TOPLUMSAL VE EKONOMİK YAPININ KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ içindekiler Toplumsal Yapı Kavramının Genel Çerçevesi Toplumsal Yapı İle İlgili Sosyal Teoriler Toplumsal Yapıyı Oluşturan Unsurlar Ekonomik Yapı Kavramının Genel Çerçevesi GİRİŞ Sosyal bir varlık olan insan, yaratıldığından beri sürekli olarak başkalarıyla birlikte yaşamaya gereksinim duymuştur. Sürekli bir arada yaşayan ve varlıklarını sürdürebilmek için birbirlerine muhtaç olan insanlar, temel ihtiyaçlarının giderilmesinde ve sosyal sorunlarının çözümlenmesinde sosyal ve ekonomik alanda değişik vasıtalar, yöntemler, örgütlenme ve düşünme biçimleri ortaya koymuş ve belirli mekânlarda bir topluluk oluşturmuşlardır. Farklı mekânlarda farklı medeniyetler kuran bu insan toplulukları, zamanla toplumlaşarak farklı sosyo-ekonomik modeller ve örgütler meydana getirmişlerdir. Farklı iç düzene ya da yapıya sahip olan toplumlar, iç ve dış şartlara bağlı olarak kendi içinde de değişebilmektedir. Bu bağlamda toplumsal yapı kavramı, toplumsal değişimi, değişim sürecini ve hızını açıklayan önemli bir araçtır (Gökçe, 1996:2). Toplumsal yapı; insanların, sosyal işbirliği neticesinde meydana getirdikleri ve toplumun sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik gelişimi ile birlikte gittikçe karmaşık hale gelen bir örgütlenme biçimidir. Toplumsal yapı, kendi içinde karmaşık özellikler taşımaktadır. Bu bağlamda bu ilk bölümde toplumun ve ekonominin yapısal özellikleri değişik açılardan irdelenecektir. Toplum ve ekonomi modelleri çerçevesinde tarihsel süreç içinde değişik kuramlar ve uygulamalar anlatılacaktır. TOPLUMSAL YAPI KAVRAMININ GENEL ÇERÇEVESİ Toplum Toplum, belli bir coğrafya parçası üzerinde yer alan, üyeleri arasında sıkı bir etkileşim ve iş bölümü olan bir insan topluluğudur. Daha geniş bir ifadeyle toplum; temel ihtiyaçlarını karşılamak için örgütlenmiş, aralarındaki sosyal etkileşim ve iletişimi düzenleyen kaideleri ve kurumlar bazında ilişkileri olan, benzerlerinden görecede olsa farklı özellikler taşıyan, hem biyolojik hem de kültürel olarak kendisini yenileyecek mekanizmalara sahip olan çok sayıda insanın oluşturduğu bir birlikteliktir. Geniş anlamda toplum, insan ırkını bir bütün olarak ele almaktadır. Dar anlamda bir toplum ise, modern ulusları oluşturan milyonlarca insan arasında değişen herhangi bir topluluktur. Örneğin insan topluluğu olarak Zulu, Eskimo, Arnavut, Hint, Türk, Kürt, Laz veya Çerkez toplumu, bu anlamda bir toplumdur. Ayrıca dar anlamda toplum, yaş ve cinsiyet grupları, sosyal sınıflar, meslek grupları ve topluluklar gibi büyük bir çeşitlilik arz eden küçük gruplaşmaları da içermektedir (Arslantürk-Amman, 2008:201-203). Fert ve Grup İlişkileri Açısından Toplum Grup, kişilerden toplum ise gruplardan oluşmaktadır. Buna göre herkes, bir biçimde toplumdaki temel gruplardan birine katılmaktadır. Gruplar ve dolayısıyla insanlar da bu bütünlük içinde birbirleriyle karşılıklı bağımlılık içinde olurlar. Özellikle tarihi boyutuyla topluluktan farklı olarak toplum, daha çok kentsel ve endüstriyel şartların belirlediği kanunların ve diğer resmi kuralların oluşturduğu büyük kitledir. Burada sosyal ilişkiler daha resmidir ve kişisellikten uzaktır (Fichter, 1997:53-60). Toplumun özelliklerini dört ana başlıkta belirleyebiliriz (Seyyar, 2007:1034): 1.) Toplumdaki insanlar, demografik bir birimdir. Toplum, bu anlamda nüfustur. 2.) Ortak bir coğrafi mekânı paylaşan bir ulustur. Ancak, bir ulus içinde bazen farklı etnik gruplar, yani topluluklar olabilmektedir. Dolayısıyla, toplum, her zaman bir ulus değildir. 3.) Sosyolojik olarak toplum, fonksiyonel olarak farklılaşmış temel altı kurumdan oluşmaktadır. Bu altı sosyal kurum; aile, din, ekonomi, siyaset, eğitim ve boş zaman değerlendirmedir. 4.) Kültürel boyutuyla toplum, birbirine benzer gruplardan oluşan, fonksiyonel farklılaşmalara rağmen, örgütlenmiş ve işbirliği halinde bir sosyal birimdir. Ancak, sosyal dayanışma ve sosyal ilişkiler açısından toplum, topluluktan (birincil gruptan) ziyade ilişkilerin daha çok formel (resmi) olduğu “ikincil grup” niteliği taşımaktadır. Nitekim toplum, tarım topluluğundan sanayi toplumuna geçiş sürecinde kentsel toplumları belirleyen kanunların ve diğer resmi sosyal normların çerçevesinde oluşmuştur. Toplumsal Yapı Çözümlemesinin Unsurları: 1) Doğal çevre a) Fiziki çevre b) Biyolojik çevre c) Coğrafi çevre 2) Sosyal Çevre a) Nüfus b) Sosyal hayat alanı 3) Birey / Fert 4) Kültür çevresi a) b) c) d) Statü Rol Kimlik Grup dinamikleri 5) Sosyo kültür çevresi a) Aksiyona ait aletler b) Temsili aletler c) Zihni aletler 6) Tabiat üstü çevre a) Dünya görüşü b) Duygu ve düşünceler Hakim Değerler Tabiat üstü çevre Anlamlar dizisi Sosyo- kültür çevre Normlar Kültür Çevresi Asli elemanlar Doğal çevre Temel Toplumsal İşlevler 1) 2) 3) 4) 5) Neslin sürdürülmesi Yeni nüfusun toplumsallaşması Yaşamın anlamı ve amacı Mal ve hizmetlerin üretimi ve dağılımı Düzenin korunması Bir Toplumun Başarması Gereken Sorunlar 1- Biyolojik üreme 2- Üretim ( iktisat sistemi ) 3- Rol dağıtımı 4- Statü Farklılaşması 5- Meşruiyet 6- İletişim 7- Hedef ve amaç sistemi 8- Duygu ve heyecanların düzenlenmesi 9- Sosyalleştirme 10- Sapkın davranışların kontrolü Siyasi bütünleşme Toplum Modelleri Dünden bugüne değişik türlerde ortaya çıkan bazı toplum yapılarının özelliklerini daha iyi anlayabilmek için, bir takım kriterlere göre toplumsal modeller oluşturulmuştur. Toplum çeşitleri ile ilgili dört model üzerinde kısaca duralım (Seyyar, 2007:1033): 1.) Sosyal Bakımdan Toplumların Tasnifi: a) Geleneksel toplum b) modern toplum c) Otoriter toplum d) Asosyal toplum e) Sosyal toplum. F)Post-modern toplum 2.) Siyasi Bakımdan Toplumların Tasnifi: a) Bağımsız toplum b) Federal toplum c) Demokratik toplum d) Totaliter toplum e) Açık toplum f) Kapalı toplum 3.) İktisadi Bakımdan Toplumların Tasnifi: a) Gelişmiş (Zengin) toplum b) Gelişmekte olan (yoksul) toplum 4.) Kültürel Bakımdan Toplumların Tasnifi: a) İlerici toplum b) Gerici toplum c) Dışa Açık veya Kapalı toplum d) İlkel toplum e) Dindar toplum f) İdeal toplum g) Ahlaklı-ahlaksız toplum h) Çoğulcu toplum veya çok kültürlü toplum. Çok kültürlü toplum, farklı kültürel unsurların (dini ve etnik grupların) yan yana yaşadığı ve farklılıkların sosyal yapıyı zenginleştirici unsurlar olarak övüldüğü bir toplum tipidir Bu toplum tipinde asimilasyon politikalarına yer verilmemektedir. Dolayısıyla dini ve etnik gruplar, kültürel kimliklerini koruyabilmektedir. Toplumsal Yapı Herhangi bir sosyal grubun, sıkı sosyal münasebetler sonucunda meydana getirdiği ilişkiler ağı olan toplumsal yapı, içinde sosyal olay ve ilişkilerin meydana geldiği, kurumların yer aldığı bir sistemdir. Bu sosyal sistem, kurumların bütünleşmesiyle oluşmaktadır. Toplum üyelerinin sosyal ahlak esaslarını genelde gönüllü olarak sosyal hayatlarına aksettirmeleri neticesinde toplumsal yapı ortaya çıkmaktadır (Arslantürk-Amman, 2008:241-255). Toplumsal yapı, makro ve mikro boyutuyla da ele alınabilmektedir (Seyyar, 2007:939): 1.) Makro boyutuyla (geniş anlamda) toplumsal yapı; sosyal hayatın ve sosyal sistemin hemen her alanına yönelmektedir. Bu kapsamda toplumsal yapının içinde iktisadi yapı, sosyoekonomik nüfus kategorileri, siyasi otorite ve egemenlik yapısı, iskânlaşma, demografik yapı, din, dil ve ırk farklılıkları yer alabilmektedir. 2.) Mikro boyutuyla (dar anlamda) sosyal yapı; sosyal ilişkileri sadece dar çerçevede ele alan bir anlayıştır. Burada örneğin sosyal ağ içinde yer alan fertlerin, ailelerin, grupların, cemaatlerin ve diğer kurumların rolleri söz konusudur. Toplumsal yapı, sosyolojik bir kavram olarak daha çok sosyal hayat tarzının istatistiki yönlerini ele almaktadır. Bir başka ifadeyle, toplumun sosyal yapısı incelenirken, toplumun nasıl olması gerektiği konusu değil, daha çok fiili durumu incelenmektedir. Ancak, toplumun kültürel yapısı söz konusu olduğunda, sosyal davranış biçimlerini düzenleyen bazı ahlaki kuralların da gündeme gelmesi söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla sosyal düzenin korunmasına yönelik olarak da bunların tavsiyesi de bazen kaçınılmaz olmaktadır. Aslında kültür, sosyal ahlak ve mekân faktörleri hesaba katılmadan, bir toplumun hakiki yapısını ele almak ve değerlendirmek mümkün değildir. Toplumsal Yapının Unsurları 1) 2) 3) 4) 5) 6) Fiziki unsur Demografik unsur Ekonomik unsur ve sosyal organizasyonlar İktisadi hayatın işleyişi Kültür unsuru Sosyal ilişkiler Toplumsal Düzen Toplumsal düzen, fertlerin menfaatlerinin uzlaşması veya yerleşik sosyal değerlerin bir sonucu olarak, toplum içinde sürekliliğini muhafaza ederek var olan düzenli münasebetler sistemidir. Bir toplumdaki üretim güçleri ve üretim ilişkileriyle din, hukuk, eğitim gibi kurumların karşılıklı olarak oluşturdukları uyumlu bir bütün olan toplumsal düzen, insanların toplum içinde güven içinde yaşayabilmelerini sağlamak amacıyla sistemli bir şekilde oluşturulan kurallar bütünüdür. Toplumsal düzenin, hem insan ahlakında hem de sosyal davranış bağlamında normatif düzeyde temellendirilmesi gerekmektedir. İnsanların bir arada yaşama ihtiyacı, sosyal-psikolojik bir ihtiyaçtan olduğu kadar iktisadi bir gereklilikten de kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı fertler, kendi sosyal çevrelerinde öyle bir toplumsal düzen kurmalılar ki bu düzen, onların kendi aralarındaki sosyal ilişkilerini ve işbirliklerini en iyi şekilde yerine getirecek esaslara sahip bulunsun. Aksi takdirde toplumsal düzensizlik ortaya çıkabilmektedir. Toplumun üyeleri arasında uzlaşma ve sosyal dayanışma eksikliğinin bir neticesi olarak fertlerin temel sosyo-kültürel ve ekonomik ihtiyaçları dahi karşılanamaz hale gelir. Bu bağlamda sosyal düzensizlik, toplumsal yapının zayıflaması veya çökmesi anlamına gelmektedir. Sosyal düzen ne kadar güçlü hale getirilirse toplumsal yapı da o oranda sağlıklı bir şekilde işler. Dolayısıyla sosyal düzenin işlevselliğini korumak adına sosyal hayatta geçerli olan kaidelerin ve değerlerin korunması ve geliştirilmesi gerekmektedir. Toplumsal düzenin sarsıntıya uğraması halinde ortaya çıkabilecek olası sonuçlar şunlardır (Seyyar, 2007:862): 1.) Sosyal kurumlar, hiçbir zaman birbirleriyle tam bir uyum sağlayamadıkları ve bir mekanizmanın veya idare biçiminin işleyiş tarzı, fertlerin ekseriyetini hiç bir şekilde tatmin edemediği için, toplumda belli bir dereceye kadar aksama meydana gelir. 2.) Böyle olunca, sosyal bütünleşme tam olarak sağlanamamış olur, toplum hayatında ciddi anlamda devlet-millet kaynaşmasında bir eksiklik ortaya çıkar 3.) Bir toplumun ve(ya) devletin kaideleri ve nizamları, fertlerin saadet içinde yaşamalarını sağlayamıyorsa, şahsi moral bozuklukları yaygınlaşır, neticede bundan bütün toplumsal yapı da etkilenir ve çeşitli kurumlar çözülmeye başlar. 4.) Nihai kurumsal çöküş, kendisini; ailenin bozulması, kötü alışkanlık, sosyal ahlak esaslarının uygulanmaması gibi sosyal sorunlarla gösterir. Toplumsal Olgu ve Olay Toplumsal (sosyal) olgu, aynı nitelikteki sosyal olayların somut durumların genel bir ifadesidir. Genellikle başlangıç ve bitiş zamanı bilinmeyen, nerede başlayıp nerede bitebileceği kesin olarak tespit edilemeyen sosyal oluşumlar, toplumsal olguyu yansıtmaktadır. Bir başka deyişle zaman içerisinde insanların oluşturduğu toplumla ilgili değişim, toplumsal olguyu ifade etmektedir. Tek tek meydana gelen sosyal olayların bütününe toplumsal olgu diyebiliriz. Toplumsal (sosyal) olay, belirli bir zaman diliminde ve yerde ortaya çıkan ve çoğu kez bir kereye mahsus olan bir oluştur. Örneğin Ali ile Fatma’nın evlenmesi bir sosyal olaydır. Sosyal olgu ise başlangıç ve bitişi ortaya çıktığı, mekân kadar net ve somut olmayan, bünyesinde birçok benzer nitelikteki olayı kapsayan sürekli olaylar dizisi ve genel olarak bir süreçtir. Örneğin bir yılda tüm evlilik olayları veya evlenenlerin sayısı veya boşanma oranları, toplumsal olgudur (Seyyar, 2007:902). Toplumsal Değişim Toplum, statik bir yapı olmadığına göre sürekli olarak sosyal değişime tabidir. Toplumun temel yapısındaki değişim, her alanda kendisini gösterebilmektedir. Bu anlamda toplumsal değişim, toplumsal yapıdaki zamanla ortaya çıkan değişik yöndeki farklılaşmaların bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Toplumun milli ve manevi değerlerinde, fiziki-mimari yapı özelliklerinde (yerleşme, barınma, mesken, konut, şehirleşme), sosyal ilişkiler ve davranış kalıplarında (komşuluk, akrabalık), sosyal ahlak esaslarının algılanış biçiminde ve sosyal tabakalaşmada olumlu veya olumsuz değişiklikler meydana gelebilmektedir. Toplumsal değişme, toplumları daha fazla sosyal bütünleşmeye, sosyal gelişmeye, orta sınıflaşma sürecine ve refaha yönlendirebiliyorsa olumlu olarak değerlendirilmektedir. Böyle bir sosyal değişme, aşağı seviyelerden daha üst seviyelere doğru akan sosyo-kültürel aşamalar silsilesidir ve bu süreç, toplumsal gelişme olarak tanımlanabilir. Olumsuz sosyal değişim ise, toplumların bozulmasına, sosyal gerilemesine ve dejenerasyonuna sebebiyet verebilmektedir (sosyal çözülme). Toplumsal değişmeyi meydana getiren veya etkileyen faktörler (Seyyar, 2077:855): 1.) Fiziki-tabii coğrafi çevre (enerji kaynakları ve doğal zenginlikler) 2.) Biyolojik-tıbbi faktörler (biyolojik katılım; tıptaki gelişmeler ve gen teknolojisi) 3.) Teknolojik faktörler (üretim ilişkisi ve vasıtalardaki farklılıkların yanında havacılık ve telekomünikasyon alanlarındaki gelişmeler) 4.) Sosyo-kültürel faktörler (kültürel ilişkilerdeki farklılıklar ve fertlerin istek ve kararlarındaki değişim) 5.) Siyasi faktörler (Karizmatik veya otoriter liderlerin toplumu yönetmesi; darbeler veya ihtilaller) 6.) Ahlaki faktörler (ahlaki erozyon veya faziletli-ideal gelişmeler) 7.) İlmi faktörler (bilimsel gelişmeler ve bilginin pratik hayatta uygulanması) 8.) Değişik düşünce akımları faktörleri (Örneğin: ideolojik görüşlerin toplumda revaç görmesi) 9.) Çatışma ve ihtilafların ortaya çıkması 10.) İhtiyaçların ve(ya) beklentilerin artması veya değişmesi 11.) Toplumsal zeka ve sosyal sermaye 12.) Töre, örf, âdet ve gelenekler 13.) Ekonomik modellerin veya üretim sistemlerinin değişmesi Genelde toplumların en yüksek değişim esnekliği; bilim, ekonomi ve teknolojide olurken, en düşük esneklik kültürel ve dini alanda olmaktadır. Mesela bir insan, demode olmuş motorlu vasıtasını değiştirmeyi kolaylıkla kabul edebilirken; dünya görüşünü, hobilerini, tuttuğu futbol takımını ve(ya) dini inançlarını kolay kolay değiştirmemektedir. Bir toplumda değişim esnekliğinin hemen hemen sıfır olduğu noktalardan değişime zorlamak, ancak kültür emperyalizmi veya resmi ideolojileri savunan devletlerin baskısı ile mümkün olabilmektedir. TOPLUMSAL YAPI TEORİLERİ Sosyal teoriler, toplumsal yaşamın ve sosyal olayların özelliklerinin araştırılmasında ortaya çıkan kuramsal yaklaşımlardır. Toplumsal yapıyı farklı şekillerde açıklayan sosyal teorilerin boyutlarını dört ana başlıkta toplamak mümkündür (Seyyar, 2008:523): 1.) Bilişsel Boyut: Toplumsal yapı ile ilgili bilgi oluşturmaya yönelik varsayımdır. 2.) Duygusal Boyut: Toplumsal yapıya yönelik kişisel tecrübelerin, değerlerin, fikirlerin, dünya görüşlerinin teorileştirilmiş yönüdür. 3.) Aksettirici Boyut: Toplumsal yapıyı etkileyen değişim dinamiklerinin veya bu yapıda ortaya çıkan olayları daha kolay anlamamızı sağlayan yansıtıcı varsayımlar ve paradigmalardır. Burada sosyal teori, hem bir araç hem de toplumsal yapının bir parçasıdır. 4.) Normatif Boyut: Toplumsal yapının nasıl olması gerektiğine dair açık ve gizli varsayımlara dayanan hipotezlerdir. Toplumsal Değişim Teorileri Toplum yapısındaki farklılaşmayı değişim ekseninde izah eden birçok sosyal teori mevcuttur. Bunlardan en önemlilerini tanıyalım (Seyyar, 2007: 855): 1.) Telik Sosyal Değişim Teorileri: Entelektüel planlama, bilinçli ve sistematik çabalamaların sonucunda ulaşılması mümkün olan olumlu bir toplumsal değişimi öne süren bir görüştür. Telik, entelektüel olarak planlanan ve yönlendirilen ilerleme veya bu yöntemle neticeye ulaşma anlamına gelmektedir. 2.) Determinist Toplumsal Değişim Teorileri: Toplumsal değişimin sebebi, insan düşüncesi ve maksadından çok belli sosyal ve(ya) doğal güçlerdir. Determinist sosyal teorilerin başında Otomatik Değişim Teorisi, Ekonomik Determinizm Teorisi (Çatışmacı Toplumsal Değişim Teorisi) ve İdeolojik Determinizm Teorisi gelmektedir. a) Otomatik Değişim Teorisi’ne göre: Toplumsal değişimin determinist doğası, toplumsal değişmenin iktisadi faktörlerce otomatik olarak belirlenmiştir. Otomatik değişim, bilinçsiz ve irrasyonel bir süreçtir. Planlı olmaktan çok bir ihtiyaç karşısında halkın davranışında meydana gelmektedir. Toplumsal değişim konusunda laissez-faire (bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler) tutumu burada açıkça görülmektedir. b) Ekonomik Determinizm Teorisi (Çatışmacı Toplumsal Değişim Teorisi): Sosyal olguları daha fazla doğalcı terimlerle yorumlamaktadır. İki sınıflı Marksist çatışma modellerinden menfaat çatışmalarına ve çatışmaların kurumlaştırılması, çatışma ve istikrarın birbirini tamamlayıcı olduğu tezlerine kadar olan konuları içermektedir. Marks'a göre, toplumsal düzen, her biri özgün bir üretime tekabül eden dört ana evreden geçti. Beşincisi, son ve ideal safhadır, oluşum halindedir ve ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu beş safha, asyatik (ilkel bir toplumun toplumsal düzeni), eski toplumsal düzen (özel mülkiyetin, ticaretin, ataerkil aile yapısının ve köleliğin geliştiği bir toplum yapısı), feodal, kapitalist ve komünist safhadır. c) İdeolojik Determinizm Teorisi: Burada, toplumsal değişimin faktörleri daha çok kültürel unsurlardır. Toplumsal değişim, soyut materyalist unsurlar ve faaliyetlerin etkisinden çok düşüncelerin, ideallerin, örf ve âdetlerin, sosyo-kültürel ve dini değerlerin etkisi altında kalmaktadır. 3.) Devri Toplumsal Değişim Teorileri: Devirli-döngüsel-dönemsel-çevrimsel toplumsal değişim teorisi, toplumsal değişimin devri doğasına "ilmi" olarak ortaya atan görüştür. "Tarih tekerrür eder" sözü, genelde bu teorik yaklaşımı ifade etmektedir. Devri Sosyal Değişim Teorilerini iki ana grupta inceleyebiliriz: a) Biyolojik Devri Teorisi: Buna göre; toplumsal gelişme ve üstün medeniyetler, üstün ırkların bir eseridir. b) Kültürel Devri Teorisi: Bu görüşe göre; her medeniyet, benzer doğum, olgunlaşma, gerileme ve ölüm merhalelerinden geçmektedir. Her medeniyet bir dönemde belirli bir yönde gelişmekte böylece lineer bir süreç izlemektedir. Fakat zamanla iç ve dış sebeplerden dolayı yönünü değiştirmekte ve yeni bir sürece girmektedir. Bu yeni süreç de belirli bir noktada duraksamakta ve diğeri onun yerini almaktadır. Bu tür seri dönüşler ve kaymalardan sonra bir medeniyet yönünü tersine çevirmekte ve ilk evreye geri dönerek evrimini tamamlamaktadır. Yapısalcılık (Strüktüralizm) Yapısalcılık, bütün sistemlerin ve kurumların mutlak, değişmez temel yapılardan meydana geldiğini ileri süren ve bu bağlamda sosyal gerçekliğin yapısal belirleyicilerini inceleyen bir teoridir. Yapısalcı antropolojinin en önemli isimlerinden olan Claude LeviStrauss’a (1908 - 2009) göre yapısalcılık, yüzeydeki bir takım toplumsal olayların altında yatan bazı kuralların veya kanunların oluşturduğu bir başka sistemi ve(ya) yapıyı arama esasına dayanan bilimsel bir yöntemdir. Sosyal bilimlerin yanı sıra matematikten sibernetiğe kadar geniş bir alanda etkisini gösteren yapısalcı yaklaşımlar, bazen bilimsel yöntemden çok bir teori, araştırma yönelimi, çözümleme biçimi veya bir felsefe olarak da takdim edilmektedir (Arslantürk-Amman, 2008:437). Yapısalcılar; bir şeyin hem birimlerine hem de bütünlüğüne ilişkin özellikleri ile birlikte ele alınması durumunda yeterince anlaşılabileceğini düşünürler. Yapı kavramı bir düzenin yada bütünün parçaları ve öğeleri arasındaki yasallık gösteren durağan bağlar ve karşılıklı ilişkiler olarak tanımlanabilir. Yapı kavramıyla ilgilenenler yasallık, biçim, zorunlulukla ilgilenirler. Bu bakış açısından bütünün parçalardan önce geldiği, parçalardan ayrı olarak kendi başına incelenmesi gerektiğini bununda olanaklı olduğunu iddia ederler. Bütün, sistem, denge, tutarlılık, devamlılık, istikrar, düzenlilik, uyumluluk, tekrarlanma, süreklilik, kendi kendi düzenleme, mekaniklik, organizma, yasallık, biçimsellik, zorunluluk, öğe, parça, kurum, birim, ilinti, ilişki bağı, bağıntı, bağlılık, etkileşim, birlikte değişim, küme, gereksinim, ortak gereksinim, işlev, temel işlev, model kavramıyla anlamaya çalışıyorlar. Yapısalcıların temel kaygıları anlaşılabilirlik. Bunun için soyut kavramlar üretirler. Bu soyut kavramlardan genellemeler üretirler. Görüntü ile yada ampirik veriler ile kısıtlı kalmazlar. Atomistik yaklaşımlara karşı çıkarlar. Bütüncül olarak değerlendirilebilirler. Yapısalcılar bir olgunun açıklanmasında maziye başvurmak yerine yapıları ve yapılar arasındaki ilişkileri ön plana çıkarırlar. (Türkiye’nin yapısını anlamak için Osmanlı İmparatorluğunun yapısını anlamak gerekir). Ancak yapısalcılar buna başvurmaz şu anki yapıyla ilgilenirler. Genel anlamıyla görelide olsa kalıcılık arz eden bütünlükleri ifade eder. Bütünün önceliği ve önemi; Parçalara indirgenemez Bir denge halini yansıtır, Kendine has özellikleri var, Bütün özeliklerini parçalara yansıtır İlişkinin taraflardan önemlidir, Parçaların bütün içinde taşıdığı yer doğa açısından ele alınır Parçalar diğer parçalar ve bütünle ilişkileri açısından ele alınır Parçaların tek başına izole bir biçimde ele alınamaz Parçalar tek başına değişemez, Toplum hareket halindedir, bu bir yapısal harekettir. Yapısal yaklaşımlara göre; toplumsal yapıyı din, sosyal sınıf, kültür ve meslek dalları gibi unsurlar oluşturmaktadır. Bütün bu sosyo-kültürel unsurlar, insanların tutum ve davranışlarını etkilemektedir. Sosyal ilişkilerin yapısal düzenlemelerle veya kurumlarla yakından ilgili olduğunu ileri sürenlerin başında Fransız sosyolog Aguste Comte (1798-1857) ve Alman sosyalist düşünür Karl Marx (1818-1883) gelmektedir (Bottomore-Nisbet, 1990:572-574). Yapısalcılığa Karşı Çıkanların En Temel Eleştirileri ♦ Bireylerin ve toplumsal sınıfların bilinçli ve amaçlı davranışlarının yapısal belirleyicilik savıyla çözümleme dışında bırakılmasıdır. İnsansız ve aktörsüz bir çözümleme vardır. Hümanizm karşıtı olarak değerlendirilirler ♦ Yapısal çözümlemeler genel olarak zamansız bir nitelik taşırlar ( tarihselcilik karşıtı ) ♦ Yapısal çözümlemelerde bulguların ( görüntülerin ) temel bir araç olmadığı görülmektedir. ( ampirizm karşıtı ) ♦ Toplum bilimcileri arasında toplum yapısı farklılaşmaktadır. Toplumsal yapıyı her şey olarak gören yapısalcılar, toplumsal yapıyı hiçbir şey olarak gören sosyologlar ♦ Toplumsal yapıya örgütlenmiş insan ilişkileri olarak bakarlar. ♦ Toplumdaki başlıca kurumsal yapıların ve kümelerin, karşılıklı ilişkilerinden oluştuğunu söyleyen sosyologlar. ♦ Toplumsal yapıyı rol ve sosyal statü kavramları çerçevesinde değerlendiren sosyologlar. Son Dönem Yapısalcıların Yaklaşımları Bir sistemin; a) b) c) d) e) Birliğini koruma Hedeflerine ulaşma Üyeleri tatmin Değişime uyum Çevreye uyum gibi temel sorunları ve işlevleri vardır. Fonksiyonalist/İşlevselci Teori ♦ Toplumu yaşayan bir organizmaya benzetir. ♦ Bu organizmayı oluşturan tüm parçaların organizmanın hayatiyetine katkıda bulunan bir işlev üstlendiğini ileri sürer. ♦ Organizmayı oluşturan parçalar bir sistem oluştururlar. ♦ Aralarında anlamlı bir ilişkiler bağı vardır. ♦ Birinde olan değişikli diğerlerini de etkiler. ♦ İşlevini yitiren parça bir kuşaktan diğerine geçemez. ♦ Bir sosyal kurum varlığını sürdürebiliyorsa onun mutlaka üstlenmiş olduğu bir işlev vardır. William James, James B. Angell ve John Dewey gibi Amerikan filozoflarının ve eğitimcilerinin oluşturduğu ekoldür. Fonksiyonalistler, yapısalcıların görüşlerine karşı çıktılar; onlara göre bilincin ne olduğundan çok, ne için olduğunu bilmek önemlidir. Yani bilincin amacı ve işlevini bilmek asıl amaç olmalıdır. Bunlara göre insan davranışlarını anlamak için sadece bilinç olaylarını çözümlemek yoluyla incelemek yeterli değildir. Bilinç incelenmelidir ama bunun yanında insanın çevresine uyumunda yardımcı olacak, öğrenme gibi duyum davranışları da incelenmelidir. İşlevselcilik davranışı, çevreye uyum süreci olarak tanımlamıştır. Bu ekolün amacı algılama, düşünme, duygulanma gibi içsel eylemlerin, hayatta karşılaşılan çeşitli problemlerin çözümlenmesine nasıl yardım ettiğini açıklamaktır. İşlevselciler eyleme ve yararcılığa dönüktür. Fonksiyoncular, yöntem olarak içgözlem ve gözlemi kullanmışlardır. Davranışları özel olarak da öğrenmeyi açıklamaya çalışmışlardır. Yapısal Fonksiyonalizm (İşlevselcilik) Sosyolojide makro kuramlar içinde yer alan fonksiyonalizm; toplumu, kültürel ve sosyal bir bütünlük içinde ele alan, kültürel ve sosyal unsurların işlevlerini ve gayelerini araştıran bir bilim dalıdır. Aynı zamanda fonksiyonalizm, bir kurumun veya birimin içinde yer aldığı sosyal veya kültürel bir sistemde oynadığı rol ve işleyiş ile varlığının neticelerini açıklamaya çalışan işlevsel bir teoridir. Sosyolojide fonksiyonalist teorinin çerçevesini kısaca şu şekilde belirleyebiliriz: Toplum, birbiri içine girmiş karşılıklı fonksiyonel bir bağlantı içinde bulunan unsurların oluşturduğu sistemler bütünüdür. Sosyolojik anlamda toplum, belirlenmiş davranışlardan ibaret olan bir sosyal sistem iken kültür de kurumlar sistemidir. Toplumun en önemli fonksiyonu bütünleşmek ve kaynaşmaktır. Değerler sistemi ise toplumsal birliğinin oluşmasına katkı sağlamaktadır. Sosyal felsefede işlevselcilik ise, yerleşmiş insani gelenek veya kanunların bir bütün olarak toplumun faydasına katkıları bağlamında açıklanmaktadır. Fonksiyonalizmin etkileri psikolojiye de yansımıştır. Fonksiyonel psikoloji; ruhu, organizmanın bir parçası olarak gören teoridir. İşlevsel teori, darvinist görüşlere dayanmaktaydı (survival of the fittest = çevreye en iyi uyum sağlayan kişinin hayatta kalabilmesi). 19. asırda William James (1842–1920) tarafından ortaya atılan bu teori kapsamında, hayvanlar üzerinde zeka testleri uygulanarak, deneylerle hayvanların nasıl öğrendiklerini ve problemleri nasıl çözdükleri ile ilgili çalışmalar yapılmıştır. Fonksiyonel psikoloji, özellikle davranışçılık ekolünün doğmasına yardımcı olmuştur (Seyyar, 2008:327). Yapısal fonksiyonalizm ise, toplumsal yapı ve bununla birlikte bu yapı içerisinde gerçekleşen toplumsal olayların ve ilişkilerin anlaşılması noktasında ileri sürülen modellerden birisidir. Bir başka deyişle; toplumsal yapıyı oluşturan unsurların işlevlerini açıklamaya ağırlık veren teorik bir yaklaşımdır. Toplumu fonksiyonel bir bütün olarak kabul eden yapısal fonksiyonalizm, toplumsal yapıyı ahenkli bir bütün olarak görmektedir. Buna göre; topluma ait maddi ve manevi değerler, hayati önem arz etmekte ve işlevsel olarak sosyal barışı sağlamaktadır. Her yapının bir fonksiyonu vardır. Fonksiyon, yapı içindeki dinamik süreci yansıtmaktadır. Fonksiyonlar geçerliliğini korudukça ve korundukça yapı da, sürekli olarak gelişebilmektedir. Dolayısıyla önceden belirlenen bu fonksiyonlar, hem bu yapıların ortaya çıkmasını hem de gelişmesini sağlamaktadır (Seyyar, 2008:327). Aguste Comte ile başlayıp Herbert Spencer (1820 – 1903) ile devam eden fonksiyonalist teorilerin temeli, toplumun yaşayan bir organizma olduğuna ve birbirlerine bağımlı parçalardan meydana gelmiş bir sistem olarak toplumun görünebilirliğinin sağlanabileceğine dayanmaktadır. Spencer, canlı varlıklarla toplum arasında bir paralellik kurmuş, biyolojik ve sosyal sistemler arasındaki benzerlikleri ortaya çıkartmış ve toplumu bir organizmaya benzetmiştir. Buna göre; toplum, yaşayan bir sosyal organizmadır. Toplumsal yapı içinde her bir parça (unsur), bir fonksiyona veya gayeye hizmet etmektedir. Bir parçanın değişime uğraması ile diğer parçalar da bundan etkilenmekte ve neticede toplumsal yapının bütünü değişebilmektedir (Arslantürk-Amman, 2008:438). Sosyal Alışveriş (Mübadele) ve Aksiyon Teorisi Yapısal fonksiyonalizm, toplumsal gelişim sürecinde insanın bireysel tercihlerini ve eylemlerini ön planda tutmadığı için yapısal gelişimlerin açıklanmasında etkin olamamıştır. Sosyal alış-veriş ve sosyal aksiyon teorileri, bir taraftan sosyalleşmenin temelinde karşılıklılık ilkesinin yer aldığını, diğer taraftan da insanın yapmış olduğu faaliyetlerinin anlamlar ve motifler tarafından yönlendirildiğini ileri sürmektedir. Sosyal alışveriş teorisi, insanlar arasındaki etkileşimin ödül ve cezaya dayalı olarak gerçekleştiğini ve karşılıklı değişim ile oluşturduğunu ileri süren rasyonel ve antropolojik odaklı mikro sosyolojik yaklaşımdır. Mübadele teorisyenleri, toplumsal iletişim ve etkileşimin ekonomik alışverişe benzediğini ileri sürmektedirler. Ancak, toplum hayatında gerçekleşen karşılıklı mübadelede hem maddi hem de maddi olmayan unsurlar değiştirilmektedir. Toplumsal yapı böylece sosyal alış-veriş süreçleri sonucunda ortaya çıkmaktadır. İnsan davranışlarının karmaşıklığını fazla dikkate almayan sosyal alışveriş teorisi, özellikle tutum ve davranışlarının kaynağı üzerinde duran sosyal aksiyon teorisi tarafından geliştirilmiştir. Sosyal aksiyon teorisi ise özne olarak fert üzerine odaklanmaktadır. Buna göre insan, toplumsal yapı ve kültür tarafından kısıtlanmayan, gönüllü davranışlar sergileyen, nesnelere ve olaylara bir anlam veren ve belli bir maksatla hareket eden bir varlıktır. Bu teoriye göre; bireysel eylem (aksiyon), toplumu meydana getiren insanların benimsedikleri dünya görüşü ile yakından ilişkilidir. İnsanlar, sahip oldukları dünya görüşlerinden fiil ve hareketlerini yönlendirecek motif, amaç ve anlamları elde etmektedir (Seyyar, 2007:841). Genel Özellikler 1) Toplumsal yaşamın çok yönlü toplumsal etkileşimden yararlanmayı yansıttığı ve bunların insanları toplumsal ilişkilerinden ödül elde etme anlayışı içerisine soktuğu ifade edilmektedir. İnsan hazlarının çoğu kaynağını diğer insanların davranışlarından alır. 2) İnsanların aradığı birçok ödülün yalnızca toplumsal etkileşimle elde edilebileceği düşünülür. 3) İnsanlar diğer insanlarla olan ilişkilerini sürekli yeniler. İnsanlar başkalarıyla yeni toplumsal ilişkilere girer. Çünkü insanlar yeni toplumsal ilişkilerin ödüllendirileceğini düşünürler. 4) İnsanların davranışlarıyla, başkalarıyla ilişkileriyle bir karşılık vardır. 5) Toplumsal alışveriş insanlar arası statü farklılıkları yaratır. Çatışma Teorisi Fonksiyonalist yaklaşımlar; toplum içinde güç, statü, mal ve mülk yönünden farklı grupların veya sınıfların olabileceği ve bundan dolayı da toplumsal hayatta grup veya sınıflar arası anlaşmazlıkların, mücadelelerin ve çatışmaların ortaya çıkabileceğini görememiştir. Bilindiği gibi çatışma, toplumdaki kişi veya gruplar (sınıflar) arasında meydana gelen anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar, çekişmeler, münakaşalar ve(ya) çarpışmalardır. Genel anlamda çatışma; kişinin kendisiyle, başkasıyla veya mensubu olduğu grubuyla veya toplumuyla anlaşamamasıdır. Bunun sonucunda çoğu zaman toplumsal barış yara almakta ve savaşa kadar gidebilen sosyal çalkantılar meydana gelebilmektedir. Çatışmacılar toplumu; gücü elde edebilmek için savaşım veren gruplardan oluşan bir arena olarak görürler. Çatışma neden ve nasıl ortaya çıkmaktadır? Çatışmanın gizli veya aleni (somut) olarak ortaya çıkması süreçlerinde algılama ve duygular açısından şekillenen belirtilerin yanında tutum ve davranışları ana başlıklar halinde inceleyelim (Seyyar, 2007:186): 1.) Gizli Çatışma: Potansiyel çatışmaya yol açabilecek riskler. Örneğin: menfaat ve hedeflerdeki farklılıklar, potansiyel bir çatışma için risk teşkil etmektedir. 2.) Algılama Çatışması: Sosyal münasebet ve sosyal iletişim çerçevesinde algılamadaki farklılıklar veya mesajlara verilen farklı anlamlardan ötürü ortaya çıkan çatışmadır. 3.) Hissedilen Çatışma: Tarafların, konuları farklı algılamaları sonucunda çatışmaya yol açabilecek karışık-olumsuz hislere kapılmaları. Örneğin: öfke, kin, kırgınlık, düşmanlık. 4.) Açık Çatışma: Kişinin, barışçı olmayan davranışları sonucunda çatışmanın fiili olarak ortaya çıkmasıdır. 5.) İletişim Çatışması: Sosyal iletişim kapsamında ortaya çıkan çatışma. İnsan ilişkilerinin iyi olmadığı yerlerde ve ortamlarda, bir başka ifadeyle dedikodunun, fitnenin, kıskançlığın ve çekememezliğin hakim olduğu sosyal çevrede meydana gelen çatışmadır. Genel Özellikleri 1) Toplum birbirleriyle savaşım veren grupların yada çıkarların bir sistemini temsi eder. 2) Toplumda ter alan insanların istediklerini ve elde edebilmek için çaba sarf ettikleri bir çok temel çıkar vardır. 3) Toplumsal yada sınıf çatışmaları belli organizasyona ve toplumsal koşullar gereğince meydana gelir. 4) Toplumsal çatışma, monopolleşme ve kaynakların kıtlığından doğar. 5) Toplumsal yapıların dinamizminin kaynağı, toplumsal yapının kendi içinde doğal olarak yarattığı çatışmadır. 6) Çatışma ve çelişki, toplumsal birim ve unsurlar arasında devamlı vardır. 7) Çatışma toplumun amaçlarını yerine getirmesine ilerlemesine katkıda bulunan kaçınılmaz bir olgudur. 8) Bir toplumdaki her öğe toplumun değişmesine katkıda bulunur. 9) Çatışma yok edilemez. Toplumdaki zorlamalar çatışmayı çatışma ise toplumsal değişmeyi meydana getirir. 10) Çatışma toplumun bütünü için fonksiyoneldir. 11) Toplumsal çatışma, toplumsal adaptasyon ve toplumsal evrimin daha fazla ilerlemesine katkıda bulunur. 12) Toplumda zorlamaya dayana bir denge vardır. Büyük boy teoriler içinde yer alan ve sosyolojik bir bakış tarzı olan çatışma teorisi, toplumsal yapılanmaya dair gerçekçi yaklaşımlar sergilemektedir. Buna göre; bütün ekonomik, sosyal, siyasi kurum ve süreçlerin yanında; kültür, sanat ve bilim faaliyetleri, o toplumda var olan sınıf ya da grupların karşılıklı anlaşma, uzlaşma veya yardımlaşmaları sonucunda ortaya çıkmış değildir. Çatışma teorisine göre, taraflar arasında değişik düzeylerde sürekli olarak tekrarlanan sosyal çatışmalar sayesinde toplumsal yapı ve düzen yeniden şekillenmektedir. Çoğulcu bir toplumda zıtlaşan sınıflar arasında sosyal çatışmalar sürekli olarak var olacağından toplumsal değişim de ivme kazanacaktır. Bu anlayışa göre toplum, organik bir bütün olmaktan çok, bir süreçtir. Sosyal değişimin ‘motoru’ olması dolayısıyla çatışma gerekli bir olgudur (Arslantürk-Amman, 2008:444). Sembolik Etkileşimcilik Sembolik etkileşimcilik toplumu bireylerin gündelik yaşamdaki sembolik etkileşimlerinin bir ürünü olarak ele alır. Sembolik etkileşimciliğin sosyolojideki gelişiminde C.H Cooley ve W.I. Thomas’ın önemli katkıları olmakla birlikte George Herbert Mead (1863-1931) bu yaklaşımın kurucusu olarak kabul edilir. Bu süreçte semboller ve ya simgeler, şeyler ile bu şeylere atfettiğimiz anlamları temsil ettiklerinden dolayı kritik bir öneme sahiptirler. Nitekim bir sembol bir nesne veya olayı sadece temsil etmez aynı zamanda onu belirli yönlerde tanımlar. Örneğin, masa denince zihnimizde sadece belirli bir forma sahip olan bir nesne değil aynı zamanda üzerinde yemek yenen, yazı yazılan ya da başka bir faaliyet yapılan bir şey şekillenir. Bu bağlamda “masa” belirli bir şekle sahip olan nesne ile bu nesneye atfettiğimiz anlamı temsil eden bir semboldür. İnsanlar arasında her türlü anlamlı iletişimi sağlayan semboller dilsel anlamları temsil eden sözcükler olabileceği gibi nesne, işaret, jest, mimik, el-kol hareketleri gibi dilsel olmayan anlamları da temsil edebilirler. Ancak dil sembolik etkileşimin en önemli ve en güçlü aracıdır. Yine de insanlar arası anlamlı etkileşim yüz yüze olmayabilir fakat mutlaka semboller aracılığı ile olur. Örneğin, bir insanı görmedi-ğimiz hâlde bize postaladığı bir mektuptan ne demeye çalıştığını yorumlarız. İnsanlar sembolleri kullanarak anlamlı bir toplumsal dünya kurarlar. Ancak sembolik etkileşimciliğe göre anlamlar nesnelerin içinde içkin değildir. Şeyleri temsil eden anlamlar/semboller gündelik yaşamda toplum üyelerinin etki-leşimi esnasında ortaya çıkarlar. Anlamlar etkileşim sürecinde ortaya çıktıklarından dolayı sabit ve değişmez nitelikte değillerdir. Toplumsal uzlaşı ve yorumlama süreçlerinde devamlı olarak değişirler. Bu süreçte toplumsal düzen veya toplumsal dünya her gün yeniden şekillenerek ortaya çıkar. Diğer sosyolojik yaklaşımlarla karşılaştırıldığında sembolik etkileşimcilik toplumsal dünyanın şekillenmesinde bireyi daha aktif olarak değerlendirir. Toplumu alt sistemlerin ya da alt-üst şeklindeki yapıların etkileri açısından ele almaya çalışan işlevselcilik ya da Marxizm gibi makro boy sosyolojik yaklaşımlardan ayrılır. Bu yaklaşımların aksine sembolik etkileşimcilik toplumun aktif, yapıcı, yaratıcı ve yorumlama kabiliyeti olan insan özneler tarafından gündelik yaşamda sembolik etkileşim ve iletişim aracılığıyla her gün nasıl inşa edildiğini yorumlamaya çalışır. Sembolik etkileşimcilik bu açıdan da toplumun, onu oluşturan bireylerden bağımsız bir gerçekliği olmadığını bu nedenle de sosyologların toplumsal eyleme aktör tarafından atfedilen anlamı yorumlamakla işe başlaması gerektiğini düşünen Weber’in yaklaşımına daha yakın durur. Genel Özellikleri 1) Hayvanların aksine insanlar düşünme kapasitesine sahiptir. 2) Düşünme kapasitesi toplumsal etkileşime göre biçimlenir. 3) Toplumsal etkileşimde insanlar kendi büyüme kapasitesini, alıştırma yaparak gelişmesini sağlayan sembollerin ve anlamların içeriğini öğrenirler. 4) Semboller ve anlamlar açıkçası insan, aksiyon, ve etkileşimlerinden, devam etmesine izin verilir. 5) İnsanlar kendi yorumlamaları temeli üzerindeki etkileşim ve aksiyonda kullandıkları sembolleri ve anlamları değiştirme yeteneğini sahiptirler. Bağımlılık Kuramları Bağımlılık teorisini savunanlar dünyadaki ileri kapitalist ülkeleri sosyo ekonomik ve siyasal üstünlükleri diğer gelişmekte olan toplumları sömürerek elde ettikleri ve üçüncü dünya ülkelerinin kendilerine bağılı kaldıkları görüşünden hareket ederler. Yani bir taraftan merkez ülkeler diğer taraftan çevre ülkeler mevcuttur ve çevre ülkeler merkez ülkelere bağımlıdırlar. Üçüncü dünya ülkeleri kendi geleneksel toplumsal örüntülerini sürdürdüklerinden dolayı az gelişmişlik çemberinde kalmadılar aksine batı kapitalizminin kendilerini sömürmelerini engellemediklerinden dolayı az gelişmiş ülke pozisyonuna düşmüşlerdir. Temel amaçları eşitlik ve demokrasi temelinde bir ilişki sistemi kurmaktır. Temel İlgi Konuları 12345- Düşünme kapasitesi Düşünme ve etkileşim Anlamları ve sembolleri öğrenme Aksiyon ve etkileşim Tercih yapma TOPLUMSAL YAPIYI OLUŞTURAN UNSURLAR Fertlerin Tutum ve Davranışları İnsanların tutum ve davranışları, toplumsal yapının özelliklerini göstermesi açısından önemli unsurlardır. O halde tutum nedir, davranış nedir? Aralarında nasıl bir ilişki vardır? Tutum, sosyal çevre etkisi ve sosyalleşme sürecinde öğrenmeyle elde edilen, belli bir süre devam eden ve çoğu kez yanlı olan eğilimlerdir. Bu yönüyle tutum, bir insana atfedilen ve onun psikolojik obje ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenli bir biçimde oluşturan bir ön eğilimdir. Geniş anlamda tutum; bir takım insan, nesne veya konular hakkında olumlu olumsuz duyguları işaret eden tepkilerin Davranış (tavr-ı hareket) ise kişilerin, belirli uyarılara karşı gösterdikleri aktif veya pasif tepkilerin bütünüdür. Sevinmek, gülmek, ağlamak, kızmak, bağırmak gibi hareketlerin hepsi bu anlamda bir davranış biçimidir. İnsanın, sosyal olayların ve çevre şartlarının karşısında sahip olduğu bir takım hal ve hareketleri (sosyal davranışı) göstermektedir. Sosyolojide davranış, sosyal faaliyetlerin psikolojik neticeleridir veya kişilerin (bir olguya veya olaya) subjektif bir anlam vererek sergiledikleri kişisel tavırlardır. Bazı davranışlar ölçülebilir (Örnek: jest, mimik, kan dolaşımı, gülmek vb.) olmakla birlikte bazıları subjektif oldukları için doğrudan ölçülemezler (Örnek: ağrı, ıstırap, aşk, kıskançlık, nefret vb.). Bazı davranışlar, toplumdan topluma farklı değerlendirilir. Mesela bazıları iyi (sosyal) bazıları ise kötü (asosyal) olarak kabul edilir. Topluluklar Bir sosyal süreç olarak topluluk, insanların bir araya geldiği ve bütünleştiği belli bir dereceye kadar güvenlik içinde yaşadıkları en küçük bölgesel gruptur. Bir toplumsal yapı olarak topluluk; aynı toprak parçası üzerinde, aynı dili konuşan, aynı töreleri paylaşan, az çok aynı duyguları taşıyan ve hemen hemen aynı tutum ve davranış biçimlerini sergileyen, sosyal dayanışma içinde bulunan bir sosyal grup, kabile veya kavimdir. Toplumdan farklı olarak, daha çok modernleşme öncesi Avrupa’nın tipik köylü insanlarını belirleyen topluluk; küçük, içine kapalı ve yüz yüze temaslara ve ağırlıkla akrabalığın ortaya çıkardığı yoğun kişisel ilişkiler ağından oluşan cemaattir. Topluluk bazen etnik, ırki veya dini benzerliklere dayalı gevşek sosyal kategoriler için de kullanılmaktadır. Örneğin: Yahudi topluluğu veya zenci topluluğu gibi (Fichter, 1997:66). Topluluk, kısaca şu unsurlardan oluşmaktadır (Fichter, 1997:64 ): 1.) İnsanlar arası sosyal ilişkiler sıkı ve yoğundur 2.) Özellikle grup olaylarında kişiler sosyal duyarlıdır 3.) Grup üyeleri manevi değerlere önem vermektedir 4.) Genelde sosyal sorumluluk hakimdir Değişik mekan-bölge ve farklı iştigal alanları bakımından topluluklar değişik türde ortaya çıkabilmektedir. Topluluk çeşitlerini bu anlamda dört ana kategoriye ayırabiliriz (König, 2000:188-191): 1.) Temel hizmet topluluğu, yani köy topluluğu 2.) "İkincil fonksiyonlu" topluluk (Örnek: küçük kasaba). Burada üretilen temel ihtiyaç maddelerinin, etraftaki kırsal bölgelerden toplanması ve diğer bölgelere dağıtılması söz konusudur. 3.) Endüstriyel topluluk: Alışveriş ve ticaret merkezi olmasının yanında aynı zamanda imalat merkezi olarak da hizmet veren bir topluluk. 4.) Özgün bir ekonomik temelden yoksun topluluk yani; ekonomik varlığını sürdürmek için diğer topluluklara bağlı olan bir topluluk. Bu topluluk daha fazla eğitim, siyaset, dinlenme ve eğlence gibi sosyo-kültürel merkezli bir yapıya sahiptir. Sosyal Gruplar Sosyal grup (toplumsal küme) faaliyetlerinde birbirini göz önünde bulunduran, aralarındaki sosyal etkileşim sebebiyle başkalarından ayırt edilen, iki veya daha çok kişiden meydana gelen bir topluluktur. Sosyal grup aynı zamanda belli bir hedefi gerçekleştirmek için toplanmış, üyelerinin karşılıklı ilişkiler sonucu ortaya çıkmış, birbirine ortak değerlerle bağlı, çok işlevli, somut bir sosyal birimdir. Sosyal grupların varlığı açıkça olmasa da, genelde kolayca tanınır veya bilinir. Ortaklaşa paylaşılan mekân veya benzer bedensel özellikler, grubun tanınmasını kolaylaştırmaktadır. Grup üyeleri sosyal rollerini oynar ve böylece grup, varlığını korur. Karşılıklı sosyal temas, sürekli olarak korunduğu için belirli davranış normları oluşmaktadır. Ortak geçmiş, ilgi, menfaat veya değerler geçerliliğini koruduğu için grup üyeleri bir veya birkaç hedefi esas almaktadır. Türkiye doğumlu Ermeniler, bir sosyal grup olmakla birlikte ortak bir geçmişe sahiptir. Hobi, spor, işçi, işveren, girişimci, gençlik, özürlüler veya kadın derneklerine üye olanlar, bu anlamda sosyal grup kategorisine girmektedir (Fichter, 1997:53-60). Kalabalıklar Kalabalık; fertlerin, tesadüfen bir araya gelmiş olsalar dahi psikolojik güçlerin tesiri altında kalarak "tek bir varlık" hâlinde ve tek vücut olarak düşünmeleri ve davranmaları sonucunda meydana gelen topluluktur. Bir başka ifadeyle kalabalık, göreli olarak etkileşim içinde olmayan ve-fakat "niye orada bulunduğunu" açıklayabilecek kişilerin oluşturduğu bir sosyal yığındır. Kalabalıklar, ortak bir uyarı sonucunda belli bir yerde toplanmaktalar ve dikkatlerini bu uyarının yol açtığı ortak duygusal ilgiye yoğunlaştırmaktadırlar ve herhangi bir anda ortak eyleme geçebilmektedirler. Bir araya gelebilmek için kişilerde ortak bir yönelimin, duygunun ve(ya) menfaatin olması gerekmektedir. Mesela bir yolcu durağında toplanmış insan grubu sadece bir fertler kümesi iken, bir kaza anında kişiler arasında ortak bir ilgi ve gaye (yardım etme) oluşmakta ve bu topluluk, bu esnada kalabalığa dönüşmektedir. Bir başka ifadeyle; bir topluluk, belli bir etki altında ise ve ortak bir gayesi varsa o zaman o topluluk, kalabalık kimliğine dönüşmektedir. Yığınlar Yığın, fiziki bir ortamda bulunan fakat aralarında karşılıklı bir sosyal münasebet veya ortak bir özellik olmayan kişilerin oluşturduğu, kategori ve grup arasında bir yerlere yerleştirilmesi mümkün olan bir bütünlüktür. Bilindiği gibi kategori, bir veya birden fazla ortak özelliği olan nesneler grubudur. Sosyolojik açıdan yığın veya yığınlaşma, bazen kişilerin bir kategoriye giriş sürecini de ifade etmektedir. Örneğin: yeni bir eve taşınanlar, komşularıyla yığınlaşırlar ve komşuluk münasebetleri açısından sosyal kategori haline dönüşürler. Sosyal yığının özellikleri kısaca şunlardır (Seyyar, 2007:942): 1.) Yığın oluşturan kişiler; oldukça anonimdir, birbirlerine yabancıdır ve birliktelik epey zayıftır 2.) Yığın, kategoriler gibi örgütlenmemiştir 3.) Fiziki mekân ne denli geniş olursa olsun, sosyal temas son derece sınırlıdır 4.) Yığın içinde olanların davranışlarında kısıtlamalar, düzenlemeler yapmalarını gerektiren davranış kaidelerinin sayısı çok azdır 5.) Yığınların çoğu bölgeseldir. Yani, fiziki çevre yönden özellikler taşırlar 6.) Yığınların çoğu geçicidir. 7.) Katılım sürekli olarak değişebilir yani; yığın içindeki kişiler değişebilir, girer çıkar veya birbirlerinin yerine geçebilirler. Örneğin: bir saat süren bir halk konserini dinlemeye gelen yüzlerce seyirci bu anlamda bir yığın veya kalabalıktır. Komşuluğun yoğun olmadığı bir apartman dairesi de oturanlar da yığın olarak kabul edilebilir. Sosyal Sınıflar Sosyal sınıf; mesleki, iktisadi ve siyasi statüler bakımından benzer pozisyonda olan, sosyal tarih boyunca her toplumda sınıf olgusunun farklı biçimlerde var olması gerçeğine rağmen modern anlamda sanayi devriminin bir sonucu olarak ortaya çıkan bir gruptur. Sosyal sınıf; gelir seviyesi, coğrafi köken, meslek, sosyal münasebet, üye olunan kurum, aile durumu, oturulan semt, yaşama tarzı, sosyal statü, toplumda gördükleri saygı ölçüsü, kanuni ve fiili haklar gibi değişik sosyal faktörler bakımından kendi aralarında benzer kriterlere sahip olan fakat diğer gruplardan birçok yönleriyle ayrılan, aralarında dikey hareketlilik imkânı bulunan insanların meydana getirdikleri sosyal gruplardan her biridir (Dechmann-Ryffel, 1984:32-34). Sosyal sınıflarda fert ve ailelerin farklı prestije, imtiyaz ve imtiyazsızlığa ve sosyal güce göre düzenlendiği hiyerarşik bir sistem ortaya çıkmaktadır. Prestij ile kastedilen kişinin; toplum içindeki sosyo-kültürel konumu, mesleği, mülkiyet durumu ve refah seviyesi gibi özellikleridir. İmtiyazdan, örneğin: daha iyi bir eğitim imkânı veya evde bir hizmetçi bulundurma gibi kişinin hoşuna giden şeylere sahip olması anlaşılmalıdır. Sosyal sınıflar, açık sınıf grupları ve kapalı sınıf gruplarına göre iki farklı şıkta değerlendirilmektedir: Açık toplumlarda, kapalı toplumlardan farklı olarak kişiler, doğuştan değil sosyalleşme, eğitim ve fırsat eşitliği sayesinde sosyal hareketlilikten yararlanabilmektedir. Sosyal Statüler Sosyal statü; kişilerin, sınıfların, kategorilerin ve(ya) sosyal grupların, toplum veya toplumsal yapı içindeki yeridir. Dolayısıyla sosyal statü; belirli bir insana veya gruba, toplumun diğer üyeleri tarafından yüklenen şeref, paye (rütbe, derece) veya itibardır. Bazen sosyal statüler, fertlerin veya sosyal grupların, toplum içinde ya doğuştan ya da hak ederek (kazanarak) elde ettikleri pozisyonlardır. Sosyal statünün ortaya çıkış şekli (sosyal statü türleri) (Özkalp ve diğerleri, 2006:4546): 1.) Atfedilen-Verilen-Verilmiş Statüler: Bunlar ferdin, kişisel gayretlerinden ve özelliklerinden ziyade soy, sop, aşiret, din veya mezhep bağlarından ötürü ortaya çıkan ve zor değişen statülerdir. Doğuştan elde edilen mevkii, kast ve kölelik benzeri toplumlarda görülür ve genelde biyolojik olarak geçer. Yaş, cinsiyet, soy gibi genetik özellikler bu statü içinde yer alır. 2.) Başarılan-Hak Edilen-Kazanılmış-Kazanılan-Edinilen Statüler: Bunlar ferdin, eğitim ve çalışma hayatında gösterdiği şahsi çabalar ve yetenekler sayesinde eldi ettiği statülerdir. Kişi bu statüyü, bazen yetenek, güzellik ve yaş gibi özelliklerinden dolayı elde edebilmektedir. Eğitimin, fırsat eşitliğinin ve sosyal hakların sağlandığı toplumlarda bu tür statülerin elde edilmesi daha mümkündür. 3.) Kilit Statüler: Bir kişinin, toplumda sahip olduğu birden çok statüden birinin, diğerlere oranla daha dikkate çekmesi ve ön planda olmasıdır.++++ Toplumda muhtelif branşlarda bir takım sosyal mevkilerin bulunması (örnek: çiftçi, esnaf, sanayici, memur, işçi, işveren, idareci, maliyeci vb.), belirli iktisadi ve sosyal fonksiyonların ve rollerin yerine getirilebilmesi, fert ve grupların ihtiyaçlarının karşılanması ve birbirini tamamlayabilmesi açısından zaruridir. Fertler, toplum hayatında birkaç statüye birden sahip olabilirler. Örneğin: bir kişi hem baba hem öğretmen hem okul müdürü hem yazar hem de dernek başkanı olabilir. Yüksek sosyal statüler, bazen kişiye sosyal güç ve etki fırsatı da vermektedir. Sosyal Roller Sosyal roller, toplumda kişilerden belirli sosyal olayların karşısında beklenen sosyal davranış şekilleridir. Sosyal roller, fertlerin içinde bulundukları sosyal statü ile elde ettikleri haklar çerçevesinde kendilerine yüklenen vazifelerin ve kendilerinden beklenen fonksiyonların yerine getirilmesidir. Kişinin, grup içindeki yeri ile ilgili olarak kendisinden beklenen ve umulan bazı hak, görev ve davranışlarıdır. Kısacası sosyal roller, sosyal statüye uygun davranış biçimlerinin bütünüdür. Roller, kendilerine takdir edilen kıymet bakımından birbirinden farklıdır. Her rol, kendine takdir edilen kıymetle uyumlu bir sosyal itibar veya statüye tekabül eder. Sosyal statü ile sosyal rol arasında sıkı bir bağın olduğu ortadadır. Genelde bir kişinin, sosyal statüsüne göre belirli şeyleri yapması beklenir veya kişi, statüsüne göre belirli şeyler yapar. Sosyal statü, sosyal ilişkilerde sahibine yardımcı olur. Sosyal rol ise, daha fazla kişinin ne yaptığını anlatır. Bir başka ifadeyle, sosyal statülerin gereği olarak yapılan davranışlar, sosyal rol olduğuna göre rolleri de, statüler belirlemektedir. Kısacası sosyal statüler, insanları belirli kurallara uymaya zorlamaktadır. Kültür İnsanların eğitim seviyesi, medeniyet anlayışı ve dini değerleri toplumun kültürel yapısını oluşturmaktadır. Bu bağlamda toplumun üyeleri tarafından öğrenilen ve paylaşılan bir kavram olarak kültürün önemi ortaya çıkmaktadır. Latince’deki “colo” (ekin ekmek, tarım yapmak) kelimesinden gelen kültür, eski dönemlerde “toprağı işlemek, toprağı mahsul verir hale getirmek” anlamlarında kullanılmaktaydı. Terim olarak kültür toplumsal yaşam süreci içinde ortaya çıkan ve bir topluma niteliklerini veren ve başka toplumlarda farklılık gösteren maddi ve manevi değerlerin bütünüdür. Kültür, bir toplumun tarih içinde üretip koyduğu, ortaya koyup zamanla milli varlığın bir boyutu haline getirdiği veya onu şuuraltı kazanıma dönüştürdüğü sosyal ve ahlaki davranış disiplinlerinin ve düşünce ufkunun bütünüdür (Arslantürk-Amman, 2008:223-225). Kültürün ana özelliklerini kısaca belirleyelim (Seyyar, 2007:606): 1.) İçgüdüsel veya kalıtımsal olmaktan çok eğitim yoluyla yeni nesle aktarılır ve öğretilir 2.) Tarihi yönü itibariyle dinamiktir, süreklidir ve nesilden nesile aktarılır 3.) Sosyal yönü açısından örgütlenmiş grup ve toplumların eseridir ve paylaşılır 4.) Ferdi tutum ve davranışlardan farklı olarak ideal veya idealleştirilmiş kaideler manzumesidir 5.) Manevi ve sosyo-kültürel ihtiyaçlarımızı karşılar ve insanları mutlu eder Farklı norm ve değerlerden dolayı bir toplumun kültürel yapısında değişik kültürel anlayışlar ortaya çıkabilmektedir. Bunun yanında toplumsal değişim veya çarpık kentleşme sürecinde maddi kültür unsurları ile manevi kültür unsurları arasında bazen gecikmeler meydana gelmektedir (kültürel boşluk). Kültürel boşlukta, maddi kültür unsurlarını oluşturan, fiziki yerleşme mekânının değişimi, ev şeklinin değişmesi, günlük hayatta kullanılan ev eşyalarının değişmesi ve meslek değişimi gibi faktörler; değer hükümlerindeki değişimler, zihniyet ve davranışlardaki değişimleri içeren manevi kültür unsurlarından daha hızlı ve daha çabuk değişmektedir. Örneğin: köyden kente göç edenler, tam anlamıyla olmasa bile maddi kültür değişimlerini yaşadıkları halde manevi kültür unsurları bakımından aynı değişiklikleri yaşamamaktadırlar. Böylece arada bir kültürel boşluk veya kültürel gecikme meydana gelmektedir. EKONOMİK YAPI KAVRAMININ GENEL ÇERÇEVESİ Ekonomi (İktisat) Yunanca "oikia" (ev) "nomos" (kaide) kelimelerinden meydana gelmiş ekonomi kelimesi terim olarak "ev idaresi" (tedbir-i menzil) anlamına gelmektedir. Ekonomi (iktisat); hayatta orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, hem cimrilikten hem de israftan (savurganlıktan) uzaklaşmak ve gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak anlamlarına gelmektedir. İsrafın zıddı anlamında iktisat, insanların ve kuruluşların günlük yaşayışlarında ve ekonomik faaliyetlerinde dikkat etmeleri gereken bir prensiptir. Felsefi bir yaklaşımla iktisat, sosyo-ekonomik ilişkilerin temel kıstaslarındandır ve bu açıdan bakıldığında maddi imkânları yani insanın kullanma iktidarına verilen nimetleri (yiyecekiçecek, zaman, sıhhat) faydasız yerlere sarf etmemek ve kanaatkâr olmak anlamına gelmektedir. Yaygın bir tanıma göre ekonomi, insanların ve toplumların para kullanarak veya para kullanmadan zaman içinde çeşitli mallar üretmek ve bunları bugün ve gelecekte tüketmek üzere, toplumdaki fertler ya da gruplar arasında bölüştürmek için kıt üretim kaynakları kullanmak konusundaki tercihlerdir. Çağdaş bir yaklaşımla ekonomi; halkın günlük faaliyetlerini, insanların üretim ve tüketim faaliyetlerini nasıl organize ettiklerini, gelir kazanmalarını, servetlerini, hayatlarını hangi şartlarda ve nasıl sürdürdüklerini, toplumların nasıl geliştiğini ve medeniyetin nasıl oluştuğunu inceleyen bir bilim dalıdır. Bir toplumun kalkınması, iktisadi refahı ve maddi ihtiyaçlarını karşılaması, servet edinmeye bağlı olarak işgücünün çalışması ve kazancını değerlendirmesi, kıt kaynakların kullanılması, üretim faktörlerinin seçimi, üretilen malların tüketim maksadıyla toplumun fertleri arasındaki en optimal dağıtımı gibi konular, bu bilim dalı tarafından ele alınmaktadır. Kısacası ekonomi aşağıdaki konuları incelemektedir (Seyyar, 2007:444): 1.) Belli bir ülkede ya da ülkeler arasındaki üretim-tüketim, alış-veriş ve değiş-tokuş ilişkilerini incelemektedir 2.) Fert, aile ve toplumların sınırlı imkânlarla gittikçe artan tüketim ihtiyaçlarının nasıl karşılandığını incelemektedir 3.) Toplumların üretim-tüketim yolundaki tutum ve davranışlarını incelemektedir (İktisat Sosyolojisi) Üretim, dağıtım ve tüketim konularını inceleyen bir disiplin şeklinde tanımlanabilen ekonomi, tüm sosyal bilimler içinde sosyolojiden en çok farklı olanıdır. Para hacmi, üretim dağıtımı, maliyet hesabı gibi konular tamamen iktisadi ve teknik hususlardır. Ancak bunların dışında üretim ve tüketim olgusunu etkileyen sosyal faktörler ile çevre-kültür etkileri de söz konusu olmaktadır. Bir iktisadi faaliyetin oluşumunu ve sonuçlarını iyice anlayabilmek için ekonomi ile ilgili konuları hem iktisadi bakımdan hem de sosyolojik bakımdan incelemek gerekmektedir. Bunun yanında iktisadi kararların uygulanma safhasında toplumda sosyal adalet açısından özellikle gelir dağılımı alanında bazı olumsuzlukların ortaya çıkması muhtemeldir. Bu durumda sosyal politika araçlarıyla toplumsal barışı bozacak iktisadi olumsuzlukların giderilmesi yönünde zorunlu müdahalelere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bağlamda sosyal politika, iktisadi kararların olumsuz yansımalarını telafi eden düzenleyici bir rol üstlenmektedir. Ekonomik Davranışlar, Faaliyetler ve Hareketler Bir toplumda mal ve hizmetlerin üretilmesi, dağıtımı ve tüketilmesi safhalarına yönelik tutum ve davranışların bütünü, toplumsal yapının ekonomik boyutunu yansıtmaktadır. Bir başka ifadeyle ekonomik yapı, ekonomik davranışlar ve faaliyetlerden oluşmaktadır. İnsanların kıt olan kaynakları iyi ve planlı bir şekilde kullanmak için giriştikleri bütün faaliyetler, iktisadi faaliyetler olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda iktisadi faaliyetlerin bazı ortak noktalarını bilmekte fayda vardır (Seyyar, 2007:442): 1.) İnsan ihtiyaçlarının karşılanmasına yarayan mal ve hizmetlerin elde edilmesi 2.) Faaliyetlerde emek ve masrafın varlığı 3.) Geleceğe yönelik düşünce ve stratejik planlama 4.) İktisadilik prensibi çerçevesinde, belirli emek veya masraf yapmak suretiyle azami fayda elde etmek ve belirli gayelere asgari emek sarfıyla veya masrafıyla ulaşmak. İktisadi faaliyetler çerçevesinde ortaya çıkan tutum ve davranışlar, iktisadi hareketlere de bir ışık tutmaktadır. Ekonomik davranış veya faaliyetleri toplu halde yapmayı öngören ve buna binaen kolektif kendi kendine yardım sistemlerini oluşturmayı hedefleyen örgütlü girişimler, iktisadi hareketlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Sosyal tarih bakımından ekonomik hareketlerin genel olarak, kooperatifler veya imece şeklinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Sosyal boyutlu örgütlü iktisadi hareketler, esasında aksayan piyasa rekabeti mekanizmasını düzenleme fonksiyonunu yerine getirmek ve bu hareket içinde bulunanların maddi hak ve menfaatlerini korumak maksadıyla ortaya çıkmıştır. Kooperatifler, batıda sanayi devrimi şartları içinde ve bu şartlara bir reaksiyon olarak, önce işçi sınıfının kolektif kendi kendine yardım hareketi şeklinde ortaya çıkan ve giderek geniş üretici-tüketici ve güçsüz toplum kesimlerini de içine alan, iktisadi-ticari-tüketim- üretim-konut gibi alanlarda karşılıklı işbirliği-dayanışma ve yardımlaşmayı esas alan sivil toplum örgütleridir. İlk kooperatif, 1844 yılında 128 İngiliz dokuma işçisinin ortak girişimiyle (Manchester-Rochdale kasabasında) kurulmuştur (Seyyar, 2007:264). İmece ise özellikle Türk toplumunda bitirilmesi gereken fakat; sahibi tarafından becerilemeyen tarla veya ev işlerine komşunun, akrabanın ve bazen de bütün köy ahalisinin kolektif bir şekilde bedelsiz yardımda bulunmasıdır. İmece, genellikle köylerde ve kırsal bölgelerde bir ailenin veya bir arada yaşayan topluluğun bazı ortak işlerinin birlikte yapılması için oluşturulan teşkilattır. Ekonomi Modelleri Sosyalizm ve Devlet Ekonomisi Sosyalizm; iktisadi teşebbüsleri ve teşekkülleri, herkese eşit mal veya ücret vermek düşüncesiyle devlete aktarılmasını isteyen bir görüştür. Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895) kolektivist (sosyalist) düşüncelerin bir toplumsal düzen, bir iktisadi doktrin olarak toplum hayatına girmesinin ilk öncülüğünü yapmışlardır. Özellikle Marx’ın, felsefeci Georg Friedrich Hegel’in (1770-1831) fikirlerinden etkilendiği bilinmektedir. Hegel, tarihin “diyalektik” bir biçimde ilerlediğini iddia etmiştir. Buna göre; toplumsal değişimin kaynağı, toplumsal zıtlıklar ve çatışmalardır. Bu çatışmalar tez-antitez şeklinde devam etmektedir. Bunun sonucunda ister istemez bir sentez ortaya çıkmaktadır. Sentezler ise toplumların yükselmesini sağlamaktadır. Bu tezi benimseyen Marx, görüşlerinde ağırlıklı olarak sosyal sınıfların çatışmalarına ağırlık vermiştir (tarihi maddecilik). İhtilalci sosyalizmin temel fikirlerini ortaya atan Marx, sınıfsız bir toplum meydana getirmek vaadiyle işçi kesimi ile sermayedarlar (kapitalistler) arasında ortaya çıkacak bir sınıf mücadelesinin sonunda proletaryayı (işçi sınıfını) iktidara getirmek istemiş ve işçi diktatörlüğünü savunmuştur. Ancak işçi kesiminin çalışma hayatında genel bir proleterleşmeye gitmesine engel olan, demokratik nitelikte bir çok sosyal mücadele ve müdahale türleri ortaya çıkmıştır. Örneğin: işçiler, adil ücret elde edebilmek ve daha iyi şartlar altında çalışabilmek için örgütlenme sürecine girmiş, taleplerini siyasi partiler aracılığı ile dile getirmiş ve nihayet sosyal yönden duyarlı olan bazı işverenlerin yanında kilise ve devletin, çalışma hayatına müdahale etmesi gereğini duymuştur (Grossman, 1986:9—92). Liberalizm ve Serbest Piyasa Ekonomisi Liberalizm, devletin iktisadi ve sosyal hayata yönelik müdahalelerini gerekli görmeyen, devletin ekonomik yaşamdan ve dolayısıyla üretimden elini çekmesini isteyen bir modeldir. 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarında İngiltere'de ortaya çıkan, siyasette ve iktisatta özgürlüğü savunan doktriner bir akımdır. Liberaller; kamu otoritesinin iktisadi, sosyal, dini vb. gibi süreçlere müdahale etmesine karşı çıkılmaktadır. İktisadi boyutuyla liberalizm, sosyalizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü liberal görüş, her tür mülkiyete ve hür teşebbüse saygı gösterdiği gibi devletin piyasaya müdahalesinin en alt düzeyde kalmasını istemektedir. Buna bağlı olarak liberal bir devlet, ekonomiye müdahale etmeyen veya iktisadi hayatın yönlendirilmesine yönelik kamu müdahalesini asgari düzeyde tutan, piyasada oluşan arz ve talep mekanizmasının iktisadi ve sosyal açıdan en faydalı neticeleri vereceğine inanan, "Laissez-faire, laissez passer" yani "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesini savunan bir devlet modelidir. Liberal devletin asli görevi sadece mülkiyeti korumak, genel eğitimi sağlamak, adalet, asayiş ve bayındırlık hizmetleri vermektir (Jandarma Devlet). Liberal devlet, serbest piyasa ekonomisini savunmaktadır. Serbest piyasa ekonomisi, piyasa güçlerinin serbestçe hareket edebildikleri, üretim, dağıtım, bölüşüm, yatırım gibi iktisadi faaliyetlerin serbestçe yapılabildiği, fiyatların arz-talep dengesince belirlendiği ve piyasa dengesinin oluşumuna dışarıdan müdahale edilmediği, rekabetin olduğu bir ekonomik sistemdir. Liberalizmde, üretim araçlarının mülkiyeti ve sermayenin büyük bir kısmı belirli grupların elinde toplanabilmektedir. Dolayısıyla kamusal denetimden uzak olan kartel ve tröstler, çalışanların ve tüketicilerin menfaatlerini tehdit edebilmektedir. Klasik liberal devlet modelinde, yardıma ve bakıma muhtaç kişiler sosyal sorunlarıyla yalnız bırakılacakları için devletin himayesinden uzak kendi hallerine bırakılmaktadır. Sentezci İktisadi Model ve Sosyal Piyasa Ekonomisi Sentezci iktisadi model ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sosyal piyasa ekonomisi, sosyal adaletin önemine vurgu yaparak piyasa ekonomisinde adil rekabet ortamında fırsat eşitliğinin sağlanmasını isteyen bir modeldir. Bu modelde (sosyal) devlet, iktisadi ve sosyal politikaları birlikte ele almakta ve gerektiğinde iktisadi hayata müdahale etmektedir. Piyasa ekonomisi modeline "sosyal" kelimesinin eklenmesi ile sağlıklı rekabet ortamına, küçük girişimcilerin teşvikine, kobi’lerin güçlendirilmesine, tüketici haklarının geliştirilmesine, dezavantajlı grupların pozitif ayrımcılığına, iş sağlığı ve güvenliğine, iş güvencesine, işsizlerin sosyal güvenlik kapsamı altına alınmasına ve aktif istihdam politikalarına önem verilmektedir. Sentezci iktisadi-sosyal modelde hem iktisat hem de sosyal politika önemli bir yer almaktadır. Bilindiği gibi iktisat, daha çok ekonomik faaliyetlerin işleyişini ve gelirin nasıl dağıldığını araştırmaktadır. Halbuki sosyal politika, ekonomik faaliyetlerin yanında gelir ve servet dağılımının ahlaki ve adil esaslara göre nasıl oluşması gerektiği noktası ve bu bağlamda alınması gereken tedbirler üzerinde durmaktadır. İktisadi boyutuyla sosyal politikanın ekonomiyi yakından ilgilendiren alanları çok geniştir. Bunların başında gelir ve servet dağılımı politikası gelmektedir. Buna göre; sosyal adaleti sağlamak amacına uygun olarak birincil ve ikincil gelir dağılımı politikaları uygulamak, sosyal politikanın iktisadi görevleri ve hedefleri arasındadır. İktisadi politikaların sosyal boyutlarını ve neticelerini araştıran ve bu politikaların doğurduğu bazı olumsuzlukları ortadan kaldırmayı amaçlayan sosyal politika, bu interdisipliner açılımıyla zamanla toplumsal (sosyal) ekonomi olarak da tanımlanmıştır. Sosyal ekonomi kapsamında sadece kamu ve özel sektör yer almamaktadır. Geniş açılımlarıyla birlikte sosyal ekonomi, sivil toplumu da aksiyon alanına dahil etmektedir. Böylece kooperatifler, yardımlaşma sandıkları ve STK’lar şeklinde gönüllü olarak bir araya gelmeler ve örgütlenmeler yoluyla gerçekleştirilmiş bütün ekonomik faaliyetler, sosyal ekonominin bir parçasıdır. Bu yeni yaklaşıma göre; sosyal ekonomi, özellikle kooperatifler aracılığıyla sosyal ve kâr amaçlı sektörde (social-profit sector) gerçekleştirilen iktisadî ve ticarî faaliyetlerin yanında kar maksadı olmayan sektörde (non-profit sector) sosyal yardımlaşma sandıkları ve(ya) dernekleri çerçevesinde yer alan ticaret dışı sosyal hizmet ve faaliyetlerin bütünüdür. Ekonomiye sosyal politika müdahalesini kabul eden bu sistemde düzenleyici beş ana ilke vardır (Seyyar, 2008:471): 1.) Tam rekabeti sağlamak için monopol (tekel) denetimi (kartel yasağı) 2.) Piyasa gelir dağılımının maliye politikaları ile düzenlenmesi ve desteklenmesi. Örneğin: devletin belli piyasalara (örneğin tarım sektörüne) alıcı olarak girmesi ve kaynak transferinde bulunması veya adil bir vergi sistemi uygulaması (örneğin: artan oranlı vergi sistemi) 3.) Üretim faktör ve kaynaklarının korunması 4.) Çalışanların ve işsizlerin sosyal güvenliği 5.) Asgari ücret belirlenerek işgücünün konjonktürel dalgalanmalardan korunması Sosyal piyasa ekonomisinin temel esaslarını teorik olarak belirleyen Alman bilim adamları Walter Eucken, Franz Böhm ve Alfred Müller-Armack olmuştur. Sosyal politika alanında bu ekonomik modelin hayata geçirilmesi 2. Dünya Savaşından sonra ilk defa Ludwig Erhard tarafından sağlanmış ve Karl Schiller tarafından da başarılı bir şekilde devam ettirilmiştir. Ludwig Erhard, artan refahla birlikte şahsi sosyal sorumluluğun artacağı ve dolayısıyla devletçe gerçekleştirilen sosyal transferlerin azalacağını düşünmüştü. Ancak, refahın artmasına karşılık birçok sosyal devletin sosyal harcamalarının oranı % 30’ların üzerine çıkmıştır. Bu gelişme, küreselleşen dünyada rekabet gücünü ve devletlerin ekonomik potansiyelini olumsuz yönde etkilemektedir (Thieme, 1994). ÖZET Toplumsal yapı, herhangi bir toplumun örgütlenmiş biçimi çerçevesinde sosyal ilişkiler ağında meydana gelen kültürel unsurların (statü, rol, değerler vb.) yanında biçim ve maddeden oluşan fiziki unsurların (köy hayatı, şehir hayatı, nüfus vb.) bütünüdür. Toplumsal yapı, sürekli değişimin etkisi altındadır. Toplumların din, kültür, örf, gelenek ve âdetlerin yapısına göre ve toplumun bu değerlere verdiği öneme göre sosyal hayatın değişik alanlarında bazı değişim süreçleri yaşanmaktadır. Toplumsal değişim elastikiyeti veya esnekliği, sosyo-ekonomik gelişimin de önemli bir aracıdır. Toplumsal yapıya ve sosyoekonomik gelişmeye dair birçok sosyal teori mevcuttur. Hiçbir sosyal teori, kendi başına toplumsal yapının ve gelişim unsurlarının bütün özelliklerini tam olarak yansıtamamaktadır. Ancak sosyal teorileri bir bütünlük içinde değerlendirdiğimizde karmaşık gibi görünen sosyal ilişkileri ve ekonomik davranışları anlamamız mümkün olacaktır. Toplumsal yapıyı kendi varsayımlarına göre açıklayan sosyal teorilerin başında toplumsal değişim teorileri, yapısalcılık, yapısal fonksiyonalizm, sosyal alış-veriş, aksiyon teorisi ve çatışma teorisi gelmektedir. Toplumun özelliklerini anlayabilmek için, onun sosyal yapısını iyi irdelemek gerekmektedir. Toplumsal yapının içinde başta insanlar ve insanların tutum ve davranışları yer almaktadır. Bu insanlar, çoğu zaman tesadüfen bir araya gelmiş değildirler. Tam aksine insanlar, tutum ve davranışlarıyla topluma belirli bir örgütsel çerçeve oluşturmaktadır. Bu örgütsel yapı içinde insanlar arası değişik türde ve boyutta ilişki ağları ortaya çıkmaktadır. İnsanların kültürel, kurumsal, ailevi, etnik, dini, sosyal ve sınıfsal bağlılıkları, toplumsal yapının özelliklerini belirlemektedir. Toplumsal yapıyı oluşturan, şekillendiren ve zamanla değiştiren unsurların başında fertlerin, toplulukların, sosyal grupların, kalabalıkların, yığınların ve sosyal sınıfların tutum ve davranışları gelmektedir. Demografik ve kültürel özelliklerin yanında sosyal statü ve rollerin de bu bağlamda düşünülmesi gerekmektedir. Ekonomik modeller ve buna bağlı olarak iktisadi davranışlar, faaliyetler ve hareketler de toplumsal yapıya damgasını vurmaktadır. Bu bağlamda bu ilk bölümün en son kısmında sosyalizmin ve liberalizmin ekonomi sistemleri incelendikten sonra genelde gelişmiş sosyal devletlerin, sentezci bir model olarak benimsedikleri sosyal piyasa ekonomisi tanıtılmıştır. YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Arslantürk, Z. ve Amman, M.T. (2008). Sosyoloji, 5. Baskı, İstanbul, Çamlıca Yayınları. 2. Bottomore, T. Ve Nisbet, R. (1990). Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Ankara,V Yayınları. 3. Dechmann, B. ve Ryffel, C. (1984). Soziologie im Alltag, Weinheim-Basel, Beltz Verlag. 4. Fichter, J. (1997). Sosyoloji Nedir? 3. Baskı,(Çev. Çelebi, N.),Ankara,Atilla Kitabevi. 5. Gökçe, B. (1996). Türkiye’nin Toplumsal Yapısı ve Toplumsal Kurumlar, Ankara,Savaş Yayınları. 6. Grossman, G. (1986). Ekonomik Sistemler, İstanbul, Okan Yayınları. 7. König, S. (2000). Sosyoloji, (Çev. Sucu S. Ve Aykaç, O.),İstanbul, Ütopya Kitabevi Yayınları. 8. Özkalp E. ve diğerleri. (2006). Davranış Bilimlerine Giriş, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları No:1355. 9. Seyyar, A. (2007). İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri, İstanbul, Değişim Yayınları. 10. Seyyar, A. (2008). Sosyal Siyaset Terimleri: Ansiklopedik Sözlük, Adapazarı, Sakarya Kitapevi. 11. Thieme, H. J. (1994). Soziale Marktwirtschaft; 2. Auflage, München, BeckWirtschaftsberater im dtv.