelecekte var olacaklara dair bilgisi imkân
kavramıyla
irtibatlandırılarak
açıklandığında,
imkânın
mantıki
formlarından biriyle bağlantılı olarak düşünülmesini gerekli kılar. Bu
itibarla ilahi ilmin imkân olarak nitelendirildiği anlayışına tekrar geri
dönecek olursak İkbal’in söz konusu imkân fikrini ortaya koyarken kelam
ve felsefe geleneğinde mevcut imkân modalitelerinden herhangi birini
99
100
Saf 61/6.
en-Nesefî, Tabsıratü’l-edille, I, 198–199.
72
dikkate almadığı akla gelmektedir. Akla gelen bir başka durum ise belki
de onun bu tür mantıki istidlal biçimlerinin Tanrı’ya ve onun fiillerine
uygulanmasının doğuracağı güçlükten kurtulmaktı. Bilindiği üzere İslam
kelamında üç türlü modalite söz konusu edilmiştir. Vücub (zorunluluk),
imkân ve imtina (imkânsızlık). İmkân, varlığı ve yokluğu zorunlu
olmayandır. Genel olarak iki türlü imkân söz konusudur. İmkân-ı has
(özel imkân) ve imkân-ı âm (genel imkân). İmkân-ı has (özel imkân), hem
varlık hem de yokluk açısından zorunluluğun olumsuz kılınmasıdır.
İmkân-ı âm (genel imkân), varlık ve yokluk itibariyle sadece bir taraftan
zorunluluğu olumsuz kılmaktır.101 Bir de imkân-ı isti’dâdî’den söz
edilmektedir. Fiili veya vukuî imkân olarak da isimlendirilen bu imkân,
“ne kendi zatından ne de başkasından dolayı karşıt tarafın zorunlu
olmaması” şeklinde tanımlanmaktadır.102 Sebepler ve şartların tahakkuku
ile maddede meydana gelecek olan şekil ve özelliklere maddenin hazır
durumda bulunması şeklinde açıklanan bu imkânı kelamcılar kabul
etmemişlerdir. Zira hâdis olan varlıkların bu çeşit bir imkâna ihtiyacı
yoktur; bunların meydana gelmesi için Allah’ın iradesinin onlara taalluku
yeterlidir. Bu fail-i muhtar olan Allah’a bir mecburiyet yüklemiş olur.
İslam filozofları ise hadis olanlar için böyle bir imkânı kabul etmişlerdir.103
Bunların yanında imkânın farklı türlerinden biri olarak söz konusu
edilen istikbali imkân vardır. İşte İkbal’in yukarıda vurgulamak istediği
imkân terimini geçmişte ortaya konan “istikbali imkân” (geleceğe yönelik
imkân) terimiyle eşleştirmek veya en azından aynı yöndeki imkâna delalet
etmeleri sebebiyle, karşılaştırmak mümkündür. İstikbali imkân, genelde
gelecek zamanda var olma ve yok olma şıklarından mutlak zorunluluğun
olumsuzlanması şeklinde tanımlanmaktadır. Bu imkânın istikbalde
gerçekleşmesi, şu anda mevcut olma veya ma’dum olma şartına bağlı
değildir. Aynı şekilde hâlihazırda ma’dum veya mevcut olması gelecekte
yokluğunun şartı değildir.104 İmkân ile ilgili müstakil bir eseri bulunan
Osmanlı kelâm ve felsefe âlimlerinden İsmail Gelenbevî (ö. 1205/1791) bu
tanım ve şartları sunduktan sonra konuyu ilâhi ilim bağlamında ele
alarak değerlendirmelerde bulunur. Buna göre, varlık âlemindeki
101
Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta’rifât, “imkan” mad., s. 30.
102
Cürcânî, a.g.y.
103
İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i kelâm, Ankara 1981, s. 165.
104
Gelenbevî, Risâletü’l-imkân, İstanbul 1309, s. 66.
73
değişmeler ilahi ilimde değişmelere yansıtılmadığı sürece ilahi ilim
açısından istikbali imkân tanımlaması bir sakınca doğurmaz. Var olacak
her varlığın ve var olmayacak her yokluğun gerçekleşmesi, İbn Sinâ’ın
kabul ettiği şekliyle külli tarzda dahi olsa, ilahi ilimde kesindir. Zira ilahi
ilim açısından bakıldığında, henüz vukua gelmeyen her şeyde bir yönüyle
zaruret vardır. Maddi ve değişen cüz’ileri cüz’i bir tarzda bilmek ilahi ilim
için vaki olmaz, zira “külli tarzdaki ilim geleceğe ilişkin bir durumu
belirlemez” şeklindeki bir itiraz da isabetli değildir. Çünkü külli ilahi ilim
objesini belirlemese de onların varlığa çıkarılma veya çıkarılmama
ihtimallerini açıkça ortaya koyar. Zira bir şey hakkında hüküm vermek,
onun külli tarzda tasavvuruna bağlı değildir. Kelamcıların kabul ettiği
şekliyle ilm-i fiili’nin ilm-i infiali105 gibi maluma tabi olduğu kabul edilirse
mesele kalmaz. Tasdiki ilim herhangi bir zamanda meydana gelme şartına
bağlı olarak malumata taalluk eder. Bu, hadis olan varlıkların meydana
gelmelerinden sonra ilimin onlara taalluk edeceği anlamına gelmez. Ezelde
ilmin onlara taallukunu doğrulayan şey, onların istikbalde meydana
gelecek olmalarıdır. İlahi ilim, gelecekte vaki olmaları şartıyla ezelde onlara
taalluk eder. Ezeli ilmin gerektirmiş olduğu zorunluluk, fiil (mahmul)
şartına bağlı zorunluluktur. Bu şuna benzer: Bizim bilgimiz, geçmişte
meydana gelmiş ve varlıklarına herhangi bir etkimizin olmadığı hususlarla
ilintilendirildiğinde, bu durumlar eğer vaki olmamış kabul edilecek
olurlarsa bu, çelişkiyi gerektirir. Bizim onları bilişimizdeki gereklilik,
ilmimizin onlara taalluku değil, onların meydana gelmeleri şartıyladır. O
halde şu söylenebilir: Geleceğin Allah’a nispeti, geçmişteki durumların
bize nispeti gibidir. Fiilen meydana gelme (mahmul) şartına bağlı
zorunluluk, özünde zorunluluğu gerektirmez. Sonuç itibariyle, ezeli olarak
bir şeyi bilmek özü itibariyle vücub ve zorunluluğu gerektirmez. Bundan
dolayı da Ebu Leheb’in iman etmeyeceği ezeli ilimde var olmakla birlikte,
onu imanla mükellef tutmak güç yetirilemeyecek bir durum değildir.106
Gelenbevî konuya tasavvurî ezeli ilim ve tasdikî ezeli ilim
bölümlemesiyle de yaklaşır. Tasavvuri ezeli ilim, ezelde sonradan meydana
gelecek olanların hem varlığı hem de yokluğu ile ilişkilidir. Tasdiki ezeli
ilim ise, gelecekte vuku bulacak olanlarla ezelde ilişkili değildir. Bu itibarla
105
İlm-i fiili, başkasından kaynaklanmayan ve alınmayan ilimdir. İlm-i infiali ise başkasından
alınan ve elde edilen ilimdir. Cürcânî, Tarifat, s. 136.
106
Gelengevî, a.g.e, s. 67–68.
74
ezeli ilmin maluma bir dahli yoktur. Şöyle bir düşünce akla gelebilir: Ezeli
ilmin objesiyle ilişkisi de ezelidir. İleride meydana gelecek olan şey, eğer
ezelde âlimin ilminde form olarak mevcut ise bu zihni varlığı (vücud-i
zihni) gerektirir ki, kelamcılar zihni varlığı kabul etmemişlerdir107, eğer
form olarak hazır değilse sırf yok olanla ilişkili olmasını gerektirir. Bu ise
muhaldir. Böyle bir itiraz, zihni varlığı kabul eden kelamcılar açısından bir
problem doğurmaz. Ancak zihni varlığı kabul etmeyen kelamcılar
vücuddan önce bulunan mahiyete varlık denilemeyeceği kanaatindedirler.
Bu bir şeyin tasavvur edilemeyeceği anlamına gelmez. Böyle olsaydı âlim
ile cahili birbirinden ayırmak mümkün olmazdı. Sözün özü şudur: Şu
anda veya geçmişte gördüğün bir şey için “olması veya olmaması
mümkündür” demek mümkün değildir. Bu durum, meydana gelmemiş
olanlar için de aynıdır. Hâlihazırda ve geçmişteki durumlar oluşları
bakımından bu imkâna dâhil değil, var olanların varlıkları ve varlık
alanına çıkmayanların yoklukları bu anlamda zorunludur. Fakat bunlar
Allah’a nispetle zorunlu değillerdir.108 İşte gelecekteki varlıkların Allah’ın
ilmi bağlamındaki durumu budur. Bu itibarla istikbalî imkânın, her iki
şıktan zorunluluğun reddi olarak tanımlanması uygun değildir. İstikbalde
var olacaklar fiilen meydana gelme şartına bağlı olarak bir zorunluluğu
ifade eder.109
Gelenbevî’nin yapmış olduğu bu tespitle süreç felsefesinde yapılan
tahliller dikkate alındığında pek fazla bir farkın bulunmadığı anlaşılır.
Geriye atıfta bulunarak hatırlayacak olursak onlar şunu söylüyorlardı:
“Tanrı, vukuundan önce bir olayın imkânını bilir, gerçekleştikten sonra bu
imkân bir realite halini alır ve böylece Tanrı önceden bildiğinden daha
fazlasını bilmiş olur.” Şimdi, vukuundan önce bir olayı imkân olarak
bilmek, yani istikbali imkân olan bu durum ezeli tasavvuri ilmin objesini
meydana getirir. Bu olay ve gelecekteki durum varlığa çıktığında ise
tasdiki ezeli ilmin objesi olmuş olur. Aslında “Tanrı önceden bildiğinden
daha fazlasını bilmiş olur” demek ezeli tasdiki ilmin açılımını ifade eder. O
107
Kelamcıların çoğunluğu vücud-i zihni’yi kabul etmezler. Yani tasavvur zihni varlığı gerekli
kılmaz. Dolayısıyla zihinde tasavvur edilenler varlıkla nitelendirilmez. Bu iki sebebe dayalıdır. 1.
Eğer bir şeyin tasavvur edilmesi onun varlığını gerektirseydi, sıcak bir şey tasavvur edildiğinde
zihnin de sıcak olması gerekirdi. 2. Dağ ve gökyüzünün hakikatinin zihinlerimizde husule gelmesi
aklen mümkün değildir. Cürcânî, Şerhu’l-mevâkıf, Mısır ts., I, 102.
108
Gelengevî, İmkân, s. 68–69.
109
Gelengevî İmkân, s. 70.
75
halde süreç anlayışındaki imkân bu şekilde anlaşılmaya müsait ise ezeli
ilmin tasavvur ve tasdik biçimlerinden pek bir farkı kalmamaktadır.
Gelenbevî’nin yukarıda atıfta bulunduğumuz “varlık âlemindeki
değişmeler ilahi ilme yansıtılmadığı müddetçe geleceğin imkân olarak
anlaşılmasında bir sakınca yoktur” tarzındaki ifadesini, Tanrı’nın
değişmelere mahal kılınmadan ve aynı zamanda O’nun yaratıcı faaliyetine
de imkân tanıyan bir açıklama olarak görmek mümkündür. Yani ilahi
ilim, Sırrı Giridi’nin de vurguladığı gibi, varlık ve yokluk türünden olan iki
mümkünden birini seçip tespit etme ve belirleme açısından tarafsızdır.110
Kur’an’da, insanın bilmensin mümkün olmadığı ve yalnızca Allah’ın
bilgisine konu olan hususlardan bahsedildiği görülmektedir. Bu çerçevede
insandan ve onun bilemeyeceği hususlardan bahisle, yarın ne kazanacağı
ve nerede öleceği gibi konuların bilgisinin Allah’a ait olduğuna vurgu
yapılmaktadır.111 Eğer Allah’ın ilminde olan bu bilgiler özü itibariyle değil
de gerçekleşmeleri yönüyle bir imkân olarak kabul edilecek olursa, bu
durum ya henüz varlığa çıkmamış, malumuyla irtibatlı olmayan ya da
malumuna tekabülü her iki şıkka da ihtimali bulunan, yani
gerçekleşmeye veya gerçekleşmemeye ihtimali bulunan bir bilgi olarak
anlaşılması gerekir. Birinci durumda, yani ilahi ilmin geleceğe yönelik
bilgisinin malumundan bağımsız bir bilgi kabul edilmesi halinde, bunun
Sünni doktrindeki ezeli ilimden bir farkı olmadığı ortaya çıkar. Yani ilahi
bir ön bilgiyi ifade eder. İlahi bilginin varlığa tekabülü eşit olduğu ikinci
durumda ise, Allah’ın ilminde kesinliğin olmadığı, bir başka ifadeyle
Allah’ın olacağını bildiği hususların gerçekleşmemesi ihtimalini ifade eder
ki, bunun ilahi ilim için söz konusu edilmesi düşünülemez. Allah’ın
geleceğe ilişkin verdiği haberlerin aksi olma ihtimalini gündeme getirir. O
halde Gelenbevî’nin belirttiği gibi, mahmul şartına bağlı bir imkan olarak
görülmeleri daha uygun olur.
Aynı şekilde Kur’an’da, Müslümanların Mekke’yi fethedeceği, Rumların
(Bizanslılar) Perslilere karşı galip geleceğini haber veren ayetler
çerçevesinde konuya bakılabilir. Rumların galip geleceği, ilgili ayette şöyle
belirtilmektedir: “En yakın bir yerde onlar, bu yenilgilerinin ardından
110
111
Sırrı Giridî, Nakdü’l-kelâm fi akâid-i ehli’l-İslam, İstanbul 1324, s. 111.
“Şüphesiz ki, kıyamet saatinin bilgisi Allah’ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde
ne varsa O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini de
bilemez. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir, her şeyden haberdardır.” Lokman 31/34.
76
mutlaka galib geleceklerdir.” (Rum 30/3) Allah’ın haber verdiği bu galibiyet
müjdesi, o zamanda bulunanlar için geleceğe dair bir gayb konusudur.
Bizanslıların galip geleceği haberi Allah’ın kudreti için bir işaret olduğu
gibi, Allah’ın ilminin de bir yansımasıdır. Bahse konu bilgi gerçekleşinceye
kadar bir imkân halini, gerçekleştikten sonra kesinliği ifade eder diyorsak,
işte bu ilahi ezeli ilimden pek farklı olmayan bir durumdur. Matüridi bilgi
sisteminde geleceğe dair yok olanın bilgisinin “şey”, dolayısıyla “mevcut”
kabul edilmemesi işte bu durum nedeniyledir. Bu bilgi, vakıaya mutabık
olması ya da olmaması eşit olan bir imkân olarak kabul edilecek olursa -ki
mutlak imkânın özünde bu var- ayette vurgulanan bilginin, yani
Bizanslıların galip geleceği haberinin geleceğe ilişkin kesin bir bilgi
olmamasını gerektirir. Allah’ın ilminde olan bu imkân nitelikli bilgi,
mutlaka gerçekleşen bir imkân olarak alınması halinde, hem imkân
çerçevesinin dışındadır, hem de Ehl-i sünnet’in ilahi ilim anlayışında
ortaya koyduğu “Allah’ın var olacağını bildiği bir şey mutlaka olur”112
açıklamasıyla son tahlilde aynı neticeye varır. Matürîdi kelam sisteminin
açıklama biçiminde yer alan kaza-kader anlayışı tamamen bunu
karşılamasa da bu çerçevede değerlendirilebilir.
Onların, Allah’ın
meydana gelecek her şeyi ezelde bilmesini “kader” ve zamanı gelince
bunların varlık alanına çıkmasını “kaza” olarak nitelendirmeleri113, ezeli
takdir ile ilişkilendirmeleri bir tarafa bırakılacak olursa, bir anlamda
potansiyel bir ilmi ifade eder ve insan iradesinin psikolojik yönünü
kurtarmada önemli rol oynar.114 Aralarında kategorik değil, sadece bir
derece fakının bulunduğu söylenebilir. Bu fark şudur: Kader, olacak
şeylerin mahiyetinin bilinmesi ve takdir edilmesi, dolayısıyla ilim ve
iradeyle ilişkilendirilerek açıklanması ve temellendirilmesidir. Ancak kader
anlayışının oluşumu ve temel bir doktrin haline gelişi hiçbir zaman siyasi
hadiselerden bağımsız olmamış ve daima belli kesimlerin güdümlemesine
açık bir karakter arz etmiştir.
112
Fahreddin er-Râzî, el-Metalibü’l-aliye mine’l-ilmi’l-ilâhi, III, 80; en-Nesefî, Tabsıratü’l-edille, I,
453.
113
el-Matürîdî, Ebu Mansur Muhammed, Kitabü’t-tevhid, tah. Fethullah Huleyf, İstanbul 1979, s.
305; es-Sabûni, el-Bidaye fi usulu’d-din, tah. Bekir Topaloğlu, Ankara ts., s. 77-78; Beyazizâde,
Ahmed b. Hasan b. Sinan, el-Usûlü’lmünîfe li’l-imam Ebû Hanife, tah. İlyas Çelebi, İstanbul 1996, s.
46; Bekir Topaloğlu, “Allah”, DİA, II, 493: M. Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Matüridi,
İstanbul 1984, s. 173.
114
bk. Şerafettin Gölcük, Kelam Açısından İnsan ve Fiilleri, İstanbul 1979, s. 239.
77
İnsan Hürriyeti
İnsan hürriyeti açısından meseleye yaklaşılacak olursa konuya şu
tespitle başlamanın yerinde olacağını düşünüyoruz. Her ne kadar insan
da bu âlemin bir parçası ise de, Allah’ın âlemle olan ilişkisini insanla olan
ilişkisinden ayırmak daha doğrudur. Kendi yapıp etmelerinden sorumlu,
bilinç ve yetenek sahibi, geleceği inşa etme çabasında olan, Allah’ın
kendisine doğru yolu göstermek için gönderdiği elçileri kabul veya red
konusunda serbest bırakılmış ve her şeyden önemlisi, emanetin taşıyıcısı
durumunda olan ve Allah’ın halifesi olarak nitelenen insanın Yaratıcısıyla
olan ilişkisinde özgürlüğün ön planda olması kaçınılmazdır. İnsan bir
yönüyle Allah’ın halifesi, diğer yönüyle onun kulu ve tabii olarak da
mahlûkudur. İnsanın özgürlüğü, O’nun halifesi oluşundan, sınırlı ve
bağımlı oluşu ise yaratılmış olmasından kaynaklanmaktadır.115 İnsan,
mahiyeti gereği, bu tanımının çerçevesi dışına taşacak sorularla ve
cevaplarla muhatap ve sorumlu tutulamaz. İnsanın yaratılışıyla ilgili
olarak anlatılan olayda vurgulanan hususları tahlil ettiğimizde, insan
hürriyetinin, onun halife oluşundan kaynaklandığını anlamak daha kolay
olur. “Hani Rabb'in meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’
demişti de (Melekler): ‘Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini
mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis
ediyoruz’ dediler. (Rabbin): ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’ dedi.”116
Bu diyalogda meleklerin, insanın yeryüzünde kan dökeceklerine dair
bilgisinin nereden kaynaklandığı müfessirlerce çeşitli şekillerde tahlil
edilmiştir. Bu açıklamalar atıfta bulunmadan ilk akla gelen, Allah’ın
yaratacağı varlığı halife olarak isimlendirmesinin bu soruya verilecek
cevabı teşkil edeceğidir. Çünkü halife, bir şeyin halefi olmak, bir varlığın
temsilcisi olmak, bedel olmak, peşi sıra gelmek demektir.117 Melekler,
Allah’ı tanıyıp bilen ve O’nu hamd ile takdis eden varlıklar olduklarına
göre, O’na halef olacak olan varlığın ancak Allah’ın mutlak hürriyetine
bağlı olarak hür olabileceğini istidlal etmişlerdir. Böyle bir hürriyete sahip
115
İnsanın iki tür yapısından söz edilebilir. Biri, zorunlu olarak tüm canlıların tabi olduğu
kuralla uymak, diğeri de kendisini diğerler varlıklardan ayıran müstakil olarak kullanma imkanına
sahip olduğu irade imkanıyla donatılmış olmak. Bk. Hüseyin Atay, İrade ve Hürriyet, Ankara 2002,
s. 134.
116
Bakara 2/30.
117
Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercümesi, “HLF” mad., İstanbul ts, II, 753.
78
varlığın, yani halifenin, bu hürriyeti sadece iyilik yönünde değil, farklı
istikametlerde kullanması da, yaratılmış bir varlık olması dolayısıyla,
kuvvetle muhtemeldir. Halife olarak insanın önemli bir özelliği kendisinde
bulunan “irade gücüne dayalı bir yetkilendirme”118yi kullanma imkânına
sahip olmasıdır. İşte meleklerin, insanların yeryüzünde kan dökeceğine
dair bilgileri, Allah’ın halifesini değil, bizzat Allah’ın kendisini
tanımalarından
kaynaklanmaktadır.119
Burada
Allah
“Ben
sizin
bilmediklerinizi bilirim” demekle bütün yetenek ve kabiliyetleri bünyesinde
toplayan bir varlığı, yani insanı planlayıp takdir ettiğini meleklerine
anlatmak istemiştir. Bu bağlamda Muhammed Hamdi Yazır’ın konuyla
ilgili yorumunun, görüşlerimizi destekleyen açıklamalarını burada vermek
istiyoruz:
Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı salahiyetler
vereceğim. O, bana izafeten, bana niyabeten mahlûkatım üzerinde
birtakım tasarrufata sahip olacak... Her naibin, halifenin kıymet ve
şerefi, asilin şerefi ve niyabetin derecesiyle mütenasiptir... Cenab-ı
Allah arzda bir halife yapacağım deyince kendilerini bir istişare
makamında gören melaike, bir taraftan bu şerefi takdir ettiler, diğer
taraftan da yerdeki bir mahlûka min tarafillah böyle yüksek bir
selahiyyet-i iradiye bahşedilmesinde bir şer ihtimalinden korktular...
Acaba bu selahiyeti alan, hüsn-i istimal edebilecek mi? Acaba bunu
asalet zannederek kendi hisabına icray-ı ahkâma kalkışırsa yeryüzüne
fesat vermeyecek mi?120
Cebri düşüncenin elinde bir delil olarak devamlı şekilde dolaşan “Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz”121 ayeti de insanın hür bir şekilde yaratılıp
planlandığına atıfta bulunmaktadır. Yoksa buradan insanın mahkûm bir
varlık olduğuna yönelik cebri anlayış çıkarmak anlamlı değildir. Bu ayeti
Allah’ın, insanı iradesini serbestçe kullanan bir varlık olarak dilemiş
118
Şaban Ali Düzgün, Sosyal Teoloji, Ankara 199, s. 81.
119
Burada Schuon’un konuyla ilgili şu tespitine de atıfta bulunmak yerinde olacaktır: “İnsan
kadere boyun eğmiştir, çünkü Tanrı değildir. Buna karşılık özgürdür, çünkü Tanrı suretinde yaratılmıştır.
Sadece Tanrı mutlak özgürdür, ama nasıl ki zayıf bir ışık gene ışıktan başka bir şey değilse, insanın
özgürlüğü de –nisbiliğine rağmen, “nisbi olarak mutlak” anlamında- gene özgürlükten başka bir şey
değildir.” Frithjof Schuon, İslam’ı Anlamak, ter. Mahmut Kanık, İstanbul 1998, s. 18
120
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul ts., I, 299-300.
121
İnsan 76/30. Ayrıca bk. Tekvir 81/29.
79
olduğu122 ve Allah’ın her dilediğinde insan iradesine engel olabileceği
şeklinde anlamak gerekir. Ama her halükarda insan iradesini kullanma
imkânıyla donatılmış bir varlıktır. Yoksa insan bir tek çıkış noktası olan
bir labirentin içine konmuş ve “bu labirentin içinde özgürsün, artık
istediğin yerden çıkabilirsin” tanımlamasıyla hayatını devam ettiren bir
varlık değildir. Birçok çıkış noktası bulunan ve sadece bir tek kurtuluş
yolu bulunan bir imkânlar dünyasında yaşamaktadır. O istediği noktaya
ulaşmakta hürdür, ancak doğru çıkış noktasını seçecek bu plan eline
verilmiş ve ona gösterilmiştir; o bu plana uygun davranıp davranmamada
serbesttir.
Allah insanı bu haliyle ve bu tarzıyla takdir etmiştir. O tıpkı tabiatta
mevcut olduğu şekliyle, güneşin doğup batması, dünyanın dönmesi, gece
ile gündüzün ard arda gelmesi gibi bütünüyle belirlenmiş bir varlık
değildir. Tüm yapıp etmelerini planlamak insana bırakılmıştır. İnsanın her
şeyinin planlandığı, hatta davranışlarının dayalı olduğu sebeplerin dahi
önceden takdir edildiği, dolayısıyla plana uygun olması için Allah’ın
insanları bu sebeplere yöneltmeye çalıştığı, bir anlamda yönelttiği anlayışı
salt bir cebr düşüncesini ortaya koyar. Hangi sebebe sarılmak isterse,
bundan alı konan ve ilahi plana uygun olması için kendi istediği değil de
diğer sebeplere yapışmaya sevk edildiği düşünülen bir varlık, hür bir
varlık olarak tanımlanamaz. Ancak, bir yaratık olması hasebiyle yaratılışın
tâbi
olduğu
külli
kanunlara
uyma
konusunda
özgürlüğü
sınırlandırılmıştır.
İnsanın hür ve iradesine göre davrandığını ortaya koyabilmek için
Allah’ın her şeyi önceden bildiğine dair anlayışı, ondan doğan veya en
azından bu düşünceye dayalı olarak geliştiği söylenen en yanlış davranış
ve uyguluma biçimleriyle ilişkilendirerek, gerçeğe tekabülünü yok sayacak
şekilde tevil etmeye de gerek yoktur. Zaten bu yöndeki uyguluma ve
anlayışların, O’nun ilminin ve ön bilgisinin mazeret gösterilerek yapılması
Kur’an’da açıkça reddedilmiştir:
“Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak
koşardık, ne de atalarımız ortak koşardı, hiçbir şeyi de haram
kılmazdık." Onlardan önce yalanlayanlar da böyle söylemişlerdi de
sonunda
122
bk. Akbulut, a.g.e, s. 324.
azabımızı
tatmışlardı.
De
ki:
"Yanınızda
bize
80
çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve
siz sadece saçmalıyorsunuz."123
Açıkça görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim’de, bu dünyada kötülüğü
seçenlerin yaptıklarını ilahi iradeyle ve ilahi ilimle irtibatlandırmaları açık
bir saçmalık olarak nitelendirilmekte ve bu akıl yürütme biçimi
eleştirilmektedir. Bu itibarla, önceden takdir ve planın putperestlerin ve
günahkârların elinde bir karşıt delil olarak kullanıldığı ve bu yüzden
azaba çarptırıldıkları ifade edilmektedir. Allah’ın, insanın tüm eylemleri
dâhil her şeyi takdir edip yaratma potansiyelinin bulunduğunu da şu ayet
vurgulamaktadır: “De ki: En kesin ve üstün delil, Allah'ındır. Allah
isteseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi.”124 Bunlara ilave olarak
Kur’an’da, insanın hürriyetinin kısıtlı olduğuna işaret eden ayetler, onun
hür olduğunu belirten ayetler ışığı altında anlaşılmak durumundadır.125
Allah’ın önceden her şeyi bilmesiyle insanın hürriyeti karşı karşıya
geldiğinde, Allah’ın hürriyetini O’nun mutlak oluşuna, insanın hürriyetini
ise halife oluşuna yormak gerekir. Zira Allah ile insan birbirlerinin
alternatifleri
veya
rakipleri
değillerdir.
Bizzat
insanın
ahlaki
sorumluluklarının olması, onun özgür iradesine işaret eder. Allah’ın
mutlaklığından hareketle insanı tanımaya çalışmak, insanı hiçliğe ve
iradesiz bir varlık olarak tanımlamaya kadar götürür. Aynı şekilde
insandan hareketle Allah’ı anlamak, O’nu sınırlandırmaya götürebilir.
Kelâmî düşüncedeki Eş’ariyye ve Mutezile ekollerinin hareket noktaları da
budur. Mutezile’nin sonuç olarak ortaya koyduğu hususlar, Eş’ariyye için
bir hareket ve kalkış noktası olmuştur. Mutezile, Allah’ın adaletini insanın
hürriyetinin teminatı kabul etmiş, insandan hareketle konuyu
temellendirmiştir. Eş’ariyye ise, Allah’tan ve Onun mutlak irade ve
kudretinin her şeyi kapsadığından yola çıkarak insanın fillerdeki rolüne
123
En’am 6/148.
124
En’am 6/149.
125
Bunlardan biri şu ayettir: “ Sonra onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman sen
atmadın, Allah attı. Bu da müminlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi.” Enfal 8/17. Bu, özellikle Bedir
savaşında, Allah’ın Müslümanlara olan yardımını ifade etmek için nazil olan bir ayettir. Allah’ın
inanan insanlara, özgür iradelerini kullanmak suretiyle samimi olarak gayret ettiklerinde bu özel
yardımı vereceğine işaret eder. Ayetin sonunda, bunun müminlere güzel bir sınav yaşatmak için
olduğu zaten vurgulanmaktadır. Özel bir bağlamda yer alan bu ve benzeri ayetlerin satır
aralarından hareketle genel bir hükme varmak isabetli değildir.
81
sınırlama getirmiştir.126 İnsanın varoluşsal durumunu, içinde bulunduğu
ontolojik yapıya atıfta bulunarak izah eden Tillich127 onun özgürlük ve
kaderini belirleyici formlar olarak görür. İnsanın özgür yapısı onun kendi
başına buyruk oluşunu, kaderi ise evrenin bir parçası oluşunu ve kendi
başına hareketten bağımsız olmadığını simgeler.128
126
İnsan hürriyeti konusundaki nasların delaletini değerlendiren William Chittick, konunun iki
farklı bakış açısından kaynaklandığına dikkat çekmekte ve şu değerlendirmeyi yapmaktadır;
“Modern bir jargon kullanacak olursak, insanlar önceden takdir fikrine tepki gösterirlerken, genellikle şüphe
hermenötiği tarafından motive edilmektedirler. ... Onlar gerçekte olan şeyin, belli bazı kimselerin kendi
güçlerini korumak ve başkalarını kendilerine bağımlı kılmak için dini öğretileri manipüle etmeleri olduğunu
düşünmektedirler. Bu tür manipüle edici kimselerin bulunabileceğini inkâr etmeksizin bu durumu başka
şekilde okuma yolları bulunduğunu ve İslami okuma şeklinin her zaman bir güven hermenötiğine dayanmış
olduğunu teslim ve kabul etmek durumundayız. Ancak bu güven insanlara değil, fakat Allah’a yöneliktir.”
William Chittck-Sachiko Murata, İslam’ın Vizyonu, ter. Turan Koç, İstanbul 2000, s. 192.
127
bk. Latif Tokat, Dinde Sembolizm, Ankara 2004, s. 89.
128
Paul Tillich, Systematic Thology, The University of Chicago Pres 1957, I, 165.
82
Tevhid ve Şirk
İslamiyetin belirleyici ve temel özelliklerinden biri onun tevhid dini
oluşudur. İslamiyet temel hedef olarak ortaya çıktığı coğrafyada puta
tapıcılığı ortadan kaldırmayı hedef almıştır. Onun tevhid dini olarak
adlandırılmasında şu özellikler etkili olmuştur:
1. Bütün insanlığa hitap ediyor olması
2. İnsanlar arasında ortaya çıkmış ve çıkacak olan çok tanrıcı inançlara
cephe alması
3. Diğer semavi din mensuplarının uluhiyet anlayışlarını tashih etmesi.
İslam, insana değer veren ve onu yanlış dini anlayışlardan kurtarmak
suretiyle onu fikri kölelikten kurtaran bir dindir. Bu husus Kuran’ın temel
öğretileri içinde önemli bir yer işgal eder. Bunun en önemli belirtisi,
insanın kendi cinsinden bir varlığa üstün özellikler atfederek tapınmasını
onun değeriyle bağdaştırmayışıdır. Fatiha suresinin her namazda tekrar
edilişi, insanın uluhiyet anlayışını tashih etme ve sağlam bir temele
oturtma düşüncesine dayanmaktadır. Kulluk anlamında başkasına karşı
eğilmek, kendini ona bağımlı hissetmek, birçok yaratıktan üstün olan
insana haksızlıktır. Kuran Hz. Lokman’ın oğluna öğüt verirken söylediği
hikmetli sözlerden birini şöyle nakleder:
ُ َ‫الش ْركَ ل‬
ُ ‫َوإِذْ قَا َل لُ ْق َمانُ ِال ْبنِ ِه َوه َُو يَ ِع‬
ِ َّ ِ‫ي َال ت ُ ْش ِر ْك ب‬
‫ظ ْل ٌم َع ِظي ٌم‬
ِ ‫اّلل إِ َّن‬
َّ َ‫ظهُ يَا بُن‬
“Lokman, oğluna öğüt vererek: "Ey oğulcuğum! Allah'a eş koşma,
doğrusu eş koşmak büyük zulümdür" demişti.” (Lokman 31/13)
Bunun dışında birçok ayet inançsızlığı (küfür) ve çok tanrıcı anlayışı
(şirk) bu zihniyet sahiplerinin kendilerine reva gördükleri bir zulüm olarak
niteler:
ْ َ‫س ُه ْم ي‬
َ ‫ت َما َرزَ ْقنَا ُك ْم َو َما‬
َ ‫علَ ْي ُك ُم ْال َم َّن َوالس َّْل َوى ُكلُواْ مِ ن‬
َ‫ظ ِل ُمون‬
ِ ‫ط ِيبَا‬
َ ‫ام َوأَنزَ ْلنَا‬
َ ُ‫ظلَ ُمونَا َولَـكِن كَانُواْ أَنف‬
َ ‫َو َظلَّ ْلنَا‬
َ ‫علَ ْي ُك ُم ْالغَ َم‬
“Bulutla sizi gölgelendirdik, kudret helvası ve bıldırcın indirdik,
"Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin" dedik. Onlar bize
değil, fakat kendilerine zulüm ediyorlardı.” (Bakara 2/57)
Allah’ın birliğinden bahseden ve çoğu Hz. Peygamber’in risaletinin
Mekke döneminde nazil olan ayetler doğrudan tevhidi anlatırlar veya şirki
reddederler. Kuran’da geçen “vahid, ahad, vahde, vitr, kâfi, âli, azîm, refi’”
83
gibi kavramlar doğrudan Allah’ın birliğini ifade eden terimlerdir. Fakat
Allah’a nispet birlik herhangi bir sayı dizisinin ilk basamağı anlamına
gelmez. Buradaki bir ifadesi, parçalardan oluşmayan, benzeri ve dengi
olmayan yegane tapılacak varlık demektir.
Tevhid oldukça erken dönemlerden başlamak üzere iki şekilde anılmaya
başlamıştır.
1. Tevhid-i ulûhiyet
2. Tevhid-i rububiyet.
Tevhid-i ulûhiyet, Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir, yegane
ve benzersiz olduğuna inanmaktır.
Tevhid-i rububiyet, O’ndan başkasına tapınmamak ve sığınmamaktan
ibarettir. Her iki çeşit tevhidi de Fatiha suresinde bulmak mümkündür.
Bundan dolayı Yusuf ed-Dicvi’nin bu tür tevhid anlayışını İbn Teymiyye’ye
mal etmesi ve tenkit etmesi isabetli değildir. 129
Aslında tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i rububiyeti de kapsar. Tevhid-i
rububiyet, “‫ ”وهو عبادة هللا الشريك له‬demektir. Arap müşrikleri yerin ve göklerin
yaratıcısının tek olduğunu ikrar ediyorlardı. Fakat rab olarak başka
varlıkları kabul ediyorlardı.
ِ َّ ِ ُ ‫اّللُ قُ ِل ْال َح ْمد‬
َ‫ّلل بَ ْل أ َ ْكث َ ُرهُ ْم َال يَ ْعلَ ُمون‬
َّ ‫ض لَيَقُولُ َّن‬
ِ ‫اوا‬
َّ ‫سأ َ ْلت َ ُهم َّم ْن َخلَقَ ال‬
َ ‫َولَئِن‬
َ ‫ت َو ْاأل َ ْر‬
َ ‫س َم‬
“And olsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan,
"Allah'tır" derler. De ki: "Hamd Allah'a mahsustur", ama çoğu bilmezler.”
(Lokman 31/25)
ِ َّ ِ َ‫سيَقُولُون‬
َ‫ّلل ق ُ ْل أَفَ ََّل تَذَ َّك ُرون‬
ُ ‫قُل ِل َم ِن ْاأل َ ْر‬
َ َ‫ض َو َمن فِي َها ِإن ُكنت ُ ْم ت َ ْعلَ ُمون‬
“De ki: "Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?"
Allah'ındır diyecekler, Öyleyse ders almaz mısınız? de.” (Müminun 23/8485)
ْ
َ ‫ي بْنُ أَبِي‬
‫علَى َما‬
َّ ‫ي‬
َ َ‫ أ َ َال أَ ْبعَثُك‬:ُ‫اّللُ َع ْنه‬
ِ ‫طالِب َر‬
َ ‫ قَا َل لِي‬:َ‫ قَال‬،ِ‫سدِي‬
َ ‫يح ُم ْسلِم‬
َ َ ‫َّاج ْاأل‬
َ ‫َوقَ ْد ثَبَتَ فِي‬
ُّ ‫ع ِل‬
َ ‫ض‬
ِ ‫ع ْن أَبِي ال َهي‬
ِ ِ‫صح‬
َ
َ
َ
َّ
َّ
َّ
َ
ً
َ
ً
ُ
ُ
ْ
َ
ِ َّ ‫سو ُل‬
»ُ‫ َو َال تِ ْمثاال إِال ط َم ْسته‬،ُ‫س َّو ْيته‬
َّ ‫صلَّى‬
ُ ‫بَعَثَنِي َر‬
َ َ‫سل َم ؟ «أ َم َرنِي أ ْن َال أد‬
َ ُ‫اّلل‬
َ ‫ع قب ًْرا ُمش ِرفا إِال‬
َ ‫علَ ْي ِه َو‬
َ ‫اّلل‬
‫ُور أ َ ْنبِيَائِ ِه ْم‬
َّ َ‫ «لَعَن‬:ِ‫ض َم ْوتِه‬
َّ ‫صلَّى‬
ِ ‫ أَنَّهُ قَا َل فِي َم َر‬- ‫سلَّ َم‬
َ ُ‫اّلل‬
َ "‫َوفِي"الصَّحِ ي َحي ِْن‬
َ ‫علَ ْي ِه َو‬
َ َّ‫اّللُ ْاليَ ُهودَ َوالن‬
َ - ِ ‫ع ِن النَّبِي‬
َ ‫ ات َّ َخذُوا قُب‬،‫ارى‬
َ ‫ص‬
ُ
ُ‫ يُ َحذ ُِر َما فَعَل‬،»َ‫اجد‬
َ
َ
ْ
،‫ َولَك ِْن ُك ِرهَ أ َ ْن يُت َّ َخذَ َمس ِْجدًا‬،ُ‫ َولَ ْو َال ذَلِكَ َألُب ِْرزَ قَب ُْره‬:‫ع ْن َها‬
‫اّلل‬
‫ي‬
‫ض‬
‫ر‬
‫ة‬
‫ش‬
‫ئ‬
‫ا‬
‫ع‬
‫ت‬
‫ل‬
‫ا‬
‫ق‬
،‫وا‬
َ
ِ َ
َ ُ َّ َ ِ َ
ِ ‫س‬
َ ‫َم‬
(İbn Ebi’l-‘İz, Şerhu akideti’t-Tahaviyye, I, 30)
129
Bekir Topaloğlu, “Allah”, DİA, II, 477-478.
84
İslami literatürde tevhide aykırı düşen inanışlar genellikle şirk
kavramıyla ifade edilmiştir. Ulûhiyette şirk, Allah’a ortak tanımaktır. Bu
şu kavramlarla ifade edilmiştir: Şerik, küfüv, kü’, veli, vâli, nid, şefi’,
şehid. Bu tür şirk kapsamına giren varlıkların kısmi bir tanrılık
fonksiyonuna sahip olduğuna inanılır.
Cin ve melek gibi varlıkları veya görülebilir türden olsa da ölümle
duyuların ötesine göçen saygıya değer canlıların ruhlarını takdis etmek,
onları temsil eden heykelleri putlaştırmak cahiliye Araplarında ve diğer
bazı milletlerde görülen şirk biçimleridir.
Şirk ile küfür arasındaki fark, şirkin daha özel olmasından
kaynaklanmaktadır. Her müşrik kâfirdir ama her kâfir müşrik değildir.
Ahireti inkâr eden birine kâfir demek mümkündür ama müşrik denilmesi
doğru değildir. Beyyine suresinde müşriklerle Ehl-i kitap kâfirlerin iki ayrı
zümresi kabul edilmişlerdir.
Şirkin çeşitleri:
1. Şirk-i istiklal: İki müstakil ilah kabul edenlerin şirkidir. Mecusi ve
senevîlerin şirki gibi. Düalist ulûhiyet.
2. Şirk-i tab’iz: Allah’ın bir olduğunu söylemekle beraber ilahlardan
oluştuğuna inananların şirkidir. Hıristiyanlıktaki teslis inancı gibi.
3. Şirk-i takrib: Âlemin yaratıcısının bir olduğunu söylemekle beraber
Allah’a yakınlık sağlamak için, Allah katında aracı olsun diye, Allah’tan
başkasına, heykellere, putlara tapanların şirkidir. İlk dönem cahiliye
Araplarının şirki gibi.
4. Şirk-i taklid: Cahiliyye Araplarında olduğu gibi sırf önceki atalarını
taklit ederek putlara ilah adını verenlerin inanç biçimidir.
5. Şirk-i esbab: Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratmasıyla
olmadığına, eşyanın kendi kendisinin gerçek sebebi olduğuna inananların
şirkidir. Tabiatçı ve maddeci filozofların şirki gibi.
Download