Parlamento TPB Hakimiyet Milletindir Ocak 2016 Sayı: 32 Ayl ı k sürel i yay ı n TBMM Başkanı İsmail Kahraman: Başkanlık sistemine dayalı yeni bir anayasa yapmalıyız...28 Grup başkanvekillerinden 26. Dönem değerlendirmesi...32 Bir destanın başladığı yer: İlk Meclis Binası...48 Medeniyetin taştaki izi: Ahlat...42 ISSN 2147-6616 9 772147 661000 32 Parlamento TPB Ocak 2016 Sayı: 32 Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet Editör Songül Baş Yazı İşleri Çağla Taşkın Enver Uygun Evren Özesen Gökçe Doru İrem Coşkunseven Nehir Öztürk Nil Özben Orhan Gülenay Pınar Çavuşoğlu Zeynep Yiğit Katkıda Bulunanlar Dr. Ahmet Tetik Hakan Arslanbenzer Dr. Polat Safi Tasarım Evrim Uluçay Sinan Günçiner Genel Koordinatör İsmail Demir TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili YAYIN KURULU Yahya AKMAN 21, 22, 23, 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili Cahit BAĞCI 23, 24, 25. Dönem Çorum Milletvekili Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili Ömer Faruk ÖZ Genel Sayman 23. ve 24. Dönem Malatya Milletvekili Ramazan Kerim ÖZKAN 22, 23, 24. Dönem Burdur Milletvekili Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. YAPIM Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Özel Matbaası Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6 İvedik/Ostim/ANKARA T: 0312 395 06 08 Basım Tarihi: 04.01.2016 OCAK 2016 İÇİNDEKİLER 28 TBMM BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN: 26. DÖNEM’DE MANEVI VE MILLÎ DEĞERLERIMIZE UYGUN, TAKLIT OLMAYAN, BAŞKANLIK SISTEMINE DAYALI YENI BIR ANAYASA YAPMALIYIZ 38 Hoşgörülü bir siyaset Abdullah Tenekeci: izlemeli, topluma iyi örnek olmalı, birlik ve beraberliğimizi her şeyin üzerinde tutmalıyız 56 Bir siyasetçi alkıştan Hakkı Suha Okay: hoşlandığı kadar eleştiriye de tahammül etmesini bilmek zorundadır DESTANIN BAŞLADIĞI YER 48 BİR İLK MECLİS BINASI 64 Türkçenin doğru kullanılması, Abdullah Erdem Cantimur: toplumda dil bilincinin yerleşmesi ve gelişmesi amacıyla faaliyetler gerçekleştiriyoruz 32 GRUP BAŞKANVEKİLLERİNDEN 26. DÖNEM DEĞERLENDİRMESİ 60 TÜRK MILLIYETÇILIĞINE VAKFEDILMIŞ BIR ÖMÜR: YUSUF AKÇURA 72 10 OCAK ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ: TÜRK BASIN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ 4 BAŞKAN’IN MESAJI 5 BIRLIK’TEN 10 HABERLER 15 DÜNYADAN 68 TARIH SAHNESI - ÇAĞI AYDINLATAN BIR BULUŞ: AMPUL 82 ERBAY KÜCET: MEYDAN OKUNAN MEKANLAR 84 KITAP 86 BİR CUMHURİYET ÇOCUĞUNUN HAYAT HİKAYESİ 88 MÜZIK 89 FILM 90 AK PARTI ZONGULDAK MILLETVEKILI HÜSEYIN ÖZBAKIR ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI 91 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI 94 UNUTMAYACAĞIZ KABILE HAYATINDAN 20 GÜÇLÜ DEMOKRASIYE ALMANYA TAŞTAKI IZI 42 MEDENIYETIN AHLAT BİR BESTEKAR, 78 TİTİZ İNCE BİR İNSAN SELAHATTIN PINAR BAŞKAN’IN MESAJI KIRKINCI YILIMIZA “MERHABA” İ nsanların tek tek yapamadıklarını beraber yapmaları, birlikteliği, gönüllülüğü ve dayanışmayı temsil etmeleri için oluşturulan yapılara sivil toplum kuruluşları denmektedir. Günümüzde önemli bir kavram olan sivil toplum kuruluşları ona gönül verenlerin tecrübelerinden faydalanıldığı yerlerdir. Meslek odaları, sendikalar, vakıflar ve hemşehri dernekleri bu alanda önde gelen kurumlardır. Demokrasinin ve ekonominin gelişmesinde sivil toplumun etkisi olduğu açıktır. Devlet-toplum ve devlet-fert ilişkilerinin demokratik bir şekilde düzenlenmesinde önemli rol oynayan sivil toplum kuruluşlarında insanlar gönüllü olarak bir araya gelip kendileriyle ve yaşadıkları toplumla alakalı öncelikleri konusunda birlikte karar almaktadırlar. İnsanların devletten izin almadan aralarındaki sorunları karşılıklı “rıza” göstererek çözmeleri katılımcı bir yapının doğmasını sağlar. Katılımcılık ise demokratik düzenin vazgeçilmez unsurudur. Çağdaş devletlerde sivil toplum kuruluşlarının öne çıkan bir özelliği de devletin yükünü hafifletmeleridir. Merkezî yönetimin çözüm bulmasının vakit alacağı sorunlara yerinde müdahale edebilen bu oluşumlar hem devlete hem de vatandaşlara fayda sağlar. Bugünkü verilere göre ülkemizde sayıları 150 bine ulaşan sivil toplum kuruluşlarının dostluk ve arkadaşlıkların kurulduğu, acıların ve sevinçlerin paylaşıldığı ortak yerler olduğunda hemfikiriz. Demokrasinin olmazsa olmaz unsurları olarak toplumsal hayatımızın odak noktasında yer alan sivil toplum kuruluşlarımızdan biri de milletvekillerimizin üyesi olduğu Türk Parlamenterler Birliği’dir. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Yasama Meclislerinde üye olarak görev yapmış ve yapmakta olan parlamenterler arasındaki dostluğu, kültürel, fikrî ve manevi dayanışmayı sağlamayı, bilimsel ve kültürel faaliyetlerle üyelerinin bilgi ve tecrübelerinden toplumu yararlandırmayı, siyasi ve kültürel ortamın gelişmesini, parlamento geleneklerinin yerleşmesini ve demokrasimizin güçlenip devamlılığını sağlamayı amaç edinmiş 29 eski senatör ve milletvekilinin bir araya gelerek “Eski Parlamenterler Derneği” adıyla kurduğu, 1976 yılında çalışmalarına başlayan birliğimizde bugüne kadar hizmeti geçenlere şükranlarımı arz ediyorum. 2016 yılında Türk Parlamenterler Birliği olarak yapacağımız her türlü etkinliğimizde geçmiş kırk yılın tecrübelerinden faydalanarak, sizlerden alacağımız katkılarla birliğimizi pekiştirerek yolumuza devam edeceğimizi ifade edebiliriz. Sizlerden aldığımız güç ve teveccüh ile sizlere hizmeti şiar edinen birliğimizin önümüzdeki günlerde sosyal ve kültürel etkinliklerinin yanı sıra sivil toplum kuruluşu olmamızın şuuruyla sizlerin taleplerini de göz önüne alarak yapacağı faaliyetlerin devam edeceğini belirtmek isterim. Dile kolay, bir dernek kuruluyor ve kırk yıl geçiyor. İnsan ömründe kısa bir süre sayılmayan bu kırk yılda yapılanları unutmadan “Nice kırk yıllara” diyerek yeni yılın üyelerimize, ailelerine, milletimize ve insanlık alemine barış, dostluk ve huzur getirmesi temennileriyle saygılarımı sunarım. 6 Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili DEMOKRASININ OLMAZSA OLMAZ UNSURLARI ARASINDA YER ALAN SIVIL TOPLUM KURULUŞLARINDAN BIRI DE 1976 YILINDA KURULAN TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’DIR. BİRLİK’TEN TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN’I ZIYARET TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil ve Yönetim Kurulu üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman’ı ziyaret etti. Nevzat Pakdil, 22 Kasım 2015 tarihinde TBMM’nin 27. Başkanı seçilen İsmail Kahraman’ı tebrik ederken 26. Yasama Dönemi’nin ülkemize ve milletimize hayırlı olması temennisinde bulundu. Ziyarette Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkan Yardımcısı ve 23, 24, 25. Dönem Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel, Genel Sayman ve 23, 24. Dönem Malatya Milletvekili Ömer Faruk Öz, Yönetim Kurulu üyeleri Niğde Milletvekili Alpaslan Kavaklıoğlu, 23, 24 ve 25. Dönem Çorum Milletvekili Dr. Cahit Bağcı, 21, 22, 23 ve 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman, 22, 23 ve 24. Dönem Burdur Milletvekili Ramazan Kerim Özkan, 22, 23 ve 24. Dönem Gaziantep Milletvekili Mehmet Sarı, 20. Dönem Kastamonu Milletvekili Haluk Yıldız, Disiplin Kurulu Başkanı ve 24. Dönem Muğla Milletvekili Ali Boğa, Denetleme Kurulu Üyesi ve Bartın Milletvekili Yılmaz Tunç, Yüksek Danışma Kurulu Başkanı ve 22, 23. Dönem Sakarya Milletvekili Recep Yıldırım’ın yanı sıra Millî Eğitim eski Bakanı Vehbi Dinçerler, Bayındırlık ve İskan eski Bakanı Zeki Ergezen ve TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet de yer aldı. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil ziyaretin anısına TBMM Başkanı İsmail Kahraman’a üzerinde Kahramanmaraş’a özgü sim sırma ile işlenmiş “Besmele-i Şerif”in yer aldığı bir tablo takdim etti. 7 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI “GÖNÜLLERIN ŞEHRI” KONYA’DA TÜRK Parlamenterler Birliği, 9-10 Aralık günlerinde Konya’ya bir ziyaret düzenledi. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve 22, 23, 24. Dönem Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, Genel Sekreter ve 19. Dönem İstanbul Milletvekili Kadir Ramazan Coşkun, Genel Sayman ve 23, 24. Dönem Malatya Milletvekili Ömer Faruk Öz, Yönetim Kurulu üyeleri 23, 24 ve 25. Dönem Çorum Milletvekili Dr. Cahit Bağcı, 21, 22, 23 ve 24. Dönem Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman, 22, 23 ve 24. Dönem Gaziantep Milletvekili Mehmet Sarı, 22, 23 ve 24. Dönem Burdur Milletvekili Ramazan Kerim Özkan, Disiplin Kurulu Başkan Yardımcısı ve Bilecik Milletvekili Yaşar Tüzün, Disiplin Kurulu Üyesi ve 24. Dönem İstanbul Milletvekili Sevim Savaşer, 23 ve 24. Dönem Malatya Milletvekili 8 BIRLIK’TEN KONYA’DA ILK GÜN TÜRKIYE’NIN EN ÖNEMLI MÜZELERI ARASINDA YER ALAN MEVLÂNA MÜZESI ZIYARET EDILDI VE HZ. MEVLÂNA’NIN 742. VUSLAT YILDÖNÜMÜ ULUSLARARASI ANMA TÖRENLERI IZLENDI. Sille’nin ardından Mevlâna Müzesi ziyaret edildi. Türkiye’nin en önemli müzeleri arasında yer alan ve ziyaretçilerine benzersiz bir manevi atmosfer sunan Mevlâna Müzesi, kapısından içeri giren herkesi olduğu gibi Türk Parlamenterler Birliği heyetini de kendine hayran bıraktı. “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir” diyerek asırlar öncesinden bugüne seslenen Hz. Mevlâna’nın türbesinde edilen duaların ardından müzenin bölümleri gezilerek bilgi alındı. Konya ziyaretinin ilk günü Hz. Mevlâna’nın 742. Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri ile sona erdi. Ahmet Özhan’ın tasavvuf müziği konseri ve semâ programını da içeren tören öncesinde Türk-İslam sanatlarından örneklerin yer aldığı bir sergi gezildi. Tropikal Kelebek Bahçesi hayranlık uyandırdı Mücahit Fındıklı, 17 ve 18. Dönem Konya Milletvekili Abdullah Tenekeci ile TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet’in katıldığı ziyaret sırasında “Gönüllerin Şehri”nin manevi atmosferinde tarihî ve kültürel mekanlar gezildi, Konya’da yürütülen çalışmalarla ilgili bilgi alındı. Türk Parlamenterler Birliği heyeti, Konya’da ilk olarak Vali Muammer Erol’u ziyaret etti. Nevzat Pakdil, günün anısına Türk Parlamenterler Birliği ambleminin yer aldığı bakır işlemeli tabağı Muammer Erol’a takdim etti. Erol ise hat yazılı bir levha ile Hz. Mevlâna’nın eserlerini Pakdil’e sundu. Vali Muammer Erol’un misafirperverliği ve keyifli bir sohbet eşliğinde gerçekleşen ziyaretin ardından tarihî evler ve mekanların yer aldığı Sille gezildi. Selçuklu ilçesinin 8 kilometre kuzeybatısında yer alan ve sit alanı olarak koruma altında bulunan Sille’nin sokaklarında dolaşılıp tarihî ve kültürel varlıklar eşliğinde geçmişin izi sürüldü. Konya ziyaretinin ikinci günü Vali Muammer Erol’un evsahipliğinde gerçekleşen kahvaltı ile başladı. Kahvaltının davetlileri arasında Konya Milletvekili Ahmet Sorgun ile Millî Eğitim Bakan Yardımcısı, 22 ve 23. Dönem Konya Milletvekili, Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Orhan Erdem’in yanı sıra geçmiş dönemlerde Konya Milletvekilliği yapmış Kadir Demir, Ziya Ercan, Ahmet Alkan, Hüseyin Arı, Ali Gebeş, Lütfi Yalman, Abdullah Çetinkaya, Muharrem Candan, Hasan Angı, Mehmet Kılıç, Kerim Özkul, Mustafa Kabakcı, Hüseyin Üzülmez, Mustafa Akış, Ali Öztürk, Musa Erarıcı, 9 KONYA SELÇUKLU’DA 15 FARKLI TÜRDE BINLERCE KELEBEĞE DOĞAL YAŞAM ALANI SUNAN VE ÜLKE TURIZMINE ÖNEMLI KATKI SAĞLAYAN TROPIKAL KELEBEK BAHÇESI ZIYARET EDILDI. Hüseyin Kaleli, Saffet Sert ve Abdullah Gencer yer aldı. Türk Par- alanı sunan, hem yerli hem de yabancı ziyaretçilerden büyük lamenterler Birliği (TPB) Genel Başkanı Nevzat Pakdil burada bir ilgi gören Tropikal Kelebek Bahçesi, Türk Parlamenterler Birliği konuşma yaparak TPB’nin yurt içi ve yurt dışında gerçekleştirdiği heyeti tarafından beğeniyle gezildi. Ülkemizdeki ilk, Avrupa’daki çalışmalar hakkında bilgi verdi. en büyük kelebek uçuş alanına (1600 metrekare) sahip bahçe Kahvaltının ardından Selçuklu Belediyesi tarafından ülke güzel bir çalışma olması ve ülkemiz turizmine katkı sağlaması turizmine kazandırılan Konya Tropikal Kelebek Bahçesi ziyaret dolayısıyla takdirle karşılandı. Heyet, ikinci gün Meram Bele- edildi. Burada heyeti Selçuklu Belediye Başkan Yardımcısı Şükrü diye Başkanı Fatma Toru’yu ziyaret ettikten sonra “Gönüllerin Koyuncu karşıladı. 15 farklı türde binlerce kelebeğe doğal yaşam Şehri”nden ayrıldı. 10 BIRLIK’TEN TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN - ÜYE AIDATLARIMIZ 17. OLAĞAN GENEL KURUL KARARIYLA 2016 YILINDA YILLIK 120 TL’DIR. - BANKALAR TARAFINDAN MÜŞTERILERINE ULUSLARARASI BANKA HESAP NUMARASI (IBAN) VERILMEKTEDIR. ÜYELERIMIZIN AIDATLARINI YATIRIRKEN PROBLEM YAŞAMAMALARI IÇIN BIRLIĞIN IBAN NUMARASI AŞAĞIDA BELIRTILMIŞTIR. - BILINDIĞI GIBI 2002’DE YILLIK 30 TL OLAN ÜYE AIDATLARI 2004 YILINDAN ITIBAREN 60 TL VE 2013 YILINDAN BERI 120 TL’DIR. GERIYE DOĞRU AIDAT BORÇLARININ BUNA GÖRE HESAPLANMASI VE BIRLIĞIMIZIN AŞAĞIDAKI HESAP NUMARASINA YATIRILMASI; 5253 SAYILI DERNEKLER KANUNU’NA GÖRE, ALINAN AIDATLARIN BELGESINE ÜYELERIN TC KIMLIK NUMARALARININ YAZILMASI GEREKMEKTEDIR. - ÜYELERIMIZIN TC KIMLIK NUMARALARINI MEKTUP VEYA TELEFONLA BIRLIĞE BILDIRMELERI RICA OLUNUR. TPB HABER PORTALI www.tpb.org.tr FAX HATTI: 0312 420 66 24 SAYIN ÜYELERIMIZ HER KONUDA BIZE ULAŞABILIRSINIZ. TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ANKARA KONUKEVI: ANKARA HOTEL PİNO BAYRAKTAR MAHALLESI VEDAT DALOKAY CADDESI BAYRAKLI SOKAK NO: 35 GOP/ANKARA TEL: 0312 446 36 86 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 11 HABERLER NOBEL KIMYA ÖDÜLÜ SAHIBI AZIZ SANCAR: MEMLEKETIM IÇIN HAYIRLI UĞURLU OLSUN DNA onarımı konusunda yaptığı çalışmalarla 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne değer görülen Prof. Dr. Aziz Sancar, 10 Aralık’ta İsveç’in başkenti Stockholm’de düzenlenen törende Nobel Sertifikası ve Altın Madalya aldı. Sancar’a ödülünü İsveç Kralı 16. Carl Gustaf takdim etti. Törende Aziz Sancar’la birlikte Tomas Lindahl ve Paul Modrich de Nobel Kimya Ödülü’nün sahibi oldu. “Memleketim adına sevindim, Mardin adına sevindim. Memleketim için hayırlı uğurlu olsun” sözleriyle mutluluğunu paylaşan Prof. Dr. Aziz Sancar, 12 Nobel Kimya Ödülü’nü aldıktan sonra 14 Aralık’ta Türkiye’ye geldi. Sancar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ı ziyaret ederek Nobel Sertifikası ve Altın Madalya’yı Anıtkabir’de sergilenmek üzere teslim etti. Nobel Kimya Ödülü’nün 19 Mayıs 2016’da düzenlenmesi planlanan açılış töreniyle Anıtkabir’de sergileneceği bildirildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Prof. Dr. Aziz Sancar’ı 15 Aralık’ta Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde kabul etti. Basına kapalı gerçekleşen görüşme yaklaşık 1,5 saat sürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı gün Prof. Dr. Sancar onuruna bir akşam yemeği verdi. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki yemekte Sancar’ı tebrik eden Erdoğan, “Bundan sonra da başarılarının artarak devamını Allah’tan temenni ediyorum” dedi. Mardin’in Savur ilçesindeki Savur Ortaokulu ve Artuklu ilçesindeki Artuklu Anadolu Lisesi’ne Aziz Sancar’ın adının verilmesinin kararlaştırıldığını belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, kentte yapımı tamamlanan bilim ve sanat merkezinin isminin ise “Profesör Doktor Aziz Sancar Bilim ve Sanat Merkezi” olacağını açıkladı. Erdoğan, Mardin’de öğrenciler arasında “Aziz Sancar Bilim Olimpiyatları”, “Aziz Sancar ve Bilim Konulu Kompozisyon Yarışması”, “Aziz Sancar Konulu Resim Yarışması” gibi etkinliklerin düzenleneceğini de bildirdi. Prof. Dr. Aziz Sancar, 15 Aralık günü Anıtkabir’i de ziyaret etti. Gazetecilerin soruları üzerine “Atatürk’ün ruhuna Fatiha okudum” diyen Sancar, ziyaret sırasında vatandaşlardan gördüğü ilgiyi ise “Halkın bu kadar ilgisi bana gerçekten çok dokunuyor. Sağ olsunlar kadir biliyorlar, hoşuma gitti” sözleriyle değerlendirdi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, Prof. Dr. Aziz Sancar ile 16 Aralık’ta Çankaya Köşkü’nde gerçekleşen kahvaltıda bir araya geldi. Kahvaltıya Başbakan Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu ile Aziz Sancar’ın eşi Esta Gwendolyn Sancar ve kızı Rose Lorraine Peifer da katıldı. Prof. Dr. Sancar daha sonra İstanbul’a geçerek Prof. Dr. Ümmühan İşoğlu Alkaç ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi öğrencileriyle bir araya geldi. Alkaç, Sancar’a İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki mezuniyet fotoğrafı ile öğrencilik yıllarına ilişkin bazı materyalleri içeren bir dosya takdim etti. “Sevgili Aziz Sancar seni çok seviyoruz” Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türkiye’yi gururlandıran Nobel Kimya Ödülü, siyasi partilerin grup toplantılarında da gündeme geldi. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, zor koşullardaki eğitim hayatını başarılarla tamamlayan Aziz Sancar’ın bir Cumhuriyet çocuğu olduğunu ifade ederek, “Sevgili Aziz Sancar seni çok seviyoruz. Bize mutluluk yaşattın” dedi. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözünü hatırlatan Kılıçdaroğlu, Aziz Sancar’ın Nobel Kimya Ödülü almasının Türk halkını gururlandırdığını vurguladı. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Aziz Sancar’ı “inanmış bir yürek, yetişmiş bir milletperver, kökünü ve geçmişini unutmamış bir vatan kahrama- nı” olarak niteledi. “Değerli bilim insanımızı milletimiz ve partimiz adına tebrik ediyor, milletimizin sinesinden daha pek çok Aziz Sancar’ların çıkmasını içtenlikle temenni ediyorum” diyen Bahçeli, Prof. Dr. Sancar’ın Türklüğüyle iftihar eden, değerleri ile bütünleşen bir şahsiyetin neler yapabileceğini ve nelerin üstesinden gelebileceğini herkese ispat ettiğini belirtti. Prof. Dr. Aziz Sancar’ın başarısı TBMM Genel Kurulu’nda da gündeme geldi. 15 Aralık’taki birleşimde TBMM Başkanvekili Mehmet Akif Hamzaçebi, “Nobel Kimya Ödülü’nü alarak ülkemize ilk kez fen bilimlerinde Nobel Ödülü alma gururunu yaşatan, ‘Bu ödülü memleketime ve Cumhuriyet devriminin başlattığı eğitime borçluyum’ diyerek bu onuru milletimize armağan eden, ülkemizin yetiştirdiği nadide bilim insanlarından Prof. Dr. Aziz Sancar Hocamızı TBMM adına kutluyorum” dedi. Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekili Naci Bostancı, Aziz Sancar’ın almış olduğu Nobel Ödülü ile millete örnek teşkil ettiğini belirtirken Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekili Levent Gök, “Sayın Aziz Sancar’ın bu ödülü Cumhuriyet’e ithaf etmesi, Mustafa Kemal Atatürk’e borçlu olduğunu söylemesi gurur verici bir başka tablodur. Sancar, aslında hepimize örnek bir davranışla eğitimin nasıl olması gerektiğini de hatırlatıyor. Elbette bu dersi alması gerekenler alacaklardır ve bilime doğru yönlerini çevireceklerdir” dedi. Halkların Demokratik Partisi Grup Başkanvekili İdris Baluken, Prof. Dr. Aziz Sancar’ın aldığı ödülden duydukları memnuniyeti dile getirerek, “Sayın Aziz Sancar’ın Türk olmasının, Kürt olmasının, Arap olmasının, Acem olmasının bir önemi yoktur. Bütün bu toprakların, Doğu medeniyetinin bir değeri olarak keşke o buluşu bu topraklardan yapma fırsatına sahip olsaydı diyorum” ifadelerini kullandı. Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkanvekili Oktay Vural ise “Sayın Sancar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin değerlerine sahip çıkan, onları yücelten, millî birlik ve beraberliğimize dönük her biri Nobel’i hak eden sözleriyle tüm Türkiye’nin gönlünde taht kurmuştur” diye konuştu. 13 TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN’DAN KKTC VE AZERBAYCAN ZIYARETLERI TÜRKIYE Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman, geçtiğimiz ay Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Azerbaycan’a resmî ziyaretlerde bulundu. Kahraman, TBMM Başkanı seçildikten sonra ilk yurt dışı ziyaretini KKTC’ye gerçekleştirdi. KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve Kıbrıs Türk halkının özgürlük mücadelesi lideri Fazıl Küçük’ün anıt mezarları ile Girne Boğaz Şehitliği’ni ziyaret eden Kahraman, şehitlik özel defterine şunları yazdı: “Kahraman Kıbrıs Türk halkının hürriyeti uğruna verdiği varoluş mücadelesinde canlarınızı feda ederek kutsal şehadet mertebesine ulaştınız. Paha biçilmez kahramanlıklarınız yüce Türk ulusunun şanlı tarihindeki müstesna yerini daima muhafaza edecektir. Canlarınız pahasına kurulan ve esenlik içinde geleceğe güvenle bakan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, yeni nesillere umut ve cesaret vermeye devam edecektir. Özgür ve insanca yaşamak için canlarını feda etmekten çekinmeyen büyük Türk milletinin kahraman mücahitleri, hepinizi minnetle anıyor, rahmetler niyaz ediyorum.” TBMM Başkanı İsmail Kahraman, KKTC ziyareti kapsamında Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Cumhuriyet Meclisi Başkanı Sibel Siber ve Başbakan Ömer Kalyoncu ile ayrı ayrı görüştü. Kahraman, ziyaretleri sırasında Kıbrıs’ta huzur ve barışın olmasını istediklerini belirterek, “Türkiye ve TBMM olarak üzerimize düşen her türlü gayreti, desteği vermeye hazırız. Bugüne kadar verdik, bundan sonra da vermeye devam edeceğiz” dedi. “Dostluğumuz ve kardeşliğimiz her şeyden üstündür” İsmail Kahraman, resmî temaslarda bulunmak için gittiği Azerbaycan’da ilk olarak Millî Meclis Başkanı Oktay Esedov ile bir araya geldi. Heyetler arası görüşmede bir konuşma yapan Kahraman, Azerbaycan’ı bölgedeki en önemli stratejik ortak olarak 14 HABERLER gördüklerini ve iki ülke ilişkilerinin her alanda mükemmel düzeyde ilerlediğini ifade etti. İsmail Kahraman, “Türk dünyasının birlik ve beraberliği bizim için büyük önem taşımaktadır. Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi’ni (TÜRKPA) bu birliğin somut ürünü olarak görüyoruz” dedi. Kahraman, Azerbaycan ziyareti kapsamında Cumhurbaşkanı İlham Aliyev tarafından kabul edildi. Aliyev, “Dünyada birbirine bu kadar bağlı başka ülkeler bulmak çok zor. Bizim dostluğumuz, birliğimiz ve kardeşliğimiz her şeyden üstündür” dedi. Kahraman, Azerbaycan’da Başbakan Artur Rasizade ile de bir araya geldi. 2016 YILI GEÇICI BÜTÇE KANUNU TASARISI KABUL EDILDI 2016 Yılı Merkezî Yönetim Geçici Bütçe Kanunu Tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. 1 Ocak-31 Mart 2016 tarihleri arasını kapsayan kanuna göre, genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri, özel bütçeli idareler, düzenleyici ve denetleyici kurumlara, söz konusu üç aylık dönemde, 2015 Yılı Merkezî Yönetim Bütçe Kanunu’ndaki başlangıç ödeneklerinin belirli oranları karşılığı kadar ödenek kullanma yetkisi verilecek. Bu oran Cumhurbaşkanlığı bütçesi için yüzde 28,14; Başbakanlık bütçesi için yüzde 85; Millî Eğitim Bakanlığı bütçesi için yüzde 75; Maliye Bakanlığı bütçesi için değişik tertiplerde yüzde 38, yüzde 38,8, yüzde 53, yüzde 55, yüzde 56, yüzde 100; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesi için yüzde 60; Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bütçesi için yüzde 66; Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı bütçesi için yüzde 75; Adalet Bakanlığı bütçe- si için yüzde 40; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bütçesi için yüzde 100; Hazine Müsteşarlığı bütçesi için yüzde 30; Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü bütçesi için yüzde 45 olacak. Siyasi Partiler Kanunu’na göre, siyasi partilere 2016 yılının tamamı için yapılacak yardımın hesaplanmasında, 6583 sayılı kanundaki genel bütçe gelir tahmininin yüzde 16,44 fazlası esas alınacak. İlgili kanun hükümleri uyarınca merkezî yönetim bütçe gelirlerinin yıllık tarh, tahakkuk ve tahsiline devam edilecek. Yapılan harcamalar, girişilen yüklenmeler ile tahsil olunan gelirler, 2016 Yılı Merkezî Yönetim Bütçesi’ne dahil edilecek. 2015 ve daha önceki yıllarda taahhüde bağlanmış iş ve hizmetlere ait ödemeler ödenek sınırları çerçevesinde sürdürülecek. Kamu görevlilerine ilişkin toplam atama sayısı sınırları 36 binden 51 bine, 40 binden 55 bine çıkarılacak. 2016 Yılı Merkezî Yönetim Geçici Bütçe Kanunu Tasarısı’nın Genel Kurul’daki oylamasına 314 milletvekili katıldı. Tasarı, 71 ret oyuna karşılık 243 oyla kabul edildi. Maliye Bakanı Naci Ağbal, 26. Dönem’in ilk kanun tasarısının kabul edildiğini belirterek, “Milletimize, ülkemize hayırlı olsun” dedi. CHP KURULTAYI 16-17 OCAK’TA CUMHURIYET Halk Partisi’nin (CHP) 35. Olağan Kurultayı 16-17 Ocak 2016 tarihlerinde Ankara Spor Salonu’nda gerçekleştirilecek. Kurultayda ilk gün genel başkanlık seçimi yapılacak. Bugüne kadar 34’ü olağan, 18’i olağanüstü olmak üzere 52 kurultay gerçekleştiren CHP’de 35. Olağan Kurultay için hazırlıklar devam ediyor. Kurultay takvimi çerçevesinde 940 ilçe ve 81 ilde kongreler tamamlanırken 35. Olağan Kurultay’da genel başkan ve Parti Meclisi (PM) üyelerini seçecek yeni “kurultay delegeleri” belirlendi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Tekin Bingöl, kurultayda “barış, kardeşlik, adalet ve özgürlük” temalarının ön planda olacağını ifade etti. Bingöl, yurt içi ve yurt dışından kurultaya davet ettikleri siyasi parti ve sivil toplum kuruluşları olduğunu belirtti. 15 AB İLE ÜYELİK MÜZAKERELERİNDE 17. FASIL AÇILDI TÜRKIYE’NIN Avrupa Birliği’ne (AB) katılım müzakerelerinde açılan fasıl sayısı 15 oldu. Brüksel’de gerçekleştirilen Hükümetlerarası Katılım Konferansı’nın 11’inci toplantısında 17 numaralı “Ekonomik ve Parasal Politika” faslı müzakerelere açıldı. Toplantıya Türkiye adına AB ile Müzakere Heyeti Başkanı, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Avrupa Birliği Konseyi adına Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn ve Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders, Avrupa Komisyonu adına Avrupa Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu AB Komisyonu Üyesi Johannes Hahn katıldı. Konferans sonrasında düzenlenen basın toplantısında konuşan Jean Asselborn, ülkesinin Türkiye’nin yanında olacağını ifade ederek, sürece yeni bir ivme kazandırdıklarını belirtti. Johannes Hahn ise bu faslın açılmasının Türkiye’nin adaylık sürecinde ilerleme kaydettiğinin net bir göstergesi olduğunu söyledi. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, konuyla ilgili açıklamasında Türkiye’nin AB’ye sıkı sıkıya bağlı ve tam üyelik için gereken neyse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “İki sene sonra bir faslın açılması sembolik değeri yüksek bir gelişme. Bu sadece Türkiye ve AB için değil, tüm bölge için çok önemli” derken, AB Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, “Türkiye’nin AB ile üyelik müzakerelerinde enerji, yargı ve temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik, eğitim ve kültür ile dış güvenlik ve savunma politikaları başlıklarının hızla açılması bize göre bir zorunluluk” diye konuştu. 18 IHTISAS KOMISYONU ÇALIŞMALARINA BAŞLADI TBMM 26. Dönem’de görev yapacak 18 ihtisas komisyonu başkan ve divan üyelerini belirleyerek çalışmalarına başladı. 26. Dönem’de Adalet Komisyonu’na AK Parti Ankara Milletvekili Ahmet İyimaya, Anayasa Komisyonu’na AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Şentop, AB Uyum Komisyonu’na AK Parti Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Kasım Gülpınar, Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu’na AK Parti İstanbul Milletvekili Erol 16 HABERLER Kaya, Çevre Komisyonu’na AK Parti Gümüşhane Milletvekili Cihan Pektaş, Dışişleri Komisyonu’na AK Parti Malatya Milletvekili Taha Özhan, Dilekçe Komisyonu’na AK Parti İstanbul Milletvekili Mihrimah Belma Satır, Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu’na AK Parti Ankara Milletvekili Emrullah İşler, İçişleri Komisyonu’na AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Celalettin Güvenç, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’na AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’na AK Parti Kocaeli Milletvekili Radiye Sezer Katırcıoğlu, KİT Komisyonu’na AK Parti Ankara Milletvekili Fatih Şahin, Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu’na AK Parti Van Milletvekili Beşir Atalay, Millî Savunma Komisyonu’na AK Parti Düzce Milletvekili Faruk Özlü, Plan ve Bütçe Komisyonu’na AK Parti Isparta Milletvekili Süreyya Sadi Bilgiç, Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’na AK Parti Kütahya Milletvekili Vural Kavuncu, Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’na AK Parti Konya Milletvekili Ziya Altunyaldız, Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’na AK Parti Karaman Milletvekili Recep Konuk başkanlık edecek. DÜNYADAN MÜSLÜMAN ÜLKELERDEN TERÖRE KARŞI BİRLİK DIN, dil, ırk, coğrafya gözetmeksizin tüm insanlığın ortak sorunu olan terörizme karşı atılan adımlara bir yenisi daha eklendi. Suudi Arabistan’ın resmî haber ajansından yapılan açıklamada 34 Müslüman ülkenin İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) terörle ve silahlı terör örgütleriyle mücadeleyle ilgili anlaşma maddelerinden hareketle teröre karşı bir koalisyon oluşturduğu duyuruldu. Koalisyonda yer alan ülkeler Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri, Cibuti, Çad, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gine, Katar, Komorlar Federal İslam Cumhuriyeti, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler Cumhuriyeti, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Nijer, Nijerya, Pakistan, Senegal, Siralyon, Somali, Sudan, Suudi Arabistan, Togo, Tunus, Türkiye, Ürdün ve Yemen olurken Endonezya’nın da aralarında bulunduğu 10 ülkenin daha koalisyonu desteklediği bildirildi. Koalisyona katılan ülkelerin ortak açıklamasında, “Koalisyon, şekli, mezhebi ve ismi ne olursa olsun yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran, insanları korkutan ve öldüren silahlı terör örgütlerine karşı oluşturulmuştur” ifadesine yer verildi. Açıklamada ayrıca terörle mücadelede gerekli program ve mekanizmaların geliştirilmesi, uluslararası barış ve güvenliğin korunması için ilgili ülkelerle eşgüdüm sağlanması konusuna ağırlık verildi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin koalisyona katılımıyla ilgili yaptığı açıklamada, “Suudi Arabistan’dan böyle bir toplantı, geniş kapsamlı birliktelik için bir davet geldiğinde, olumlu baktığımızı söyledik. Teröre karşı İslam ülkelerinin birlikte bir ses vermeleri, terörle İslam’ı özdeşleştirme çabası içinde olanlara en iyi cevaptır. İslam ülkeleri arasında yürütülen bu çaba doğru yönde atılmış bir adımdır” diye konuştu. Türkiye, koalisyona katılan ülkeler arasında NATO’ya üye tek devlet olma özelliği taşıyor. Arap dünyasından ve Amerika Birleşik Devletleri’nden koalisyona olumlu tepkiler geldi. Arap Parlamentosu Başkanı Ahmed el-Ceravan, yaptığı yazılı açıklamada, Suudi Arabistan öncülüğünde oluşturulan teröre karşı koalisyonu memnuniyetle karşıladıklarını belirtti. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil bin Ahmed el-Cubeyr, İslam ülkelerinin yer aldığı koalisyonun, İslam dünyasının terörle mücadele konusunda güçlü bir tutum sergilemesi için atılmış bir adım olduğunun altını çizdi. Filistin Devlet Başkanlığı, Suudi Arabistan’la yapılan istişareler sonucu taraf oldukları koalisyonun İslam ümmeti için önemine değinen bir açıklama yayımladı. ABD Dışişleri Bakanlığı, terör karşıtı koalisyonun kurulmasını memnuniyetle karşıladıklarını duyurdu. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, “Bu koalisyon kesinlikle bizim uzun zamandan beri bölgedeki ülkelerin terörle mücadele etmesi gerekliliği hakkında söylediklerimiz ve teşviklerimizle aynı doğrultuda” ifadelerini kullandı. Öte yandan koalisyonun askerî hedefleri olup olmadığı konusunda Tunus’tan açıklama geldi. Tunus Cumhurbaşkanı ElBaci Kaid es-Sibsi’nin diplomatik işlerden sorumlu danışmanı Hamis el-Cuheynavi, Tunus’un koalisyona katılımının herhangi bir ülkede askerî operasyona iştirak edeceği anlamını taşımadığını, koalisyona siyasi olarak destek verdiklerini dile getirdi. 17 FRANSA’DAKI BÖLGESEL SEÇİMDE ULUSAL CEPHE SÜRPRIZI FRANSA’DA 2017 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ön hazırlığı olarak görülen, 13 bölgenin yöneticilerinin belirlendiği bölgesel seçimler gerçekleştirildi. İki turlu seçimlerde 1671 sandalye için 21 bin 500 aday yarıştı. Bölgesel seçimlerin ilk turunda Marine Le Pen önderliğindeki aşırı sağcı Ulusal Cephe (FN) oyların yüzde 29,5’ini aldı. Merkez sağ görüşlü Cumhuriyetçiler, Demokratlar ve Bağımsızlar Birliği (UDI) ile Demokrat Hareket (MODEM) yüzde 27,4 oranında oya sahip olurken iktidardaki Sosyalist Parti (PS) oyların yüzde 22,7’sini aldı. Avrupa Ekoloji ve Yeşiller Partisi (EELV) ise yüzde 6,6’da kaldı. Ulusal Cephe’nin 13 bölgenin 6’sında büyük bir zafer elde etmesi diğer partileri tedbir arayışına zorladı. Bunun sonucunda Sosyalist Parti 3 bölgede kendi listelerini geri çekerek merkez sağ adayları desteklediğini açıkladı. İkinci turun sonucunda FN hiçbir bölgenin yönetimine seçilemedi. Ancak koltuk sayısını 3 katına çıkarmayı ve 2002’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde yakaladığı 6 milyonluk oy sayısını 6,8 milyona yükseltmeyi başardı. FN, 2010’da bölge meclislerine 118 üye gönderirken 2015 seçimleri sonucunda 358 koltuk elde etti. FN’nin 2010 seçimlerindeki oy oranı yüzde 9’du. YENİ ZELANDA’NIN BAYRAĞI DEĞİŞİYOR RESMÎ olarak Büyük Britanya’nın sömürgesi konumundaki Yeni Zelanda, Başbakan John Key’in önerisiyle bayrağındaki Birleşik Krallık simgesini kaldırmak üzere çalışma yürütüyor. Başka İngiliz sömürgelerinin, özellikle Avustralya’nın bayrağıyla benzerlik gösteren mevcut bayrağın yerine kabul edilecek yeni tasarım için bir yarışma yapıldı. Yarışmaya yaklaşık 11 bin bayrak tasarımı gön- 18 DÜNYADAN derildi. Bunların arasından seçilen 40 bayrak seçici kurul tarafından 5’e indirilerek referanduma sunuldu. 1,5 milyon seçmenin katıldığı halkoylamasında görücüye çıkan tasarımlardan üçünde Yeni Zelanda’nın ulusal simgesi “eğrelti otu” yer aldı. Bir bayrakta “açılmış eğrelti otu”, diğerinde yalnızca renkler kullanıldı. Seçilen bayrak, sol üst köşesi siyah, geriye kalanı koyu mavi zeminli olmak üzere beyaz eğrelti otu ile kırmızı renkli dört yıldızdan oluşan “Güneyhaçı takımyıldızı” deseniyle tasarlanmış olandı. 2016 yılının Mart ayında mevcut bayrak ile yarışma sonucu seçilen bayrak tekrar referanduma sunulacak. Oylama sonucuna göre ülkenin bayrağının değişip değişmemesine karar verilecek. Yeni Zelanda Başbakan Yardımcısı Bill English konuyla ilgili açıklamasında, “Önümüzde tarihî önemde bir seçim bulunuyor. İki bayrağı inceleyerek hangisinin ulusumuzu şimdi ve gelecekte daha iyi temsil edeceğine bakmak için önümüzde zaman var” dedi. İSPANYA’DA TARİHÎ SEÇİM İSPANYA’DA 20 Aralık’ta gerçekleştirilen milletvekili genel seçimi ülkenin siyasi tarihinde yeni bir sayfa açacak şekilde sonuçlandı. Sandıktan iktidardaki Halk Partisi (PP) birincilikle çıktı ancak tek başına iktidar için gerekli çoğunluğu sağlayamadı. Sonuçlara göre ülke genelinde oyların yüzde 28’ini alan PP, parlamentodaki 350 sandalyeden 122’sini kazandı. Muhalefetteki İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ise 91 milletvekili çıkardı. Seçimin sürprizi ilk defa genel seçimlere katılan Podemos (Yapabiliriz) ve Ciudadanos (Vatandaşlar) partileri oldu. Podemos 69, Ciudadanos 40 sandalye elde etti. İspanya İç Savaşı’ndan bu yana ülkede hâkim olan iki partili sistem 2015 seçimleriyle sarsıldı. Ekonomik krizin etkisiyle doğan “Öfkeliler” adlı halk hareketinin siyasi uzantısı konumundaki, 2014 yılında kurulan Podemos, ülke genelinde aldığı yaklaşık yüzde 21’lik oy oranıyla seçimin gizli galibi kabul ediliyor. İspanya’da ve Avrupa’da yeni bir sol dalga gözüyle bakılan Podemos, PP ile koalisyon yapmayacağını açıkladı. İdeolojik olarak birbirine yakın olan PP ile Ciudadanos’un toplam sandalye sayısı ise hükümet kurmaya yetmiyor. Aynı şekilde olası bir PSOE-Podemos koalisyonu da parlamentoda çoğunluğu sağlayacak milletvekili sayısına ulaşamıyor. Yaklaşık 36,5 milyon kayıtlı seçmenin oy kullandığı seçimde meclisteki 350, senatodaki 208 koltuk için 4 binden fazla aday yarıştı. 1970’lerin sonundan bu yana ilk kez PP ve PSOE’nin toplam oy oranı yüzde 50’nin altında kaldı. 2011’deki seçimde bu oran yüzde 72’ydi. Podemos ve Ciudadanos, kuruluşlarından itibaren İspanya’daki iki partili sistemi eleştirmiş, seçimden beklentilerinin bu sistemi değiştirmek olduğunu vurgulamıştı. Podemos’un lideri Pablo Iglesias seçimden sonra basın mensuplarının soruları üzerine “Bu zamana kadar gelen siyasi sistem bugün itibarıyla son bulmuştur” dedi. Ciudadanos’un lideri Albert Rivera ise “İspanya’da heyecan ve umut dönemi başlıyor. Bugün yeni bir dönem başlıyor” değerlendirmesinde bulundu. PSOE lideri Pedro Sanchez, seçim sonuçlarından İspanyol halkının tercihini soldan yana kullandığının anlaşılması gerektiğini, ülkeyi değişimin beklediğini vurguladı. Seçimlerde birinci parti olmasına rağmen tek başına iktidara gelecek çoğunluğu yakalayamayan Halk Partisi’nin (PP) lideri Mariano Rajoy, “Seçimleri kazanan hükümeti kurmaya çalışmalıdır. İspanya’nın istikrar, güvenlik ve kararlılığa ihtiyacı var” derken İspanyol basını, hükümetin nasıl kurulacağı konusunda ciddi bir kaosun bulunduğuna dikkat çekti. Seçime ilişkin önemli bir detay ise mayıs ayında Barcelona’da belediye başkanlığını kazanan En Comu Podem (Birlikte Yapabiliriz) partisinin, Katalonya’da ayrılıkçı siyasi partilerden daha çok oy alarak bu bölgede birinci çıkması oldu. 19 GAMBİYA “İSLAM DEVLETİ” OLDU BATI Afrika ülkesi Gambiya’nın Devlet Başkanı Yahya Jammeh, Brufut şehrinde yaptığı açıklamada Gambiya’nın artık bir “İslam devleti” olduğunu ilan etti. 1994 yılından bu yana Devlet Başkanı koltuğunda oturan Jammeh konuşmasında, “Gambiya’nın kaderi Yüce Allah’ın ellerindedir. Bugünden itibaren Gambiya bir İslam devletidir. Vatandaşlarımızın haklarına saygı duyan bir İslam devleti olacağız” ifadelerini kullandı. Jammeh, bu değişikliğin ülkede kadınların giyimlerine kısıtlama getirmek için kullanılmayacağına ve Gambiya’daki Hıristiyanların ibadetleriyle ilgili yeni bir düzenleme getirilmeyeceğine vurgu yaptı. “Bu ülkede Müslümanlar çoğunlukta ve Gambiya sömürgecilik mirasını artık daha fazla devam ettiremez” ifadesini kullanan Yahya Jammeh, anayasanın değişmeyeceğini belirtti. Eski bir İngiliz sömürgesi olan ve dünyanın en yoksul ülkelerinden biri durumundaki Gambiya’nın Batı dünyasıyla ilişkilerinin gergin olduğu biliniyor. Avrupa Birliği, insan hakları sicilinin kötü olmasını gerekçe göstererek Gambiya’ya para yardımını durdurmuştu. GÜRCİSTAN BAŞBAKANI GARİBAŞVİLİ İSTİFA ETTİ GÜRCISTAN Başbakanı Irakli Garibaşvili, düzenlediği basın toplantısında istifa ettiğini açıkladı. Garibaşvili, Gürcistan hükümetinin son dönemde birçok alanda önemli adımlar attığını, özellikle AB ve NATO’yla entegrasyon sürecinde ciddi ilerlemeler kaydet- 20 DÜNYADAN tiğini belirterek, “Görevler geçicidir. Sonsuz olan sadece vatan ve Tanrı’dır. Açıkçası benim için görevler değil, ülkeme ve değerli vatandaşlarımıza hizmet etmek önemli. Ben görevimden istifa ediyorum ama ülkemin sadık bir askeri olmaya devam edeceğim” açıklamasında bulundu. Garibaşvili, 2013’te görevi devraldığı eski Başbakan Bidzina İvanişvili gibi uygun zamanda göreve geldiğini ve uygun zamanda da istifa ettiğini dile getirdi. Öte yandan ülkedeki muhalefet partileri, Garibaşvili’nin istifasının, 2016 yılında düzenlenecek seçimlerle ilgili olduğunu iddia etti. Birlik Ulusal Hareketi’nin liderleri, düzenledikleri basın toplantısında kararın aslında Garibaşvili’ye değil, eski Başbakan İvanişvili’ye ait olduğunu savundu. Muhalefet liderlerinden Giga Bokeria, İvanişvili’nin hükümet üzerinde ciddi etkisi bulunduğunu öne sürerek, Garibaşvili’nin Bidzina İvanişvili’nin isteği uyarınca istifa ettiğini söyledi. İktidar partisi yeni başbakan adayı olarak Dışişleri Bakanı Giorgi Kvirikaşvili’nin adını Cumhurbaşkanlığı’na iletti. Kvirikaşvili de eski Başbakan İvanişvili’nin yakın çalışma arkadaşlarından biri olarak tanınıyor. YUNANİSTAN PARLAMENTOSU FİLİSTİN’İ TANIMA KARARI ALDI YUNANISTAN Parlamentosu, Başbakan Aleksis Çipras ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın da katıldığı özel gündemli toplantıda Filistin’i bağımsız devlet olarak tanıma yönünde bir tavsiye kararı aldı. Toplantıdan önce Çipras ve Abbas bir görüşme gerçekleştirdi. Yunanistan Meclis Başkanı Nikos Vuçis’in önerdiği tavsiye kararı genel kurulda oy birliğiyle kabul edildi. Parlamentonun bu kararı, Yunanistan’ın, Filistin’i resmen tanıması yönünde hükümete tavsiye niteliği taşıyor. Alınan kararda, Yunan hükümetinden Filistin Devleti’ni tanıma sürecini başlatacak çalışmaları yapması istendi. Parlamento, Orta Doğu’da güvenlik ve barışın sağlanabilmesi için başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin Devleti’nin 1967 sınırlarına göre tanınmasının uygun bulunduğunu onayladı. Başbakan Aleksis Çipras, bundan sonra Yunan devletinin resmî yazışmalarında “Filistin Yönetimi” yerine “Filistin” ifadesinin kullanılacağını belirtti. Çipras’la görüşmesinin ardından basın toplantısı düzenleyen Mahmud Abbas da Filistin’in 2016 yılında pasaport bastıracağını duyurdu. Avrupa Birliği’ne (AB) üye ülkelerden 8’i daha önce Filistin’i tanımıştı. Söz konusu ülkelerden 7’si AB üyeliği öncesinde bu kararı alırken İsveç Birliğe üye olduktan sonra bu kararı vermişti. SUUDİ ARABİSTAN’DA 20 KADIN BELEDİYE MECLİSİNDE 130 bin 637’si kadın, toplam 1 milyon 487 bin 477 seçmen oy kullandı. Erkekler ve kadınların kendilerine ayrılmış özel bölümlerde oylarını verdiği seçimde 979’u kadın, toplam 6 bin 917 kişi yarıştı. Açıklanan sonuçlara göre 20 kadın aday belediye meclislerinde görev almaya hak kazandı. Suudi Arabistan yasalarına göre daha önce kadınların seçme ve seçilme hakkı bulunmuyordu. 2015 yılının Ocak ayında hayatını kaybeden Kral Abdullah Bin Abdulaziz’in reform planları çerçevesinde 25 Eylül 2011 tarihinde yaptığı yasal değişiklikle kadınların 2015 seçimlerine katılmasının önü açılmıştı. Yeni Kral Selman Bin Abdulaziz’in bu kararı yürürlükte tutması Suudi Arabistan’da ye- SUUDI Arabistan’da kadınların hem aday hem de seçmen olarak ilk kez katıldıkları belediye seçimleri gerçekleştirildi. Ülkede 4 yılda bir yapılan Belediye Meclisi Seçimleri için 17 seçim bölgesinde nilik hareketlerinin devam edeceği şeklinde yorumlanıyor. Ülkede kadınların araba kullanması ve bir erkek akrabalarının izni olmaksızın seyahat etmesiyse halen yasak. 21 KABILE HAYATINDAN GÜÇLÜ DEMOKRASIYE ALMANYA 22 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI TÜRKIYE’NIN 1960’LAR VE SONRASINDA YAŞANAN IŞÇI GÖÇÜYLE BIRLIKTE NEREDEYSE ORGANIK BIR BAĞ KURDUĞU ALMANYA ILE ILIŞKILERININ KÖKENI OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN YÜZÜNÜ BATI DÜNYASINA DÖNDÜĞÜ YILLARA UZANIR. TÜRKIYE’NIN KADIM DOSTU ALMANYA’NIN TARIHI, GÖÇLERDEN SIYASI KAVGALARA, DIN VE MEZHEP ADINA GERÇEKLEŞEN TOPLUMSAL DEĞIŞIMLERDEN BÜYÜK IDEALLERE KADAR INSANLIK TARIHINI ETKILEYEN BIRÇOK OLAYA TANIKTIR. VOLKAN ÇAĞAN 23 A lmanlar, Kavimler Göçü sonrasında şekillenen Avrupa resmi içerisinde kendisine en belirgin rolü atfedebileceğimiz milletlerden biridir. Arkeologlar tarafından bulunan mezar, silah ve yaşam gereçlerine dayanarak bugünkü Almanların atalarının günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl önce Ren nehrinin batı kıyılarında yaşayan Germen kabileleri olduğu kabul edilir. Roma kaynaklarının MÖ 2. yüzyıldan itibaren adını andığı Germen kabileleri, kadınların tarlalarda çalıştığı, erkeklerinse avlandığı bir toplumsal düzende yaşıyorlardı. Kent hayatına uzak duran ve savaşçı tabiatlarıyla Roma’ya kök söktüren Germen kabileleri arasında Gotlar, Vandallar, Alemanniler, Franklar, Lombardlar ve Tötonları saymak mümkündür. Roma’nın kuzeye yürüyerek sınırlarını genişletme arzusuna karşı görülmemiş bir direnç gösteren bu kabileler yüzlerce sene savaşmaktan yorulmadılar. Tarihî kaynaklara isimleri “barbar” olarak düşülen bu topluluklar, kelimenin, yerleşik hayatın zorunlu kıldığı birtakım kültür ögelerini reddetmek anlamını barındıran kısmını asırlar boyunca yaşamış ve Romalılara yaşatmıştır. Uzun boylu, sert yapılı bu insanlar, hayvan derilerinden devşirdikleri elbiseleri, çeşitli madenlerden meydana getirdikleri balta, ok ve mızrakları, ormanların içinde kurdukları basit evleriyle bilinir. Ayrıca medeniyete meydan okumaları ve haklarını sonuna kadar korurken canlarını hiç düşünmeden vermeleriyle de... Kabileden imparatorluk kuran büyük kral: Şarlman Kendine has özellikleriyle Orta Avrupa’nın kuzeyinden batısına doğru uzanan geniş orman sahalarında yaşayan Germen kabilelerinin hayatı Hun saldırılarıyla değişir. Onların hayatının değişiminden neredeyse bütün Avrupa’nın kaderi etkilenir. Doğu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarından kopup gelen karşı konulamaz güç, önüne çıkanı Batı’ya doğru sürükler. Dünya tarihini değiştiren bu büyük hareket sonucunda Gotlar İtalya ve İspanya’ya, Vandallar Güney İspanya ve Kuzey Afrika’ya, Lombardlar Po nehri havzasına doğru göçer. Franklar 24 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI ise Galya adı verilen topraklara yerleşerek büyük bir devletin temellerini atar. Sonraları ismi Fransa olarak anılacak bu bölgenin hakimiyeti için Franklarla amansız savaşlara giren Roma en sonunda bu Germen kabilesine boyun eğmek zorunda kalır. Bu boyun eğiş Avrupa’nın siyasi, kültürel ve toplumsal hayatında belki de yepyeni bir dönemi başlatıyordu. Zira 481 yılında I. Clodvik tarafından kurulan Frank Krallığı, Şarlman zamanında Güney İspanya’dan bugünkü Polonya sınırlarına kadar dayanan büyük bir imparatorluk haline gelecekti. “Kral” kelimesine isim babalığı yapan Şarlman Endülüs’te Araplarla, Macar topraklarında Avar ve Macarlarla savaşırken kendi soydaşlarıyla da zorlu mücadelelere girişip Lombardia ve Saksonya’yı kendisine bağladı. İrili ufaklı birçok prenslik, dukalık ve derebeyliğe son veren Şarlman’ın masallara konu olan savaşlarının ardından hâkim olduğu topraklar neredeyse bugünkü Avrupa sınırlarını kapsıyordu. 800 yılında Papa III. Leo tarafından taç giydirilen Şarlman Kutsal Roma İmparatoru kabul edilirken onlarca savaşın sonunda kurduğu yekpare yapıdan oluşan devletiyse Batı Roma İmparatorluğu’nun varisi sayıldı. Tüm “KRAL” KELIMESINE ISIM BABALIĞI YAPAN ŞARLMAN, ENDÜLÜS’TE ARAPLARLA, MACAR TOPRAKLARINDA AVAR VE MACARLARLA SAVAŞTI. ŞARLMAN’IN MASALLARA KONU OLAN SAVAŞLARININ ARDINDAN HAKIMIYET KURDUĞU TOPRAKLAR NEREDEYSE BUGÜNKÜ AVRUPA SINIRLARINI KAPSIYORDU. Germen kabilelerini tek bir çatı altında toplayan Şarlman güçlü bir siyasi yapı kurarak Roma ve Germen kültürlerini harmanlamayı başardı. Kent hayatına uyum sağlamaya çalışan bir dönemin Germenleri, Hıristiyanlığı benimseyerek bugünkü İtalya ve Almanya sınırları içerisinde yaşanan pagan inancı bir daha dirilemeyecek ölçüde yok ettiler. Şarlman öncülüğünde Hıristiyanlığın koruyucusu hüviyetine bürünen Germen kabileleri, kurulan büyük imparatorluğun güveniyle güneyde Müslümanlarla, kuzeydeyse Vikinglerle savaşarak hem Hıristiyanlığı hem de ortaya çıkan yeni Avrupa kimliğini eski kıtanın her yanına yaymayı başardılar. Artık Roma mirasından nasiplenen yepyeni bir kültürel kimlik Avrupa’yı ve Avrupa insanını temsil edecekti ve bu temsilin temelleri Şarlman’ın etrafında toplanan Germen kabileleri tarafından atılıyordu. Diğer yandan Frankların önlenemez yükselişi bir başka ağırlık merkezini, Bizans’ı rahatsız ediyordu. Zaman içerisinde kiliselerin ayrılmasına kadar varacak bu rahatsızlık iki gücün kültürel olarak ayrışmasına da yol açacaktı. Şarlman’la birlikte Latin dili ve kültürünün hâkim olduğu topraklarda egemenliğini genişleten Franklar Latin Batı’yı, Yunan mirasından devraldıklarını tatbik ederek bilhassa siyasi alanda varlığını kuvvetlendiren Bizans ise Grek Doğu’yu temsil edecekti. Bu ayrımın önemini günümüze kadar sürdürdüğü söylenebilir. Kendi bölgesinden topladığı askerlerle savaşa katılıp buna karşılık olarak imparator tarafından mükafatlandırılan lordların etrafında şekillenen ve Roma Hukuku ile harmanlanan Germen kabile sistemine dayalı siyasi bir yapı kuran Şarlman, iktidarı boyunca bu yapının kusursuz bir şekilde işlemesini sağlayarak yüzyıllar boyunca devam edecek derebeylik sisteminin de temellerini atmıştı. 25 TARIHE KARIŞAN İMPARATORLUK SONRASINDA YENI BIR DÜZEN ARAYIŞINA GIREN ALMANLAR, 1814-1815 YILLARINDA TOPLANAN VIYANA KONFERANSI’NDA, SAYILARI ÜÇ YÜZÜ AŞAN BAĞIMSIZ ALMAN DEVLETLERINI OTUZ SEKIZE INDIRMEYI BAŞARDI. Ancak hiyerarşik yapı gereği imparatora bağlı bu derebeyliklerin yönetici erkin zayıfladığı her an kendi başlarına buyruk hale gelmeleriyse kusursuz görünen sistemin zayıf yanıydı. Bu zayıflık Şarlman’ın ölümünün ardından ortaya çıktı ve koca imparatorluk Şarlman’ın torunlarının elinde küçük parçalara ayrıldı. Her dukalık kendi egemenliğini ilan etti. Avrupa’nın birçok yerinde birleşen birkaç dukalığın oluşturduğu krallıklar belirdi. Şarlman’ın kurduğu sarsılmaz yapı yaklaşık yüz elli yıl sürecek bir parçalanmışlığın içine düştü. Birliği yeniden sağlayan krallar: I. Otto ve Friedrich Barbarossa Şarlman sonrası ortaya çıkan siyasi boşluğu 962 yılında Papa tarafından taç giydirilen Büyük Otto lakaplı I. Otto sona erdirecek ve Kutsal Roma Germen İmparatoru unvanıyla iktidarın tek sahibi olacaktı. Alman kilisesinin olduğu kadar irili ufaklı dukalıkların da desteği ve onayıyla imparatorluk tahtına oturan I. Otto, birliği sağlamakla yetinmemiş, egemenliği altına almak istediği kiliseyle birlikte önemli kültürel reformlara da imza atmıştır. Büyük Otto’nun zamanında ortaya çıkan gümüş yatakları iyi değerlendirilmiş ve bu parlak maden Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun ekonomik yönden ışıldamasını sağlamıştır. Fakat bir türlü kurulamayan siyasi birliğin beraberinde getirdiği çekişmeler Büyük Otto’nun ölümünü takip eden yıllarda da devam eder. Birçok dukalığın güç gösterileriyle geçen zaman çoğunlukla kilisenin siyasi arenayı ve bununla birlikte toplumsal 26 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI hayatı da yönlendirdiği, din kurumunun yönetimde neredeyse tek söz sahibi olduğu yılları işaret eder. Bu çok başlı yapıyı yine karizmatik bir lider sona erdirip birliği sağlayacaktır: 1155 yılında Kutsal Roma Germen İmparatoru olarak taç giyen I. Friedrich, namıdiğer Friedrich Barbarossa. Romanlara konu olan hayatı savaşlar içinde, bilhassa Haçlı Seferleri’nde geçmiş bir hükümdar olan I. Friedrich’in, 3. Haçlı Seferi sırasında, tarihin gördüğü en büyük ordulardan biriyle Kudüs’e, Selahaddin Eyyubi’nin üzerine yürüyüşü Göksu nehrinin serin sularında boğulmasıyla sonuçlanana kadar Avrupa siyasi haritası neredeyse Şarlman zamanındaki kadar kesinleşmişti. Bu kesinlik, derebeylikler arasındaki çekişmelere son verip İtalya ve Papalık üzerindeki iktidarını zorla kabul ettiren, günümüz Fransası dışarıda tutulursa Şarlman’ın kurduğu imparatorluğun tamamına hükmeden I. Friedrich sayesinde yakalanıyordu. Ancak daha Friedrich Barbarossa’nın sağlığında başlayan Kilise ve İmparatorluk arasındaki çekişme, onun ölümünden sonra tahtı devralan II. Friedrich zamanında da yavaşlamadan devam etti. Zira iktidarı tek başına yürütmek isteyen iki güç, yanlarına aldıkları irili ufaklı güçlerle birleşerek bir diğerine boyun eğdirmenin derdindeydi. Avrupa siyasi tarihinde oldukça belirleyici yeri bulunan Kilise ile Friedrich Barbarossa ve II. Friedrich kıyasıya bir mücadeleye girişseler de bu büyük hükümdarların ölümleri Germenleri yine uzunca bir süre başsız bıraktı. Siyasi birlikten uzak yüzyıllar boyunca kimi zaman Töton Şövalyelerinin Hıristiyanlaştırma ve Almanlaştırma çabalarına, kimi zaman Martin Luther öncülüğünde ortaya çıkan Protestanlık aracılığıyla mezhep savaşlarına sahne olan Alman coğrafyası, Şarlken gibi önemli bir hükümdar ve Habsburg Hanedanı gibi toparlayıcı bir aileyle tanışmış olmasına rağmen Otuz Yıl Savaşları ile doruğuna ulaşan mezhep mücadeleleri arasında sıkışıp kaldı. Zaman içerisinde Alman dünyası, Büyük Friedrich liderliğinde yükselen Prusya Krallığı ile Avusturya arasındaki güç savaşına sahne oldu. Otuz Yıl Savaşları’nın bittiği 1648 yılından itibaren Alman siyasetine yön veren iki devlet haline dönüşen Prusya ve Avusturya arasındaki çatışma dinî ve kültürel olduğu kadar siyasi yönden de belirleyiciydi. Fakat her iki devletin de çekişmeyi bırakacakları ortak düşman gecikmedi: Napolyon. Görülmemiş zaferlere imza atan Napolyon, Viyana ve Berlin’i ele geçirerek 1806 yılında Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nu tarihten sildi. Her şeye rağmen 1812 yılında Rus seferinden mağlup dönen Napolyon bir yanıyla da Almanları modern çağa uygun bir devlet yapısına itmişti. Yenilen Napolyon yüzünden eski sınırlarına dönmek zorunda kalan Fransa’yla yapılan savaşlar birçok Alman prensliğinin yıkılmasına sebep olurken Prusya’nın daha da güçlenmesini sağladı. Fransa’dan gelen sadece savaş değildi. Fransız İhtilali sonucunda tüm dünyaya yayılan özgürlük, eşitlik, milliyetçilik gibi kavramlar Alman dünyasında da taraftar bulmakta gecikmedi. Özellikle genç kesim ve aydınlar arasında yayılan fikirler, liberal ekonomiyi ve vergi sistemini işaret ettiği gibi huzur ve refah ortamının korunduğu özgürlükçü bir yaşama da kapı aralıyordu. İhtilal sonrasında ortaya çıkan fikirler birçok büyük devletin parçalanmasına yol açarken yüzyıllardır siyasi birliği sağlayamamış Alman toplumu için birleşme ve bağımsızlaşma umudu oldu. Artık tarihe karışan İmparatorluk sonrasında yeni bir düzen arayışına giren Almanlar, 1814-1815 yıllarında toplanan Viyana Konferansı’nda, sayıları üç yüzü aşan bağımsız Alman devletlerini otuz sekize indirmeyi başardı. Bu devletler kendi bayraklarına ve silahlı birliklerine sahip olacaktı, kendi yasaları ve vergi kanunları bulunacaktı, imparatora değil meclislerine bağlı kalacaklardı. Genel hatlarıyla konfederal 27 1933 YILINDA BAŞBAKAN SEÇILEN HITLER, TÜM YETKIYI ELINE ALARAK DEMOKRASIYI RAFA KALDIRDI VE KENDISINE MUHALIF OLAN HER KESIMDEN INSANI SINDIRDI. HITLER DÖNEMINDE BASKI VE ZORBALIKLA YÖNETILEN ALMANYA’NIN TEK IDEALI VARDI: SAF IRKIN DÜNYAYA EGEMEN OLMASI. bir yapı üzerinde anlaşılmasına rağmen siyasi iradenin tecelli etmemesinden kaynaklı olarak yaklaşık altmış sene boyunca birleşmeyi sağlayacak reform hareketlerine sahne olan Alman siyaseti Bismarck öncülüğünde modern bir devlet yapısına yöneldi. Modern Almanya’ya doğru Uyguladığı kan ve kılıç politikasıyla kırılgan Alman konfederasyonunu güçlü bir imparatorluğa dönüştürmeyi başaran Otto von Bismarck’ın Prusya liderliğinde birlik olmuş Almanya hayali 1871 yılında gerçeğe dönüştü. 1918 yılına kadar yaşayacak ve Alman 28 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI İmparatorluğu veya II. Reich olarak anılacak devleti kurmak için sertliğe başvuran Bismarck, birliği bozan birtakım Alman prenslikleri ve Danimarka ile savaştı. En önemli savaşını Avusturya’ya karşı verip bu kadim düşmanı aciz duruma düşüren Bismarck, birlik dışında tuttuğu Avusturya olmadan güçlü bir siyasi yapı kurmayı başardı. Prusya Kralı’nın imparator şanıyla taçlandırıldığı bu yapı içerisinde, kralın hükümet işleriyle ilgilenmesi için atadığı başbakan kilit bir rol oynuyordu. Konfederal ve İmparatorluk adlarıyla kurulan iki ayrı meclis ise yasama görevini üstleniyordu. Bu dönemde sağlanan siyasi birlik ve güçlenen ekonomisiyle Cumhurbaşkanı Joachim Gauck Başbakan Angela Merkel Almanya birçok alanda kalkındı. Büyük bir silahlanma faaliyetine girişen ülke artık sömürgeci devletler arasına da girmişti. Afrika’nın bölüşülmesinde pay sahibi olmak isteyen bu büyük silahlı güç bugünkü isimleriyle Namibya, Tanzanya, Burundi, Mozambik, Ruanda, Togo ve Kamerun’u hakimiyeti altına aldı. Giderek büyüyen ve güçlenen Almanya’nın dünya siyasetini belirleyen aktörlerle çatışması kaçınılmazdı. Bu çatışma Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın uğradığı suikastla gün yüzüne çıktı ve birçok ülkenin kaderini değiştirecek bir isim aldı: I. Dünya Savaşı. Dünya haritası ve siyasetinin büyük oranda belirlendiği bu savaştan yenik ayrılan Almanya’nın önünde zorlu yıllar uzanıyordu. İmparatorluk yıkılmış ve ülke ekonomik yönden büyük bir uçurumun kıyısına sürüklenmişti. Bu durum ülkede yeni bir yönetim biçiminin kurulmasını isteyenler tarafından yüksek sesle dile getirilir oldu. Sesler öyle yükseldi ki anayasal monarşinin terk edilip parlamenter demokrasinin temelinin atıldığı bir devrime yol açtı. Tarihe 1918-1919 Alman Devrimi ismiyle geçen ve dokuz ay süren dönemin ardından Almanya parlamenter demokrasiye dayanan ve ilk cumhurbaşkanlığını Friedrich Ebert’in yaptığı Weimar Cumhuriyeti’yle tanıştı. Bu gelişmelerle birlikte 33 milyar dolarlık savaş tazminatı yüküyle boğuşan Almanya’da işsizlik had safhaya çıkmış, enflasyon dayanılacak boyutları aşmış ve sosyal patlama kapıya dayanmıştı. Halkın güvenip peşine takılacağı lider gecikmedi: Adolf Hitler. 1933 yılında başbakan seçilen Hitler, ekonomiyi düzeltip işsizliği azalttı. Yığınların büyük desteğini aldıktan sonra askerî ve teknolojik alanlarda kalkınma atağına girişti. Tüm yetkiyi elinde bulunduran ve demokrasiyi rafa kaldıran Hitler, kendisine muhalif olan her kesimden insanı sindirdi. Baskı ve zorbalıkla yönetilen Almanya’nın tek ideali vardı: Saf ırkın dünyaya egemen olması. Çağlar öncesinde “barbar” olarak nitelenenlerin torunları dünyaya insanın nasıl olması gerektiğini göstermek istiyordu. Yaklaşık 35 milyon insanın hayatına mâl olan büyük savaşın ardından harabeye dönen sadece ülkeler değil, aynı zamanda insanlıktı. II. Dünya Savaşı’nın ardından Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılan Almanya, hatalarından ders alıp yaralarını sardı. Batı Almanya 1970’lerde yaptığı büyük ekonomik atılımla model olduğu gibi iç ve dış siyasette ortaya koyduklarıyla Avrupa’nın ve dünyanın saygın demokrasilerinden biri haline geldi. 1990’da Berlin Duvarı’nın resmî olarak yıkılmasıyla birleşen Almanya, asırlardır amaçladığı eyalet sistemine dayalı sağlam siyasi birliğini kurdu. Bugün Almanya, Avrupa Birliği’nin en büyük, Birleşmiş Milletler’in ise üçüncü büyük iştirakçisi konumundadır. 29 TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN: 26. DÖNEM’DE MANEVI VE MILLÎ DEĞERLERIMIZE UYGUN, TAKLIT OLMAYAN, BAŞKANLIK SISTEMINE DAYALI YENI BIR ANAYASA YAPMALIYIZ SÖYLEŞI: ERBAY KÜCET - SONGÜL BAŞ “ANAYASALARIN TEFERRUATA INILMEDEN HAZIRLANMASI GEREKIR” DIYEN TBMM BAŞKANI İSMAIL KAHRAMAN, TOPLUMUN TALEP ETTIĞI YENI ANAYASA ÇALIŞMALARININ BU YASAMA DÖNEMINDE KONSENSÜS IÇINDE YAPILMASI GEREKTIĞINI SÖYLEDI. KAHRAMAN, BAŞKANLIK SISTEMININ IKI BAŞLILIĞI ORTADAN KALDIRACAĞINI VE TÜRKIYE’NIN ILERLEMESINE KATKI SAĞLAYACAĞINI IFADE ETTI. 30 SÖYLEŞI TBMM 26. Yasama Dönemi’nin öncelikli gündem maddelerinden birinin yeni anayasa hazırlık çalışmaları olacağı görülüyor. Bu konu, siyasi partilerin seçim vaatleri arasında da yer alıyor. Sizin yeni bir anayasa hazırlanması konusundaki değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu kesin. Bunu bütün toplum, milletin temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üyeleri, siyasi partiler, kısacası herkes kabul ediyor. Zira 1982 Anayasası yamalı bohçaya döndü; 17 kere değişti, 113 maddesi, yani yüzde 64’ü değişti. Böyle bir anayasa günümüze cevap veremez, Türkiye’yi geleceğe taşıyamaz. Anayasalar uzun vadeli, yol gösterici temel kanunlardır. Eski deyişle, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. Anayasalar ana esasları vaz’ eder, gerisini kanunlara ve diğer mevzuat düzenlemelerine bırakır. Teferruatlı anayasalar büyük devlet olmayı önlüyor, pranga vuruyor, gelişmeyi engelliyor. 1982 Anayasası o kadar teferruata inen bir anayasa ki, kurulların ve komisyonların nasıl oluşacağına kadar detaya inmektedir. Diğer ülke anayasalarında olmayan, behemehâl kısaltılması gereken başlangıç bölümü vardır. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlette buna benzer bir başlangıç bölümü yer almaz. Anayasa hazırlanırken sadece temel başlıkların ortaya konulması, teferruata girilmemesi gerektiğini ifade ettiniz. Gözetilmesi gereken diğer hususlar neler olmalı? Anayasa şahıslara bağlı olarak yapılmamalı. 1961 Anayasası Cemal Gürsel’e, 1982 Anayasası Kenan Evren’e göre yapıldı. Şahıslara göre anayasa olmaz. Şahıslar fanidir, devlet ise ebed müddettir. O yüzden, devletin anayasası kalıcı ve uzun vadeli bir nitelikte olmalıdır. Aynı zamanda biraz önce ifade ettiğim gibi teferruata inilmemelidir. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası öyledir. 17 Eylül 1787’de kabul edilen ABD Anayasası sadece önsöz, yedi madde ve 27 alt maddeden oluşmaktadır. Geçen zamanda çok az sayıda maddeye ilaveler yapılmıştır. İngiltere’de ise yazılı anayasa yoktur. Common Law olarak isimlendirilen, örf ve âdete dayanan bir sistem vardır. Yeni anayasanın yanı sıra başkanlık sistemi de çokça tartışılıyor. Bu konudaki değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Yeni bir anayasanın hazırlanması hususunda herkes hemfikir, fakat hangi iskelet üzerine oturacağı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Sistem olarak neyi getirelim sorusunun cevabı tartışılıyor; parlamenter mi, yarı başkanlık mı, başkanlık mı? Türkiye parlamenter sistemde -arada büyük duraklamalar da olsa- epey müddet tatbikat yaşadı. Bilindiği gibi 1876 yılında Kanun-u Esasî (Anayasa) kabul edildi, “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı Meclis-i Mebusan’ın dağılmasını getirdi. 1908 yılında 2. Meşrutiyet ilan edildi ve bir Kanun-u Esasî yürürlüğe konuldu. İlki Belçika Anayasası’nın, ikincisi ise Fransa Anayasası’nın tercümesi oldu. 1914 yılına gelindiğinde Osmanlı Devletimiz bir maceraya sürüklendi, emrivakiyle harbe sokuldu, büyük yıkım yaşadık, üç kıta yedi denize yayılmış cihan devletimiz Meriç Irmağı ile Ağrı Dağı arasına sıkıştı. 1921 yılı geldiğinde Türkiye’deki ilk ve tek sivil anayasa kabul edildi. 1924’te ise Kanun-u Esasî’de olduğu gibi yine Belçika Anayasası’ndan mülhem bir anayasa yapıldı. 1961 Anayasası hazırlanırken Almanya Anayasası esas alındı. Üstelik Federal Meclis’ten (Bundestag) çıkan anayasa metni değil, taslağı örnek alındı. Hatta şöyle bir durum vardı; Kurucu Meclis’e intikal eden metinde “Devlet herkese iş bulmak zorundadır” hükmü yer alıyordu. “Böyle bir hüküm olmaz” denilerek Millî Birlik Komitesi tarafından anayasa metninden çıkarıldı. Almanya ise zaten Federal Meclis’te bu hükmü çıkarmıştı. Neticede taklit ve şahsa bağlı anayasalardan biri daha yapıldı. Taklit olmayan, toplumun ruh köküne ve manevi-millî değerlerine uygun, toplumla uzlaşan, şahsa bağlı olmayan yeni bir anayasa yapılmalıdır. Bu anayasa bence başkanlık sistemine dayalı bir anayasa olmalıdır. 31 Geçmişte bir komisyon olarak anayasa hazırlığı yapmış ve 62 anayasayı incelemiştik. Bu çalışmadan önceki şahsî kanaatim yarı başkanlık sisteminin uygun olduğu yönündeydi, fakat dünyadaki örnekleri inceleyip görünce başkanlık sisteminin daha faydalı olduğuna kanaat getirdim. Tabii bu hususlar konsensüsle ele alınmalı, şahsa göre bir sistem kuruluyormuş gibi düşünülüp başkanlık sisteminden korkulmamalı. Toplumun taleplerine cevap verecek, uzun vadeli, kalıcı bir anayasa ortak anlayış ve görüş birliği ile ortaya konulmalıdır. Size göre başkanlık sistemine geçilmesini gerektiren sebepler nelerdir? Biraz önce parlamenter deneyimden bahsettik. Tabii 1876’dan günümüze kadar olan müddeti hesap edersek yanlışa düşeriz, kesintileri göz önüne aldığımızda öyle uzun bir parlamenter deneyimimiz yok. 1950’yi alırsak on yıllık bir dönem var, 1961’den sonrayı alırsak 1980’e kadar gelen bir dönem var. Niye hep kesintiye uğruyor? Hepsinde de “anayasa ihlali” iddia ediliyor. 1960’ta anayasayı çiğneyenler -çünkü devlete isyan ettilerdüşürdükleri hükümetin başbakanı ve iki bakanını anayasayı ihlalden idama mahkum ettiler. Yüz karası bir hadise oldu. Gücü eline geçiren kendine göre yorumluyor. Başkanlık sistemi geldiğinde iki başlılık ortadan kalkar. Bugün iki başlılık diye bir sıkıntı çekmiyor Türkiye, çünkü aynı partinin bünyesinden çıkmış bir başbakan ve cumhurbaşkanı var. Ancak başbakan ve cumhurbaşkanı aynı partiden çıkmaz, iki ayrı partiden olursa tıkanıklıklar meydana gelir. Dünyada bunun birçok örneği var. Mesela İtalya koalisyonlardan ve iki başlılıktan o kadar bıktı ki yapılan son değişiklikle yüzde 40 ve üzeri oya ulaşan partinin iktidar olması kararlaştırıldı. Herhangi bir parti yüzde 32 SÖYLEŞI 40’a ulaşamazsa bu orana en yakın iki parti arasında ikinci tur seçim yapılacağı açıklandı. Yani işi sağlama alıyor, iki başlılığı ortadan kaldırmayı hedefliyorlar. Amerika’da ve İngiltere’de iki başlılık diye bir hadise yoktur. Fransa geçmişte bunun sıkıntısını çekmişti. Daha sonraki düzenlemelerle sorun giderildi. Bugün Fransa’da Bakanlar Kurulu’na cumhurbaşkanı başkanlık eder. Türkiye’de de iki başlılığı giderici bir sisteme mutlaka ihtiyaç var. İki başlılığın kalkmasını istemek esasında Türkiye’nin daha da ilerlemesini arzulamak demektir. İki başlılığı ortadan kaldırmadığınızda, koalisyonlara imkân verecek bir yapı oluşturduğunuzda Türkiye’nin ilerlemesi durur, ülke kalkınamaz, bunun emsalleri çoktur. Koalisyonu öven bazıları vardır, oysa koalisyon zaruret halinde başvurulan bir yoldur. Ne kadar iyi olursa olsun, tıkanmalar meydana getirir. Türkiye’de kalkınma ve hamle yapılan yıllar hep iktidarda tek partinin bulunduğu yıllardır. Dikkat buyurun, tek partinin olduğu değil, partilerin olduğu, fakat tek partinin iktidarda olduğu yıllardır. Zira tek partinin olduğu 1923-1950 arasında Türkiye maalesef çok zaman kaybetmiştir. 1950’de gelen demokrasi havasıyla ve “insan öncelikli politikalar”la Türkiye kalkındı, gelişti. “BUGÜN IKI BAŞLILIK DIYE BIR SIKINTI ÇEKMIYOR TÜRKIYE, ÇÜNKÜ AYNI PARTININ BÜNYESINDEN ÇIKMIŞ BIR BAŞBAKAN VE CUMHURBAŞKANI VAR. ANCAK BAŞBAKAN VE CUMHURBAŞKANI AYNI PARTIDEN ÇIKMAZ, IKI AYRI PARTIDEN OLURSA TIKANIKLIKLAR MEYDANA GELIR. DÜNYADA BUNUN BIRÇOK ÖRNEĞI VAR.” Sizce 26. Yasama Dönemi, Türkiye’yi yeni bir anayasaya kavuşturmuş bir dönem olarak tarihe geçebilir mi? her ilimizden seçilerek gelen fevkalade kabiliyetli, meziyetli bir İnşallah. Temennim bu istikamettedir. 26. Dönem bütün toplumun ifade ettiği yeni bir anayasa talebine cevap vermelidir. Bu cevap dar manada kalabilir, daha geniş ve kalıcı olabilir, ancak behemehâl ele alınmalıdır. Herkeste yeni anayasayı ele alma iradesi var. 24. Dönem’den kalma, dört partinin ittifak ettiği maddeler var, onun üzerinde çalışmalar yürütülebilir. Zaten siyasi partiler seçim beyannamelerinde bunu hep vadettiler. Ümit ediyorum ki bu vaatler tutulur. nanın istisnasıdır. Peki, milletvekilleri dışarıda beraber oturur, Siyaset dilinin sertleşmesi, Meclis’te zaman zaman kavgaların yaşanması eleştirilere neden oluyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz? Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye’deki seçkin insanların toplandığı fevkalade üst seviyede bir yerdir. Fikrî bakımdan, temsil bakımından, örnekleme bakımından her yönüyle mükemmeldir. Militarist sistemi özleyenler, istisna olan birkaç ismi öne sürerek Türkiye’deki mevcut yapıyı tenkit ederler, oysa bu yanlıştır. Zira kadro vardır, fakat aralarından yüzde bir-iki çıkabilir, bu da istiskonuşur, dolaşırlar da kürsüye çıkınca niye kavga ederler? Bir yanlış anlayış var Türkiye’de. Tenkit illa menfi olarak alınıyor. Oysa tenkit ikiye ayrılır; müspet tenkit, menfi tenkit. Diyelim ki bir sanat eserini seyrettiniz. O sanat eserinin beğendiğiniz ve beğenmediğiniz taraflarını söylersiniz; başroldeki iyiydi, yardımcı roldeki aksatıyordu, ışıklandırma fena değildi, dekor yanlıştı gibi. İyiyi ve kötüyü söylemeye tenkit denir. Herhangi bir derneğin veya teşkilatın toplantısında, yapılan faaliyetleri övmek, takdir etmek de tenkite girer. Türkiye’de tenkit illa menfi olarak ele alındığı için bir mevzuda konuşma yapan kişi iyi tarafları söylemez, kötü tarafları yakalamak ister. Benim şöyle bir özlemim olmuştu: Milletvekilleri Genel Kurul Salonu’nda istedikleri yerde otursalar, farklı siyasi partilere mensup kişiler yan yana oturumu takip etseler, sohbetlerini yapsalar, kaynaşsalar, biri lehte reyini verirken diğeri aleyhte reyini verse ve bu nedenle kimse kimseye bir şey demese... Tabii bu Siyasi Partiler Kanunu’yla, İçtüzük’le ilgili bir mevzu. Grup disiplinine dayalı bir sistem olduğu için sizin kanaatiniz aksi de olsa grubun lehine rey vereceksiniz, bir başka partinin genel başkanı geldiğinde ayağa kalkmayacaksınız, kürsüdeki kişi doğru şeyler de söylese sizin partinizden olmadığı için alkışlamayacaksınız... Niye? Halbuki o salondaki herkes milletvekili. Milletin vekili olarak oraya gelmişler. Niye alkışlamıyorsun, niye kavga ediyorsun? Bir de Meclis Televizyonu yayında olduğu sırada ekrandan seçmene mesaj veriliyor; bakın nasıl konuşuyorum, nasıl kavga ediyorum diye. Bu kavga hali topluma yansıyor. Mesela futbolda transfer mevsimi geliyor, bir futbolcu rakip takıma gidiyor, eskiden onu alkışlayan taraftarlar şimdi ona hain diyor. Oysa ortada sportif bir hadise var. Bu kavga kültürü ortadan kalkmalı. Peki, bunun öncülüğünü neresi yapacak? Tabii Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisi. Bu konuda çalışmalar da gündeme gelebilir. 33 GRUP BAŞKANVEKİLLERİNDEN 26. DÖNEM DEĞERLENDİRMESİ 34 ADALET VE KALKINMA PARTISI (AK PARTI) GRUP BAŞKANVEKILI VE ÇANAKKALE MILLETVEKILI BÜLENT TURAN, CUMHURIYET HALK PARTISI (CHP) GRUP BAŞKANVEKILI VE MANISA MILLETVEKILI ÖZGÜR ÖZEL, HALKLARIN DEMOKRATIK PARTISI (HDP) GRUP BAŞKANVEKILI VE DIYARBAKIR MILLETVEKILI İDRIS BALUKEN, MILLIYETÇI HAREKET PARTISI (MHP) GRUP BAŞKANVEKILI VE MANISA MILLETVEKILI ERKAN AKÇAY 26. DÖNEM’DE ÜLKE GÜNDEMINDE YER ALAN KONULARI VE PARTI OLARAK GERÇEKLEŞTIRECEKLERI YASAMA FAALIYETLERINI TPB PARLAMENTO’YA DEĞERLENDIRDI. ZEYNEP YIĞIT BÜLENT TURAN - AK PARTI GRUP BAŞKANVEKILI VE ÇANAKKALE MILLETVEKILI Türkiye, 2014 ve 2015 yıllarını seçim atmosferinde geçirdi. 2014 yılında önce yerel seçimler, daha sonra da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. 2015 yılında ise art arda iki genel seçim yaşadık. 7 Haziran seçimlerinden sonra oluşan 25. Yasama Dönemi’nde değişik gerekçelerle hükümet kurulamadı ve yeniden seçime gitmek zorunda kalarak Cumhuriyet tarihinin en kısa yasama dönemine şahit olduk. 25. Yasama Dönemi, kısa bir dönem olması ve seçim hükümetinin oluşmasından ötürü istisnai bir dönemi teşkil ediyor. Bu nedenle geçmişi değerlendirmemiz gerekirken asıl olarak 24. Yasama Dönemi’ni değerlendirmeye tabi tutmalıyız. 24. Yasama Dönemi gerçekleştirilmiş çok önemli reformlarla beraber ülkemiz için daha verimli bir şekilde kullanılabilirdi. Yasama dönemi başında kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na tüm partiler milletvekili sayılarına bakılmaksızın eşit üye verdiler. Komisyon, 60 madde üzerinde anlaşmaya vardı. Ancak ne yazık ki milletimizin beklentisi olan söz konusu Anayasa değişiklikleri yapılamadı. Kurucu Genel Başkanımız ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bu yöndeki çağrıları ne yazık ki karşılık görmedi. Şayet bu değişiklikler yapılmış olsaydı ülkenin demokratikleşmesi adına önemli bir mesafe kat etmiş olurduk. Bu yasama döneminde Meclis, 3751 saat çalışarak 421 kanun çıkardı. Yine aynı şekilde 38 bin yazılı soru önergesi cevaplandırıldı. Hiç kuşkusuz muhalefetin denetleme görevi gibi mühim bir görevi vardır. Bu, ülkenin daha fazla demokratikleşmesi için de önemli bir görevdir. Ancak ne yazık ki grup önerileri ve usul tartışmaları üzerinde saatlerce süren polemikler nedeniyle muhalefet, yasama faaliyetinin yavaşlamasına neden olmaktadır. Hele hele normal demokrasilerde hiç karşılaşmamamız gereken kürsü ve divan işgalleriyle 24. Yasama Dönemi’nde karşı karşıya geldik. 7 Haziran seçimleri, bir sistem krizinin olduğunu da ortaya koymuştur. AK Parti %41 oy alarak birinci parti olmasına rağmen tek başına hükümeti kuramamıştır. Siyasi partilerin koalisyon hükümeti kurma çabaları da sonuçsuz kalmış, nihayetinde Anayasa’nın 116. maddesine göre yeniden seçimlere gidilmiştir. 1 Kasım 2015’te gerçekleşen seçimlerde AK Parti, milletin teveccühünü bir kez daha kazanarak tek başına hükümet kuracak iktidar çoğunluğunu elde etmiştir. Böylelikle söz konusu yönetim krizi erken çözülmüşse de 35 uzlaşamayan partilerden ötürü bu tür krizlerin yaşanabileceği ortaya çıkmıştır. “Yasama faaliyeti gecikmekte ve parlamento yeteri kadar verimli olamamaktadır” 24. Yasama Dönemi’nde edindiğimiz deneyim ve 7 Haziran’dan sonra ortaya çıkan durum, mevcut parlamenter rejimin krize girdiğinin en somut örneğidir. Yasama faaliyeti çok daha hızlı gerçekleşebilecekken biraz önce anlattığımız sorunlardan kaynaklı olarak yasama faaliyeti gecikmekte ve parlamento yeteri kadar verimli olamamaktadır. 26. Yasama Dönemi’nde Meclis’in en fazla üzerinde durması gereken konu yeni anayasa olmalıdır. Çünkü Meclis’te grubu bulunan dört siyasi parti de seçime giderken yeni anayasa talebiyle yola çıktı. Dolayısıyla bu konu üzerinde ortaklaşıp yeni bir uzlaşma zemini elde edebiliriz. Yeni anayasa ile beraber ele alınması gereken bir diğer konu da sistem değişikliği olmalıdır. Biraz önce de bahsettiğimiz gibi parlamenter rejimin ortaya çıkardığı sorun alanlarıyla karşı karşıya gelmekteyiz. Biz AK Parti Grubu olarak başkanlık sistemini önermekteyiz. Muhalefet partileri de kendi sistem önerilerini gündeme getirirlerse ortaya çıkacak tartışmadan verimli sonuçlar elde etmek mümkündür. Bunu yaparken siyasi partilerin sistem değişikliği önerilerini kişiler üzerinden değil, demokratik değerler üzerinden tartışması elzemdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yer alan parti grupları olarak 26. Yasama Dönemi’ni sözünü ettiğimiz konular etrafında değerlendirebilirsek ülkemizin demokratikleşmesi adına önemli bir adım atmış oluruz. Meclis’te bulunan dört siyasi partinin en azından bazı konularda bir araya gelip uzlaşarak yasama faaliyetleri açısından daha hızlı ve verimli bir dönemin öncüsü olabileceğine inanıyoruz. ÖZGÜR ÖZEL - CHP GRUP BAŞKANVEKILI VE MANISA MILLETVEKILI Cumhuriyet Halk Partisi olarak özellikle 24. Dönem’de ve kısa 25. Dönem’de kuvvetler ayrılığı prensibinin ihlal edilmiş olmasından son derece rahatsızlık duyuyoruz. Ya- 36 sama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsızlığı parlamenter sistemin temel unsurlarından olmasına rağmen maalesef Türkiye’de bu prensibin ayaklar altına alındığı pek çok olay yaşandı. Bugün çoğunluk partisi eliyle parlamentonun sadece yürütmenin istediği yasaları çıkardığı, denetim faaliyetinde yeterli olmadığı, muhalefetin ise bütün çabalarının beyhude kaldığı bir süreci yaşıyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi olarak yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsızlığını son derece önemsiyoruz. Bu konu üzerinde hassasiyetle durmaya devam edeceğimizi belirtmek istiyoruz. 26. Yasama Dönemi’nde yapısal sorunların aşılması, ayrıca parlamentoda nefret dili ve şiddetten uzak durulması gerekiyor. Kutuplaştırıcı, ötekileştirici, çatıştırıcı bir dil yerine uzlaştırıcı bir dil tercih edilmeli. Bu konuda tüm partilere önemli sorumluluk düşüyor. Geçmiş dönemlerde Meclis’te yaşanan sert tartışma ve kavgaların genellikle uzun çalışma saatlerinin sonuna doğru olduğu görülüyor. 27 saat aralıksız süren oturumlara katıldığımızı hatırlıyorum. Yorgunluğun da etkisiyle tansiyonun yükseldiği öyle anlar oluyor ki normal şartlarda asla birbirini incitecek bir kelime kullanmayacak insanlar kavga edebiliyor. Tabii sonradan herkes çok üzülüyor. Bu nedenle çalışma saatlerinin belli bir düzene oturtulması, ihtiyaç duyulduğu zamanlarda yasama çalışmalarının yapıldığı gün sayısının artırılması, ama belli bir saatten sonra çalışmalara ara verilmesi gerekiyor. Bir kanunu mutlaka o gece çıkarmak için sabahlamanın hem kaliteli yasama açısından sonuç verici olmadığını hem de birtakım tatsızlıklara sebebiyet verdiğini düşünüyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi olarak 26. Dönem’de içerikte güçlü, üslupta yapıcı bir muhalefeti tercih edeceğiz. Hatırlanacağı gibi, 7 Haziran’daki seçimler öncesinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin ülke gündemine getirdiği ekonomik vaatler çokça konuşulmuştu. O dönemde “kaynak” tartışması yapan iktidar partisinin, 1 Kasım seçimlerinde benzer ekonomik vaatleri sıraladığı görüldü. Şimdi biz vatandaşa verilen sözlerin takipçisi olacağız. Cumhuriyet Halk Partisi Grubu olarak kendi vaatlerimizin tamamını kanun teklifi haline getirdik. Ayrıca, iktidar partisinin seçim vaatleri arasından vatandaşın faydasına olduğunu mütalaa ettiklerimizi de ayrı ayrı kanun teklifine dönüştürdük. Böylece hem iktidarın seçim vaatlerinin kanunlaşma sürecini takip edeceğiz hem de gerçekleştirmedikleri vaatlerini kendi kanun teklifimiz olarak Meclis’e getirerek vatandaşa verilen sözlerin tutulması için iktidarı zorlayacağız. 26. Dönem’de iç güvenlik ve dış politika konuları üzerinde de hassasiyetle duracağız. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesinden ne kadar uzaklaşılırsa Türkiye’nin başı o kadar derde giriyor. 26. Dönem’de komşularımızdan başlayarak tüm dünyayla bu ilke çerçevesinde sürdürülecek bir dış politikanın talepçisi ve takipçisi olacağız. Yani hem ülkedeki hem de mutfaktaki yangının söndürülmesi amacıyla muhalefet sorumluluğu içinde hareket edeceğiz. “Anayasa ne kadar geniş katılımla yapılırsa o kadar sahiplenilir” Ülkemizde yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmaları yapılıyor. Cumhuriyet Halk Partisi olarak darbe anayasasına karşıyız, sivil bir anayasa istiyoruz. Bununla birlikte Anayasa’nın ilk dört maddesini korunması ve üzerinde tartışılmaması gereken maddeler olarak görüyoruz. Önünde dört yıl bulunan parlamentonun, 24. Dönem’de olduğu gibi uzlaşıyla sivil bir anayasa yapmayı denemesi gerektiğini düşünüyoruz. Anayasa bir toplumsal mutabakat metnidir ve ne kadar geniş katılımla yapılırsa o kadar sahiplenilir. Bu nedenle parlamentodaki tüm partilerin, hatta parlamento dışı muhalefetin ve sivil toplumun mutabakatıyla bir anayasa yapmak olmazsa olmazımızdır. Yalın, kısa, anlaşılır, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan, farklılıkları ülkenin zenginliği olarak gören, gökkuşağı gibi çok renkli ülkemizi anlayan yeni bir anayasaya ihtiyaç bulunuyor. Türkiye’de giderek dozu artan bir şekilde başkanlık sistemi tartışmaları yapılıyor. Kuvvetler ayrılığı prensibinin ihlal edildiği, her geçen gün otoriterleşen bir yönetim anlayışının olduğu Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmalarını son derece tehlikeli buluyoruz. İDRIS BALUKEN - HDP GRUP BAŞKANVEKILI VE DIYARBAKIR MILLETVEKILI 26. Dönem Parlamentosu’nun oluşum süreci, siyasi bir darbe ve millî iradenin gasp edilmesi uygulamalarının hemen akabinde gelmiştir. 26. Dönem Parlamentosu üzerine konuşurken 25. Dönem Parlamentosu’nun nasıl siyasi bir by-pass işlemine tabi tutulduğu ve Türkiye demokrasi tarihinin yakın karanlık günlerinin nasıl yaşandığı tarihe not olarak düşülmelidir. Bu yönüyle 25. Dönem Parlamentosu, bu darbe ve gasp uygulamalarının kurbanı olmuştur. 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşen Milletvekili Genel Seçimleri’nde teşekkül eden sonuçlar, Türkiye’de Kürt sorununda demokratik çözüm ve gerilimin had safhaya çıktığı toplumsal kamplaşmaya karşı siyasi partilerin bir araya gelerek koalisyon şeklinde yönetim sergilemesi mesajlarını içermekteydi. Türkiye halkları artan toplumsal gerilimlerin bir arada yaşama bağlarını zayıflattığının farkına varmış ve duruma müdahale etmiştir. Türkiye halklarının bu iradi ve güçlü beyanı, Türkiye’de toplumsal gerilimlerde bir rahatlamaya, iktidarın paylaşılması yoluyla güç temerküzünün önüne geçilmesine ve Kürt sorununda çözüm için umutların artmasına vesile olmuştur. Fakat daha sonra Türkiye bir erken seçim sürecine girmiştir. Genel merkezimiz başta olmak üzere parti teşkilatlarımıza yüzlerce saldırı gerçekleştirilmiştir. Saldırganlara karşı etkin bir adli soruşturma yürütülmek bir yana partililerimiz gözaltına alınıp tutuklanmıştır. Türkiye’de daha önce görülmemiş biçimde sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş, saldırılarda iki yüzden fazla insanımız yaşamını yitirmiş, yerleşim birimleri ve kutsal/tarihî mekanlar tahrip edilmiştir, edilmeye devam etmektedir. 37 “Demokrasi ile özgürlüğün tesis edilmesi için iki boyutlu bir çalışma içerisinde olacağız” Partimiz 1 Kasım’da anti demokratik seçim barajını geçerek 59 milletvekili ile TBMM’de temsil hakkını kazanmıştır. Bizler, parlamentoda ülkenin krizinin derinleşmemesi, demokrasi ile özgürlüğün tesis edilmesi için iki boyutlu bir çalışma içerisinde olacağız. Birinci boyutu Türkiye’de öz yönetim hakkının siyasi savunması ve halkların/inançların anayasal haklarının temin edilmesinin mücadelesi olacaktır. Türkiye’de yönetim sistemi ile ilgili olan bu sorunda, tüm siyasi aktörler kendi istedikleri demokratik yönetimi savunmak ve siyasetini yapmak hakkına sahiptir. Nasıl ki siyasi aktörlerden bazıları post-modern halifelik talebinde bulunuyorsa ve bunun siyasal hak olduğunu iddia ediyorsa, diğer siyasi aktörler de her türlü siyasal yönetim talebinde bulunup siyaset dairesinde bunu savunabilir. 26. Dönem’de mücadelemizin ikinci boyutu ise hem kentlerde hem de parlamentoda Türkiye’nin demokratikleşmesi başta olmak üzere ekonominin, özgürlüklerin, hakların tam adaletli bir düzen içerisinde gerçekleşmesini savunmak olacaktır. Yeni demokratik anayasanın kapsayıcı bir vatandaşlık ve ulus tanımına, inançların ve etnik kimliklerin eşit haklara sahip olmasına ve özgürlüklerin toplumun tümüne yayılmasına ulaşması için siyasi mücadele yürüteceğiz. Sonuç itibarıyla 26. Dönem’de, Türkiye’nin hem kamu otoritesi olarak hem de halklar olarak önünde esaslı iki yol bulunmaktadır. 26. Dönem’i yaşayacağımız parlamento Orta Doğu ve dünyanın yeniden dizaynına sahne olacak ve bizler de tercihlerimizle bu sürecin içerisinde yer alacağız. HDP olarak tercihimiz ne geçmişle mistik bağlar kurmuş vesayetçi bir padişahlık sistemi ne de demokratikliği damıtılmış bir vesayetçi sistem olacaktır. Bilakis tercihimiz demokratik Cumhuriyet’in inşası ile birlikte hem kendi ülkemizi adil ve demokratik kılmak hem de Orta Doğu ve dünyaya bu örneğin iyi bir deneyimini sunmak olacaktır. ERKAN AKÇAY - MHP GRUP BAŞKANVEKILI VE MANISA MILLETVEKILI Milliyetçi Hareket Partisi olarak 26. Yasama Dönemi’nde Türkiye’nin gerçek sorunlarını gündeme taşıyacağız. Halkın huzur, refah ve güven içerisinde, adaletli bir ortamda yaşamasını temin edici çalışmalar üzerinde hassasiyetle duracağız. Bugün 38 Türkiye maalesef hem içte hem de dışta çok ciddi bir yönetim ve güvenlik kriziyle karşı karşıyadır. Ülkemizin pek çok yerinde bombalar patlıyor, hendekler kazılıyor, yollar kesiliyor. Terör örgütlerinin saldırıları nedeniyle asker ve polislerimiz şehit düşerken pek çok vatandaşımız da hayatını kaybediyor. Terörün mutlaka önlenmesi gerekir. Ülkemizin iç ve dış güvenliğinin sağlanması konusunda Milliyetçi Hareket Partisi olarak hükümete gerekli uyarıları yapmaya ve önerilerde bulunmaya devam edeceğiz. Türkiye’de güvenlik sorununun yanı sıra temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında da çok ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Muhalefetin sesi kısılmaya, medyanın görevini yapması engellenmeye çalışılıyor. İnsanlar sırf eleştirilerini dile getirdikleri için çeşitli baskı altına alınıyor. Hangi siyasi görüşte olursak olalım, hepimizin demokrasiye ve hukuka sahip çıkmamız gerekir. Bu, en önemli gördüğümüz hususlardan birisidir. Ülkede refah ortamının sağlanabilmesi, halkın ekonomik taleplerinin karşılanabilmesi için yapılması gereken çalışmalar, 26. Yasama Dönemi’nde takipçisi olacağımız konular arasında yer alıyor. Hatırlanacağı gibi, iktidar partisi 7 Haziran’daki seçimler öncesinde açıkladığımız ekonomik taahhütlerimizi “Kaynağını nereden bulacaksınız?” diye eleştirmesine rağmen 1 Kasım’da kendisi benzer taahhütleri dile getirdi. Demek ki kaynak bulunabiliyormuş. Önümüzdeki dönemde Milliyetçi Hareket Partisi olarak iktidarın hem ekonomi hem de diğer alanlardaki vaatlerini yerine getirip getirmeyeceğinin takipçisi olacağız. Şunu da ifade edeyim, eğer hükümet ülke ekonomisini ve sosyal hayatı iyileştirmeye yönelik yapıcı adımlar atarsa bunlara destek vereceğiz, çünkü bizim amacımız bağcıyı dövmek değil üzüm yemektir. Tabii bu noktada hükümetin de muhalefetin yapıcı eleştiri, katkı ve önerilerine duyarlı olması gerekiyor. Zaman zaman iktidar sahipleri “Muhalefet öneri getirmiyor” gibi birtakım iddialarda bulunuyor. Oysa bu doğru değildir. Komisyon ve Genel Kurul tutanakları ortada. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bugüne kadar son derece yapıcı öneriler getirdik, ancak tamamına yakını iktidar tarafından reddedildi. Hatta öyle zamanlar oldu ki bugün reddettikleri öneriyi üç ay, altı ay sonra kendileri gündeme getirmek zorunda kaldı. 26. Yasama Dönemi’nde Milliyetçi Hareket Partisi olarak çeşitli hususlarda çok sayıda kanun teklifi vereceğiz. Milletvekillerimiz bu konudaki çalışmalarına devam ediyorlar ve kanun tekliflerini vermeye başladılar. Kredi kartı borçlarının yapılandırılması, işsizlik ödeneği alma süresinin ve miktarının artırılması, asgari ücretten vergi alınmaması ve çalışanların asgari ücret kadarki gelirlerinin vergi dışı bırakılması, esnaf ve sanatkarlardan sosyal güvenlik destek primi kesilmemesi, öğretmenlere ödenen ek ders ücretlerinden gelir vergisi alınmaması, geçici işçi, sözleşmeli ve 4/C’lilerin kadroya geçirilmesi gibi konularda kanun tekliflerimiz bulunuyor. “Başkanlık sistemi tartışmalarıyla sanal bir gündem oluşturulmaktadır” 26. Yasama Dönemi’nde yeni anayasa tartışmaları da ülke gündeminde yer almaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu konudaki görüşlerimizi yıllardır son derece net ve tutarlı bir şekilde ifade ediyoruz. Biz yeni anayasada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, üniter devlet yapısını, Türk millî kimliğini, demokratik rejim ve temel insan hakları gibi değerleri vazgeçilmez kabul ediyoruz. Öte yandan, Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmalarıyla sanal bir gündem oluşturulmaktadır. İktidar sahipleri ülkedeki sistemi değil, kendi yönetim tarzlarını ve yanlış anlayışlarını değiştirmeyi düşünmelidirler. Çünkü ülkedeki sorunların önemli bir kısmı sistemden kaynaklanmamakta, şahsi ve keyfî bir yönetim anlayışı neticesinde ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de öncelikle yapılması gereken, kuvvetler ayrılığını geliştirmek, parlamentoyu güçlendirmek, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını tesis etmektir. 39 ABDULLAH TENEKECI: HOŞGÖRÜLÜ BIR SIYASET IZLEMELI, TOPLUMA IYI ÖRNEK OLMALI, BIRLIK VE BERABERLIĞIMIZI HER ŞEYIN ÜZERINDE TUTMALIYIZ RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ ASKER VE SIYASETÇI KIMLIKLERIYLE ÜLKEMIZE ÖNEMLI HIZMETLERDE BULUNAN DEVLET ESKI BAKANI ABDULLAH TENEKECI, SIYASETTE BAŞARIYA ULAŞMAK IÇIN HALKLA BÜTÜNLEŞMENIN ŞART OLDUĞUNU BELIRTIYOR. İNSAN ILIŞKILERINDE SAMIMIYET VE NEZAKETIN ÖNEMINE IŞARET EDEN TENEKECI, “KIMSENIN KALBINI KIRMAMAYA ÖZEN GÖSTERMEK, GENÇLERIMIZE IYI ÖRNEK OLMAK VE ONLARIN ÖNÜNÜ AÇMAK GEREKIR” DIYOR. 40 RÖPORTAJ N ice hayat hikayesi dinledim bugüne kadar. Öyle etkileyiciydi ki bazıları, zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim bile. Dolu dolu yaşanmış hayatlara tanık oldukça “Bir ömre ne çok şey sığabiliyormuş meğer” dedim. Acı-tatlı hatıralar eşliğinde geçmişe yolculuk yaparken kâh tebessüm ettim kâh hüzünlendim. Her hikayede hayata ve insana dair yeni bir şey öğrenmek istedim; kulağıma küpe olsun diye… Etkileyici hayat hikayelerinden biri Abdullah Tenekeci’ye ait. Neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt Tenekeci, asker ve siyasetçi olarak ülkemize önemli hizmetlerde bulunmuş bir isim. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan general rütbesiyle emekli olduktan sonra 1983-1991 yılları arasında milletvekilliği ve bakanlık yapan Tenekeci ile hayatının dönüm noktalarını ve siyasetin olmazsa olmazlarını konuştuk. Abdullah Tenekeci’nin hayat yolculuğu 1926 yılında Konya Akören’de başlıyor. Kurtuluş Savaşı sırasında düşmanla çarpışmış, tam 11 yıl esarette kaldıktan sonra ailesine kavuşmuş bir babanın evladı olarak dünyaya gözlerini açıyor. Ortaokul çağlarına geldiğinde pek çok ülke büyük bir ateş çemberinin içine giriyor. İkinci Dünya Savaşı yıkım, acı ve gözyaşıyla sürerken 1941 yılında Kuleli Askerî Lisesi İstanbul’dan Konya’ya naklediliyor. Savaş nedeniyle verilen bu karar, Abdullah Tenekeci’nin yaşamında önemli bir rol oynuyor. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda generalliğe kadar uzanan başarılı askerlik hayatının ilk adımını Kuleli Askerî Lisesi’ne girerek atan Tenekeci, o yıllara dair bir anısını şöyle anlatıyor: “Bir gün İsmet İnönü Beyaz Tren’le geldi. Kuleli Askerî Lisesi’nde hepimizle tek tek ilgilendi. ‘Evlatlarım, biz sizin yaşınızdayken cephedeydik. Tek bir silahı sırayla kullandığımız zamanlar oldu. O günlerden bugünlere geldik. Siz bunları bilerek, attığınız her adıma dikkat ederek eğitiminizi tamamlayacak ve iyi birer asker olarak vatanınıza hizmet edeceksiniz’ dedi. O konuşmanın hepimizde büyük tesiri oldu.” Abdullah Tenekeci, disiplinli ve zor eğitim yıllarına Kuleli Askerî Lisesi’nin ardından Kara Harp Okulu’nda devam ediyor. Pilot olmaya karar verdikten sonra Hava Harp Akademisi ve Yüksek Komuta Akademisi’ni bitiren Tenekeci, askerlik kariyerinde hızla yükselmeye başlıyor. Jet pilotluğu ve öğretmenliği, Diyarbakır Filo Komutanlığı, NATO karargahında Türkiye Temsilci Yardımcılığı, Hava Harp Akademisi’nde öğretmenlik gibi pek çok önemli görev üstlendikten sonra general rütbesiyle emekliye ayrılıyor. Yaklaşık 40 yıllık askerlik hayatını büyük bir gurur ve mutlulukla anlatan Abdullah Tenekeci’nin hatıraları arasında 1964’teki Kıbrıs Hava Harekatı önemli bir yer tutuyor. “1964 yılında Rumlar büyük çaptaki Erenköy saldırısını gerçekleştirdi. Kıbrıs’taki Türkler yok edilmek isteniyor, çeşitli işkencelere maruz bırakılıyordu. Rumların elinde her türlü imkan mevcuttu. Kıbrıs’taki Türklerin sahip olduğu imkanlar, araç gereçler ise onlarınkinin yanında devede kulak kalıyordu. Türkiye, Kıbrıs’ta yaşananlar karşısında sessiz kalmayarak hava harekatı düzenledi. O dönemde Diyarbakır’da Filo Komutanıydım ve harekatın icrasında önemli görevler 41 “GEÇMIŞ DÖNEMLERDE MILLETVEKILI VE BAKAN OLARAK ÜLKEMIZE ÖNEMLI HIZMETLERDE BULUNMUŞ ARKADAŞLARIMIZIN BILGI VE TECRÜBELERINI YENI KUŞAKLARA AKTARMALARI BÜYÜK ÖNEM TAŞIYOR. DERNEK VE VAKIFLARDAKI ÇALIŞMALAR, KONFERANSLAR, HATIRATLAR VASITASIYLA BILGI VE TECRÜBELER PAYLAŞILABILIR.” üstlendim” diyen Tenekeci, hava harekatından yıllar sonra bu kez siyasetçi olarak Kıbrıs’la yollarının kesiştiğini ifade ediyor. Tenekeci, Devlet Bakanlığı döneminde KKTC’nin kuruluş sürecinde ve kalkınma hamlelerinde büyük emeğinin bulunduğunu kaydediyor. “Siyasette başarının yolu vatandaşla iç içe olmaktan geçiyor” Abdullah Tenekeci, başarılarla dolu askerlik yıllarının ardından siyasete atılıyor. Hiç aklında yokken kendini bir anda siyaset sahnesinde bulan Tenekeci, o günleri şöyle anlatıyor: “Emekli olduktan bir süre sonra değerli dostum Mehmet Yazar’ı ziyaret ettim. Kendisi o sırada Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı’ydı. Biraz sohbet edip dertleştik. Bu görüşmeden üç gün sonra Mehmet Yazar aradı ve beni yemeğe davet etti. Buluşmaya gittiğimde bir de baktım ki rahmetli Turgut Özal çıkageldi. Meğer onlar daha önceden haberleşmişler. Yemekte Özal yeni bir parti kuracağından bahsetti ve benim de bu partide yer almamı istediğini ifade etti. Mehmet Yazar’la birlikte beni ikna etmeye çalıştılar. Doğrusu, o anda ne ‘Evet’ ne de ‘Hayır’ diyebildim. Çünkü askerlik ve siyaset birbirinden çok farklı. Bu nedenle teklife ilk başta sıcak bakmadım, hatta biraz direndim, ama rahmetli Özal ısrar etti. Bunun üzerine Konya’da farklı meslekler icra eden, kimi doktor, kimi işadamı olan arkadaşlarımı bir araya topladım. Onlara siyasete girmem için teklif aldığımı, bu konuda ne düşündüklerini sordum. Hepsi ‘Siyasete gir, biz seni destekleriz’ dedi. Böylece benim için siyaset yolu açılmış oldu. Tabii heyecanım had safhadaydı, çünkü 42 RÖPORTAJ askerlikte kendimden çok emindim, en üst mertebelere ulaşmıştım, ama siyasette yeniydim. ‘Bu işi becerebilecek miyim’ endişesi taşıyordum. Arkadaşlarım siyasette de başarılı olacağım konusunda beni ikna ettiler. Bunun üzerine Anavatan Partisi’ne Konya’dan müracaat ettim ve partinin kurucu üyesi oldum.” Abdullah Tenekeci, 1983-1987 ve 19871991 yılları arasında olmak üzere iki dönem Meclis’te yer alıyor. Siyasette başarıya ulaşmak için halkla bütünleşmenin şart olduğunu ifade eden Tenekeci, “Milletvekili adayı olduktan sonra sekiz ay boyunca Konya’yı üç defa dolandım. Gitmediğim yer, çalmadığım kapı kalmadı. Ben halka ulaştıkça daha çok sevildim, daha çok desteklendim. O zaman anladım ki siyasette başarının formülü vatandaşla iç içe olmak. Konyalılar ‘Paşam, bizim için Meclis’te hangi çalışmaları yapacaksınız?’ diye sorduklarında, ‘Bunu siz bana söyleyeceksiniz. Siz beni yönlendireceksiniz’ cevabını veriyordum. Her zaman samimi bir şekilde duygularımı ifade ediyordum. Bu durum halkta büyük etki yarattı, vatandaşlar bana güven duydu. Neticede 17. ve 18. Dönemlerde Konya Milletvekili olarak görev yapma onuruna eriştim” diye konuşuyor. Tenekeci, siyaset hayatı boyunca insanları sevmeyi, vatandaşla iç içe olmayı, herkese karşı samimi davranmayı, kimsenin kalbini kırmamayı, ülkenin ve milletin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmayı prensip edindiğini vurguluyor. “Özal döneminde Türkiye büyük bir değişim ve dönüşüm geçirdi” Tecrübeli siyasetçi sekiz yıllık milletvekilliği döneminde Devlet Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı da yapıyor. “Devlet Bakanlığım sırasında Personel Başkanlığı, Yüksek Denetleme Kurulu, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Meteoroloji Genel Müdürlüğü ve Kıbrıs bana bağlıydı. Rahmetli Turgut Özal önemli görevler vermişti. Bütün bu görevlerin üstesinden layıkıyla gelmeye çalıştım” diyen Abdullah Tenekeci, o dönemde gerçekleştirilen icraatlar ve merhum Turgut Özal’la ilgili şu değerlendirmelerde bulunuyor: “Sayın Turgut Özal fevkalade tecrübe birikimi olan, dünyada tanınan bir siyasetçiydi. Özal’ın başbakanlığı döneminde Türkiye büyük bir değişim ve dönüşüm geçirdi. Ülkemiz dışa açıldı, her alanda ilerleme kaydedildi. Birçok yurt dışı seyahatinde Devlet Bakanı olarak kendisine eşlik ettim. Çin’e yaptığımız ziyaretle ilgili hatıralarımı hiç unutamıyorum. Türkiye’nin önde gelen işadamlarının da yer aldığı heyetle beraber 350 kişilik bir tayyarede seyahat ediyorduk. Bir ara tayyaredeki görevliler yanıma geldi ve ‘Efendim, arzu ederseniz pilot kabinine buyurun’ dediler. Sayın Özal o sırada bana baktı. ‘Efendim, pilotlar benim talebelerim. O nedenle davet ediyorlar. Arzu ederseniz siz de buyurun’ dedim. Pilot kabinine girince talebelerim hemen yer verdiler ve tayyareyi bir süre ben kullandım; üstelik otomatik pilotta değil. Sayın Turgut Özal, ‘Bravo Paşam’ dedi. Talebelerimin ‘Sayın Başbakanım, biz bildiğimiz her şeyi kıymetli hocamızdan öğrendik’ sözleri ise beni memnun etti ve gururlandırdı. Çin se- yahatindeki ikinci hatıram ise Çin Devlet Başkanı’nı ziyaretimizle ilgilidir. Ziyaret sırasında Çin Devlet Başkanı, Sayın Turgut Özal’a ‘Tüm dünyada tanınıyorsunuz. Nedir sizin özelliğiniz?’ diye sordu. Sayın Özal, 45 dakika boyunca Türkiye’nin o dönemde yaptığı açılımları, ülkemizin çeşitli alanlardaki potansiyellerini anlattı. Sadece kendisinin değil, Türk milletinin sahip olduğu özelliklerden bahsetti. Çin Devlet Başkanı, Özal’ı dinledikten sonra onu Çin Parlamentosu’nda konuşma yapması için davet etti. Rahmetli Özal, Çin’deki parlamenterlere bir saati aşkın konferans verdi. Salondan ayrılırken herkes Özal’ı ayakta alkışladı. Bu, onur duyduğumuz bir an olarak hafızamda yer almaktadır. Sayın Turgut Özal’la beraber siyaset yapmış olmaktan, Türkiye’nin gelişimine önemli katkılarda bulunmuş hükümetlerde görev almaktan büyük memnuniyet duyuyorum.” “Gençlerin önünü açmamız gerekiyor” Abdullah Tenekeci ile sohbetimiz sırasında kendisine ülkemizin bugününe dair değerlendirmelerini de soruyoruz. Türk milletinin asil bir millet, Türkiye’nin de köklü geçmişe sahip büyük bir devlet olduğunu ifade eden Tenekeci, “Türkiye, dünyada her alanda söz sahibi olabilecek bir ülke. Genç bir nüfusa sahibiz. Gelişmeye ve yeniliğe açık bir toplumumuz var. Çeşitli alanlarda yetiştirdiğimiz pek çok insan Avrupa’dakilerle yarışabilecek düzeyde. Bununla beraber, işbirliğine daha açık olmamız, ‘ben’ değil ‘biz’ dememiz, gençlerin önünü açmamız gerekiyor. Ülkemizin daha ileriye gitmesi için siyasetçilere de büyük görev düşüyor. Bir kere toplum kesimleri arasında ayrım yapmamak, birlik ve beraberliğimizi her şeyin üzerinde tutmak lazım. Ayrıca politikayı fazla sertleştirmemek gerekir. Farklı fikirler hoşgörüyle karşılanmalıdır. Kavga ve gürültüden uzak durulmalıdır. Yüce Meclisimizde görev yapan milletvekilleri hal ve hareketleriyle topluma örnek teşkil etmelidir” diye konuşuyor. Tecrübeli siyasetçi, askerlik ve siyaset hayatındaki tecrübelerini sivil toplum alanında da değerlendiriyor. Türk Parlamenterler Birliği üyesi olan Abdullah Tenekeci, Türk Parlamenterleri Dayanışma Bilimsel ve Siyasal Araştırmalar Vakfı’nda (TÜPAV) ise başdenetçi olarak yer alıyor. Hayatı boyunca hiç durmadığını, her zaman ülkeye ve millete faydalı işler yapabilme gayreti içinde olduğunu ifade eden Tenekeci, “Geçmiş dönemlerde milletvekili ve bakan olarak ülkemize önemli hizmetlerde bulunmuş arkadaşlarımızın bilgi ve tecrübelerini yeni kuşaklara aktarmaları büyük önem taşıyor. Dernek ve vakıflardaki çalışmalar, konferanslar, sohbetler, hatıratlar vasıtasıyla bilgi ve tecrübeler paylaşılabilir” çağrısında bulunuyor. 43 MEDENIYETIN TAŞTAKI IZI AHLAT 44 KÜLTÜR VARLIKLARI TÜRK-İSLAM SANATININ EN NADIDE ÖRNEKLERINI SABIRLA, ADANMIŞLIKLA IŞLEYEN MIMAR VE ZANAATKARLARIN YETIŞTIĞI, TARIHIMIZIN BIRÇOK EVRESINE IŞIK TUTAN BIR MEDENIYET MERKEZI AHLAT. HER BIRI FARKLI HIKAYELER AKTARAN KÜMBETLERI, ÜZERINDE BIR TARIH BARINDIRAN MEZAR TAŞLARIYLA ANADOLU’NUN EN ÖZEL MIRASLARINDAN BAZILARINA EVSAHIPLIĞI YAPAN AHLAT, 2000 SENESINDEN BERI UNESCO DÜNYA MIRAS GEÇICI LISTESI’NDE YER ALIYOR. ÇAĞLA TAŞKIN B ir milleti millet yapan, ona yüzyıllara meydan okuyan bir tarih bilinci ve kendini, geçmişini bilme erdemi kazandıran nedir? Şanlı zaferleri, ardından yeniden, daha güçlü ayağa kalktığı büyük yıkımları, belki de birçok farklı unsurunu bir arada tutmaya muktedir köklü gelenekleri, zengin kültürü… Kuşkusuz bir de atalarına duyduğu minnet, onların anısını onurlandırma gayreti. Bu gayretin eşsiz sanat eserleriyle taçlandırıldığı yerlerden Van Gölü’nün kuzeybatısındaki Bitlis’in Ahlat ilçesi, Türklerin Orta Asya’ya uzanan tarihinin İslam’la ilk kucaklaştığı bölgelerden olması ve toprakları üzerinde yükselen kümbetlerin tarihimiz için taşıdığı önem dolayısıyla en kıymetli miraslarımız arasında yer alıyor. Van Gölü’nün verimli kıldığı topraklar üzerindeki Ahlat, bu özelliği sayesinde tarihi boyunca iskan görmüş. Bölgeye ilk yerleşimin Cilalı Taş Devri’ne kadar uzandığı düşünülüyor. Ahlat’ın ilk sakinlerinin Hurriler olduğu ise kesin olarak biliniyor. Var oldukları dönemde bölgedeki tarım ve ticaretin gelişimine önemli katkı sağlayan Hurrilerden sonra Urartular, Persler, Romalılar gibi birçok medeniyet gelip geçmiş Ahlat’tan. Roma İmparatorluğu’nun bölünmesinin ardından Bizans yönetiminde kalan Ahlat için yıllarca sürecek bir Bizans-Sasani çekişmesi başlamış. Bölgenin İslam’la ilk kucaklaşması İyaz bin Ganem komutanlığındaki orduların burayı fethedip söz konusu çekişmeyi nihayete erdirmesiyle olmuş. Ahlat’ta 641 yılında bu şekilde başlayan İslam egemenliği o tarihten sonra sarsılmadan devam etmiş. Ahlat’ın tarihindeki bir diğer önemli dönüm noktası ise Türk boyu Oğuzların Batı’ya göçleri esnasında bu bölgeden geçmeleri olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerinin atıldığı Söğüt ile Domaniç’e yerleşmeden önce uzun süre burada kalan Oğuzlar, Ahlat’ın İslam’ın ardından Türk- 45 İSLAM VE TÜRKLÜKLE TANIŞTIKTAN SONRA BIR KÜLTÜR MERKEZI HALINE GELEN AHLAT’TA O KADAR ÇOK ÂLIM VE SANAT ADAMI YETIŞMIŞ KI BURASI BELH VE BUHARA’YLA BIRLIKTE İSLAM MEDENIYETINE KATKIDA BULUNAN ÖNEMLI MERKEZLERE VERILEN “KUBBET-ÜL İSLAM” UNVANINA LAYIK GÖRÜLMÜŞ. lükle de tanışmasına, böylece bu bölgenin önemli bir Türk-İslam merkezi haline gelmesine vesile olmuş. Ahlat’ın bugünkü kimlik ve görüntüsünü belirleyen Selçuklular ise ilk olarak 1054 yılında gelmiş bölgeye. Ahlat, bu tarihten itibaren Selçukluların seferlerden önce ve sonra kullandıkları bir üs olmuş ve devletin Anadolu’daki hakimiyetini tesis eden savaş olarak bilinen 1071 Malazgirt Zaferi’nde Bizans kuvvetlerinin asıl muharebeden önce bozguna uğratılmasında önemli rol oynamış. İslam ve Türklükle tanıştıktan sonra bir kültür merkezi haline gelen Ahlat’ta o kadar çok âlim ve sanat adamı yetişmiş ki burası Belh ve Buhara’yla birlikte İslam medeniyetine katkıda bulunan önemli merkezlere verilen “Kubbet-ül İslam” unvanına layık görülmüş. ye karakteristik görünümünü kazandırıyor. Orta Asya Türklerinin Mimari eserlerin temeli Ahlat taşı nın çizilmesine dikkat edilmiş. Ahlat’ın ayet ve hadislerle bezeli 16. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine giren Ahlat’ta bulunan kümbet ve mezar taşlarından günümüze ulaşmayı başaranlar bölge- kümbetlerinden en eskisinin 1222 tarihli Şeyh Necmettin Küm- 46 KÜLTÜR VARLIKLARI yalnızca günlük hayatının değil, sosyal yaşantısının da önemli bir unsuru olan ve birçok farklı işlev üstlenen çadırın bir devamı gibi değerlendirilebilecek kümbetler, Ahlat’ın önemli kültürel mirasları içinde başı çekiyor. Bu kümbetlerin çoğunun Selçuklulara ait olduğu biliniyor. Çoğunlukla kare veya dikdörtgen planlı zemin üzerinde yükselen konik kubbeden oluşan kümbetler iki katlı inşa edilmiş. Alt kat devlet büyüklerine veya toplumsal önemi haiz kişilere ait mezar odaları olarak değerlendirilirken üst kat mescit amacıyla kullanılmış. Bu kümbetlerde mezar odası kapılarının güneşin doğduğu yön olan doğuya bakmasına, böylece odadaki şahsın toplumdaki önem ve öncülüğünün altı- beti olduğu tahmin ediliyor. İç kısmında Bursa kemeriyle dekore edilmiş nişlerin yer aldığı bu kümbet piramit şekilli kubbesiyle diğerlerinden ayrılıyor. Usta Şagirt Kümbeti olarak da anılan Ulu Kümbet ise adından da anlaşılacağı gibi Ahlat’ın en büyük kümbeti olma niteliği taşıyor. 13. yüzyıl sonuna tarihlenen ve uzunluğu 20 metreye yaklaşan kümbetin gövdeyle kubbesinin birleştiği noktada yer alan beyaz taştan kuşak üzerine Ayet-el Kürsî işlenmiş. Ahlat’ın ikinci en büyük kümbeti olan Hasan Padişah’ın süslemelerinin Ulu Kümbet’le büyük benzerlik göstermesi, iki eserin de aynı mimarın elinden çıktığı düşüncesini doğuruyor. Ahlat’ta yer alan bu sanat eserleri arasında belki de en dikkat çekeni ise 15. yüzyıl sonuna tarihlenen Emir Bayındır Kümbeti. Gövde ile kubbe arasında yer alan ve belirli aralıklarla yerleştirilmiş kısa sütunlarıyla farklı bir görünüm arz eden bu kümbetin süsleme kemerindeki ince işçilik hemen göze çarpıyor. Ahlat’ın kimi taşa kademe kademe oyulmuş taçkapılarla bezeli, kimi mukarnas işlemeli, kimi de hat sanatının en zarif örneklerini barındıran kümbetlerinden bir kısmı ise çifte kümbet olarak tasarlanmış. Bunlardan bazıları Bugatay Aka ve eşi Şirin Hatun’a ait kümbet ile giriş kapısının nesih hatla bezendiği, gövdesinde ise geometrik süslemelerin yer aldığı Hüseyin Timur-Esen Tekin Kümbeti’dir. Ahlat’ın sayısız kültür hazinesi içinde 11. yüzyıldan 15. yüzyıla uzanan geniş bir zaman dilimine tarihlenen Selçuklu, Eyyubi ve İlhanlı dönemlerine ait mezar taşları ayrı bir yerde duruyor. Büyük bir sabırla ve incelikle işlenen mezar taşları, çoğunlukla geometrik 47 veya bitkisel motifler, kandil gibi sonsuzluk sembolleri, ayet ve hadislerle bezenmiş. Mezar taşlarının çoğunda mezarın kime ait olduğunu gösteren yazıların yanı sıra bu kişiyi öven edebi metinlere yer verilmiş. Ahlat’taki mezar taşları çatma lahit, prizmatik sanduka ve şahideli mezar olmak üzere üç farklı kategori altında inceleniyor. İki uzun levhanın birbiri üstüne yerleştirilmesiyle yapılan çatma lahitler baş ve ayak uçlarındaki üçgen şeklinde boşluğun önünde yer alan dikdörtgen blokla sade ve abartıdan uzak bir görünüm arz ederken prizmatik sandukalar ters tekneleri andırıyor. Şahideli mezarlarda ise baş ve ayak uçlarında ya da bunlardan yalnızca birinde yüksekçe bir çıkıntı veya büyükçe bir taş yer alıyor. Bu taşın büyüklüğü ve niteliği, mezarın ait olduğu kişinin soyuna ve toplumsal konumuna bağlı olarak değişiyor. Ahlat’ta ince bir işçilikle bezeli, hat sanatının en zahmetli örneklerini barındıran mezar taşlarının yanı sıra bir de akıt denilen ve Anadolu’da yalnızca bu bölgede görülen özel mezar türü yer alıyor. Bir veya iç içe geçmiş birkaç odadan meydana gelen ve içleri küçük mazgal pencerelerle aydınlatılan akıtların daha ziyade aile mezarları olarak kullanıldığı tahmin ediliyor. 48 KÜLTÜR VARLIKLARI Her adımda bir hazine Ahlat’ın zenginlikleri buraya has, işlemesi kolay Ahlat taşından yapılma kümbet ve mezar taşlarıyla sınırlı kalmıyor. Ahlat’ta sınırları içinde bir zamanlar birer cami, zaviye, hamam ve saray olduğu düşünülen bir Selçuklu kalesi olan İç Kale ile 16. yüzyıl başlarında Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılan ve aynı yüzyıl sonunda Kanuni’nin yenileyip genişlettiği, üzerinde bu iki padişahın kitabelerinin yer aldığı Sahil Kalesi’nin kalıntılarına denk gelmek mümkün. Bölgenin yüzyıllara yayılan eserlerinden önemli kısmı deprem başta olmak üzere çeşitli yıkımlar nedeniyle günümüze dek ulaşamamış. Ahlat’ın ayakta kalmayı başaran tek köprüsü Bayındır ise 15. yüzyıl sonuna tarihleniyor ve kuzey tarafındaki daire biçimli küçük işlemesiyle bir sadelik arz ediyor. Görüntüsünden dolayı “Ahlat takı” olarak adlandırılan, Ahlatşahlar döneminden kalma Ulu Cami’nin istinat duvarı olduğu tahmin edilen kalıntı ise adeta Ahlat’ın giriş kapısı gibi. Ahlat’ta aynı zamanda son derece kıymetli camiler de bulunuyor. Bunlardan Kanuni’nin vezirlerinden İskender Paşa tarafından AHLAT’IN ZENGINLIKLERI BURAYA HAS, IŞLEMESI KOLAY AHLAT TAŞINDAN YAPILMA KÜMBET VE MEZAR TAŞLARIYLA SINIRLI KALMIYOR. HER ADIMDA EŞSIZ BIR MIRASLA KARŞILAŞMANIN MÜMKÜN OLDUĞU BÖLGEDE AYNI ZAMANDA SON DERECE KIYMETLI CAMILER DE BULUNUYOR. 1564 yılında yaptırılan ve kendisiyle aynı adı taşıyan caminin bir zamanlar bir hamam ve medreseyle birlikte külliye olarak inşa edildiği tahmin ediliyor. Bölgeye has Ahlat taşının kullanıldığı bir başka caminin iç süslemelerinde beyaz mermer üzerine kufi hatla işlenmiş kitabeler dikkat çekiyor. Yine Ahlat taşından yapılmış Kadı Mahmut Camii sekizgen planı üzerinde yükselen üç küçük kubbesiyle Ahlat’ın siluetine çeşitlilik katıyor. 1477 tarihli Emir Bayındır Mescidi’nin taşlarında kullanılan değişik örme tekniği mescide farklı bir kemer görünümü kazandırıyor. 49 BİR DESTANIN BAŞLADIĞI YER İLK MECLİS BINASI 50 MECLIS BINALARIMIZ ŞANLI BAĞIMSIZLIK MÜCADELEMIZIN YÖNETILDIĞI, BUGÜN KURTULUŞ SAVAŞI MÜZESI OLARAK HIZMET VEREN BIRINCI TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI BINASI, TAŞIDIĞI ANLAMLAR ITIBARIYLA MILLETIN GÖNLÜNDE ÖZEL BIR YERE SAHIPTIR. ENVER UYGUN FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN 51 T ürk demokrasisinin cisimleşmiş ifadesi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye’nin bağımsızlık savaşını yönetmesinden ötürü “Gazi Meclis” olarak adlandırılır. Olağanüstü şartlar altında, ülkedeki geçmişi çok da uzun olmayan demokratik eğilimleri kaybetmeden hem bir savaşı idare etmek hem de milletin geleceği hakkında kararlar almak dünyada hiçbir parlamentoya nasip olmamıştır. Monarşik rejimlerde devletin en üst kademesinin yaşadığı, aynı zamanda yönetim merkezi olan saraylar başkentlerin en görkemli yapılarıdır. Avrupa’da krallıkların yerini demokratik cumhuriyetlere bırakmasıyla birlikte parlamento binalarına benzer bir işlev yüklenir. Kimi eski binaların dönüştürülmesiyle oluşturulan, kimiyse yeni dönemi yansıtacak bir anlayışla inşa edilen parlamentolar ülkelerin sembolleri arasına girer. Meşrutiyet’in ilanıyla meclis kavramıyla tanışan Türkiye’nin ilk müstakil parlamento binası, bu amaca hizmet etmek için yapılmasa da ülkemizin en önemli simgelerinden biridir. 52 MECLIS BINALARIMIZ Türkiye Büyük Millet Meclisi, açıldığı 23 Nisan 1920 tarihinden 15 Ekim 1924’e kadar Ulus’taki binasında hizmet verir. 1957 yılındaki müzeye dönüştürme çalışmalarına dek çeşitli kurumlara evsahipliği yapan bina I. Ulusal Mimarlık Akımı’nın seçkin örneklerindendir. II. Meşrutiyet’le birlikte ortaya çıkan akım, Osmanlı’nın çeşitli nedenlerle klasik Türk üslubundan uzaklaşan mimarisini yeniden millî unsurlarla buluşturma amacı taşır. Türk sadeliğini yüksek bir estetik zevkle birleştiren bu anlayışla inşa edilmiş binaların önemli bir kısmı Ankara’da bulunur. Cumhuriyet’in ilanından sonra devletin de desteklediği I. Ulusal Mimarlık Akımı, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında da Ankara’da iz bırakır. Bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak ziyarete açık olan binanın yapımı 1915 yılında başlar. İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden, dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle Cemiyet için kulüp binası işlevi görmesi amacıyla Mimar Salim Bey tarafından tasarlanan yapının inşasına Kurtuluş Savaşı’nda şehit düşecek Mimar Hasip Bey nezaret eder. “Ankara taşı” adıyla da anılan pembe-mor TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI, AÇILDIĞI 23 NISAN 1920 TARIHINDEN 15 EKIM 1924’E KADAR ULUS’TAKI BINASINDA HIZMET VERIR. 1957 YILINDAKI MÜZEYE DÖNÜŞTÜRME ÇALIŞMALARINA DEK ÇEŞITLI KURUMLARA EVSAHIPLIĞI YAPAN BINA, I. ULUSAL MIMARLIK AKIMI’NIN SEÇKIN ÖRNEKLERINDENDIR. andezit kullanılarak neoklasik Türk mimari zevkiyle iki katlı inşa edilen binanın henüz çatısı kapatılmadan I. Dünya Savaşı sona erer. Osmanlı Devleti’nin yenilgiyi kabullendiği ve Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladığı bu dönemde savaşın galipleri Anadolu’nun birçok kentine olduğu gibi Ankara’ya da askerî birlikler yerleştirir. İngiliz ve Fransız askerlerinin Ankara’da kaldığı binalardan biri de bu binadır. İşgal güçleri, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan, Anadolu’daki direnişi örgütlemek üzere Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplayan Mustafa Kemal Paşa’nın 27 Aralık 1919 günü Ankara’ya gelmesiyle binayı ve şehri terk eder. Mustafa Kemal’in 22 Haziran 1919’da yayımladığı Amasya Genelgesi’nde yer alan “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesinin hayata geçirilmesi için kurtuluş mücadelesinin millet iradesini temsil eden bir meclisle yürütülmesi gerekmektedir. Son Osmanlı Mebuslar Meclisi üyelerinden işgal güçlerince tutuklanmayan veya sürgüne gönderilmeyenler ile yeni seçilecek milletvekillerinin oluşturacağı Büyük Millet Meclisi’nin çalışmalarını yürüteceği bir binaya ihtiyaç vardır. Kurtuluş Savaşı’nı yönetecek kadronun bir araya geleceği yapı için inşaatı yarım kalan İttihat ve Terakki Lokali uygun görülür. Çatı, civardaki evlerden getirilen kiremitlerle tamamlanır. Sıralar, yakındaki, bugünkü adı Cumhuriyet İlkokulu olan Numune Mektebi’nden getirilir. Milletin kaderinin belirleneceği yapı 23 Nisan 1920 günü, halkın büyük katılım gösterdiği coşkulu bir törenle Meclis binası olarak açılır. Büyük Millet Meclisi ilk toplantısını 115 milletvekiliyle gerçekleştirir. Oturumun açılış konuşmasını en yaşlı üye sıfatıyla Meclis Başkanı olarak görevlendirilen Sinop Mebusu Şerif Bey yapar: “Hilafet ve hükümet merkezinin geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal edildiği, bağımsızlığın her bakımdan kısıtlandığı bilinmektedir. Bu vaziyette baş eğmek, milletimizin kendisine teklif edilen yabancı esaretini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak kararlılığında olan ezelden beri hür ve bağımsız yaşayan milletimiz bu esareti kesin ve kararlı bir 53 biçimde reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak yüce Meclisini vücuda getirmiştir. Bu yüce Meclis’in reisi sıfatıyla ve Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı dahilinde kaderini kendisinin belirlediğini ve geleceğini bizzat düzenleyeceğini bütün dünyaya ilan ederek Millet Meclisi’ni açıyorum.” Meclis’in yetki ve sorumluluklarını ise Ankara Milletvekili Mustafa Kemal açıklar: “Yüce Meclisimiz bildiğiniz gibi olağanüstü yetkilere sahip olarak yeniden seçilmiş saygıdeğer milletvekilleriyle, taarruz ve işgale uğramış saltanat merkezinden canlarını kurtararak buraya gelen saygıdeğer milletvekillerinden oluşmuştur. Kaçıp gelebilecek milletvekilleriyle birlikte bir yüce Meclis’in meydana getirilmesi ancak yeni uygulanan seçim tarzıyla söz konusu olmuştur. Bu anda Meclisimiz yasal olarak toplanmış bulunmaktadır.” 24 Nisan 1920’de gerçekleştirilen ikinci oturumda Mustafa Kemal oy birliğiyle, ona ilerleyen dönemde “Gazi” unvanını, mareşal rütbesini ve Atatürk soyadını verecek Meclis’in başkanlığına seçilir. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920-15 Ekim 1924 tarihleri arasında kullandığı bina daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Merkezi ve Hukuk Mektebi olarak hizmet verir. 1952 yılında Maarif Vekaleti’ne (Millî Eğitim Bakanlığı) devredilen yapının müzeye dönüştürülme çalışmaları 1957 yılında başlar. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra 23 Nisan 1961 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Müzesi adıyla ziyarete açılır. Müze, 1981’de Atatürk’ün doğumunun 100. yılı kutlamaları kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından restore edilir. Teşhir-tanzim çalışmaları sonucu 23 54 MECLIS BINALARIMIZ BINA, 1981’DE ATATÜRK’ÜN DOĞUMUNUN 100. YILI KUTLAMALARI KAPSAMINDA KÜLTÜR VE TURIZM BAKANLIĞI ESKI ESERLER VE MÜZELER GENEL MÜDÜRLÜĞÜ TARAFINDAN RESTORE EDILIR. TEŞHIR-TANZIM ÇALIŞMALARI SONUCUNDA 23 NISAN 1981 TARIHINDE KURTULUŞ SAVAŞI MÜZESI ADINI ALARAK ZIYARETE AÇILIR. Nisan 1981 tarihinde Kurtuluş Savaşı Müzesi adını alarak yeniden ziyarete açılır. Müzede canlı tarih Kurtuluş Savaşı Müzesi’nin girişinde ziyaretçileri karşılayan koridorun sol tarafındaki duvarlarda ve buradaki odalarda 1918-1923 yılları arasındaki olaylar, kronolojik sıralamayla yağlı boya tablo, fotoğraf, belge, savaş araç gereçleri gibi nesnelerle anlatılır. Koridorun sağ tarafındaki duvarlarda ve odalarda ise Meclis çalışmalarına ilişkin belgeler ile Birinci ve İkinci Dönem milletvekillerine ait fotoğraf, yağlı boya tablo ve hatıra eşyaları yer alır. Girişte, koridorun solundaki ilk oda Riyaset (Başkanlık) Divanı Odası’dır. Burası İcra Vekilleri Heyeti Odası olarak da hizmet vermiştir. Odada, Sivas Kongresi’nde kullanılan masa ve sandalyeler teşhir edilir. Odanın duvarlarında Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk Bakanlar Kurulu üyelerinin fotoğrafları bulunmaktadır. Oda orijinal hali korunarak ziyarete açılmıştır. Riyaset Divanı Odası’ndan sonraki ilk oda Meclis’te çeşitli konuların komisyonlar tarafından incelendiği Encümen Odası olarak kullanılmıştır. Bugün odada Mondros Antlaşması’ndan başlayarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışı, Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve Misak-ı Millî’ye ilişkin 55 TBMM’NIN ILK BINASI KISA SÜREN HIZMET DÖNEMINDE TARIHÎ OLAYLARA TANIKLIK EDER. BUNLARIN EN ÖNEMLILERI ARASINDA 20 OCAK 1921’DE ANAYASANIN KABULÜ, 12 MART 1921’DE İSTIKLAL MARŞI’NIN KABULÜ, 1 KASIM 1922’DE SALTANATIN KALDIRILMASI YER ALIR. belge, fotoğraf ve bazı objeler sergileniyor. Odada teşhir edilen eserlerin en önemlisi olarak Erzurum Kongresi’nde kullanılan mühür gösteriliyor. Meclis kulisi olarak görev yapmış koridorun solundaki üçüncü odada Atatürk’ün Ankara’ya gelişini anlatan bir yağlı boya tablo yer alır. Bu bölümde TBMM’nin açılışı, Sevr ve Lozan Antlaşmalarına göre Türkiye’nin sınırları ile I. ve II. İnönü Muharebeleri fotoğraf, belge ve haritalarla anlatılmaktadır. Ayrıca Kurtuluş Savaşı’nda kullanılan telefon santralı, çeşitli savaş gereçleri ve Gümrü Antlaşması sırasında Kazım Karabekir Paşa’ya hediye edilen gümüş yemek takımı bu odada teşhir edilir. 56 MECLIS BINALARIMIZ Bugün, Büyük Taarruz’un fotoğraf, belge ve haritalarla anlatıldığı, İstiklal Madalyaları’nın sergilendiği, ilk Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını Meclis balkonunda gösteren bir tablonun bulunduğu, koridorun solundaki dördüncü oda, yasa tekliflerinin anayasaya uygunluğunun görüşüldüğü Şeriye Encümeni Odası’dır. Koridorun solundaki beşinci oda Meclis İdare Odası olarak kullanılmıştır. Odada Kurtuluş Savaşı’nın komutanlarının fotoğrafları ile Mudanya Mütarekesi ve Lozan Anlaşması, Ankara’nın başkent oluşu ve Cumhuriyet’in ilanına ilişkin belgeler yer alır. Bu bölümde ayrıca Mustafa Kemal’e ait baston, mavzer, mühürler ile Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda kullandığı dürbün ve üniforma örnekleri teşhir edilir. Koridorun sağındaki beşinci ve altıncı odalar da İlk Meclis’te İdare Odası işlevi üstlenmiştir. Günümüzde beşinci odada Birinci ve İkinci Dönem milletvekillerine ait fotoğraflar, kimlik belgeleri ve TBMM tarafından milletvekillerine hediye edilen çeşitli objeler sergilenir. Altıncı oda ise Kurtuluş Savaşı Müzesi’nin yönetim odası olarak kullanılmaktadır. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının en önemli bölümü koridorun sağında yer alan büyük salondur. Burası Meclis Genel Kurulu’nun toplandığı yerdir. Salon orijinal haliyle ziyarete açılmıştır. Ortada Başkanlık ve Divan üyeleri kürsüsü bulunur. Kürsünün arkasında eski yazıyla “Hakimiyet Milletindir” ifadesi yer alır. Kürsünün karşısındaki sıralar Bakanlar Kurulu’na, yanlardaki sıralar milletvekillerine, sağdaki balkon yabancı elçilik temsilcilerine, soldaki balkon dinleyicilere, balkonun altındaki bölüm basın mensuplarına ayrılmıştır. Müze girişinin sağındaki ilk bölme mescit olarak kullanılan alandır. Bugün bu odada seccade ve Kuran rahleleri teşhir edilmektedir. Mescidin yanındaki oda ise Meclis Başkanı’nın, yani Mustafa Kemal’in çalışma odasıdır. İlk hali korunarak teşhir edilen bu sade görünümlü odada Kurtuluş Savaşı’yla ilgili hayati kararlar alınmıştır. Müzenin en seçkin eserlerinden Cumhurbaşkanlığı mührü millî bayramlarda bu odada sergilenir. Binanın alt katı ise fotoğrafhane, eser deposu ve sergi salonu olarak kullanılmaktadır. Atatürk’ün, “Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin asırlar süren arayışlarının özü ve onun bizzat kendisini idare etmek şuurunun canlı bir timsalidir” diyerek önemini veciz şekilde ortaya koyduğu TBMM’nin ilk binası kısa süren hizmet döneminde tarihî olaylara tanıklık eder. Bunların en önemlileri arasında 20 Ocak 1921’de anayasanın kabulü, 12 Mart 1921’de İstiklal Marşı’nın kabulü, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması yer alır. Ayrıca Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923’te bu Meclis’te onaylanır. Ankara’nın başkent oluşu 13 Ekim 1923’te burada kabul edilmiş, 29 Ekim 1923 günü Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile Gazi Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı seçilmesi yine bu Meclis’te gerçekleşmiştir. 57 HAKKI SUHA OKAY: BIR SIYASETÇI ALKIŞTAN HOŞLANDIĞI KADAR ELEŞTIRIYE DE TAHAMMÜL ETMESINI BILMEK ZORUNDADIR SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ - FOTOĞRAFLAR: EVREN ÖZESEN 2007-2011 YILLARI ARASINDA CHP ANKARA MILLETVEKILI OLARAK MECLIS’TE YER ALAN HAKKI SUHA OKAY, TÜRKIYE’NIN TERÖR OLAYLARINDAN KOMŞULARLA ILIŞKILERE KADAR PEK ÇOK CIDDI SORUNU BULUNDUĞUNA IŞARET EDEREK, “BIR AN ÖNCE BAŞKANLIK SISTEMI GIBI SUNI GÜNDEMLER BIR KENARA BIRAKILIP ÜLKENIN GERÇEK SORUNLARI ELE ALINMALI VE ÇÖZÜM ÜRETILMELIDIR” DIYOR. 58 SÖYLEŞI Sizi hukukçu ve siyasetçi kimliklerinizle tanıyoruz. Söyleşimizin başında siyaset yolculuğunuzun ne zaman ve nasıl başladığını öğrenebilir miyiz? Siyasetçi bir ailenin evladıyım. Dedem Mustafa İzzet Okay, Kuvayı Milliye’de görev yapmış, daha sonra Kastamonu’da Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İl Başkanı ve Belediye Başkanı olmuştu. Babam Orhan Okay, Konya Beyşehir’de CHP İlçe Başkanlığı yaptı, ardından Konya Milletvekili oldu. Sadece dedem ve babam değil, dayılarım Selahattin Hakkı Esatoğlu ve Fevzi Hakkı Esatoğlu da siyasette yer aldı. Her ikisi de CHP örgütlerinde görev yaptı, daha sonra Selahattin dayım Nevşehir Milletvekili, Fevzi dayım ise İstanbul Senatörü oldu. Kısacası Cumhuriyet Halk Partili bir ailede siyasetle iç içe büyüdüm. Aktif olarak siyasete girmeniz üniversite yıllarında mı oldu? Evet. 1970 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdığım gün Sosyal Demokrasi Dernekleri’ne de üye oldum. 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında Sosyal Demokrasi Dernekleri kapatılınca Cumhuriyet Halk Partisi örgütlerinde yer aldım ve hemen hemen her kademede görev yaptım. 1980’de CHP’nin kapatılmasından sonraki süreçte Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) üyesiydim. 1992’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeniden açılmasının ardından CHP çatısı altında çeşitli kademelerde görev yapmaya devam ettim ve 2004’te Ankara İl Başkanlığı’nı üstlendim. CHP Ankara İl Başkanlığı’nın ardından 2007 genel seçimlerinde Ankara Milletvekili oldunuz… Aşağı yukarı üç buçuk yıl il başkanlığı yaptım. 1970’ten sonraki dönemde en uzun süre CHP İl Başkanlığı görevini üstlenen kişi oldum. 2007 genel seçimleri nedeniyle bu görevimden istifa ettim ve Ankara Birinci Bölge’den milletvekili seçildim. Meclis’e geldikten sonra CHP Grup Başkanvekili olarak yasama çalışmalarında yer aldım. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun 22 Mayıs 2010 tarihinde CHP Genel Başkanı seçilmesinin ardından Merkez Yönetim Kurulu Üyeliği, Örgütlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı ve Parti Sözcülüğü yaptım. Halen CHP Parti Meclisi üyesiyim. Milletvekili olarak yürüttüğünüz çalışmalara geçmeden önce hukukçu kimliğinizle ilgili de bir parantez açmak istiyoruz. Kaç yıldır avukat olarak görev yapıyorsunuz? Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra staj ve askerlik sürecinin ardından 1977’de avukatlık yapmaya başladım. Mesleki çalışmalarımı yürütürken 1983’ten itibaren seçimlere katılarak Ankara Barosu yönetiminde çeşitli görevler üstlendim. 1993-97 yılları arasında Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, 1998’de ise Ankara Barosu Başkanı oldum. Seçildiğimde 45 yaşındaydım ve o tarihe kadarki en genç Ankara Barosu başkanlarından biri olarak görev yaptım. Başkanlığım döneminde hayata geçirdiğimiz ve katkıda bulunduğumuz önemli faaliyetler oldu. Örneğin Ankara Barosu’nda kadına yönelik şiddete karşı danışma merkezinin kurulması, hukuk kurultayının düzenlenmesi ve Avukatlık Yasası’nda en geniş kapsamlı değişikliklerin yapılması o dönemde gerçekleşti. Milletvekili seçilmeden önceki mesleki ve siyasi çalışmalarınız dolayısıyla Ankara’yı iyi bilen birisiniz. Ankara Milletvekili olarak yürüttüğünüz faaliyetler sırasında bunun avantajını hissettiniz mi? Gayet tabii. CHP İl Başkanı ve Ankara Barosu Başkanı olduğum dönemler başta olmak üzere başkentte hem siyasi hem de mesleki çalışmalarda bulundum. Ben bir istatistik tutmadım ama bir gazetede yayımlanan habere göre 23. Dönem’deki Ankara milletvekilleri arasında Sayın Beşir Atalay’dan sonra parlamento kürsüsünde en çok konuşma yapan kişiydim. Aynı zamanda basında en fazla yer alan milletvekillerinden biriydim, ilk 40’ın içindeydim, ki bu isimler arasında başbakan, bakanlar ve genel başkanlar da vardı. Milletvekilliğim boyunca hem ülke meselelerini hem de Ankara’nın çeşitli sorunlarını gündeme getirmeye çalıştım. Ancak şunu ifade etmem gerekiyor, parlamentoda görev yaptığım süre boyunca AKP iktidarının siyasette katı, kalıpçı bir anlayış içerisinde olduğunu gördüm. Örneğin Bala’nın Afşar beldesinde deprem 59 “EN ÇOK ÖNEMSEDIĞIM KONU, PARLAMENTONUN SAYGINLIĞININ ZEDELENMEMESI GEREKTIĞIDIR. PARLAMENTODA SADECE POLEMIK ÜZERINDEN TARTIŞMA YAPILMAMALIDIR. ELE ALINAN KONU CIDDIYETLE ARAŞTIRILMALI, GEREKTIĞINDE AKADEMIK, BILIMSEL, TEKNIK YÖNLERIYLE ORTAYA KONULMALIDIR.” Meclis kürsüsünde konuşma yaptığınız sırada “laf atmalar” çok oluyor muydu? meydana geldiğinde enkazın kaldırılmasında dahi bu anlayışın yansımalarına şahit oldum. CHP’li belediye başkanının görev yaptığı Afşar’da belediyenin kendi imkanlarıyla enkazın kaldırılması mümkün değildi. Bu konuda merkezî yönetimden yeterli desteğin alınabilmesi ve sorunun aşılabilmesi pek kolay olmadı. Öte yandan, vatandaşın tayin, burs, yol gibi çeşitli istekleri de olsa muhalefetten gelen taleplere iktidarın kapalı olduğunu gördüm. Oysa siyasal iktidarların seçim sonrasında herkese eşit mesafede yaklaşması gerekir. AKP iktidarı öncesindeki koalisyon hükümetleri döneminde siyasette bu denli katı, kalıpçı bir anlayışla karşılaşmadığımı ifade etmek isterim. 2007-2011 yılları arasında Meclis’te yer aldınız. Unutamadığınız anılarınızı bizimle paylaşabilir misiniz? Tabii oldukça yoğun bir tempoda çalıştık. Hem Meclis’te hem de onun öncesinde Ankara Barosu’nda görev yaparken hep katılımcı bir anlayışı egemen kılmaya çalıştım. Herkesle birlikte ortak bir çalışma ortaya koyduğunuzda başarı çok daha kolay yakalanabiliyor. Zaten katılımcılık, sosyal demokrat dünya görüşünün önemli unsurlarındandır. Milletvekilliğim dönemindeki unutamadığım çalışmalardan biri, 2010 referandumu öncesinde Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte yaptığımız mitinglerdir. Farklı bir yöntem izlediğimiz bu mitingler, sadece il merkezini kapsamıyordu; önce o ilin birkaç ilçesinde, sonra il merkezinde miting yapıyor, aynı gün veya ertesi gün komşu bir ile geçiyor, aynı yöntemi orada da uyguluyorduk. Müthiş bir çalışmaydı, halktan büyük ilgi görmüştü. 2010 yılı, hemen hemen Türkiye’nin tamamını gezdiğim bir yıl oldu. Üstelik, ağırlıklı olarak parti otobüsüyle dolaştık, sadece iki kez özel uçak kullandık. 60 SÖYLEŞI Elbette. Meclis’te görev yaptığım dönemde adeta “kadrolu laf atıcılar” vardı. Bu arkadaşlar ön sıralara oturur, hatibin her sözüne karşılık verirdi. Meclis tutanakları bu kişilerin laf atmalarıyla doludur. Oysa parlamento kürsüsü her fikrin rahatlıkla ifade edilebileceği bir yer olmalıdır. İktidarın da muhalefetin de eleştirilere tahammül göstermesi gerekir. Bir siyasetçi alkıştan hoşlandığı kadar eleştiriye de tahammül etmesini bilmek zorundadır. Maalesef bu pek olmuyor. Eleştiriye tahammül gösterilmeyince, farklı fikirler hoşgörüyle karşılanmayınca tartışmalar, hatta kavgalar yaşanıyor. Bu da Meclis çatısı altında hiç istemediğimiz ve tasvip etmediğimiz görüntülere neden oluyor. Benim en çok önemsediğim konu, parlamentonun saygınlığının zedelenmemesi gerektiğidir. Parlamentoda sadece polemik üzerinden tartışma yapılmamalıdır. Ele alınan konu ciddiyetle araştırılmalı, gerektiğinde akademik, bilimsel, teknik yönleriyle ortaya konulmalıdır. Maalesef nitelikli tartışmalar tamamen ortadan kalkmış vaziyette. sırasında şahıs adına söz alabilmek için milletvekilleri gece yarısında kuyruğa girer, zaman zaman tartışmalar yaşanırdı. 2008 yılında siyasi partilerin grup başkanvekilleri olarak bir araya geldik ve şahıs adına söz alma konusunda hakkaniyetli bir dağılım yaparak Meclisimize yakışmayan görüntüleri ortadan kaldırdık. O tarihten bu yana da herhangi bir sorun yaşanmıyor. Grup başkanvekilliğim döneminden unutamadığım bir anım, Yalova Milletvekili Sayın Muharrem İnce ile ilgili. Sayın İnce bir gün yanıma geldi ve “Hayatta istediğim iki şey var; biri Meclis’te yemin törenini yönetmek, diğeri de bütçenin tamamı üzerinde son sözü alıp konuşma yapmak” dedi. Kendisine “Birincisi Allah’a kalmış, ama ikincisi benim elimde” yanıtını verdim ve Sayın Muharrem İnce bütçe üzerinde son sözü alarak internette izlenme rekoru kıran konuşmasını yaptı. Siz geçmişte merhum Bülent Ecevit’le de birlikte çalıştınız… Evet, avukatı olarak rahmetli Bülent Ecevit’in özellikle 12 Eylül sonrasındaki çeşitli davalarına baktım. Vefatından önceki son avukatı da benim. 2001 yılında, Sayın Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde Anayasa kitapçığının fırlatılmasından kaynaklanan 40 civarında manevi tazminat davasına baktım. Bir başka önemli konu ise parlamento kürsüsünün bir şov alanı haline dönüştürülmemesi gerektiğidir. Meclis’te görev yaptığım dönemde mümkün mertebe bundan kaçınılmasını sağlamaya gayret ettim. Milletvekilliğim döneminde olduğu gibi bugün de iktidar kanadının başvurduğu bir yöntem var. Herhangi bir tartışmada veya polemikte hemen Tek Parti Dönemi’ne gidip oradan örneklerle eleştirilere cevap vermeye çalışıyorlar. 20’li, 30’lu, 40’lı yıllarda o günün şartlarında yaşanmış olayları tekrar tekrar gündeme getirerek Cumhuriyet Halk Partisi’ni köşeye sıkıştırmayı hedefliyorlar. Örneğin “İsmet Paşa ekmeği karneye bağlamıştı” diyorlar, oysa o dönemde bütün dünyada durum aynıydı. İsmet İnönü’nün çok güzel bir sözü var; “Evet ekmeği karneyle dağıttım, ama çocukları da babasız bırakmadım” diyor. İktidar partisi, Tek Parti Dönemi’ne yönelik bu tür söylemlerle gündemi saptırmaya, kendine yeni kulvarlar açmaya çalışıyor. Bu nedenle CHP grup başkanvekillerinin partinin tarihini ve Cumhuriyet dönemini çok iyi bilmeleri gerekiyor. Grup başkanvekili olarak yürüttüğünüz çalışmalar arasında ön plana çıkanlar hangileri? Tabii pek çok çalışma var, ama en önemli gördüklerimden birini paylaşayım. Hatırlarsanız, eskiden bütçe görüşmeleri Tecrübeli bir siyasetçi olarak size göre ülke gündemindeki en önemli sorunlar, çözüm bekleyen konular nelerdir? Demokrasi tanımlanırken yasama, yürütme ve yargının üç ayrı güç olduğu belirtilir ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemi ifade edilir. Günümüzde maalesef Türkiye’de kuvvetler ayrılığından bahsedebilmek pek mümkün değil. Yürütme hangi yasaya ne zaman ihtiyaç duyuyorsa parlamentoda ciddi bir tartışma yapılamadan o yasa çıkarılıyor. Alelacele hareket edildiği için de bir süre sonra söz konusu yasada değişiklik yapılması ihtiyacı doğuyor. Öte yandan, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığına da güven duyulamıyor. Böyle bir ortamda yeni anayasa tartışmaları yapılıyor. 12 Eylül darbe anayasası elbette değişmelidir, ama ondan önce kafaların değişmesi ve demokrasinin içselleştirilmesi gerekir. Anayasa’da “Basın hürdür, sansür edilemez” hükmü yer alır. Peki, gazetecilerin sadece mesleklerini yapmaları nedeniyle mahkum edildiği bir Türkiye’de basın hürriyetinden söz edilebilir mi? Uygulamalar ortadayken Anayasa’da “Basın hürdür, sansür edilemez” yazsa ne olur, yazmasa ne olur? Dolayısıyla demokrasi içe sindirilemezse sorunlar yaşanmaya devam eder. Bugün ülkemizde terör nedeniyle yüzlerce asker, polis ve sivil hayatını kaybederken, bazı ilçelerde günlerce devam eden sokağa çıkma yasağıyla birlikte operasyonlar sürerken, dış politikada çok ciddi bir açmaz yaşanırken, “sıfır sorun” politikasından “sıfır komşu” noktasına gelinmişken başkanlık sistemi gibi suni bir gündemle Türkiye meşgul ediliyor. Sanki bugünün en güncel sorunu başkanlık sistemiymiş gibi bütün tartışmalar bu konu etrafında şekilleniyor. Bir an önce suni gündemlerin bir kenara bırakılıp Türkiye’nin gerçek sorunlarının ele alınması ve çözüm üretilmesi gerekiyor. 61 TÜRK MILLIYETÇILIĞINE VAKFEDILMIŞ BIR ÖMÜR YUSUF AKÇURA 62 KIRIM TÜRKLERINDEN SOYLU BIR AILENIN ÇOCUĞU OLARAK ANADOLU TOPRAKLARI DIŞINDA, TÜRKISTAN’DA DÜNYAYA GELEN YUSUF AKÇURA, FARKLI MILLIYETLERIN TÜRKLER ÜZERINDE KURDUĞU BASKIYA BIRINCI ELDEN TANIK OLUR. BELKI DE BU NEDENLE ÖMRÜNÜ TÜM TÜRKLERI BIR BAYRAK ALTINDA TOPLAMAYA VAKFEDER. YAZDIĞI MAKALELERDEN TÜRKÇÜLÜK FIKRININ YAYILMASINI SAĞLAYAN DERNEKLERE, MECLIS KÜRSÜSÜNDEN TÜRK TARIH KURUMU’NA KADAR ÜLKÜSÜNÜ HER MECRADA SAVUNUR. İREM COŞKUNSEVEN Y usuf Akçura’nın Tataristan’ın başkenti Kazan’dan dönemin ilim ve irfan kenti Paris’e, hatta sürgüne gönderildiği Trablusgarp’a kadar uzanan hikayesi Volga Nehri üzerinde konumlanan, günümüzde Ulyanovsk adını almış Simbir’de başlar. Soylu, köklü ve varlıklı bir Tatar ailesinde 1876 yılında dünyaya gelmesine rağmen Yusuf Akçura’nın kolay ve rahat bir çocukluk geçirdiği söylenemez. Zira doğduğu yıllarda Osmanlı ve Rusya arasında patlak veren ve hazırlıksız yakalanan Osmanlı’nın ağır yenilgisiyle sonuçlanan 93 Harbi, babası Hasan Akçurin’in çuha fabrikalarını da etkiler. Yetmezmiş gibi Yusuf Akçura, henüz 2 yaşındayken babasını kaybeder. Annesi Bibi Kamer Banu Hanım Hasan Bey’in mirasını yaşatmaya çalışsa da fabrikaların kapatılması üzerine Yusuf yedi yaşındayken İstanbul’a taşınırlar. İlköğrenimine Mahmut Paşa İlkokulu’nda başlayan Yusuf Akçura, eğitimine askerî rüştiyede devam eder. Rüştiyenin üçüncü yılında babasından kalan işleri yoluna koymak üzere annesiyle birlikte Kazan’a döner. Okuluna bir süre ara vermesine sebep olsa da bu yolculuk, Akçura’nın ileride birçok aydına ilham verecek fikirlerinin oluşumunda önemli bir rol oynar. Öyle ki Akçura, memleketinde bulunduğu süre boyunca Fransızca ve Osmanlı Coğrafyası gibi dersler almaya devam eder; ilk Turancı Türklerden kabul edilen ve düşüncelerini kendi çıkardığı Tercüman gazetesinde yayımlayan eniştesi İsmail Gaspıralı ile görüşür; Rus egemenliği altında yaşayan Türklerin karşılaştığı zorlukları ve Rusya’nın Türk kimliğini yok etme çabalarını birinci elden gözlemler. Bu tecrübelerin Akçura’da Türkleri birleştirme arzusu uyandırdığı, Türkçülük fikrinin daha o zamanlar filizlenmeye başladığı söylenir. Rüştiyeden sonra gittiği harbiye, Yusuf Akçura’nın kendi deyişiyle “bilinçli Türkçülüğünün” başladığı yer olur. Burada İsmail Gaspıralı’nın makaleleri elden ele dolaşır ve öğrenciler arasında yaygınlaşır. Akçura Malumat’ta yayımlanan bir makalesi üzerine 45 günlüğüne okuldan uzaklaştırılır. Fakat Divan-ı Harp’in, kendisi ve dostu Ahmet Ferit’i (Tek) Trablusgarp’a sürgüne göndermesi çok uzun sürmez. Trablusgarp’ta II. Abdülhamid’in kendisini affetmesi üze- 63 rine öğretmenlik başta olmak üzere çeşitli görevlerde bulunan Akçura, Ahmet Ferit ile birlikte 1899 yılında Tunus üzerinden Paris’e gider. Burada Ecole Libre des Sciences Politiques’e (Siyasal Bilimler Okulu) kaydolan Akçura, aynı zamanda Fransa’nın en köklü üniversitelerinden biri olan Sorbonne’da da derslere gider. Üç Tarz-ı Siyaset Paris’te bulunduğu yıllarda Jön Türklerle de yakın ilişkiler kuran Yusuf Akçura, “Osmanlı İmparatorluğu Müesseseleri Tarihi Üzerine Bir Tecrübe” başlıklı teziyle okulunu dereceyle bitirir. Mezun olduktan sonra Osmanlı Devleti sınırlarına girmesi yasak olduğu için Kazan’daki akrabalarının yanına gider. Akçura’nın Paris’te bulunduğu dönemlerde Fransa, 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan akımlardan biri olan milliyetçiliğin etkisi altındadır. Kazan’da kendi milliyetinden olanların ne tür baskılar gördüğüne erken yaşta tanıklık eden ve gözlemlerini bilgisiyle harmanlayan Akçura, dönemin birçok aydını gibi Osmanlı’nın kurtuluşu üzerine kafa yormaya başlar. İşte Türkçülük akımının manifestosu addedilen Üç Tarz-ı Siyaset bu çabanın sonucunda ortaya çıkar. Yusuf Akçura, 1904 yılında Kahire’de yayımlanan Türk dergisine gönderdiği mevzubahis makalesinde Osmanlı’nın son dönemlerde aldığı darbelerden silkinip kendine gelmesi ve toprak bütünlüğünü koruması için üç akımın ortaya çıktığını söyler: “Birincisi, Osmanlı hükümetine tâbi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı Milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından faydalanarak bütün İslamları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin ‘Panislamisme’ dedikleri). Üçüncüsü, ırka dayanan siyasi bir Türk Milleti teşkil etmek.” Birçok ülkeyi etkisi altına alan milliyetçilik akımı Osmanlı gibi çokuluslu devletlere zarar verdiğinden aydınlar, dil, din, ırk ayrımı yapmadan “Osmanlılık” diye bir millet tanımı oluşturmak istemiş, fakat Balkan Savaşları bunun -Akçura’nın sözleriyle- “beyhude bir yorgunluk” olduğunu kanıtlamıştır. Osmanlılık fikrinin başarısız olacağının anlaşılmasının ardından hilafet sayesinde Müslümanların tek bir bayrak altında toplanması gündeme gelir. 19. yüzyılın sonundan itibaren ise o güne dek irdelenmeyen 64 yeni bir akım su yüzüne çıkar: Türkçülük. Makalesinde bu üç akımı ele alan Akçura, yazının sonunda Osmanlı’nın kurtuluşunun bu üç seçenekten hangisinde yattığı sorusunu sorar. Yasaklı olduğu topraklara dönüş II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından İstanbul’a dönen Yusuf Akçura kendini daha çok kültürel faaliyetlere adar. Erkan-ı Harbiye ve Darülfünun’da hocalık yapar. Türkçülük fikrini hayata geçirmek isteyen Akçura, 1908 yılında Türk milliyetçiliğini esas alan ilk cemiyet olma özelliği taşıyan “Türk Derneği”nin kurulmasında ve yönetilmesinde aktif görev alır. 1911 yılında cemiyetin yayın organı olan, yalnızca yedi sayı yayımlanan ve dil sorunu ile dildeki sadeleşme mevzularına eğilen Türk Derneği adlı dergiyi yayımlamaya başlar. 1911 yılında Mehmet Emin Yurdakul’un öncülüğünde kurulan Türk Yurdu Cemiyeti’nin oluşumunda rol alır. Türk Yurdu Cemiyeti daha sonra yerini Türk Ocağı’na bırakır. İmtiyaz sahipliğini ve genel müdürlüğünü Yusuf Akçura’nın üstlendiği ve önce Türk Yurdu Cemiyeti’nin, ardından Türk Ocağı’nın resmî yayın organı olan Türk Yurdu, Türkçülük akımının yerleşmesinde en büyük role sahip olur. İSTANBUL VE KARS MILLETVEKILI OLARAK GÖREV YAPAN YUSUF AKÇURA, OKULLARDA VERILEN TARIH DERSLERININ IÇERIĞI, ÜNIVERSITELERDE TIP FAKÜLTELERININ KURULMASI IÇIN BIR KOMISYONUN OLUŞTURULMASI, ÜNIVERSITELERIN YENILENMESI GIBI DAHA ÇOK EĞITIMLE ILGILI MESELELERIN ÜZERINE EĞILIR. I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında önemli görevler üstlenen Yusuf Akçura, Cumhuriyet Türkiyesinde hocalık yapmaya devam eder. Ankara Hukuk Mektebi’nde, İstanbul Darülfünunu’nda dersler verir. Türk Ocakları’nın 1931 yılında kapatılmasına kadar burada çalışmalar yürütür. 1923 yılında İstanbul milletvekili seçilmesinden bir yıl sonra Türk Yurdu dergisi için çalışmayı bırakır ve kendini tamamen yasama çalışmalarına verir. TBMM’nin II, III ve IV. Dönemlerinde İstanbul, V. Döneminde ise Kars milletvekili olarak görev yapan Yusuf Akçura, okullarda verilen tarih derslerinin içeriği, üniversitelerde tıp fakültelerinin kurulması için bir komisyonun oluşturulması, üniversitelerin yenilenmesi ve bu amaçla Avrupa’dan mütehassısların getirilmesi gibi daha çok eğitimle ilgili meselelerin üzerine eğilir. Yusuf Akçura, Mustafa Kemal Atatürk’ün desteğiyle Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunun her aşamasında yer alır. Türk Tarih Kurumu’nun çekirdeği kabul edilen Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti, Atatürk’ün desteğiyle 1930 yılında çalışmalarına başlar. Hukuk Fakültesi Siyasi Tarih Profesörü ve İstanbul Milletvekili sıfatıyla Yusuf Akçura’nın da dahil olduğu 16 kişilik heyet, aynı yılın sonlarına doğru Türk Tarihinin Ana Hatları adlı 606 sayfalık bir eser yayımlar. 1931 yılında Türk Ocakları’nın kapatılmasının ardından bu heyet, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurar ve başkanlığına Yusuf Akçura getirilir. Dil devriminin ardından Atatürk, cemiyetin adını Türk Tarih Kurumu olarak değiştirir. Cemiyetin 1932 yılında düzenlediği Birinci Türk Tarih Kongresi’ne reis vekili olarak başkanlık eden Akçura, bu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada tarihe verdiği önemi ortaya koyar: “Tarih, bağlı bulunduğumuz insan toplumunun belli zaman ve alanda çıkarını sağlayacak bilgi, düşünce ve duygu verebileceği için önem arz etmektedir. Bu söylediklerimden anlaşılmıştır ki tarih mücerret bir ilim değildir. Tarih hayat içindir; tarih milletlerin, kavimlerin varlıklarını muhafaza etmek, kuvvetlerini inkişaf etmek içindir. (…) Tarih millî harsın temelidir; aynı zamanda tarih milletlerin cihandaki mevki ve şereflerini tayin eder. Tarih sayesinde bir kavim, yeryüzünde hayat ve saadet hakkının hüccetlerini âleme gösterir; tarih sayesinde bir millet, istikbalinin parlak ve sonsuz yollarını açar.” Üniversite Reformu’ndan sonra, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nde siyasi tarih profesörlüğüne getirilen Yusuf Akçura, 1935 yılında henüz 59 yaşındayken hayata gözlerini yumar. Bu kısa fakat verimli ömrüne Türk Yurdu, Sırat-ı Müstakim, Türk, Tercüman, Malumat, İçtihad ve Şura gibi çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan makalelerinin dışında Osmanlı Saltanatı Müessasatı Tarihine Dair Bir Tecrübe (1903), Üç Tarz-ı Siyaset (1904), Mevkufiyet Hatıraları (1907), Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler ve Fikri Cereyanlar (1923) ve Türkçülük: Türkçülüğün Tarihî Gelişimi, Yeni Türk Devletinin Öncüleri (1928) gibi hepsi birbirinden kıymetli birçok eser sığdırmayı başarmıştır. 65 ABDULLAH ERDEM CANTIMUR: TÜRKÇENIN DOĞRU KULLANILMASI, TOPLUMDA DIL BILINCININ YERLEŞMESI VE GELIŞMESI AMACIYLA FAALIYETLER GERÇEKLEŞTIRIYORUZ SÖYLEŞI: NEHIR ÖZTÜRK 22. DÖNEM KÜTAHYA MILLETVEKILI ABDULLAH ERDEM CANTIMUR’UN BAŞKANLIĞINI ÜSTLENDIĞI TÜRKIYE DIL VE EDEBIYAT DERNEĞI ANKARA ŞUBESI ÖNEMLI FAALIYETLERE IMZA ATIYOR. “DILINI KAYBEDEN BIR MILLET KIMLIĞINI DE KAYBEDER” DIYEN CANTIMUR, TÜRKÇE BAŞTA OLMAK ÜZERE MILLÎ VE MANEVI DEĞERLERIN ÖNEMINI GENÇ KUŞAKLARA AKTARMAK GEREKTIĞINI VURGULUYOR. 66 SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA Ankara Şube Başkanlığını üstlendiğiniz Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nin (TDED) kuruluş öyküsünü öğrenebilir miyiz? Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, Türkçemizin içinde bulunduğu sorunlara yönelik olarak 22. Dönem Milletvekili ve Genel Başkanımız Sayın Ekrem Erdem’in başkanlığında TBMM’de oluşturulan Türkçe Araştırma Komisyonu’nun gerçekleştirdiği araştırma ve yürüttüğü çalışmalar sonucunda, konunun önemi görülerek ve bu faaliyetlerin bir sivil toplum kuruluşu çatısı altında daha iyi yapılabileceği düşünülerek 22 Mayıs 2008 tarihinde İstanbul’da kuruldu. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, Bakanlar Kurulu Kararı’yla kamuya yararlı dernekler statüsünde faaliyetlerini yürütmektedir. Genel Merkezi İstanbul’da yer alan derneğimizin Ankara, Sivas, Çorum, Ordu, Karaman, Mersin, Konya, Kocaeli, Bursa, Yozgat, Tokat, Amasya, Çankırı, Kahramanmaraş, Manisa, Muğla, Osmancık ve Gebze’de şubeleri bulunmaktadır. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, hangi amaç ve hedefler doğrultusunda faaliyetlerini yürütüyor? Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nin amacı Türkçenin doğru kullanılması, toplumda dil bilincinin oluşması ve yerleşmesinin yanı sıra eğitim ve kültür alanında faaliyetlerde bulunmaktır. Ayrıca bu konularda çalışmalar yapan kişi ve kuruluşlara destek vermek de derneğimizin kuruluş amaçları arasındadır. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, kurulduğu günden itibaren haftanın yedi günü açık olacak şekilde dil, edebiyat, kültür ve sanat alanlarında çeşitli faaliyetler gerçekleştirerek toplumun düşünmesini, millî ve manevi değerlerin yeniden farkına varılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Tüzükte de belirtildiği üzere Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, dili millî bir mesele olarak her türlü siyasi ve ideolojik düşüncenin üzerinde tutar. Türkçenin fakirleştirilmeden geliştirilmesi; yaşayan kelimelerin korunması, Türkçede karşılığı olanların yerine yabancı kelimelerin kullanılmaması; eğer başka bir dilden kelime almak mecburiyetinde kalınırsa o kelimenin Türkçeleştirilerek hemen her vatandaşımızın kolayca telaffuz edebileceği şekilde kullanılması; dilin bir ayrıştırma sebebi değil, birleştirme unsuru olarak görülmesi; dil konusunda yapılan iyi niyetli bütün çalışmaların desteklenmesi derneğimizin amaç ve ilkeleri arasındadır. Türkçenin doğru kullanılması ve toplumda dil bilincinin yerleşmesinin önemi konusundaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Dil, milleti meydana getiren unsurların başında gelmektedir. Dil bilincinin yerleşmediği toplumlarda ne millî bir kültür oluşabilir ne de millî ve manevi değerlerin korunarak gelecek nesillere aktarılması sağlanabilir. Dildeki yozlaşma ve yabancılaşma toplumsal hayatın her alanına etki ederek telafisi mümkün olamayacak sonuçlara sebep olur. Bu nedenle Türkçemize sahip çıkmak ve dilimizi yabancı kelimelerin istilasından korumak mecburiyetimiz vardır. Türkçenin doğru kullanılmasını ve toplumda dil bilincinin yerleşmesini sağlamak Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nin birincil amacıdır. “Dilimiz kimliğimizdir” ve “Dilini kaybeden bir millet kimliğini de kaybeder” sloganlarının temelindeki asıl konuyu amaç edinerek derneğimiz çatısı altında bu doğrultuda önemli faaliyetler gerçekleştiriyoruz. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi olarak Edebiyat Sohbetleri, Musiki Dinletileri, Film Okumaları gibi çeşitli faaliyetler gerçekleştiriyorsunuz. Bu faaliyetler arasında ön plana çıkanları, bu söyleşi çerçevesinde değinmek istediklerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi binamızda haftada ikişer gün gerçekleşen Osmanlı Türkçesi ve Arapça kursları geçtiğimiz ay başladı. Her ayın sadece bir gününde Akademik Sohbetler, Kelimelerin Dili, Gençlik Akademisi, Serbest Kürsü, Nisa Okumaları olmak üzere beş ana başlıktan oluşan aylık programlarımız yine dernek 67 “GEREK AYLIK GEREKSE HAFTALIK PROGRAMLARIMIZ VE KURSLARIMIZ YÜKSEK KATILIMLA GERÇEKLEŞIYOR. BUNDAN BÜYÜK MEMNUNIYET DUYUYORUZ. DIL VE EDEBIYATA GÖNÜL VERMIŞ KIŞILERIN BEĞENIYLE TAKIP ETTIĞI FAALIYETLERIMIZE YÖNELIK BILGI VE FOTOĞRAFLARI ANKARA ŞUBEMIZIN SOSYAL MEDYA HESABINDAN DA PAYLAŞIYORUZ.” binamızda gerçekleşiyor. Bunların dışında sizin de bahsetmiş olduğunuz Edebiyat Sohbetleri, Musiki Dinletileri, Dil, Sanat ve Felsefe Sohbetleri, Hadislerin Aydınlığında, Film Okumaları, Hayati İnanç ile Can Veren Pervaneler, bu ay başlayan ve ayda sadece iki defa gerçekleşecek olan Mustafa Özçelik’le Yunus Emre Okumaları ise haftalık programlarımız arasında yer alıyor. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi olarak düzenlediğiniz program ve kurslara ilgi ne düzeyde? Gerek aylık gerekse haftalık programlarımız ve kurslarımız yüksek katılımla gerçekleşiyor. Bundan büyük memnuniyet duyuyoruz. Dil ve edebiyata gönül vermiş kişilerin beğeniyle takip ettiği faaliyetlerimize yönelik bilgi ve fotoğrafları Ankara Şubemizin sosyal medya hesabından da paylaşıyoruz. Ayrıca bu faaliyetlerimiz zaman zaman basın mensupları tarafından haber yapılarak daha geniş kitlelere ulaşma imkanı buluyor. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi’nin önümüzdeki dönemde gerçekleştirmeyi planladığı proje ve faaliyetlerle ilgili bilgi verebilir misiniz? Önümüzdeki dönemde derneğimizin asıl amacı olan “toplumun bilinçlendirilmesi” doğrultusunda faaliyetlerimize devam edeceğiz. Başta dil olmak üzere millî ve manevi değerlerimizi özellikle genç kuşağa aktarmak için toplumu zamanın şair, yazar, aydın ve bürokratlarıyla buluşturmayı, gençliğin sorunlarına ışık tutarken aynı zamanda bilinçlenmelerini de sağlamayı hedeflemekteyiz. Tüm gayretimiz bu yöndedir. TBMM 22. Dönem’de Kütahya Milletvekili olarak Meclis’te yer aldınız, daha sonra Maliye Bakan Yardımcılığı görevini üstlendiniz. Geçmiş dönemlerde Meclis çatısı altında önemli hizmetlerde bulunmuş milletvekillerinin bilgi ve tecrübelerini sivil toplum alanında değerlendirmelerinin önemine ilişkin görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Biraz önce ifade ettiğim gibi, dil bilincinin toplumda yerleşmesi ve gelişmesini sağlayacak faaliyetlerde bulunuyoruz. Bu amaca istinaden derneğimizin tüzük maddelerinin de başında yer alan dili millî bir mesele olarak her türlü siyasi ve ideolojik düşüncenin üzerinde tutma anlayışını siyasetten sivil topluma geçen kişilerin en doğru şekilde ortaya koyabileceklerine inanıyorum. Aynı zamanda milletvekillerinin toplum ve siyaset içerisinde edindikleri tecrübe sayesinde sivil toplum kuruluşlarında son derece başarılı proje ve programlara imza atacaklarını düşünüyorum. 68 SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA 69 4 Ocak 2010 - Dünyanın en yüksek gökdeleni unvanını alan Burç Halife tamamlandı. Dubai’de bulunan ve 828 metre yüksekliğe sahip, 160 katı kullanılabilir yapının 150’nci kattan yukarısı çelikten imal edildi. 12 Ocak 1962 - Türkiye ve Almanya arasında 30 Eylül 1961 tarihinde imzalanan işgücü anlaşması gereğince ilk büyük işçi kafilesi Sirkeci-Münih tren hattıyla Almanya’ya doğru yola çıktı. 1 Ocak 1929 - OCAK Yeni Türk Alfabesi’nin kabulünün ardından halkı okur-yazar kılmak amacıyla millet mektepleri açıldı. Bu gün yurtta Maarif Bayramı olarak kutlandı. 1 4 10 12 10 Ocak 1 Ocak 1999 On bir Avrupa ülkesinin ortak para birimi olarak belirlediği “Euro”, Avrupa Birliği’nin merkezi Brüksel’de yapılan görkemli bir törenle dünyaya tanıtıldı. 6 Ocak 1956 Kanada’nın Montreal şehrinde 14 ülkenin katıldığı hava gösterisinde Türkiye birinci oldu. Türkiye’nin bu başarısı Kanada gazetelerinde “Dünya havacılık tarihinde birinciliği muhafazaya azmetmiş bir ekibin başarısı” ifadeleriyle duyuruldu. 70 6 1961 Gazetecilerin haklarını düzenleyen “Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştırılanlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkındaki 5953 Sayılı Kanunun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine ve Bu Kanuna Bazı Maddeler Eklenmesine Dair Kanun” yürürlüğe girdi. Bu nedenle 10 Ocak, Çalışan Gazeteciler Günü olarak kutlanıyor. 25 Ocak 2001 Dünyanın en büyük küreselleşme karşıtı eylemi olan Dünya Sosyal Forumu’nun ilki Brezilya’nın Porto Alegre şehrinde gerçekleşti. On binlerce katılımcıya sahip forumun ilkelerinden biri “neoliberal ekonomik politikalara ve emperyalizme karşı olma” olarak ifade ediliyor. 31 Ocak 1729 - 23 Ocak 2003 - İbrahim Müteferrika’nın matbaasında Vani Mehmed Efendi’ye ait Vankulu Lügatı basıldı. Matbaanın ilk bastığı eserlerden, Türkçe-Arapça sözlük mahiyetindeki kitap bugün dahi başvurulan bir kaynak niteliği taşıyor. Kopenhag kriterleri ile Anayasa’ya uyum çerçevesinde “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun” TBMM’de kabul edildi. Kanunda işkence ve kötü muamele suçları, OHAL bölgeleri ve Siyasi Partiler Kanunu gibi konular yer aldı. 16 23 25 27 30 31 27 Ocak 1880 Amerikalı mucit Thomas Edison, ampulün patentini aldı. 30 Ocak 1923 16 Ocak 1996 - Rusların kendi topraklarını işgal ettiğini öne süren Çeçen direnişçiler, bu durumu protesto etmek amacıyla Trabzon Limanı’ndan Avrasya Feribotu’nu kaçırdı. Feribotun içindeki Rus ve Türk yolcular 72 saat boyunca rehin alındı. İstanbul’da sonlandırılan eylemde can kaybı olmadı. İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus mübadelesi sözleşmesi imzalandı. 71 27 OCAK 1880 ÇAĞI AYDINLATAN BIR BULUŞ: AMPUL PINAR ÇAVUŞOĞLU E dison dünyanın en tanınan mucidi olarak biliniyor. Aynı zamanda en çok dua alan kişisi olmalı. Birkaç saat elektrik kesildiğinde olağanüstü bir felaketle karşılaşmışız gibi ne yapacağımızı bilemiyoruz. Elektrik gelince de şükürler ederek, Edison’a rahmet okuyoruz. Halbuki elektriğin kullanılabilir bir enerji haline getirilmesinde William Gilbert, Alessandro Volta, William Nicholson, Hans Christian, Andre Marie Ampere, George Simon Ohm, Michael Faraday, Joseph Henry, Nikola Tesla gibi araştırıcıların büyük payı var. Thomas Edison ise aydınlanma aracı ampulün mucidi. Adına kayıtlı 2 bin 332 patent bulunması nedeniyle olsa gerek fizik, kimya veya elektrofizik alanındaki her icatta Edison akla geliyor. Ünlü mucide çocuk yaşlardayken öğretmenlerinin “Bir şey öğrenemeyecek kadar aptal” dediği rivayet edilir. 20. yüzyılın en büyük dehası kabul edilen Albert Einstein’ın öğrenme bozukluğu nedeniyle okuldan uzaklaştırılması gibi, Thomas Edison da algılamasının yavaşlığı nedeniyle ondan yaklaşık 50 yıl önce aynı şeyi yaşar. Kim bilir daha kaç üstün zekalı çocuk, öğretmeninin kendisini anlayamaması nedeniyle “aptal” yaftasıyla harcanıp gitmiştir. Neyse ki Thomas Edison okuldan uzaklaştırılınca ilgi 72 duyduğu şeylere daha çok vakit ayırma imkanı bulur ve 10-11 yaşlarında, evlerindeki kilere kimya laboratuvarı kurar. Burada hem kimyayla ilgili deneyler hem de elektrik akımı elde etmeye yönelik çalışmalar gerçekleştirir. Edison’un çocukluk yıllarında çağın icadı telgraftır ve küçük mucit bu laboratuvarda kendi başına bir telgraf aleti yapar. Mors alfabesini zaten çoktan öğrenmiştir. Edison’un geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle ağır işitmeye başlaması, içine kapanmasına neden olur; ancak sessiz dünyası bilimle ilgili konulara daha fazla kafa yormasını sağlar. 19. yüzyılın en büyük bilim adamlarından Michael Faraday’ın Experimental Researches in Electricity (Elektrikle İlgili Deneysel Araştırmalar) kitabını okumasının ve çok etkilenmesinin ardından elektrik üzerine çalışmalara ağırlık verir. Ancak onun bilimsel çalışmaları, bir çocuk olduğu için ciddiye alınmamaktadır. Yani bu çalışmalardan para kazanması çok zordur; fakat ailesine maddi katkıda bulunmak da istemektedir. Bir tren hattında gazete satarak bunu gerçekleştirir. Zamanının çoğunu Port Huron ve Detroit şehirleri arasındaki hatta geçirmektedir. Bilimsel çalışmalarından geri kalmak istemeyen Edison, laboratuvarını trenin yük vagonuna taşır. Onun bu konudaki azminin, şartlarını zorlayarak deneylerine devam etme isteğinin, ileride “dünyanın en ünlü mucidi” olarak anılmasına katkısı büyüktür. “Bazı yenilgilerin nedeni, insanların işi yarıda bıraktıklarında başarıya ne kadar yakın olduklarını bilmemeleridir” sözünün sahibi Thomas Edison, kendi projelerinin yanı sıra başka araştırıcıların tıkanıp kaldığı ve devam etmediği projelerde de başarılı çalışmalar ortaya koyarak pek çok buluşa imza atar. Başarısızlıktan ders çıkarmak Bir aydınlanma aracı olan ampul, tüm zamanların en önemli icatlarından biri kabul ediliyor. 1802 yılında İngiliz bilim adamı Humphry Davy’nin yıllarca süren deneyleri sonucunda bulduğu ve İngiliz Kraliyet Akademisi’ne tanıttığı da aslında ampuldür. Ancak Davy’nin ampulünde, ışık yayan madde kısa süre içinde yanıp tükenmektedir. Yani pratik bir kullanımı yoktur. Bu icadın Edison’la anılma nedeni, onun Davy’nin ampulünü uzun süreli kullanımı sağlayacak şekilde geliştirmesi, evlerde kullanıma uygun hale getirmesidir. Edison ve ekibinin ampul üzerine gecegündüz demeden gerçekleştirdiği deneyler 1879 yılının Kasım ayına kadar başarılı so- nuçlar vermez. Bu deneyler o kadar uzun yıllar devam eder ki, asistanlardan biri Edison’a ne yaparlarsa yapsınlar başarıya bir türlü ulaşamadıklarını, hiçbir sonuç elde edemediklerini, bu işten artık vazgeçmeleri gerektiğini söyler. Edison ise “Başarıya ulaşamadığımız doğrudur, ancak hiçbir sonuç alamadığımız doğru değildir. Bu şeyin nasıl yapılamadığını bin farklı yoldan öğrenmiş olduk” diyerek ekibini yeniden motive eder ve deneyler aynı hızla sürdürülür. Edison ve ekibinin aradığı şey, elektrik akımı verildiğinde kısa sürede yanıp tükenmeyen bir maddedir. Filaman şeklindeki madde iletken olmalı, içinden akım geçtiğinde ısınarak parlamalıdır. Edison, ampulün icadıyla ilgili anlattığı hikayede filamanı ceketinin düğmesiyle oynarken bulduğunu söyler. Hikayeye göre düğmenin kopmasıyla ortaya çıkan iplik, mucidin dikkatini çeker ve filaman olarak onu kullanır. Başarılı sonuç alamaz, ancak ertesi gün bir yumak ipliği küçük parçalar halinde keserek gerçekleştirdiği deneylerden bir tanesinde ampul saatlerce ışık verir. Edison’la aynı yıllarda İngiliz bilim adamı Joseph Swan da bu konu üzerinde çalışmaktadır. Swan filaman olarak bitki lifi kullanmış, bu lifi havası boşaltılmış kapalı bir cam içindeki platin tellere tutturmuştur. Ancak camın havası tamamen boşaltılmış olsa bile bitki lifinin içerdiği oksijen nedeniyle Swan’ın ampulü kısa ömürlü olmuştur. Üretimi kolay ve herkesin evinde kullanabileceği kadar ucuz bir elektrik lambasını ortaya çıkarmak 1950’li yılları bulur. Ampul üzerinde, icadını takiben 50-60 yıl içinde yapılan bu geliştirme çalışmaları kullanılan filamanın direncini artırmaya yöneliktir. Bugün ampullerde filaman olarak çoğunlukla tungsten kullanılıyor. Direnci oldukça yüksek olan bu metal, kıvrımlı hale getirilerek ampulün dayanıklı ve uzun ömürlü olmasını sağlıyor. Kullanılan camın, camın içindeki gazın, filamanı oluşturan maddenin, yayılan ışığın renginin farklı olduğu pek çok ampul çeşidi bulunuyor. Dünyada elektrik enerjisinin büyük bir kısmının aydınlanmaya harcanması ve enerji tasarrufu adı altında atılan adımların çoğunun aydınlanmaya yönelik olmasına şaşırmamalı. Bu kadar önemli bir buluşa imza atan tüm bilim adamları adeta çağımızı aydınlattı. Hem günümüzde kullanılan ampulün icadına önayak olan Davy hem de Edison ve Swan ışıklar içinde yatsın. 73 10 OCAK ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ TÜRK BASIN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ 74 ÇAĞIMIZDA GÜNDELIK HAYATIN VAZGEÇILMEZ PARÇASI HALINE GELEN HABERLEŞMENIN TARIHI NEREDEYSE INSANLIK TARIHI KADAR ESKIDIR. TOPLUMSAL, SIYASI, KÜLTÜREL OLAYLARDAN GÜNÜ GÜNÜNE HABERDAR EDEN GAZETELER, ANLIK ILETIŞIM ARAÇLARININ KULLANIMDA OLDUĞU GÜNÜMÜZDE DAHA AZ ILGI GÖRSE DE GAZETECILIK ÖNEMINDEN BIR ŞEY YITIRMEMIŞTIR. ORHAN GÜLENAY İ nternetin yaygınlaşmasıyla dünyanın herhangi bir köşesinde olan bitene ânında ulaşma imkanına sahip olduğumuz çağımızdan asırlar önce, belli bir bölgedeki haberlerin başka coğrafyalara taşınması hayli zordu. Toplumsal örgütlenmenin gelişmesi, merkezî devletlerin kurulması ve geniş topraklara yayılması hem halkın yönetim kademesinden hem de yöneticilerin halktan haber almasının pratik bir yolunun geliştirilmesini ihtiyaç haline getirdi. Tarihteki ilk gazete kabul edilen Acta Duirna bu şekilde ortaya çıktı. MÖ I. yüzyılda taş veya metal levhalara 2 bin adet basılarak Roma İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerine dağıtılan Acta Duirna’da siyasi gelişmelere, savaş haberlerine ve toplumsal olaylara yer veriliyordu. 8. yüzyılda Çin’de ilk resmî gazete örneği ortaya çıktı. Günlük yayımlanan, yerel ve ulusal haberlere yer veren Kaiyuan Za Boa ipek üzerine elle yazılarak hazırlanıyordu. Çeşitli baskı tekniklerinin geliştirilmesi öncelikle el yazması kitapların basılı hale gelmesini sağlar. 15. yüzyılın ilk yarısında Johannes Gutenberg’in icat ettiği baskı makinesi, yaygın adıyla matbaa, başta İncil olmak üzere dinî yayınların çoğaltılması amacına hizmet eder. 17. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da ilk haftalık gazeteler yayın hayatına başlar. İlk nüshası 1605 yılında Belçika’nın Antwerp kentinde basılan Nievwe Tijdinghen bu türün öncüsü kabul edilir. Basın tarihinde önemli yer tutan dergilerin dolaşıma girmesiyse bundan yaklaşık 60 yıl sonra olur. Almanya’da basılan Erbauliche Monaths-Unterredungen, ilk dergi sıfatıyla tarihteki yerini alır. Gazete ve dergilerin yaygınlaşması, toplum ve devlet üzerinde etki sahibi olması ise 19. yüzyıla damgasını vurmak üzere zamanını beklemektedir. Osmanlı Devleti’nin matbaayla geç tanıştığı yönünde yaygın bir yanlış inanç vardır. Oysa baskı araç-gereçleri Gutenberg’in icadından 40 yıl sonra, İspanya’dan kaçan Yahudiler tarafından İstanbul’a getirilmiş- 75 TÜRKIYE’DE GAZETECILIĞIN GELIŞIMI DÜNYANIN GERI KALANINDA OLDUĞU GIBI RESMÎ YAYINLARLA BAŞLAR. 1831 YILINDA YAYIMLANAN TAKVIM-I VAKAYI TÜRKÇE BASILMIŞ ILK GAZETE OLARAK TARIH SAYFALARINDA YERINI ALIR. tir. Basmacı David ve Samuel kardeşlerin bastığı, Yahudi inancı doğrultusunda ve kendi dillerindeki ilk kitap 1497 tarihlidir. Bunu 17. yüzyıl sonlarına kadar açılan Ermeni ve Rum matbaaları izler. Matbaadan çıkan ilk Türkçe eser için 1587 tarihi verilir. Fransa Elçiliği’nde görevli bir memurun Türkçe ve Arapça harflerle matbaa makinesini çalıştırdığı söylenir. Türkçenin matbaadan gerçek anlamda yararlanması için İbrahim Müteferrika beklenecektir. III. Ahmed’in fermanıyla 16 Aralık 1727’de kurulan ilk Türk matbaası Darü’t-Tıbâati’l Amire adını alacak, buradan çıkan ilk eser Vankulu Lügatı olacaktır. Osmanlı’da Türkçe eserlerin basımına geçilmesi için bu tarihin beklenmesi, Devlet-i Aliye’nin “gerici politikalar” izlediğine yorulur. Ancak hadiseye daha yakından bakınca, önemli birer meslek olan el yazmacılığı, ciltçilik, nakkaşlık ve tezhipçiliğin korunması ve kollanmasının söz konusu olduğu görülür. Osmanlı’nın toplumsal yapısı ve iktisadi eğilimleri incelenmeden yapılan bu yorum eksik ve yanlış olmaya mahkumdur. Resmî gazeteden fikir hürriyetine Türkiye’de gazeteciliğin gelişimi dünyanın geri kalanında olduğu gibi resmî yayınlarla başlar. 1831 yılında yayımlanan Takvim-i Vakayi 76 Türkçe basılmış ilk gazete kabul edilir. Bu noktada son yıllardaki araştırmaların ortaya koyduğu bir bulguyu hatırlamakta yarar var. Osmanlı Devleti’nin Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, 1828 yılında Kahire’de Vakayi-i Mısriyye adlı bir gazete bastırır. Arapça yazılıp Türkçeye çevrilen metinlerle birlikte Türkçe-Arapça olmak üzere iki dilli yayımlanan bu gazete kronolojik olarak ilk Türkçe gazetedir. Mehmet Ali Paşa 1830 yılında Girit’te bu kez Türkçe-Rumca çıkan Vakayi-i Giridiye’yi basar. Ancak Takvim-i Vakayi tamamen Türkçe çıktığı ve günümüzde Türkiye toprakları içinde bulunan İstanbul’da basıldığı için ilk Türkçe gazete niteliğini korumayı hak eder. Takvim-i Vakayi öncesinde Osmanlı’da iletişim amaçlı basılan Fransızca elçilik bültenlerini burada anmak gerekiyor. 1795-1797 yılları arasında yayımlanan Le Bulletin de Nouvelles, La Gazette Française de Constantinople ve Mercure Oriental adlı yayınlar Türkiye’deki Fransa vatandaşlarına hitap ettiği kadar Fransa’nın, diğer uluslara Fransız İhtilali’nin propagandasını yapma planının da bir parçası olarak görülür. 19. yüzyıl, Fransız İhtilali’nin ve Sanayi Devrimi’nin etkilerinin yoğun biçimde hissedildiği; sanatta, kültürde, siyasette, felsefede köklü değişimlerin baş gösterdiği bir uzun asır olarak bilinir. Basın 19. YÜZYIL, FRANSIZ İHTILALI’NIN VE SANAYI DEVRIMI’NIN ETKILERININ YOĞUN BIÇIMDE HISSEDILDIĞI, ÇEŞITLI ALANLARDA KÖKLÜ DEĞIŞIMLERIN BAŞ GÖSTERDIĞI BIR UZUN ASIR OLARAK BILINIR. BASIN BU DÖNEMDE BÜYÜK ATILIMINI GERÇEKLEŞTIRIR. bu dönemde büyük atılımını gerçekleştirir. Hatta ilerleyen dönemde gazeteciliğe “19. yüzyılın çocuğu” yakıştırması yapılır. Avrupa merkezli bu çalkalanmalar doğrudan ve dolaylı yollarla Türkiye’yi de etkiler. Çöküşe sürüklenen Osmanlı Devleti’ni darboğazdan kurtarma yollarının arandığı bu dönem, hem resmî kanalların hem de aydınların halkta etki yaratmak için en etkili yolun basın olduğunu keşfettiği yıllardır. Bu alanda ilk adım devletten gelir. Takvim-i Vakayi’nin çıkış nedeni, M. Nuri İnuğur’un Basın ve Yayın Tarihi adlı kitabında aktardığına göre gazetede şöyle açıklanır: “Eskiden vakanüvis denilen resmî tarih yazarları vardı. Bunlar yaşadıkları dönemin önemli olaylarını yazarlardı. Ancak yazılar yirmi-otuz yıl sonra bastırılabildiğinden halk gerçekleri zamanında öğrenemiyor, çoğu kez olaylar yanlış yorumlanıyordu. İşte bu mahzurları önlemek, iç ve dış olayları zamanında halka duyurabilmek için Takvim-i Vakayi çıkarılmaktadır.” Resmî gazete hüviyetindeki Takvim-i Vakayi’nin bugün anladığımız biçimde bir basın organı olduğunu söylemek güçtür. Halka haber iletme kaygısıyla yola çıkan ilk Türkçe gazete 1840 tarihli Ceride-i Havadis’tir. Ne var ki bu gazete diplomatik ve ticari amaçlarla bir İngiliz tarafından çıkarılan, bir süre sonra Hazine desteğiyle yayımlanarak yarı resmî statüye kavuşan bir yayındır. Dünyadan ve Türkiye’den çeşitli haberleri kuru bir dille sayfalarına taşıyan Ceride-i Havadis’in de Türk basınının başlatıcısı olduğu söylenemez. Tam anlamıyla bir gazeteye kavuşmak için Agah Efendi ile İbrahim Şinasi beklenecektir. 77 Türkiye’de yayımlanan ilk sivil gazete Agah Efendi’nin çıkardığı Tercüman-ı Ahval’dir. 1860’ta yayına başlayan gazete, Türk entelektüel hayatının önemli adlarından Şinasi’nin katkılarıyla günümüzün basın anlayışına ve diline uygun bir yayın politikasıyla yola çıkar. Şinasi, bu gazetede hayata geçirdiği, haberlerin yanı sıra siyasi yorumlar ve fikir yazılarına yer vermek, edebiyat eserleri neşretmek gibi öncü adımlarına 1862’de çıkardığı Tasvir-i Efkar’da devam eder. Bu tarihten itibaren Türkiye’de gerçek anlamda basının oluştuğundan, gazeteciliğin bir meslek olarak ortaya çıktığından bahsedilebilir. Bugün basın; yasama, yürütme ve yargıdan sonra “dördüncü güç” olarak ele alınır. Kamu adına, kendiliğinden oluşmuş, gücünü halktan alan bir denetleme işlevi bulunan basının ortaya çıkması için ilk şart “sivil” yani bağımsız olmaktır. Hangi dünya görüşünü yansıtıyor olursa olsun basın organları, meşruiyetini bağımsızlıklarından alır. Gazetecinin habere ulaşma ve halkı bilgilendirme hakkı uluslararası sözleşmelerde zikredilen temel haklardandır. Türk gazeteciliğinin kurucusu olarak nitelendirilen İbrahim Şinasi, henüz 19. yüzyılın sonlarında bu durumu öngörmüştür: “Halk ancak gazete aracılığıyla kendini ilgilendiren konularda düşüncelerini belirtebilir. Bunun için de gazete, her kültürlü ulus için gereklidir.” 78 Telgraf tellerinden internete Tasvir-i Efkar’dan sonra İstanbul’da ve taşrada birbiri ardına gazete ve dergiler yayın hayatına başlar. Kısa süren I. Meşrutiyet ve coğrafyanın kaderinin değiştiği II. Meşrutiyet dönemlerinde basın ve basın özgürlüğü ülkenin önemli gündem maddeleri arasındadır. Padişahın yetkilerinin anayasa ile kısıtlandığı ve klasik Osmanlı siyasetinin temelden değiştiği bu dönemlerde basın ve gazetecilik başroldedir. Yeni fikirler, yeni akımlar gazeteler aracılığıyla halkın karşısına çıkar. Düşünce tartışmaları gazeteler üzerinden yürütülür. 1908’den I. Dünya Savaşı sonuna kadar iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisi ile savaştan sonra yönetime gelen Hürriyet ve İtilaf Partisi kendi basın kadrolarını oluşturur. Bu alışkanlık Cumhuriyet döneminde de sürecek, parti bülteni şeklinde yayın yapan gazeteler basın tarihinin incelenesi vakaları olarak arşivdeki yerini alacaktır. I. Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1918 yılından Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923 tarihine kadar geçen dönem Türk tarihinin dönüm noktalarındandır. Çanakkale, Hicaz gibi cephelerdeki askerî zaferlere rağmen Cihan Harbi’nin mağlupları arasına giren Osmanlı Devleti’nin toprakları galipler arasında paylaştırılır. Bin yıllık yurduna sahip çıkan Türkler, Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde şanlı bir direniş başlatır. Bu süreçte, Sivas ve Erzurum Kongreleri toplanır; Antep ve Maraş’ta Ermeni çetelerine karşı zafer kazanılır. Batı Cephesi’nde ise Yunan işgali sonlandırılır. Askerî alandaki bu gelişmeler gazeteler aracılığıyla Anadolu’nun dört bir yanına duyurulur. Kurtuluş Savaşı sırasında gazete çıkarma fikri, basının Millî Mücadele’de ve ulusal bilinçte ne denli önemli olduğunu bilen Atatürk’ten gelir. Bizzat onun emriyle yayın hayatına başlayan İrade-i Milliye (1919) ve Hakimiyet-i Milliye (1920) gazeteleri hem haber aktarma hem de millî coşkuyu canlı tutma görevlerini üstlenir. Aynı yıllarda Kuvayı Milliye aleyhtarı gazeteler de yayımlanır. Alemdar, Peyam, Peyam-ı Sabah ve Ferda bunların başlıcalarıdır. Cumhuriyet’in ilanından itibaren basın özgürlüğü, sansür, gazeteci hakları gibi konular sürekli tartışma konusudur. Kimi dönemlerde gazeteler ve gazeteciler için getirilen bazı kısıtlamalar ağır eleştirilerin hedefine oturur. 1960, 1971 ve 1980 askerî müdahaleleri ise gazetelerin kapatıldığı, gazetecilerin tutuklandığı kara günler olarak anılır. Bu olumsuz örneklerin arasında, 10 Ocak 1961 günü gazetecilerin çalışma koşullarını iyileştiren 212 sayılı yasa yürürlüğe girer. 10 Ocak bu nedenle Çalışan Gazeteciler Günü olarak kutlanır. İyi şartlarda çalışmak, kuşkusuz, her meslekten insan için aranan bir özelliktir. Ancak gazeteciler söz konusu olduğunda durum yalnızca çalışma koşulları çerçevesinde ele alınamaz. Gazetecinin habere ulaşma ve halkı haberdar etme görevi dolayısıyla, bu mesleğe mensup olanların çalışma şartları kamusal bir meseledir. Bilgi bombardımanı altında yaşadığımız bir çağda doğru habere ve yanıltıcı olmayan yoruma ihtiyaç gün geçtikçe artıyor. Gazetecilerin bir yandan tarihe not düşerken diğer yandan günümüzü aydınlattığı düşünülürse onların önemi ve çağa uygun çalışma şartlarını hak ettikleri daha iyi anlaşılabilir. 79 TİTİZ BİR BESTEKAR, İNCE BİR İNSAN SELAHATTIN PINAR 80 ŞAHSI HAYATINDAKI ZARAFETI VE ESERLERINE GÖSTERDIĞI TITIZLIKLE TANINAN SELAHATTIN PINAR’IN TAMBUR TEKNIĞI VE BESTELERINDEKI INCELIKLER HER SANATÇININ KOLAYCA ERIŞEBILECEĞI TÜRDEN NITELIKLER DEĞILDIR. YALNIZCA BESTELERIYLE DEĞIL SAHNE PERFORMANSIYLA DA TÜRK MÜZIĞI’NE YENI BIR ANLAYIŞ GETIREN PINAR, UNUTULMAZ ESERLERIYLE BUGÜN HÂLÂ MÜZIKSEVERLERIN GÖZDELERI ARASINDADIR. ENVER UYGUN M odern dönemden önce sanat hamilerin desteğiyle sürdürülen bir etkinlikti. Avrupa’da önce aristokrat ailelerin himayesinde, Fransız İhtilali’nden sonraysa ekonomik gücü elinde toplayan kentsoyluların desteğiyle yaşayan sanatçılar, özellikle ressam ve müzisyenler, üretimleri için uygun şartlara bu sayede sahip olurdu. Osmanlı Devleti’nde de benzer bir durum söz konusuydu. Ancak Osmanlı örneğinde soylu veya zengin aileler değil, devlet ve devlet adamları öne çıkıyordu. Müzisyenler Saray’da himaye edilir, şairlere maaş bağlanır, nakkaşlara çalışma alanı ve iaşe temin edilirdi. Başkent dışında da bürokratların köşkleri besteciler ve şairler için önemli odaklardı. Bu ortamlar hem sanat eserinin dolaşıma girmesini hem de sanatkarların bir arada olmasını sağlıyordu. Dünyanın en önemli tarihçileri arasında gösterilen Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı döneminde şairlerin içinde bulunduğu sistemi ele aldığı Şair ve Patron adlı çalışmasında şu saptamada bulunur: “Genelde, bilim adamı ve sanatçı, belli bir toplumda egemen sosyal ilişkiler ve belli bir kültür çerçevesinde sanatını ifade eder. Osmanlı toplumu gibi patrimonyal türde bir toplumda, başka deyimle, sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar tarafından belirlendiği bir toplumda bu gerçek daha da belirgindir.” Bu anlayış 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’da da Türkiye’de de yavaş yavaş terk edilir. Batı’da büyük şirketlerin sponsorluğu ile yerel ve merkezî yönetimlerin kısmi destekleri şeklinde devam eden yardımlar, ülkemizde başlarda devletin, daha sonraları özel sektörün katkılarıyla sürer. 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren sanat eserinin daha rahat dolaşıma girmesinin de etkisiyle sanatçının bağımsızlığı düşüncesi güçlenmeye başlar. Aşağı yukarı aynı dönemlerde hem ses kayıt teknolojisinde hem de eğlence sektöründe yaşanan gelişmeler müziğin kitlelere ulaşmasını sağlar. Artık müziğin bir “alıcı”sı vardır. İşin içine ticaretin girmesiyle çoğunluğun beğenisine hitap edecek ürünlere talep artar. Sanatçının bağımsızlığının tehlikede gibi göründüğü himaye devrinde eğitimle inceltilmiş bir zevk söz konusuyken şimdi herkes eserle ilgili eşit yorum hakkına sahiptir. Gazino işletmecileri ve plak yapımcıları yüksek nitelikli üretimdense rağbet gören, çoğunlukla gelip geçici müzik parçalarına, bestecilere ve icracılara itibar eder. Belirleyicinin para veren kitle olması, geleneksel formlara bağlı yüksek sanatçıları özellikle ekonomik alanda zora sokar. Cumhuriyet döneminde bu durumla karşılaşan sanatçıların başında besteci, tambur icracısı ve ses sanatçısı Selahattin Pınar gelir. 81 Çöken bir kültürün, ona bağlı olarak yıkılan bir devletin hüznü vardır romantik eserlerde. Selahattin Pınar’ın da son devirlerine yetiştiği bu yaklaşımda öne çıkan, yeni biçim imkanlarında mükemmelliği ararken biraz dış gerçeklikten kaçış, biraz da sonra geleceklere yol gösterme çabasıdır. Tutkunun peşinde bir ömür Pınar, sanata pedagojik bir görev yüklemese de toplumun yüksek sanat eserleri sayesinde çıtasını yükselteceğini düşünür. Nitekim, tarihi saltanat süren ailelerin özel hayatına, savaşların kronolojik dizilimine indirgemeden geçmişe bakıldığında, tarihsel süreçlerin birden çok neden-sonuç dizisinden oluştuğu görülür. Sözgelimi Osmanlı Devleti görünüşte Avrupa’nın askerî ve teknolojik ilerlemesine güç yetiremediği için çöküşe geçer. Oysa Koca Sinan’dan sonra mimar, Levni’den sonra nakkaş yetiştiremediği içindir Devlet-i Âliye’nin sarsılması. Çünkü Şeyh Galip’ten sonra özgünlük geliştiremeyen şiirle güçlü devlet olarak kalmak mümkün değildir. Yeni ekonomik kaynaklar bulunur, güçlü bir ordu kurulur ancak kültür alanında baş gösteren yozlaşmanın önüne geçilemezse bir devletin yaşaması zordur. Klasik Türk Müziği’nde bu durumun yansıması Romantik Dönem’in özelliklerinde ortaya çıkar. Bu dönem biraz da veda havası taşır. Döneme damgasını vuran melankoli yalnızca bestecilerin kişilik özelliklerinden, bireysel acılarından değildir. 82 Selahattin Pınar, Osmanlı’nın çalkantılı günlerinde, 22 Ocak 1902 tarihinde İstanbul Üsküdar’da dünyaya gelir. Babası, yüksek yargı bürokratlarından ve İstanbul İktisat ve Ticaret Mektebi müderrislerinden Sadık Bey, annesi İsmet Hanım’dır. İlk öğrenimine babasının kadı olarak görev yaptığı Denizli Çal’da başladıktan sonra Sadık Bey’in görevleri dolayısıyla öğrenimini Saros ve Edirne’de sürdürür. İstanbul’a dönüşlerinde bir süre İtalyan Ticaret Mektebi’ne devam eden Pınar, çocuk yaşlarında kapıldığı müzik tutkusu yüzünden eğitim hayatına son verir. 19 yaşından itibaren müzikten başka bir şeyle ilgilenmeyecek, tamburuyla nice sanatçıya eşlik edecek, besteleri dilden dile dolaşacak, Atatürk’ün karşısında çalıp söyleme şansına erişecektir. Pınar’ın müzikle tanışması, annesinin aldığı ud dersleri sayesinde olur. Annesine ders veren dönemin önemli sanatçılarından Udî Sami Bey’den etkilenen Selahattin Pınar 12 yaşındayken ud çalarak müziğe başlar. 19 yaşına geldiğinde udu tamamen bırakarak tamburda ustalaşacak, gelmiş geçmiş en iyi tambur virtüözleri arasına adını yazdıracaktır. Ne var ki babası, Pınar’ın yükseköğrenime devam etmek yerine müzikle ilgilenmesini hoş karşılamaz. Baba-oğul arasında bu konuda sık sık gerilim yaşandığı söylenir. Hatta Sadık Bey’in, Selahattin Pınar’ın da yer aldığı kalabalık bir sofrada aşağılayıcı bir tavırla “Selahattin çalgıcı oldu” dediği, Pınar’ın bu söz üzerine geri dönmemek üzere baba evini terk ettiği aktarılır. Okullu bir müzisyen olmayan Selahattin Pınar’ın müzik öğreniminde musiki cemiyetlerinin payı büyüktür. Türkiye’de bir dönem oldukça etkili olan, hem konservatuvar işlevi görüp hem de birer sivil toplum kuruluşu gibi çalışan cemiyetlere dönemin saz ve ses üstatları devam ederdi. Kaşıyarık Hüsameddin Efendi, Udî Sami Bey, Ali Rifat Çağatay, Kazım Uz, Yusufpaşazade Enderunî Celal Bey ve Bestenigar Ziya ESERLERININ ÇOĞUNU VECDI BINGÖL, FUAT EDIP BAKSI VE MUSTAFA NAFIZ IRMAK’IN ŞIIRLERI ÜZERINE BESTELEYEN SELAHATTIN PINAR’IN ILK ESERI KÜRDILIHICAZKAR MAKAMINDAKI “MÜLKÜN NE YAMAN ŞULE-I İKBALI KARARDI” ADLI ŞARKIDIR. Bey’in müzik çalışmalarını yürüttüğü, sonradan Üsküdar Musiki Cemiyeti adını alacak Darülfeyz-i Musiki Cemiyeti Pınar’ın hayatında önemli rol oynar. Şark Musiki Cemiyeti ve Türk Musikisi Ocağı da artık “Tamburi Selahattin” olarak anılmaya başlayan Pınar’ın kendisini geliştirmesinde etkili olan kuruluşlardır. Selahattin Pınar’ın, dördü saz eseri, biri cenaze marşı, geri kalanı şarkı formunda olmak üzere 150 bestesi bulunduğu kaydedilir. Sanatçının bunlardan 84’ünü tasnif ettiği ve eserlerinin 71’inin TRT repertuvarında bulunduğu biliniyor. Pınar’ın bestelerinde en fazla öne çıkan unsur, güfte-müzik uyumuna da yansıyan kendine has romantizmidir. Denebilir ki, onun çalışmalarındaki ince bir zevkle örülmüş melankolik ifadeler hiçbir bestecininkine benzemez. “Usul” adı verilen sabit kalıpların bile Pınar’ın elinde farklılaştığı, farklı bir yorum kazandığı görülür. Müziğimizde Hacı Arif Bey’in dantel gibi işlediği şarkı formu, Selahattin Pınar’da adeta yeni bir kimliğe bürünür. Bestelerinde yoğun olarak kullandığı tiz perdeler, şarkılarına hüzünlü bir hava katarken icra zorluğunu da beraberinde getirir. Selahattin Pınar titiz ve saygılı kişiliğiyle nam salar. Artık anlamını yitiren “İstanbul beyefendisi” tanımlamasının onu çok iyi tarif ettiği söylenir. Pınar’ın beste yaparken bütün kişiliğini müziğe yansıttığı, dış dünyayla adeta ilgisini kestiği, Mesut Cemil’in, bestekarın ölümünden bir gün sonra yaptığı radyo konuşmasının şu bölümünde iyice açığa çıkar: “Selahattin Pınar’ın durgun ve dalgın göründüğü zamanlar da vardı. O zaman yeni bir şarkının bestesini tasarlamakta olduğunu bilirdik. Bu tasarlama safhasında etrafına dikkati azalır, gözlerinin rengi daha açık bir ışıkta görünür; fakat gözkapakları sanki biraz düşmüş gibidir. Bundan dolayı hafif sisli bir bakışı vardır, sorularınıza kısa cevaplar verir, yavaş sesle konuşur, daha ağır yürür. Bazen tırnağını yer, mendiliyle oynar, parmaklarıyla vezinli hareketler yapar. Dış görünüşünde alışılmış olan bütün hareketlilik, canlılık o sıralarda cildinden içeri kaçmış, kalbinin içine gizlenmiştir. Bütün hareket o kalptedir. Tasarlama safhası bitince olgunlaştırma başlar. O zaman yeniden dışarı doğru taşmaya başladığını görürsünüz. Sokakta giderken bile yeni şarkıyı mırıldanmaktadır. Nihayet tamburunu eline alır ve şarkının son şeklini vermeye, girintisini, çıkıntısını düzenlemeye koyulur. Ondan sonra da yeni şarkının keyfini çıkarma devresi gelir.” Hafızalara kazınan besteler Eserlerinin çoğunu Vecdi Bingöl, Fuat Edip Baksı ve Mustafa Nafiz Irmak’ın şiirleri üzerine besteleyen Selahattin Pınar’ın ilk eseri kürdilihicazkar makamındaki “Mülkün Ne Yaman Şule-i İkbali Karardı” adlı şarkıdır. Bayati makamındaki “Kalbim Yine Üzgün Seni Andım da Derinden”, hisarbuselik makamındaki “Beni de Alın Ne Olur Koynunuza Hatıralar”, hüseyni makamındaki “Hayal Deryasına Ben Bazı Bazı”, hüzzam makamındaki “Gecenin Matemini Aşkıma Örtüp Sarayım”, mahur makamındaki “Yüce Dağdan Esen Rüzgar Sevgiliye Selam Götür”, muhayyerkürdi makamındaki “Bakışı Çağırır Beni Uzaktan” neva makamındaki “Ben Yürürem Yane Yane” ve rast makamındaki “Aylar Geçiyor Sen Bana Hâlâ Geleceksin” şarkıları öne çıkan eserleridir. Pınar, bestecilikte başarmak istediklerinin hepsini gerçekleştirdiği şarkının “Beni de Alın Ne Olur Koynunuza Hatıralar” olduğunu kaydeder. Selahattin Pınar’ın belki de en bilinen şarkısı, sözleri Fuat Edip Baksı’ya ait hicaz makamındaki “Bir Bahar Akşamı Rastladım Size”dir. Eserin bu denli tanınmasında, arkasında olduğu düşünülen aşk hikayesinin etkisi büyüktür. Pınar, 1929 yılında evlendiği ilk Müslüman kadın tiyatrocu Afife Jale ile bir bahar akşamı, Hafız Burhan konserinde tanışır. Güzel başlayan ancak acı biten bu evlilikten “Anladım Sevmeyeceksin Beni Sen Nazlı Çiçek” ve “Nereden Sevdim O Zalim Kadını” şarkıları kalır geriye. Yaşadığı dönemde yaygın olan yabancı filmlere yerli müzik yapma akımına Selahattin Pınar da katılır. Bestelediği film müzikleri oldukça ilgi toplar. Sahnede ve kayıtlarda birçok şarkıcıya tamburuyla eşlik eder. Nazik icrasıyla konserlerin sevilen adları arasına giren Pınar’ın sahnede saz ile çalıp okuma şeklindeki uygulamanın başlatıcısı olduğu söylenir. Selahattin Pınar 6 Şubat 1960 tarihinde hayata gözlerini yumduğunda Türk Müziği’nin lirik kanatlarından biri daha kopmuştur. 83 MEYDAN OKUNAN MEKANLAR ERBAY KÜCET Ş ehirler, çeşitli özellikleriyle tanınır. Bazıları doğal güzellikleri, mimari yapıları, tarihî ve kültürel değerleriyle ön plana çıkar, bazıları da zengin mutfağı, sanatsal faaliyetleri, sportif aktiviteleri ile ilgi odağı olur. Bir şehri diğerlerinden ayıran en önemli unsurlar- dan biri de meydanlardır. Bu mekanlar, şehir sakinlerinin gündelik hayatlarında önemli bir yer tutarken ülkelerin tarihine dair pek çok şey anlatır. Zira Avrupa’dan Asya’ya farklı coğrafyalardaki meydanlar kimi zaman büyük devrimlere tanıklık etmiş, kimi zaman da tarihe geçen çeşitli gösterilere, eylemlere, kanlı baskınlara, sakinleri dinî törenleri, sosyal, kültürel, siyasi ve ticari faaliyetleri için bu mekanlardan faydalanmışlardır. Sosyologlar insanların bir araya gelme, ortak hareket etmek üzere toplanma ihtiyacının meydanlar tarafından karşılandığını belirtirken mimar Doğan Kuban, Türkiye’de Avrupa’daki gibi bir meydan kültürü olmamasının nedenine ilişkin önemli bir saptama yapmaktadır. Bizde toplumsal yaşantının merkezinin camiler ve cami avluları olduğunu, insanların burada bir araya geldiğini ifade eden Kuban, şehir meydanını teşvik edecek bir toplumsal isteğin oluşmadığını kaydetmektedir. direnişlere sahne olmuştur. Neticede bu mekanlar, şehirlerin ve Dünyadaki ünlü meydanlar ülkelerin hem geçmişinde hem de bugününde kendine önemli bir Gerek tarihî önemi gerekse mimari unsurları ve kültürel değerleriyle dikkat çeken meydanlar arasında Kızıl Meydan (Moskova, Rusya); Saray Meydanı (St. Petersburg, Rusya); Tiananmen Meydanı (Pekin, Çin); Trafalgar Meydanı (Londra, İngiltere); Concorde Meydanı (Paris, Fransa); Aziz Michel Meydanı (Paris, Fransa); Paris Meydanı (Berlin, Almanya); Aziz Petrus Meydanı (Roma, İtalya); yer edinmiştir. “Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı” olarak tanımlanan şehirlerin merkezlerinde yer alan meydanlar tarihsel süreçte farklı amaçlarla kullanılmıştır. Şehir 84 MEYDANLAR, ŞEHIR MERKEZININ YAŞAMIN DA MERKEZI OLMASINI SAĞLAYAN MEKANLARDIR. “ŞEHIRLERIN SÜSÜ” OLARAK NITELEYEBILECEĞIMIZ MEYDANLARDA BIR ARAYA GELEN INSANLAR GÜN OLUR SEVINCINI VEYA ÜZÜNTÜSÜNÜ PAYLAŞIR, GÜN OLUR ÇEŞITLI SORUNLARIN AŞILMASI IÇIN ORTAK ÇÖZÜMLER ÜRETIR. San Marco Meydanı (Venedik, İtalya); Mayo Meydanı (Buenos Aires, Arjantin); Özgürlük Meydanı (Tahran, İran) yer almaktadır. Bu saydıklarımıza 2011 yılından itibaren pek çok gösteriye sahne olan Mısır’ın başkenti Kahire’deki Tahrir Meydanı’nı da eklemek gerekir. Dünyadaki tanınmış örneklerin ardından ülkemizdeki meydanlara baktığımızda karşımıza ilk olarak Sultanahmet Meydanı (İstanbul) ve Konak Meydanı (İzmir) çıkıyor. Saburhane Meydanı (Muğla), Hükümet Konağı Meydanı (Kastamonu), Orhangazi Meydanı (Bursa), Prominand Alanı (Amasya), Mevlâna Meydanı (Konya), Balıklıgöl ve Dergâh Platformu Meydanı (Urfa), Alaçatı Meydanı (İzmir), Birgi Meydanı (İzmir) ve Cumhuriyet Meydanı (Kars) ülkemizdeki meydan örnekleri arasında yer alıyor. Şehirlere kimlik-kişilik kazandıran projeler Meydanlar, şehir merkezinin yaşamın da merkezi olmasını sağlayan mekanlardır. “Şehirlerin süsü” olarak niteleyebileceğimiz meydanlarda bir araya gelen insanlar gün olur sevincini veya üzüntüsünü paylaşır, gün olur çeşitli sorunların aşılması için ortak çözümler üretir. Ülkeler veya toplumlar için özel bir anlam ve önem taşıyan günler ise şehir meydanlarında coşkuyla kutlanır. Türkiye’nin pek çok şehrinin yeni meydanlara, geniş toplumsal alanlara ihtiyacı olduğu bir gerçektir. Kırsaldan göçle birlikte kentlerin nüfusunun hızla artması birtakım ihtiyaçları ve sorunları beraberinde getirirken bu durum yeni şehir meydanları yaratılmasını da bir hayli zorlaştırmıştır. Mevcut meydanların ise özenle korunması, özellikle araç trafiğine kurban edilmemesi gerekmektedir. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde sosyal yaşamın uzantısı olarak tasarlanan meydanların bugün daha çok park ve tören alanı olarak kullanıldığı görülmektedir. Son yıllarda birçok şehrimizde çağdaş belediyecilik anlayışının örnek uygulamalarına tanık olmaktayız. Belediye hizmetlerinin sadece ulaşım ve altyapıya yönelik olmadığı artık yerel yönetimler tarafından benimsenmiş, şehirlere kimlik-kişilik kazandıracak ve kentteki yaşam kalitesini yükseltecek projeler üretilmeye başlamıştır. Bu çalışmaları takdirle karşıladığımı belirtirken yerel yönetimlerin mevcut şehir meydanlarının korunması ve ülkemize yeni meydanlar kazandırılması noktasında da gerekli gayreti göstereceklerine yönelik inancımı ifade etmek isterim. Tarihî, kültürel ve doğal güzellikleriyle yerli ve yabancı ziyaretçileri kendine hayran bırakan şehirlerimizin meydanlarıyla da adından söz ettirmesi temennisiyle… 85 GÜNÜBİRLİK HAYATLAR IRVIN D. YALOM PEGASUS YAYINLARI İSTANBUL, 2015 208 S. Nietzsche Ağladığında kitabının yazarı olarak tanıdığımız, Stanford Üniversitesi’nde hocalık yapan psikiyatr Irvin D. Yalom, Günübirlik Hayatlar adlı kısa öykülerden oluşan yeni eserinde hastalarının mücadelelerinin yanı sıra kendi iç dünyasında yaşadığı sarsıntıları anlatıyor. Eser, “Kısa da olsa nasıl anlamlı bir yaşam sürüp hayatın tadını çıkarırız?” ve “Kaçınılmaz son olan ölüm gerçekten ne ifade ediyor?” olmak üzere iki temel soruya varoluşçu bir bakış açısıyla yanıt arıyor. Yalom’un gerçek psikoterapi seanslarından derlenen eser, acısıyla tatlısıyla yaşamı bir bütün olarak algılamayı, sevmeyi, onunla baş etmeyi öğretmeyi amaçlayan bir başucu kitabı niteliğinde. SEMERKANT AMIN MAALOUF YAPI KREDİ YAYINLARI İSTANBUL, 2015 318 S. 2011 yılında Fransız dilinin korunmasına adanan bir kurum olan Académie Française’e kabul edilen Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf Semerkant adlı eserinde İranlı bilim insanı, şair ve filozof Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ı çevresinde şekillenen, birbiriyle ilintili iki farklı öyküyü aktarıyor. Selçuklu veziri Nizamülmülk’ten Haşhaşi tarikatının kurucusu Hasan Sabbah’a kadar birçok tarihî kişiliği bir araya getiren serüven, 1912’de Kuzey Atlantik’in sularına gömülen Titanic’te son buluyor. Anadilinde ilk kez 1988 yılında, Türkçe ilk kez yine Yapı Kredi Yayınları tarafından 1993’te yayımlanan Semerkant, 77. baskısında da okuyucuyu büyülü bir yolculuğa çıkarmaya devam ediyor. HESAP GÜNÜ MUSTAFA KUTLU DERGAH YAYINLARI İSTANBUL, 2015 158 S. Öykü ve denemeleriyle ön plana çıkan usta yazar Mustafa Kutlu, yeni hikaye kitabı Hesap Günü’nde gerçek dışı unsurlar kullanarak okuyucuya ölüm ve hayat kavramlarını sorgulatıyor. Öykülerinde insanı merkeze alan ve çok katmanlı karakterler yaratan Kutlu’nun yeni kitabı, musalla taşında yatan merhum Bedir’in, kendi cenazesinde yaşananları görmesiyle başlıyor. Bedir’in hikayesini sondan başlayarak anlatan Kutlu, karakterin hayatının dönüm noktalarını, hayal kırıklıklarını, hatalarını ve pişmanlıklarını yer yer hüzünlü, yer yer esprili bir dil kullanarak aktarıyor. Akıcı bir üsluba sahip ve betimlemeler ile işlenmiş öykü, okuyucunun kendi hayatını sorgulamasını sağlıyor. 86 GÖMÜLÜ ŞAMDAN STEFAN ZWEIG İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI İSTANBUL, 2015 120 S. Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’ndan alınan ve Musevilerin kutsal emaneti kabul edilen yedi kollu şamdan Menora, 455 yılında Roma’yı yağmalayan Vandallar tarafından çalınır. Musevi cemaatinin büyükleri, çalınmadan önce şamdanı gören son kişi olan yedi yaşındaki Benjamin’i de aralarına katarak kutsal emanetlerini geri almaya çalışır. Ancak Menora, önce Kartaca’ya ardından İmparator İustinianos’la birlikte Konstantinopolis’e doğru yola çıkmıştır. Seksen yıl sonra aynı Benjamin, imparatora yalvararak emaneti geri almak üzere yollara düşer. Fakat Benjamin’in bilmediği şey, Kudüs’teki bir Hıristiyan kilisesine gönderilen şamdanın çoktan sırra kadem basmış olduğudur. OSMANLI’NIN KALBİNİ BEKLEYENLER TALHA UĞURLUEL TİMAŞ YAYINLARI İSTANBUL, 2015 224 S. Dünyaya Hükmeden Sultan Kanuni ve Tarih Tıbbı Konuşturdu eserlerinin yazarı Talha Uğurluel yeni kitabı Osmanlı’nın Kalbini Bekleyenler ile bir kez daha okuyucunun gönlünü fethediyor. Sahabenin büyüklerinden Eyüp Sultan; Semerkant’tan gelen âlim Ali Kuşçu; İstanbul başta olmak üzere birçok şehre hayır yaptıran, Sultan III. Ahmed’in musahibi olan Beşir Ağa; I. Balkan Savaşı’nı kazanan Gazi Ethem Paşa; “Kıbrıs Fatihi” olarak bilinen, Şehzade II. Selim’in hocası Lala Mustafa Paşa; eser üstüne eser veren şair Feridun Ahmet Paşa; Sultan II. Mahmud’un kızı ve Sultan Abdülmecid’in kız kardeşi olan şair Âdile Sultan ve zor günlerin padişahı olarak anılan Mehmed Reşad Han gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun değerli birçok ismi, yaşadıkları zamanla sınırlı kalmayan hayat hikayeleriyle bu eserde bir araya geliyor. GÜNLÜK EUGÈNE IONESCO CÜMLE YAYINLARI İSTANBUL, 2015 214 S. Romanya asıllı Fransız yazar Eugène Ionesco, Samuel Beckett ile birlikte Absürt Tiyatro’nun öncülerinden kabul edilir. Bireyin varoluşundaki anlamsızlığını oyunlarına yansıtan Ionesco, 1994 yılında hayatını kaybedene kadar pek çok ödüle layık görülmüş, 1970 yılında Académie Française üyeliğine seçilmiş, oyun dışında deneme ve günlük türünde eserler vermiştir. Hayatının son dönemlerini yüzlerce, hatta binlerce sayfalık günlükler tutarak geçirdiğini ifade eden Ionesco’nun Günlük adlı eseri, tarihe tanıklık etmesi bakımından önem taşıyor. Cümle Yayınları’ndan çıkan eser, Halil Can’ın çevirisiyle okuyucuya sunuluyor. 87 BİR CUMHURİYET ÇOCUĞUNUN HAYAT HİKAYESİ TÜRK MILLETINE BORCUMUZ VAR İDRİS YAMANTÜRK ÖTÜKEN NEŞRIYAT HAZIRLAYAN: OSMAN ÇAKIR İSTANBUL, 2014 495 S. “Ü zerinde yaşadığımız bu topraklar, Malazgirt’te Anadolu’nun tapusunu alanlar ile İstiklal Savaşı’nda yurdumuza sahip çıkanların bize emanetidir. Bunu başaranlar, insanüstü bir gayretin, azmin ve sabrın sahibi idiler. Allah onlardan razı olsun. Bize teslim edilen vatanımızı daha mamur hale getirmek, milletimizi refaha kavuşturmak ve çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak için durmadan çalışmak bir vatandaşlık görevidir. Türk milletine olan borcumuz budur.” Bu sözler, işadamı İdris Yamantürk’e ait. Türk Milletine Borcumuz Var isimli kitabında bir Cumhuriyet çocuğunun hayat hikayesini anlatan Yamantürk, Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkmış bir milletin bu kez yokluk ve yoksullukla mücadele ettiği yıllara, 1920’lerden itibaren Türkiye’nin yaşadığı değişim ve dönüşüme ışık tutuyor. Kitap 1926 doğumlu İdris Yamantürk’ün hayat hikayesi eşliğinde ülkemizin yakın tarihine dair çarpıcı tespitler içerirken özellikle bugünün gençlerine yönelik önemli tavsiyelere yer veriyor. İdris Yamantürk, Türk Milletine Borcumuz Var isimli kitabının ortaya çıkış öyküsünü şöyle anlatıyor: “Hayatım boyunca hatıralarımı yazmayı hiç düşünmedim. Son yıllarda hatıralarımı yayımlamamı isteyen dostlarıma da ‘Milletimizin yüzde 99’u Müslüman’dır, ama Kuran okuyan çok az. Bu ülkede yaşayan herkes Cumhuriyet’in nimetlerinden faydalanıyor, ancak ‘Atatürkçüyüm’ diyenler bile Atatürk’ü okumuyor. Beni niçin okusunlar? Bu sebeple hatıralarımı yazmayı düşünmüyorum’ dedim. Birkaç yıl önce 9. Cumhurbaşkanımız rahmetli Süleyman Demirel’i ziyaret ettiğimde kendisi de hatıralarımı yazmamı istedi. Sayın Demirel’e de aynı cevabı verdim, ancak ‘Mutlaka yazmalısın’ diye ısrar etti. Bunun üzerine fikrimi değiştirdim ve 90 yıla yaklaşan maceralı ömrümden hatırımda kalanları, bir söyleşi halinde Sayın Osman Çakır’a anlattım. Bunu yaparken sadece kendi hayatımı değil, aziz Türk milletinin ve ülkemizin içinden geçtiği, önemli bir kısmını bizzat yaşadığım dönemleri de anlatmayı istedim. Neticede Türk Milletine Borcumuz Var isimli kitap ortaya çıktı.” “Ayakkabıyla 11 yaşında tanıştım” Türk Milletine Borcumuz Var, 1926 yılının “kiraz ayında”, yani haziranda dünyaya gelen İdris Yamantürk’ün Rize Çamlıhemşin’de geçen çocukluk dönemiyle başlıyor. Yamantürk, o 88 yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu zor şartları şu sözlerle ifade ediyor: “Okula gitmek için her gün 10-12 kilometrelik yolu yürümek zorundaydık. Ayaklarımızda çarık vardı, eskiyince içine yama koyardık. Koyun yününden örülmüş çorap giyerdik. Bir çorabı kaç yıl giydiğimi hatırlamıyorum; topukları veya burunları eskiyince tamir edilirdi. Hani bir atasözümüz var, ‘Bir iplik çeksen kırk yama dökülür’ diye. İşte öyle bir hayattı. Çamlıhemşin’deki okulda 4. ve 5. sınıflar olmadığı için eğitimime Sürmene Çamburnu’da devam ettim. Ayakkabıyla da Çamburnu’ya geldiğimde tanıştım. O zaman 11 yaşındaydım. Ayakkabıyı giydiğimde neler hissettiğimi anlatamam.” İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü yıllarda Erzurum Lisesi’nde yatılı okuyan, ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’nde “BU KITAP SADECE BIR KIŞININ DEĞIL, BENIM NESLIMIN HAYAT HIKAYESIDIR. BEN CUMHURIYET’I KURANLARA VE BUGÜNLERE GETIRENLERE BÜYÜK SAYGI DUYUYORUM. BU NEDENLE KENDI HAYAT HIKAYEMDEN YOLA ÇIKARAK CUMHURIYET’I ANLATMAK ISTEDIM.” eğitim gören İdris Yamantürk, “Eğitim hayatım sırasında ailemin fedakarlığına ve binlerce genci parasız yatılı veya burslu okutmayı bir millî eğitim politikası haline getiren devletimize şükran borçluyum” diyor. Cumhuriyet, onca yokluk içinde gençlerin eğitimine önem veriyor; İdris Yamantürk’ün lise ve üniversite arkadaşlarının kimi kendisi gibi mühendis, kimi doktor, kimi profesör, kimi de vali, milletvekili, bakan, hatta TBMM Başkanı oluyor. Yamantürk, gençlik yıllarını anlatırken 1951’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bir konuşma yapan arkeolog, yazar ve politikacı Remzi Oğuz Arık’ın sözlerini aktararak şunları söylüyor: “Remzi Oğuz Arık’ın unutamadığım iki sözü vardır. Birincisi, ‘Köprü altında yatan çocukları da sevmedikçe milletinizi sevmiş olmazsınız.’ İkincisi ise ‘Gençler hiçbir meselesi halledilmemiş bir ülkenin çocuklarısınız. Nereye elinizi atarsanız meşhur olursunuz.’ Bu sözlerin üzerinden altmış yıldan fazla geçti, ama halen geçerlidirler. 2010 sonbaharında gençlerle Toroslar’a ve Karadeniz’deki dağ köylerine gittim. Benim zamanımdaki gibi olmasa da fukaralığı gördüm. Bugünkü şartlarda bu fukaralık bize yakışmıyor. Demek ki hâlâ işimiz var.” İdris Yamantürk, kitapta yakın siyasi tarihimizdeki olaylara da yer veriyor. “27 Mayıs 1960 ihtilali, ülkemizde askerî müdahalelerin başlangıcı oldu. Bir devrin üzerinden tanklar geçti, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edildi. O gün asılanlar halkın gönlünde yaşıyor. Asanlar ve astıranlar neredeler?” diyen Yamantürk, hatıraları arasında Millî Eğitim eski Bakanı Tevfik İleri’ye de ayrı bir yer ayırıyor. İleri’yi üniversitede konuşma yaptığı dönemde tanıdığını belirten Yamantürk, şu ilginç tesadüfü aktarıyor: “Ağabeyim, rahmetli eşimi babasından istediğinde aile hakkında hiçbir bilgim yoktu. Meğer Tevfik İleri, talip olduğum kızın eniştesi, ablasının kocasıymış. Tevfik Ağabey’in ailede farklı bir ağırlığı vardı. O dönemde hakkımda söyledikleri benim için iyi bir referans olmuştu.” “Her nesil üzerine düşeni yerine getirmelidir” Ülkemizin tanınmış işadamlarından İdris Yamantürk, kitabının ne tür tepkiler aldığını sorduğumuzda, “En çok duyduğum cümlelerden biri ‘İdris, sen benim hayatımı da yazmışsın’ oluyor. Gerçekten de bu kitap sadece bir kişinin değil, benim neslimin hayat hikayesidir. Ben Cumhuriyet’i kuranlara ve bugünlere getirenlere büyük saygı duyuyorum. Bu nedenle kendi hayat hikayemden yola çıkarak Cumhuriyet’i anlatmak istedim” diye konuşuyor. Yamantürk, her neslin kendisinden sonrakine Cumhuriyet’i emanet ettiğini belirterek şu görüşleri ifade ediyor: “Bu ülke benim neslime teslim edildiği zaman yolu bile yoktu. Biz biraz imar ettik, bundan sonra da bugünkü ve gelecek nesiller imar edecek. Her nesil üzerine düşeni yaparsa öne geçebilmemiz mümkün olabilir. Biz çocuklarımıza sadece maddi varlığımızı değil, bu ülkeye borçlarımızı da miras bırakıyoruz. Bu borç, hizmet borcudur. Hepimiz bu borcu ödemek için çaba harcamalıyız.” 89 AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN CANDAN ERÇETİN PASAJ MÜZİK Her beş yılda bir hatıra albümü yayımlayan Candan Erçetin, sanat hayatının 20. yılı için dinlemeyi ve söylemeyi çok sevdiği türküleri ve Türk Sanat Müziği eserlerini tercih ediyor. Albümünü “20 yıldır şarkılarını dinlemekten hiç vazgeçmeyen, kıymet verdiği herkese” ithaf eden Candan Erçetin, “İçin İçin Yanıyor”, “Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var” ve “Unuttun Beni Zalim” gibi zamanın eskitemediği 13 parçayı yeniden yorumluyor. Klasikleri yeni jenerasyona tanıtan albüm, arşivlerin vazgeçilmez bir parçası olmaya aday. BACH, BEETHOVEN, RZEWSKI IGOR LEVIT SONY MUSIC Piyanoyla üç yaşında tanışan Rus asıllı Alman sanatçı Igor Levit, Beethoven’ın son dönem piyano sonatlarını çaldığı ilk albümünü 2013 yılında piyasaya sürdü. 1987 doğumlu sanatçı, genç yaşına rağmen birçok orkestrada yer aldı, çeşitli ödüllere layık görüldü. Daha önceki albümlerinde de dünyanın en ünlü bestecilerinin eserlerine yer veren Levit, son çalışmasında üç farklı döneme ait üç usta Bach, Beethoven ve Rzewski’nin başyapıtlarını yeniden yorumluyor. 25 ADELE XL RECORDINGS İngiliz şarkıcı Adele, “19” ve “21”in ardından “kendisinin, geçip giden zamanın, tüm yaptıklarının ve hiç yapamadıklarının telafisi” olarak adlandırdığı üçüncü stüdyo albümü “25”i dinleyicisinin beğenisine sunuyor. 2009 yılında birden fazla dalda Grammy, aynı adlı film için seslendirdiği “Skyfall” şarkısıyla da Oscar ödülüne layık görülen sanatçının albümü 11 parçadan meydana geliyor. Albümün çıkış parçası “Hello”nun klibinin yönetmenliğini Kanadalı genç yönetmen Xavier Dolan üstleniyor. 90 NADİDE HAYAT YÖNETMEN: ÇAĞAN IRMAK SENARYO: ÇAĞAN IRMAK, ALİ DEMİRAL, EMRE ÖZDÜR, VOLKAN SÜMBÜL OYUNCULAR: DEMET AKBAĞ, YETKİN DİKİNCİLER, SEVİL AKI, EFECAN ŞENOLSUN, ÜMİT ERLİM YAPIM: TÜRKİYE, 2015 TÜR: KOMEDİ Eşinin ölümünün ardından yeni bir hayata başlamak isteyen Nadide (Demet Akbağ) ömrünün ikinci baharında, gençliğinde yaptığı hataları tekrarlamamaya kararlıdır. Dikiş kursu, koro gibi aktivitelerde aradığını bulamayan Nadide, öğrenci affından faydalanarak üniversite sıralarına geri döner ve böylece gizemli bir kaptan (Yetkin Dikinciler) ve bir grup gençle mavi sulara doğru bir maceraya atılmış olur. Bu serüven, toplum baskısına ve önyargısına rağmen hayalleri ile hedeflerinin peşinden koşan Nadide’nin hayatını sorguladığı bir yolculuğa dönüşecektir. Ânı yaşamanın önemine dikkat çeken filmin yönetmen koltuğunda “Mustafa Hakkında Herşey”, “Babam ve Oğlum”, “Dedemin İnsanları” ve son olarak “Unutursam Fısılda” filmlerinden tanıdığımız Çağan Irmak oturuyor. Çekimleri Muğla’nın Dalyan ilçesinde gerçekleşen film, sualtı sahneleriyle dikkat çekiyor. DİREN! SUFFRAGETTE YÖNETMEN: SARAH GAVRON SENARYO: ABI MORGAN OYUNCULAR: CAREY MULLIGAN, HELENA BONHAM CARTER, MERYL STREEP, ANNE-MARIE DUFF YAPIM: İNGİLTERE, 2015 TÜR: BİYOGRAFİ, DRAM, TARİH 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında özellikle Büyük Britanya’da kadınların oy kullanma hakkına sahip olmaları için mücadele veren aktivist gruplar, tarihte “Süfrajet” olarak adlandırılır. Orijinal adını bu gruptan alan “Diren!” (Sufragette), Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’nin (WSPU) kurucu üyesi Emmeline Pankhurst (Meryl Streep) önderliğinde açlık grevi, yürüyüşler, pasif eylemler gibi protesto yöntemini benimseyen kadınların devletin sert müdahalelerine karşı verdiği mücadeleyi konu ediniyor. Parlamento üyelerinin izniyle Westminster Sarayı’nda çekilen ilk film olma özelliği taşıyan yapım, Oscar Ödüllü Meryl Streep, Carey Mulligan ve Helena Bonham Carter’ı bir araya getiriyor. 91 Hüseyin ÖZBAKIR @OzbakirAKParti AK Parti Zonguldak Milletvekili / İçişleri Komisyonu Üyesi Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz? Sosyal medya hesaplarımı uzun zamandır aktif olarak kullanmaktayım. Önceleri Facebook kullanımım yoğunluktayken son zamanlarda daha ziyade Twitter hesabıma ağırlık veriyorum. Her iki sosyal medya hesabımı da hemen hemen her gün düzenli olarak takip ediyor ve paylaşımlarda bulunuyorum. Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir şekilde kullanması ne bakımdan önemli? Siyasetçinin etkileşimli iletişim kurabilmesi, kısa sürede geniş kitleye hitap edebilmesi ve karşısındaki kişilerin tepkilerini daha rahat ölçebilmesi sosyal medyayı güçlü bir politik araç haline getirmektedir. Vatandaşlar sosyal medyayı kullanarak görüşlerini rahat ve kolay bir şekilde ifade edebilmekte, siyasetçilerin yazdıklarına veya paylaşımlarına yorum getirebilmekte, sorularına cevap alabilmektedir. Sosyal medya, özellikle seçim dönemlerinde siyasetçilere kendilerini tanıtabilecekleri, fikirlerini paylaşabilecekleri, amaçlarını ifade edebilecekleri, aynı zamanda seçmenin nabzını ölçebilecekleri bir ortam sağlamaktadır. Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı olduğunu düşünüyor musunuz? Geçmişten bugüne politikacılar daha kısa sürede daha çok kişiye ulaşabilmek için çeşitli yöntemleri denediler. Teknolojik gelişmelere paralel olarak günümüzde artık tüm dünyada politikacılar, bakan ve başkanlar sosyal ağları aktif olarak kullanıyorlar. Bu sayede hem daha çok kişi tarafından tanınıyor hem de kısa sürede milyonlarca kişiye ulaşarak görüşlerini etkin bir şekilde aktarabiliyorlar. Sosyal medya, gündemi takip etmek bakımından da fayda sağlıyor. An- 92 cak bunu yaparken bilgilerin doğruluğu ve güvenilirliğini kontrol etmek gerekiyor. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? Kilimli ilçemizden Müge isimli bir vatandaşımız Twitter üzerinden bana ulaşarak Çamlık Mahallesi Çarpar Sokak’taki kanalizasyon sorununu iletti ve bir milletvekili olarak konuya el atmamı rica ettiğini belirtti. Danışmanıma konuyu araştırmasını söyledim. CHP’li başkanın görevde olduğu belediye ile irtibata geçen danışmanım, kanalizasyon sorununu gidermek için yurt dışından pompa beklendiği bilgisini aldı. Bunun üzerine Müge Hanım’ı arayarak konuyu aktardım. Vatandaşımız kendisiyle belediyeden daha fazla ilgilendiğimizi belirtti ve konuyu takip ettiğimiz için teşekkür etti. SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ Faik Öztrak @faikoztrak Kadim Durmaz @kadimdurmaz Barışa, huzura her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan günlerden geçiyoruz. Mevlid Kandili’ndeki duaların huzura vesile olmasını diliyorum. Aydınlık bir Türkiye’de birlik ve beraberlik içinde, kardeşçe yaşamak için her yeni gün bir umuttur... Gününüz aydın olsun. Nuri Okutan @NuriOkutanMHP Şahin Tin @sahin_tin Tahsin Tarhan @tahsintarhan Vefatının 79. yıldönümünde İstiklal Marşımızın yazarı büyük şair Mehmet Akif Ersoy’u saygı ve rahmetle anıyorum. #Merkezefendi #Sevindik mahallemizde kahvehanelerde vatandaşlarımızla selamlaştık ve hasbihal ettik. CHP Kocaeli 35. Olağan İl Kongremizde oyumuzu kullandık. “Şimdi hep birlikte görevlerimizi yerine getirme zamanı...” Ebubekir Gizligider @bekirgizligider Metin Gündoğdu @metingunordu Mevlüt Çavuşoğlu @MevlutCavusoglu Soğuk sıcak fark etmez. NevşehirsporKayseri Şekerspor maçında takımımıza tam destek. Ordu’yu en iyi şekilde tanıtmak için çalıştık. Çekimlerin sonunda sunucumuz Duygu Hanım ile yufka yaptık. Antalya’da yaşayan Rus dostlarımızla, Rus Sanat ve Kültür Derneği’nde bir araya gelip sohbet ettik. 93 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ Prof. Dr. Kamil Aydın @kamilaydinmhp İlyas Şeker @ilyasseker41 Ülkesini, ilkesini ve değerlerini inkar etmeden evrensel bilgi üretimiyle Nobel Ödülü alan değerli Türk bilim adamı Aziz Sancar’ı kutluyoruz. “Giysilerini kendilerinin en önemli yanı sayanlar genellikle giysilerinden daha değerli olamazlar.” William Hazlitt Nurettin Demir @nurettin_demir Ahmet Selim Yurdakul @ahmet__yurdakul Ahmet Akın @ahmetakin Ankara’ya gelişinin 96. yılında Atatürk’ü, silah arkadaşlarını ve gazilerimizi saygı ve minnetle anıyorum. Vatandaşlarımızla ve teşkilatlarımızla bir araya gelmek için Antalya yollarındayız. Gece saat 03:11. An itibarıyla TBMM Genel Kurulu’ndayız. Geçici Bütçe görüşmeleri devam ediyor. Hişyar Özsoy @hisyarozsoy Hasip Kaplan @HasipKAPLAN Gökcen Özdoğan Enç @gokcenenc07 Depremlerin ciddi olarak etkilediği köylerimizde zarar tespiti yapıyoruz. Basımdan yeni çıktı. Antalya’daki muhtarlarımızın aileleri ile katıldığı istişare ve eğitim kampında… 94 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI SAĞLIK PROTOKOLÜ IMZALANAN HASTANELERDEKI TBMM HATTI GAZI ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .............................................................................................................................................0312 202 44 91 HACETTEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0312 305 32 62-63 ANKARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................................0312 508 30 03 EGE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ................................................................................................................................................0232 390 41 06 AKDENIZ ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ...................................................................................................................................0242 249 65 91 GAZIANTEP ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................................0342 360 95 05 MEDIPOL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..................................................................................................................................0212 534 86 86, 0212 631 20 50/4029, 0212 440 10 00/1212 İSTANBUL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .................................................................................................................................0212 414 22 27 İSTANBUL ÜNIVERSITESI CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...............................................................................................0212 414 34 54 KONYA SELÇUK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ....................................................................................................................0332 224 49 70 KARADENIZ TEKNIK ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:..........................................................................................................0462 377 54 22 KONYA NECMETTIN ERBAKAN ÜNIVERSITESI MERAM TIP FAKÜLTESI HASTANESI:.............................................................................0332 223 79 79 YILDIRIM BEYAZIT ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ..............................................................................................................0312 291 27 01 AFYON KOCATEPE ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: ............................................................................................................0272 246 33 36 İSTANBUL BEZMIALEM ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI:...................................................................................................0212 453 18 58 MARMARA ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI (PENDIK DEVLET HASTANESI):...................................................................................0216 625 47 16 YÜZÜNCÜ YIL ÜNIVERSITESI TIP FAKÜLTESI HASTANESI: .......................................................................................................................0432 216 05 16 SAĞLIK HATTI: SAĞLIK UYGULAMALARI, HASTANELER VE ANLAŞMALI ECZANELERE ILIŞKIN HER TÜRLÜ BILGI IÇIN 0312 420 0 112 VE 0312 420 72 24 NUMARALI TELEFONU ARAYABILIRSINIZ. TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 49-50 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 95 UNUTMAYACAĞIZ Ekrem Pakdemirli 18, 19, 20 ve 21. Dönem Manisa Milletvekili; Maliye ve Gümrük, Ulaştırma, Devlet eski Bakanı; Başbakan eski Yardımcısı Ekrem Pakdemirli 1939 İzmir doğumludur. ODTÜ Makine Mühendisliği’nde eğitim gören, aynı üniversitede yüksek lisansını tamamlayan, Londra Üniversitesi’nde DIC ve doktora yapan Pakdemirli akademisyenliğin yanı sıra Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Yardımcılığı, 9 Eylül Üniversitesi Öğretim Üyeliği ve Rektör Yardımcılığı, Devlet Planlama Teşkilatı Teşvik ve Uygulama Dairesi Başkanlığı, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı, Başbakanlık Başdanışmanlığı ve Büyükelçilik görevlerinde bulundu. Ekrem Pakdemirli’nin cen”cak 2016 tarihinde İzmir 9 Eylül Üniversitesi İlahiyat Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Ahmet Torgay 13. Dönem Antalya Milletvekili Ahmet Torgay 1917 Kemer doğumludur. Ticaretle uğraşan Torgay, Antalya İl Genel Meclisi Üyeliği görevinde bulundu. Ahmet Torgay’ın cenazesi 29 Aralık 2015 günü İstanbul Şakirin Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Ahmet Cemal Seymen 18. Dönem Nevşehir Milletvekili Ahmet Cemal Seymen 1945 Ürgüp doğumludur. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Seymen serbest eczacılık, serbest avukatlık, Ankara Üniversitesi Talebe Birliği 2. Başkanlığı, Ürgüp Belediye Meclis Üyeliği, Ürgüp Belediye Başkanlığı, Ürgüp Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlığı, Sosyal Demokrasi Partisi Kurucu Üyeliği görevlerinde bulundu. Ahmet Cemal Seymen’in cenazesi 29 Aralık 2015 günü İstanbul Teşvikiye Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Ahmet Demir Yüce 1968-1980 yılları arasında Cumhuriyet Senatosu Zonguldak Üyesi olan Ahmet Demir Yüce 1922 Kayseri doğumludur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Yüce; Etibank Ticaret Müdürlüğü Satış Servisi Eksperliği, Satış Şubesi Müdür Yardımcılığı, Maden Hurdacılığı TAŞ Genel Müdürlüğü, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu Ticaret Müşavirliği, Türkiye Kömür İşletmeleri Fen ve Tetkik Heyeti Üyeliği, Genel Müdür Yardımcılığı ve Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu. Ahmet Demir Yüce için 25 Aralık 2015 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Yüce’nin cenazesi Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. 96 Saim Bülend Ulusu 17. Dönem İstanbul Milletvekili, 44. Hükümet Başbakanı Saim Bülend Ulusu 1923 İstanbul doğumludur. Deniz Harp Okulu ve Deniz Harp Akademisi’nde eğitim gören Ulusu; NATO Akdeniz Başkomutanlığı Karargah Subaylığı, Deniz Kuvvetleri Harekat Başkanlığı ve Mayın Filosu Komutanlığı, Harp Filosu Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Donanma Komutanlığı, Yüksek Askerî Şûra Üyeliği, Millî Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevlerinde bulundu. Saim Bülend Ulusu’nun cenazesi 24 Aralık 2015’te İstanbul Teşvikiye Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Aysel Uğural 16. Dönem İzmir Milletvekili Aysel Uğural 1935 Alaşehir doğumludur. Manisa Kız Enstitüsü’nde öğrenim gören Uğural bir süre ticaretle uğraştı. Aysel Uğural’ın cenazesi 13 Aralık 2015’te Alsancak Hocazade Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Kemal Okyay 12, 14 ve 15. Dönem Kars Milletvekili Kemal Okyay 1924 Ardahan doğumludur. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde eğitim gören Okyay muhasebecilik, Ardahan Ticaret ve Sanayi Odaları Yönetim Kurulu Başkanlığı, Okyaylar Kollektif Şirketi Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Kemal Okyay’ın cenazesi 11 Aralık 2015 günü Maltepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Hilmi Güldoğan 12. Dönem Diyarbakır Milletvekili Hilmi Güldoğan 1921 Çüngüş doğumludur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Güldoğan Matematik Yardımcı Öğretmenliği, Adalet Bakanlığı Zatişleri Memurluğu, Başbakanlık Umûmî Murakabe Heyeti Tetkik Memurluğu ve serbest avukatlık görevlerinde bulundu. Hilmi Güldoğan’ın cenazesi 10 Aralık 2015 günü Karşıyaka Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. 97 UNUTMAYACAĞIZ Kemal Ataman 14 ve 15. Dönem Ankara Milletvekili Kemal Ataman 1935 Tercan doğumludur. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Halkla İlişkiler ve Gazetecilik Yüksekokulu’nda eğitim gören Ataman, Ankara İl Genel Meclisi Üyeliği, Ankara Belediyesi Fen İşleri Sürveyanlığı ve 14. Dönem Millet Meclisi Başkanlık Divanı Kâtip Üyeliği görevlerinde bulundu. Kemal Ataman için 9 Aralık 2015 tarihinde TBMM’de tören düzenlendi. Ataman’ın cenazesi Kocatepe Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Tahsin Türkay 12 ve 13. Dönem Sivas Milletvekili, 1977-1980 yılları arasında Cumhuriyet Senatosu Sivas Üyesi Tahsin Türkay 1922 Sivas doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören Türkay serbest avukatlık ve Sivas Barosu Başkanlığı görevlerinde bulundu. Tahsin Türkay’ın cenazesi 2 Aralık 2015 günü Karşıyaka Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. İhsan Toksarı 15 ve 16. Dönem İstanbul Milletvekili İhsan Toksarı 1934 Köyü doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde eğitim gören Toksarı İstanbul Merkez Vaizliği, Diyanet İşleri Teftiş Kurulu Başkanlığı ve Trakya Bölge Vaizliği görevlerinde bulundu. İhsan Toksarı’nın cenazesi 2 Aralık 2015 günü İstanbul Fatih Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. ARALIK AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ.