GİRİŞ A . KİTABIN KİMLİK BİLGİSİ Kitabın Adı : Avrupa’da Ulus ve Devlet Orijinal Adı : Staat und Nation in der euroischen Geschicte Yazarı : Hagen Schulze Çeviren : Timuçin Binder Yayınevi : Literatür Yayınevi Baskı : Birinci Basım, Aralık - 2005 Bölümleri : Devletler, Uluslar, Ulus Devletler, Uluslar, Devletler ve Avrupa Sayfa Sayısı : 332 1 B . YAZAR HAKKINDA Hagen Sculze Freien Universitat Berlin, Friedrich Meinecke Enstitüsü’nde Modern Almanya Tarihi profesörüdür. Eserleri arasında Die Wiederkehr Europas (1990), Destsche Geschicte: Mit Bildern Aus Dem Deustschen Historischen Museum (1996) ve Deustsche Erinnerungsorte (2001) sayılabilir. C . KİTABIN PROBLEMATİĞİ Yazar bu eserde Avrupa’nın Ortaçağ’dan II. Dünya Savaşı sonlarına kadar Avrupa’daki sosyal, siyasi ve ekonomik oluşumu incelemiştir. Ulus kavramının nasıl ortaya çıktığı ve bunun neticesinde Avrupa’nın sosyo-politik yapısı, coğrafi sınırların belirlenmesi konularını ayrıntılı bir şekilde incelemiştir. Avrupa’ya damgasını vuran olay ve konulara ağırlık vermiş, Avrupa’nın bu güne kadar olan oluşumu ve gelişimi üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuştur. Bunun yanı sıra Avrupa’yı etkileyen diğer oluşumlara da değinmiştir. Avrupa’daki Din çatışmalarının, egemenlik mücadelelerinin, sınırların şekillenmesinin nedenlerini açıklamış ve bunun neticesinde ki toplumsal olaylara etkisini gözler önüne sermiştir. Bu çalışmada birçok argümana yer vermiştir. Döneme damgasını vuran kişi ve kurumları dikkatli bir şekilde incelemiştir. Ülkelerin birbirleriyle olan savaşları, ulus olma bilinci üzerindeki etkileri, kilise, kraliyet ve imparatorlukların Avrupa üzerindeki etkilerini gözler önüne sermiştir. 2 BİRİNCİ BÖLÜM: DEVLETLER A. MODERN DEVLETİN DOĞUŞU Avrupa devletlerinin gelişimi, iktidarın bir merkezde toplanması veya tekelleşmesine bağlı değil, daha ziyade dağıtılması ve kontrolüne yönelikti. On sekizinci yüzyılda devlet mutlakıyetçiliğine karşı bir savunma olarak Montesquieu tarafından öne sürülen kuvvetler ayrımı öğretisinin anlatmaya çalıştığı da, şematik ve sistematik bir şekilde olsa da tam olarak Batı ve Orta Avrupa’da ortaçağdan beri gelişmiş olan devletlerin içinde oldukları durum; çeşitli otoritelerin birbirleriyle olan ilişkilerinde ortaya çıkmış karmaşık çeşitlilikti. İletişim ve iktidar aygıtları geliştikçe, devletler içinde varolan iktidar paylaşımı sistemi de, mutlak iktidara sahip olmak isteyen hükümdarların girişimleri tarafından sürekli tehdit ediliyordu. Fakat iç denge her seferinde baştan kuruluyordu. Avrupa devletini Asya ve Afrika devletinden ayıran temel neden de buydu. Avrupa devletinin daha başlangıçtan itibaren tüm iktidarın tel elde toplanmamasını sağlayan düzenlemelere gitmemiş olmasının arkasında birtakım nedenler bulunuyordu. Nedenlerden biri, örneğini ortaçağda yetki kavgasından itibaren Kilisenin devletten zamanla ayrılmış olmasıydı. Avrupa’ya sınırı olan Bizans ve onun ardıllarından Korkunç Ivan’ın Rusya’sı gibi devletler baskıcı güçlerini esasen dünyevi ve ruhani otoriteden ayrılmamış olmasından alıyordu. Devlet ve kilise tek ve aynıydı; Bizans İmparatorluğu’nda imparator, patriklerin üstünde Tanrının vekili olarak Aziz Petrus gibi yükselen bir kişilikti. Kilisenin başı olarak, istediğini an kaynağını dilinden alan kuvvetleri devletin emrine koşabilmekteydi. Ortaçağda kilisenin etkisi büyüktür. Sosyal ve siyasi hayata etkisi büyük olmuştur. 3 B. HIRİSTİYANLIK VE DEVLET GERÇEKLERİ Ortaçağ döneminde felaketler papalığın 1309 yılında Avignon’a sürülmesiyle birlikte arka arkaya gelmeye başlamıştı. Fransa ile İngiltere arasında 1339 yılında Yüz Yıl Savaşları’nın başlamasıyla şartlar daha da ağırlaşmıştı. Bu dönem İstanbul’un düşmesine kadar sürecektir. Ortaçağın son döneminde olan Avrupa aşırı kalabalık bir nüfus barındırıyordu. Nüfusun fazla olması yiyecek ihtiyacını karşılayamaz hale gelmişti. Geleneksel tarım metodları neticesinde topraklardan yeterli verim alınamadığı görülmektedir. Bu dönemde veba salgının da etkili olması insanları açlık ve hastalıkla karşı karşıya getirmiştir. Bunun sonucu olarak kentlerde ayaklanmalar, kırsal bölgelerde köylü isyanları, yoksullaşmış soylu çetelerinin yağmalamaları, acımasız ve fakirleşmiş askerlerin ganimet avcılığı… Avrupa’da merkezi siyasi otoritenin yerleşmesi çeşitli engellerle karşı karşıyadır. Başlıca sorunlar arasında seyahat ve iletişimin yavaş olmasıydı. Devlet ne kadar büyükse, hükümdar ve eyalet yöneticileri arasındaki iletişim biçimleri de o derece hantal, talimatların ulaşması ve bunların uygulanması da o derece zor oluyordu. Yerel gelenek ve görenekler gibi, yığınlarca dil ve lehçelerin varlığı da tek bir bütün oluşturulmasının önünde başka bir engeldi. Arada bulunan otoritelerin çokluğu da, hükümdarın isteklerinin uygulamaya geçirilmesini önlüyordu. Kiliseyse tüm gücüyle dünyevi otoritelerden kurtulmaya çalışıyor, kilise hizmetkârları da çoğu zaman bir yanda kendi hükümdarlarına, diğer yandaysa Papaya olmak üzere, birbiriyle çatışan bağlılıklar arasında kalıyordu. Bununla birlikte, soyluların gücü azaldıkça merkezileşmenin arkasındaki faktörler daha fazla güçleniyordu. On dördüncü yüzyıl boyunca nüfusta keskin bir düşüş yaşandıktan sonra, ekilebilir tarım alanlarının büyük kısmı tekrar ormanlaşmış ve bu da, birçok aristokrat ailenin ekonomik bağımsızlıklarının temel dayanağını kaybetmelerine neden olmuştu. Bu arada serflik, Batı Avrupa’da neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı. On 4 beşinci yüzyılın sonunda Avrupa’daki ekonomik ve demografik iyileşmeyle birlikte gelen taze sermaye, tarımsal ilerlemeyi başlatmıştı. Durmadan artan tahıl fiyatları karşısında daha çok kazanacağını ümit eden birçok varlıklı kent sakini, toprak satın alarak ekime başlamıştı. Aynı zamanda ticaret ve her türlü alım satımda da bir patlama söz konusuydu. Bu patlamanın arkasında ağırlıklı olarak kentli girişimciler vardı ve hükümdar, hem siyasi hem de ekonomik olarak zayıflayan soylulara karşı bu girişimcilerle beraber hareket ediyordu. Sonunda modern devletin ortaya çıkmasına neden olan faktörler, sonu gelmeyen savaşlarla uğraşma zorunluluğu, iç bölünmeler, kraliyet, aristokrasi ve kilisenin arasındaki rekabetti. Krallıklar, kilise, savaş ve iktidar mücadelesi içinde bir Avrupa görülmektedir. C. LEVİATHAN Leviathan kavram olarak mutlak güç ve yetkilere sahip egemen devleti ifade eder. Thomas Hobbes bu kavramı “din ve dünya devletinin icerigi, bicimi ve kudreti” kitabında “vatandaşları yabancıların istilasından koruyabilmenin, birbirlerine zarar vermekten engellemenin, kendi sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini güvence altına almanın yolu bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermektir” diye açıklamıştır. 1648’de Münster ve Osnabrück barış antlaşmalarıyla, büyük belirsizlikler dönemi de sona eriyordu. Din savaşlarının ardında bıraktığı yıkımdan yeni bir kıta doğmuştu. Mutlakıyetçi devlet çağı ufukta belirmek üzereydi; monarklarla zümreler arasındaki iktidar mücadelesi sonuçlanmış, mezheple devlet, bölünmez bir bütün oluşturacak şekilde birleşmiş ve en ücra bölgelerde yaşayanlar bile yasa ve düzenle doğru inancın ne anlama geldiğini öğrenmişti. 5 Devletin, tek özelliği olmasa da temel özelliği egemenliğidir. Egemenlik devlete, zamansal sınırlama koymadan mutlak otoritenin verilmesidir. Egemenlik dolayısıyla en yüksek siyasi iradeye aitti ve tanım itibariyle mutlak ve sınırsız iktidar anlamına geldiği için, sadece tek birey, yan, yegâne yasa koyucu olan monark tarafından kullanılmalıydı. Siyasi otoritenin geri kalan kısmı, yani monarkların sahip olduğu tüm diğer haklarla birlikte mahkemeler, yerel otoriteler ve bireysel olarak kralın uyrukları tarafından kullanılan tüm haklar monarkın yasa yapma tekeline tabiydi. Egemenliğin hedefi adil yönetimdi ve bu hem ilahi hem de doğal yasalara uymak anlamına geliyordu. Devletin en üstünde kral bulunuyordu; yargıç, feodal lord ve asker olarak en yüksek konumdaydı ve dış ilişkiler, maliye, idare ve çoğu zaman kilisede yegâne arabulucuydu. Monarkın yüceltilmesini sağlayan ortam saraydı; katı ve karmaşık ayinlerden oluşan adetleriyle ve her birinin görevini büyük bir sadakatle yerine getirmesinin beklendiği on bine varan mensubuyla saray, hükümdara tapınılan bir tapınaktı. Burası hanedan mensuplarının, hanedanın sadık kullarının ve hizmetkârlarının toplandıkları ve çoğu zaman yaşadıkları yerdi. Saraya kabul edilen herkes kraliyet ailesinin bir parçasıydı ki, bundan daha bir şeref düşünülemezdi. Bu yolla feodal aristokrasiyi, devletin yararı için evcilleştirmek de mümkündü. Orta sınıf kökenli “kalem soyluları” unvanlarını atanmış oldukları makamlara, dolayısıyla krala borçlu olup, soyluluk statülerini varislerine aktarma hakkına sahip değillerdi. Devlet konseyi, yönetimin çeşitli kademelerindeki organ ve komitelerden oluşuyordu: ticaret, maliye ve yargı. Fakat bunların ürettiği çözümler sanki krala ait kişisel kararlarmış gibi takdim ediliyordu. Üretilen politikaların yaşama geçirilmesi merkezi otoritelerin sorumluluğundaydı: dışişlerinden, kraliyet ailesinden, savaştan, donanmadan sorumlu devlet daireleri. Şansölyelik en yüksek yargı organıydı. 6 Avrupa’da dolaşan para aşağı yukarı sabit bir miktardı. Dolayısıyla, herhangi bir ülke ancak diğer ülkelerden kendisine para çekerek daha zengin bir duruma ulaşabilirdi. Bu da, dışsatımın elden geldiğince fazla ve dışalımınsa elden geldiğince az olması gerektiği anlamına geliyordu. Bu yüzden devletin, hammaddelerin satılabilecek en pahalı ürünlere dönüştürüldüğü endüstrileri desteklemesi, üstelik bu tür endüstrilerde yer alması gerekiyordu. Eğer devlet kazancının bir kısmına makul oranda sahip olmak istiyorsa, o zaman üretici olarak hareket etmeli, fabrikalar kurmalı, tekeller oluşturulmalı ve aynı zamanda da özel teşebbüsün kazancının bir kısmına el koymak için etkili bir vergi sistemi yaratmalıydı. Bu politikanın sonuçları olağanüstüydü: Fransa her türlü zanaat eğitiminde diğer Avrupa ülkelerinin önüne geçiyordu. Fransız tekstil, porselen ve parfüm endüstrileri devlete büyük miktarda gelir getirmekteydi. İletişimdeki gelişmeler iç ticareti teşvik etmek için tasarlanmıştı. Kanal ve yol inşaatında hiçbir ülke Fransa’nın yanına yaklaşamıyordu. Avrupa devletleri birbirlerine ne kadar çok benzer görünse de, dikkatli bakıldığında her biri kendi başına müstesna bir durum oluşturuyordu. Ayrıca mutlakıyetçilik Avrupa’daki tüm devletlerde rastlanılan bir özellik değildi. Avrupa kıtasının sınırlarına doğru gidildiğinde, normal Avrupa modelinden çok farklı devletler olduğu görülmekteydi. Örneğin Polonya vardı. Burada, olayların izleyeceği yön on beşinci yüzyıl gibi erken bir dönemde, Jagiello Hanedanı’na ait krallar aristokrasisinin gücünü azaltmak için toprak sahiplerini desteklerinde belirlenmişti. Fakat bunu yaparken aristokrasinin kendi içindeki dayanışmasını hesaba katmamışlardı; kraliyet gittikçe daha çok soylulara bağlanmıştı. Soylular anayasal ve sosyal statülerini o derece arttırmıştı ki, kraliyet kararları soyluların bölgesel meclislerinde onaylanmadan kabul edilemez hale gelmişti. Genel olarak Avrupa açısından bakıldığında, Ortaçağ ve Rönesans döneminin feodal sisteminin içinden, kilisenin kontrolünden kurtulmuş ve bağımsız bir iktidara sahip ağırlıklı olarak dünyevi bir devlet çıkmıştı. On 7 altıncı ve on yedinci yüzyılların dini iç savaşları sırasında, devlet içindeki üstünlük mücadelesi ve dolayısıyla egemenlik konusu bir sonuca bağlanmıştı. Devlet ve hükümdar – en azından kuramsal olarak- tek ve aynı olmuştu. Max Weber’in ünlü tanımına göre egemen olan “meşru fiziksel şiddetin tekeline” sahipti. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, mutlakıyetçi sistemin yönetimindeki devlet, iç savaş sorununa, uyruklarının yaşamlarını kontrol etme işini üstlenerek son vermişti. Sadece devlet, uyruklarından bir savaş sırasında ölmeye hazır olmalarını veya diğer devlete ait bireyleri öldürmelerini isteme hakkına sahipti. Bu yetkiye cezalandırma veya bağışlama gibi ölüm kalım kararlarını almak da dahildi. Mutlakıyetçi devletin diğer tüm özellikleri şu gerekçelerden türetiliyordu: Hükmedenin benliğini kamuya teşhir etmesi, yaşam ve ölüm konusunda af yetkisinin kullanılmasındaki Tanrısal iktidarının kutlanması din ve kilise meselelerinde hamilik konumuna sahip olması, özellikle kilise ve (genelde aristokrat) zümreler olmak üzere rakip iktidar gruplarına boyun eğdirmesi, görevini tarafsız bir şekilde ve hiyerarşik yapıda bir bürokrasinin yaratılması ve düzenli bir ordunun kurulması. Avrupa’nın içinde bulunduğu durumu sürekli savaş halini dikkate alarak, niye bir Avrupa Leviathan’ının doğmadığını, niye belli başlı güçlerden birinin kıtadaki savaş durumuna son verecek bir hegomanya oluşturmadığını ve arkasından da Roma veya Karolenj imparatorluklarına benzer mutlakıyetçi bir süper devlet kurmadığını söyleyebiliriz. Avrupa’nın ortasındaki çok parçalı siyasal yapı olan Kutsal Roma İmparatorluğu da, bazen Protestan ülkelerle Katolik ülkelerin, bazen imparatorlukla devletlerinin ve bazen de Avusturya ile Saksonya ve Bavyera gibi orta büyüklükteki ülkelerin oluşturduğu koalisyonlar arasında var olan bir kontrol ve denge sistemi görülebilir. İmparatorluğun “kum havuzu” yoksul Prusya devletinin, bir gün önemli bir Avrupa gücü haline gelerek Habsburglara rakip olacağına inanmak güçtü. Rusya’nın bu tabloya dahil olup olmayacağı veya ne kadar olduğu on sekizinci yüzyılın başında, 8 Osmanlı İmparatorluğu’nun bu tabloda oynadığı rol tartışma konusuydu. Latin Hıristiyanlığı topluluğu ideali, hem Müslüman Türkleri hem de Ortodoks Rusları dışlamaktaydı. Bu muhteşem rasyonel makine, aynı dili konuşan (Fransızca) devlet adamları ve diplomatlar tarafından idare ediliyordu. Tüm Avrupa’ya yayılmış ilişkilere sahip bir aristokrasinin üyeleri olarak bu kişiler, sadece aynı düşünce ve davranış kalıplarına değil, aynı zamanda makine durduğu zaman onu tamir edecek araçlara da sahipti. Sistemin dışında, Avrupa güçler dengesini oluşturan makinenin yakıtsız kalmaması için parasal yardımı eksik etmeyen ve güçler dengesi tehlikede olduğunda müdahaleden kaçınmayan bir de mühendis, yani İngiltere vardı. İngiltere on sekizinci yüzyılın başlarında Avrupa’da hakim devlet olmaya başlamıştır. D. ANAYASAL DEVLET VE YASANIN EGEMENLİĞİ Güçler dengesi kavramı, somut bir şekilde ilk kez, İspanyol Veraset Savaşı’na son veren Utrecht Barışı’nda, yani uluslar arası hukukta geçerli olan bir antlaşmada karşımıza çıkar. Bu fikir böylece Avrupa siyasetinin, sözleşme vasıtasıyla zorlanabilecek bir ülkesi olarak tanınmış oluyordu. Britanya Dışişleri Bakanı Vikont Bolingbroke antlaşmanın hazırlanmasında önemli rol oynamıştı. Tanrı tanımaz Bolingbroke’un Tanrı’dan hiç bahsetmemesi ve sadece yasadan konuşması, doğal hukuka hayran bir ülkede beklenmesi gereken bir davranıştı. Fakat Bolingbroke’a göre monarşi, Whig yönetimi sırasında yozlaşmış bir tek parti olayına dönüşmüş, parlamento, kraliyet bakanlarının elinde, her şeye evet diyen bir araç olmuştu. Bu yüzden İngiliz Anayasası’nın, iktidarının yerleşik düzen tarafından kötüye kullanılmasını önlemek için sınırlamalar getirecek karşılıklı dengeleme sistemine gereksinimi vardı. Bolingbroke’un ilk düşündüğü, İngiliz toprak sahiplerini bu hedefe ulaşmak için kullanmaktı. Bolingbroke anasayadaki dengeleyici unsurları açıklamaya çalışırken, yaşamının en büyük en büyük zaferi olan Utrecht Barışı’nı anımsıyordu. İngiltere’deki 9 anayasal meseleye güçler dengesi ilkesinin uygulanması gerektiği apaçıktı. Bu, Muhteşem devrimin ilkelerine, parlamentonun yürütmeden bağımsız olmasına, iktidarın merkeziyetçilikten arındırılmasına, kırsal seçkinler için düşük vergilere, yani monarkın bakanlarıyla nüfusun çoğunluğu arasında denge sağlayacak özgürlüklere geri dönüştü. Montesquieu ‘ya göre “yasalar”, hem insanın doğal bir varlık olarak bağımlı olduğu doğal yasalar, hem de bir insan topluluğunun yönetilmesini sağlayan yasalardı. Gereken tek şey, insanın doğuştan gelen aklını kendi yolunu bulması için serbest bırakmaktı. Bu yeni fikirlerin İngiltere’de uygulamaya konuldukları görülüyordu. Yürütme, yasama ve yargı birbirlerinden ayrılmış mıydı? Avrupa’nın dört bir yanından gelen aydınlar, bu kutsanmış adada sanki hac vazifelerini yerine getiriyor ve dönüşlerinde de İngiliz Anayasa’sının yararlarından bahsediyorlardı. Jonh Locke bu yeni durumun, kraliyet ve parlemontonun ulusun ortak edinimleri olarak yer aldıkları bir güven ilişkisine dayandığını söylüyordu. Britanya Kralının konumunun resmi tabiri olan “Parlamentodaki Kral”da anlatılmak istenen de buydu. Dine ve krallığının anayasal hükümlerine ettiği yeminle bağlanmış olan kral, “eski hak ve ayrıcalıkları” kabul etmekle yükümlüydü ve monark yasanın egemenliğini iptal etme hakkından feragat etmişti. Artık yasa Kralın üstündeydi. Tüm bu olaylar içinde olağanüstü olan, ayrıcalıklı sınıfların ayrıcalıklarına sarılması değil, bunu ayrıcalıklara sahip olmayanlarla birlikte geleneksel düzen adına hareket ederek yapmalarıydı. Eski devletin, devrim ateşinde yok olduğu her yerde (1776’nın Amerika’sında veya 1789’un Fransa’sında) aynı şey geçerliydi. Devrim on sekizinci yüzyılın sonuna kadar, eskinin ortadan kalkması ve yerine tamamen yeninin gelmesi değil, aksine, aydınlanmacı despotik bir monarkın veya diğerinin bozmuş olduğu “iyi eski düzenin” yeniden kurulması anlamına geliyordu. 10 Rousseau tarafından önerilen örnek devlet, doğası itibariyle devrimciydi. Britanya tacıyla İngiliz kolonileri arasındaki sözleşmenin hükümsüz olduğunu ilan eden 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin, Rousseau’nun tezini kelimesi kelimesine tekrar etmesi bir rastlantı değildi: “biz şu doğruları aşikâr kabul ederiz, yani tüm insanların eşit yaratıldığını, Yaratan tarafından feragat edilemez belli haklarla donatıldığını ve haklar arasında Yaşam, Özgürlük ve Mutluluk peşinde koşmanın olduğunu; bu hakları güvence altına almak için insanlar arasında, adil yetkilerini yönetilenlerin rızasında alan Hükümetler oluşturmuştur. Herhangi bir hükümet şekli amaçlara zararlı hale gelirse, o zaman halkın bu hükümeti ortadan kaldırma veya değiştirme ve yerine güvenlik ve mutluluklarını sağlayacağına inandıkları en muhtemel şekle karşılık gelecek yetkilerle donattıkları ve ilkeler üzerine kurdukları yeni bir hükümet oluşturma hakkı doğar.” Rousseau gerçekten de devrimci bir halk devletinin yasal olabilmesi için gerekli olan fikirleri sağlamıştı. Fakat yeni devleti, erdemli insanlar tarafından hazırlanmış bir toplumsal sözleşmeye, küçük toprak sahipleri ve zanaatkârlardan oluşan bir cennete dayandırmak için yapılan girişim büyük bir katliamla sonuçlanacaktı. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sındaki mutlakıyetçi devletin meşru ve doğrudan varisi olarak gördüğü şey, aslında merkezi ve modern bürokratik devletti. Bu devletin orjinal modeli, bakanlıklar halinde örgütlenmiş kamu hizmetleriyle Napoleon İmparatorluğuydu. Bu bakanlıklarda üst düzey devlet memurları, müsteşarlar ve daire başkanları olarak tanımlayabileceğimiz memurlar vardı. Bakanlar, müsteşarlar ve daire başkanlarından oluşan bu kitle komut ve bilgileri, hiyerarşik yapının en tepesinden aşağıdaki en ufak yerel birime taşımakta ve merkezi bürokrasiyi de aynı şekilde aşağıdan yukarıya olacak şekilde bilgilendirmekteydi. Sistem, rasyonel ilkelerin bir sonucu olan üst ve alt otoriteler şeklinde örgütlenmişti. Bu, aydınlanmacılığın 11 akılcı ve matematikçi ruhuna uygun bir şekilde tasarlanmış, tam anlamıyla geometrik bir güç piramidiydi. Avrupa devletleri, devrimin derin karanlığından ve yirmi iki yıllık bir dünya savaşından çıkarken, içsel yapılarında farklılıklar gösteriyorlardı. Fakat temel özelliklerde Fransız modelinden epey yararlanmışlardı; bunda kısmen Napoleon’un hegomanyasının rolü olduğu açıktı ama muhtemelen bir önceki dönemde mutlakıyetçi rejimlerin geniş bir alana yayılmış olmasının rolü de vardı. Bunlar on sekizinci yüzyılda, Avrupa’nın sınırlarında bulunanlar hariç (Rusya ve İngiltere) kıtadaki tüm devletlerdi. 12 İKİNCİ BÖLÜM: ULUSLAR A. ULUS NEDİR? Ernest Renan’a göre “Ulus bir ruh, zihinsel bir ilkedir. Bu ilkeyi oluşturan aslında tek ve aynı olan iki şeydir. Biri anıların korunması, diğeriyse güncel geçerliliği olan anlaşma, beraber yaşama arzusudur… o zaman ulus, geçmişte yapılmış ve gelecekte yapılmaya hazır özverilerle desteklenen, özel bir akrabalık duygusuna sahip genişletilmiş bir topluluktur. Bir ulus bir geçmiş farz eder, ama geçmiş bir somut gerçek üzerine kurulmuştur: anlaşma, yani hep birlikte yaşama devam etme arzusudur.” 1789 Fransız Devrimi’ne kadar, diğer Avrupa ulusları gibi Fransız ulus da siyasi statüye sahip bireylerden meydana geliyordu. Bu grup, Fransız tacıyla olan doğrudan ilişkileri vasıtasıyla siyasi eylem başlatabilecek konuma sahip veya en azından zümreler aracılığıyla temsil edilen bireylerden meydana geliyordu. Alman ulusu, İmparatorluk Diet’inde toplanan imparatorluk aristokrasisinden, imparatorluk kilisesinden ve imparatorluk kentlerinden oluşuyordu. Ortaçağın ortalarından hemen hemen on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar ulusu meydana getiren tüm nüfus değil, yönetenlerden oluşan veya bir şekilde siyasette temsil edilen kesimdi. Burada uluslardan değil, aristokrakratların uluslarından bahsediyoruz. Natio (egemenlik) fikri siyasi arenadaki farklılıkları belirlemek için kullanıldığı gibi, dilsel farklılıklar içi de uygun terimdi. Her ne kadar Avrupa’nın tamamına kilisenin, siyasetin ve öğretimin evrensel iletişim aracı olarak Latince hakimdiyse de, Avrupa Ortaçağda çok dilli bir kıta olmuştu. O yüzden, Avrupa’nın birçok yerinden gelerek bir araya toplanan yabancılar dillerine, kendilerini farklı kılan özellik olarak yaklaşıyordu. 13 Ulusal kimliklerini çoğu zaman bağımsızlık mücadeleleri sırasında keşfedenler özellikle küçük uluslardı. Bu, klasik zamanlardan beri etkili olmuş ve sık sık yerli gelenekler tarafından asimile edilmiş simgesel bir durumdu. Örneğin 1317’de İrlanda Krallarının Papa XXII. Johannes’e yazdığı bir mektupta, İngilizlerin yaptıkları kötülüklerden ötürü şikâyette bulunuluyor ve bağımsızlık talepleri şu sözcüklerle gerekçelendiriliyordu. İrlanda Kralının ataları 3500 yıl önce İspanya’da geldi ve 136 kral, damarlarında bir damla yabancı kan bulunmadan bu topraklarda, Aziz Patrick İrlanda’yı Hıristiyan yapana kadar hükümdarlık etti: o andan itibaren, “en saf ırka” ait olan krallar, İrlanda 1170 yılında İngilizler tarafından fethedilinceye kadar her zaman hükümdarlık etti ve İrlanda’nın özgürlüklerini savundu. Demek ki bağımsızlık hakkı ulusun ne kadar eskiye dayandığını, ne kadar önceden Hıristiyanlığa geçtiği ve kanının saflığı tarafından belirleniyordu. Ulusların kökenlerini hep savaşlar oluşturmaz ama çoğu zaman katalizör vazifesi görürler. Avrupalıların kendi kimliklerini keşfetme eğilimini ilk andan itibaren oluşturan şey, komşularına karşı oluşturdukları sınırlar ve aralarındaki düşmanlık ile çekişmelerdi. Bunun uzun bir döneme yayılan bir süreç olduğu doğrudur ve bu, uzun süre boyunca sadece soyluları ve entelektüelleri ilgilendiren bir konu olarak kalmıştır. Siyasi açıdan nispeten sakin geçen zamanlarda durgunluk dönemleri söz konusuydu, ama süreç, siyasi kararsızlığın egemen olduğu zamanlarda tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. Fakat kitleler bu sürece, güç ve şiddetle, ancak on sekizinci yüzyılın sonundan itibaren dahil olmaya başlamıştır. Ulusların, birer ulus olarak adlandırılmadan önce ortak duygulara dayanan bir topluluk, bir dil veya ortak gelenekler ve basit silah arkadaşlıkları gibi ortak duygular olarak var oldukları doğrudur; sürekliliği arzulayan ve aslında süreklilik sağlayan özellikler. Bu sayede Avrupa ortaçağının sonundan itibaren, uluslarla aynı anda gelişmeye başlamış bir siyasi örgütlenme şekli olan devletlerle ilişkili verimli ve dinamik gerilimler hazırlanmış oluyordu. 14 B. ULUS DEVLETLER VE ULUSAL KÜLTÜRLER Ortaçağın sonunu izleyen dönemde, ulus devletler ortaya çıkmadan, yani on sekizinci yüzyıl sona ermeden önce, Avrupa uluslarının tarihi, bireysel yaklaşımlardan oluşan bir öyküydü. Ulusun bütünleşmesine yardım eden faktörlerden biri, İngiltere’nin Avrupa’nın hiçbir yerinde rastlanmayan bir toplumsal hareketliliğe sahip olmasıydı. Yüksek aristokrasi, seçkinler ve halk arasında toplumsal hareketlilik aynı zamanda ülkenin kültürel açıdan bir araya getirilmesini sağlayan faktördü. On altıncı yüzyıl ve daha ilerisi açısından baktığımızda, bu iddiaya önemli kısıtlamalar getirmek gerekecektir. Kırsal nüfusun ufku, özellikle İngiltere’nin kuzeyinde çok nadiren krallığın sınırlarına kadar uzanıyordu. Kırsal yaşamla ilgili hemen hemen tüm işler, köyde veya yerel toprak sahibinin mülkünde ama kesinlikle kırsal ilçede yürütülmekteydi. Ortak bir İngiliz kimliğinin nispeten erken ve daha da önemlisi kalıcı bir şekilde ortaya çıkması, sadece ülkenin kültürüne dayanmıyordu: kültürel bütünleşme siyasi bütünleşmeyle birlikte gelişiyordu. Hatta siyasi bütünleşme çoğunlukla bir asım önündeydi. İngiliz hükümdarları, Norman Fethi’nden beri, soylu ailelere geniş ve birbirleriyle bağlantılı fief’ler dağıtmamaya dikkat etmişti. Bu yüzden İngiliz tacının egemenlik taleplerini ve yetkilerini tüm krallığa yayması, kıtadaki örneklerden daha kolay olmuştur. İngiliz tacı ve Parlamento birlikte İngiltere’nin ulus devletini yaratan ve devletin kurumlarının hem onaylayan hem de güvence altına alan bir kültür için gerekli temel koşulu ve ortamı meydana getiren siyasi kurumlardı. Nu kurumlar vasıtasıyla ulus fikri somut bir gerçeklik kazanıyordu. İspanya’da ulus devlet, ülkenin kültürel bütünleşmesine bağlı olarak yavaş bir şekilde gelişmişti. Büyün Britanya’da İngiltere’nin oynadığı rol, İspanya’da Kastilya tarafından üstlenilmişti. İspanyol ulusal karakteri Almanlarınkinden farklıydı; soğuk iklim Almanları sakin ve soğukkanlı 15 kılıyordu. Aynı şekilde Siyahların ve Kızılderililerinkinden de farklıydı; aşırı sıcak iklim onlara, şiddete daha eğimli bir yapı kazandırıyordu. İspanya’daysa ilimli iklimden ötürü, olumlu ve sağlam tarzlar ve ahlak hüküm sürüyordu. Dolayısıyla Krallık saygı görüyor ve yasalara tüm ulus tarafından uyuluyordu. Orta Avrupa’ya gelindiğinde, ulusal bir kültüre destek verecek devlet kurumlarına rastlanmaz. Alman ulusunun Kutsal Roma İmparatorluğu’na göndermede bulunan 1512’nin Köln İmparatorluk Buyruğu, Reich’in otoritesini ve evrensel karakterini gitgide kaybetme olduğunun kanıtıydı. 18. yüzyılda konumuz açısından çok önemli bir eğilim açığa çıkmıştı: Kamu görevlileri, profesörle, öğretmenler, Protestanlar, din adamları, yazarlar, kitap satıcıları ve yayıncılar, doktorlar ve avukatlardan oluşan yeni bir toplumsal sınıf belirmişti. Bu kişiler toplumsal statülerinden ötürü değil, uzmanlıklarından ötürü bir meslek veya makam sahibiydi. Yeterli olduklarını gösteren güvence, almış oldukları akademik eğitimdi. Birçok alman devletinin kamu kesiminde sürekli artan bir şekilde eğitimli eleman ihtiyacı belirmiş ve bu ihtiyaç, bu yeni sınıfın doğmasında önemli bir faktör olmuştu. Avrupa, ulus devletlerini ortaya çıkaran koşullar açısından farklı şekilde yapılanmış üç bölgeye ayrılıyordu. Bu bölgeler, farklı başlangıç noktalarından yola çıkarak kilit dönem olarak adlandırdığımız, radikal değişimin baskın olduğu çağa kadar gidiyordu. Bu çağ, tarım toplumları halinde örgütlenmiş ve “zümreler” tarafından temsil edilen eski Avrupa ile bugünün endüstriyel kitle uygarlığına sahip Avrupa arasındaki dönemdir ve bu ulus fikri, bu dönem sırasında ilk kez ortaya çıkan, hem gerçek hem de potansiyel boyutta devrimci bir öneme sahip olacaktır. 21. yüzyıla varıldığında ulus fikri, Marx’ın ifade ettiği gibi kitlelerin kontrolünü eline alır ve dikkate alınması gereken önemli bir güç haline gelir. İlk önce Avrupa’da ve daha sonra tüm dünyada siyasi meşruiyetin önemli bir kanıtı olur. Bu radikal değişikliğin arka planını oluşturan, tarihsel süreklilikteki bir kopukluktu ve bu, neolitik dönem avcı-toplayıcı gruplarını, tarım ve 16 hayvancılıkla uğraşan yerleşik yaşamı benimsemiş düzenli tarım toplulukları haline getirmiş olan radikal dönüşümle karşılaştırılabilecek türden bir kopukluktu. Uğraşılması gereken ilk sorun, demografik türdendi: bulaşıcı hastalık, açlık ve savaşlar tarafından belli ve sabit bir düzeye gelmiş olan Avrupa nüfusu, uzun bir kararlılık döneminden sonra, 18. Yüzyılın ortasından itibaren çok hızlı bir şekilde artmaya başlamıştı. Bu görülmemiş nüfus artışının arkasında, bir kısmı hala tam olarak anlaşılamayan çeşitli nedenler mevcuttu. Her şeyden önce tarımsal verimlilikte çok yüksek bir artış söz konusuydu. Her geçen gün daha fazla sayıda insan, sayısı sürekli azalmakta olan işler için rekabetteydi. 18. Yüzyılın ortasından itibaren beslenmesi gereken insan sayısı artmaya başlayınca, yiyecek ve özellikle tahıl fiyatları da yükselmeye başlamıştı. Fiyatlar, örneğin Fransa’da, yüzyıl sona ermeden yüzde altmış artarken, insanların kazandıkları para aynı dönemde sadece yüzde yirmi beş yükselmişti. Göç başlamıştı, kırsal kesimden kentlere göç giderek artmıştı. Bu dönemde, Avrupa’nın yüz elli yıl sonra üçüncü dünya ülkelerini etkileyecek feci kıtlığa benzer bir felaketle karşılaşmamış olmasının nedeni, aynı anda gerçekleşmekte olan ve adına sanayi devrimi dediğimiz ekonomik ilerlemeydi. Avrupa’nın sanayileşmesi, kendi içinde uyumlu ve aralıksız bir süreç olarak, iki yüz yıldır devam etmektedir. Nüfuz patlaması, endüstri devrimi, zamanın ve uzaklığın yok edilmesi, bilgi ve habere gittikçe artan ulaşılabilirlik… Birbirine bağlı olan tüm bu faktörler karşılıklı etkileşim içindeydi. Avrupa’nın siyasi sistemi, daha önce görülmemiş bu temel değişikliklere eninde sonunda uyum sağlamak zorundaydı. Yönetimle ilgili temel varsayımlar değişmişti. 17 On dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da, toplumsal ve siyasi ve düzen ve meşruiyet konularıyla ilgili çeşitli düşünceler orya çıkar, gelişir ve farklı biçimler alır ve karşılıklı etkileşime girer. Tüm bu “izmler”, tek ve aynı Avrupa evrenine ait bir söylemden doğar ve üstelik bunların yirminci yüzyıldaki daha aşırı formülasyonları (komünizm ve faşizm) bile, Avrupa düşüncesinin akraba versiyonlarıdır. C. HALK ULUSUNUN İCADI Bugün Avrupa’nın kültürel topraklarında sağlam bir şekilde kök salmış ulusal dillerin büyük bir kısmı, on dokuzuncu yüzyıla kadar standartlaşmamış, yani konuşma dillerinin belirsiz derinliklerinden çıkartılmamış, gramer açısından standart bir edebiyat diline dönüştürülmemiş ve bazı durumlarda yeniden icat edilmemişti. Halk ulusunu yaratan olgu, dilin yanı sıra tarihti de; tarih, bir halkı en eski geleneklerinden bugüne doğru birleştiren, ulusu çözülmez bir bağla birbirine bağlayan ortak bir alınyazısının bir kaydıydı. Bir ulusun tarihi, varlığının garantisiydi. Ulus, antik ve kutsanmış bir yasaya başvurabildiği sürece, ulusun parçası olmamayı seçenlere veya birleşmek için verilen mücadeleyi reddenlere karşı devrim, savaş ve şiddet onaylanmış oluyordu. 18 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: ULUS DEVLETLER A. DEVRİMCİ ULUS DEVLET (1815-1871) Ulus devlet, ulusun iktidarının dünyevi örgütüydü, diye ilan eder Marx Weber. Ulus, ulus devlette sadece üyelerinin toplamından ibaret olmaya razı değildir: halk ulusla aynı şeydir ve ulus kendisini sadece kültürel değil, aynı zamanda siyasi bir varlık olarak da görürü. Halkın oluşturduğu ulus, kimliği devlet içinde bulur ve geliştirir; halk kendisini özgür bir şekilde ulus devlet ortamında yönetir ve yabancı bir yönetimden bağımsız olur. Yeniçağın ruhu, yani hiçbir yüce fikir veya ilkeye dayanmayan kaba kuvvetin yarattığı korku tabii ki ortalıktaydı. Öyle ki, Viyana komisyonunun komite toplantılarında yapılan müzakerelerin parçası olmayı bile başarabiliyordu. Avrupa hükümdarlarının bir “kutsal ittifak” kurmaları, Rus Çarı I. Aleksandre’ın isteğiydi. Bu Hıristiyan dinine ve Avrupa devletlerinin meşru yani monarşilerden ve hanedanlardan oluşan düzenine dayanan bir ittifaktı. “Kutsal ittifak”, ulus devletlerin kurulmasını isteyen devrimci talebe karşı düşünülmüştü. Ulusallık ilkesi sadece bir monarkın meşru yönetimine bağlanabildiği yerlerde tanınmıştı: Büyük Britanya, Fransa, İspanya, Portekiz, Hollanda ve İsveç’te, yani Kuzey ve Batı Avrupa’da. Ülkelerin, Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları’nın arkasından gelen yeniden yapılanma döneminde, niye çoktan ulus devlet özelliklerini barındıran tarihte yerlerini almaları gerektiğinin, bariz nedenleri bulunmaktaydı. Tüm bu örneklerde, uzun süredir kararlı bir yapıya sahip devletler bulunmaktaydı; hem kültürel hem siyasi hem de idari anlamda bütünleşmiş bu devletler, kendilerini yüzyıllardır “uluslar” olarak kabul eden yönetici sınıflar tarafından yönetiliyordu. İngiltere’de Şanlı devrim’in ve Fransa’da ise 1789’daki Büyük Devrimin yol açtığı karışıklıklardan sonra, halkın yönetim sürecine doğrudan seçimle veya 19 plebisit aracılığıyla katılma oranı sürekli artmıştı. Diğer bir deyişle “halk uluslar”ına dönüşmüştü veya en azından bu süreçlerden geçiyorlardı. Fransa ve İngiltere’nin ulusal devlet olma yolundaki ilerlemeleri, Batı Avrupa’daki ülkelerin ulus devletler olarak ortaya çıkmalarını çeşitli şekillerde etkilemiştir. Fransa’nın sunduğu devrimci örnek, yani ulus devletin ulusal anayasayla birlikte kurulması, 1820’de İspanya ve 1831’de Belçika tarafından tekrar edilir. Orta Avrupa’da, yani Almanya ve İtalya’da durum tamamen farklıydı. Bu bölgenin siyasi parçalanmışlığı ve çevresel güçlerin, aksine Orta Avrupa’nın siyasi örgütlenmesi ve oluşumu üzerindeki doğrudan etkisi bir kaza sonucu ortaya çıkmamış, aksine Avrupa düzeninin tamamından kaynaklanan mantıksal sonuç olmuştur. Kıtadaki dengenin yüzyıllardır korunmuş olmasının nedeni Orta Avrupa’nın şekilsiz doğasıdır ve haritaya göz atmak bunun arkasındaki nedeni görmek için yeterli olacaktır. B. EMPERYALİST DEVLET (1871-1914) 1871 yılı, çağdaşlarının düşündüğünden bile daha derin bir tarihsel uçurumdu. Orta Avrupa’nın yüzyıllardır var olan karışık parçalı yapısının yerini, Avrupa’nın kontrol ve denge sisteminde yabancı unsuru temsil eden iki büyük güç, yani İtalya ve Almanya almıştı. Bu değişikliğe Avrupa’nın her iki yakasındaki güçler doğuda Rusya ve batıda da İngiltere ve Fransa, kendilerine özgü bir tarzda ve gayet kesin bir şekilde tepkide bulunmuştu; böylece büyük Avrupa güçleri yirminci yüzyılın başından itibaren politikalarını değiştirmiş ve entelektüel atmosfer de radikal bir farklılaşmadan geçmişti. Emperyal evre 1880’lerle I. Dünya Savaşı sırasında doruğa vardığında, Britanya İmparatorluğu’nun kolonilerinin yayılmışlığı, İngiltere’nin rakiplerinden yüzde olarak çok daha azdı. Ne de olsa mesele, yeni bir koloni imparatorluğu kurmak değil, uzun bir süredir elde edilen toprakları 20 birleştirmekti. Fakat bu kolonilerin toplam yüzölçümleri, eşsiz bir fenomenle karşı karşıya olduğumuzu bariz bir şekilde gösteriyordu. İngiltere’de, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru ulusu, toplumsal ve kültürel açıdan bir arada tutan ulusal bir uzlaşma oluşmuştu. Bu uzlaşma ülkenin, toplumsal çatışmalarını, acı veren İrlanda sorununu ve İngiltere’nin o ana kadar dünyada sürdürdüğü siyasi ve ekonomik egemenliğini kaybetmesinden kaynaklanan sıkıntıları aşmasını sağlamıştı. Emperyalizm ve ulusçuluk aynı paranın farklı iki yüzüydü. Krallığın iç bütünlüğünü etkileyen ana mesele kamuoyunda, istisnasız bir şekilde, Büyük Britanya’nın emperyal misyonunun ayrılmaz bir parçası olarak gösteriliyordu. Devlet ve ulus, sürekli artan bir etkileşim içindeydi; devlet çıkar ve politikaları, her geçen gün daha fazla ulusal egoizm ifadeleriyle birlikte var olmaktaydı. Bu, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru kendisini tüm Avrupa devletlerinde hissettirmeye ve Avrupa politikasını her geçen gün daha kapsamlı bir şekilde kontrol etmeye başlayan sevimsiz bir bileşimdi. Avrupa devletlerinin kendi çıkarlarının daha ılımlı şekle dönüştürülmesini sağlayan Avrupa uyumu zamanla telaffuz edilmez olmuştu. Adı sadece zaman geçtikçe daha da az toplanmaya başlamış işe yaramayan konferanslarda duruluyordu. Yerini sonunda büyük güçlerin ve rakip ittifaklarının birbiriyle uyumsuz karşıtlıklarına bırakacaktı. Avrupa devletler sisteminin ortadan kalkmasından sonra, devletlerin içini, yaklaşan tehlike ve gerileme korkusu kaplamıştı. Toplumun parçalanması ve en önemlisi işçiler tarafından yapılan grev ve gösterilerin görüntüsü, ulus devletlerin üst sınıflarını, yayılmak veya gerileyerek yok olmaktan başka bir seçenek sunmayan uluslararası rekabet tehdidinden daha az korkutmuyordu. 21 C. TOTAL ULUS DEVLET (1914-1945) Topyekûn savaş, savaştan önce hemen hemen hiçbir liberal anayasal devletin bilmediği örgütlenme, karar verme ve kontrol biçimlerini gerektiriyordu. Devlet sadece çatışma halindeki ülkelerde değil, tarafsız ülkelerde de hammaddelerin ve yiyeceklerin karneyle dağıtılmasını ve savaş çabaları için zorunlu üretim faaliyetlerini kontrol altına almıştı. Bu kontrol sadece endüstrileriyle onların tüm taşeron firmaları değil, taşıma ve iletişim alanlarını da kapsıyordu: İngiltere ve Fransa’da savaşla ilgili ilk ekonomik tedbirler, demiryollarının ulusallaştırılması oluyordu. Ayrıca savaş süresince bir çok ülke, iş ilişkilerini en azından savaş için yaşamsal önemi olan alalarda düzenleyen yasalar çıkartıyordu; bu tür yasalar, anlaşmazlıkları önlemek ve silah fabrikalarındaki üretimi artırmak için, örneğin iş seçme özgürlüğüne sınır getiriyor ve sendikaları müzakerelerin bir ortağı olarak kabul etmeleri için patronları zorluyordu. Bir de savaşa ait operasyonlar vardı: milyonlarca erkeğin askere alınması ve onların sivil yaşamdaki işlerinin yerine geçecek birilerinin (genellikle kadınlar) bulunması. Bu, aile yaşamıyla ilgili yeni tedbirlere giden yolu açan bir gelişmeydi. Sanayiye verilen büyük boyuttaki devlet işlerinin, yiyecek, at ve araç taleplerinin ekonomi üzerinde etkisi çok olmuş ve devlet harcamalarında artık uzun vadeli borçlanmayla karşılanamayan büyük bir artış ortaya çıkmıştı. Böylece para arzı ciddi bir şekilde artmış, aynı zamanda birçok mal ve hizmetin arzı azalmış olduğundan, fiyat artışları belirmişti. Bu da fiyat ve ücretlerin devlet tarafından kontrol edilmesini getirmişti. Topyekun savaş ve topyekun seferberlik fikirleri kendisini askeri ve siyasal alanda göstermişti. Mevcut güçlerin tamamını sadece bir başka ulusu yok etmek için tek bir kişinin komutasına vermek, kendisini kısa bir süre 1813’ün Özgürlük Savaşı’nda göstermiş ama Avrupa Devletlerinin askeri ve siyasal lider kadroları tarafından reddedilmişti. Muhafazakâr tepki sadece demokrasinin, cumhuriyetçi ve liberal anayasanın reddedilmesi değil, mutlakıyetçi dönemin rasyonel siyasi ilkelerine geri dönüş anlamına da 22 gelmişti. Fakat bu ilkeler, diğer konuların yanında her devletin var olma hakkını da kapsıyordu. Toplumsal ve ekonomik konularda müdahaleci devlete doğru giden hareketi geri dönülemez kılan etken, savaştı. Milyonlarca askerin terhis edilmesi ve ekonomiye tekrar kazandırılması, sadece devletin başarabileceği bir konuydu. Sendikalar savaş öncesi rollerine geri dönmek istemiyordu; günde sekiz saat çalışma hakkı, fabrikaların yönetimine daha etkin katılım ve daha etkin sosyal politika talep ediyorlardı. Savaştan önce sadece Büyük Britanya’da başlatılmış bir uygulama olan işsizlik sigortası, şimdi Almanya’nın da aralarında olduğu birçok ülkede, daha uygulamaya konan sosyal güvenlik önlemlerinin yanında terini almıştı. Savaşın yıkıma uğrattığı bölgelerin yeniden yapılanması, sadece özel teşebbüsün altından kalkabileceği bir iş değildi; devlet bir kez daha yatırımcı ve örgütleyici olarak müdahalede bulunuyordu. Bankaların iflas ettiği 25 Ekim 1929 tarihindeki “Kara Cuma”nın ardından endüstriyel devlet ekonomilerinin modern tarihin en büyük durgunluğuna girmesiyle kriz geliyordu. Avrupa’nın endüstriyel randımanı üç yıl içinde yarıya düşüyor ve Almanya’da çalışan nüfusun üçte biri işsiz kalıyordu. Bir anda, hükümet tarafından verilmiş tüm güvencelerin hep birlikte yerine getirilmesi gerekmişti ve hükümet bunun altından kalkacak durumda değildi. Durgunluğun Almanya’dakinden pek farklı boyutta gerçekleşmediği İngiltere’de, bu durumun ortaya çıkardığı sonuçların sorumluluğu birbirinden farklı çeşitli toplumsal ve idari organlar tarafından yüklenilmiş, anayasa fırtınayı kazasız belasız atlatmıştı. Diğer demokrasiler her ne kadar ciddi zarara uğramışlarsa da, dünya çapındaki çöküşü atlatmıştı. Krizden sağ çıkan devletler genelde demokratik ve parlamenter kurumların, mevcut gelenek ve alışkanlıkların içine sağlam bir şekilde yerleştirildiği, bu konuyla ilgili tartışmaların artık sona erdiği ülkelerdi. Bunlar, devrimci ve demokratik ulusal devlet geleneğinin 1789’dan beri güçlü 23 bir şekilde yerleşmiş olduğu Fransa ile kıtanın kuzey ve kuzeybatısında, anayasal monarşiyle buna karşılık gelen parlamenter kurumların sağlam bir siyasi çerçeve sağladığı, Büyük Britanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Norveç, Danimarka, İsveç gibi devletlerdi. Fakat bu devletler Avrupa’da kuralı temsil etmiyordu. Batı ve Orta Avrupa’da ufku karartan, sosyalist devrim tehdidiyken, Doğu Avrupa’da aynı işlevi gören, devletin olağanüstü durum ilan etmesine ve arkasından diktatörce tedbirleri devreye sokmasına neden olan mesele, çözüme kavuşturulmamış olan uluslar sorunuydu. Kıtanın siyasi parçalanmışlığının yanına bir de ekonomik parçalanmışlık vardı. Dünya ekonomik sistemi, savaştan sonra ancak kısmen kurtarılmıştı ve 1929’da tüm dünyayı kontrol altına alan krizden sonra bir kere daha çöküyordu. Yeni sınırlar ticaret için daha fazla engel, ihracat için daha fazla kısıtlama ve para değişimi üzerinde daha fazla kontrol anlamına geliyordu. İç çatışmalar, devletlerin arasındaki düşmanlıklardan daha az şiddetli değildi: Aşırı uçları temsil eden partiler, demokratik merkez pahasına ilerlemişti. İki dünya savaşı arasındaki potansiyel iç savaş tehdidi, on altıncı ve on yedinci yüzyıllardaki dini savaşları sona erdiren aynı tepkiye davetiye çıkartıyordu: Güçlü ve merkezi devlet otoritesi. Totaliter devletin çağı gelmişti. Mussolini ve Hitler’in halka yaptıkları konuşmalarda, teori içerikli ve günlük politikalarla ilgili cümleler çok az yer tutuyordu. Dinleyicilerin arzu ve rüyalarını bir büyüteç gibi toplayarak bir noktada odaklayan şey, bu iki büyük demagogun kitleler üzerinde bıraktığı kişisel etkileriydi; kitlelerin bu bir noktada toplanmış arzularına imalı ve tesirli göndermelerde bulunuyor, bunları tekrar kitlelere yansıtıyorlardı. Yandaşlarını ve dinleyicilerini büyülüyor, irrasyonel kolektif bilinçaltlarının derinliklerinden her türlü korku ve önyargıyı çıkartıp adlandırıyorlardı. Bu anlamda faşistler ve nasyonal sosyalistleler siyasi rakiplerinden çok daha moderndi. Geleneksel partiler 24 hem ideolojik ve program yönelişlerinde hem de gelişimlerini borçlu oldukları süreç açısından, rasyonalizm çağının varisleriydi; insanları siyasi bir programın doğruluğuna inandırmak için yapılması gerekenin, onları bu programa aşina kılmanın yeterli olduğuna inanılan bir dönemden geliyorlardı. Avrupa’nın faşist partileri kendilerini, demokrasilerin siyasi kurumlarını “ele geçirmek” için gerekli koşulların olgunlaşmasını bekleyen ve aralıksız bir şekilde baskıda bulunan hareketler olarak görüyordu. Yakından bakıldığında, birbirinden farklı iki fenomeni ayırmamız gerektiği ortada: bir yandan Avrupa’da, özellikle otuzlu yıllarda, her ülkeyi etkilemiş ve kıtadaki fikir atmosferinde nüfuzunu hissettirmiş faşist partilerin ve hareketlerin ortaya çıkması; ve diğer yandan, her ne kadar faşistlerin tek parti haline geldiği ve devleti kendi isteklerine göre şekillendirdiği iktidar değişiklikleri sadece İtalya ve Almanya’da ortaya çıktıysa da, çoğu zaman aynı kategoriye dahil edilmiş ve “faşist” olarak kınanmış diktatörlükler tarafından yönetilen devletler. II. Dünya Savaşı’nın en dehşet verici özelliği sadece kitlesel katliamlar değil, cinayet fikrinin despotluğudur. Hitler’in savaşı, akıl ve siyasetle ilgili kabul edilmiş tüm standartları paramparça etmiştir. Artık insanların, totaliter ideoloji topyekûn iktidarla birleştiğinde ne kadar derin ve karanlık bir çukura sürüklenebileceğini biliyoruz. Hitler’in Üçüncü Reich’ına bakarak, bir totaliter devletin, eğer tam bir tutarlılıkla düşünülür ve tasarlanırsa, neler yapılabileceğini görebiliriz. Üçüncü Reich’ta gerçekleşen tamamen mantıksal bir gelişmeydi. Çünkü bu gelişim, başından beri ulusu düşmanlarına gönderme yaparak tanımlayan, doğrulayan ve onaylayan fikrin içinde saklı olarak mevcuttu; bir ulusun kendisi ve düşmanı hakkında sahip olduğu imajlar, aynı paranın farklı yüzleridir. Ulus fikri totaliter bir yapı kazandığında, “bütüncü ulusçuluk” ve faşizm ideolojilerinde mutlak ve kutsal olarak algılanmaya başladığında ve sonunda tutarlı aşırılığının ifadesi olan nasyonal sosyalizm şekline büründüğünde, düşmanda büyütülmüş ve mutlak terimlerle 25 algılanmaya başlanmıştı ve bunun arkasından gelen savaştı. Bu öyle bir savaştı ki, sona erdiğinde o güne kadar Avrupa uygarlığının ona dayattığı tüm bağlar parçalanmıştı. D. ULUSLAR, DEVLETLER VE AVRUPA Avrupa’da devletlerin geleneksel düzenini yeniden kurma girişimi, gerekli önkoşulları yerine getiremediğin başarısızlığa uğramıştır. Avrupa tarihi, başlıca güçlerinden birini hegomanya konumuna yükselterek kıtanın daha önce var olan birliğini yeniden oluşturmak için yapılan bir dizi girişim olarak görülebilir. Bu girişimlerin, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda denizaşırı imparatorluğunun zenginliğini sömüren ve Avrupa’nın Katolik birliğini yeniden kurma misyonundan ilham alan İspanya’yla başlamış olduğu düşünülebilir. İspanya’nın ardından, Avrupa hegomanyasına iki kez niyetlenmiş Fransa gelmişti: ilk olarak XIV. Louis zamanında ve daha sonra Fransız Devriminin getirdiği misyon duygusuyla Napoleon zamanında. Her ne kadar ana çıkarı denizaşırı imparatorluğu olmuşsa da, İngiltere on sekizinci yüzyılın başında daha sonra on dokuzuncu yüzyılda bir tür dolaylı hegomanya oluşturmak için Fransa’nın arka arkaya aldığı yenilgilerden yararlanmıştı. Rusya’ysa ilgisini, Viyana Kongresi’nden beri Orta ve Güney Avrupa’ya yöneltmişti. Fakat bu girişimler, her seferinde yükselen güce karşı koalisyon oluşturan diğer Avrupa devletlerinin direnmesinden ötürü hüsranla bitmiş ve kıtadaki güç dengesi eninde sonunda yeniden kurulmuştu. Alman Reich’ının Avrupa egemenliği için yirminci yüzyılda yaptığı iki atılım da, nöbetleşe hegomanya girişimleri ve dengenin yeniden kurulması düzenin parçasını oluşturur. Fakat Hitler’in dünya savaşı, eşi ve benzeri olmayan öyle yıkıcı kuvvetleri harekete geçirmişti ki Avrupa dengeyi yeniden oluşturacak kaynakları bulamayacaktır. Kurtuluş kıtanın dışından gelir; Asya’nın bozkırlarından ve Atlantik’in karşı yakasından. Avrupa bu kurtulmanın bedelini bölünerek ve iki süper gücün (ABD ve Sovyetler Birliği) nüfuz alanlarına girerek öder. 26 Avrupa’nın bölünmesi fikri savaş bittiğinde çoktan ortaya çıkmıştı ve arkadan gelen Soğuk Savaş sırasında daha da radikalleşecekti. Bu karşıt güçlerin şiddetli rekabeti arasında kalmış ulus devletlerin kendi haklarını öne çıkarması çok zordu: 6 Ağustos 1945‘te Hiroşima’ya ilk atam bombasının atılması ve 1949’da Sovyetlerin atam bombasına sahip olması, devletlerin egemenliğinin yeniden tanımlanmasını gerekli kılmıştı: bundan sonra herhangi bir büyük krizde sadece nükleer güçler tam anlamıyla hareket özgürlüğüne sahip olacaktı. Diğer Avrupa Devletlerinin egemenliği, hangi büyük gücün nüfuz alanının nükleer kalkanı altında kaldıklarına bağlı olacak ve bu büyük güç, bu kalkan altında geçerli olacak siyasi, ideolojik, ekonomik faktörleri dayatacak, ülkelerin içişlerini belirleyecekti. Ulus devletlerin geleneksel kendi kaderlerini tayin hakkının yerini, bu devletlerin askeri, ideolojik ve ekonomik konularda yöneten iki kutuplu bir politika almıştı. Amerika Birleşik Devletleri’nin I. Dünya Savaşı sonrasındakilerden farklı davranması, geri çekilmeyip Sovyetler Birliği’nin ilerlemesine karşı oluşturulan NATO ve Marshall planı aracılığıyla Batı Avrupa’nın güvenliği garanti altına almaya karar vermesi, Avrupa içinde ittifakların ve birliklerin oluşmasını teşvik etmek için gerekliydi. Nazi baskısına karşı mücadele etmekte olan direniş kuvvetleri, savaş sırasında bile ortak ülkülerinin Avrupa’nın hümanist ve Hıristiyan geleneğinin yarattığı ruh olduğunun bilincindeydi. Carl Goerder (1184-1944) 1943’te yapılan bir barış planında şöyle diyordu: “Avrupa uluslarının bir Avrupa Devletleri Konfederasyonu altında birleşmesi bize zorunlu bir gereklilik olarak gözüküyor. Amacı, Avrupa’yı bir Avrupa savaşı çıkma olasılığına karşı tam anlamıyla güvence altına almak olmalıdır”. Avrupa her zaman bir şeye karşı olmak için birleşmiştir. Avrupa kimliğinin bilincine, gerçek veya hayali, ortak bir düşmanı püskürtmek gerektiğinde varmakta ve bu tehdit ortadan kalktıktan sonra da kimlik duygusunu kaybetme eğilimine girmektedir. 27 Genel anlama Batı Avrupalılar kıtanın kendilerine ait kısmında rahat bir düzen oluşturmuş durumdadır. Ekonomik bütünleşmeleri adım adım ve gittikçe güçlenen sağlam bir zemine oturtulmuştur. İlk başta altı devletten (Fransa, İtalya, Federal Alman Cumhuriyeti, Belçika ve Lüksemburg) oluşan Avrupa ekonomik Topluluğu zamanla genişleyerek Büyük Britanya, İrlanda, Danimarka, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ı da içine almıştır. Diğer yandan daha uzak bir ufukta, kısmen belirsiz bir siyasi varlığın işaretleri şimdiden gözükmektedir: Komünizm korkusundan ve Batı iktidarının hegomanyasına duyulan bağlılıktan doğmuş savunma amaçlı düşüncenin yansıması “Avrupa Birleşik Devletleri”. 28 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: DEĞERLENDİRME Kavimler göçünden sonra Avrupa’nın demografik yapısı şekillenmeye başlamıştır. Barbar toplulukların Avrupa’yı istilasından sonra, feodal düzen Avrupa’nın genellinde hakim olmuştur. Göçebelikten kurtulup yerleşik düzene geçen topluluklar küçük krallıklar halinde kendi egemenliklerini kurmaya başlamıştır. Daha sonraki dönemde, Avrupa’da din üzerinden kurulan hegemonyaların etkileri ortaya çıkmıştır. Bu dönemde haçlı seferlerinin de Avrupada’ki topluluklar üzerinde birleştirici bir etkisinin olduğundan söz edilebilir. Avrupa’da bu dönemde egemenlik kurma mücadelesi ön plana çıkmıştır. Mutlak güç ve yetkilere sahip egemen devlet olma mücadelesi sosyal, siyasi ve ekonomik oluşumları belirlemiştir. Eserde, Avrupa’ya damgasını vuran olay ve konulara değinilirken, Avrupa’nın bu güne kadar olan oluşumu ve gelişimi üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulmuştur. Avrupa’daki din çatışmalarının, egemenlik mücadelelerinin, sınırların şekillenmesinin nedenlerini olarak açıklamıştır. Ülkelerin birbirleriyle olan savaşları, ulus olma bilinci üzerindeki etkileri, kilise, kraliyet ve imparatorlukların Avrupa üzerindeki etkilerinin bu dönemde Avrupa özelinde ele alındığını görmekteyiz. Avrupa’nın bugün ki şeklini almasında Avrupa Birliğini oluşturan faktörlerin neler olduğu, bu oluşumun ne amaçla kurulduğu, Dünya üzerindeki etkileri, toplumsal, ekonomik ve siyasi sonuçları incelenmiştir. Sonuç olarak ulus ve devlet kavramları, toplulukların sosyo-ekonomik yapıları üzerindeki etkisi, bütünleşme süreci, bir millet olma duygusu üzerinde etkilidir. Millet olabilen devletlerin, ortak duygu ve inanç etrafında buluşabilen ulusların geçmişten günümüze kadar sağlam bir yapı oluşturduklarını görülmektedir. 29 30