UNITE 1=Felsefe Nedir? Philosophia, bilgiyi veya bilgeliği sevmek, araştırmak ve peşinden koşmak demektir. İlk olarak Pythagoras (M.Ö. 580–500) tarafından Philosophia terimi kullanılmıştır. Bu terim, tam anlamıyla Platon ve Aristoteles hem kişiliklerinde hem de felsefelerinde değer kazanır. ***Niçin felsefe gereklidir? Çünkü felsefe düşünmeyi öğreten bir sanattır. İnsanlara düşünmenin ne kadar gerekli olduğunu göstermek için felsefenin değerini, işlevini ve önemini öğretmek gerekir. ***Felsefe, varlık veya var olan hakkında düşünmektir. Varlığı bir bütün olarak ve varlığı varlık olması bakımından ele aldığı için felsefe, saf ve katıksız düşünmedir. Kısaca felsefe soyut, kavramsal, rasyonel ve kuramsal düşünmedir. ***Felsefî düşünmek, soru sorabilme yeteneğine sahip insanlar tarafından gerçekleştirilen bir düşünme faaliyetidir. Soru sormak ise merak etmekle başlar. İnsan, kendisi, çevresi ve yaşadığı dünya hakkında merak duymasıyla başlayan soru zincirleri içinde kendisini bulur. ***Felsefe, ruh güzelliği sağlar. Felsefe, mutluluğu amaçlar. Kısaca felsefe yaşama sanatını öğretir. ***Felsefe bireysel düzlemde ruhsal bir haz vermenin yanı sıra toplumsal düzlemde de çeşitli değerlere sahiptir. Demokrasinin iyi ve kötü yanlarını sor-gulayabilir. Bir ahlâk felsefesi geliştirerek, insanın ve toplumun nasıl davranması gerektiğini araştırılabilir. ***Bilginin ve bilgeliğin ne olduğu, felsefenin nasıl tanımlanacağı konusunda çok değişik görüşler mevcuttur. Felsefe düşünmeyi öğreten sanattır. Felsefe, yaşama sanatıdır. Felsefî sorgulama, fikirler dünyasına bir çağrıdır. Felsefe insanın aklını kullanarak, var olan hakkında soru sorup, cevap arama etkinliğidir. Felsefe, evren, dünya, insan ve toplum hakkında soru sorup, varlığı ve yaşamı anlamlandırma çabasıdır. Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı gibi felsefe, gerçeği ve doğruluğu araştırma ve bilme etkinliğidir. FELSEFİ TAVIR VEYA DAVRANIŞ NEDİR?? Kesinlikle her davranış felsefî değildir. Örneğin, kıskançlık, şiddet ya da hoşgörüsüzlük felsefî davranışlar değildir. Bir kişi felsefeci olabilir fakat saydığımız davranışlarda bulunurken bir felsefî davranışı gerçekleştirmiş olmaz. Felsefî davranışları en iyi şu kavramlarla açıklayabiliriz: Merak – Şaşkınlık:Aristoteles’in dediği gibi “İnsan, doğası gereği bilmek ister.” Bilmek bir düşünsel etkinlik sonucu oluşur fakat bilme isteği bir merak sonucu olur. Merak duyan birey, soru sorarak var olanı sorgulamaya başlar. Refleksiyon - Dönüşüm – Yansıma: Problem düşünülmeli, zihinde tasarımlanmalı ve de çözüm için çaba harcanmalıdır. Zihin, problem üzerine refleksiyonlu (düşündüğünü düşünerek ya da derin düşünmeye dayalı) etkinlikle yaklaşmalıdır. Çift yönlü düşünme felsefî davranıştır. Felsefî tavır, düşünme üzerinde bir düşünmeyi de içerir. Düşünmenin kendi düşüncesi üzerine tekrar düşünmesi felsefî tavrın en önemli karakteridir. Şüphe Etmek ve Dogmatik Olmamak: Her kim felsefî düşünüyorsa kendi inançları üzerinde bile şüphe etmeli ve bu konuda dogmatik (düşünmeksizin, sogulamaksızın, körükörüne inanmak) olmamalıdır. Çünkü kendisi ya da başkası için şüphe duymayan bir refleksif düşünme, felsefî bakış tarzı olamaz. Felsefe, bilgisizce ortaya konan kuramların eleştirildiği düşünsel etkinliktir. Felsefe, sorulara cevap vermek değil, cevapları sorgulamaktır. Felsefe, şüphe ile başlar. Açık Görüşlülük ve Hoşgörülülük: Felsefî davranış yalnızca kendi inançları üzerinde dogmatik olmamak değil, aynı zamanda başkalarının fikirlerine açık olmak ve hoşgörülü olmaktır. Felsefeci her türlü söze açıktır ve onları akıl süzgecinden geçirmeden kabul etmeyendir. Aklın ve Deneyin Yönlendirmesini İstemek: Bir yerde düşünmeyi durdurmak veya onu sınırlandırmak, felsefeyi sona erdirmek veya sınırlandırmaktır. Felsefeyi sınırlandırmak ise aklı bir şeylerle sınırlamak veya hapsetmektir. Bazen aklımıza danışarak var olan inançlarımızın artık eskidiğini ve yerine yenisinin konulması gerektiğini kabul etmeliyiz. Böylece yeni deney ve bilgilere açık olmak ve onları istemek felsefî tutumdur. Belirsizlik ve Yargıda Bulunmamak:Kanıtlanamamış ya da yeterince bilgi sahibi olunmayan bir konuda yargıda bulunmamak veya belirsiz kalmak felsefî tutum gereğidir. Ne zaman bir sonuç hakkında kesin delillerimiz yoksa yargı için beklememiz gerektiği düşüncesi felsefî tutum gereğidir. Tahmin-Spekülasyon:Şüphe kadar inanç da felsefî tutum gereğidir. Her ne kadar bazı sonuçlar kanıtları gereği belirsiz ya da temelsiz olsa da eldeki verilerle tahminde bulunmak bir felsefî tutumdur. Felsefî davranış, dogmatik inançlar olmaksızın bir tür inanç tarzıdır. Kısaca bu bir tür spekülasyon (düşüntü) davranışıdır. Çünkü uçtaki şüphecilik ve dogmatiklik aynı düzeyde kabul edilemez. Devamlılık ve Israrlılık:Felsefeci, problemleri çözmede ısrarlı ve sürekli davranmalıdır. Anlık şüphe ya da spekülâsyon kimseyi felsefeci yapmaz. Felsefî tutum veya davranış, genellikle uzun bir refleksiyonel düşünme sürecidir. Felsefe, güçlükleri ve zorlukları cesaretle reddedebilen ve aşabilen bir tür anlama çabasıdır. O, açık düşünmek için bir tür inatçı çabadır. Sakinlik ve Duygusuzluk: İdeal olarak felsefeci aklı en fazla, duyguyu en az kullanandır. Duygusuz bir felsefenin yaşamın anlamını veremediğini söyleyen doğu felsefesi, aklı ve arzuyu bir araya getirmeye çalışmıştır. Sonuç olarak felsefî davranış tamamen duygusuz bir davranış yerine tarafsız duygu olarak kendini ortaya koymalıdır. Bu tutum, çağdaş bilim adamlarının nesnel olmak için öne sürdükleri tarafsızlık arzusuna benzetilebilir. FELSEFİ BİLGİNİN ÖZELLIKLERI Bilginin Tanımı: bilgi, özne ve nesne arasındaki ilişkinin bir sonucudur. Bilgi, özne ve nesne arasında kurulan bağdan oluştuğuna göre, bu bağlar ancak özne tarafından kurulabilir. Çünkü nesneye yönelen ve onu algılayan, anlayan ve açıklayan öznedir. Bu bağlar, bilgi aktları ve bu bilgi aktlarını kuran da aktif öznedir. Nesne (bilinen), öznenin yöneldiği pasif konumdaki bir olgu, olay veya varlıktır. Nesnelere yönelen özne, onlar üzerine düşünerek, bir zihinsel etkinlik gerçekleştirir. Bu etkinlik sonucu kavramlara ve kavramlardan kalkarak önerme ve çıkarımlara varır. İşte, varılan son nokta bilgiyi verir. NOTBilgi aktı, özneden nesneye yönelen bilinç etkinliğidir. Bilinç etkinliği olarak bilgi aktları algılama, anlama (kavrama) ve açıklama türünde olabilir. ***Anlama aktı ile özne, gerçekte olan varlığı kavrayabilir veya anlayabilir. Anlama aktı, doğruyu bütünüyle kavramayı içerdiğinden, sezgisel ya da zihinsel içerikli olabilir. “Şu resimdeki gerçeği kavradım. ***Açıklama aktı, öznenin nesne hakkında elde ettiği bilgileri nedenleri, gerekçeleri veya kanıtları ile adım adım vermesini sağlar. Açıklama mantıksal bir bilgi türü olup, bir şey hakkında ilk bilgiden kalkarak adım adım son bilgiye doğru giden bir sıra içerir. Örneğin, yağmurun nasıl yağdığını açıklamak gibi. Bilgi Türleri Gündelik Bilgi Dinsel Bilgi Teknik Bilgi Sanat Bilgisi Bilimsel Bilgi Felsefî Bilgi. Gündelik Bilgi:Günlük yaşamıda kullanılır, neden-sonuç ilişkisi yoktur, deneme-yanılma yöntemı, algılarına ve sezgilerine dayanılarak elde edilır, hayatı kolaylaştırır, öznel,bılımsel degıl, genel-geçer değildir. Dinsel Bilgi: Dinî bilgi, belli bir din temeli üzerinde evreni, insanı ve toplumu açıklayan değişmez ve kesin bilgidir. Dinî bilgi, inanca dayandığı ve Tanrı tarafından gönderildiği için, mutlak ve bağlayıcıdır. Din, insanların ne yapıp ne yapamayacağını kutsal kitap ve peygamberin söz ve tutumlarıyla açıklar. Sonuç olarak, dinî bilgi, diğer bilgi türlerinden farklı olarak inanç bağından kaynaklanan mutlak, değişmez, zorlayıcı ve kesin bilgilerdir. Teknik Bilgi: Alet ve gereç yapma bilgisine teknik bilgi denir. doğada olmayan fakat insanın kendi aklı sayesinde doğadan aldığı malzemeyi kendi hayatını kolaylaştıracak alete çevirmesidir. Görüldüğü gibi teknik, teorik bir bilgi olmaktan çok bir şeyin pratik kullanıma dönüştürülme bilgisidir. Sanat Bilgisi:Teknik bilgi gibi sanat bilgisi de beceri, yaratma ve üretim etkinliği olarak ortaya çıkar. Fakat sanat bilgisi yarar amacından ziyade, güzellik duygusuna hizmet eder. sübjektif (öznel) bilgi türüdür. Sanat bilgisi, hayal gücünün, sezginin, yaratmanın ve becerinin bir ürünüdür. Bilimsel Bilgi:İnsan aklının belli bir konuya yönelerek elde ettiği yöntemli, sistemli, düzenli, tutarlı ve geçerli, kanıtlanabilir ve denenebilir nesnel (objektif) bilgisine, bilimsel bilgi denir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi, bilimsel bilgi şu temel özellikleri içerir: İnsanın aklını kullanması, Bir alanı konu yapması, Yöntem (deney ve gözlem) kullanması, Tutarlı ve geçerli olması, Sistemli ve düzenli olması, Kanıtlanabilir ve denetlenebilir olması, Nesnel yani tarafsız bilgi olması. Bilimsel bilgi, yöntemleri, konuları ve amaçları bakımından üçe ayrılır: Formel Bilimler Doğa Bilimleri İnsan Bilimleri Formel Bilimler: Konusunu doğadan almayan buna karşılık duyular üstü ideal bir varlık alanını ele alan bilim dalıdır. ***Duyular alanının ötesinde kalan düşünce alanını ya da tasarlanan varlık alanını incelediği için formel bilimlere ideal bilimler de denir. Matematik ve mantık bu tür bilimlerdir. ***Formel bilimler, konusu bakımından hem doğa bilimlerinden hem de insan bilimlerinden farklıdır. ***Formel bilimlerin yöntemi, bir düşünme yöntemi olan tümdengelimdir. Buna karşılık doğa ve insan bilimleri çoğunlukla deney, gözlem ve tümevarım yöntemlerini kullanırlar. ***Formel bilimler diğer bilimlere göre en nesnel bilgi türleridir. Doğa Bilimleri:Formel bilimlerin tersine, reel (gerçek) dünyada var olan varlıkları inceleyen ve onların bilgisini edinmeye çalışır. Konu alanı reel varlık alanı olan doğa bilimleri, kendi içinde fizik bilimleri, yer bilimleri ve yaşam bilimleri olarak üçe ayrılır. Fizik bilimleri, doğa bilimleri içindeki varlıkları birçok açıdan ele alarak, onlar hakkında olgusal, tümel ve doğru bilgiler verirler. Fizik, maddeyi, hareketi ve enerjiyi; kimya maddenin yapısını, bileşenlerini, özeliklerini ve değişimlerini; astronomi gezegenleri, yıldızları kısaca uzayı inceler. Yer bilimleri, jeoloji, meteoroloji ve oşinografi (deniz bilimleri), mineraloji ve paleontoloji (fosil bilimi); yaşam bilimleri, biyoloji ve tıp bilimidir. **Doğa bilimlerinin temel özelliği, olgusal ve deneysel oluşlarıdır. Olgu veya olgular arası ilişkiyi neden-sonuç bağıntısı ilkesine göre açıklamaya çalışırlar. Ne-densellik ilkesi doğa bilimlerinin genel, kesin, tümel ve doğru yasalara erişmesinin en önemli temelidir. **Doğadaki varlıklar, bir düzen içinde aynı yasalara göre hareket etmektedirler. Doğa bilimleri, doğadaki varlıkların bilgisini açıklama yöntemiyle ortaya koymaya çalışırlar. Buldukları yargıları tümevarım yöntemiyle genelleyip, yasaları elde ederler. İnsan Bilimleri:İnsanı değişik boyutlarıyla inceleyen bilgi türüne, insan bilimleri adı verilir. İnsan bilimleri, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi, dil bilimi ve tarih gibi insanı kendisine konu yapan bilimlerden oluşur.İnsanı bilimler, insanın yapıp ettikleriyle ve ne yapacaklarıyla ilgilenirler. **insan bilimlerinin amacı genel-geçer yasalara varmak yerine, insanın yapıp ettiklerini anlamaktır. İnsan bilimleri, açıklama yöntemi yerine anlama yöntemini kullanırlar. Felsefî Bilgi: Felsefî bilgi, diğer bilgi türlerinin aksine, evreni, varlığı, insanı ve toplumu parçalara veya konularına ayırmadan, bir bütün olarak anlamaya çalışır. Felsefî bilgi, merak eden ve soru soran varlık olarak insanın, evren, dünya, kendisi ve toplum hakkında aklı ile ortaya koyduğu tümel düşüncelerdir. Felsefî bilgi, araştırma ve incelemeye dayanarak eleştirel bir düşünmenin sonucunda ortaya çıkar. **Felsefî bilgi, birikimsel olarak ilerleyen bilgidir. ** Felsefî bilgi, birleştirici ve bütünleyicidir. **özneldir. **Felsefî bilgi, bilimsel bilgi gibi deneyle veya gözlemle kanıtlanamaz. UNITE 2=BILIM,SANAT,DIN VE METAFIZIKLE ILISKISI Felsefe ve Bilim İlişkisi:Bilimler, varlığı parçalara ayırıp incelemele-rine karşın, felsefenin birleştirici ve genelleyici işlevine ihtiyaç duyarlar. Yine felsefe de günümüzdeki bilimin verilerini ve sonuçlarını kullanma ihtiyacını duyar. Çağımızda ortaya çıkan bilim felsefesi, bilimin amacını, yöntemini, kuramsal yapısını ele alır ve analiz eder. Tüm bunlar gösteriyor ki, bilim ve felsefe birbirlerine çeşitli açılardan bağlıdırlar. ***Felsefeyle bilim amaçları bakımından birbirleriyle benzerlik taşırlar. Her ikisinin de amacı, evreni, dünyayı, insanı ve toplumu kavramak ve açıklamaktır. Hem felsefe hem de bilim hazır bilgi ile yetinmeyip, ortak amaçları doğrultusunda mantık ilkeleriyle tutarlı, doğru, genel, eleştiriye açık ve evrensel bilgiye ulaşmak isterler. Hem felsefe hem de bilim bilgilerin yeterli ve gerekli akıl ve deney kanıtlarıyla desteklenmesi gerektiğini kendilerine temel ilke edinirler. ***Felsefe ve bilimin konusu ve amacı aynı olmasına karşın, bu konu ve amaç için kullandıkları yöntemleri birbirinden farklıdır. Felsefe, evreni, dünyayı, insanı ve toplumu tümdengelimsel (dedüksiyon) akıl yürütme sonucu kavramsal olarak açıklarken; bilim, tümevarımsal (endüksiyon) akıl yürütme ve deney-gözlemle, olgusal olanın genel yasalarını açıklamaktadır. ***Felsefe ve bilimin diğer bir farklı yanı ise şudur: Felsefe ürettiği bilgide pratik bir yarar gözetmez. Buna karşılık bilim, ürettiği bilgiyle doğaya egemen olmak, onu kendi çıkar ve istekleri doğrultusunda değiştirmek ister. Felsefe, bilme ve merak arzusu içinde evren hakkında bilgi üretirken ve bilginin kendisini de sorgularken, bilimin böyle bir kaygısı ya da amacı yoktur. Felsefe ve Din İlişkisi: Günümüzde din felsefesi, dinin kaynağını, Tanrı, ölümsüzlük, ruh ve inançları ince-leyen bir felsefe disiplini olmuştur. ***Felsefenin eleştirel, şüpheci ve akılcı yaklaşımına karşılık, din, getirdiği cevaplarda şüpheye, eleştiriye ve sorgulamaya yer vermediği gibi, imkân da tanımaz. Dinin kaynağı, ilahîdir. Dinde cevaplar, vahiy yoluyla ve Tanrı’nın elçileri sayesinde indirilen kutsal kitapta bulunur. Dinde cevaplar, inanç yoluyla mutlak, değişmez ve tek gerçeklik olarak kabul edilir ve inanılır. ***Görüldüğü gibi amaçları bakımından aynı olsalar da, felsefe ve din bilgisinin geldiği kaynak ve yöntemleri bakımından birbirlerinden kesinlikle ayrılırlar. Nice inanan insan, aynı zamanda felsefe de yapmıştır. Örneğin, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi düşünürler, hem bir dine bağlı kalmışlar hem de felsefe yapmışlardır. Felsefe ve Sanat İlişkisi: Filozof evreni, dünyayı, insanı, toplumu aklına, mantığına ve bilimin verilerine göre açıklarken, sanatçı bunları duygu ve hislerine göre anlatmaktadır. Felsefe, varlığı kavramsal, mantıksal ve tümel olarak açıklarken; sanat “güzellik” ve “hoşlanma” ölçütü çerçevesinde anlamaya çalışır. ***Felsefe ve sanat, insanın öznel ve yaratıcı bir etkinliğinin ürünüdür. Fakat felsefe, diğer bilgi türlerini eleştirdiği veya sorguladığı gibi, sanatı da eleştirir veya sorgular. “Sanatın özü”nün ne olduğu sorusunun sorulduğu ve cevaplandığı felsefe alanına sanat felsefesi denir. Sanat felsfesi, sanatın, özünü, kaynağını, doğasını, kapsamını, güzel olanı ele alır, sorgular ve kavramaya çalışır. Felsefe ve Metafizik İlişkisi: “Metafizik” sözcüğü, M.Ö. I. yüzyılda Aristoteles’in kitapları sınıflandırılırken, kullanılmıştır. Aristoteles’in “varlığın nedenlerini ve temel ilkelerini” konu alan kitaplarına fizik ötesi veya fiziğin dışında kalan anlamına gelen metafizik adı verilmiştir. Metafiziğin problemleri ve konuları üç başlıkta toplanmıştır: 1- Genel olarak varlıkla ilgili sorular (ontoloji), 2- Evrenin yapısı ve oluşumuyla ilgili soru ve konular (kozmoloji), 3- Tanrı ve ruhla ilgili konular. Ontolojik sorular ve konular: Genel olarak varlık hakkında sorulan sorular ve cevapları içeren metafiziğin bu alanında iki belirgin yaklaşım vardır.Ontolojilerden biri materyalizm, diğeri idealizm-dir. Materyalizme göre, gerçekten var olan varlık, maddedir. Buna karşılık, idealizme göre, gerçekten var olan varlık, düşünce, idea, ruh veya tasarım türünde olan varlıklardır. Bu anlamıyla idealistler, ya düşünmeden bağımsız bir gerçekliğin var olduğunu kabul etmezler ya da düşünmeden bağımsız olarak var olan şeylerin idea cinsinden tinsel (maddi olmayan) bir şey olduğunu iddia ederler. Kozmolojik sorular ve konular: Evrenin yapısı ve oluşumu üzerine üç temel yaklaşım vardır. 1- Mekanist yaklaşıma göre, evrendeki tüm varlıklar ve olaylar nedensellik ilkesine bağlı olarak oluşur. 2- Teleolojik yaklaşım, mekanik yaklaşımın karşıtı olarak, evrendeki tüm varlıklar ve oluşlar, bir ereğe ve gayeye doğru hareket içinde meydana gelmektedir. 3- Teolojik görüşe göre ise evrendeki tüm varlıklar ve oluşlar, Tanrı’ya dayanmaktadırlar. Teolojik metafiziğin konusu ve problemi, Tanrı’nın varlığının kanıtlanmasıdır. Ruhun varlığıyla ilgili problemler: “Ruh nedir?”, “Ruhun doğası ve yapısı nedir?”, “Ruh ölümsüz müdür?” gibi sorular ve konular da metafiziğin problemleri arasındadır. Metafiziğin bu konuları ve problemleri, felsefe tarihi içinde birçok filozof tarafından farklı yaklaşımlarla açıklanmıştır. İnsanı ve varlığı ilgilendiren bu problemler, günümüzde de çeşitli açılardan var olmaya devam etmektedir. FELSEFENIN DISIPLINLERI Bilgi Kuramı (Epistemoloji): Bilginin doğasını, doğruluğunu ve kesinliğini inceler. Bazı noktalarda psikoloji de bilgi konusuna girse de, epistemoloji bilgi objesiyle bilgi arasındaki ilişki problemini ele alır. Bilgi kuramı, bilen öznenin bilinen nesne karşısındaki durumuna göre de çeşitli açılardan ele alınabilir. Böylece değişik bilgi kuramları ortaya çıkabilir. Mantık: Düşünme yönteminin bilimi olarak mantık, felsefenin, bilimlerin hatta matematiğin mantıksal alt yapısını oluşturan temel disiplindir. Mantık, problem-çözme yöntemleri, anlamanın ve kanıtlamanın değişik çözüm metotlarıyla uğraşır.Örnegın; Düşünmenin yapısı ve işleyişi nasıldır? Düşünme, dünyanın yapısıyla ne tür bir ilişki içindedir?... Bilim Felsefesi:Bilimin doğasını tanımlamaya çalışır. Bilim felsefesinin özel amacı, bilimlerin değişik alanlarda uygulanmasına bağlı olarak ortaya çıkan sonuçları ve bunların sı-nırlarını açıklamaktır. Bilim felsefesi özellikle bilimsel metotların değerlendirilmesi ve anlaşılmasıyla ilgilenerek, güvenilir gözlemler, sınıflamalar, genellemeler ve doğrulamalar için temel olanaklar hazırlar. Daha açıkça belirtmek gerekirse, bilim felsefesi deneyin doğasıyla, deneme-yanılma durumlarındaki olasılıkla, göreli değişmezlerle, zorunlu deneylerle ve bilimsel sonuçlarla ilgilenir. Varlık Felsefesi:Ontoloji olarak da adlandırılan varlık felsefesi genel de varlığı kendisine konu yaparak, varolanın doğasını, kaynağını ve sınırlarını araştırır. Var olanın yapısının ne olduğu sorusu üzerinde durarak, var olma türlerini sorgular. Metafizikle yakın bir ilişki içinde olan varlık felsefesi uzun süre metafizik olarak anlaşılmışsa da gerçekte öyle değildir. Varlık felsefesi metafizikten yararlandığı gibi bilgi felsefesinden de yararlanır. Değişmez ve kalıcı varlığın ne olduğunu araştırırken, varlığın ilk nedenini göstermeye çalışır. Metafizik:Aristoteles’in kitaplarını, inceledikleri konular itibariyle belirli bir sıralamaya tabi tutan öğrencilerin yaptığı sınıflamaya göre, Aristoteles’in fizikle ilgili tüm kitaplarının dışında kalan kitaplara verilen genel isim metafiziktir. Kelime anlamı fizik-ötesi veya fiziğin dışındaki konuları inceleyen bilim veya bilgi alanıdır. Bu anlamıyla metafizik, var olanı var olan olarak inceleyen ilk felsefedir. Birçok genel soru ile ilgilenir.Örnegın; Zaman nedir? Uzam nedir? Töz Nedir? İlişki nedir? Neden nedir? Dil Felsefesi:Dilin çeşitli problem ve görüşlerini kendisine konu edinen felsefenin bir alt dalıdır. Dilin doğasını, amacını, kavramlarını, köklerini, kapsamını, yapısını ve sözcüklerin anlamlarını inceler. Kelimelerin, düşüncenin ve nesnelerin anlamla olan ilişkisini ortaya koymaya çalışır. Felsefe her zaman anlamla ilgilenmiştir. Fakat son zamanlardaki dilin eleştirel incelenmesinde sembollerin, işaretlerin ve benzerlerin işlevlerinin tam bir analizi üzerinde durmaktadır. Eğer akıl bir tür sembolleştirme sürecinde işlevini gerçekleştiriyorsa, felsefe zorunlu olarak sembollerin anlamını açıklamak durumundadır. Bu ise dil felsefesinin görevidir. Değer Felsefesi (Axioloji):Değerleri inceleyen disipline değer felsefesi veya axioloji denir. Değer ve değer yargıları nedir? Değerlerin çeşitleri nelerdir? Sanat Felsefesi:Sanat felsefesi, genelde iki soru üzerinde durur: 1. Güzellik nedir? 2. Sanat nedir?. Bazı güzellikler doğanın güzelliğidir yani sanatın değildir. Güzeli heralanda ele alıp inceleyen felsefe dalına estetik denir. Yalnızca sanatı ve sanattaki güzeli inceleyen felsefeye de sanat felsefesi denir. Bazı sanatlar da çirkindir, güzel değildir. Bir resim birine güzel, diğerine çirkin gelebilir. Güzellik nerededir? Güzellik, müzikte, dansta, resimde, şiirde, hey-kelde, mimarlıkta, oyunda, geleneklerde, halk danslarında, folklorda, güneş batımında ya da doğuşunda, kadında ve benzerlerinde bulunabilir. Tüm bunlarda ortak olan bir şey vardır. Etik: İyi ve kötü olanı, ahlâklı ve ahlâksız olanı inceleyen felsefe disiplinine etik denir. Ahlâk felsefesi olarak da tanımlanan etik, insan davranışlarındaki ahlâkî değerleri araştırır. Sağduyu, etiği emirler ile tanımlar.Örnegın; Tanrı şunu yap dedi, şunu ise yapma dedi gibi. Ödevimiz nedir? Sorumluluk nedir? Vicdan, adalet, mutluluk ve bilgelik nedir? gibi soruları araştırır. Din Felsefesi:Felsefenin bir dalı olarak dini inceler. Din felsefesi bir din değildir, dini anlamaya çalışan felsefi bir disiplindir. Burada felsefeci dine ilişkin sorularla meşgul olur ve onları açıklamaya ve anlamaya çalışır. Birçok dinden bahsetmek olanaklıdır: İslâmiyet, Yahudilik, Hıristiyanlık, Budistlik vs. Siyaset Felsefesi:Siyasal yaşamı, devleti, yönetim biçimlerini ele alan ve sorgulayan felsefedir. Başlıca soruları şunlardır: “İktidar nedir?” “İktidar gücünü nereden alır?”, “Yasallığın veya meşruluğun özü nedir?” ***Şimdiye kadar saydığımız felsefenin disiplinlerine daha birçokları da eklenebilir. Örneğin, toplum felsefesi ve ekonomi felsefesi gibi. Ayrıca eğitim felsefesinden, tarih felsefesinden, fizik felsefesinden ve daha birçok felsefeden bahsetmek mümkündür. Şimdiye kadar saydığımız felsefenin disiplinlerine daha birçokları da eklenebilir. Örneğin, toplum felsefesi ve ekonomi felsefesi gibi. Ayrıca eğitim felsefesinden, tarih felsefesinden, fizik felsefesinden ve daha birçok felsefeden bahsetmek mümkündür. ***Felsefenin disiplinleri bazı dönemlerde tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullarla bazen ön plana çıkarak tüm felsefeye yön vermişlerse de, felsefenin üç disiplini her dönemde ele alınmıştır: 1. Varlık felsefesi, 2. Bilgi felsefesi, 3. Ahlâk felsefesi. Felsefenın Önemı Ve etkılerı **Felsefe, insanı insan yapan en önemli düşünme etkinliğidir. **Çağımız toplumu bilgi toplumudur. **Felsefe, insanları bilinçlendirme, düşündürme ve birey yapma açısından gereklidir. **Felsefe, toplum ve devlet içinde yaşayan insanların, insan haklarını anlaması ve geliştirmesi için de gereklidir. **Felsefe, insanlar ve toplumlar arası hoşgörüyü sağlar. FELSEFE ÜNİTE 3 GİRİŞ Felsefenin ne olduğunu ortaya koymanın en iyi yollarından birisi de felsefenin disiplinlerini ele almaktır. Felsefenin disiplinlerinden bilgi felsefesiyle başlamak, felsefeye giriş için kolay ve anlaşılır bir yöntemdir. “Bilgi nedir?” sorusunu temele alan bilgi felsefesine, epistemoloji adı da verilmektedir. BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL VE KAVRAMLARI Bilen, Bilinen ve Bilgi Bilgi felsefesinin en temel kavramı bilgidir. Bilgi nedir? Bilgi kavramıyla neyi anlatmak ve anlamak istiyoruz? Öncelikle bilgi denilen şey, insana aittir. Bilgi, insan bilgisidir. O hâlde, bilgi felsefesinin konusu olan bilgi, insanın kendi bilgisidir. Bilgi felsefesinin en temel kavramları şunlardır. 1- Bilen 2- Bilinen 3- Bilgi. Doğruluk ve Gerçeklik:Bilgi felsefesinin bir diğer kavram çifti de doğruluk ve gerçekliktir. Bilgi felsefesi, doğru bilgiyi araştırmaktadır.Doğruluk düşüncedeki bir şey üzerine söylenmiş bir yargıya veya önermeye aittir.Doğruluk bir değerdir. Öznenin gerçek hakkında ileri sürdüğü yargının yanlış ya da doğru olma değeridir. Gerçeklik ise bir tür var olma durumudur. Bir şeyin varlık olma özelliğinden dolayı, o şeye gerçek diyoruz. Örneğin, “Kaf dağı” denilince herkes bir şeyi düşünür fakat düşünülen bu dağın gerçekliği söz konusu olunca hiç kimse Kaf dağının gerçek olarak var olduğunu ispat edemez. Doğruluk ve Anlamlılık:Bilgi felsefesinin diğer bir kavram çifti de bir cümlenin anlamlılığı ve doğruluğudur. Bir cümle doğru veya yanlış değerleri alabilmesi için önce o cümlenin anlamlı olması gerekir. Eğer bir cümle anlamlı değilse, o cümlenin doğruluğundan veya yanlışlığından söz edilemez. Çünkü sadece anlamlı cümleler bir yargıda bulunur. Bilgi ve Bilginin Gerekçelendirilmesi:Bilgi, bilen ve bilinen arasındaki bilişsel sürecin ürünüdür. Bu süreçte elde edilen bilgilerin doğru bilgi olduğunun gerekçelendirilerek gösterilmesi zorunludur.Aksi takdirde bu bilginin doğruluğundan söz edemeyiz. Doğruluk, Tutarlılık ve Geçerlilik:Üç kavram genellikle birbirlerinin yerine kullanılarak karıştırılmaktadır. Fakat her birinin anlamı diğerinden farklıdır. Bir önerme yapısı gereği bir doğruluk değerine sahiptir. Önerme ya doğru ya da yanlıştır. Tutarlılık ise önermenin en az bir sefer doğru değer almasına veya diğer önermelerle olan ilişkisi sonucu ortaya çıkar.Eğer oluşan ilişkinin tutarlılığı her durum ve her zaman için gerçekleşirse bu duruma da geçerlilik denir. PROBLEMLERİN SORGULANMASIYLA BİLGİ FELSEFESİ Felsefe öğretiminin diğer bir yöntemi de problemleri ortaya koyarak ve sorgulayarak felsefe öğretimi yapmaktır. Bu yöntemi kullanarak bilgi felsefesinin problemleri de ele alınabilir. Bu problemler ortaya konularak bilgi felsefesinin kapsamını ve konusunu açıklamak olanaklıdır.Bilginin sınır ve kapsamını sorgulayarak neyi bilip neyi bilemeyeceğimizi belirlemek mümkündür.Doğru Bilgi Mümkün müdür? **Bilgi felsefesini mümkün kılan veya bilgi felsefesini ortadan kaldıran bu problem bizce en temel sorundur. Çünkü bu soruya verilecek cevap, bir sonraki probleme geçip geçemeyeceğimizi belirlemektedir. “Doğru bilgi mümkün müdür?”sorusuna iki yaklaşımla cevap verilmektedir: Dogmatikler: Evet, doğru bilgi mümkündür. Şüpheciler: Hayır, doğru bilgi mümkün değildir. Şüpheciliğe Götüren Nedenler:Şüphecileri kesin ve doğru bilginin mümkün olamayacağı inacına götüren birçok neden vardır. Günlük Deneyimler ve Duyumlar:İlk bilgi kaynağımız olan duyular sık sık hataya düşmemize neden oluyorsa, kesin ve doğru bilgiyi hiç bir zaman edinemeyiz demektir. Bilimsel Bilginin Tarihsel Değişimi:Şüphecilerin diğer bir argümanı ise bilim tarihindeki doğru bilginin geçirdiği değişimlerdir. İnsanların yüzyıllarca doğru olarak kabul ettikleri bilgiler bile bir gün yanlış olabilmektedir.Acaba ilerideki yüz yıllarda yeni bilimsel gelişmeler sonucu şu anda doğru ve kesin gördüğümüz Newton fiziği ve Kepler astronomisi de değişebilir mi? Bundan şüphe duymamızı kim nasıl engelleyebilir? Toplumsal veya Bireysel Görelik:Şüpheciler, tarihsel açıdan bilginin doğruluğunun değişimi yanı sıra aynı zaman diliminde de bilginin farklı toplum ve bireylerde değişiklik gösterebileceğini ileri sürerler. Bir şey hakkındaki bilgi, iki farklı toplumda aynı olabildiği gibi farklı da olabilir. Göreliğin hem aynı zaman diliminde ve hem de farklı zaman diliminde olduğunu ileri süren şüpheciler, evrensel hiçbir bilgi türünü kabul etmezler. Varlığın Değişim İçinde Olması:Birçok şüpheci, görüşlerini varlığın değişim ve hareket içinde olmasına dayandırarak ortaya koymaktadır. Eğer var olan her şey hareket ve oluş içindeyse,nasıl olur da bu değişen varlıkların değişmez, kesin ve doğru bilgisini edinebiliriz? Bu görüş, çoğu şüpheci tarafından kabul edilmektedir. Aklın Farklı Yöntemler Kullanması:Aklın bilgi için farklı yöntemleri kullanması sonucu da şüpheci görüş ortaya çıkabilir. Her ne kadar aklın yolu bir denilse de, akıl gerçeğin bilgisini tek bir yol veya yöntemle değil birçok yol ve yöntemle açıklamaya çalışır *Şüpheciliğe götüren düşünme biçimlerini belirttikten sonra artık kaç tür şüpheci görüş olduğunu açıklayabiliriz. Şüphecilik Çeşitleri Bir Tavır Olarak Şüphecilik:Eleştirici vesorgulayıcı düşünme ancak var olan üzerine şüphe duyulmasıyla başlar. Sokrates’in şüpheciliği felsefî tavır gereğidir. Çünkü o, sofistlerin göreceli şüpheciliğini eleştiren kendine has bir şüpheci tavra sahiptir. Bu tavır aynı zamanda Sokratik alayı da içermektedir. Sokrates’in “bildiğim tek bir şey var o da hiçbir şey bilmediğimdir”cümlesindeki gizli alay veya eleştiri, onun nasıl şüpheciliği felsefenin bir parçası yaptığını göstermektedir.*Hem felsefe hem de bilim şüpheyle başlar. Bir Yöntem Olarak Şüphecilik:İslâm dünyasının yetiştirdiği büyük din felsefecisi Gazâli ve Batı dünyasının yetiştirdiği ve modern felsefenin kurucusu Descartes, şüpheciliği bir yöntem olarak felsefî düşünmelerinde kullanmışlardır.Descartes, her şeyden şüphe ederken, kendisinden şüphe edemeyeceği bir şeyin olduğunu sezer.. Böylece Descartes ünlü önermesine varmıştır: “Düşünüyorum; o hâlde, varım.” Düşünen; yani şüphe eden olarak ben, düşünmekte olduğumun farkındayım. O hâlde, düşünüyorsam aynı zamanda var olmaktayım ve bu durumdan da şüphe edemem.. **Gazâli, aklın âciz kaldığı bir noktada ikinci bir akıl olan kalbi ön plana çıkartarak, kesin ve güvenilir bilgiye ulaşılabileceğini söyleyerek sezgiciliğin önemini vurgular. Kalp bilgisi, içinde hiçbir şüphe taşımayan bilgidir. O hâlde Gazâli iki türlü bilginin varlığını kabul eder: 1. Varlığın görünüşlerini veren duyu ve akıl bilgisi. 2. Varlığın iç bilgisini ilham ve sezgi ile veren kalp bilgisi. Deney-Dışı Bilgiye Ait Şüphecilik:Descartes’ın akılcı şüpheciliğiyle başlayan modern felsefe, İngiliz deneycileriyle ve bunların senteziyle 18. yüzyılda farklı şüpheci felsefelere yol açmıştır. Deney-dışı bilgiyle ilgili şüpheciliği iki aşamada ele alabiliriz: Deneycilerin Şüpheciliği:İngiliz deneycilerinden Locke ile başlayan deneyci (ampirist) bilgi kuramına göre, bilgilerimizin kaynağı deneyimlerimizdir. Deneyin haricindeki her tür bilgiden şüphe edebiliriz.Locke’un deney-dışı bilgilere karşı duyduğu şüpheyi daha da ileri götüren David Hume, bilginin kaynağını deneyden gelen izlenim ve idelerle açıklamıştır.Ancak Hume, nedensellik ilkesinin bilinemeyeceğini ve temellenemeyeceğini ileri sürerek, aynı zamanda bilimsel bilginin kendisinden de şüphe etmiştir. Eleştirel Şüphecilik:Görülerimizin dışında kalan asıl gerçekleri bilmiyoruz. Görülerimizin dışında kalan gerçekliğe kendinde-şey diyen Kant,kendinde-şeylerin deneye açık olmadığı için bilgi nesnesi olmadığını, deneye açık olan şeylerin görünüşler olduğunu söylemektedir. Kant’ın eleştirel şüpheciliği, kendinde-şey ve görünüş (fenomen) ayrımını ortaya çıkartarak, insan zihninin bilme sınırlarını ortaya koymaktadır. Aşırı Şüphecilik:Bilginin olanağı konusunda göreceliği savunarak mutlak bilginin olmadığını ileri süren aşırı şüphecileri tarih arenasında iki farklı dönemde görmekteyiz. Birinci olarak Sokrates ve Platon’un çağdaşları olan sofistleri, ikinci olarak da M.Ö. 360-270 yılları arasında yaşamış ilkçağ felsefecilerinden Pyrrhon ve öğrencilerini ele alabiliriz. Her iki görüşte olanlar, sağlam bir bilginin olmadığını ileri sürerler. Sofistler:M.Ö. 5. ve 4. yüzyılda değişen toplumsal-siyasal durum ve İlkçağ doğa felsefesinin girdiği çıkmaz sonucu, insan felsefesini başlatan gezgin felsefe öğretmenlerinden oluşan sofistler, şüpheciliği benimseyerek, kesin ve mutlak bilginin olmadığını ileri sürmüşlerdir. *Üşüyen insan için hava soğuk, üşümeyen insan için sıcaktır. Septikler(Şüheciler):Sofistlerin sağlam, kesin ve doğru bilgide nesnelliği ortadan kaldırmaları ve bilgiyi insanın öznel duyu ve algılarına indirgemelerini kendilerine örnek alan Phyrrhon ve takipçileri şüpheciliği bir felsefî akım hâline getiren septik düşünürlerdir. Sistemli bir felsefe akımı olarak şüphecilik felsefe tarihi içindeki yerine Pyrrhon’la kavuşmuştur. Bu akımın en önemli temsilcileri Phyrrhon (M.Ö.365-275), Timon (M.Ö. 325235), Arkesilaos (M.Ö. 316-240), Karneades (M.Ö. 219-120), Aenesidemos (M.S. I. yy) ve Sektus Empiricus’tur (M.S. III. yy). Doğru Bilginin Kaynağı Nedir? Doğru bilginin kaynağıyla ilgili felsefî düşünceler: 1- Bilginin kaynağı deneydir. 2- Bilginin kaynağı akıldır. 3- Bilginin kaynağı hem akıl hem deneydir. 4- Bilginin kaynağı sezgidir. ***Bilginin Kaynağı Deneyimdir.İnsan zihni boş bir levha gibidir, zamanla deneyimleriyle bu levhayı doldurur insan Bilginin Kaynağı Akıldır Deneyimlerimizin temelinde olan duyuların ne kadar güvenilir olduğu sorusunu soran akılcılar, duyuların bazen yanıltıcı olduklarını ortaya koyarlar. Duyu ve deneyim bilgisine şüpheci bir tavırla yaklaşmaları, akılcıların sağlam, değişmez ve kesin bilgi aramalarındandır. ***Bilginin Kaynağı Hem Deneyim, Hem de Akıldır.Bilginin kaynağını radikal biçimde deneyimde veya akılda görenlere karşı olarak, her iki kaynağı da bilginin temeline koyan görüştür. Bu görüşe göre, bilgi için hem deneyim hem de akıl gereklidir. Yalnızca biri olması, bilginin oluşması için yeterli değildir. Bu görüşün en iyi temsilcisi Kant’tır.Kant’ın meşhur önermesi bu görüşü en iyi şekilde açıklar: “Deneyimsiz kavramlar boş,kavramsız deneyimler kördür. **”Bilginin Kaynağı Sezgidir.Aklın,doğru, kesin ve sağlam bilgiyi veya hakikati veremediğini savunan bu görüşe göre doğru, sağlam ve tam bilgiyi ancak aracısız ve doğrudan bilmeyi içeren sezgi verir.Gazâli ve Bergson en çok tanınan iki filozoftur.Her ikisi de akılcılığa karşı çıkmışlardır. Doğru Bilginin Ölçütleri Nedir? Bilgi felsefesinin önemli problemlerinden biri olan doğru bilginin ölçütleri sorunsalı farklı şekillerde açıklanmıştır: 1- Doğru bilginin ölçütü uygunluktur. 2- Doğru bilginin ölçütü tutarlılıktır. 3- Doğru bilginin ölçütü tümel uzlaşımdır. 4- Doğru bilginin ölçütü apaçıklıktır. 5- Doğru bilginin ölçütü verdiği yarardır. 6-Doğru Bilginin Ölçütü Uygunluktur Skolastik felsefe, doruluğa ilişkin uygunluk kuramını şöyle formüle etmiştir: “Veritas est adaequatio rei et intellectus.” Kısaca, “Doğruluk, intellekt (zihin) ve şeylerin (olgu veya nesnelerin) uygunluğudur.” Doğru Bilginin Ölçütü Tutarlılıktır:Doğruluk hakkındaki tutarlıklık kuramına göre, düşüncenin gerçeklikle uygunluğundan çok düşüncelerin kendi aralarındaki tutarlılığı doğruluğun ölçütüdür. Bir önermenin doğruluğu sistemde daha önce kabul edilmiş doğru önermelerle çelişmemesine dayanmaktadır. Doğru Bilginin Ölçütü Tümel Uzlaşımdır:Tümel uzlaşım ölçütüne göre, herkesin veya çoğunluğun kabul ettiği bilgiler doğrudur. Burada amaç bir inanç, bir yargı, bir önerme ya da bir bilgi hakkında herkesin onunla ilgili doğru kabulüdür. Önerme üzerinde genel bir ortak yargı varsa, doğru veya yanlış değer verme olanağı vardır. Örneğin, bir an bir şey gördüğümü sanırsam ve gördüğüm şeyin var olup olmadığını yani görme eylemimin doğru olduğundan şüphe ediyorsam, yanımda bulunanlara aynı şeyi onların da görüp görmediğini sorarım. Eğer onlar da beni doğruluyorsa, gördüğüm doğrudur. Bu anlamda, genelin onayını almak doğruluğun ölçütü olarak kabul edilmektedir.Tümel uzlaşım ölçütü, demokrasinin öne sürdüğü doğruluk ölçütüdür. Doğru Bilginin Ölçütü Apaçıklıktır:Bir bilginin, bir yargının veya bir önermenin apaçık olması onun hem açık ve seçik, hem de şüphe duyulmayan olması demektir. Doğru Bilginin Ölçütü Verdiği Yarardır:Bir yargının doğruluğu verdiği yararla özdeşleştirilir. Bu ölçütü kabul edenlere pragmatist (yararcı) denir. Pragmatistlere göre, bir şey yararlı olduğu sürece değerlidir ve doğrudur. FELSEFE ÜNİTE 4 BİLGİ FELSEFESİ 2 Bilen varlığın bilinen varlık hakkında elde ettiği zihinsel farkındalığa bilgi denir. DOĞRU BİLGİNİN SINIRLARI VEYA KAPSAMI NEDİR? İçkin İdealizm Özne ancak kendi içkin bilişini gerçekleştirir. Böyle bir görüşe içkin idealizm adı verilir. En önemli temsilcisi George Berkeley’dir. (1685-1753). Transendental İdealizm:Bilen özne, kendisinden bağımsız olarak var olan nesnelerin bilgisini ancak kendinde var olan yapı çerçevesinde bilebilir, diyen görüşe transendental idealizm denir.En önemli temsilcisi Kant’tır. Bu görüşe göre, deney alanının ötesinde kalan bir gerçekliğin bilimsel ve doğru bilgisini edinme olanağımız yoktur. Bilgimiz,deneylerimiz ve zihnimizin yapısıyla sınırlıdır. Epıstemolojık Realızm:Bilen özne, kendisinden bağımsız olarak var olan nesnelerin gerçek bilgisine sahip olabilir, diyen görüş, epistemolojik realizm olarak adlandırılır. Realistler, içkin idealist ve transendental idealistlerden farklı olarak, zihnimizin dışında gerçekten var olan bir dünyayı ve bu dünyanın da gerçekten bilinebileceğini öne sürerler.Bilginin kapsamı, yalnız zihinle sınırlanamaz; bilgi sınırsız bir alana sahiptir. Bizim dışımızdaki dünyanın sınırları ne kadarsa bilgimiz de o kadardır. Dış evrenin sınırları arttıkça bilgimizin sınırları ve kapsamı da genişlemektedir. Pozitivizm:Realist ve transendental idealist görüşlerden faydalanan pozitivizme göre, bilginin sınırları, duyusal olanın ötesindeki bir dünyayı kapsayamaz. Çünkü bilgilerimiz, deney verileri ve bu verilerin akıl yürütme yollarıyla çıkartılan yeni bilgilerle sınırlıdır. Duyusal olanın ötesinin metafizik olduğunu ileri süren pozitivistler, bilimlerin dışında başka hiçbir bilgiyi kabul etmezler. Bilgimizin sınırlarını bilimler belirler. Bilimsellik, bilginin sınırlarıdır. Neo-Pozitivizm:Pozitivist görüşün eleştirilmesiyle 20. yüzyılda ortaya çıkan neo-pozitivizm bilgiyi doğrulanabilir önermelerle sınırlamıştır. İnsan, kendi zihninden bağımsız bir dünyanın bilgisine ancak doğrulanabilirlik ölçütü çerçevesinde sahip olabilir. Bizler, dış dünyayı deney ve gözlem sonucu oluşan algılarımızın sonucu biliriz. Akılcılık:Bilgimizin kaynağını akılda görenlerin savunduğu bu görüşe göre, bilgimizin kapsamı yani neyi bilip, neyi bilemeyeceğimizin ölçütü aklımızdır. Deneycilik:Empirizm olarak adlandırılan bu kuram, tüm bilgilerimizin kaynağını duyu deneylerine indirgediği gibi, sınırlarını da duyu deneyleriyle belirler. Sezgicilik:Akılcılar gibi bilginin sınırlarını geniş alana yayan sezgiciler de metafiziği ve önsel bilgileri kabul ederler. Akıldan daha geniş sınırlar çizen sezgiciler, bilgimizin sınırlarını öznel sezgilere veya aşkın varlığın sezgisel bilgisine kadar vardırırlar. Faydacılık:Doğru bilginin kaynağını verdiği yararla belirleyen pragmatistlere göre, bilgimizin sınırlarını da bilginin işlevi ve sonuçları belirler. FELSEFE TARİHİ AÇISINDAN BİLGİ FELSEFESİ Tarihsel açıdan ele alırken kronolojik sırayı takip etmek gerekir. Çünkü felsefe, daha önce belirttiğimiz gibi kesintisiz bir düşünme etkinliğidir. Her filozof ya da kuram kendisinden önce gelenlerle bir hesaplaşma sonucu ortaya çıkmıştır. Antik Çağ’da Bilgi Felsefesi Bu dönemin ilk filozofları evrenin ana maddesini cisimsel varlıkla açıklarken, daha sonraki doğa filozofları ise ana maddeyi cisimsel olanla değil de, soyut, akılsal veya kavramsal olanla açıklamaya çalışmışlardır. **Antik Yunan felsefesinin ikinci dönemi, sofistler ve Sokrates’le başlatılmaktadır. Bu düşünürlerle artık doğa üzerine değil de, insan ve toplumla ilgili sorunlar üzerine felsefe yapılmaya başlanmıştır. Bu dönemde sofistleri, Sokrates’i, Platon’u, Aristoteles’i, Sokratik okul felsefecilerini ve Hellenistik felsefecileri görmekteyiz. Doğa Felsefesinde Bilgi Problemi Sokrates öncesi dönem olarak bilinen doğa felsefesinin ilk filozofları,felsefenin bir alt disiplini olan bilgi felsefesinin sorunlarıyla ilgilenmek yerine, değişimin doğası ve olanağıyla ilgilendiler. **Thales’le başlatılan Batı felsefesi evrenin en yüksek doğası olan ilk maddenin (Arkhe) ne olduğu sorusunu sormuş ve bu soruya Thales “su” diye cevap verirken, diğer doğa felsefecileri farklı ana maddeler öne sürmüşlerdir. Burada soruya verilen cevaptan çok, böyle bir sorunun sorulması ve bu sorunun akıl yoluyla cevaplanması önemlidir. Cevapların farklı olması doğa filozoflarının tek bir doğru üzerinde birleşmediklerini ve şüpheci bir tavır takındıklarını göstermektedir. Örneğin; Herakleitos bilgi konusunda duyuları önemserken, Parmenides aklın rolü üzerinde durmuştur. İnsan Felsefesinde Bilgi Kuramı:Düşünürler,evrenin ilk maddesi yerine değişen toplum ve insanın sorunlarını araştıran felsefeler üretmişlerdir. Bu dönemde iki tür felsefî tavır görmekteyiz. ***a) Şehir şehir dolaşarak para karşılığı bilgisini satan ve kendilerine sofist adı veren gezginci felsefe öğretmen grubu vardır. Bu kişiler sofistler olarak alandırılmışlardır. Sofistler, retoriğe (güzel konuşmaya) önem vererek zengin ailelerin çocuklarına siyasetin veya devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair çeşitli bilgiler vermekteydiler.sofistler ortaya çıkıp, şüpheciliği, göreceliği ve değişmeyi savunmasalardı,Sokrates felsefe tarihi içinde bu kadar önemli olamazdı. ***b) İnsan felsefesinin ikinci önemli figürü, sofistlere karşı değişmez, gerçek ve tek doğrunun olduğunu ileri süren Sokrates’le başlayan felsefedir.Sofistler Gerçekliğin bilgisinin mümkün olmadığını ileri süren sofistler, bilgi kuramında yeni bir dönem başlatmışlardır. Sofistler, Herakleitos’un değişime ve oluşa verdiği önemi daha da ileri götürerek, doğanın parçası olarak düşünülen pek çok şeyin öyle olmadığını ortaya koymuşlardır.Protagoras bu düşüncelerini meşhur önermesiyle şöyle ifade etmiştir: Her şeyin ölçüsü insandır. Diğer bir sofist Gorgias ise daha ileri giderek gerçek denilen bir varlığın olmadığını, olsa da bilenemeyeceğini, bilinse de anlatılamayacağını söylemiştir. Sokrates ve Sonrası Bilgi Felsefesi Sofistlerin göreceli ve bireyselci bilgi anlayışına karşın Sokrates, bilgide objektifliği, değişmezliği, gerçekliği ve tekliği savunarak evrensel bilginin var olduğunu ileri sürmüştür. Bir şeyin ne olduğunu bilmeden bilgeliğin ve insanların anlaşmalarının mümkün olamayacağını söyleyen Sokrates, kavram ve sözcüklerin anlamlarını belirlemeye çalışır. Bu nedenle “Bilgi nedir?”, “Erdem nedir?”, “Güzellik nedir?”, “Cesaret nedir?”, “Adalet nedir?” vb. sorular sorarak insanları kendi akıllarıyla düşünmeye yöneltir. PLATON (M.Ö. 428-347) Sokrates’in öğrencisi olan Platon (İslâm dünyasında Eflatun adıyla bilinir.),kendisinden önceki birçok düşünür ve düşünceden etkilenerek, felsefesini ve bu felsefesiyle tutarlı bir bilgi kuramı geliştirmiştir. Hocası Sokrates’in ahlâk öğretisi ve felsefî uygulamalarından, sofistlerin yukarıda bahsedilen düşüncelerinden,Sokrates-öncesi filozofların gerçekliğin doğası hakkındaki görüşlerinden etkilenmiştir. *Platon’a göre, gerçek, değişmez ve mükemmeller, duyular dünyasından bağımsız olarak var olan Form veya İdealar dünyasındadır. Platon’un İdealar dünyasını niçin temele aldığı tam olarak açık olmasa da, Aristoteles’e göre, Platon,öğretmeni Sokrates’in ahlâkî erdemlerin değişmez form öğretisinden etkilenmiştir.Örneğin, adalet duyular dünyasında tam ve mükemmel olarak bulunmaması dolayısıyla, adaletin ideal varoluşunu temellendirmek için böyle bir duyular-üstü,İdealar dünyasını kabul etmeliydi. Anımsama (hatırlama) Kuramı:Felsefe tarihi içinde ilk defa Platon tarafından Menon adlı diyalogunda anımsama kuramı ele alınmıştır. Bu diyalogda Sokrates, okuma yazma bilmeyen bir genç köleye geometri problemi çözdürme isteğindedir. Problemin geometriden seçilmesi bir rastlantı değildir. Çünkü böyle bir problemin çözümüne duyular yardım edemez. Genç köle problemi çözer. Böylece Sokrates, genç kölenin daha önceden bildiği bilgileri hatırladığını da ispat etmiş olur.Bilgi ve Doğru İnanç Platon bilgi konusunda üç aşama tespit eder: 1- Doğru bilgi 2- Yanlış bilgi 3- İnanç **İnanç, doğru bilgi ve yanlış bilgi arasında bir yerde bulunmaktadır. Ruhun bu üç aşamasına karşılık gelen birer de nesnesi vardır. Doğru bilginin nesnesi gerçekte var olan, yanlış bilginin nesnesi gerçekte var olmayan ve inancın nesnesi ise varlığın ve yokluğun arasında olandır. Platon’a göre, inancın nesnesinin bulunduğu yer, duyular dünyasıdır.Bilgi ve duyu algısı Platon’a göre, duyu algısı, doğru bilgiyi veremez. Duyu verileriyle duyu nesnesinin algılanması veya kavranması yanlışı verebilir. Bir nesneye güzel veya ağır veya iyidir diyemeyiz.Yanlış inancın olanaklılığı Sokrates yanlış inancın ya da yargının nasıl olanaklı olduğunu göstermeye çalışır. Yanlış inanç bir tür inanç mıdır? Parmenides bize olmayan hakkında konuşamayacağımızı söylemişti. Var olmayan bir şey hakkında bir yargı öne sürmek imkânsızdır. Çünkü varlık vardır; yokluk yoktur. Doğru yargı (inanç) ve logos (akıl) Sokrates, üç görüş öne sürer: İlk olarak, logos söylemde veya konuşmada açığa çıkan söz veya kelimedir. Fakat bu tanımı yeterli bulmaz. İkinci tanımında logos’u bilinen şeyin öğelerini bir araya getiren olarak tanımlar. Fakat bu tanım da bir araya getirilen bilginin miktarı için yeterli değildir. Üçüncü olarak logos, sorulan şeyin kendisidir diye tanımlanır. Bu tanımı da döngüsel ilkeleri verdiği için reddeden Sokrates, bilginin ne olduğunu tanımlayamadan diyalogu sona erdirir. ARISTOTELES (M.Ö. 384-322) Sofistlerin şüpheci tutumundan etkilenen Aristoteles, Platon’un Theaetetus diyalogunda cevap veremediği önerme türü bilgi konusunu ele alıp açıklamaya çalışmıştır. Çalışmalarını iki konu üzerinde yoğunlaştırdı: Bilim kuramı ve akıl kuramı içinde bilgi kuramını araştırdı. *Bilgi tümeldir.Platon gibi, Aristoteles de tekilin bilgisini değil de tümelin bilgisini araştırdı. 1- Duyular: Duyu organları aracılığıyla duyu nesnelerinin formları,maddesinden ayrılarak algılanır. 2- Edilgin izlenimler ve etkin yargı konusunun Aristoteles, hayal etmede,anımsamada ve anlama gücünde mevcut olduğunu söylemektedir.Duyu organlarının duyu algısı gerçekleştirmesiyle elde edilen algılar,hayal gücü (imgeleme) ile imgeler hâline dönüşür. İmgeler kendi başlarına tam olarak var olamazlar; ancak bazı yargı formlarıyla birlikte vardırlar. 3- Anımsama (hatırlama) gücü, imgelere dayanmanın yanı sıra geçmişi hatırlamak zorundadır. 4- Aristoteles’e göre, anlama gücü (intellekt) ya da akıl, önce zihinsel formu kavrar. Bu forma karşılık bir kavram gelir. Bilgi ve Tanım :Cins, tür ve ayırım sınıflaması ve bilgi arasındaki ilişki, bilgi ve tanım arasındaki ilişkiye dayanır. Aristoteles ad ve gerçek tanımın ne olduğunu belirleyerek konuyu açıklamaya çalışır. Ad tanımları, terimlerin bilgisini veren tanımlardır. Gerçek tanım ise bir şeyin özünün bilgisini veren tanımdır. Bir şeyin özünü vermek, o şeyin nedenini açıklamaktır. Aristoteles’e göre bir şeyin nedenini açıklamak, o şeyi gerçek anlamda bilmek demektir. Bir şeyin nedenini vermek, ilk ilkeye dayanarak o şeyin özünü kanıtlamaktır. Ortaçağ Felsefesinde Bilgi Kuramı Ortaçağ, bilgi ve inanç konusunda Antikçağdan farklıdır, hatta karşıt bir kurama sahiptir. Akıl, Tanrı’nın varlığını bilmek için bilgi edinmelidir. Bilgi, inancın hizmetine verilmiştir. Bu nedenle doğru bilgide uygunluk kriteri aranmıştır. 17. Yüzyılda Bilgi Felsefesi ve Akılcılık DESCARTES (1596-1650):Rönesans dönemiyle başlayan bilimsel çalışmalar, bilgi ve yöntem konusunda belli bir şüphecliğe yol açmıştır. Çünkü Rönesans düşünürlerine göre iyi bir yöntem ile evrensel doğruluk bulunabilirdi. Descartes bu düşüncenin ilk öncülerindendi. Descartes, felsefesinin köklerini Ortaçağ düşüncesinden almasına rağmen, modern felsefenin kurucusu olma başarısını da göstermiştir. İyi bir matematik bilgisine sahip olması onun bilgi problemine yönelmesini ve bilgi kuramını sistemli bir şekilde incelemesini sağlamıştır. **Descartes Yöntem Üzerine Konuşmalar adlı kitabının ikinci bölümünde ideal bir yöntemin özelliklerini sayar: 1- Açık ve seçik olmayan hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek, 2- Problemi çözümleme veya analiz etmek, 3- En basit ve kesin olan doğru önermeden başlayarak karmaşık olana doğru ilerlemek, 4- Yapılan işlemi yeniden sayarak ve kontrol ederek gözden geçirmek. ***Düşünüyorum; o hâlde, varım “Düşünüyorum; o hâlde varım.” açık ve seçik önermesi “düşünen öznenin varlığını” ortaya koyan bir bilgidir. ***Sezgi ve tümdengelim Descartes’ın yöntemsel şüpheyle ulaştığı “Düşünüyorum; o hâlde, varım.”sonucu bir tür kıyas değildir. Bu bir sezgisel çıkarımdır. Descartes’a göre, sezgi zihinde veya akılda hiçbir şüpheye yer vermeden en açık ve seçik kavrayış türüdür. ***İdeler 1- İdeae innatae: Doğuştan zihnimizde var olan a priori idelerdir. 2- İdeae Adventitiae: Zihnimize dışarıdan gelen olgusal idelerdir. 3- İdeae Factitiae: Zihin tarafından hayalgücüne dayanarak oluşturulan yapma idelerdir. Descartes’a göre, bu üç ide arasında açık ve seçik olan yalnızca İdeae İnnatae’dır; çünkü bunlar doğuştan gelen a priori bilgiler olarak aklımıza doğrudan verilen bilgilerdir ***Yanlışın olanaklılığı Descartes’a göre, ideler kendiliklerinde ne doğru ne de yanlıştır. Ne zaman ideleri biz bilgi hâlinde kullanıma koyarsak o zaman doğru veya yanlış olurlar. O hâlde, doğruluk veya yanlışlık, yargının bir işlevi veya özelliğidir. ***Dış dünyanın bilgisi ve Tanrı Descartes’a göre, dış dünyanın bilgisi, duyumlarla geldiği için insan zihnine doğrudan gelmemektedir. Dış dünyanın bilgisi ayrıca ideae adventitiae türünden idelerin bilgisi olduğundan olasılığı içermektedir. ***Birincil ve ikincil nitelikler Descartes’ın bilgi kuramında birincil nitelikler şekil, büyüklük ve harekettir;ikincil nitelikler ise renk, koku ve sestir. Birincil nitelikler zihnin sezgi gücüyle bilinirler.ikincil nitelikleri zihin değil de, duyular algılar. Descartes için birincil nitelikler, matematiğin öğeleriyle ilişkili iken, ikincil nitelikler fiziksel nesnelerle ilişkilidir. **Descartes, 17. yüzyılın ilk akılcı düşünürüdür. En açık ve seçik bilgi olarak “düşünüyorum; o hâlde varım” sezgisel çıkarımına varmasıyla da, düşünceyi;yani özneyi ön plana çıkartan ilk modern felsefecidir. UNITE 5=BILGI FELSEFESI Deneyimcilik (ampirizm) hem idelerimizin temel kaynağı hem de doğru bilginin kaynağı konusunda akılcılığın (Rasyonalizm) karşıtı bir görüşe sahiptir.Felsefe tarihi içinde 17. yüzyılın sonlarıyla başlayan İngiliz felsefesi, akılcılık karşıtı deneyci görüşü savunarak kendisini ortaya koymuş. ***Bilginin mümkün tek kaynağının deneyim olduğunu, deneyimden bağımsız bir bilginin sözkonusu olamayacağını savunan ampirizm insan zihninin,doğuşta üzerine kendi işaretlerini yazdığı boş bir levha (tabular asa) olduğunu öne sürer. Locke, Berkeley, Hume ve J.S. Mill gibi ünlü deneyimciler tarafından Savunulmuştur. ***Deneyimci görüşü benimsemiş düşünürler, elbette bilgi modeli olarak doğa bilimlerini, araştırma yöntemi olarak da tümevarımsal akılyürütme yöntemini benimsemektedirler. İNGİLİZ DENEYCİLERİ John LOCKE: Zihnin boş bir levha olduğunu kabul eden Locke’a göre, her şey sonradan bu boş levhaya yazılır. Zihin doğuştan tabula rasa’dır. Zihin tertemiz beyaz bir kâğıt gibidir. Hiçbir bilgiyi a priori olarak doğuştan getirmeyiz. **Locke farklı ıdelerın mantıksal kaynagnı ortaya çıkararak duyu ıdelerını(dıs deney) refleksıyon(ıc Deney) olarak 2ye ayırır. Dış deney dediğimiz duyu ideleri, beş duyu yoluyla dış dünyanın tecrübesi aracılığıyla elde edilir. Refleksiyon ideleri ise duyu ideleri üzerinde aklın kendi kendine yaptığı bir işlem sonucu ortaya çıkarlar. ***Locke, ayrıca ideleri yapıları bakımından basit ve karmaşık (bileşik) ideler olmak üzere ikiye ayırır. Karmaşık ideler, aklın basit ideleri birleştirmesiyle elde edilir. Basit ideler, dış dünyadaki nesnelerin duyu organlarına yaptığı etki sonucu oluşan duyu deneylerinden gelir. Locke’a göre, duyuların verdiği basit ideler oldukça açıktır. Birincil ve ikincil nitelikler: Locke, basit ideler konusunda Descartes geleneğine bağlı kalarak birincil ve ikincil niteliklerin idelerini birbirinden ayırır. Sayı, şekil ve hareket gibi birincil nitelikleri maddeden ayırmak mümkün değildir; çünkü onlar olmadan maddenin varoluşu söz konusu olamaz..Ses, renk ve tat gibi ikincil nitelikler nesnelerin kendiliklerinde değildir; onlar birincil nitelikler tarafından bizde değişik duyum olanağı var eden öğelerdir. Algılama Kuramı: Locke göre, algılama genel olarak duyumlamaya dayanır. ideler, nesneleri temsil etme gücüne sahiptir. Çünkü algılama kuramına göre, şeylerin veya nesnelerin duyu organlarını etkilemesiyle nesneler temsil yoluyla algıları ve daha sonra ideleri oluştururlar. Locke, fiziksel öğe olan yer kaplamanın, nesnenin öz niteliği olduğunu kabul ederek bu tür öğenin birden fazla duyu ile algılanabilir olduğunu öne sürer.Fızıksel ogeler algılanabılır turdendır. İde çeşitleri: Locke iki farklı sınıflama yapar: Birinci sınıflamada karmaşık ideleri biçimsel,tözsel ve ilişkisel ideler diye alt idelere ayırır. Biçimsel ideler, kendi varlıkları için tözlerin üzerinde temellenen idelerdir. Örneğin, zaman, mekân ve sayı ideleri biçimsel idelerdir. Bu ideler kendi varlıkları için bireysel nesnelere ihtiyaç duyarlar. ***Töz ideleri, belli varlıkların varoluş ideleridir. Bu ideler güç ideleridir; çünkü biz bu ideleri belli tözlerin başka bir tözle olan ilişkisindeki etkisi sonucu biliyoruz. İlişki idesi ise bir idenin diğer bir ideyle olan bağıntısı ve ilişkisi sonucu elde edilir. *** İkinci bir sınıflamada Locke ideleri dörde ayırır: Basit ideler,karmaşık ideler, bağıntı ideler ve genel ideler. Locke ideleri sınıflama yöntemiyle yaptığı inceleme sonucu, insan aklının hiçbir zaman şeylerin gerçek özünü bilemeyeceğini ancak adsal özünü bilebileceğini ileri sürer. Tümel kavramlar: Locke İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinde dil üzerinde durarak genel adların tanımını ve kapsamını irdelemiştir. Genel adlar, soyut ve tümel kavramlara bağlı olarak var olduğuna göre, tümellerin varlığını sorgulamıştır. ***Tümel kavramların nesnelerden soyutlanarak elde edilen idelerde olduğunu ileri sürer. Çünkü ideler şeylerin basit imgeleridir. Genel isimler, genel idelerin dilsel ifadesidir. Kelimeler yalnızca idelerin anlatımıdır. Bilgi çeşitleri: İdeler ve onların sınıflandırılması konusunda Locke sıkı bir deneycidir; çünkü tüm ideler, basit duyu idelerinden ya doğrudan ya da akıl yardımıyla çıkmaktadır. Locke’a göre bilgi, idelerimizin evetlenmesi, değillenmesi, uyuşması, uyuşmaması ve birleşmesinden başka bir şey değildir. Bilgiyi oluşturan bu unsurları dörtlü bir sınıflamayla açıklar: 1- Özdeşlik veya başkalık 2- İlişki 3- Birlikte var olma veya zorunlu bağıntı 4- Gerçek var olma. ***Özdeşlik veya başkalık bir idenin ne olduğunu tanımlamaya yarar. Örneğin bir masanın ne olduğu ancak başka varlıklardan ayırarak,kendine özdeş yapılarak tanımlanabilir. Özdeşlik ve başkalığın belirlenmesiyle oluşan bilgi, bir şey ne ise o olan bilgiyi verir. ***ilişki, iki ide arasında nasıl bir ilişki olduğunu veya olmadığını ortaya koyar. Örneğin bir üçgen idesi ile düzlem idesi arasında bir ilişki varken, elma idesi ile düzlem idesi arasında bir ilişki yoktur. ***Zorunlu bağıntı veya birlikte var olma bilgisinden Locke, bir şeyin karmaşık idesinin birçok basit idelerin bir arada zorunlu olarak bulunmasını veya var olmasını anlar. Örneğin, bilgisayar idesi birçok basit idenin bir arada zorunlu olarak olması sonucu elde edilir. ***Gerçek var olma bilgisi, bir idenin dış dünyada gerçekten var olan bir şeye karşılık gelmesiyle ilgilidir. Bu ide, bize bir idenin gerçek bir karşılığı olduğunu söylemektedir. ***Locke insan zihninde karmaşık idelerin ve bilginin oluşabilmesi için bazı yetilerin olduğunu kabul eder: 1:Zıhınde basıt ve karmaşık ıdelerın oluşması ıcın ılk olarak algı varıdr. 2:Önce basıt sonra karmaşık ıdelerın saklandığı yere hafıza denır. 3:Karmasık ve basıt ıdelerı bırbırınden ayırmak da üçünce zıhın yetımızdır. 4:Ayırt edılen yetıler degerlendırmelerden gecırılır. 5:Karmasık ıdelerın oluşmasını sağlayan yetıye bırlestırme yetısı denır. 6:Benzer ıdelerden ortak olanı bulup çıkartan yetıye soyutlama yetısı denır.Zıhınde dogustan verdır. NOT==İşte bu yetileri kabul etmekle Locke ılımlı deneyciliği benimsemiş olmaktadır. Bilgi dereceleri Locke: 3 tur bılgı derecesı olduğunu one sürer.Sezgı,kanıtlama ve duyu bılgısı. Kesinlik ölçütü içinde bu üç bilgiyi ele alan Locke, sezgi ve kanıtlama bilgilerinin, üçüncü derece bilgiyi oluşturan duyu bilgisine göre daha sınırlayıcı olduğunu öne sürer. Sezgi ve kanıtlama kesinliğini kendisine temel ilke olarak aldığı için bilgiyi sınırsız bir kapsam içinde değil de, kesinlik ölçütü ile sınırlandırır. Sezgi ve kanıtlama ideler arası ilişkileri içerirken, duyu bilgisi idelerin objesinin var olmasıyla bağlantılıdır. Locke bu konuda Descartesçıdır. David HUME: Locke’a göre, duyularımızın algılayamadığı şeylerin gerçek doğası bilgimizi sınırlamaktaydı. Buna karşılık, Berkeley böyle bir sınırlamanın olmadığını cunku zıhnımızde kavranamayacağını one surmustur. Hume, Berkeley’in duyu algılarımızın dışında nesnelerin gerçek doğası diye bir şeyin olmadığı düşüncesine katılmakla birlikte, ondan farklı olarak bilgimizin sınırlı olduğunu ve bilgi elde etmede şüpheciliğin tek tutarlı yaklaşım olduğunu kabul etmektedir. Böylece, her ne kadar tartışma konusu olsa bile, Hume’un şüpheci olduğu ortaya çıkmaktadır. ***Hume, İngiliz deneycilerinin üçüncüsü ve en katısıdır. Onunla deneycilik en kesin ve açık formulasyonuna ulaşmıştır. Hume, doğa bilimcilerin fizikte yaptığı devrimi insan zihni için yapmaya çalışmıştır. Newton’u örnek alan Hume, insan zihninin nasıl çalıştığını ve ilkelerini ortaya koymayı kendisine hedef seçmiştir. İdelerin doğası:Hume keskin bir ayırımla ideleri ikiye ayırmıştır: 1- Duyu algılarına izlenim derken 2- Hayalgücü ve bellek algısına ideler demiştir. **İzlenim ve ideler, zihnimizin temel bilgi kaynaklarıdır. Hume, ide terimini orijinal anlamında kullanarak, her basit idenin bir izlenim sonucu oluştuğunu söyler. Örneğin kırmızı izlenim sonucu kırmızı idesi elde edilir. İzlenimler, basit idelerle temsil edilir. Karmaşık idelerde basit idelerin birleşmesi sonucu oluşur. **Hume, hayalgücünün veya belleğin algısı olarak her basit idenin, bir duyu algısı veya izlenimiyle örtüşmek veya ona tekabül etmek zorunda olduğunu bir ilke olarak kabul etmektedir. Örneğin, bir renk serisini görmeksizin de bu ilkenin varlığını kabul etmeliyiz. Tümeller kuramı: Berkeley’in soyut kavramlar veya tümeller kuramını takip eden Hume, genelde soyut kavramları kabul etmez. İdeler kendi doğaları gereği tekil olurken, temsillerinde genel olurlar. Berkeley’in kuramına Hume yalnızca idelerin nasıl birleştiğini eklemiştir. Bir idenin oluşu, aklın diğer ideleri onunla birleşmesi için yaptığı çağrıyla olanaklıdır. Zaman ve mekân: İki kavram da deneyci felsefeciler için açıklanması en zor olan kavramlardır. deneyci için her ide bir duyu izleniminden gelmesi gerekmektedir. Locke, zaman ve mekân idelerini biçimsel ide olarak sınıflamıştır. Hume ise uzaysal yayılım algısını ve zamansal süreklilik algısını idelerin ve izlenimlerin göründüğü düzenlilik açısından çözmeye çalışmıştır. Hume’un zaman ve mekân kuramı çözülmemiş bir problem olarak kalmıştır. Nedensellik ilkesi: İki tür ilişki vardır: Mantıksal ilişki ve olgusal ilişki.Mantıksal ilişkide ideler birbirleriyle ilişkili iken, olgusal ilişkide idelerin ilişkileri değişmese bile olgusal ilişki değişebilir. Kısaca olgular, idelerin ilişkisi tarafından belirlenemez. Hume nedensel ilişki üzerinde durur. Çünkü ona göre, yalnızca olgu ilişkileri bizi bir ideden diğer bir ideye yönlendirir. Bundan dolayı nedensellik bir mantıksal ilişki olmadığı gibi a priori bir ilke de değildir. Nedensellik bir bağıntıdır. ***Hume’un amacı deneysel yöntemle böyle bir idenin olduğunu veya olmadığını göstermektir. Bu idenin (nedensellik idesinin) neden-etki bağıntısından çıkartılmış bir alışkanlık ya da inanç olduğunu ileri sürer. Çünkü bu idenin bir izlenim karşılığı yoktur. Nedensellik, akıl veya refleksiyon izlenimlerinin alışkanlık idesine dönüşmesidir. Dış dünyanın bilgisi:Hume, insan kendi zihninin algılarından yani izlenim ve idelerinin dışında bir şeyi bilemeyeceğini ileri sürerek dış dünyanın varlığına ve bilgisine şüphe ile yaklaşmıştır. Çünkü bildiklerimizin bir izlenimi olması gerekir. Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışanların çoğunlukla nedensellik ilkesinden yararlandığını görüyoruz fakat nedensellik diye bir izlenimimiz yoktur. O hâlde, nedensellikten kalkarak yapılan tüm Tanrı kanıtlamaları kendi kendisi ile çelişmektedir. ELEŞTIREL FELSEFEDE BILGI KURAMLARI Immanuel KANT: 17. yüzyılın akılcılığıyla 17. ve 18. yüzyılın deneyciliğinin bir ara noktasını bulmayı felsefesinin amacı yapan Alman filozofu Kant, Leibniz sonrası akılcı gelenekle yetişmiştir. Kant, İngiliz deneyci filozof Hume’un nedensellik eleştirisi ve şüpheciliğiyle dogmatik uykusundan uyandığını ifade etmektedir. ***Bilgi kuramını çözümlediği Saf Aklın Eleştirisi’nde Kant, anlama yetisinin doğru kullanımı ile aklın yanlış kullanımı arasındaki sınırsız çizgiyi belirlemeye çalışır. Çünkü aklın metafizik önermeler öne sürmesiyle anlama yetisinin nesnel geçerli bilgi öne sürmesi arasında farklar vardır. Saf aklın bir eleştirel çözümlemesini yaparak, anlama yetisinin nasıl nesnel ve geçerli doğru bilgi ortaya koyduğunu açıklamaya çalışmıştır. ***Kopernik’in evren kuramı üzerinde yaptığı devrimsel değişimi Kant bilgi kuramında gerçekleştirmiştir. Kendisinden önceki tüm bilgi kuramcıları bilgiyi açıklarken nesneyi ön plana çıkartıp, özneyi pasif yapmaktaydılar. Kant, özne ve nesne kavramlarının içeriğini yeniden analiz ederek bilgi de öznenin aktif olan taraf olduğunu göstermiştir.Saf aklı çözümleyerek ınsann anlama olanaklarını ortaya çıkardı. Böylece, bilgiyi belirleyen şey öznedir. Önerme veya yargı türleri: Kant, kendisinden önce yapılmış önerme ayırımlarını ve kendi zamanındaki önerme ayırımlarını inceledikten sonra iki tür sınıflama yapma gereği duyar. İlk sınıflama, önermelerin kaynağını dikkate alarak yaptığı sınıflamadır. Bu ölçüte göre,bir önerme veya yargı a priori veya a posteriori olur.A priori önermesının dogrulugu ıcın deneye gerek yoktur; A posterıorı önermesının dogrulugu ıcın deneye gerek vardır. ***Kant’ın önermeleri sınıflamak için kullandığı ikinci ölçüt, önermelerin kaplamı ve içlemine ilişkindir. Bu sınıflamaya göre iki tür önerme vardır: Analitik önermeler ve sentetik önermeler. Analitik önermeler kendi kendini tanımlayan kavramlardan yapılmış, yalnızca kendini tekrarlayan yargılardır. Özne ve yüklem aynı şeyi söylerler. Örneğin “A, A’dır.” gibi bir önerme analitiktir ve kesin doğrudur. “A, A değildir.” demek çelişkiye düşmektir. Analitik önermeler kesin, doğru ve zorunlu önermelerdir. ***Sentetik önermeler, bilgi veren yargılardır. Sentetik önermelerde yüklem, öznede olanın dışında yeni bir şey öne sürer. Yüklemin kaplamı ve içlemi özneden farklıdır. Yüklem ve özne özdeş kavram veya terimler değildir. Bu önermeleri yanlışlamak çelişkiye düşürmez.Kant, yaptığı iki farklı sınıflama ile dört önerme elde eder ve bunları birbiriyle olan bağlantılarını inceler: A priori, a posteriori, analitik ve sentetik önermeler. 1- Analitik a priori önermeler 2- Analitik a posteriori önermeler 3- Sentetik a priori önermeler 4- Sentetik a posteriori önermeler. ***Analitik a posteriori önerme, mantıksal ve olgusal olarak imkânsızdır. Eğer bir önerme analitik ise a posteriori olamaz ve bunun tersi de doğrudur. Kant, analitik a priori ve sentetik a posteriori önermelerin ne mantıksal ne de olgusal bir sorun çıkartmadığını öne sürer. Diğer bir bağlantı şekli olan sentetik a priori önermeler ise Kant’ın en çok üzerinde durduğu önerme türüdür. Sentetik A priori bilgi: Her şeyden önce sentetik a priori bilgi deneyden gelen nesnelerin tüm bilgisini içeren tek bilgi türü değildir. Fakat Kant’a göre, eğer bir bilgi deneyden geliyorsa ve doğru olacaksa sentetik a priori olmak zorundadır. Sentetik a priori bilgiler, algı (sezgi) ile başlar fakat yalnızca algıdan ibaret bir bilgi değil aynı zamanda kavramsal özelliğe de sahip olan bir bilgidir. Kant, duyusal algıyı öncelikle duyularla ilişkilendirir. Onun formu uzay ve zamandır. Zaman-mekân formu deneyin zorunlu öğeleridir. Başka bir söylemle, zaman-mekân formu deneyin zorunlu a priori öğesidir. Kant, algılama kuramı için kabul ettiği temsil görüşüne bağlı kalmaktadır. Ona göre, zorunlu a priori zaman-mekân formu yalnızca şeylerin bize göründüğü kısmı olan fenomenlere uygulanabilir. Saf a priori sezgi: Kant’a göre yalnızca duyu sezgisi için a priori zaman-mekân öğelerine sahip değiliz ayrıca zaman ve mekânın kendiliklerinde saf a priori sezgiye de sahibiz. Bu nedenle, matematik olanaklıdır. matematikteki yargılar sentetik a priori yargılardır. Zaman ve mekân basitçe deneylerimizden soyutlanarak elde edilen kavram veya kategoriler değildirler. Onlar saf a priori sezgilerdir. Duyusal sezgi veya algının meydana gelebilmesi için a priori oldukları varsayılan duyarlığın formlarının yani zaman ve mekânın var olması gerekir. Anlama yetisinin kategorileri: Zaman ve mekân yalnızca duyu sezgisini veya algısını verir. Fakat bilgi sadece deneyin algısıyla oluşmaz; çünkü duyular yalnız içeriği verir. Kant’a göre, içeriksiz (algısız) kavramlar boş; kavramsız algılar ise kördür. Bilginin olabilmesi için duyularla gelen algıların anlama yetisinin a priori ilkeleriyle dönüştürülmeleri gerekir. Anlama yetisinin a priori ilkeleri saf ve biçimsel kavramlardır. Bu kavramlara Kant, kategori adını verir. Anlama yetisinin kategorileri herkeste aynı olduğu için fenomenlerin bilgisi objektif ve öznelerarası bilgidir. Nesnellik, öznelerarası ilişkide kalıp, kendinde-şeylerin bilgisine varamaz. *** İki tür argümanla kategorilerin ne tür kavramlar olduğunu belirlenmeye çalışılır. Birinci argüman metafiziksel düşünme ile geleneksel felsefenin daha doğrusu klasik mantığın kategorilerini inceleyerek, anlama yetisinin kategorilerini belirlemeye çalışır. Kategorilerin metafiziksel; yani mantıksal düşünmeye göre belirlenişi: 1- Niceliğe göre: Tümel, tikel, tekil; 2- Niteliğe göre: Evetleyici, değilleyici, sonsuz olan; 3- İlişkiye göre; Kesin, koşullu, ayırıcı; 4- Kipliğe göre: Sorunlu, onaylayıcı, zorunluluklu. ***Fakat bu kategorilerin deneyi olanaklı yapmadığını düşünür. Bu nedenle,ikinci argümanla deneyi olanaklı yapabilecek anlama yetisinin kategorilerini transendental düşünme ile bulmaya çalışır. Anlama yetisinin kategorilerinin transendental çizelgesi: 1- Niceliğe göre: Birlik, çokluk, tümlük; 2- Niteliğe göre: Gerçeklik, olumsuzlama, sınırlandırma; 3- İlişkiye göre: Töz, neden, birliktelik; 4- Kipliğe göre: Olanak, varoluş, zorunluluk. Metafiziğin eleştirisi: Deneyin olanaklı olmadığı yani duyu algısının olmadığı yerde anlamanın kategorilerinin karşılaşacağı, birleştireceği, ayıracağı veya sentez yapacağı bir içerikte olmadığı için nesnel bilgi ortaya çıkmaz. Fakat akıl, deney verilerine başvurmadan bazı bilgileri ortaya koyma gücüne de sahiptir. Kant bu tür bilgilere spekülatif metafiziğin bilgileri adını verir. Metafiziği, anlamanın kategorileriyle karşılaşmış duyu algılarının bilgisinden ayıran Kant, fenomenlerin bilgisiyle nesnel geçerli doğru bilgiyi sınırlamıştır. Bunun dışındaki her tür yargının çelişkili olabileceğini öne sürerek, metafiziği, bilimsel bilgiden ayırmıştır.Bılımden ayrı tutulmstur. 19.YY DA BILGI FELSEFESI HEGEL= Bilgi için hem zihinden hem de deneyden gelen birleşmekteydi. Hegel, Kant’ın bilgi için önerdiği dış dünyadan yani deneyden gelen içeriğin de zihnin bir ürünü olduğunu iddia eder. Hegel’e göre,bilginin tüm öğeleri zihnin kendisine aittir. ***Bilgi, zihnin kendisine ait bir üründür veya eserdir derken Hegel, insan zihnini kastetmiyor. Bu zihin evrensel akıldır. O hâlde, Hegel’in bilgiden ne anladığını anlamak için onun evrensel akıldan ne anladığını bilmek gerekir. Geist adını verdiği evrensel akıl insanın öznel aklından daha kapsamlı olan Tanrısal akıldır. *** Hegel’e göre, akılsal olan gerçektir gerçek olan da akılsaldır.İşte bu özdeşlik içinde evrensel akıl dış dünyadan bağımsız veya ayrı bir varlık olarak değil de bu dünyada dinde, sanatta ve felsefede kendi bilincine insan aklında ulaşır. *** Hegel de bilgi, kavramsal ve soyuttur. Bilginin kavramsallığı ve soyutluğu düşüncenin diyalektik sürecinde kendini çelişkilerden, karşıtlarından, antitezlerinden ayırarak senteze doğru giden bir süreçtir. Bu süreçte ortaya çıkan doğrular ancak kısmi doğrudur çünkü hiçbiri tümeli mutlak olarak veremez. Hegel’in bilgi kuramı akılcı bir kuramdır. Çoğu akılcı kuram gibi o da doğruluğu tutarlılık ölçütü ile özdeşleştirir. En alt duyu bilgisinden en üst kendinde bilinçlilik bilgisine kadar uzanan bilginin doğruluk dereceleri sistemle olan tutarlılığına göre belirlenir. MILL= İngiliz deneyci bilgi kuramından etkilenen Mill, tüm bilgiyi temel deneye ve temel duyumlardan gelen kesin idelere indirgemiştir. Mill’e göre, maddî şeylerin ideleri, kalıcı ve değişmez duyu olanaklarının basit ideleridir. Hume gibi bu konuda Mill de probleme psikolojik açıklama getirir: Dış dünyanın var olduğuna dair olan inancımızla bir açıklama yapar. Bu noktaya yalnızca idelerin kalıcı ve değişmez duyu olanaklarının basit ideleri olduğu görüşünü ekler. *** Mill’in felsefeye gerçek katkısı, mantık, etik ve politika alanlarında olmuştur.Mill’in tüm görüşleri psikolojik olarak açıklanan deneye ve duyumlara dayanmaktadır. Genellemeler ve nedenselliğin yalnızca psikolojik olduğunu ifade etmektedir. 20.YY BILGI FELSEFESI HUSSERL= Husserl, bilincin eylemlerinin özünü ve nesnelerini irdelemeyi felsefenin amacı olarak belirler. Böyle bir inceleme ancak temelsiz bir başlangıcı varsaymakla olanaklıdır. Temele bir şey koymamak ise indirgeme, paranteze alma, epockhe veya redüksiyonla doğrudan apaçık olanı betimlemektir. *** Husserl, Kant ve Fichte’den aldığı mirası Descartesçı şüphecilik (paranteze alma) ile birleştirerek, bilmenin öznelliğiyle bilinenin içeriğinin nesnelliği arasındaki bağlantıyı araştırır. Descartes’ın şüpheciliğinin yanı sıra öznelciliğini de benimseyen Husserl, bilgi konusunda öznenin önemini vurgular. Öznenin bilinci içinde doğru,zorunlu ve apaçık bilgiyi arayan Husserl, bilgi nesnesinin gerçekten var olup olmadığını dikkate almadan, şeylerin özünü verecek bir yöntem önerir. Kesin bir bilgi için transendental fenomenoloji yöntemini benimser. Transendental fenomenolojinin amacı bilincin içeriklerini doğrudan ve dolaysız bir şekilde betimler. BERGSON= Bradley’in tersine, Bergson düşüncenin egemenliğine karşı çıkarak antirasyonalist (akılcılık karşıtı) bir görüş ortaya koymuştur. Onun görüşlerinin çoğunluğu biyolojiktir. Zaman ve mekânı, biyolojik ihtiyaçlarımıza ilişkin bölümlerden ileri gelen niteliklerin yüzünden oluşan süreklilik ve dinamiklik olarak açıklar. *** Tüm felsefesi, bilgi kuramını da etkileyerek, akılcı bilgi kuramı karşıtı, sezgici bilgi kuramını öne sürer. Sezgi bilgisini yaşam felsefesiyle birleştiren Bergson, bilimin yalnızca mekânı temele almasına karşılık, sezgi ve yaşam, zamanı yani süreyi kendisine temel yaparak, gerçekliği süre ile açıklar. RUSSELL= Russell’a göre, bildiğimiz her önerme -önermeden nesnel olarak var olan şeyi anlamaktadır- tanışıklık öğeleri içeren bir bütün bileşiktir. Böyle bir bileşik ancak betimlemeyle elde edilen bilginin, tanışıklığa indirgenmesiyle oluşur. Fizik nesneleri, duyu verilerine indirgenmelidir. Duyu verileri de mantıksal yapı içinde düşünülmelidir. ***Fiziksel nesneyi yalnızca betimleme ile biliyoruz. Bir olguyu ifade eden cümle (önerme),betimleme cümlesidir. Betimleme ise tanışıklığın nesnesi olan duyu verisi sonucu ortaya çıkar. Tanışıklığın nesnesi mantıksal olarak özel bir isme karşılık gelir. Böylece Russell, fiziksel nesneyi, duyu verisine indirgeyerek nesnenin bilgisini olanaklı yapar. Viyana Çevresinin Bilgi Felsefesi Ludwig Wittgenstein’in Tractatus adlı eserinden etkilenen bir kaç filozof,Ernst Mach’ın deneyci geleneğinden sonra bilim felsefesiyle ilgilenen Viyana Çevresi diye bilinen felsefî ekolu oluşturdular. Viyana Çevresi filozofları,Wittgenstein’ın resim kuramını kabul ederek, “cümle, gerçekliğin bir modelidir”önermesi ışığında anlamlı ve doğrulanabilir önermeleri irdelemişlerdir. Onlar için bir önermenin anlamı, önermenin doğrulanabilir olmasına bağlıdır. Anlamın doğrulanabilirlik kuramına göre, anlamlı bir önerme ya analitik olarak ya da deneyce doğrulanabilirolmalıdır. *** Doğrulanabilirlik kuramı, Viyana Çevresi içinde sürekli gelişen bir yorumla bilginin köklerini ve gelişimini açıklayan farklı görüşlerle dile getirilmiştir. Bu ekolün ilk liderlerinden biri olarak Moritz Schlick (1882-1936), bilimsel yasa ve deneyce doğrulanabilirlik kavramları üzerinde yorumlar yapmıştır. *** Wittgenstein ve Viyana Çevresi filozofları tüm bu görüşlerini şöyle formüle ederler: Doğru bilgi, bir arada sağlaması gereken, üç gerekli ve yeterli koşulla tanımlanır: Doğruluk koşulu, inanma koşulu ve bu inancın haklı çık(arıl)ması koşulu. Buna göre, bilebilen özne S’nin P gibi bir önermeyi bilebilmesi için, P’nin doğru olması, S’nin P’ye inanması ve S’nin bu inancında haklılandırılması gerekli ve yeterlidir. Post-Modern Bilgi Felsefesi Modernitenin getirdiği bilim kavramını temele alan post-modern anlayış,öncelikle modernitenin bilim kavramını eleştirmekle işe başlar. Roger Trigg, modern bilimin akılcılık üzerine temellendiğini öne sürer. Trigg,modernitenin bilim, doğru, akıl ve yöntem anlayışlarını bir kez daha irdeleyerek, bu kavramların bilgi için yeterli olup olmadığını sorgular. Trigg’e göre, modern bilim,insan aklını tek şekle sokmaktadır. Sınırlanmış insan aklı, her şeye, nesnel doğruluğu içeren bir bilim anlayışı ile bakmaktadır. Monist bir yaklaşımla hakikatin peşinde koşmanın, insanın inançlarını ve yeni bilgi olanaklarını körelttiğini ileri sürer. *** Monist, akılcı, realist ve tek yöntemci olan modern bilim, hakikati ve doğru bilgiyi de tekleştirmektedir. Buna karşılık, post-modern anlayışın tümü,bilgiyi ve gerçekliği teklikle değil çoklukla; akılla değil diğer olanaklarla ve tek yöntemle değil birçok yöntemle açıklamayı kendisine hedef seçmiştir. UNITE 6=BILIM FELSEFESI Felsefe, bilim felsefesini içine aldığı gibi, bilgiyi, varlığı, etiği, estetiği, siyaseti,eğitimi ve birçok şeyi kendisine konu yapabilir. Felsefe daha geniş kapsamlı bir etkinlikken, bilim felsefesi daha dar kapsamlı bir etkinliktir. 19. yüzyılda tarihi materyalizmin kurucularından Marx ve Engels, felsefeyi bilimsel yapma çalışmalarını hızlandırdılar. Edmund Husserl de felsefeyi kesin bir bilim yapmak için “fenomenoloji” diye adlandırdığı bir yöntem önermiştir. BİLİM FELSEFESININ TEMEL KAVRAMLARI Bilim: Bilimin araştırdığı bilgiye bilimsel bilgi denir. Bilimsel bilgi özellikleri bakımından, sağduyu bilgisinden, dini, mitolojik ve felsefî bilgiden farklıdır. Bilimsel bilgi de dahil olmak üzere hepsi, evreni, toplumu, insanı kısaca her şeyi anlama ve bilme çabası içindir.Amaçları aynı iken, elde ettikleri bilginin yapısı ve özellikleri bakımından hepsi birbirinden farklıdır. ***bilim, evren, doğa, insan ve toplum kısaca var olan her şey üzerinde sistemli, yöntemli, doğru ve geçerli bilgi üreten bir kuramsal sistemdir. ***Bilim, bilgidir fakat bu bilgi durağan (statik) değil, dinamiktir. ***Bilim, bilgidir fakat yöntemli bir bilgidir. Bilimin yöntemine, bilimsel yöntem adı verilir. Betimleme, açıklama, gözlem, deney, hipotez (varsayım) ve yasadır. Bilim, gerçekler (olgular) hakkında bilimsel yöntemle elde edilmiş doğrulanabilir bilgidir. &-Einstein’a göre bilim, “Her türlü düzenden yoksun duyu verileri ile mantıksal olarak düzenli düşünme arasında uygunluk sağlama çabasıdır.” &-Russell’a göre ise bilim, “Gözlem ve gözleme dayalı uslanma yoluyla önce dünyaya ilişkin olguları,sonra bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır.” Bilimin Özellikleri:Olgusal ve akılcıdır,Seçicidır,Objektıftır. Bilimsel Yöntem:Bilimsel yöntem ile evreni anlıyor yani evren hakkında bilimsel bilgi elde ediyoruz. Bilimsel yöntemle bilimsel bilgi elde etmek iki aşamalı bir süreçtir: a) Olgusal süreç b) Kuramsal süreç. Olgusal süreç (betimleme): Betimleme doğrudan doğruya olguları gözlemleyerek ve sınıflayarak belli gruplar altında toplamaktır. Betimleme, olgular ve olgular arası ilişkileri tasvir etmektir. Betimleme gözlem, deney ve ölçmeyi kendisine araç yaparak, olguları tasvir eder. Gözlem:Bilimsel araştırma, konusu olan varlık alanında yani olgu alanında geçen olayları araştırılan probleme göre, belli grup veya sınıf altında toplamaktır.Burada gözleyen pasiftir. Pasif olmasına karşı yaptığı gözlemde bilinçlidir çünkü toplayacağı verileri belli bir amaç ve problem için gözler. Olgu ve olaylara müdahale etmez. Onları belli amaçlar için bir sınıf altında gözlemler. Doğayı kendi amaçları doğrultusunda izler. Deney: Bilimsel yöntemin ilk aşaması olan betimlemenin ikinci adımı deneydir. Gözlemden farklı olarak, deneyde deney yapan bilim insanı aktiftir ve belli amaçlar için önceden belirlediği olguları laboratuar veya doğal olmayan bir ortamda bir araya getirerek, olgularda gözlemek istediğini gerçekleştirir. Gözlem doğal ortamda olurken, deney yapay ortamda yapılır. Ölçme:Bilimsel yöntemin olgusal aşamasının son adımı gözlem ve deneyin sonuçlarının tekrar olguya dönülerek doğrulamasını sağlama işlemidir. Ölçme, gözlem ve deneyin herkes tarafından geçerli olmasını sağlar. Doğrulanan gözlem ve deneyler artık nesnel, olgusal ve kesin olurlar. Kuramsal süreç (açıklama):Açıklama, akli, kuramsal ve sistematiktir. Betimlemede yalnızca olgusal süreç tasvir edilirken, açıklamada olgunun oluş süreci değil, niçin öyle olduğu gösterilir. Betimleme yapmak için olgu sürecinin içinde kalmak yeterli iken, açıklama yapmak yani olguların nedenlerini açığa çıkartabilmek için olguların dışına çıkarak, başka olgularla bağlantılarını incelemek gerekmektedir. ***Bilmek için açıklama düzeyi olan kuramsal aşamayı gerçekleştirmek gerekir. O hâlde, açıklama için gözlemin dışına çıkarak, olguların diğer özelliklerini ve diğer olgularla olan ilişkilerini bilmek gerekir.Bilimsel yöntem betimleme ve açıklama süreçlerini kapsayan bir tür bilgi elde etme etkinliğidir. Bilimsel açıklama bazı adımlarda gerçekleşir: Hipotez (varsayım):Betimleme (olgusal) aşamasında belirlenmiş olgular ve olguların birbirleriyle olan ilişkileri, açıklama aşamasının ilk kısmında kavramsal bir şekilde genellenerek ifade edilir. Çünkü kavramsal genellemelerle ifade edilmiş olmak olgusal olmaya göre daha anlaşılır ve açıktır. Bu nedenle, kavramsal genellemeler yapan bilimsel yöntem, olguların genel nedenlerini açıklamaya çalışır. Kuram:Hipotez veya hipotezler henüz doğrulanmamış kavramsal genellemelerdir.Bu hipotezler gözlem ve deney aracılığıyla sınanır veya test edilir. Sınamada veya testte başarılı olan hipotezler, araştırılan olgunun nedenini veren doğru açıklama olarak kabul edilir. Gözlem ve deneyle doğrulanmış hipotez artık hipotez değildir.O, artık bir bilimsel kuram olmuştur. O hâlde, kuram doğrulanmış hipotezlerdir. Yasa:Olguları açıklamak için öne sürülen varsayımları veya hipotezleri gözlem ve deneyle test etme veya sınama işlemine doğrulama denir.Doğrulanmış hipotezlere, kuram veya bilimsel buluş diyoruz. Her bilimsel buluş, tek tek olguları değil, olgular sınıfını açıkladığı için onlar birer yasa hâline gelirler. O hâlde, olguların nedenlerini genel ve kavramsal olarak açıklayan her doğru kuram bir bilimsel yasadır. Öndeyi:Olgular arasındaki ilişkilerden veya bu ilişkileri dile getiren genellemelerden (yasalardan) yararlanarak, henüz olmamış bir olguyu önceden kestirmektir. O hâlde, öndeyi, doğrulanmış bilimsel yasalara dayanarak, henüz olmamış olguların nasıl olacağını önceden tahmin etme işlemidir. Bilimsel Kuram: Bilimsel kuram, her şeyden önce gözlem, deney,varsayım, hipotezden farklıdır ve onlarla özdeş tutulamaz. Her bilimsel kuram az ya da çok olgulara dayanmak zorundadır fakat sadece olgularda değildir. Gözlem ve deney dolaylı veya dolaysız olarak olgularla ilişkilidir. Bilimsel kuram ise olguları açıklamak için akıl tarafından öne sürülmüş doğru açıklamadır. Mantık ve matematiğin dışındaki tüm bilimsel kuramlar olgulara dayanan mantıksal, rasyonel veya akılsal açıklamalardır. ***Bilimsel kuram üç biçimsel özelliği kendinde bulundurmalıdır: 1- Kuramın önermeleri tam olmalıdır. 2- Kuramın önermeleri birbirleriyle tutarlı olmalıdır. 3- Kuramın önermeleri birbirinden bağımsız olmalıdır. Bilimsel Yasa: Bilimsel kuramların genellenmesi sonucu bilimsel yasalar elde edilir. Bilimsel yasa şu üç özelliğe sahip olmalıdır: 1- Genellenmiş olmalıdır. 2- Olgusal içerikli olmalıdır. 3- Doğrulanmış olmalıdır. O hâlde bilimsel yasa, “Şimdiye kadar tüm gözlem veya deney sonuçları tarafından doğrulanmış, olgusal içerikli genellemelerdir.” **Bilimsel yasaların bazıları evrenselken, bazıları istatistiksel olabilirler. ***Bilimsel yasaların iki işlevi vardır: 1. “Çok sayıda ve ilk bakışta dağınık görünen olguları düzenli bir ilişkiye bağlamak ve tek bir önerme ile ifade etmektir.”Örneğin, dalından düşen bir elma, yörüngesinde dönen bir uydu veya gezegen ve giden bir araba aynı ilke veya kavram altında açıklanabilir. 2. Bilimsel yasalar, ne olguları betimleyen ne de açıklayan genellemeler değil, bir tür çıkarım kurallarıdır. Bilimlerin Sınıflanması: Bilimler yapıları, konuları, yöntemleri, içerikleri açısından sınıflanabilirler. Burada çok genel bir sınıflamaya gidilecektir. Bu sınıflamanın tek doğru sınıflama olduğunu iddia etmiyoruz. Yalnızca bilimleri anlaşılır yapması bakımından böyle bir sınıflamayı yapıyoruz: 1. Biçimsel Bilimler 2. İçeriksel (Olgusal) Bilimler Biçimsel Bilimler: Mantık ve matematiği içeren biçimsel bilimler, olgular veya içeriklere dayanmadan, yalnızca önceden doğru olarak tanımlanan varsayımlardan hareket edilerek yapılan tümdengelimsel çıkarımları ve sonuçları içerir. Mantık ve matematik, biçimseldir. Kendilerini, sadece ve sadece akılsal olandan çıkartırlar. İçeriksel (olgusal) Bilimler: Olgusal bilimler,bilimselliklerini olgular ve olgular arası ilişkileri ve nedenleri doğru açıklamaktan alır. Tümdengelimi kullandıkları gibi tümevarımı da doğru önermelere varmak için kullanırlar. Olgulardan kalkarak bütün hakkında genellemeler yaparlar. Bazen kesin sonuçlara bazen de istatiksel olasılıklı doğru sonuçlara varırlar. PROBLEMLERİ ACISINDAN BILIM FELSEFESI Bilimin Tanımı Üzerine Farklı Görüşler:Bilimi bilim yapan özelliğin ne olduğu konusunda henüz son söz söylenmiş değildir. Her ne kadar bilimin farklı tanımları yapılırsa da, bu tanımları eksik veya yanlış bulmak mümkündür. Bilimin ne olduğu konusu tanımlanamamaktadır. Çünkü bilim sürekli artan, değişen ve gelişen bir etkinliktir. Fakat yine de bilim felsefesinin kısa tarihine baktığımızda bilim üzerine klasik ve modern olmak üzere iki görüşün olduğunu görmekteyiz: Klasik Bilim Anlayışı: Klasik pozitivizmin klasik bilim anlayışına göre, bizden bağımsız bir nesnel gerçeklik vardır. Bu nesnel gerçeklik (olgular), pozitivist yaklaşımla bilimsel olarak betimlenebilir ve açıklanabilir. Auguste Comte’un belirttiği gibi, pozitivizmin bilimsel yaklaşımı metafizik ve teolojik evrelerden farklı olarak, rasyonel bir etkinliktir. Bilim insanının inanç ve fikirlerinden bağımsız olarak tarafsız ve objektiftir. Klasik bilim yorumuna göre, bilim herkes tarafından aynı sonuçlara varılabilecek bir faaliyet olduğu için,her zaman sınamaya ve denemeye açıktır. Bu nedenle de eleştirel bir işleve sahiptir. Modern Bilim Anlayışı: Bilim,problemleri çözmenin yanında birçok problemi de beraberinde getirmiştir. Modern bilim yorumuna göre, bilime çok değer vermek, onu mit hâline getirmektir. Oysa o da, diğer bilgi türleri gibi, bir bilgi türüdür. ***Klasik bilim anlayışının ileri sürdüğü gibi, pozitivizm bilimin tek yöntemi olmadığı gibi, tek yöntem aramak da yanlıştır. Bilimsel bilgi için sınır koymak bilimi engellemektir. Bu nedenle bilimi bilim yapan bir takım yöntem ve kuramlar değil,bilim insanlarının oluşturduğu topluluktur. Bılgının Olusumu Ve İşlevı Üzerıne Farklı Gorusler: Bilim ve bilimsel kuramların oluşumu ve işlevi üzerine iki tür bilim felsefesi vardır. Her ikisi de bilimin yapısını, dilini, yöntemini, bilimsel kuramını, yasalarını ele alır ve irdeler. Bilimin özelliklerini ortaya koyarak, bilim üzerine felsefe yapar. Bır urun,Sonuc Veya Bıtmıs Bır Faalıyet Olarak Bılım: Bu görüş bilimi ve bilimsel kuramı, bilim insanının yaratıcı etkinliği sonucunda ortaya çıkan bir ürün veya bitmiş bir sonuç olarak ele alır. Bilim bir kez oluşturulduktan ve doğrulandıktan sonra, felsefeci bu ürünün dilini, yapısını,yöntemini, yasalarını, kuramlarını, önermelerini, işleyişini ve değerini analiz edebilir. ***Bu görüşü, 20. yüzyılın başlarında klasik pozitivizmin etkisiyle gelişen neopozitivist düşünürler savunmuşlardır. Daha sonra Viyana çevresi diye bilinen analitik veya mantıkçı pozitivist felsefecilerin savundukları bir ürün olarak bilimin incelenmesi, Rudolph Carnap’ın doğrulanabilirlik kuramı ve Karl Raimund Popper’ın yanlışlanabilirlik kuramıyla en uç noktalara taşınmıştır. Bu görüşü savunanlar bir bilimsellik ölçütü doğrulanabilirlik veya yanlışlanabilirlik- geliştirerek, bu ölçüte uyanları bilimsel, uymayanları metafiziksel olarak ayıklamışlardır. ***Bu görüşe göre, bilimin işlevi, bizim dışımızda var olan olgusal dünya ile bizdeki mantıksal yapı arasında özdeşliğin verdiği olanakla, olguları oldukları gibi betimlemek ve açıklamaktır. ***Mantıkçı pozitivistlere göre, bir kuram iki yolla doğrulanabilir veya denetlenebilir. Doğrudan doğrulama: Bir kuramın bir önermesi veya kuramın kendisi, deney ve gözlem yoluyla direkt bir karşılık bulup, destekleniyorsa bu doğrudan doğrulamadır. Dolaylı doğrulama: Her zaman direkt deney ve gözlem bir önermeyi doğrulamak için yeterli olmayabilir. Yardımcı alet ve gereç kullanarak yapılan doğrulama, dolaylı doğrulamadır. Örneğin, bir telde elektriğin olup olmadığını direkt olarak veya çıplak gözle bilemeyebiliriz. Telin ucuna takılacak bir ampermetre ile elektrik olup olmadığı test edilebilir. ***Bu yaklaşıma göre, bilim rasyonel bir etkinlik olarak tümevarım yöntemini kullanır. Tümevarımın kalkış noktası olgular; yani tek tek deneylerimiz olduğu için, deney ve gözlemden gelmeyen önermeler bilimin dışına itilir. Böylece bilimi bir ürün olarak gören bu yaklaşıma göre, doğruluğu olmayan önermeler anlamsızdır ve anlamsız önermeler de bilimin önermeleri değildir.Carnap’da bu yontemı kullanmıştır. ***Popper, bilimin yönteminin tümevarım değil de, tümdengelim olması vebilimselliğin ölçütünün de doğrulama değil, yanlışlama olması gerektiğini öne sürer. Yanlışlanabilirlik ölçütüne göre, genel bir önerme, tek bir karşıt örnekle yanlışlanabilir. Bilimin ölçütü doğrulama değil, yanlışlamadır. ***Popper’a göre, bilimsel kuram yanlışlanabilirlik tezi ile ileri sürülmelidir.Yanlışlanıncaya kadar doğrudur. Ne zaman yanlışlanırsa, o zaman kuram terk edilir,yeni bir kuram kabul edilir. BIR ETKINLIK VEYA FAALIYET OLARAK BILIM: Bilim, olguları tanımlayan rasyonel bir faaliyet değildir diyen Thomas Kuhn’a göre, bilim bir etkinlik sürecidir. Bu süreci yönlendiren olgular ve mantık değil,bilim insanlarının oluşturduğu topluluk ve onların çalışmalarıdır. Bilim ancak bu süreci incelemekle anlaşılabilir. Kuhn, bilimsel süreci oluşturan adımları bir sıra ile açıklar. Bu süreç, sürekli kendini yenileyerek, tekrar eder, durur. Bilim statik bir sonuç değil, devamlı devrimlerle ilerleyen bir etkinliktir. BILIM ONCESI DONEM: Bu dönem tüm bilimler için bir tür ön hazırlık dönemidir. Bu dönemdeki bilim insanlarının belli bir bilimsel bakışı ve anlayışı yoktur. Bu dönemde bilimsel olsun veya olmasın bilgi için çok çeşitli yöntemler ve kuramlar kullanılır. Çünkü bu kuram, daha çok açıklama yapmaktadır. Bu kurama veya onu oluşturan bakış açısına Kuhn paradigma demektedir. Paradigma, belli bilim insanı topluluğunun kabul ettiği bir bakış açısı olarak, bilimsel kuramların ve yasaların uygulamasını gerçekleştiren yöntem veya bilimsel görüşlerdir. Olağan bilim dönemi: Olağan bilim döneminde, her bilim insanı kendi araştırma alanında daha önce çözülmemiş sorunları çözerek, bilim alanının parçalarını çoğaltır. Bu dönemde bilim kesintisiz olarak bir ilerleme sürecindedir. Bunalımlar: Kuhn’a göre, olağan bilim döneminde yapılan araştırmalar çoğalmakta fakat bu arada çözülemeyen problemlerin varlığı yine de devam etmektedir.Anomıler,uyuşmazlıklar ve çözumsuzlukler belırgınlesmeye baslar. Eldeki paradigma, araştırma alanı içinde her şeyi çözemez. Ancak belli sayıda açıklama yapabilir.Uyusmazlıklar ortaya çıkınca bilim insanları öncellikle bunları göz ardı ederler. Görmezlikten gelerek, bir kenara bırakırlar. Bu nedenle Kuhn’a göre, bilimsel etkinlik rasyonel değildir. Devrim: Bunalım dönemi içinde genç bir bilim insanı çıkar ve yeni bir bakış açısı yani yeni bir paradigma öne sürer. Önceleri büyük bir tepki alan genç bilim insanı,sonraları taraftar bulmaya başlar. Böylece genç bilim insanının yeni paradigmasının etrafında yavaş yavaş yeni bilim insanları bir bilim topluluğu kurmaya başlar. ***Ne zaman yeni paradigma eski paradigmadan daha çok bilim topluluğuna sahip olursa, devrim gerçekleşir. Devrimin gerçekleşmesi ve eski paradigmanın yaşlı üyelerinin ölmesiyle yeniden olağan bilim dönemine girilir. Bulmaca çözme işlemi devam eder. Olağan dönem: Kuhn, bilimsel devrimin gerçekleşmesiyle tekrar olağan bilim dönemine geçildiğini söyleyerek, bilimin oluşma sürecinin bunalımlar, devrim, olağan bilim olmak üzere devam ettiğini ileri sürer. Devrim sonrası uzun bir dönem farklı alanlardaki bilim insanları Aristoteles’in paradigmasıyla astronomide, kozmolojide, kimyada ve birçok alanda bulmaca çözdüler. ***Kuhn’a göre bilimin oluşumu ve gelişimi bir paradigmadan diğerine geçişle mümkündür. Bu devrimsel bir etkinliktir. Devrimler uzun zamanlarda olan değişimlerdir. Sürekli ilerleyen bir bilim etkinliği yoktur. Bilimde sapmalar ve sıçramalar olanaklıdır. Bılımın Degerı Uzerıne Farklı Gorusler: Bilen ve anlayan varlık olarak insan, bilim, felsefe ve sanat üretmeden duramaz. Çünkü insan, bilgi edinme potansiyeli ile bu dünyaya gelmektedir.Bilimin tanımından kaynaklanan değerinden başka bilimin üç önemli değeri daha vardır: Bılımın Degerı Ürettıgı Teknolojıyle Acıga Cıkar: Bilimin pratiğe uygulanmasına teknoloji denir. Teknoloji, bilimsel bilginin kullanımı sonucu üretilmiş araç ve gereçlerdir. Teknoloji, insanın yaşamını kolaylaştırmak için üretilir. İnsanın sağlığından tutun,her alanına yardım eden teknoloji, insanın mutluluğunu ve ömrünü artırmak için yapıldığı sürece faydalıdır. Teknolojiyi faydalı ve zararlı diye ikiye ayırabiliriz. O hâlde, iyilik ve kötülük, fayda ve zarar bilim ve teknolojinin bizatihi kendisinde değil, onu kullanan insana göre değişmektedir. Bilimin Ahlaksız Degerı:Bilim ve teknoloji kendi başlarına bir ahlâkî veya manevî değere sahip değillerdir. Ahlâkî ve manevî değer, insana ait bir olgudur. Bilimi ve teknolojiyi kullanana göre, bilim ve teknoloji iyi veya kötü, ahlâklı veya ahlâksız olabilir.Tüm bunlara karşılık, bilimin özü gereği bilim insanı tarafsız ve nesnel düşünmek ve davranmak zorundadır. Bılımın Entellektuel Degerı: Dünyaya bilimsel zihniyetle bakmak, ancak tarafsız ve nesnel olmaya bağlıdır. Bilimin tarafsızlığını ve nesnelliğini kendine dünya görüşü olarak alan insanlar, dünyayı daha iyi yapabilirler. İnsanlar anlamsız ve boş bir inancın peşinde değil de, bilginin peşinde koşacaklardır. Yaşadıkları toplumu, devleti ve dünyayı daha refah, daha güzel ve daha yaşanabilecek hale getireceklerdir. VARLIK FELSEFESİ 7.ÜNİTE Varlık felsefesi, genel bir tanımla, varlığı kendisine konu yapan felsefeye verilen isimdir. Bu tanımı biraz daha açarsak, varlık felsefesi, varlığın ne olduğunu,anlamını, doğasını, yapısını, ilkelerini ve türlerini inceleyen bir felsefe disiplinidir.Varlık felsefesi, felsefenin önemli bir disiplinidir fakat felsefenin tümü de değildir. ***** Bilime göre, varlık dış nesnel gerçeklikte var olan her tür olgusal ve aktüel şeydir. Bilim, varlığa realist bir açıyla yaklaşır. Realizme göre, insan zihninden bağımsız olarak bir varlık alanı vardır. *****Bilim, var olan bu varlığı genel olarak değil, onu parçalayarak veya bölümler hâlinde araştırır. *****Matematik ve mantık gibi biçimsel bilimlerin dışında kalan diğer tüm içeriksel ve olgusal (doğa) bilimler, varlığı somut bir şekilde ele alıp incelerler. *****Bilimler varlığı, akıl yoluyla ele alıp, açıklarlar. *****Bilimlere göre varlık, ancak bilimsel yöntem denilen deney ve gözlem yoluyla bilinebilir. Deney ve gözlemin temeli ise tümevarımsal akıl yürütmelerdir. *****Buna karşılık, felsefenin varlık konusunda bilim kadar net bir cevabı yoktur. Her şeyden önce varlığın var olmadığını savunan görüşlerin yanı sıra "Varlık vardır." diyenler de kendi içlerinde çok çeşitli varlık kuramlarına sahiplerdir. Bilimden farklı olarak, felsefe varlığı bir bütün olarak ele alır.Varlığı varlık yapan genel ilkeleri bulmaya çalışır. Varlık felsefesi:ilk defa Eski Yunan’da Doğa felsefecilerinin varlığın ilk maddesi veya ana maddesi (arkhe) sorusuyla ortaya çıkmıştır. Thales’le başlayan varlığın nedenini araştıran felsefe, Aristoteles’te gerçek kimliğine ulaşarak varlık felsefesi olarak, felsefenin bir disiplini olmuştur. VARLIK FELSEFESİNİN TERİM VE KAVRAMLARI Varlık felsefesi iki terimden oluşmaktadır: Varlık ve felsefe. VARLIK:Bilime göre varlık, dış nesnel gerçeklikte var olan her tür olgusal ve edimsel şeydir. Bilim, varlığa realist bir açıyla yaklaşır. Realizme göre, insan zihninden BAğımsız olarak bir varlık alanı vardır.Bilim için,varlık vardır ve onun yokluğu kesinlikle düşünülmez. Bilim,var olan bu varlığı genel olarak değil, onu parçalayarak veya bölümler hâlinde araştırır.Buna karşılık, felsefenin varlık konusunda bilim kadar net bir cevabı yoktur. Her şeyden önce varlığın var olmadığını savunan görüşlerin yanı sıra “Varlık vardır.” diyenler de kendi içlerinde çok çeşitli varlık kuramlarına sahiplerdir. Bilimden farklı olarak, felsefe varlığı bir bütün olarak ele alır. Varlığı varlık yapan genel ilkeleri bulmaya çalışır. Tek tek varlıkların nedenleri yerine, varlığın genel nedenlerini akıl yoluyla kavramaya çalışır. Genel bir sınıflama ile varlık kavramı üç farklı anlamda açıklanabilir: 1- Varlık, yalnızca düşüncede var olan değil aynı zamanda gerçek dünyada da var olandır. Felsefeciler varlığı ele alırken, böyle bir varlığın gerçekten var olup olmadığını da analiz ederler. 2- Felsefeciler varlığı farklı bir yaklaşımla ikiye ayırarak incelerler: İdeal varlık ve gerçek varlık. Gerçek varlık, zaman ve mekân içinde yer alan dış nesnel gerçekliktir. İdeal varlıklar, zaman içinde yer almayan ve dış nesnel gerçekler gibi somut olmayan, fakat ideal olarak var olduğu kabul edilen varlıklardır. 3- Aristoteles geleneğine bağlı olarak yapılan varlık tanımına göre, varlıklar “şu” veya “bu” diye gösterebileceğimiz tekil tözlerdir. Aristoteles’e göre,“töz, var olmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan varlıktır”. ONTOLOJİ Ontoloji terimi etimolojik olarak var olanın veya varlığın bilimi demektir. METAFİZİK “metafizik”sözcüğünün anlamı, fiziğin ötesinde kalan varlık alanı ve bu alanı inceleyen bilgi dalıdır.İlk felsefe olarak metafizik, varlığın nedenlerini ve ilkelerini araştıran felsefedir. Metafiziğin içinde varlığın meydana gelişini dört neden ilkesi ve hylemorpik kuramla (madde ve form) açıklayan Aristoteles, varlığın değişimlerini de potansiyel varlığın aktüel varlığa (kuvve halinden fiile geçiş) geçişi olarak açıklamıştır. Aristoteles için Tanrı, metafiziğin bir konusudur.Kısaca Aristoteles’te varlık felsefesi, ontoloji, metafizik ve teoloji iç içe geçmiş bir bütünlük içeren İlk felsefenin konularıdır. PROBLEMLERİ AÇISINDAN VARLIK FELSEFESİ Metafiziğin problemleri metafizik çok geniş bir varlık alanında felsefe yapmaktadır. Aristoteles ilk felsefenin aynı zamanda metafizik, ontoloji ve teoloji olduğunu söylemekteydi. Aristoteles haklı mıydı?Acaba Aristoteles’ten önceki ve sonraki durum, bu kadar rahat bir biçimde açıklanabilir mi? Aristoteles öncesi ve sonrası metafizik nasıl anlaşıldı veya metafiziğin problemleri neydi? *Aristoteles Öncesi Metafiziğin Problemleri* Metafizik veya varlık felsefesi, İlkçağ doğa felsefecileriyle başlamaktadır.Doğa felsefecilerinin problemi, “Değişen ve hareket içinde olan nesnelerin temelinde acaba tek bir varlık olabilir mi?” sorusudur. İlk doğa felsefecilerini bu soruya götüren neden, etrafındaki maddî varlıkların değişim ve oluş içinde olmalarıydı. Doğa felsefecilerinin ilk öncüleri ana maddeyi maddî ve somut bir varlık olarak düşünmüşler. Su, hava, ateş, toprak gibi ana maddeler öne sürmüşlerdir. Daha sonraki doğa felsefecileri, maddî ve somut ana madde yerine, soyut ve akılsal ana madde ile tüm varlıkları açıklamaya çalışmışlardır. Herakleitos, varlığı oluş veya akış içinde kabul edip, her şeyin değiştiğini öne sürmüştür.Buna karşılık, Parmenides’e göre, var olan vardır; var olmayan yoktur. **Aristoteles’te Metafiziğin Problemleri** Aristoteles varlığın değişimi veya durağanlığı problemini, bir şeyin potansiyel bir durum veya özellikten aktüel duruma veya özelliğe geçmesiyle açıklar. Bir şeyin potansiyel hâlden aktüel hale geçmesi kendi başına olamaz ancak aktif veya etkin olan sayesinde olur. Aristoteles, bir şeyin var olabilmesi için dört neden ilkesinin gerçekleşmesinin gerektiğini söyler: Maddî neden, formel neden, etkin neden ve final (gaye) neden. Üretilen ve yaratılan varlıklar için dört neden ilkesi temel prensip iken, doğal varlıklar için iki ilke yeterlidir. Form ve madde, insanın var olması için yeterlidir. *Aristoteles Sonrası Metafiziğin Problemleri*** Aristoteles, ilk felsefeyle varlığı varlık olarak, varlığı töz olarak ve varlığı İlk Neden (Tanrı) olarak araştırdı. Fakat bu araştırmalar kendisinden sonra da değişik boyutlarla devam etti. Kendisinden sonra metafizik, ontoloji temelli İlk varlık araştırmasına dönüştü. Modern felsefe ile birlikte metafizik epistemoloji temelli bir araştırma olmuştur. **Ontolojik metafiziğin problemleri*** Orta Çağ felsefecileri, varlığı varlık olarak incelemekten çok, varlığı İlk varlık olan Tanrı’nın varlığında ele alıp incelediler. Tanrı’nın ontolojik olarak var olduğunu ve ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlama konularıdır. Tanrı vardır ve bu ontolojik olarak bir hakikattir. O hâlde, metafiziğin asıl konusu, ontoloji temelli bir teolojidir. **Epistemolojik Metafiziğin Problemleri*** Descartes, kesin olarak bilmediği hiçbir şeye ne var ne de biliyorum demektedir. O hâlde, varlığın varlığından önce onun kesin olarak bilinmesi,farkına varılması veya sezilmesi gerekir. Böyle bir ontoloji veya varlık felsefesine epistemoloji temelli metafizik denilmektedir. Descartes, Tanrı’nın varlığından ve dış dünyanın varlığından önce, düşüncenin (cogito’nun) varlığını göstermek ister. Çünkü en kesin ve apaçık bilgi ancak cogito’nun bilgisidir. Epistemolojik metafiziğin en önemli problemi, cogito’nun varlığını kesin olarak kabul ettikten sonra, dış Dünyanın var olduğunu kanıtlamak için ya Tanrı’nın varlığını göstermek ya da dış dünyanın varlığını bilimsel bir inançla kabul etmek olmuştur. **Varlık felsefesinin problemleri** Varlık felsefesi, varlığın ne olduğunu, genel olarak var olmanın ne anlama geldiğini, gerçekten var olanın yapısı ve türünün ne olduğunu sorar ve inceler. ***Varlığın var olma problemi*** Varlık felsefesinin bu sorularını cevaplamak için, önce “Varlık var mıdır?Yoksa varlık diye bir şey yok mudur?” sorularını cevaplandırmak gerekir. Varlığın zihnimizden bağımsız olarak var olduğunu savunan felsefecilere de realist felsefeciler denir. Varlığın zihnimizin ideaları veya kavramları olarak ya da varlığın idea cinsinden bir şey olarak var olduğunu savunanlara ise idealist felsefeciler denir. NİHİLİZM: Hiç anlamına gelen Latince nihil kelimesinden türeyen nihilizm, varlığın var olmadığını, varsa da bilinemeyeceğini, bilinse de anlatılamayacağını iddia eder. Gorgias’a göre; 1-Hiçbir şey var olamaz. Başka bir deyişle varlık diye bir şey yoktur. 2-Bir şeyin var olduğunu kabul etsek bile, onu hiçbir şekilde bilemeyiz. 3-Bir şey var olsa ve bilinse bile, bir başkasına anlatılamaz veya öğretilemez. **Çin felsefesinde Konfüçyüsçülüğü izleyen ve varlığın olmadığını ileri süren Taoizm M.Ö. 6. yüzyılda Lao-Tse tarafından öne sürülmüş bir varlık felsefesidir. Tao, ezelî-ebedî olarak her şeyin başlangıcıdır ve uyulması, takip edilmesi gereken yoldur. REALİZM: Gerçekten varlık vardır ve bu varlıklar insan zihninden bağımsız olarak vardır, diyen görüşe realizm denir. Felsefe tarihinde iki türlü realizm anlayışı vardır: Ontolojik realizm ve epistemolojik realizm. ** Ontolojik realizm: Tümellerin ve kavramların, ontolojik gerçeklik olarak var olduğunu savunan görüşe ontolojik realizm denir. **Epistemololik realizm: Epistemolojik realizm için bilginin dayandığı temel, özneden (süjeden) bağımsız olan gerçekliktir. Epistemolojik realizm, idealizmin karşıtı olarak, varlığın insan zihninden bağımsız olarak varolduğunu ama onun bilinmesinin insanın bilme etkinliğine bağlı olarak meydana geldiğini ileri sürer. **Katı idealizm: Katı idealizm de realizm gibi, varlığın gerçekten var olduğunu fakat insan zihninden bağımsız olarak değil de, insan zihninde var olduğunu savunan varlık felsefesidir. **Varlığın var olma türleri: Varlık vardır diyen varlık felsefelerini beş grupta toplayabiliriz: 1) Varlık “tin” (maddi olmayan varlık) olarak vardır. 2) Varlık “madde” olarak vardır 3) Varlık hem “madde” hem de “tin” olarak vardır 4) Varlık “fenomen” olarak vardır 5) Varlık, “varoluş” olarak vardır PLATON(M.Ö. 428_347):Platon, varlığı zihnimizin dışında kabul etmekle realist, bu varlığın idea cinsinden olduğunu iddia etmesi bakımından da idealist varlık filozofudur. Platon’a göre, bilgi varsa onun nesnesi de olmak zorundadır. Bilgi varsa, bu bilgi doğru, değişmez ve zorunlu olmalıdır. Böyle bir bilgi, ancak nesnesinin de bu özelliklere sahip olmasıyla mümkündür. Platon’a göre,idealar, fenomenlerden farklı olarak gerçekten var olan nesnel varlıklardır.Platon, gerçek varlığın idea cinsinden olduğunu kabul etmesi itibariyle idealist,ideaların insan zihninden bağımsız olarak kendi başlarına var olduğunu kabul etmesi itibariyle de realisttir. FARABİ(870_950):Fârâbî’ye göre, iki tür varlık vardır: 1- b. Vâcib-ül vücûd (Zorunlu varlık)(TANRI) 2- c. Mümkün-ül vücûd (Münkün Varlık)(VARLIĞINI TANRIDAN ALAN TANRI DIŞINDAKİ VARLIKLAR) Fârâbî, zihnimizin dışında var olan İlk varlığı gerçek ve asıl varlık olarak görmesinden dolayı realist yani gerçekçidir. İBN SİNA(980_1037):Varlığın ezelî ve öncesiz olduğunu ileri sürerek, evrenin de öncesiz olduğunu iddia eder. Bu görüş Kur’an’a ters görünmektedir. Fakat İbn Sîna, İslâm varlık kuramını da reddetmez. Evren,öncesiz yani ezelidir. Bir şey var olmadan önce üç hâldedir. İbn Sîna’ya göre var olmanın üç türü vardır: 1- Mümkün var olma: Eğer bir şey mümkün yani olanaklı ise o şey var olmak için mekâna ihtiyaç duyar. Mekânda ancak cisimler var olabilir. Bu nedenle cisimden önce cisim olması gerekir yani evren öncesizdir. 2- İmkânsız var olma: Eğer bir şey imkânsızsa, var olması çelişkidir. 3- Zorunlu var olma: Eğer evren zorunlu olarak varsa, aynı zamanda zorunlu olarak da öncesizdir. İslâm filozofları genellikle ruh kavramı yerine nefs kavramını kullanırlar. İbn Sîna, ruh kuramını varlık sırasına göre açıklar: 1- Cansız maddeler. Sadece vardırlar. 2- Bitkiler: Büyüme, beslenme ve üreme güçleri vardır. 3- Hayvanlar: Bitkilerde var olanlardan başka aklın en az olduğu fakat içgüdüyle hareket etme ve davranışta bulunma özelliğine sahiptirler. 4- İnsanlar: Altındaki varlıkların tüm özeliklerine ilaveten tümeli kavrama, düşünme, seçme ve idrak etme güçlerine sahiptirler. **İbn-i Sîna, ruh diye bir tinsel varlığı kabul etmesi nedeniyle idealist, bizden bağımsız bir varlığı kabul etmekle de realist bir varlık felsefecisidir. George BERKELEY (1685-1753):İngiliz deneyciliğini aşırı uçlara taşıyarak öznel idealizmin (sübjektif idealizm) varlık görüşüne ulaşan Berkeley için, yalnızca ruh ve ruhların kavram ve ideleri vardır. Onların dışında zihinden bağımsız nesnel dış gerçeklik yani madde yoktur. Bizim doğrudan ve aracısız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan gelen idelerin olmadığını, tüm idelerin algısal deneylerimizden geldiğini ve her türlü idemizin duyu deneyi kaynaklı olduğunu savunur. Georg Wilhelm Friedrich HEGEL (1770-1831):Varlık, soyut ve gerçekten var olan bir İdedir (Geist’tır). Geist adını verdiği bu ide, bir tür saf akıl, zihin veya salt kavramdır. Asıl ve gerçek varlık, insan zihninden bağımsız olarak var olan Mutlak Akıl, İde, Geist ve Düşüncedir.Geist, her şeyin nedeni olarak sürekli oluş ve değişim içindedir. Bu oluş ve değişim diyalektik yasa çerçevesinde üçlü adımlarla gerçekleşir: Tez, antitez ve sentez. **Hegel’in görüşü bir idealist varlık felsefesidir ve realist bir anlayışla yapılmıştır. İnsan zihninden bağımsız olarak var olan bir Geist, İdea, Akıl veya Kavramla varlığı başlattığı için realist, bu varlığı tinsel yani soyut ve maddî olmayan bir şey olarak kabul etmesinden dolayı idealist (Burada idealizm, Berkeley’in öznel idealizminden farklı bir anlamda kullanılmıştır), daha doğrusu Mutlak İdealist bir varlık felsefecisidir. UNITE 8=VARLIK FELSEFESİ 2 Varlık, insan zihninden bağımsız olarak vardır fakat idea cinsinden değil de madde cinsinden vardır, diyen realist görüştür. Varlığın madde cinsinden olduğunu iddia eden tüm görüşler materyalisttir. Materyalizmin klasik temsilcilerinin görüşlerine göre var olan her şey, bize başka türlü görünse de, maddedir veya maddi bir şeydir. VARLIK “MADDE” OLARAK VARDIR. İlkçağ Materyalizmi:İlkçağ materyalistleri doğa felsefecileri olarak da bilinmektedir. Thales’le başlayan doğa felsefecileri evrenin ilk maddesini araştırmışlardır. İlkçağ materyalistleri iki farklı grupta toplanır: Varlığı değişmeyen madde olarak görenler ve varlığı hareket, değişim ve oluş içinde görenler. Birinci görüşe giren İlkçağ materyalistleri, evrenin ana maddesini değişmeyen, hep aynı kalan ve her şeyin ondan çıktığını kabul ettikleri bir maddî ana ilke ile açıklamaya çalışmışlardır. Thales, bu özelliklere sahip varlığın “su” olduğunu söylemiştir. İlkçağ materyalizminin ikinci görüşünün temsilcisi olan Herakleitos’a göre varlık, madde cinsinden olan Ateş arkhesinden gelmektedir. Herakleitos, tüm varlık anlayışını iki ilke üzerine temellendirmiştir: 1. Her şey mücadele ve savaştan gelmektedir. 2. Her şey sürekli bir oluş veya akış içindedir. Mekanik Materyalizm Mekanik materyalizmi, atomcu mekanik varlık anlayışı, cisimci mekanik varlık anlayışı ve makine mekanik varlık anlayışı olmak üzere üç görüş altında toplamak mümkündür. &-Atomcu Mekanik Materyalist (maddeci) Görüş :İlkçağ materyalist filozoflardan Demokritos ve Modern felsefecilerden P.Gassendi’nin savunduğu bu görüşe göre, her şey atom ve boşluktan oluşmuştur.Gerçek varlık, bölünemez fiziksel gerçeklik olan atomlardan oluşmuştur. Var olan her şey, sonsuz sayıdaki maddesel atomlara ayrılır. Atomlar, bir sıra ile birleşerek veya ayrılarak varlıkları oluştururlar. Bu atomlar farklı büyüklükte ve biçimdedirler.Bu nedenle bunların birleşmesinden farklı nesneler meydana gelmektedir. &-Cisimci Mekanik Materyalist Görüş:İngiliz düşünür Thomas Hobbes’a (1588-1679) göre, gerçekten var olan, yer kaplayan cisimlerdir. Başka bir söylemle, gerçekten var olan her şey, maddenin şekil almış türü olan cisimlerdir. Hobbes, atomcu mekanik materyalizmi reddeder. Çünkü atomların hareket ettiği boşluğun olmadığını iddia eder. Eğer boşluk varsa, hareket yoktur, der. Atomun ve boşluğun reddedilmesiyle, Hobbes, doluluk içeren maddesel cisimlerin gerçekten var olabileceğini ileri sürer. Var olanın tümü cisimseldir. Cisim ise en, boy ve derinliğe sahip olan yer kaplamadır. Makine-İnsan Mekanik Materyalizm:Fransız materyalist La Mettrie (1709-1751) tarafından savunulan makineinsan kuramına göre, evrende her şey cisimsel yani maddeseldir. Onun dışında hiçbir şey yoktur. Kendisi bir hekim olan La Mettrie, insanı bir makine olarak açıklar. Diyalektik Materyalizm: Diğer materyalizm çeşitleri gibi, diyalektik materyalizm de, gerçekten var olanın maddî cinsten olduğunu iddia eder. Fakat diğerlerinden farklı olarak, bu maddesel varlığın diyalektiğin yasalarına göre ortaya çıkıp, hareket ettiği ve devinim içinde olduğunu kabul eder. Karl MARX (1818-1883):Marx,aklın, doğanın ve tarihin tez, antitez ve sentez adımlarında oluşan bir çelişkiler mücadelesi olduğunu söyler. Marx’a göre, gerçekten var olan varlık, maddedir. Madde, evrendeki her şeyi değişim ve hareketi sonucu meydana getirir. Maddedeki niceliksel birikimler bir anda ani bir sıçrama ile niteliksel yapıya dönüşür. Bu devrimsel aşama ile kazanılan nitelikler bir önceki niteliklerden özce farklıdır. Nicelikten niteliğe dönüşen değişmelere, diyalektiğin nicelikten niteliğe değişme yasası denir. Marx’a göre diyalektiğin ikici yasası, çelişme yasasıdır. Çelişme yasası,maddenin en basit kütleden en karmaşığa doğru giden değişim ve gelişim sürecinde hep karşıtlarıyla bir çatışma içinde olduğunu belirtir. Maddenin değişmesi karşıtların savaşı ile mümkündür. Karşıtlar ve çelişkiler bir arada bulunur ve birbirlerine dönüşür. Çelişme ve karşıtların savaşı, değişme ve gelişmenin temel gücüdür çünkü o olmasa her şey aynı kalırdı. Evrendeki her şey, diyalektiğin yasalarına maruz kalmaktadır. Diyalektik, değişmenin itici gücüdür. VARLIK HEM MADDE HEM DE TİN OLARAK VARDIR Varlığın hem madde hem de tinsel olduğunu söyleyen felsefeciler, aynı zamanda realist yani bizden bağımsız bir varlığın olduğunu kabul ederler.Dolayısıyla bu görüşü savunan filozoflar, ikici (düalist) bir varlık anlayışını Savunurlar. ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322):İlk Çağ filozoflarından Aristoteles, öğretmeni Platon’un varlık görüşlerini eleştirerek, kendi varlık kuramını ortaya koyar. Platon’un idea için söylediklerinin büyük çoğunluğunu kabul etmekle birlikte, fenomenler dünyasından bağımsız bir idealar dünyasını kabul etmez. İdealar vardır, fakat “şu” diye gösterdiğimiz tekil varlıklarla birlikte vardır. Tekil varlıkların içinde vardırlar, onlardan bağımsız olarak bir varlıkları yoktur.Aristoteles’e göre, gerçek varlık “şu” diye gösterdiğimiz bireysel varlıklardır.Bireysel varlıklar, madde ve formun (Platon’un deyimiyle idea) bir araya gelerek oluşturduğu gerçek tözlerdir. O hâlde, Aristoteles için madde ve form birer töz veya birbirinden bağımsız iki ayrı varlık değil, varlığın iki temel öğesidir. Onlar bir arada olmadığı sürece varlık da var olamaz. Varlığın var olması için madde ve form ikilisine etkin ve ereksel nedeni de ekleyen Aristoteles, dört nedenin varlığın var olması için gerekli şart olduğunu söyler. Dört neden şunlardır: Maddî neden, formel neden, etkin (faal) neden ve ereksel neden. Bu dört neden bir araya gelince varlık var olur. René DESCARTES (1596-1650) Descartes’ın varlık felsefesinin ortaya koyduğu yeni anlayış, radikal bir şekilde modern çağı Ortaçağ’dan ayırmıştır. Böylece modern çağla birlikte felsefenin diğer alanlarında olduğu gibi, varlık yorumu da değişmiştir. Descartes’ın varlık görüşü töz kuramına ve onun temelini oluşturan bilgi kuramına dayanır.Descartes iki töz ya da cevher kabul eder. A. Sonlu töz B. Sonsuz töz. C.Sonsuz töz Tanrı’dır. Buna karşılık sonlu tözü ikiye ayrılır: Madde Ruh ***Genel bir söylemle, daha önce ikiye ayırdığı tözleri üçe ayırabiliriz: 1- Tanrı 2- Madde 3- Ruh Bu ayrım Descartes’ın şüphe metoduna, bilgi kuramına, metafizik anlayışına ve fizik kuramına dayanarak oluşmuştur. Kısaca Descartes’ın tüm felsefesi bu üç tözle uygunluk içindedir.Töz nedir? Descartes’a göre , “Biz, Töz’den kendi varlığı için diğer hiç bir şeye dayanmadan var olan bir şeyden başka bir şey anlamayız. Ve hiç bir şeye dayanmadan var olan tek Töz vardır o da Tanrı’dır.” Böylece Tanrı tek, bağımsız ve tam bir varlıktır. **Ruh ve madde iki farklı töz ve bunlar birbirinden bağımsız olarak var olmaktadırlar. O hâlde, Descartes’a göre insan nasıl vardır? İki farklı töz nasıl bir araya gelmişlerdir. Descartes felsefesi için bu çok önemli bir problemdir. Her ne kadar Descartes bu problemi fizyolojik açıdan çözsebile kendisi de bu çözümün metafizik ve felsefe açıdan olması gerektiğinin farkındadır.Sonuç olarak Descartes’ın varlık kuramında ortaya çıkan sorunlar şunlardır: 1- Töz tanımına dikkat edersek sonlu iki tözün sonsuz töze göre daha az değerde töz olmaları. 2- Sonlu tözler birbirinden farklı, fakat sonsuz töze bağımlı olmaları veya sonsuz tözden gelmeleri bakımından aynıdırlar. Bu da töz tanımına aykırı düşmektedir. 3- Töz yalnızca nitelikleriyle bilinmektedir. Bizim bilgimiz tözün kendisini değil, niteliklerini vermektedir. 4- İnsanda madde ve ruhun nasıl bir arada olduğu felsefî ve metafizik açıdan cevaplanmamıştır. VARLIK “FENOMEN” OLARAK VARDIR Varlığın fenomen olduğunu iddia eden varlık felsefesine göre, insan zihninden tam anlamıyla bağımsız olmayan bir varlık alanı vardır ve bu varlık alanını insan bilebilir. İnsanın yani bilen öznenin bilinci tarafından belirlenen bu varlığa fenomen denilmektedir. Fenomen, bilen öznenin olanak ve bilgi imkânları doğrultusunda var olan bir varlıktır. Kant’a göre, insan zihni, zaman ve mekân formlarıyla deneyden elde ettiği algıları kendisinde a priori olarak var olan anlama yetisinin kategorileriyle birleştirerek varlığın bilgisini elde eder. Bu varlık bizim bilgimizin oluşturduğu varlıktır.Husserl var olanların yalnzca fenomenler olduğunu söyler. VARLIK,”VAROLUŞ” OLARAK VARDIR 19. yy’da Hegel’in varlığı Geist denilen bir kavramın açılımları olarak açıklamasına ve yine aynı yüzyılda pozitivizmin varlığı, bilimsel verilerle açıklamasına bir tepki olarak gelişen varoluşçu akım, ilk başlarda Kierkegaard (1813-1855), daha sonra Nietzsche (1844-1900) tarafından bireyin varoluşunun önemi vurgulanarak, savunuldu. Husserl’in fenomenolojisinin etkisiyle Martin Heidegger (1889-1976) tarafından ilkeleri belirlenen varlığın varoluş olduğu görüşü, Sartre, Camus, Marcel ve birçok çağdaş varoluşçu tarafından geliştirildi.Varoluşçulara göre, gerçekten bir varlık vardır fakat bu varlık kendi bilincine sahip olan bir varoluştur. Martin HEIDEGGER (1889-1976):Martin Heidegger, nesneler ve varlık arasındaki ayırımın üzerine dikkatleri çekerek, klasik felsefenin varlık anlayışının bu iki ayırımı gözden kaçırdığını ileri sürer. Varlık, kendisi ve başkaları hakkında soru sorup, bir varoluş gerçekleştirme potansiyeline sahipken, nesneler dünyada kendiliğinden önümüzde hazır varlıklardır.Varlık, ontolojik bir yapı sergilerken, varlıklar (nesneler) bilgisel bir yapı sergilerler. Heidegger’e göre, Varlığın kendisini tanıdığı veya sorguladığı yer Dasein denilen insan olma olanağıdır. Dasein, bir öze değil, bir varoluşa sahiptir. Klasik varlık anlayışlarındaki öz ve varlık anlayışının Dasein’ın varlığı için geçerli olmadığını, fakat nesneler için geçerli olduğunu öne sürer. Dasein’ın bir özü ve kaderi olmadığı için o, dünyaya atılmış ve terk edilmiş olarak kendini bulur. Atılmış varlık olarak Dasein, dünya içinde diğer Dasein’larla ve nesnelerle karşılaşır. Bu karşılaşma onu tedirgin yapar. Tedirginlik ve kaygı içinde diğer şeylerle ilişkiye girerek, kendisini bu ilişki içinde tanımaya ve var etmeye çalışır. İlgi ve kaygı, Dasein’ın temel varoluş karakteridir. Kendi varoluşunu gerçekleştirme peşinde koşan Dasein, bir gün yakınlarındaki bir Dasein’ın ölümünü görerek, varoluşunun sonlu olduğunu anlar. Varoluş olmadan varlığın olmadığını hissederek, hiçlikle karşı karşıya kalarak, ölümle yüzleşir, Bir gün sıranın kendisine de geleceğini anlayan Dasein, ölüm kaygısı içinde kendi varoluşunu hatırlar ve onu gerçekleştirmenin yine kendisinde olduğunu anlayarak, kendisini diğerDasein’lardan farklı yapan otantik varoluşunu yaşamak ister. Dasein’ın amacı, diğer Dasein’ların önüne sıçrayarak, kendi varoluşunu yaşamak olmalıdır. Çünkü asıl varlık, kendini kendinde gerçekleştiren varoluş tarzıdır. Jean Paul SARTRE (1905-1980):Heidegger’in öğrencisi olan Fransız filozof Jean Paul Sartre, Heidegger’den aldığı etkiyle varoluşçuluğu bir felsefî görüş hâline getirmiştir. Descartes’in yaptığı gibi, özneden hareket eden Sartre, şeyleri yani nesneleri nedensel dünyada, insanı ise özgür bir dünyada açıklamaya çalışır. Bu nedenle, iki tür varlığın var olduğunu kabul eder: 1. Kendinde-varlık. 2. Kendisi-için-varlık. ***Sartre göre, insan kendisi-için-varlıktır; çünkü onun özü belirlenmiş değildir,Buna karşılık bir kaya parçası, kendinde varlıktır. Çünkü onun özü vardır, önceden belirlenmiştir ve kendi bilincinde değildir. Sartre varlığı iki ayrı kategoride ele alır. Bilinçli varlık (kendisiiçin-varlık) ve bilinçsiz varlık (kendinde-varlık). Kendisi-için-varlık olan insanın gerçek varlık olarak bir varoluş olduğunu ileri sürer. Diğer her şey kendinde-varlık olarak bir bilince sahip olmadığı gibi, varlığı varlık yapan bir varoluşları da yoktur. AHLAK FELSEFESİ / ÜNİTE:9 Ahlâk, genel anlamıyla, insanların, bir toplum içinde uyumlu yaşamaları için kendilerine göre belirledikleri ilkelerin tümüdür.Ahlâk felsefesi, ahlâkı genel olarak ele alır ve ahlâklı olmanın ne anlama geldiğini araştırır.Ahlâk felsefesi, daha genel bir anlam ve içerikle etik olarak tanımlanmaktadır. Etik, ahlâkî davranışların temelindeki genel ilke ve yasaları araştıran pistemoloji temelli bir felsefedir. ahlâk felsefesi, davranışların ahlâkî özünü ve yapısını incelerken, etik, davranışların arkasındaki ilke ve temelleri bilgi açısından araştırır. AHLAK FELSEFESİNİN TERİM VE KAVRAMLARI ****Olgu ve Değer Yargıları: Dış nesnel gerçeklikte var olan nesnelere veya var olmuş nesneler hakkındaki olaylara "olgu"denir. Örneğin, bilim insanının incelediği bir göksel cisim bilimin bir olgusudur. Aynı şekilde bir tarihçi için, Fatih’in İstanbul’u alması bir olgudur. "Değer" yargıları ise bize bağlı olarak ortaya çıkan olgular üzerine verdiğimiz hükümlerdir. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesi Türkler açısından “iyi” bir olayken, Batılılar açısından kötü bir olaydır. *****Değer ve Değer Yargıları :İyi kendi başına bir değerdir. Fakat “Para iyidir.” bir değer yargısıdır. Değer, evrensel ve tümel olurken, değer yargıları tekil veya tikel olmaktadır.Değerlerin taşıdığı genel ve evrensel anlam ne yere, ne insana, ne topluma, ne de zamana göre değişmezken, değer yargıları bireyden bireye, toplumdan topluma, dünyadan dünyaya, zamandan zamana göre değişir. ****İyi ve Kötü:Bu karşıt kavramlardan iyiyi farklı açılardan tanımlarsak, aynı zamanda kötüyü de tanımlamış oluruz; 1. Kendi başına bizatihi iyi:Örneğin; sağlık, sadece kendisinden dolayı iyidir. O, bir başka şey için değil de, kendi başına ve kendisi için iyi olduğu için istenir. 2. Doğurduğu sonuç bakımından iyi:Örneğin; para, kendi başına iyi değildir; para bir şeyler satın almak, rahat yaşamak ve zengin olmak için iyidir. 3. Gerçek iyiye yaptığı katkıdan dolayı iyi: Örneğin; mahkemede bir tanığın kendisi için ne iyi ne de kötü olmadığı hâlde, doğruyu söylemesi, bu tür bir iyiliktir. 4. Hem kendi başına hem de verdiği yarar bakımından iyi: Örneğin;Süleymaniye Camii, bir sanat eseri olarak bizatihi iyidir ve aynı zamanda orada turist veya namaz kılanlara verdiği huzur ve zevk bakımından da iyidir. ****Özgürlük :Özgürlük, hiçbir dış etki olmadan insanın kendi aklı ve iradesi ile yaptığı davranışı belirlemesidir.Özgürlük, bir tür kendi kendini kontrol etme ve kendi başına karar verme durumudur.Ahlâkî özgürlük ise ahlâkî bir öznenin kendi koyduğu kurallara göre, kendi iradesiyle bu kurallara uyarak davranışlarını yapmasıdır. ****Erdem :Ahlâkî bakımdan sürekli iyi ve değerli olan davranışlara erdem denir. Platon’a göre, dört ana erdem vardır.Ölçülülük, cesaret, bilgelik ve adalet.Platon’a göre, erdemler insan ruhunun üç özelliğine de karşılık gelerek, var olurlar. &-&Ruhun arzu özelliğine karşı var olan erdem, ölçülülüktür. arzuların iyi olması, ölçülü davranmayla gerçekleşir. Ruhun Yaşama özelliğine karşılık gelen erdem ise cesarettir. Cesaret, aklın önerdiği şeyi yaparak, bedenin önerdiği anlık ve geçici durumlara boyun eğmemektir. Ruhun üçüncü özelliği ise akıldır; aklın erdemi bilmektir. Aklın, bilme özelliğiyle, diğer özellikleri ve erdemleri uyumlu olarak yönetmesi sonucu adalet erdemi oluşur. O hâlde, adil insan, ruhun üç özelliğini uyumlu ve birbirleriyle tam ilişki içinde tutan insandır. **Aristoteles, Platon’un erdemlerini kabul etmekle birlikte en çok değer verdiği erdem, ölçülülüktür. Ölçülülüğü Platon’dan farklı bir anlamda algılayan Aristoteles’e göre, her şeyin orta yolu insan için iyi ve erdemli olanıdır. Aristoteles’e göre cesaret, nerede ne yapacağını bilmektir. ****Sorumluluk :Örneğin; otobüste yaşlı ve hasta bir insana yer verebilir veya vermeyebiliriz. Verdiğimiz takdirde yaşlı insan teşekkür ederek bizi onurlandırır; yer vermediğimiz takdirde, yaşlı adamın veya otobüste bulunan bir başka kişinin ikazını göze almışızdır veya kendi vicdanımızın sesini dikkate almışızdır. Otobüste yer verdiğimizde veya vermediğimizde ortaya çıkacak iyi veya kötü sonuçların sorumluluğunu aldığımız takdirde yaptığımız davranış ahlâkî olur. Bir davranıştan sorumlu olmak için, birinci temel şart, akıl sahibi bir insanın bu davranışı kendi özgür iradesinin seçimiyle yapmasıdır.Bu nedenle, mahkemelerde delilere ceza verilmez. sorumluluğun ikinci şartı, davranışın sonucunda ödül veya ceza verileceğini önceden kabul etmektir. ****Vicdan :İnsanın bir birey olarak eylemleri üzerinde yargıda bulunmasını gerçekleştiren ve eylemlerindeki iyi ve kötü değerleri anlamasını sağlayan gücüne vicdan denir. Vicdan, kişinin içindeki mahkemedir. Örneğin vicdanından gelen ses uğruna bir ırkı yok etme girişiminde bulunan Adolf Hitler’i ele alabiliriz. Acaba onun vicdanının sesi, niçin onun doğruyu ve iyiyi görmesini engellemişti? Vicdan, iyiyi kötüden ayıran bir yargıç ve iç yetisi olarak suçlu bulunabilir mi? Vicdan azabı duyulması için birey sorumluluk sahibi olmalıdır. &-&Vicdanımızın kaynağı nedir? Bu konuda temel iki görüş vardır: Birincisine göre, her insan doğuştan getirdiği bir vicdana sahiptir.Diğer görüş ise ;vicdanı insanın yaşamı boyunca bulunduğu aile, toplum, kültür, din, yasalar kısacası; insanın tarihsel, toplumsal ve kültürel dokusu, insanın vicdanını belirler. Bu görüş, vicdanın birey tarafından sonradan yaptığı tecrübelerle geliştirildiğini ileri sürer.Ancak sorumluluk sahibi olan insan vicdan azabı duyar. Ünlü psikolog Freud’a göre ise vicdan, insanın bilinç altındaki istek ve arzularını düzenleyerek bireyin toplumsal ve ahlâkî varlık olmasını sağlayan akılsal bir yetisidir. O hâlde vicdan, şahsi ve bencil istekleri önleyen bir yargı mekanizması olarak bireyin normal olmasını sağlar. Vicdan, bilinç-altı ile bilinç-üstü arasındaki aşırı davranışları düzenleyen yeti olarak kendini akıl sahibi özgür varlıklarda ortaya çıkarır. ***Arsitoteles’in dediği gibi, yasaların amacı yurttaşları iyi yapmak olduğuna göre, vicdanın bireye çağrısıyla aynı konumdadır. Nasıl vicdanını dinleyen iyi birey olmaktaysa, yasalara uyan da iyi birey olmaktadır. O hâlde, yasalar ve vicdan aynı amacı paylaşmaktadırlar.Nasıl yasalar bireylerin suç işlemesine dışsal bir güç olarak engel ise vicdan da bireyin suça yönelmesini engelleyen içsel bir güçtür. Sonuç olarak, akıl, irade, inançlar, gelenekler, din, kültür, yasalar, özgür irade, sorumluluk ve ahlâkî ilkeler vicdanımızın çalışmasını ve karar vermesini çeşitli derecelerde etkileyerek, bireyin vicdanını oluşturmaktadırlar. ****Ahlâkî Karar ve Davranış :Ahlâkî davranışın oluşması için üç temel koşul birlikte gereklidir: 1- Ahlâkî davranış istemli olmalıdır. 2- Ahlâkî davranış bilinçli olmalıdır. 3- Ahlâkî davranış özgür olmalıdır. *****Ahlâk Yasaları: Bireyin nasıl davranacağını belirleyen kurallar sistemidir.. Ahlâk yasaları, insanların hangi amaç için yaşadıklarını onlara hatırlatır ve onların iyi erdemlerle davranmasını sağlar. AHLAK FELSEFESİNİN PROBLEMLERİ Ahlâk felsefesinin ele alabileceğimiz ilk iki problemi ahlâkın kaynağı ve çeşitleri üzerinde yoğunlaşan tartışmalardır. Ahlâkın Kaynağı ve Çeşitleri Hakkında Farklı Görüşler : 1- Ahlâkın kaynağı doğaüstü bir varlıktan; yani Tanrı’dan gelmektedir. 2- Ahlâkın kaynağı doğanın kendisidir:Çevrenin dengesini bozarak, doğayı kirletmek ve tahrip etmek, ahlâkî açıdan kötü yani ahlâksız davranışlardır. 3- Ahlâkın kaynağı bireyin kendisidir:Bireysel ahlâk, kişiye ait öznel bir ahlâktır. Evrensel geçerliliği tartışma konusudur. 4- Ahlâkın kaynağı bireylerin oluşturduğu toplumdur. Bu ahlâka da toplumsal ahlâk denir.Ahlâk felsefecileri arasında en çok kabul gören ahlâk çeşididir. Ahlâk Yasalarının ve Değerlerinin Yapı Problemi :Ahlâk felsefesinin ele aldığı diğer bir ahlâk problemidir.Bazı ahlâk felsefecilerine göre ahlâk yasaları ve değerleri mutlak, evrensel ve nesneldir. Sokrates ve Platon gibi filozoflar değerlerin ve yasaların nesnel olarak, bizden bağımsız olarak var olduklarına inanırlar. Eğer onlar nesnel, mutlak ve evrensel olarak var olmasalardı, bizler; yani farklı farklı bireyler nasıl olur da aynı değerlere göre davranabilirdik? ***Ahlâk yasalarının ve değerlerinin insanlar arası bir uzlaşım sonucu elde edildiklerini kabul edenler de vardır. Eğer değerler ve yasalar birer uzlaşımsa, zaman ve mekân boyutu içinde değişebilirler. Bu nedenle onlar görelidir. Uzlaşım sonucu elde edilen bir şey mutlak ve evrensel olamaz. Sokrates ve Platon’la aynı dönem yaşamış olan Sofistler, değerlerin göreli ve değişken olduklarını savunmuşlardır. Çünkü onlara göre, her şeyin ölçüsü insandır, hem de tek tek her bir insandır. Ahlâkî Davranışın Özellikleriyle İlgili Problem :Bir eylemin veya davranışın ahlâkî olmasını sağlayan özellikler şunlardır: 1- Ahlâkî bir davranışın oluşmasını, bireyin istekleri, duyguları ve arzuları belirler.Örneğin, ilerde hâkim olmak isteyen birisi, bu ideali gerçekleştirmek için şimdiden doğru, iyi, adaletli, ölçülü vb. ahlâksal erdemler ışığında davranışta bulunabilir. 2- Bir ahlâkî davranışı ahlâkî yapan, onun bir evrensel ahlâk yasasına göre yapılmış olmasıdır. 3- Her zaman aynı ilkeye göre hareket etmemiz davranışımızı ahlâklı yapar. Örneğin, bir olay karşısında ilkelerime göre o olayın yanlış olduğunu söylüyorsam, bu olayı bir üst makam veya statü sahibi sorduğunda da aynı cevabı verebilmeliyim. 4- Bir davranışın ahlâkî olabilmesi için akla dayalı ve açık olması gerekir. Özgürlük Problemi :Özgürlük nedir? Her şeyden önce özgürlük genel olarak başıboşluk veya keyfilik değildir.Özgürlük, kişinin kendi kendini belirlemesi, denetlemesi, yönlendirmesi ve düzenlemesidir. Kişinin hiçbir dış baskının etkisinde kalmadan veya zorlanmadan, kendi öznel arzu ve isteğiyle, bilinçli bir davranışta bulunmasıdır.Bir eylemin özgür eylem olması nedenlerinin olmaması değil,nedenlerinin zorunlu olmamasıdır. *Özgür irade, dinsel ahlâk kuramlarının da önemli bir problemidir. İnsanın iradesini kısmi, Tanrı’nın iradesini külli kabul eden dinlere göre, insana Tanrı neyi yapıp neyi yapmayacağını bildirmiştir fakat onları zorunlu olarak da bunları yapmaya zorlamamıştır. Ahlâk felsefesi açısından özgür iradeyi ele aldığımızda, Birey belli koşul ve durum karşısında bir seçim yapar. Başka bir zaman ve mekânda, aynı koşullar ve durumlar karşısında birey, daha önceki seçiminden farklı bir seçim yapabiliyorsa, özgür iradenin var olduğunu söyleyebiliriz. **Ahlâkî varlık olarak insan, doğanın nedensellik yasalarından bağımsız olarak hareket eder. Aklı ve bilgisi sayesinde doğaya karşı gelir ve onun nedenselliğini aşarak, kendi davranışlarını belirler. O hâlde, ahlâkî davranışın temelindeki özgürlük, doğal yasalardan bağımsız olarak insanın kendini belirlemesidir. İnsan ahlâkî davranışlarda bulunabileceğine ve bulunabildiğine göre, özgür demektir. UNITE 10=FELSEFE Ahlâk felsefesi alanında ortaya konulan bu kuramlar iki kritere gore sınıflanır: Ahlâk yasalarının ve değerlerinin var olduğunu savunanlar ve savunmayanlar. Ahlak Felsefesi Kuramları Evrensel Ahlâk Yasasının Olmadığını Öne Süren Ahlâk Kuramları Bazı ahlâk felsefecileri, evrensel ahlâk yasa ve değerleri kabul etmezler. Bunlara göre, kişinin vicdanını bağlayacak hiçbir evrensel değer veya yasa yoktur. Kişi, ahlâkî eylemlerini eylemin sonucuna bakarak veya sonucunu düşünerek yapar. Bu görüşü savunanlar da kendi içlerinde farklı ahlâk felsefelerine sahiptirler: Hazcı Ahlâk Felsefesi= Haz temele alınır ve davranışların kişiye vereceği hazla ahlâkî olup olmadığı belirlenir. Acıyı en aza indirgemeyi hedefleyen hazcılar, evrensel bir ahlâkî davranış yasası kabul etmezler.Evrensel ahlâk yasasını reddeder. değerleri belirleyen şey, kişide ortaya çıkan haz duygusudur. Haz duygusu ise farklı derecelerde olduğu için görelidir. Hazcı ahlâk felsefecileri, haz veren şeyler üzerinde uzlaşmış değildirler. Yararcı Ahlâk Felsefesi = ahlâkî değer, davranışın sonucunda ortaya çıkan fayda ve zarara gore belirlenir. Hayatta en değerli olan eylem, verdiği iyilik veya yarardır. Kötülüğe veya zarara neden olan eylemler ahlâkî değildir. Hazzın veya yararın niteliği ve niceliğinin belirlenmesi için şunlara bakılmalıdır: Yararın yoğunluğu, süresi, kesinliği, verimliliği ve saflığı. Faydacı ahlâk felsefesine göre, bir davranış, en yüksek sayıda insana en yüksek miktarda verdiği yararla ahlâkî davranış olma özelliğini kazanır. Bu ilkeye fayda ilkesi denir. göreceliği savunur. Faydacı ahlak felsefesi, temele özneyi koyduğu için sübjektiftir. Bencilliği Temele Alan (Egoist) Ahlâk Felsefesi= kişinin benini temele alarak yapılan davranışların ahlâkî bir değere sahip olduklarını iddia eder. Kendi iyiliğini ön planda tutan egoist ahlâk kuramı, evrensel bir ahlâk yasasını ve değerlerini kabul etmez. Öznelliği temele aldığı için objektif bir ahlâkı değil, sübjektif ahlâkı savunur. Anarşist Ahlâk Felsefesi= Bireyselliği temele alan anarşist ahlâk öğretisi, devlet ve yasalar olmadan, insanların daha iyi yaşayabileceğini öne sürer. Anarşist ahlâk kuramında, insanlar davranışlarını doğrudan yaparlar. Çünkü yasa ve düzen yoktur. Sınırsızlık, düzensizlik ve devletsizlik içindeki davranışların daha yaratıcı ve değerli olduğunu kabul ederler. Evrensel ahlâk yasasının var olduğunu ileri sürenler, kendi içlerinde ikiye ayrılırlar: Birinci gruba göre, evrensel ahlâk yasası, öznel (sübjektif) özellikler tarafından belirlenir. Bunları savunanlardan bazıları J. Bentham, J. S. Mill ve H. Bergson’dur. İkinci grup ise evrensel ahlâk yasasının nesnel (objektif) özellikler tarafından belirlendiğini ileri sürer. İkinci grup ahlâk felsefecilerinden Sokrates, Platon, Aristoteles, Fârâbî ve Kant’dır. Sübjektif Özelliklerin Ahlâk Yasasını Belirlediğini Öne Sürenler Öznel ahlâk yasasını savunanlardan J. Bentham ve J. S Mill en çok tanınan düşünürlerdir. Sezgici öznelciliği savunan düşünür ise H. Bergson’dur. Objektif Özelliklerin Ahlâk Yasasını Belirlediğini Öne Sürenler Bu yasalar insandan bağımsız olarak var olan gerçeklerdir. İnsan bu yasalara uymak zorundadır. Evrensel ahlâk yasaları bazı filozoflara göre, insandan bağımsız olarak varken, bazılarına göre evrensel ahlâk yasaları insan aklının nesnel ve evrensel çıkarımları sonucu ortaya çıkar. Bu kuramı temsil edenler Sokrates, Platon, Fârâbî, Spinoza ve Kant’tır. Filozofların Ahlâk Kuramları SOKRATES (M.Ö. 469-399):Ahlâklı insanın nasıl yaşaması ve davranması gerektiğine de iyi bir örnektir.Hiç kimsenin bilerek kötülük yapamayacağını ileri sürer. Kavramların olgusal düzeyde farklılaştığını belirterek, bilgi ve düşünce alanında herkesin kabul edebileceği tanımların gerçekten var olduğunu, kendi geliştirdiği bir yöntemle göstermeye çalışmıştır. Ahlâk yasalarının gerçek özünün ve anlamının var olduğunu, Sokratik tartışma yöntemiyle ortaya koymuştur. Sokrates için, değerler ve yasalar objektif ve değişmezdir. PLATON (M.Ö. 427-347):Platon, gerçeklerin var olduğu dünyayı idealar dünyası, görünüşlerin bulunduğu dünyayı da fenomenler dünyası olarak iki ayrı dünya tasarımıyla açıklar. Ahlâk yasaları ve değerleri insan ve fenomenler dünyasından bağımsız olarak, idealar dünyasında gerçekten nesnel ve objektif varlığa sahiptirler.İdealar evrensel, tümel, saf ve değişmez gerçeklerdir. Sokrates gibi, ahlâkî değerlerin temeline Platon da bilgiyi ve eğitimi koyar. ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322):Sokrates ve Platon’un görüşlerini biraz yumuşatarak kabul eden Aristoteles’e göre, insan için en iyi şey, mutluluktur. Mutlulukçu ahlâk felsefesini sistemleştirerek, insanın ancak iyi toplumsal düzen içinde mutlu olabileceğini öne sürer. Aristoteles, en iyi olan şeyin orta yol olduğunu söyleyerek, mutluluğu da orta yol; yani ölçülülükte görmüştür. Bir davranışın ahlaklı olması için ölçülü olması gerekir demiştir. DİOGENES (M.Ö. 412-320):Sokrates’in ahlâk felsefesinden etkilenen Diogenes, kinik ( kinik, köpek, köpeksi anlamına gelir. Azla yetinen ve köpeksi bir hayat yaşayan filozoflara kinikler denir) ahlâk felsefesi olarak bilinen kendine yetme ve sadelik değerlerini içeren kayıtsızlık ahlâk felsefesinin en önemli temsilcisidir. Ahlâk felsefesinde doğal, yalın ve sade yaşamı savunarak, uzlaşımsal ve yerleşik tüm ahlâk kurallarını reddetmiştir. Diogenes, doğal yaşamı kendisine örnek alarak, yapay her şeye kayıtsız kalmıştır. Özel mülkiyeti, evliliği, dini, lüks yaşamı, zenginliği vb. şeyleri değersiz gören Diogenes, insanın amacının kendine yetme olduğunu ileri sürerek mutluluğun da utanmazlık ilkesinde olduğunu kabul etmiştir. EPİKÜROS (M.Ö. 341-270):Epiküros, hazcı bir ahlâk felsefesini kabul eder. Hazzı isteme ve acıdan uzaklaşma anlayışı içinde üç tür haz verici arzunun var olduğunu söyler: 1- Hem doğal hem de zorunlu arzular. Örneğin yemek yeme. 2- Doğal fakat zorunlu olmayan arzular. Örneğin, cinsel arzular doğaldır, fakat olmazsa olmaz değildir. 3- Ne doğal ne de zorunlu arzular. Örneğin zenginlik bu türden bir arzudur.Bu üç arzu türü de bedensel hazlara yol açmaktadır. **Ruhsal arınma vedengeye sahip birisi, zengin veya lezzetli yemek yiyen birisinden daha mutludur çünkü acı çekmemektedir demiştir. FÂRÂBÎ (870-950):Ahlâk görüşünde Aristotelesçi ahlâkı, mistik bir ahlâkla birleştirme çabasındadır. Ahlâkî davranış için üç tür erdemin varlığından söz etmektedir: 1- Aklî erdem: Fa’âl akıl bilgisine götüren güçtür. Akıl bilgisidir. 2- İradi erdem: Yargı melekesi sayesinde iyiyi ve kötüyü tayin eder. İradi erdemin objesi, aklî erdemin bilgi objesine göre değişken ve geçicidir. 3- Bedenî erdem: İnsan doğuştan bazı huy ve yetenekler getirir. Bunların iyiye ve faydaya hizmet etmesi iradi erdemin aklî erdeme boyun eğmesiyle olur. Teorik felsefe ile maddenin ilk sebebine ve ilkesine varırken, pratik felsefe; yani ahlâk felsefesiyle iyi davranışlara varılır.Fârâbî davranışları ikiye ayırır: 1- İyi, ölçülü ve güzel davranışlar. 2- Kötü ve övgüye layık olmayan davranışlar. Ölçülülüğün, insanı iyi davranışa yönelttiğini ileri süren Fârâbî, iyi davranış sonucu insanlar mutlu olurlar, der.Mutluluk ile zevk arasındaki ilişkiyi de açıklayan Fârâbî’ye göre, iki türlü zevk vardır: 1- Bedenî zevkler 2- Düşünce zevkleri ***Bedenî zevkler kısa süreli ve geçicidir. Çabuk biterler ve uzun sürede insane zarar verebilirler. ***Düşünce zevkleri, bilgi öğrenme zevki olduğundan, insanı başarıya ulaştırırlar. Geç elde edilir, ama hiç kaybedilmezler. Verdiği zevkler uzun sürer. Fârâbî’ye göre, insanlar birbirini sevmeli. Farklı sevgiler vardır: 1- Çıkardan doğan sevgi: Geçicidir; çünkü çıkarlar bittiğinde sevgi de biter. 2- Doğal sevgi: Aile fertleri arasında var olan doğal bağa denir. 3- Adalet sevgisi: Kendine ve diğer varlıklara adaletli davranış sonucu oluşan sevgidir. Fârâbî’ye göre, üç tür insan vardır: 1- Özgür insan: Teorik felsefe ile pratik felsefeyi uzlaştırarak kendini akıl öncülüğünde Fa’âl akıla yaklaştıran insandır. 2- Hayvanımsı insan: Tabiat açısından hayvana yakın olan insandır. Bedenî arzu, zevk ve duygularına yenik düşerek, korku, üzüntü ve tedirginlik içinde yaşar. 3- Köle İnsan: Özgür değildir. Kendi varlığını kaybederek, başkasının egemenliğinde ve isteklerinde yaşayan insandır. GAZÂLİ (1058-1111):Ahlâk felsefesinin amacı, Tanrı varlığının birliğine giden yolu açmaktır. İnsanın iki tür gözü olduğunu ifade eden Gazâli’ye göre, dış göz, akıl ile fiziksel ve duyumsal olanı kavrarken; iç göz (kalp gözü) manevî ve ruhsal olanı kavrar. Hakikate ulaşmak, ancak rütbelerden ve mallardan yüz çevirerek olanaklıdır. Hakikate ulaşmak, ancak kalp gözünün açık omasıyla mümkündür demiştir. MEVLÂNA (1207-1270):İnsanı bilinçli, akıllı ve duygulu varlık olarak tanımlayan Mevlâna’ya göre, insanda iki farklı Ben vardır: 1- Öznel Ben 2- Aşkın Ben ***Öznel Ben, herkeste farklıdır ve o kişiyi diğerinden ayıran kişisel özelliktir. Aşkın Ben ise insanın derin tarafıdır ve herkeste ortaktır. ***Aşkın Ben, insanın Tanrısal yanıdır. Öznel Ben’in egemenliği kötülüğe; Aşkın Ben’in egemenliği İyiliğe, birliğe, sevgiye, dostluğa ve barışa götürür. Dünya işlerinde aklı ön plana çıkartırken, Tanrısal birlik için inancı ön plana çıkarır. YUNUS EMRE:14. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamını yitiren bir Türk ozanı ve tasavvufçusudur. Yunus Emre, öznenin varlığını nesnenin varlığından once kabul ederek, esas varlığın bilinçli ve akıllı olan insan olduğunu ifade etmiştir.Tanrı evreni yarattı ve insanı bir beden içine koydu. Yunus Emre’ye göre varlığın üç dereceli sıralanması şöyledir: 1- Tanrı 2- İnsan 3-Evren Böylece Yunus Emre, Aşkın Ben’de Tanrı’yı, tüm evreni de Tanrı’da görmektedir. Sonuç olarak insanın kurtuluşu ve mutluluğu, Aşkın Ben’in Tanrı’daki coşkusudur. Immanuel KANT (1724-1804):Ahlâkî bir davranışın, insanın isteklerinin, arzularının, çıkarlarının ve eyleminin sonucunu düşünerek yapılmadığını; buna karşılık, niyete ve ilkeye bağlı olarak yapıldığını ileri süren Kant, yararcı ve hazcı ahlâk felsefelerini reddeder. Ahlâk yasalarını insan, tüm insanlar için geçerli olabilecek şekilde koyduğu için ahlâk yasaları evrensel ve mutlaktır. Evrensel ahlâk yasalarına uyduğu sürece de insan özgürdür. Temeldeki ilke, iyi niyettir ve ödevdir. Kant, ödev ahlâkının emirlerini iki türde açıklar. 1- Koşullu (hipotetik) emirler 2- Zorunlu (kategorik) emirler. Kant, kategorik emirlerin temelinde üç maksim olduğunu söyler: 1- Birinci maksim veya ilke: “Öyle davran ki, davranışın temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun.” 2- “İnsanlığı, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de, her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran!” 3- “Öyle davran ki, iraden, kendisini herkes için geçerli olan kurallar koyan bir yasa koyucu olarak hissetsin!” NIETZSCHE (1844-1900):çağında var olan tüm ahlâk sistemlerine karşı çıkarak, ahlâk dışı bir öğreti kurmaya çalışmıştır. akılcılığa ve toplumculuğa karşı çıkarak, bireyciliği ve nihilizmi savunmuştur. Nietzsche'nin asıl amacı bilimsel gelişmeleri değil, Hırıstiyan ahlâk öğretisini çökertmektir. İnsanı köleleştiren ve kendisi olmaktan uzaklaştıran bütün ahlak teorileri terk edilmelidir. Jean Paul SARTRE (1905-1980):insan özgürlüğe mahkûmdur. Evrensel ahlâk yasalarını doğrulayacak bir üst varlık yani Tanrı yoktur. Herkes için geçerli bir ahlâk sistemi de olamaz. UNITE 11=FELSEFE Sanat Felsefesi ve Estetik:Sanat, insanın doğada hazır bulduğu şeylerden farklı olarak, kendisinin ürettiği eserlerdir. Sanat, insanın doğaya kattığı eserlerden bazılarına verilen genel bir addır.Sanat felsefesi, felsefenin bir alt disiplini olarak, sanat eserleriyle ilgili olarak ortaya çıkabilecek kavram ve problemleri analiz eder. Sanatın ne olduğunu, sanatın ifade biçimlerini, sanat eserlerinin özelliklerini ele alarak, sanat üzerine çözümlemeler yapar.Sanat felsefesi, özel olarak, sanat eserleriyle ilgili kavram ve problemleri çözümler. Buna karşılık, estetik daha geniş bir tanımla tüm nesnelerde var olan güzellikle ilgilenir. ***Estetik, güzelin bilimi olarak, genel anlamda güzelliğin doğasını yalnızca sanat eserinde değil, doğada da analiz eder. O hâlde, estetik genel olarak güzeli inceleyen felsefî disiplinken, sanat felsefesi yalnızca sanatı inceleyen bir felsefî disiplindir. Estetik:Asıl anlamı ilk veya temel duyum olan aisthesis kelimesinden gelmektedir.Estetik, ilk defa A. G. Baumgarten (1714-1762) tarafından güzelin bilimi olarak aesthetica adlı eserinde zikredilmiştir.Estetik, doğruluğu değil, güzelliği inceleyen bilimdir.Güzel diye nitelendirdiğimiz eser ve nesneleri incelerken, güzelliğin ortaya çıkmasını sağlayan, hazları, hoşlanma duygusunu, yüceliği, iyiliği ve güzellik standartlarını analiz eder. SANAT FELSEFESİNİN VE ESTETİĞİN KAVRAM VE TERİMLERİ Sanatın ne olduğu üzerine üç temel kuram öne sürmüşlerdir: Taklit Olarak Sanat:Sanatın ne olduğu konusu üzerine ilk görüş olan taklit kuramına göre sanat, sanatçının gerçekliği, hakikati ve gördüğü bir nesneyi veya durumu taklit etmesiyle ortaya çıkan üründür. Sanat, var olanı bir tür taklit etme, öykünme veya yansıtmadır.Yunanca mimesis sözcüğünden türetilen taklit veya yansıtma kuramına göre,sanatçı doğada veya gerçeklikte gördüğü düzeni ve ahengi, yaptığı eserle taklit etmeye çalışır.Bu kuramın en önemli temsilcisi Platon’dur.Halk iyi sanatçıları korur, kötü sanatçıları uzaklaştırır. Yaratma Olarak Sanat:Yaratma kuramına göre, sanatçı sanatını özgür bir yaratımla ortaya koyar. Sanat, sanatçının hayal gücüyle ortaya koyduğu ideal bir anlatımdır.Kant ve Alman romantiklerinin savunduğu bu görüşe göre, sanat, insan aklının ve hayal gücünün nesneleşmiş veya dışlaşmış hâlidir. Kant, Hegel ve Delacroix’un idealist ve romantik görüşlerini 20. yüzyılda B.Croce (18661952) daha da geliştirerek, sanatı bir yaratma olarak tanımlayıp, kuramsallaştırdı. Croce’ye göre, sanatçı, doğada olmayan idealliği ve mükemmelliği, kendi yaratısında ifade edebilir.Croce, sanat eserinin bir defaya mahsus yaşanan bir estetik deneyim ve hazdan meydana geldiğini söyler. Bu nedenle, her bir sanat eseri biriciktir. Oyun Olarak Sanat:Oyun olarak sanat, insanı günlük yaşantılarından, sıkıntılarından, uzüntülerinden ve birçok şeyden uzaklaştıran bir etkinliktir. Oyunla hem varoluşumuzun hem de özgürlüğümüzün bilincine varırız.Bizi bağlayan ve sınırlayan iki temel öğemiz (duyu ve akıl) burada işlevsiz kalmaktadır.Bu görüşün en önemli temsilcisi Alman şair F. Schiller’dir (1758-1805). Schiller’e göre, “insan oynadığı sürece insandır.” Bu ifadeyle oyunun bir tür sanat etkinliği olduğunu söylemek istemektedir. SANAT ESERİ Sanatçı ilk defa biricik bir ürün üretir ve ona sanat eseri denir. Sanat eseri yeni formlar (biçimler) içerirken, zanaatkâr var olan formların birer kopyasını üretir. Sanatçı ve zanaatkâr ortak özellikleri bakımından insan olmalarına rağmen, her ikisinin ürettiği şey aynı değerde değildir. İnsanın ürettiği her eser sanat eseri değildir. Ancak özgün, biricik ve tek olan sanat eseri olabilir. Sanat eserini sanat eseri yapan bu değerler,kullanılan malzemeyle değil, sanatçının özgünlüğü ve yaratılıcılığıyla ilgilidir.Sanat eseri, ekonomik ve işlevsel değeri olmadan yapılan eserlerdir. Güzellik:Estetik nesnenin, estetik öznede estetik haz veya beğeni duygusuna yol açan temel özelliğine güzellik denir. Estetik öznenin estetik nesneden hoşlanmasını,hayranlık duymasını ve beğenme duygusunu oluşturan uyum, düzen, birlik, yücelik,basitlik ve ölçülülüğün tamamına güzellik denir. ilk önce güzelliğin kaynağı konusunda iki temel görüş vardır: Doğada güzellik ve sanatta güzellik. Doğadaki güzellik estetik özneden bağımsız olarak kendiliğinden var olan bir uyumlu bütünlüktür. 1- İşitsel sanatlar: Kulağa yönelik olan estetik beğeniyi anlatmak için ses ve söz yardımıyla yapılan estetik etkinliğe denir. Müzik, en önemli işitsel sanattır. Ses ve sözlerin belli bir uyum ve aralık içinde verilmesiyle oluşur. 2- Görsel sanatlar: Göze hitap eden estetik beğeniyi ön plana çıkartan sanatlardır. Estetik beğeninin görme duyusuna cevap verecek şekilde dışlaşmasıyla görsel sanatlar oluşur. Örneğin; heykeltıraşlık, resim ve mimari güzelliğin görselliğe göre dışsallaştırılmış şekilleridir. 3- Hem görsel hem işitsel sanatlar: Güzelliğin her iki duyumumuza hitap etmesi sonucu oluşmuş sanatlardır. Edebiyat bu tür bir sanattır. Şiir gözle okunabildiği gibi, kulakla da dinlenebilir. Opera, tiyatro ve sinema da hem görsel hem de işitsel sanat kapsamına girer.Sanat sınıflamasına göre, beş tür sanat türü veya kuramı vardır: 1- Anlamlı form kuramı:Estetik beğeni etkisi ancak sanattaki anlamlı formların sayesinde olabilir. Burada sanatın içeriği ve konusu değil, ayrıntılardaki uyum ve düzen önemlidir. 2- İdealist kuram: Sanatın fiziksel etkisi veya sonucundan çok, sanat,sanatçının zihninin bir ifadesidir. 3- Sembol olarak sanat: Gerçek sanat insanın estetik ifadesinin dışsallaşmasından daha çok, bir tür semboller bütünüdür. Örneğin,edebiyatın ifade aracı kelimeler ve cümleler aslında birer sembollerdir. Sanat, sembolik anlatımdır. 4- Pragmatik sanat kuramı: Sanat eserinin işlevi izleyiciye estetik haz vermesidir. Verdiği hazzın çokluğu ile o sanat iyi ve güzel olur. 5- Kurumcu sanat kuramı: Sanat eseri, onu izleyen ve dinleyenler tarafından belirlenen ölçütlere göre değer kazanır. ***Sanatı öznelci ve nesnelci açıdan ele alıp sınıflayabiliriz. 1- Öznelci sanat kuramı: Bir şeyi estetik olarak değerli kılan öğe kendi özelliklerinden değil de, estetik özneyle olan ilişkisi sonucu oluyorsa, bu anlayışa öznelci sanat kuramı denir. 2- Nesnelci sanat kuramı: Nesnelci kurama göre, estetik değer çeşitli derecelerde nesnede önceden mevcuttur.izleyici ise bunları ortaya çıkarak kişidir. Güzellik ve Hakikat (Doğruluk ve Gerçeklik)=Her şeyden önce güzellik, estetiğin temel kavramı iken, hakikat gerçeklik anlamında ontolojinin, doğru anlamında bilgi kuramının bir kavramıdır. Kant, güzelliğin, gerçeklik ve doğrulukla bir ilişkisi olmadığını ifade ederken İngiliz felsefeci Shaftesbury (1671-1713), güzelliğin aynı zamanda doğruluk ve hakikat olduğunu ileri sürer. Güzelliği belirleyen en önemli ölçüt, onun hakikat ve doğrulukla olan ilişkisidir. Güzellik ve İyilik=İyi bir amaç içindir. Bir şeyin iyi olması, gerçekleştirdiği amaca göre belirlenir. Buna karşılık, estetiğin bir kavramı olan güzellik, belli bir amaca hizmet etmez. Güzel, sadece güzel olduğu için beğeni ve haz duygusu verir. Güzellik ve iyilik kavramlarını birbirinden ayıran ilk filozof Kant’tır. Kant’a göre iyi, ahlâk felsefesinin bir kavramıdır. Güzel, Hoş ve Yüce=Hoş olan şeyler her zaman güzel değildir. Hoş bir şey genelde iştah ve istek uyandırırken, güzel olan şeyler, hayranlık, heyecan, sevinç ve coşku uyandırır. Hoş şeyler çoğu zaman insanı kendisinden aşağı olana yönlendirirken, güzel olanlar insanı yüceltir ve daha yükseğe yöneltir. Yüce ve ulu karşısında küçülüp, eziliriz. Güzellik karşısında heyecan duyar, coşarız. Güzellik karşısında ufkumuz genişlerken, yüce karşısında susmak ve sınırlanmak zorunda kalırız. Güzellik ve yücelik, nitelik ve nicelik bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Yüce olanda, duyularımızın yanı sıra aklımızla da sonsuzluğu, ululuğu,büyüklüğü, azametliliği algılarız. ESTETİK DEĞERLER VAR MIDIR BU KONUDA İKİ GÖRÜŞ VARDIR; Ortak Estetik Yargıların Olduğunu Reddeden Görüş:Bu görüşün en önemli temsilcisi B. Croce’dir. Ona göre, her sanatçı kendi duyumlarını ve izlenimlerini alır ve bunları kendi ruhunda bir senteze tabi tutarak,onları kendinde yaşar. Ortak Estetik Yargıların Var Olduğunu Savunan Görüşler:Birçok filozof ortak estetik yargıların var olduğunu savunmuştur. Bunlardan en önemli üç tanesini burada açıklayacağız: PLATON (M.Ö. 428-347):Objektif ortak estetik değerlerin varlığını savunan Platon’a göre, tek tek güzeller diye adlandırdığımız duyu nesneleri aslında güzel ideasından pay aydıkları için güzeldirler. Mükemmel güzel, ancak ideadır. İdea ise düşünsel ve akılsal olandır. Bu nedenle insanlar ortak estetik değer ve yargılara ancak onların ideasına ulaşarak sahip olabilirler. IMMANUEL KANT:Kant, öznel-evrensel estetik yargılardan kalkarak, evrensel estetik yargıların olduğunu ileri sürer. Kant, insan aklının üç gücünü ele alarak üç kritik yazmıştır: Birinci kritiğinde saf aklı, ikinci kritiğinde pratik aklı incelemiştir. Üçüncü kritiği ilk iki kritiğini sentezleyen yargı gücünün kritiğidir. Yargı gücünde, bir güzel araştırması olarak estetiği ele alır ve analiz eder. Kant için estetik yargı özel bir yetidir. estetik, bilimsellik ve özgürlük alanlarının kesiştiği bir yerdedir demiştir.estetik yargılar nesnel değildir.öznel evrenseldir.Kant, “kendini tüm insanların yerine koyarak düşünmek” demiştir .Böyle bir iletişime doğrudan iletişim denir. G. W. F HEGEL:Hegel felsefesinin temel önermesi olan “gerçek olan aklidir; akli olan gerçektir” ilkesini sanat ve estetik anlayışına da yansıtarak, güzelin akli olduğunu ileri sürer. Bu konuda tam bir Platoncudur. Hegel’e göre, sanat güzelin ortaya çıktığı yerdir. 12.ÜNİTE=SİYASET FELSEFESİ “Siyaset” terimi Yunanca polis, politika terimlerinden Arapçaya, Arapçadan da Türkçeye geçmiş bir terimdir. Eski Yunan’ın şehir devletlerinde (polis’lerinde) olan ve olması gereken yönetim şekilleri üzerine Platon’un Devlet ve Yasalar,Aristoteles’in Politika adlı eserleri ilk siyaset felsefesi eserleridir.Genel anlamıyla; siyaset, devlet işlerini düzenleme ve yönetme etkinliğidir. Aristoteles, Politika adlı eserinde siyaseti “Vatandaşların toplumu ve devleti ilgilendiren işlerle ilgili olarak yaptığı her şeydir.”, diye tanımlamaktadır. Fakat siyasetin tanımı, tarihsel süreç içinde iki açıdan ele alınmalıdır: 1- Siyaset, toplumsal sınıflar arasında geçen iktidar mücadelesidir.Dolayısıyla, siyaset iktidarın ne olduğunu, oluşumunu, kapsamını,doğasını, bireyle ilişkisini ve varlığını sürdürüşünü ele alır. 2- Siyaset, toplumda düzeni ve birliği sağlamak amacıyla özel çıkarlara karşı genelin ortak iyiliğini gerçekleştirmek için yapılan faaliyettir. Siyaset, iki bilgi alanının konusu içindedir. Siyaseti, hem siyaset bilimi hem de siyaset felsefesi ele alıp incelemektedir. SİYASET BİLİMİ: Temel konusu olan devlet başta olmak üzere siyasî ve sivil kurumları, siyasal rejimleri ve bunların problemlerini araştırarak, çözümler önerir. SİYASET FELSEFESİ: siyasette olanı değil, “olması” gerekeni ele alır ve yorumlar.Siyasal yaşamı ve özellikle de devletin özünü araştıran siyaset felsefesi, olanı betimlemek yerine, olması gereken üzerine düşünür.Günümüz siyaset felsefesinin en önemli konusu “demokrasinin tanımını ve doğasını” açıklamaktır. Demokrasi kavramını birey devlet, sivil, devlet, özgürlük ve eşitlik kavramlarıyla olan bağlantılarıyla açıklamaya çalışır. SİYASET FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI Birey (fert):)Siyaset felsefesinde tek insan varlığı anlamına gelen birey, kendisini diğer insanlardan ayıran, kendisine ait bir varlığı olan kişidir.Toplum: Toplum, tek tek tüm ihtiyaçlarını gideremeyen insanların fizikî ve sosyal ihtiyaçlarını gidermek için bir araya gelip, belli bir bölgede oluşturdukları düzenli insan grubudur. Sivil toplum: Toplumun, devletin kurumlarının dışında, kendi kendisini yönetmek ve yönlendirmek amacıyla kurduğu demokratik yapıya sivil toplum denir. Devlet: Devlet, sınırları belirlenmiş ortak bir toprak bütünlüğü üzerinde, özgür ve bağımsız bir siyasî örgütlenme sonucu oluşmuş kuruma denir. İktidar: Genel anlamıyla iktidar, yapabilme, kendi istencini egemen kılabilme gücü;siyasal anlamıyla iktidar ise bir toplumun egemenliğini elinde bulunduran gücü ifade eder. Yönetim: Bir kurumu, toplumu ve devleti belli kurallar, ilkeler ve amaçlar çerçevesinde çalıştırma, yönetme ve yönlendirme anlamına gelir. Meşruiyet: Sözcük anlamı, yasallık veya yasaya uygunluk olan meşruiyet, yapılan eylemin veya etkinliğin yazılı yasaya, pozitif hukuka uygun olması demektir. Egemenlik: devletin iktidar gücünü hiçbir iç veya dış baskı olmadan kullanma gücüdür. Hak: İlk anlamıyla hak, hukuk devletinin yapılmasına izin verdiği ve yasa, tüzük,yönetmeliklerde belirlediği serbestliktir. İkinci anlamıyla hak, bireyin, başkalarından isteyebileceği, talep edebileceği şeylerdir. Örneğin, şehir kütüphanesinden kitap ödünç alma hakkı gibi. Hukuk: İnsan bir toplum içinde yaşadığına göre, toplum ve birey ilişkilerini belirleyen, düzenleyen ve devletin yaptırım gücüyle uyulması zorunlu kılınan davranış kurallarının oluşturduğu sisteme hukuk denir. Yasa: Bir otorite yani devlet tarafından bireylerin ilişkilerini düzenlemek amacıyla konulmuş kurallardır. Bürokrasi: Kamu hizmetlerinin düzenli, yasalı ve eşit yapılabilmesi için kurulmuş hiyerarşik örgüte verilen addır. SİYASET FELSEFESİNİN SORULARI “Devletin varlık temeli nedir?”,“Devletin işlevi, görevi ve amacı ne olmalıdır?”, “İktidar, kaynağını ve gücünü nereden alır?”, “Egemenliğin kullanılış şekilleri nelerdir?”, “Meşruiyetin ölçütü nedir?”, “Bireyin temel hakları nelerdir?”, “Sivil toplumun anlamı nedir?”, “Temel hakların güvenceye alınması ne demektir?”, “Bürokrasiden vazgeçmek olanaklı mıdır?”, “En iyi yönetim biçimi nedir?” **Şüphesiz bu sorular ve verilen cevaplar, uzun bir tarihe sahiptir. Platon’un Devlet veAristoteles’in Politika adlı eserlerinde tartışılmaya başlanan bu sorular,günümüzde de değişik boyutlarda devam etmektedir. Genel olarak günümüz siyaset felsefesi, devlet, toplum ve insanı ilgilendiren şu sorunları ele almaktadır:A.İktidar, kaynağını nereden almaktadır? B. Bireyin temel hakları nelerdir? C.Bürokrasiden vazgeçilebilir mi? D. Sivil toplumun anlamı nedir? İKTİDAR KAYNAĞINI NEREDEN ALMAKTADIR? İktidar sorusunu ele alan siyaset felsefecilerden birisi Max Weber (1864-1920)’dir. Weber’e göre iktidar; yani yöneten otorite gücünü üç kaynaktan alır: 1.Geleneksel otorite 2. Karizmatik otorite 3. Demokratik veya hukuksal otorite. GELENESEL OTORİTE:bu egemenliği,toplumun dayandığı gelenek görenek töre ve inançlar belirler.egemenlık halka değil geleneklere göre bellı bir özelliği olankişi veya ailelere dayanır. KARİZMATİK OTORİTE:Karizma üstün niteliklerin bir insanda bulunmasını anlatır.karizmatik otorite yönetme gücünü elinde bulunduran lidern karizmasına dayanir. DEMOKRATİK VE HUKUKSAL OTORİTE:Burada egemenlik kişiler yada zümrelere değil,halka aittir. BİREYİN TEMEL HAKLARI NELERDİR? KİŞİSEL HAKLAR: Bireyi toplumun ve devletin gücüne karşı koruyan haklarıdır. Bu nedenle bunlara “koruyucu haklar” da denir. Örneğin, yaşama hakkı, düşünme ve düşündüğünü söyleme hakkı gibi. Toplumsal ve Ekonomik Haklar:Bireyin devletten isteyebileceği toplumsal ve ekonomik haklardır. Bir vatandaş olarak devletten bir şeyleri yapmasını talep ettiğimiz haklar olduğu için,bunlara “isteme hakları” da denir. Örneğin, özel mülkiyet edinme hakkı, eğitim ve sağlık hakları gibi. Siyasal Haklar Bu haklarla, birey, devlet ve toplumun yönetimine katılır. Örneğin, seçme ve seçilme hakları gibi. Bürokrasiden Vazgeçilebilir mi?:siyaset felsefesinde bürokrasi, devletin kamu hizmetleri için oluşturduğu hiyerarşik görev dağılımıyla çalışan örgütlü kurumudur. Fakat günümüzde bürokrasi, devletin kamu hizmetlerini aşarak, özel girişimin iş yaptırmak için kurduğu örgütlü kurumları da kapsamaktadır. Örneğin, holdingler,bankalar, fabrikalar vb. kendi içlerinde bürokratik yapıya sahiptirler. Hiyerarşik bir örgütlenme şekline sahip olduğundan, bürokraside çalışan bazı memurlar üst, bazıları da ast görevinde bulunurlar Bürokraside hem ast hem de üst bürokratın hizmet ve görevi önceden belirlenmiş rasyonel kural ve yasalara bağlanmıştır.Bu nedenle, üst-ast ilişkisinden oluşan piramit, bazen işlerin verimsizliğine de neden olabilir. Bürokratik işleyişin J. S. Mill”e kadar uzanan bir olumsuz yorumu vardır. Bu yorumlardan bazıları şunlardır: &-Bürokrasi de çalışan memurlar atanarak gelir ve seçimle gelen siyasî gücün hizmetinde kamuya yönelik görevde bulunurlar. &-Siyasî güç, seçimle geldiği için burada geçici bir süre bulunurken, atama ile gelen memurlar yani bürokratlar görevlerinde kalıcıdırlar. &-Geçici olan siyasî güç ve hükümetler işleri hızlandırmak isterken, yazılı kural ve yönetmeliklerin ötesine geçemeyen kalıcı memurlar işleri yavaşlatmak isterler. &-Siyasî güç, halk karşısında sorumluluk taşırken, bürokratların seçilememe gibi bir kaygıları olmadığı için, halka karşı bir sorumluluk da duymazlar. ***Bürokratlar, özellikle de üst düzey bürokratlar alanlarında uzman iken seçimle gelen ve geçici olan siyasî güç, alanın uzmanı değildir. Bu durumda,siyasî güç, bürokrasinin etkisi altına girme tehlikesi yaşamaktadır.Bürokrasi, özellikle kapitalist sistemde halktan koparak hem kendi yerlerini korumak hem de siyasî gücün güdümü altına girerek, onların çıkarlarını koruma tehlikesi altındadır. Kısaca, bürokratlar, kamu hizmeti yerine, siyasî güce hizmet etmeye başlayabilirler. Bürokrasi, hizmetin rasyonel ve çabuk olması için kurulmuşken tam tersi durumlarda oluşabilir. Özellikle, bazı kesimlerin çıkarları doğrultusunda bürokrasi işlerin yavaşlamasına veya engellenmesine sebep olabilir.Tüm bu olumsuz yorumlara karşın, Max Weber’e göre şu nedenlerden dolayı bürokrasiden vazgeçilmemelidir: &-Yasal kurallar ve yaptırımlara dayanması, &-Devamlılığa ve maaşa sahip bir kadro (memur) tarafından yapılması, &-Yazılı belge ve işlemlere dayalı çalışma geleneği olması, &-Mevki ve yeteneğe göre verilmiş yönetim yetkisi ve sorumluluğa sahip olması, &-İş bölümüne dayalı bir hizmet anlayışı olması. Sivil Toplumun Anlamı Nedir? Sivil toplum, devlet kurumlarının dışında, toplumun kendi kendisini yönlendirmek için kendi kurumlarını oluşturduğu demokratik yapıdır. Sivil toplumun başlıca özelliği, özgür vatandaşların bir araya gelerek devlet veya özel girişim karşısında haklarını koruma isteğidir. Toplumun istek ve çıkarları doğrultusunda daha çabuk kamuoyu oluşturma ve demokratik işleyişi sağlamak, sivil toplumun amaçları içindedir. SİYASET FELSEFESİNİN İKİ ANA PROBLEMİ Siyaset felsefesinin iki ana problemi vardır: A. Düzen ve devlet ilişkisi B. Birey ve devlet ilişkisi. KARMAŞA-DÜZEN-ÜTOPYA(DÜZEN VE DEVLET İLİŞKİSİ): İnsan, diğer canlı varlıklara göre daha uzun bir çocukluk dönemi geçirmesi ve bedensel olarak da diğer canlıların bazılarından güçsüz olması nedeniyle, bir araya gelerek oluşturdukları toplum içinde yaşar. Fakat ilk çağlardan beri toplum içinde yaşayan insanlar, her zaman yöneten ve yönetilen olmak üzere iki grup altında sınıflanmışlardır. 20. yüzyıl siyaset bilimcisi Maurice Duverger’e göre, “En küçüğünden en büyüğüne, en ilkelinden en gelişmişine, en geçicisinden en kalıcısına kadar tüm toplumlarda yönetenler ve yönetilenler arasında köklü bir ayırım vardır.” Kısaca bir tarafta emredenler, diğer tarafta bu emirlere itaat edenler vardır. Duverger’in dediği gibi, tüm toplumlarda çeşitli oranlarda düzen vardır.İnsan, karmaşanın ve kaosun olduğu yerde, toplum oluşturamadığı gibi, yaşamını sürdürme garantisine de sahip değildir.Düzen, toplumda işbölümünü, birlikte yaşamayı, kurallar çerçevesinde özgürlüğü ve eşitliği sağlamaktadır. Karmaşa içindeki hiçbir toplum, yaşamını sürdürmeyi başaramamıştır. Çünkü mutlak özgürlüğün olduğu yerde karmaşa ve kaos vardır. Böyle bir özgürlük sonucu insanların çıkar, istek ve düşünceleri birbirleriyle çatışır. Kaos ve karmaşa hâlindeki toplumlarda herkesin yaşamı tehlike altındadır. Karmaşa içindeki toplum, varlığını sürdüremez. Düzenin Gerekliliği ve Devlet: Devlet bireylerin karşılıklı ilişkilerini düzenleyen bir hukuk sistemine dayanır. Bu düzen içinde bireyler hayatlarını güven içinde sürdürürler vetoplumsal kültürel varlıklarını yine bu devletin sağladığı güven içinde geliştirirler. Bu nedenle nerede devlet varsa orada toplumsal bir düzen vardır. ***Devlet, siyaset felsefesi tarihinde hem doğal bir kurum hem de kurma veya yapma bir kurum olarak iki farklı yaklaşımla açıklanmıştır.Doğal bir kurum olarak devlet: Bu yaklaşımın kurucusu ve en önemli temsilcisi Platon’dur. Platon’a göre, devlet insana benzeyen büyük bir organizmadır. Devlet, bireyin devamıdır yani devletin doğası veya temeli,insanın doğası gibidir. İnsanla devlet birbirine benzer. İnsanın ruhundaki üç erdemine karşılık, devlette de üç sınıf bulunur. Birinci sınıf, maddeye ve bedene düşkün olan üreticiler yani işçi, köylü ve zanaatkârlar. İkinci sınıf,cesaret erdemi taşıyan bekçiler yani askerler. Üçüncü sınıf, manevî hazları ön plana çıkaran bilginler, filozoflar ve yöneticilerdir. Platon’a göre, her sınıf kendi doğasını gerçekleştirirse toplum ve devlette düzen doğal olarak sağlanmış olur. Yapma bir kurum ve araç olarak devlet: J. Locke, T. Hobbes ve J. J.Rousseau tarafından öne sürülen bu devlet görüşüne göre, insanlar bir araya gelerek, kendi ihtiyaç ve gereksinmeleri doğrultusunda yaptıkları bir toplumsal sözleşme ile devleti kurarlar. Devlet insanların oluşturduğu bir tür yapma bir kurumdur. Amacı, insanların istek ve çıkarlarına hizmet etmektir. Bu nedenle, devlet, bir amaç için kurulan yapay araçtır. İdeal Düzen Anlayışları:Toplum ve devlette düzen arayan siyaset felsefecileri, insanın ve toplumun doğasını inceleyerek, ideal bir düzenin olabileceğini öne sürdükleri gibi,olamayacağını da öne sürmektedirler: İdeal Düzenin Olabileceğini Reddedenler:İdeal bir düzenin olamayacağını savunan iki temel akım vardır: Sofistler ve nihilistler. Sofistler: İlkçağ felsefesinde önemli bir yere sahip olan sofistlere göre, ideal düzen doğal olandan ayrılmayı ve onu değiştirmeyi gerektirmektedir. İdeal düzende insanlar bir araya gelerek kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda toplumsal sözleşme yaparlar. Fakat böyle bir sözleşme insanın doğasına aykırı olduğu gibi,doğa düzenine de aykırıdır. Birinci nedeni şöyle formüle edebiliriz: Ünlü sofist Protagoras’a göre, “İnsan her şeyin ölçütüdür. İkinci olarak, doğal düzene göre, güçlüler, güçsüzleri yenmekte ve yok etmektedir.Fakat güçlü insanlara karşı sayıca çok olan güçsüz insanların oluşturdukları toplumsal sözleşme sonucu doğal yasanın tam tersi bir durum ortaya çıkmaktadır.Güçsüzler, güçlüler karşısında daha etkili olmaktadır. Bu durum, doğal düzene ve yasaya karşıttır. O hâlde, doğal düzen gereği, ideal düzen olamaz. Nihilistler(Hiççiler):İdeal düzeni reddeden ikinci yaklaşım, Yakın Çağla birlikte ortaya çıkan evrenin anlamsız ve amaçsız olduğu anlayışını öne süren nihilistlere aittir.Nihilistlere göre, evrende hiçbir şeyin değer ve amacı yoktur. Bunlara göre devlet ya da otorite, doğal duruma aykırıdır. İdeal Düzenin Olabileceğini Kabul Edenler:bu görüşü savunanalar ideal düzeni farklı ölçütlerle ele alırlar. ÖZGÜRLÜĞÜ TEMELE ALAN VE EŞİTLİĞİ TEMELE ALAN YAKLAŞIMLAR Özgürlüğü Temele Alan Yaklaşımlar: Liberalizm olarak da bilinen bu yaklaşım, her türlü insan etkinliğinin temeline özgürlüğü koymuştur. Özgürlük her türlü etkinlikte temel ilke olduğu zaman ancak insan kendini gerçekleştirebilir ve yaratıcı olabilir. Bundan dolayı, liberal düşünceye göre devlet, ekonomi ve ticaret konularından elini çekmeli ve bu alanlarda denetleyici olarak görev almalıdır. Bu anlayışın sonucu kapitalist düzen ortaya çıkmıştır. Bireyler dinî, siyasî, ekonomik ve düşünce alanlarında özgür bırakılmalı ve bu alanlarda girişimci olmaları devlet tarafından desteklenmelidir. Böylece devlet sınırlayıcı ve engelleyici olmaktan çıkıp denetleyici olarak ideal düzenin gerçekleşmesini sağlayabilir. En önemli temsilcileri Adam Smith ve John Stuart Mill . Eşitliği Temele Alan Yaklaşımlar Liberalizmin özgürlükçü anlayışı, toplumda iki sınıfın oluşmasını sağlamıştır.Özgürlüğünü kullanarak kendini gerçekleştiren bireyler zaman içinde üretim araçlarını elinde bulunduran zengin sınıfa dönüşürken, diğer insanlar emeğini para karşılığı satan işçi sınıfına dönüşmektedirler. Böylece toplumdaki denge gittikçe zenginlerin yani kapitalistlerin lehine gelişmektedir. sosyalist düzen amaçlar. O hâlde, bu yaklaşım liberalizm ve kapitalizme karşı çıkarak, üretim araçlarının tüm bireylere ait olmasını savunarak özel mülkiyeti toplumun ortak malı yapmıştır. Savunucuları Fransız Saint Simon (1760-1829), Charles Fourier (1772-1837), Joseph Proudhon (1809-1865), İngiliz Robert Owen (1771-1858) ve Alman Karl Marx (1818-1883) ve F. Engels (1820-1895)’dir. İdeal Düzeni Belirleyen Ölçütler: Yukarıda açıkladığımız iki ideal düzen anlayışı da çeşitli açılardan ideal düzenin gerçekleşmesinde yetersiz kalmaktadır. Özgürlüğü temele alan liberalizm ve kapitalizm, “mutlu azınlığın” karşısına “yoksul çoğunluğu” koyarak kendini gerçekleştirmektedir. Böylece toplumu iki karşıt sınıfa dönüştürmektedir. Eşitlikçi ilkeyi temele alan sosyalist düzen ise yine ideal düzeni gerçekleştirememektedir.Çünkü bireylerin özgürlüğü elinden alınınca büyük acılar ve felaketler ortaya Çıkmaktadır. ÜTOPYALAR: İdeal düzen üzerine düşünen bazı felsefeciler, var olan düzen yerine olması gereken düzeni düşlemişlerdir. Düşlenen veya hayal edilen bu düzenlere ütopya adının verildiğini daha önce belirtmiştik. Olması gereken ya da ütopik düzenden yana olan düşünürleri ikiye ayırabiliriz: 1- Var olan toplumsal düzenin iyileştirilemeyeceğini varsayarak, olması gereken mükemmel bir düzen tasarlayanların oluşturduğu birinci gruba gerçekleşmesi mümkün olmayan ama istenen düzen ütopyacıları denir. 2- Var olan düzenin yerine olması gereken ütopik bir düzen düşünmek yerine, var olan düzenin devam etmesi durumunda gelecekte var olacak düzeni tasarlayan ikinci gruba, korku ütopyacıları denir. Bu anlayış, varolan düzen devam ettiği takdirde gelecekte alacağı durumu açıklamaya çalışır. Gerçekleşmesi İstenen Ütopyalar Tarihsel süreç içinde bu tür ütopyaları savunan düşünürlerden bazıları şunlardır: Platon, Fârâbî, Thomas More ve T. Campanella . PLATON ve İDEAL DEVLET: Platona göre ideal devletin amacı yurttaşların mutluluğunu sağlamaktır ve böyle bir devlet her kesimde iyi ideasını yansıtacak bir ahlak devleti olacaktır.bu devlet 3 sosyal sınıftan meydana gelir:İşçiler, bekçiler ve yöneticiler. ***Platonun ideal devleti eğitime dayanır.bütün yurttaşlar yetilerine göre eğitilirler. Eğitimin amacı seçkinleri yetiştirmektir ve bu hayat böyu sürer. Butun sınavlarda başarılı olan kişi artık hem filozof hemde devlet yöneticisi olur.platona göre ya devlet yöneticileri filazof yada filozoflar devlet yöneticisi olmalıdır. FÂRÂBÎ ve ERDEMLİ TOPLUM: İnsanları toplumsal varlık olarak kabul eden Fârâbî, tek tek insanların doğada yaşamasının çok zor olduğunu söyler. Yaşamı sürdürmenin koşulu birlik ve devlet kurmaktır. Devleti bir organizma gibi gören Fârâbî, devletin çeşitli organlardan oluştuğunu ifade eder. İnsan vücuduna benzeyen devletin kalbi ve diğer organları uyum içinde çalışmalıdır. Aksi takdirde organizmanın sağlığı bozulduğu gibi,devletin de bozulması mümkündür. Devletin yöneticisinin iyi erdemlere sahip olması devletin ve fertlerin iyiliği içindir. Yönetici, teorik ve pratik erdemleriyle herkesten daha üstün olmalıdır. ***Platon’un devletindeki kral-filozof ilişkisinden etkilenen Fârâbî, yöneticide bulunması gereken erdem ve yetenekleri şöyle sıralar: Yönetici güçlü bir zekâya ve hafızaya sahip olmalıdır. Keskin kavrayışıyla bilgi peşinde koşmalıdır. Teorik bilgi aşkı ile dolu olan bir yönetici, bedensel zevklerin peşinde koşacak kadar zayıf olmamalıdır. Yeme, içme ve cinsel arzuların egemenliği altında olan bir yönetici, her zaman başkalarının çıkarları için kullanılma zayıflığını gösterebilir. Yönetici, devlette adaleti sağlamasını ve korumasını bilmelidir. Adalet,insanların güvenliğini, servetini, şerefini ve maddî mallarını korumakla mümkündür. Platoncu bir anlayışla, insanlara erdemlerin, doğuştan getirdikleri yeteneklerine göre verildiğini ileri sürer. Yeteneğe göre iş dağıtımını önerir. Fârâbî, Medinetü-l Fâzıla adlı eserinde devletleri erdem ve mutluluğuna göre dört şehir tipinde toplar: 1- Cehalet şehir tipi: Gerçek mutluluğu bilmeyen ve ona ulaşmaya çalışmayan fakat hayatın aldatıcı zevk ve arzuları peşinde koşan devlet tipidir. 2- Fâsık şehir tipi: Allah hakkında gerçeği, ahireti ve mutluluğu bilir fakat bunlara göre yaşamaz. 3- Değişmiş şehir tipi: Erdemli veya Fâsık şehirden uzaklaşarak değişen Şehirdir. 4- Sapık şehir tipi: Allah’ın gerçek bilgisini bilmeyen, yanlış bilgiye sahip şehirdir. Yalancı ve sahte peygamberlerce yönetilirler. THOMAS MORE ve ÜTOPYA:Ütopya adasındaki toplumsal yaşamda her şey ortaktır, özel mülkiyet yoktur.devlet bireylerin ihtiyaçlarını parasız olarak sağlar. Bireyler günde 6 saat çalışırlar,geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler.yöneticiler çok sıkı bi eğitimle yetişirler. CAMPANELLA ve GÜNEŞ ÜLKESİ:Bu devlette bilim ve felsefe hakımdır.devletin yöneticisi hem filozof hemde rahiptir.bütün yurttaşlardevletin sıkı denetimi altında denetimi altında yetişirler; devletin sürekli olması içinözel mülkiyet yasaktır.güneş devletideki insanlarınkendi aileleri ve evleri de yoktur.bu devlette herkese yeteneklerine uygun işler verilir ve herkes ihtiyaç duyduğu ve hakettiği şeyi alır. KORKU ÜTOPYALARI:Bazı ütopyacılar, var olan toplumu analiz ederek, gelecekte oluşacak ideal devlet düzenine varamazlar. Onlar, olup bitenler bu şekilde devam ederse,gelecekte insanları nelerin beklediğini düşlerler. Bu tür öykü betimleyen çağdaş iki korku ütopyacısından bahsedebiliriz: A. Huxley ve G. Orwell. HUXLEY VE YENİ DÜNYA: Yeni Dünya’ya göre, gelecekte bilim ve teknoloji tüm insanlığı her boyutuyla egemenlik altına alacaktır. Eğer bilim ve teknoloji günümüzdeki hızıyla gelişmeye devam ederse Huxley’e göre, gelecekte aile kurumu ortadan kalkacaktır. Artık her şey önceden plânlanmıştır. İnsanlar ihtiyaca göre, çeşitli özelliklerde üretilecektir.İnsanların alınyazıları önceden teknoloji ve bilim tarafından belirlenmiştir. İnsanlar üstün zekâlı, normal ya da geri zekâlı olarak plânlı bir şekilde tüp bebek olarak üretilmiştir. Kişi, işine göre üretildiği için, işini sevecek ve mutlu olacaktır, zira bu ona yetecektir. Bu nedenle, insanların düşünmeye ihtiyacı veya gereksinmesi yoktur. Çünkü geçmişi hatırlatacak her şey silinmiş ya da yok edilmiştir. Örneğin,tüm müzeler kapatılmış, eski anıtlar yıkılmıştır. Yeni Dünya’da aşka da yer yoktur.Çünkü her şey bilimin ve teknolojinin kontrolü altındadır. Her şey makine düzeni içinde işler. Bunun sonucu gerçek ana ve babadan doğmuş olan tek insan da yaşamı anlamsız bulduğu için intihar eder. Huxley, Yeni Dünya adlı eserinde geleceğe kötümser ve korku içinde bakar.Bu nedenle olumsuz bir ütopya düzenini düşler. Fakat bu ütopyasıyla insanları uyandırmak ve onlara geleceği daha iyi kurgulamalarını öğütler. GEORGE ORWELL VE 1984:İngiliz romancı George Orwell de Huxley gibi, bir korku ütopyacısıdır. Yazdığı Hayvan Çiftliği ve 1984 adlı romanlarla gelecekte oluşabilecek kötü toplum düzenlerinden bahseder.Orwell, bilim kurgu türünde yazdığı 1984 adlı eserinde dünya devletlerinin üç büyük blokta birleşeceğini tasarlar: İngiltere, Amerika ve Batı Avrupa ilk bloğu;Doğu Avrupa ve Rusya, ikinci bloğu; Çin ve Japonya, üçüncü bloğu oluşturmaktadır.Bu blokların güçleri birbirine eşit olduğundan savaşa girmekten çekinirler.Her blok, acımasız diktatörlerin elindedir ve yönetimleri çok sert ve baskıcıdır.İnsanlar böyle bir yönetim altında artık düşünemez, sorgulayamazeleştiremez hale gelmişlerdir. Kişi, en doğal hakkı olan yaşama güvencesini bile kaybetmiştir.Böyle bir ortamın sonucu insanlar, korkak, tepkisiz, kişiliksiz ve jurnalcı olmuşlardır. Herkes birbirini düşman olarak görmektedir. İnsanlar daha iyi olan yönlerini geliştirmek yerine, adeta ilk doğal hali olan ayakta kalma ve yaşamını koruma biçimine dönmüştür. BİREY VE DEVLET: Birey olmadan devlet olamaaz. bireyin devlet için bile olsa, temel hak ve özgürlüklerinden vazgeçmesi düşünülemez. Birey-devlet ilişkisi daha çok yakın zamanda ortaya çıkmış ideal bir ilişkidir.Çünkü İlk ve Ortaçağ boyunca günümüz anlamında bir devlet ve yönetici kavramı yoktu. Daha çok emreden ve emir alan bir anlayış içinde monarşik veya teokratik yönetim biçimleri vardı. Dinsel temelli monarşilerde yöneticiler, mutlak vedeğişmez yetkilere sahipti. Bu tür yönetim biçimlerinde, birey-devlet ilişkisinden söz etmek mümkün değildi. ***Günümüzdeki birey-devlet ilişkisine gelmek kolay olmadı. Uzun bir süreçten sonra insanlar bugünkü konumlarını kazandılar. Bugüne gelene kadar insanlar büyük mücadeleler verdiler. Bunu anlamak için, burada iki düşünürden bahsedeceğiz. Biri Doğu’dan Yusuf Has Hacip, diğeri Batı’dan Montesquieu’dur. YUSUF HAS HACİP: Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de dört kişinin birbirlerine anlattıkları İslâm dünyasında geçerli olan dört temel ahlâkî değeri açıklar. Bu eserinde, bilginin ve dilin değerini, iyiliği, aklı ve adaleti över ve bunların devlet yönetimindeki önemini vurgular.İnsanların bu dünyada ve öbür dünyada nasıl mutlu olacaklarını ele alan Yusuf Has Hacip, eserinde olması gereken devleti tanımlamıştır. Bir devletin ideal ve gerçekleşebilen devlet olabilmesi için gerekli özelliklerin; akıl, adalet, doğru ve adil yasalar olduğunu belirtmiştir. Eserindeki öykü çerçevesinde hükümdarın,yöneticinin ve hizmetkârların görev, sorumluluk ve özelliklerini belirten yazar, devleti yönetenlerin amacının, bireyi mutlu yapmak olduğunu söyler. Birey de Tanrı’dan gelen kaynakların değerlerini özümseyerek, erdemli olmaya çalışmalıdır.O zaman birey, kişilik kazanır ve birey-devlet ilişkisi arzulanan düzeye yükselir. CHARLES DE MONTESQUİEU: Fransız düşünür ve felsefeci Montesquieu (1689-1755), “Kanunların Ruhu”adlı eserinde üç yönetim anlayışından söz eder. Cumhuriyet, monarşi ve istibdat(despotizm) olarak tanımladığı bu üç yönetim şeklinden cumhuriyeti aristokrasi ve demokrasi olmak üzere ikiye ayırır. Cumhuriyet yönetiminde egemenlik azınlığın elinde ise aristokrasi, çoğunluğun elinde ise demokrasi ortaya çıkar.Monarşi, tek kişinin idareyi elinde tuttuğu yönetim şeklidir.İstibdat ise tek kişinin toplumu kendi keyfine ve arzularına göre Yönetmesidir. ***Montesquieu’ye göre, bu üç yönetim biçimine, üç temel erdem veya duygu karşılık gelir. Cumhuriyete siyasal erdem; monarşiye şan ve şeref erdemi; istibdada ise korku duygusu eşlik eder. Siyasal erdem, ülke, devlet ve toplum sevgisidir. Monarşide toplum iki sınıfa ayrılır: Üst ve alt sınıf. Üst sınıfı, yöneticiler, din adamları ve soylular oluştururken, alt sınıfı halk oluşturur. Üst sınıf, birçok ayrıcalığa ve hakka sahiptir. Bunları korumak ve sürdürmek için, devamlı alt tabaka ve kendi aralarında bir savaş içinde yaşarlar. Bu nedenle, monarşide üst sınıf şan ve şöhret peşinde koşar. Ayrıcalıklar azalınca veya ortadan kalkınca monarşi de yok olma sürecine girer. Montesquieu’ye göre, devletin üç gücü vardır: Yasama, yürütme ve yargılama. Eğer bu güçler tek elde toplanırsa, güçler ayrılığı ilkesi işlemiyor demektir ve bu durum tehlikelidir. FELSEFE 13 Din, bireysel ve toplumsal yanı bulunan, düşünce ve uygulama açısından sistemleşmiş olan, ınsanlara bir yaşam biçimi sunan, onları belli bir dünya görüşü etrafında toplayan kurumdur. Hayatın her yanı ile ilgilenen din ile felsefe, konu ve problemleri itibariyle yan yanadır; ama alanları ayrıdır. Din felsefesi, dinin temel iddiaları hakkında rasyonel, kapsamlı ve tutarlı bir şekilde düşünmektir. Dinin doğası, özü, değeri hakkında fikir yürütmektir; dini, düşünme konusu yapmaktır. 1:Teoloji İle Din Felsefesinin Farkı Teoloji (İlahiyat), dini konu edinir; amacı dini temellendirmek ve açıklamak, böylece inananların inançlarını güçlendirmektir. Teoloji, doğrudan doğruya inanca dayanır. Dini yargıları hiç bir şekilde sorgulamaz; bu yönüyle dogmatiktir. Oysa din felsefesi, özgür düşünmeyi, nesnel olmayı ve sorgulamayı temel alır.Teoloji belirli bir dini ve bu dine ait problemleri ele alır. Dolayısıyla Yahudi teolojisinden, Hıristiyan teolojisinden söz edilebilmektedir. Din felsefesi ise dini veya dinleri genel olarak ele almaktadır. 2. Dinin Felsefi Temellendirilmesi Din felsefesi, dine rasyonel olarak bakmak, aklın bütün olanaklarıyla dinin temel tezlerini gözden geçirmek, onları sorgulamak durumundadır. Bu ise, dinin temel ilke ve inançlarını akla dayanarak akıl ve mantıksal analiz yoluyla temellendirmek anlamına gelir. •Din felsefesinin dine bakış açısı tutarlı olmalıdır. Tutarlılık ise, açıklamalarda çelişmelere düşülmemesi, uyuşmazlıkların ve tutarsızlıkların ortadan kaldırılması anlamına gelir. •Din felsefesi, dine mümkün olduğunca kapsamlı ve kuşatıcı bir bakışla yaklaşmalıdır. Örneğin, din felsefesiyle ilgilenen filozof, ruhun ölümsüzlüğü veya ahiretin varlığı problemini ele almışsa, bu konuyu bütün yönleriyle değerlendirmelidir. ***Din felsefesi rasyonel olmalıdır. Dinin lehinde ve aleyhinde bir anlayış içine girmemesi gerekir. Din felsefesi, genel olarak Tanrı var mıdır? Evren yaratılmış mıdır? Vahiy mümkün müdür? Ruh ölümsüz müdür? gibi sorular üzerinde durur. DİN FELSEFESİNİN TEMEL SORUNLARI A- Tanrı’nın Varlığı Sorunu:Din felsefesinin merkezinde, Tanrı’nın var oluşuyla ilgili kanıtlar bulunmaktadır. Çünkü dinin temellendirilebilmesi için Tanrı’nın varlığının kanıtlanması gerekmektedir.Bu konuda;Tanrı var mıdır?,Tanrı’nın varlığını gösteren kanıtlar nelerdir?,Tanrı’nın varlığının özü nedir?,soruları sorulur; bunların yanında ya da karşısında yer alan kanıtlar ele alınır, irdelenir. B- Tanrı’nın Temel Niteliklerinin Tanımlanması Sorunu:Tanrı’nın evrene aşkın ya da içkin olduğuna ilişkin yaklaşımlar görülür. Tanrı’nın ebedi ve ezeli oluşu, her şeye gücünün yetmesi, yaratılmamış olması, her şeyi bilmesi gibi nitelikleri üzerinde durulur. C- Vahyin İmkanı Sorunu:Tanrı ile insan, iki ayrı kategoriden varlıktırlar. Buna göre;Tanrı, emir ve buyruklarını nasıl iletmektedir?,İki farklı varlık olan Tanrı ile insan arasında iletişim nasıl gerçekleşmektedir? Sorularında görüleceği gibi, sonlu bir varlık olan insanla, ezeli ve ebedi olan Tanrı arasındaki iletişimi sorgular. D- Ruhun Ölümsüzlüğü Sorunu:Ölüm bir son mudur?,Ruh ölümsüz müdür?,Ölümden sonra yaşam var mı?,Beden yok olduğu zaman insan ruhu ortadan kalkar mı?,Bu sorulara ilişkin din felsefesi, ilgili görüşlerin kanıtlarını nasıl temellendirdiklerini irdelemektedir. E- Evrenin Yaratılışı Sorunu:Evren yaratılmış mıdır, yoksa ezeli ve ebedi midir?,Tanrı ile evren arasında nasıl bir ilişki vardır?,Tanrı, evrenin kendisi midir, yoksa ondan ayrı mıdır?soruları ortaya konur. Bu konudaki görüşler gözden geçirilir ve irdelenir. 4. Tanrı’nın Varlığına İlişkin Bazı Yaklaşımlar Tanrı’nın varlığına ilişkin üç farklı yaklaşımdan söz edilebilir:Birincisi, Tanrı’nın varlığını kabul edip kanıtlamaya çalışır.İkincisi, Tanrı’nın varlığını reddedip, bu iddialarını kanıtlamaya çalışır.Üçüncüsü, Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini savunur. a. Tanrının Varlığını Kabul Edenler:Tanrı’nın varlığını kabul eden görüşler üç grupta incelenebilir. Teizm, Deizm, Panteizm. Bunlar, Tanrı’nın özelliği ile ilgili görüşlerinde birbirlerinden ayrılırlar. TEİZM:Tanrı’ya inanma anlamına gelir. Tanrı’ya inanmama anlamındaki ateizme karşıttır. Teizm, Tanrı’nın varlığını, O’nun evrenin yaratıcısı ve koruyucusu olduğunu kabul eder. Tanrı ezeli ve ebedidir. Evrende olup biten her şey onun iradesinin ürünüdür.Teist düşünürler, Tanrı’nın varlığını akıl yoluyla temellendirmek için kanıtlar ileri sürmüşlerdir. Ontolojik kanıt: Burada Tanrı’nın var oluşu, Tanrı tanımından çıkar. Buna göre Tanrı kendisinden daha mükemmeli düşünülemeyen en yetkin varlıktır. Yetkin bir varlık, var olmadığında yetkin olamaz. Dolayısıyla Tanrı vardır. Kozmolojik kanıt: Hiç bir şey nedensiz olarak meydana gelmez. Var olan her şeye, mutlak olarak kendisinden önce gelen bir şey neden olmuştur. Bu neden sonuç zinciri sonsuza kadar gidemez; kendisi nedensel bir açıklama gerektirmeyen bir varlıkta sona erer. Böylece nedensel bağıntıdan, evrenin temelindeki ilk nedene ulaşırız. Bu ilk neden Tanrı’dır. Düzen ve Amaç Kanıtı: Evrendeki her şeyde bir düzen görülmektedir. Hiç bir doğal nesne kendi kendisine düzen veremez. O halde evrene düzen veren, güç ve irade sahibi bir varlık olarak Tanrı’nın olması gerekmektedir. Gezegenlerin yörüngelerindeki hareketleri bir düzenin varlığına, bu da Tanrı’nın varlığına kanıt oluşturmaktadır DEİZM:Deist düşünürler Tanrı’nın varlığını kabul ederler. Ancak Tanrı’nın evrene aşkın olduğunu, yani bir kez planlayıp yarattıktan sonra evrene müdahale etmediğini savunurlar. Onlar, varlığı akılla bilinebilen bir Tanrı anlayışına sahiptirler. PANTEİZM:Tanrı ile evreni bir kılan, her şeyi Tanrı olarak gören felsefi öğretidir. Bu öğretiye göre, doğal düzen Tanrı’nın bir görünüşüdür. Tanrı’yı evrenin kendisi ve süreçleri olarak tanımlar. Tanrı, evrenin her tarafına yayılan bir varlıktır. Evren ve Tanrı bir ve aynıdır. Her şey Tanrı’dır ve Tanrı her şeydir. Tanrı ile eseri özdeştir. Evrendeki tüm varlıklar gibi insan da Tanrı’nın bir parçasıdır.Başlıca temsilcisi Spinoza’dır. b. Tanrı’nın Varlığını Reddedenler:Tanrının varlığını reddeden görüşlere ateizm, kişilere de ateist denir. Ateizm, inançsızlığı ve tüm dinlere karşı olmayı ifade eder.Ateizm, Tanrı’nın var olmadığını gösteren kanıtlar bulmaya çalışır. Kötülük kanıtı: İçinde yaşadığımız dünya depremler, salgın hastalıklar, kuraklık gibi kötülüklerle dolu bir dünyadır. İnsanın bu kadar kötülüğün karşısında nasıl olup da mutlak iyi olarak belirtilen bir Tanrı’nın varlığına inanabileceği sorgulanır. Her şeye gücü yeten Tanrı bütün kötülüklerin ortaya çıkmasına engel olabilir. Mutlak ve her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın var oluşuyla bu dünyadaki kötülüklerin bağdaştırılamayacağı varsayımından hareketle Tanrı’nın varlığı reddedilir. Ahlaki Gerekçeler Kanıtı: Bu görüşteki düşünürler, ahlak söz konusu olduğunda, insanın Tanrı tarafından belirlenmiş bir özünün bulunmadığını, insanın özünü kendisinin belirlediğini savunmuşlardır. İnsan özgürlüğünün ancak Tanrı var olmadığı zaman söz konusu olabileceğini iddia etmişlerdir. Bu görüşü savunan filozoflar Sartre ve Nietzsche’dir. c. Tanrı’nın Varlığının ya da Yokluğunun Bilinemeyeceğini Öne Sürenler:Tanrı’ya ilişkin bir bilgiye sahip olunamayacağını, Tanrı’nın var olduğunun ya da var olmadığının kanıtlanamayacağını ileri süren felsefi öğretiye agnostisizm (Bilinemezcilik) adı verilir. Agnostikler, Tanrı’nın var olduğunun ya da var olmadığının ilke olarak bilinemeyeceğini savunurlar. Onların ileri sürdükleri görüş, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu değil, bu konuda bizim bilgisizliğimizdir.Sofistlerin göreli anlayışları Tanrı’yı da kapsamış, onlar Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Sofist olan Protagoras, “Tanrı’larla ilgili olarak, Onların ne var olduklarını ne de var olmadıklarını bilebilirim; çünkü bu konuda bilgi için konunun karanlıklılığı ve insan yaşamının kısalığı gibi bir çok engel vardır” demiştir. Felsefe-14 Felsefenin eğitimin doğası,olanağı,amaçları,problemleri ve yöntemleri üzerine yaptığı incelemelerin tümüne eğitim felsefesi denir.Eğitim felsefesi aynı zamanda hem felsefi antropolojiyle hem de bütün sosyal bilimlerle ilişki içindedir. >Eğitilecek olan varlık,insandır. >Eğitim felsefesi,felsefi antropolojinin insan sorusuna verdiği cevapları dikkate almak zorundadır. >Eğitim felsefesi gibi,eğitim bilimi de eğitim hakkında bilgi sunmaktadır.Fakat bu iki etkinlik alanı, birbirleriyle ilişkili olmalarına rağmen aynı şeyler değillerdir.Ortak olan şey konudur.Eğitim bilimi, bilimsel olgulara ve verilere dayanarak eğitimin ne olduğu veya ne olması gerektiği hakkında betimlemeler yapar.Eğitim felsefesi,eğitim üzerine felsefi bir sorgulama yapar. >Eğitim felsefesi,bilgi felsefesinin kuramlarına göre kendi kuramlarını öne sürmektedir.Örneğin Platon, kendi bilgi kuramıyla tutarlı bir eğitim felsefesine sahiptir.Platon,insanın eğitilmesi gereken tarafının idealar bilgisini veren ruh yanı olduğunu kabul ederek,ruhun nasıl eğitileceği üzerine eğitim felsefesini oluşturur. >Eğitim felsefesi,varlık felsefesiyle de yakından ilişkilidir.Çünkü insan hem varlık felsefesinin hem de eğitim felsefesinin sorgulama alanı içindedir. >Eğitim felsefesi insanın nasıl bilgi edineceğinin yanı sıra ne tür bir insan yetiştirilmek istendiğini de sorguladığı için ahlak felsefesiyle doğrudan bir ilişki içindedir.Ahlak felsefelerinin geneldeki amacı iyi ve mutlu insanı ve davranışlarını tanımlamak olduğuna göre,eğitim felsefesinin amacı ile ortak bir özü paylaşmaktadır. >Eğitim felsefesi ve din arasında yine ortak olan insan olgusudur.Her ikisi de insanı daha iyi,doğru ve mutlu yapmayı amaçlar >Eğitim felsefesi yalnızca bireyin eğitimi üzerine felsefi sorgulama yapmakla kalmaz aynı zamanda toplumun eğitimi hakkında da felsefi sorgulama yaparak çözümler üretmektedir. Bu açıdan sosyolojinin verilerinden ve kuramlarından yararlanmak zorundadır. EĞİTİM FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI -Eğitim -Öğretim -Yöntem -İnsan -Öğretici ve Öğrenen EĞİTİM FELSEFESİNİN TEMEL PROBLEMLERİ Eğitim nedir ve amacı ne olmalıdır?Acaba insan belirlenmiş bir öze sahip midir?Yoksa kendini kendisi belirleyen bir varoluşa mı sahiptir?Acaba insan bilgilerin yüklendiği bir bilgisayar olabilir mi? Bilgilendirmek insanı insan yapar mı?İnsanı insan yapan nedir?Bilgilendirmek insanı mutlu ve hükmeden yapabilir mi?Bilgilendirmenin amacı nedir?Ne tür bilgiler eğitimin amacına hizmet edebilir?Aktarılacak bilgileri kim, neye göre seçmelidir? ... EĞİTİM FELSEFESİNE ÇEŞİTLİ YAKLAŞIMLAR Daimici Eğitim Felsefesi (Perennialism):Temele klasik idealizmi ve realizmi alan daimicilik,insanı akıllı bir varlık olarak tanımlamaktadır.Daimicilik,eğitimin insana evrensel,değişmez,mutlak doğruları akıl yoluyla öğretebileceğini savunur.Eğitimin amacı,insanın doğasına uygun rasyonel bilgileri öğretmektir.Çünkü insanın doğası çağlara ve toplumlara göre değişmez olan akıldır. **Bu görüşü felsefecilerden:Platon,Aristoteles,Aziz Augustinus,Aziz Thomas,Descartes, Spinoza,Leibniz,Locke,Berkeley,Kant,Hegel ve John F.Herbart savunmaktadırlar.Bu felsefeciler, insanı akıllı bir varlık olarak tanımladıkları gibi insanın aklını kullanmakta özgür olduğunu da ileri sürerler. **Daimîciliğe göre,eğitimin amacı,insanın aklı ile içgüdülerini egemenlik altına alıp, bilgi birikimini artırmaktır. **Katı bir disiplini ve cezanın gerekliliğini savunurlar. Esasçı Eğitim Felsefesi (Essentialism):Temelini idealizm ve realizmden alan esasçılık, insanın toplumsal ve kültürel bir varlık olduğunu kabul eder.Eğitim kurumlarının hedefi, sürekli ilerleyen bilgileri öğrenciye aktarmaktır. **Esasçılığa göre,eğitimin amacı bireyin toplumsallaşmasını sağlamak yoluyla kültürel değerleri değişmeden gelecek kuşaklara aktarmaktır.Bu nedenle sosyal bilimler daha da önemli olmaktadır. Bu aktarmada aktif olan öğretmendir.Katı ve sıkı bir ders anlatmayı ve çalışmayı teşvik eder. İlerlemeci Eğitim Felsefesi (Progressivism):Daimicilik ve esasçılığın tersine,değişmez ve evrensel mutlak doğruları reddeden bu öğretiye göre,eğitimin amacı devamlılığı değil,değişimi içeren bilgilerin aktarılması olmalıdır. **İlerlemecilik,pragmatik felsefe üzerinde yükselerek sürekli değişen doğa ve toplum bilgisinin denetlenip sunulmasını savunur. **Bu görüşün temsilcileri:Herakleitos,Protagoras,Gorgias,Francis Bacon,Auguste Comte,Charles Peirce,William James ve John Dewey’dir. **İlerlemeci eğitim felsefecilerine göre,derslerde öğretmen değil, öğrenci etkindir.Öğrenci merkezli bir eğitim amaçlanmalıdır;çünkü eğitilen öğrencidir.Eğitimin amacı,çocukta veya öğrencide bulunan özel güç ve yetenekleri ortaya çıkartmak olmalıdır. Yeniden Kurmacı Eğitim Felsefesi (Reconstructionism):İlerlemeci eğitim kuramının daha gelişmiş bir biçimidir. **20.Yüzyıl pragmatist düşünürlerinden John Dewey,I.Bergson,B.Rugg,G.Counts ve T.Brameld bu ekolün en önemli temsilcileridir. **Eğitimin amacı,dünya barışını koruyacak demokratik,barışçı,sevgi temelli işbirlikçi ve özgür insanlar,toplumlar ve devletler yetiştirmek olmalıdır. **Öğrenci değişimin ve yeniden kurmanın kendisidir.Ancak öğretmen öğrenciye bu özelliği kazandıran olarak önemlidir.