Ermeni Soykırım İddiaları ve Tarihin İnşası Nuri Bilgin Türkiye Cumhuriyeti‟nin hemen hemen kuruluşundan beri çeşitli platformlarda başa çıkmaya çalıştığı ve gittikçe büyüyerek toplumumuzu derinden etkileyen Ermeni soykırım iddiaları, artık belirgin bir şekilde bir tarih yazma ya da tarihi inşa etme biçimini almıştır. Bu iddiaların çeşitli uluslar arası platformlarda, ulusal ya da yerel meclislerde tarihi bir hakikatin tescili statüsünde oylanarak bağlayıcı bir karara dönüştürülmeye çalışılması, özü itibariyle bir “Ermeni soykırım tarihi inşa etme” süreci gibi görünmektedir 1. Bu yol, şimdiye dek alışılmadık ve bilimsel etik çerçevesine sığmayan bir tarih yazma, dolayısıyla bilim yapma yöntemidir. Bu heretik düşünce tarzında, arzulanan soykırım mitosu, olgusal hakikatin yerine geçmektedir. Bunun yasama organları tarafından onaylanması, bu konuda daha sonradan araştırma yapma, belgelere, arşivlere girip bakma yolunu büyük ölçüde kapatmaktadır. Üstelik, burada söz konusu olan tarih inşası, bedava değil, hesaplı; bilme amaçlı değil, hesap sorma amaçlı; tasvir veya betimsel değil, yargılayıcı görünmektedir; bu süreç sonuçları bakımından nötr değil, mahkum edicidir; pratikte istendiği gibi kullanılabilecek, keyfi olarak Bu yazı, 20-21 Nisan 2002 tarihlerinde Ankara‟da yapılan Ermeni Araştırmaları Türkiye Kongresi‟ne bildiri olarak sunulmuş ve Türkiye Günlüğü Dergisi‟nde (2002, n.68) yayınlanmıştır. 1Kuşkusuz sosyal bilimlerde önemli bir teorik yaklaşım olan inşacılık (constructionnisme, constructivisme) çerçevesinde “tarihin, insanların kendilerine, aktörü veya tanığı oldukları olaylara, içinde bulundukları ortamlara ve çağlara ilişkin temsillerinden soyutlanamayacağı, hatta bir bakıma bu temsillerden oluştuğu ve dolayısıyla tarihin, aynı zamanda tarihçilerin tarihi olduğu iddiaları” belirli bir epistemolojik değer taşımaktadır. Zira genel olarak sosyal olaylar saydam değildir, anlamlarını açıkça yansıtmazlar. Okunmaları, kavranmaları, anlamlandırılmaları gerekir. Ancak bu anlamlandırma süreci, keyfi olamaz. Ortaya atılan varsayımların ve iddiaların, tarihçilerin genelde kabul ettikleri çalışma yöntemlerine göre tahkik edilmesi, geçerliliklerinin test edilmesi gerekir. Kaldı ki bu perspektif bakış, bilim adamının arzuladığı bir hedef değil, kolayca kaçınamadığı bir durumun ifadesidir. Nitekim tarihçinin, olgusal hakikate olabildiğince sadık kalabilmesi ve kurgusallıktan sıyrılması için çeşitli önlemler önerilmektedir. Aksi halde tarihte objektiflik ya da tarihsel hakikat kavramı bütünüyle tartışmalı bir duruma girmektedir. Tarih bir öykü ya da kurgu olarak alındığında, tarihsel olaylara ilişkin hiç bir iddia, bir diğerinde n daha üstün tutulamaz ve tarih kitaplarında aynı olaylara ilişkin birbirinden çok farklı görüşler bulunacağından, sonuçta, yazana göre değişen çeşitli tarihler ortaya çıkar. 2Bu ifadelerimin ilgisiz yorumlara yol açmaması için, kendi entelektüel duruşumu ve kanaatlerimi belirtmek isterim. Entelektüel olarak, evrensel insanî değerlerin gözden kaçırılmaması ve Kapıkule‟nin berisi ve ötesi için ayrı hakikatler tasarlamamak gerektiğini, herkesin toplumuna ve çağına karşı sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Osmanlı İmparatorluğu‟nun savaş koşulları içinde Ermeni Tehciri kararı almak zorunda kaldığı, bunun keyfi değil, zorunlu bir önle m olduğu kanaatindeyim. Buna karşılık, Osmanlı İmparatorluğu‟nun, ülkenin çeşitli yörelerindeki yönetici veya görevlilerinden bazılarının pek çok Ermeni vatandaşımızın ölümüne neden olan suistimalleri veya tedbirsizlikleri veya beceriksizlikleri veya öngörü eksiklikleri olduğunu da düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında Osmanlıların sorumluluğu, „tehciri daha düzgün ve kontrollü bir biçimde gerçekleştirememiş olmak‟ şeklinde beliriyor istismar edilmeye açık bir özelliktedir. Toplumumuzun sadece geçmiş veya bugün hayatta olan kuşaklarını değil, gelecek kuşaklarını da kapsayıcı bir niteliktedir. 1915 Ermeni Tehciri sırasında yaşanan üzücü olaylara (bu tür kanlı olaylar muhakkak ki, tarihin kara bir sayfasını oluşturmaktadır) 2, soykırım etiketi yapıştırılıp bir soykırım mitosu haline getirilmesi, gelecekteki sonuçları şimdiden hesaplanamayacak kadar ciddi bir sorundur. İnsan psikolojisi açısından, icat ve inşa edilmiş bir soykırımın suçlanan hedefi olmak, faili olmaktan daha sancılı bir durumdur. Çeşitli dış politik mercilerde alınan kararlarda Türk toplumunu derinden yaralayan husus, tam da bu kurgusallığın algısıdır; bu inşa sürecinin çeşitli ülkelerde, bir senaryonun bağlantılı perdeleri şeklinde sürekli sahne önüne gelmesidir. Sıradan İnsanın Dünyası ve Sosyal Temsiller Bu tür tarih yazma girişimlerinin Batı ülkelerinin çeşitli kesimlerinde kolayca taraftar bulması, demokrasi ideallerine derinden bağlı insanları şaşırtsa da, sosyal psikolojik bulgular çerçevesinde anlaşılabilir bir olgudur. Bu toplumların tipik insanı, hiç de demokrasi teorilerinin varsaydığı gibi rasyonel düşünen, karar öncesinde verilerini toplayan, enformasyonlarını süzgeçten geçiren, belge ve kanıtlara duyarlı biri değildir. Üstelik günlük sosyal psikoloji araştırmalarının odaklaştığı bu sıradan insanlar (lay men), yani tartışma konusunun uzmanı olmayan herkes, zihinlerini kurcalayan sorunlar konusunda, çoğu kez sistemli bir tarzda hareket ederek uzmanların görüşlerini öğrenmek yerine, fazla uğraşmadan kısa yoldan teoriler üretmektedir. Bu teoriler oradan buradan devşirilmiş bilgi parçacıklarının yan yana yapıştırılmasından oluşan, aralarında tutarlı bir bağ bulunmayan mozaikleri andırmaktadır. Tutarlılık ve mantıksal ilkelere uygunluk gereğine tabi olmayan bu mozaik kültür, kitle iletişim araçlarının suladığı ve dolayısıyla büyük ölçüde medyanın şekillendirdiği bir dünyanın kültürüdür. Yeterli düzeyde veri ve enformasyon birikiminin gerekli olmamasına ilaveten mantıksal bir zincirde ilerleyerek argümantasyon yapma ve akıl yürütme gereklerinin de ortadan kalkmasıyla, herkes kestirme teoriler üretmektedir. Bu, bizler için de geçerlidir. İnsan zihni, boşluğu sevmemektedir. Dünyayı zihinsel planda kavrama ve ona hâkim olma eğilimimiz, bizi, gözlediğimiz olaylar, kişiler ve durumlar konusunda, nedensel açıklamalar aramaya götürmektedir. Bu arayış, algı alanımıza giren her olayla ilgili olarak, “Kim yaptı?”, “Neden yaptı?” sorularını sorup cevap bulma çabalarında somutlaşmaktadır. Her olaya bir fail bulmak ve bir neden atfetmek, insanları rahatlatmakta, zihinsel gerilimlerini sona erdirmektedir. Günlük yaşamın epistemolojisi alanında yapılan sosyal psikolojik araştırmalar göstermektedir ki, bilimsel bilgiden farklı bir sağduyu ya da „ortak duyu bilgisi‟, yani bir sosyal düşünce, bir günlük bilgi vardır. Bu bilgi, sıradan insanın günlük yaşamında ürettiği ve kullandığı bilgidir. Başlangıçta günlük bilginin, bilimsel bilgiye kıyasla, acele üretilmiş ve bilimsel kurallara göre test edilmemiş bir bilgi olduğu, sokaktaki insanın da bilim adamından farklı olarak bir kognitif cimri (cognitive miser) olduğu, tüm seçenekleri dikkate almadan ve mantıksal usavurma ilkelerini, bilimsel yöntemin ya da algoritmanın ardışık işlemlerini izlemeden açıklamalarda bulunduğu düşünülmüş ve günlük bilgi, kusurlu bir bilim adamının, yani sokaktaki naif insanın ürettiği hatalı bir bilgi olarak nitelendirilmiştir. Oysa bugünkü bakış açısında 3, günlük bilgi veya teorilerin kendine özgü dinamiklerinin olduğu, bunun hatalı bir bilgi değil, sosyal olarak motive bir bilgi olduğu, sokaktaki insanın derdinin pek de öyle hakikat aramak olmadığı, vs düşünülmektedir. Bu anlamda günlük yaşamlarında insanlar bilimsel bilgiyi değil, enstrümantal bilgiyi aramaktadır. Onun için örneğin bilim adamlarının atom fiziğini nasıl anladığının önemi yoktur, bu bilgi günlük yaşamda operasyonel bir değeri taşımaz, onun için önemli olan, atom fiziğinin medyada basitleştirilerek aktarılan ve günlük konuşmalara sızan parçalarıdır, onun günlük yaşamında atoma ilişkin algıları ve sosyal temsili yeterlidir. Günlük yaşamın epistemolojisi konusunda çalışan sosyal psikologlar 4, ortalama insanın, uzmanlardan farklı akıl yürütme ve yargıda bulunma tarzları gösterdiğini ortaya koymuş ve rasyonel yaklaşımla karşıtlık gösteren bu düşünme tarzlarını “heuristikler” (örnekleme, kolay ulaşma, simulasyon ve referans heuristikleri) olarak nitelemişlerdir. Nisbet ve Ross‟un 5 belirttiği gibi, günlük yaşamımızda regresyon yasasını bilmeyiz, bir örneklemin temsili olmayışını ihmal ederiz, istatistiklere dikkat etmeyiz, tek bir olayı veya tek bir kişinin tanıklığını yeterli görüp, tüm grubu yargılarız, biricik, sansasyonel ve somut olana özel olarak dikkat eder ve teşhislerimizi, varsayımlarımızı doğrulamaya çabalarız. Günlük yaşamda üzerinde konuştuğumuz dünya ya da gerçeklik, bizim mimarı olduğumuz bir sosyal inşadır. Bkz. S. Moscovici: „La nouvelle pensee magique‟, in Nouvelles Voies en Psychologie Sociale, Bulletin de Psychologie, v. XLV, n. 405, 1992, s. 301-324 3 Bunlar arasında özellikle Tversky ve Kahneman‟ı anmak gerekir (Bkz. A. Tversky ve D. Kahneman: „Causal schemas in judgements under uncertainty‟, in Progress in Social Psychology (Eds. M. Fishbein), 1, Hillsdale, Erlbaum) 4 R. E. Nisbett ve L. Ross: Human Inference:strategies and short-comings of social judgment, Englewood Cliffs (N.J.), 1980, Prentice Hall 5 İçinde yaşadığımız sosyal dünya, yani günlük yaşamdaki düşüncelerimiz, büyük ölçüde gerçekliğe ilişkin sosyal temsillerden ve örtük (implicite) teorilerden, mitoslardan oluşmaktadır. “Bizim her birimizin pratikte doğru saydığı dünya, yani günlük yaşamımız ölçeğinde efektif olan dünya, paylaşılmış temsillerimizin oluşturduğu dünyadır” 6. Sosyal temsiller, belirli bir obje hakkında önceden oluşturulmuş imajlar, söylemler ve modeller bütünüdür. Gerçekliği kavramayı, isimlendirmeyi ve betimlemeyi sağlayan birer kognitif araç olan sosyal temsiller, kategorileri, sınıfları, değer yargılarını kapsarlar. Kişiler arası iletişimin koşulu ve aracıdırlar, zira kişiler arası iletişim, temsillerin sunduğu, önerdiği referanslara göre cereyan eder. Kendini tanımlama ve sunma, sosyal temsiller vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Herhangi bir uzmanlık alanına özgü olmayıp hemen her alanda görülebilen ve çeşitli kişiler tarafından paylaşılan temsiller, onları paylaşan kişilerin çeşitli etkinliklerine eşlik ederek, hem etkide bulunurlar, hem de sürekli olarak yeniden üretilirler. Zira bir takım gazetelerin okuyucusu, mağazaların müşterisi, bir kahvenin müdavimi, bir dini cemaatin veya partinin üyesi, vs. durumunda bulunan bu kişiler, günlük uğraşları içinde, sosyal temsillerini hem besler, hem de değerlendirme, akıl yürütme ve eylemlerinde kullanırlar. Değerlendirme ve eylem aracı olmaları nedeniyle, sadece bireylerin özel dünyasında kalmaz, sosyal ve moral sonuçlara da yol açarlar. Moscovici‟nin deyişiyle “düşüncelerimizin içerikleri olan sosyal temsiller, değiştikleri veya yok oldukları takdirde, dünyanın da değişmesine yol açacak kadar önemlidir, çünkü insanların neler düşündükleri, yani düşünce içerikleri, onların düşünce tarzlarını da etkilemektedir”7. Bu açıdan bakıldığında Ermeni soykırım iddiaları etrafındaki tartışmalar, tarihsel gerçekliğe ilişkin bir tez veya tarihsel bulgunun tartışılmasından ziyade, sosyal temsiller planında cereyan etmektedir 8. Söz konusu temsillerin objesinin tarihsel olgular olması dolayısıyla, bunların tarihçilere bırakılması talebi, tutarlı ve mantıklı bir talep gibi görünse de, sosyal temsillerin oluştuğu alan ve işlediği sahne, uzmanların dünyası değildir. Sosyal temsiller 6 S. Moscovici: „Presentation‟, a. g. e. s.141 7 a.g.e. s. 142 Bu analiz, Soykırım İddialarının gerçek olup olmamasından bağımsızdır; zira burada tarihsel bir gerçekliğin olabildiğince „objektif‟ (bu sözcüğü olgulara yaklaşım ve yöntemin bir niteliği olarak kullanıyorum) bir fotoğrafını ortaya koymak, yani gerçekliğin röprodüksiyonu değil, bizzat bu gerçekliğin inşası, yani prodüksiyonu söz konusudur. Eğer soykırım olduğu varsayımını öne süren kişiler, bilim adamları olsaydı, tarihin ya da bilimin genel „tahkik‟ ya da sağlama yöntemlerini izleyerek, varsayımlarını test etmeye çalışırlardı; bunu için sadece bazı kanıtları ve tanıklıkları değil, tüm kanıtları ve tanıklıkları; bazı belgeleri veya arşivleri değil, tüm belgeleri veya arşivleri dikkate alma yoluna giderlerdi. 8 bilim adamlarının kontrollü dünyası dışında kalan her yere, tüm ara boşluklara, satır aralarına, bilinçaltı örtük alanlara sızarak, kullanıma hazır ve kolay şemalar olarak ilk fırsatta devreye girmektedir. Bir sosyal gerçekliğin, tarihsel hakikatin yerini almaktadır. Zira temsiller, taşıyıcıları bakımından, “Dünyanın temsili olmayan ve dolayısıyla gerçekten mevcut bir dünya” (Husserl) niteliğindedir. Bunun içindir ki, insanlar bir tarih inşa ettiği, tarihi yeniden ve kendine göre yazdığı kanaatine kapılmaksızın tarih yazmaktadır. Bazen yabancı bir diplomatın dağıttığı broşürlerde, bazen bir turistin sorduğu naif sorularda veya entelektüel tartışmalarda, bazen Avrupa Parlamentosu`nun veya bir belediye meclisinin kararlarında, bazen bir TV programında veya sinema filminde kendini göstermektedir. Bunlar ortaya çıktığında gösterilen tepkiye bağlı olarak “hata oldu”, “dikkatimizden kaçtı”, “aslında şunu demek istedik” gibi sözlerle geri adım atılsa da, sosyal temsil varlığını sürdürmektedir. Bir konu sosyal temsil haline dönüştüğünde, gerçekten de değiştirilmesi çok zor bir durum ortaya çıkmaktadır. Bunların çok çeşitli enformasyon kaynaklarından gelen mozaik parçaları şeklinde oluştuğuna işaret etmiştik. Çoğu kez bunların kaynağı ve oluşma sürecinin başlangıcı, net bir şekilde teşhis edilemediği için, sonuçlarıyla uğraşılmaktadır ve ne yazık ki uygun bir mücadele aracı da bulunamamaktadır. Gözümüzün önüne Batı toplumlarının tipik insanı getirelim. Bu, bizim toplumumuzdan bildiğimiz sıradan insanlardan pek de farklı değil. Çaba ekonomisine tabi olan bir kognitif cimri. Her sorunla ilgilenmeyen, ilgilendiği sorun konusunda da fazla kafa yormayan biri. Gazetede bir haber okuyor veya bir yolda bir bildiri dağıtıyor veya radyoda bir haber dinliyor veya TV‟de bir sahne görüyor veya arkadaşlarıyla sohbet ederken birisi yorumlarda bulunuyor. Varsayalım ki tüm bunlar ona “Ermeni Soykırımı”ndan söz ediyor. Daha önce bilmediği (ya da kulaktan dolma bilgilerinin olduğu) bir konu bu. Ne yapacak? Fazla kafa yormadan kafasındaki bir klasöre bu enformasyonları yerleştiriyor. Ne zaman buna benzer enformasyonlar alsa, kafasında mevcut klasördeki şemanın ışığında algılıyor. Onun için Ermeni imajı bir kurban, mağdur, mazlum imajıdır, Türk imajı ise tam tersine zalim, kıyıcı, haksız, vb. Üstelik de temel atıf hatası denen insani bir eğilim nedeniyle, Ermenilere yapılanların tümü, Türklerin dispozisyonel özelliklerine atfedilir, ne koşullar, ne de hedef kişinin yaptıkları görülür. Bu tür sosyal psikoloji bulguları, Batı toplumlarında insanların düşünce tarzlarını ve buna bağlı olarak kamuoyunun oluşumunu anlamamızı sağlayabilir. Kamuoyunun oluşumu açısından üzerinde durulması gerekli temel husus, bu ülkelerdeki sıradan insanların, Batı dünyası dışındaki ülkelerde olan bitenlere ilişkin temsilleri ve motivasyonlarıdır. Batılı insanın kendi dışındaki dünyaya ilgisi, genelde kamuoyunun çeşitli etki mekanizmalarıyla yönlendirilmesinin bir sonucu olabilir. Ulusal hükümetlerin, politikalarını halkın gözünde meşru kılmak amacıyla kamuoyunu, kendi paralellerinde düşünmeye doğru yönlendirmeleri anlaşılır bir olgudur. İkinci bir neden uluslar arası karar mercilerinin dünyayı daha yaşanılır veya birlikte yaşamaya daha uygun kılmak amacıyla belirli değerlerin (demokrasi ve insan hakları gibi) promosyonu ve egemen olması yönündeki iyi niyetli çabaları olabilir. Ancak bunlar, önemli olsalar da, yeterli değildir. Sosyal biliş konusunda çalışan sosyal psikologların ortaya koyduğu üzere, insanlar aksine inansalar da, dünya hakkında değil, dünyanın zihinsel temsili hakkında düşünmektedirler. Bizim hakkında konuştuğumuz, tartıştığımız dünya, algılarımızın, imajlarımızın, temsillerimizin dünyasıdır. Zaten bu nedenledir ki, aynı dünyada yer almakla birlikte, farklı psiko-sosyal evrenlerde yaşarız. Dış dünyanın aynı bir durumu, kişilere göre farklı şekillerde algılanmakta ve temsil edilmektedir; bunlar, durumla ilgili davranışlarımızı etkilemektedir. Dolayısıyla „aynı konu‟ hakkında konuşan, yazan insanların farklılıkları salt doğru -yanlış kriteriyle anlaşılamaz; bu farklılıkları, sosyal temsiller açısından, yani temsillerin oluşumu ve işlevlerini dikkate alarak değerlendirmek daha uygun olacaktır. Soykırım İddialarının Sosyal Kullanımı Batılı insanın kendi dışındaki dünyaya ilgisi ve Ermeni Soykırım İddialarını paylaşma eğilimi nasıl değerlendirilebilir? Yaşamı metro-iş-uyku zinciri içinde geçen, gelecek kaygısı nispeten az, boş zaman buldukça hoş vakit geçirmeye çalışan, yemeği-eğlenmeyi seven, fazla okumayan ya da gazete sayfalarını üstün körü çevirmekle yetinen, entelektüel ilgisi zayıf ortalama Batılı insanın, yani bizim toplumumuzda da benzer versiyonlarını (örneğin PijamaTerlik-Televizyon sacayağına oturttuğumuz insan) yakından tanıdığımız sıradan insanın, Afrika‟nın veya Asya‟nın uzak bir ülkesindeki insanların kaderiyle yakından ilgilenmesi, ilk bakışta gerçekdışı bir durum gibi görünmektedir. Kuşkusuz bu sorunla ilgili olarak sık sık başvurduğumuz bir açıklama şeması var(dı): Bu insanlar, yüksek bilinç düzeyine sahip, ileri düzeyde kültürlü, vb, yani model insanlardır. Ama artık hiç kimseyi tatmin etmeyen bu şema, ömrünü tüketmiş durumdadır. Bu konuda yeni açıklamalar aramak gerekir. Ermeni soykırım iddiaları, bir sosyal temsil formunda yaygınlaştığında bir takım pratik işlevler görmektedir. Konuyu, özellikle bu sosyal temsilin en çok beslendiği Batı dünyası açısından ele alarak belirli hususlara dikkat çekmek istiyorum. Bunların bir kısmı, insanın psiko-sosyal nitelikli genel eğilimleriyle ilgilidir, bazıları ise hedef gruplarla. İlk yorum öğesi, iletişim alanından gelmektedir. Bilindiği üzere kitle iletişim araçlarında, hemen her zaman çeşitli felaket, cinayet, ölümcül kaza, yolsuzluk haberlerine yer verilmektedir. Tüm bunlar, sosyal psikolojik açıdan aynı sonuca işaret etmektedir: İnsanlar, başkalarının başına gelen kötülükleri okumaktan veya görmekten garip bir hoşnutluk duymaktadırlar. Başkalarının olumsuzluklarını vitrine koymak, bir rahatlama sağlamaktadır. Bu dünyada cereyan eden kötülükler, hep başkalarının eseri olduğunda, kendimizi iyi yanda veya iyi rollerde görmekten daha rahatlatıcı ne olabilir ki. Bu saptamanın ikinci adımı, olaylara bir fail ve tercihan kötü bir fail bulmaktır. Zira failsiz kötülükler, dünyadaki kör kuvvetlerin, irrasyonel güçlerin eseri olacaktır ve bu tür bir dünyada insanın kendini emniyette hissetmesinin imkânı olmayacaktır. Dünyanın kendimize göre yontulmuş işleyiş şemasında, rastlantısal olarak ortaya çıkan kötülüklere ve hatta durumsal faktörlerin yol açtığı, yani insan iradesinin dışındaki güçlerin neden olduğu olumsuzluklara yer yoktur. Bizden olmayan bir suçlu gerektiren bu şemaya en uygun failler, kötü yabancılardır (Adorno‟nun otoriter yapılı kişileri de böyle düşünmüyorlar mıydı?). İkinci yorum öğesi, Sartre‟ın La Nausée (Bulantı) adlı eserinde işlediği temayla ilgilidir. Geçmişinde şu veya bu şekilde, şu veya bu nedenle suç veya günah işlemiş olanlar, vicdanlarını rahatlatma yönünde güçlü bir ihtiyaç duymaktadırlar. Bu insani duygu, tüm büyük dinler tarafından ritüel bir pratiğe bağlanmış son derece köklü bir eğilimin ifadesidir. Hemen her din, işlenen günahlara ilişkin bir kefaret yöntemi geliştirmiştir. Vicdan rahatlatma yöntemi, ya bir diyet ödemeye dayanmakta, ya da aksi yönde bir eylem ya da etkinlik ortaya koyma, örneğin daha dindar, daha iyiliksever, daha vatansever, daha insan hakları savunmacısı, vb. olma şeklinde somutlaşmaktadır. Bu ikinci husus, Batının eski sömürgeci ülkelerinin hükümetleri kadar, vatandaşları bakımından da geçerlik taşımaktadır. Üçüncü yorum öğesi, halktan ziyade yönetimlerle ilgilidir ve bir günah keçisi bularak, belirli bir toplumsal düzeni koruma ve grup bütünlüğünü sağlama stratejisine dayanmaktadır (ki bu, Türkiye de dâhil, tüm ülkeler için geçerlidir). Ortaçağ topluluklarının veba salgınları sırasında veya daha yakın zamanda Alman Nazilerinin 1930‟lu yıllarda günah keçileri yaratmaları, bu stratejinin en uç örnekleridir. Tarih boyunca çeşitli topluluklarda bir kurban vererek krizden çıkma şeklinde somutlaşan günah keçisi arayışı, ortaya çıkış anında kendini hiçbir zaman brüt çıplaklığında ortaya koymamıştır, daima meşru bir kılıkta görünmüştür. Dünyanın büyük bir kısmının açlık ve yoksulluk içinde yüzdüğü bir durumda, Batılı ülkelerin, diğer ülkelere, daima kendi üstün konumlarının pekişmesiyle sonuçlanan müdahaleleri, demokrasi, insan hakları ve kültürel haklar zemininde şekillenmektedir. Bu tür etkinliklerin stratejik bir anlamı da olabilir. Nitekim yeni kıtaların keşfi ve kolonizasyonu döneminde, Tanrının mesajını tanıtmak ve yaymak için yeni kıtalara yayılan Hıristiyan misyonerlerin açtığı yoldan askerler ve tüccarlar girerek buraları sömürgeleştirmişlerdir. Aynı şekilde, günümüzde yaşanan küreselleşme sürecinin Batı dünyası dışında kalan ülkeleri hemen hemen tümüyle bağımlılaştırma gibi bir hedef gütmesi de muhtemeldir. Günah keçisi olarak seçilen hedef ülkeler ise daima replik ya da misilleme imkânı zayıf ülkeler olmaktadır. Oysa bu hedef ülkelerin geçmiş kusurları ve hataları, tıpkı La Fontaine‟in Vebalı Hayvanlar fablında olduğu gibi, yargıç ülkelerin geçmişte yaptıklarına kıyasla, çok daha küçük boyutlarda görünmektedir. Bireyler planında bu strateji, Batılı insanın yine kendi durumundan, ülkesinden ve yönetiminden az çok memnun olmasıyla sonuçlanmaktadır. Dördüncü cevap öğesi, Avrupa ülkelerinde ve dünyanın bazı bölgelerinde zaman zaman canlandırılan Türkofobi diyebileceğimiz bir tür maskelenmiş Türk düşmanlığı ya da anti-Türk anlayışıyla ve buna paralel olarak Ermeni diasporasının bir düşman, bir “öteki” yaratarak etnik nitelikli bir kolektif kimlik inşasıyla ilgilidir. Konumuz açısından ayrı bir öneme sahip olan bu son nokta üzerinde biraz daha detaylı olarak duracağım. Öteki Olarak Türk’ün İşlevselliği ve Mağduriyetin Cazibesi Bugün Batı dünyasının büyük bir kısmında geçen yüzyıllardan bugüne aktarılan ve zaman zaman alevlenen bir Türk fobisi vardır. Bu fobi, İslam‟dan korkuyu içerse de, salt MüslümanHıristiyan çatışmasına da indirgenemez. Bu olguda din faktörü, dini araçsallaştıran politik bakışlar vasıtasıyla devreye girmektedir. Asıl önemlisi, yüzyıllar boyunca Avrupa’nın kendini tanımlayışında önce Osmanlıyı ve ardından Türk figürünü öteki olarak kullanmış olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu`nun yıkılmasıyla birlikte, öteki olarak Türk, Batının büyük devletleri açısından büyük ölçüde işlevselliğini yitirmiştir, ancak Osmanlı İmparatorluğu`nun içinden doğan diğer devletler açısından sürekli olarak tazelenen bir işlevselliğe sahiptir: Çeşitli Balkan Ülkeleri, Arap ülkeleri, Yunanistan, Ermenistan, öteki olarak Türk’ü sürekli ayakta tutmuşlardır. Bu ülkelerde insanlar, kendilerini, kendi özelliklerinden ziyade ötekinin özellikleriyle zıtlaştırarak tanımlamaya, yani negatif tanımlama yoluyla ortaya koymaya alışmışlardır. Öteki olarak Türk, Ermeni soykırım iddialarıyla zirve noktasına yükselmektedir. Osmanlı‟nın ya da Osmanlı döneminde Türk imajının koyu çizgileri, kılıç zoruyla fetih ve barbarlık olarak çizilirken, yakın yıllarda soykırımcı ve işgalci figürleri etrafında örülmeye çalışılmaktadır. Söz konusu Türk düşmanlığında kaba ırkçılıktan farklı bir yan var, yani ırk teorisinden ziyade, eski dönemlerden günümüze uzanan olumsuz Türklük temsillerine dayanan bir yan var 9. Burada mitsel bir kıyıcı figürü var, karşısında ise mağdur, mazlum, masum halklar. Bu tür bir söylem, Osmanlı İmparatorluğu döneminde olan bitenler konusunda, hem Batının emperyalist güçlerinin ve hem de Ermenilerin payını ve sorumluluğunu unutturuyor. Batı toplumlarının suç ortaklığıyla bir Türkofobi ve Ermenofili yayılmaya çalışılıyor. Türkler şeytanlaştırılırken Ermeniler melekleştiriliyor. Dünyanın her yerinde mahkemeler kuruluyor, deklarasyonlar yapılıyor ve Türklerin suçluluğu ilan edilip mahkûmiyetleri kayda geçiriliyor. Üstelik bu Türkofobi, dünya ülkelerindeki kendini demokrat-ilerici gören güçlerin masum-mazlummağdur olanın yanında yer alma refleksiyle entelektüel çevrelerden de destek buluyor. Gruplar arası ilişkilerde mağdur olmak, avantajlıdır, kimsenin karşı çıkamadığı bir takım meşru haklar içerir. Bu mağdurların meşru gücüdür. Mağdur durumu tescil edilen kişi veya grup, sürekli alacaklıdır; mağduriyet oyunu sürdüğü sürece, alacakları da asla bitmez. Bu nedenle gruplar arası çatışmalarda, mağdur olmayanlar da dâhil herkes mağdur grup, mağdur Bu olumsuz tavır özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren belirgin bir hale gelmektedir. Türklerin barbarlığı, tüm XIX. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyıl başlarında, Batılı devletlerin Osmanlılara yaklaşımının ana temasını oluşturmaktadır: Buna çeşitli örnekler verilebilir: V. Hugo‟nun „Türklerin geçtiği her yer harabe ve matemde” sözleri; Voltaire‟in Rus çarı II. Frederic‟e hitaben yazdığı “Barbar Türklerin, Xenophon, Socrates, Platon, Sophocles ve Euripides‟in ülkesinden kovulması” dileği ve “1769-1771 olaylarından büyük mutluluk duyduğunu belirtip “bu barbarlara karşı zaferle biten bir savaş yetmez, onları küçük düşürmek yetmez, onları bir daha geri dönmemek üzere Asya‟ya kovmak gerek. İmparator hazretleri Türkleri öldürerek bana hayat veriyor. Her zaman söyledim, eğer Türk İmparatorluğu yıkılacaksa, bu sizin sayenizde olacaktır” sözleri (Correspondance adlı eseri); I: Dünya Savaşı sırasında 1916‟dan itibaren Osmanlı İmparatorluğu‟nun paylaşımı konusunda anlaşan İttifak Devletlerinin ABD. Başkanı Wilson‟dan “Türklerin kanlı tiranlığına tabi halkların kurtarılması ve Batı uygarlığına temelde yabancı olan Osmanlıların Avrupa dışına atılması” talebinde bulundukları yazı (10 Ocak 1917); Londra Konferansı öncesi ve sonrasında İngiltere ve Amerikan basınında çıkan yazılar ve önemli şahsiyetlerin deklarasyonları; Batı Pensilvanya başpiskoposu, Harvard ve Princeton Üniversitelerinin başkanlarının ve bazı senatörlerin başkan Wilson‟dan “Türklerin Avrupa‟dan sürülmesini”, “Müslümanların Hıristiyanları yönetimine son verilmesi ve İstanbul‟un Türklerden alınması” talepleri; New York piskoposunun 100 kadar piskopos adına Canterburry başpiskoposuna ”Türklerin İstanbul‟dan çıkarılması hareketine öncülük ettiği için teşekkür” telgrafı; ocak 1918‟de İngiltere başbakanı Lloyd George‟a bir grup önemli şahsiyetin (sosyalist lider Hyndman, lord Bryce, Robert Cecil, yazar Seton Watson, çeşitli üniversitelerden bazı öğretim üyeleri, Daily News başyazarı M. Gardiner, vb) sunduğu ve “Yüzyıllar boyu entrika ve yolsuzluk yuvası olan İstanbul‟un Türklere bırakılmasının bir felaket, hatta bir skandal olacağını” dile getiren memorandum, vb. (Kaynak: G. Gaillard, Les Turcs et L’Europe, Lib. Capelot, 1920, Paris). Diğer örnekler için bkz. Ermeni Dosyası, düzenleyen T. Kortantamer, Ege Ün. Ed. Fak. TERİG Yayını, 2002, İzmir 9 cemaat, mağdur azınlık konumunda olmaya çalışır. Konumları tescil edildiğinde, sürekli yeni taleplerde bulunma imkânına sahip olurlar 10. Ermeni diasporasının militan örgütleri, dünya coğrafyasının çeşitli noktalarına dikilen anıtlarla, Ermenilerin ezeli ve ebedi masumiyetini ve mağduriyetini anıtlaştırmayı hedeflemektedir. Bu, teknik tabiriyle bir tür çerçeveleme etkisi yaratma politikasıdır. Propaganda etkinliklerinde gözlenen çerçeveleme olgusu, yaygın bir propaganda stratejisini ifade etmektedir. Buna göre propaganda zaman ve mekânda artma eğilimi gösterir. Propaganda görevlileri ve militanlar, rakiplerininkini sindirecek şekilde afişler asmaya, bildiri dağıtmaya, slogan atmaya, sloganlarıyla duvarları donatmaya çalışır. Uzmanlara göre 11 çok eski dönemlerden beri Hıristiyan dünyada yol boyunca serpiştirilmiş haçların veya haçlı yapıların, kişilere Hıristiyan bir dünyada yaşadıkları duygusunu vereceği düşünülmekteydi. Her yerde hazır ve nazır oluş, taraftarlara bir güç duygusu, paylaşılan ve korkulan bir güçle birlikte olma duygusu vermektedir. Çeşitli ülke ve kentlere soykırım anıtları dikerek, bir yandan kendi soydaşları açısından Türk`e karşı Ermeni kimliği inşa edilmeye, öte yandan diğer uluslardan olan kişilerde bir Türkofobi ve Ermenofili canlı tutulmaya çalışılmaktadır. Yukarda özetlediğimiz hususlar soykırım mitosunun, Batı toplumlarından başka, Ermeni örgütleri açısından da ne kadar işlevsel olduğunu ortaya koymaktadır. Deklare edilen amaçlar ne olursa olsun bu iddialar, iddia edenlere ve iddiaları paylaşanlara bir takım efektif ve potansiyel yararlar sağlamaktadır. Tüm bunlar Ermeni soykırım iddialarının Batının sıradan insanlarına neden çekici geldiğini de anlamamızı sağlamaktadır. Eğer bu iddialar, insanların günlük yaşamdaki düşüncelerinden ibaret kalsaydı, üzerinde durulmayabilirdi. Ancak söz konusu iddialar, günlük yaşamın çerçevesini aşıp yeni bir tarih yazımına malzeme oluşturmaktadır. Ulusal parlamentolar ve uluslar arası kuruluşlar, Ermeni örgütlerinin planlı eylemlerinin zoruyla tarihsel olayları, peşin hükümlerle yargılamaya gitmektedir. Üstelik meclislerin kararları belirli bir kamuoyunun desteğiyle alınmış gibi görünmekle birlikte, aslında kamuoyunu yönlendirici, Türk karşıtı tutum ve görüşleri dondurup sabitleştirmek işlevini görmektedir. Bkz. N. Bilgin: Siyaset ve İnsan, Bağlam Yayınları, 1997, İstanbul kitabında “Kurban veya mağdur psikolojisi“ ve “Mağdur cemaatler Oyunu” başlıklı yazılar. 10 11 M. L. Rouquette: La Psychologie Politique, ed. PUF, 1988, Paris Ermeni soykırım mitosunu besleyenler, tarihsel olguları bilimsel bir perspektiften irdelemek ve hukukun soğukkanlılığıyla değerlendirmek peşinde görünmemektedir 12. Aksine II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan Yahudi Soykırımı‟na insanlığın uluslar arası hukuk ve moral planındaki tepkilerini, kurnazca Ermeni tehcirine transfer etmeye çalışmaktadırlar. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti‟nin tarihi tarihçilere bırakma tezi, her ne kadar tarihsel gerçekliği rasyonel yollardan belirlemek açısından etik bir değer taşısa da, soykırım iddialarına karşı mücadele planında yeterli değildir. Olaylar tarihsel nitelikli olabilir ve biz elbette ki tarih üstüne konuşuyoruz, ancak tarihi konuşma ve yazma biçimimiz, dolayısıyla inşa eylemimiz teknik anlamda tarihsel değildir, söz konusu inşa etkinliği bilimsel çevrelerde ve rasyonel bir platformda cereyan etmemektedir. Tarih, tarihçinin dışında yazılmaktadır. Bu nedenle, konuyla ilgili tartışmalar, bir meta teori, meta söylem veya üst dil düzeyinde yapılmak zorundadır. Oysa toplumumuzda, sorun ne yazık ki, büyük ölçüde tarih veya Türkoloji gibi disiplinlerden gelen tarih araştırmacılarına (bazen da “emekli” elçilere) havale edilmekte 13 ve soykırım iddialarına, genel olarak olayların içinden bakılmaktadır, yani sorun, nesne söylemine, konu dili, olay tasviri düzeyine, belgeler planına indirgenmektedir. Fakat bir meta teoriye veri olması gereken belgeler, muhatapları sıradan insanlar olduğunda, konuşmazlar. Nesne söylemi, uzman için anlamlıdır, hiç değilse ilke olarak. Tarih yazma işi, dünyanın neresinde olursa olsun, uzmanlar yerine sıradan insanlara bırakıldığında ortaya, naif açıklamalar, mitoslar ve efsaneler çıkmaktadır. Sıradan insanların kestirme yollardan ürettiği bu tür teorilerin, hakikati arama gibi bir amacı olamayacağı açıktır. Bunlar “bedava”, yani bir kazanç beklentisi taşımayan zihinsel ürünler değildir, bilinçli veya bilinç dışı bir şekilde, bir takım amaçlara endekslidirler. Bu yüzden, brüt, çıplak gerçekliğe kıyasla giydirilmiş ve süslenmiş efsaneler, insanları daha çok ilgilendirmektedir. Günlük yaşamın dar alanında masum bir sohbet konusu gibi görünen bu teoriler gerçeklik gibi dayatıldıklarında, olumsuz önyargı ve stereo tipleri besleyerek gruplar arası düşmanlıkları besleyip körüklemektedirler. Nedeni ne olursa olsun, tehcir sırasında yaşanan üzücü olaylar, bazı yetkililerin ve görevlilerin yaptıkları hatalar, suistimaller başka, soykırım başka şeydir. Tarihin rafa kaldırıldığı kritik nokta burada bulunmaktadır. Soykırım iddiaları, yaşanan olayları, hazır bir kalıba (soykırım kalıbı), bir kılıfa, bir geştalta sokmaya, olaylara bir elbise giydirmeye, bir 12 Burada (8) nolu dipnot hatırlanabilir. Bunu görmek için Ermeni Araştırmaları Türkiye Kongresi‟ne katılan konuşmacıların uzmanlık alanlarına bakmak sanırım yeterli olacaktır. 13 mitos olarak inşa etmeye çalışmaktadır. Batı parlamentolarında oy kullanan ve eylemlerinin ağırlığının yeterince farkında olmayan politikacılar, kendi seçmenlerinin psikolojisini ve sosyal temsillerini kuşkusuz anlayışla karşılayabilirler, ama moral planda bunları kopya ederek tarih haline getirme hakkına sahip değildirler. Bu tavır, ne bilimsel, ne de etiktir. Demokrasilerde kişilerin tercihlerine bırakılan alanlar bellidir, demokraside doğrular ya da hakikat oylanmaz, kanaatler oylanır; ortaya çıkan kararlar da doğruyu değil, paylaşılan kanaati gösterir. Tarihsel olaylara belirli bir perspektiften bakıldığı ölçüde, tarihsel bilginin inşası söz konusudur, ama olgusal gerçekliklere karşı değil. Eğer tarih, kişisel kanaat veya oy konusu olmaya bırakılırsa, bilim değil, öykü haline gelir. Türk-Ermeni Sorununda Arianne’ın İpliği 14 Ülkemizde, AB‟ne üyelik sürecinin gelişimiyle eş zamanlı olarak, Ermeni soykırım iddiaları konusundaki tartışmalarda da bir canlılık dikkati çekiyor. Türk toplumu, haklı ya da haksız olarak çoğu kez üstüne almadığı, görmezden geldiği veya unutmak istediği, yarınlara ertelediği veya belirli gruplara havale ettiği bir sorunla, artık eskisinden farklı bir şekilde yaşamak, başa çıkmak gereğini duymaya başladı. Ancak, peşin hükümler, kalıp yargılar, suçlamalar, kınamalar ve tehditlerle dolu tartışmaların içinde bir çözüm yolu, labirentten çıkışı gösterecek bir harita yok elimizde. Theseus‟un karanlık mağara dehlizlerinde yol bulmasını sağlayan Ariane‟ın ipliği gibi bir yol haritası, bir yöntem gerek. Aynı fasit daire içinde dönüp duruyoruz. Yine de umutlu olmak gerek. Son birkaç aydır süregelen tartışmalar, soruna yaklaşımda yeni kavramlar getirdi: Sorunu (sadece) tarihçilere bırakmamak, savunma konumundan çıkarak atak davranmak, pasif değil aktif olmak. Kuşkusuz bunlar, uzmanlar için yeni olmamakla birlikte, yazılı basın sayfalarında yer alma bakımından yeni kavramlar. Sorunla ilgilenenlerin çeşitlenmesi, bir diğer gelişme olarak kaydedilebilir. Tarihçilerin ve diplomasiden gelenlerin (emekli büyük elçiler, vb) yanı sıra, bir yandan gazetecilerin ilgisinde bir artış gözlenmekte, diğer yandan sosyal bilimcilerin de konuya eğilmeye başladığı görülmektedir. Bu bağlamda TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı) ve HASA (Ermenistan Sosyolojik ve Marketing Araştırmaları Merkezi) adına yapılan ve proje direktörleri Dr. F. Kentel ve Dr. G. Poghosyan olan Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi başlıklı araştırma anlamlı bir adım olarak kaydedilebilir. Bu araştırmanın bulguları, iki ulusun birbirini tanımaktan ne kadar uzak 14 Bu yazı, çok az değişik haliyle 18 mayıs 2005 tarihli Zaman Gazetesi‟nde yayınlanmıştır. olduğunu ve birbirini zihinsel klişe ve önyargılarına, kaygı ve korkularına göre seçici bir şekilde algıladıklarını ortaya koymaktadır. Üstelik iki toplumun birbirine bakışındaki bu eksiklik ve yanlılıkların, yakın geçmişi dokusuna kök salmış siyasal pozisyonlarla ve hamlelerle yakından bağlantılı olması, bunların telafisinin kolay olmadığını düşündürtmektedir. Son günlerin tartışmalarında, Princeton Üniversitesi‟nden tarihçi Şükrü Hanioğlu‟nun yazısının15 ardından kamuoyunda öne çıkan görüşlerden biri de, konunun tarihçiler yerine siyasetçilere havale edilmesi olmuştur. Soykırım iddialarıyla ilgili olarak, sorunu sadece tarihçilere havale etmek ne kadar yanlışsa, tarihçileri devre dışı bırakmak da o kadar yanlıştır. Zira pek çok kesimi ilgilendiren bu sorunda tarihçi, tarih hakkında kim ne derse desin, bilimi temsil etmektedir. Geçmişte yaşananlar hakkında olguları saptayacak ve dolayısıyla verileri sağlayacak olan odur. Sorunun bir çözüme kavuşturulmasında, nihai olarak son sözü söylemesi gereken de hukuktur. Siyasetçi, bu sürecin değişik noktalarında devreye girerek, ilgili kişi veya mercileri harekete geçirmek, taraflar arasında iletişim kanallarını açmak ve sürecin işleyişini sağlamak gibi işlevler görebilir. Hatta sürecin sonunda da, hukukun kararı ne olursa olsun, toplumsal yaraların sarılmasında ve psikolojik travmaların aşılmasında, toplumlar arası önyargı ve stereo tiplerin düzeltilmesinde, geleceğin inşasına yönelik ilişkilerin geliştirilmesinde, çok önemli görevler yürütebilir. Ancak tarihçisiz bir çözüm, verisiz, malzemesiz iş yapmakla eşdeğerli olacaktır. Dünya siyaset kültüründeki Makyevilik pratikleri unutmamak gerek. Siyasetçilerin realiteyle ilişkisini sürekli ve canlı tutacak olan, yine büyük ölçüde tarihçidir. Kurgusal olarak, hiç olmamış bir olay üzerinde, iki grubun siyasetçilerinin anlaştıklarını ve bu olayı yaşanmış gibi deklare ettiklerini düşünelim. Bu tür bir durum, imkânsız gibi görünse de, teorik olarak mümkündür. Böylesi bir durum, ancak ve ancak, olgusal zeminle ilişkiyi koparmama koşulunda engellenebilir. Tarihçinin rolünü vurgulamak, doğru anlaşılmalı. Tarihçiyi, bilimsel düşünce ya da yaklaşım olarak anlamak da mümkün. Bilimsel yaklaşım, halkın genellikle sağduyu düşüncesinden ve kamuoyundan farklı olarak, çifte standartlara, yanlılıklara, keyfiliğe, çarpıtmalara izin vermeyecek belirli bir düşünce yönteminin izlenmesine dayanmaktadır. Burada vurgu, yöntemdedir. 15 Ş. Hanioğlu: İşi tarihçilere mi bırakmalı? Zaman Fazetesi, 20 ocak 2005 Türkiye‟deki bu gelişmeler dışında, dünyada da, hem yakın geçmişte yaşanmış ve hem de güncel tarihte yaşanmakta olan çeşitli etnik temizleme ve soykırım olaylarını ele alan yazılar giderek artmakta ve apayrı bir literatür oluşturmaktadır. Bu yazıların büyük bir çoğunluğu, tekil olaylar üzerinde durmakta ve genel görünümü itibariyle bir ifşa, yakınma, kınama, lanetleme, hesap sorma ve eleştirme havası taşımaktadır. Tüm bunlar, kuşkusuz, haklılık payı taşımakta ve belirli bir mantık içinden, kendine özgü bir bakışı ifade etmektedir; ancak genel bir bakış açısı oluşturmada yeterli olamamaktadır. Çoğu kez, her acı olay, daha önceki veya eşzamanlı diğer olayların etrafında oluşmuş bulunan anlam yüklerini otomatik olarak yüklenerek anlamlandırılmakta, sürekli anlam transferi görülmektedir. Bu tür “insanlık suçu” olarak nitelenen olaylar karşısında, tüm insanlığın/ ulusların ortak bir tavır alması ve bir yaptırım uygulaması bakımından, işlevsel bir değer taşıyan bu yaklaşım, yine de otomatik bir “suç arama” veya “suçlu ilan etme” tavrına dönüşme ve her acı olayı, büyük harfle yazılan bir “soykırım” olarak niteleme riski taşımaktadır. Üstelik bu tutumun dolaylı bir sonucu olarak, tüm araştırmacı ve entelektüellerden, sadece genel „kervan‟a katılması beklenmekte, farklı bir arayışa, bu arayış nüansları kaçırmama gibi bir kaygı taşısa bile, “inkârcı” (negasyonist) damgası vurulmaktadır. Suçlananlar başkası olduğunda şeytan taşlamanın ne kadar rahatlatıcı ve kolay olduğunu söylemeye gerek yok. Ülkemizde pek çok entelektüelin tavrı da, çağın havasına uymaktadır. Bu noktada, bir yandan söz konusu olaylardan her birinin kendine özgü yanlarını ve tekilliğini korumayı, öte yandan bir üst bakış kazanmayı sağlayacak çalışmalara gerek duyulmaktadır. Bu, farklı bir yönden de olsa, Todorov‟un16 da (2004) önerisi. Todorov, belleğin iyi ve kötü kullanımları başlığı altında “Geçmişten nasıl yararlanmalıyız?” sorusunu ortaya atıyor. Ona göre herkes, geçmişini tanıma ihtiyacındadır. Zira kimlikleri, tümüyle olmasa da, buna Bu yazı, 20-21 Nisan 2002 tarihlerinde Ankara‟da yapılan Ermeni Araştırmaları Türkiye Kongresi‟ne bildiri olarak sunulmuş ve Türkiye Günlüğü Dergisi‟nde (2002, n.68) yayınlanmıştır. Bu yazı, 20-21 Nisan 2002 tarihlerinde Ankara‟da yapılan Ermeni Araştırmaları Türkiye Kongresi‟ne bildiri olarak sunulmuş ve Türkiye Günlüğü Dergisi‟nde (2002, n.68) yayınlanmıştır. Bu yazı, 20-21 Nisan 2002 tarihlerinde Ankara‟da yapılan Ermeni Araştırmaları Türkiye Kongresi‟ne bildiri olarak sunulmuş ve Türkiye Günlüğü Dergisi‟nde (2002, n.68) yayınlanmıştır. 16. T. Todorov‟un “Du bon et du mavais usage de la memoire” ( „Belleğin iyi ve kötü kullanımları’ ), Le Monde Diplomatique: „Maniere de Voir/76‟, sayı.7-8. 2004 içinde. bağlıdır. Belleksiz birey kimliğini yitirip, kendisi olmaktan çıktığı gibi, ortak belleksiz halk da yoktur. “Kendisini halk olarak tanımak için, onun ayırt edilmesini sağlayacak bir takım geçmiş başarılar ve zulümler seçmek zorundadır. Fakat geçmişe başvurunun kaçınılmaz olması, bunun her zaman iyi olduğu anlamını taşımaz”. Nitekim AB‟nin kuruluş sürecinde Avrupa yüksek öğretim alanının harmonizasyonu çalışmalarında17, AB‟ne üye ülkelerde, ulusal tarih kitaplarının yeniden yazılması yönünde alınan kararlar, kimlik siyasetiyle yazılmış tarih kitaplarının iyi olmadığının açık bir kanıtıdır. Polonyalıların Almanları, Almanların Rusları veya İspanyolların Fransızları, Fransızların Almanları ötekileştirdiği geçmiş anlayışları, ortak bir gelecek oluşturmaya engel olarak görülmektedir Todorov‟a göre, kendiliğinde nötr bir araç olan bellek, en iyi ve en kötü amaçlara hizmet edebilir. Şöyle ki “bellek görevi” (yani hatırlama mecburiyeti), her şeyden önce benim rövanş veya intikam duygumu besliyorsa veya basitçe benim bir takım imtiyazlar kazanmamı ya da andaki eylemsizliğimi haklı göstermeyi sağlıyorsa, moral olarak haklılaştırılamaz. Demek ki, belleğin tüm kullanımları, özellikle de istismara benzeyenler, iyi değildir. Bunlar nasıl ayırt edilecek? Todorov, bellek çalışmasında iki yan görür; kutsallaştırma ve olağanlaştırma (banalleştirme). Özel yaşamdakinden farklı olarak kamusal alanda kutsallaştırma, “özel bir olaydan, genel bir ders çıkarmayı, geçmişle bugünü ilişkilendirmeyi engellemekte ve gruptan olmayanların, bu deneyimden yararlanmasına mani olmaktadır”. Geçmişi hatırlatmanın, her davranışı haklılaştıramayacağını belirten Todorov‟a göre, yaşananları yüceltme, kutsallaştırma kadar olağanlaştırmadan da kaçınmak gerekir. Bir olayın spesifikliği, olayın diğerleriyle ilişkisinin kurulmasını gerektirirken, olayın kutsallaştırılması, hiçbir şeyin ona yaklaşamamasını sağlamak üzere onu ayrı bir alanda tutmak için diğerlerinden soyutlamak şeklinde tanımlanabilir. Olağanlaştırma ise, “geçmişi ana yapıştırmak, birini diğeriyle basitçe özümsemek, sonuçta her ikisini de yanlış tanımak demektir”. Todorov buna örnek olarak, Yugoslavya‟da son yıllarda cereyan eden savaşları vermektedir; bu savaşlar sırasında yaşanan etnik gruplar arası çatışmaların II. Dünya Savaşı‟na, Miloseviç‟in Hitler‟e; dikenli teller arkasındaki Müslüman Boşnakların durumunun Holocaust‟a benzetilmesi ve bazı Amerikalı yetkililerin de kendilerini (Richard Holbrooke), Yahudileri kavramanca savunan R. 17 Bkz. 1998 Sorbonne Konferansı, 1999 Bologna Deklarasyonu, 2001 Prag Zirvesi, vb Wallenberg‟le (Budapeşte‟de İsveç elçiliğinde ataşe) özdeşleştirmesi, Holocaust‟u ve Wallenberg‟i olağanlaştırıcı bir etkide bulunmakta, en azından tekillikten çıkarmaktadır. Bu analiz çerçevesi, Ermeni soykırım iddiaları konusunda kafa yoran herkes tarafından dikkate alınmak zorundadır. Todorov‟un da bir demokraside temel yurttaş haklarından biri saydığı, hakikati arama ve bildirme hakkı, ancak bu türden yaklaşımlarla mümkün olabilir. Bu hak, sadece mağdur veya mazlum sayılanlara özgü olmayıp suçlananlara da aittir. Onurlu bir insan muamelesi görmek, herkesin hakkıdır. Bir toplumun geçmişte acılar yaşamış olması, başkalarına acılar yaşatma hakkını vermez. Burada söz konusu hakikatin, bir tarih inşa etmeye, bir kimlik oluşturmaya yaradığı için seçilen ve dayatılan bir hakikat değil, tarihsel olgularla tekabüliyeti olabildiğince sağlanmış bir hakikat olması her şeyden önemlidir. Bulunacak çözümler, ancak bu koşuldadır ki, gelecek nesillere adil ve tarafsız gelebilir. Tüm niyetler ve pozisyon alışlar parantez içine konarak, şöyle sorulabilir: Sorunu nasıl ele alacağız? Konuya nasıl yaklaşacağız? Bu yaklaşım çerçevesinde konuya baktığımızda, belirli bir dönemde yaşananlar konusunda farklı anlayışlar olduğunu görüyoruz. Kabaca, bir taraf bunları “soykırım”, diğer taraf “tehcir” olarak kavramlaştırıyor. Burada Max Weber anlamında bir ideal tip, E. Rosch anlamında bir prototip18 oluşturma veya A. A. Moles anlamında şemalaştırma 19 söz konusu. Yapılacak şey, tartışmaya konu olan geçmiş olayların dışında, nelere soykırım, nelere tehcir dendiğini, bir başka deyişle, soykırım ve tehcirin ayırt edici özelliklerini saptamak ve geçmişte yaşanan olayların, bunlardan hangisine uyduğunu belirlemektir. Bu sürecin sonucu, hangi tarafın lehinde veya aleyhinde olursa olsun, kabul edilmek zorundadır. Aksi takdirde, konjonktüre ve reel politikaya bağlı olarak sorun, sürekli yeniden gündeme gelecektir. İnsanlık tarihinde bir yandan “tehcir” olarak adlandırılan olaylar bir kategoriye, “soykırım” olarak adlandırılanlar da bir diğer kategoriye konup, her birinin bir prototipi oluşturulabilir. Ardından bu kategorilerin prototipik özelliklerinden hareketle, 1915‟te cereyan eden acı olayların hangi kategoriye girdiği belirlenebilir. Burada iki şey önemli. Birincisi, 1915‟te cereyan eden olayların detaylı bir şekilde betimlenmesi, ikincisi ise kategorilerin prototipinin belirlenmesi. Tarafları peşinen suçlu veya kurban, zalim veya mazlum ilan etmeden her iki işin de yerine getirilmesinde görev alacak uluslararası bir uzmanlar kurulu oluşturulabilir. E. Rosch (1978): Principles of categorization, in Cognition and Categorization (eds. E. Rosch ve B. B. Lloyd), Hillsdale, NJ: Erlbaum 18 19 A. A. Moles. (1993): Belirsizin Bilimleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, ch. III. Bundan sonradır ki, 1915‟te yaşananların, zaman zaman bir trajediye dönüşen ve acılarla dolu bir tehcir mi, yoksa kelimenin tam anlamıyla bir soykırım mı olduğuna karar verilebilir. Esasen soykırım denen olayların, prototipi az çok belli. Bu, II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan ve BM tarafından da soykırım olarak tanımlanan “Yahudi Soykırımı”dır. Aynı şey “tehcir” için de söz konusudur. Çeşitli tehcir olaylarını birbirinden ayıran detaylarda kaybolmaksızın, ana çizgilerinde bir tehcir tanımı, tehcirin prototipi yapılabilir. Ancak bundan sonradır ki I. Dünya Savaşı yıllarında yaşananların adının konması gündeme getirilebilir. Bu olaylar soykırım olarak adlandırıldığı takdirde, etik ve adalet gereğince, çifte standart uygulamadan, aynı işlemi tüm diğer benzeri olaylar için de uygulamak gerekir. Bu durumda, tarih boyunca, imparatorlukların halklar üzerinde otorite kurma amacıyla sık sık başvurduğu önlemler, zorunlu (veya zora dayalı) kitlesel göçler gibi pek çok olay soykırım kategorisine girecektir; bu ise, bir insanlık suçu olarak dünya kültüründe yerini alan “soykırım” suçunu, sıradanlaştırma (Todorov‟un ifadesiyle banalleştirme) sonucunu doğuracaktır. Kaldı ki, yaşananların bir “tehcir” olarak adlandırılması, Türk toplumunun total masumiyeti anlamına gelmediği gibi, onu sorumluluklarından da arındırmayacaktır. Ancak soykırım ve tehcirin moral yükü karşılaştırılamayacak kadar farklıdır. Birbirini anlamayı arzulayan iki toplum, ilk adım olarak salt kendi perspektifinden bakmamayı, kendi saptadığı ve inandığı “hakikati” diğerine dayatmamayı bir ilke olarak benimsemek zorundadır. Barışın yeter şartı olmasa da gerek şartı budur. Günümüz dünyasında, etik kaygı ve değerler üstüne temellenen bir ortak yaşam kültürü, her toplum gibi Türkler ve Ermeniler için de ben-merkezli olmamayı, kendine dıştan bakabilmeyi gerektirmektedir. Anahtar kelimeler: tehcir, Türk, Ermeni, prototip, Dünya Savaşı, soykırım Etik kaygı ve değerler üstüne temellenen bir ortak yaşam kültürü, Türkler ve Ermeniler için de ben-merkezli olmamayı, kendine dıştan bakabilmeyi gerektirmektedir.