Türkiye Enerji Merkezi Olur mu? Dr. Erdal Tanas Karagöl Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ÖZET Dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip ülkeler ile önde gelen üreticilerinin bir arada bulunduğu bölgeler olan Ortadoğu, Kafkasya ve Asya ile enerji talep eden ülkelerin yer aldığı Avrupa arasında bir köprü pozisyonunda bulunan Türkiye, talep ve arzın buluştuğu geçiş ülkesi olarak oluşan enerji koridorunda stratejik bir öneme sahiptir. Enerjide büyük oranda dışa bağımlı bir yapısı olan Türkiye için enerji rezervlerine ulaşım ve kaynak sahibi ülkeler ile ilişkiler önemli bir konu olarak ön plana çıkmaktadır. Boru hattı projeleri, LNG taşımacılığı ve yenilenebilir enerjide yaşanan gelişmeler nezdinde Türkiye, ekonomide büyük bir yük olan enerji ithalatını azaltmaya ve bu bağımlılığı sahip stratejik konum bağlamında bir fırsata dönüştürmeye çalışmaktadır. Avrupa’nın da Rusya’ya karşı enerjide olan bağımlılığını düşürmek istediği göz önüne alındığında, Türkiye alternatif güzergahlar arasında ön plana çıkmaktadır. Enerjide en uygun maliyetli boru hatlarının Türkiye üzerinden geçiyor oluşu Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasında enerji konusunda büyük bir potansiyelin oluşmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda önümüzdeki dönemde TANAP ile Azerbaycan’dan alınacak olan doğalgazın yanı sıra Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Türkmenistan ve Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları önemli rol oynayacaktır. Enerji faaliyetlerinde yürütülecek bu projeler ve gelişmelerle Türkiye coğrafi konumunun getirdiği bu avantajı jeostratejik açıdan iyi değerlendirerek enerjide merkez ülke konumuna ulaşacaktır. Keywords: Enerji Piyasaları, TANAP, Enerjide Dışa Bağımlılık. E. T. Karagöl 1. GİRİŞ Asya ve Avrupa kıtaları arasında bulunan Türkiye, enerji kaynakları bakımından dünyanın en kilit noktalarından birinde bulunmaktadır. Dünya enerji rezervlerinin yüzde 70’inden fazlasına sahip Doğu ile dünyanın enerji kaynaklarında en büyük talep piyasası olan Batı arasında yer alan Türkiye, enerji kaynakları ticaretinde kritik bir konumda bulunmaktadır. 21. yüzyılda küreselleşen Dünya’nın enerji kaynaklarına duyduğu ihtiyaç sürekli artmakta ve bu bağlamda Türkiye’nin enerji kaynakları piyasasındaki konumu da daha önemli hale gelmektedir. Bunun yanında enerji kaynakları transfer güvenliğinin tehlike altına girmesinden dolayı enerji kaynağı ihraç eden ülkeler Türkiye üzerinden enerji kaynaklarının taşınması fikrine güvenlik anlamında olumlu bakmaktadırlar. Son yıllarda imza atılan önemli petrol ve doğalgaz boru hattı projeleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Son 14 yılda yakalanan ekonomik ve siyasi istikrar ile birlikte birçok konuda söz sahibi olan Türkiye, enerji kaynaklarının dünya piyasasına arzı konusunda da önde gelen bir aktör olmaya başlamıştır. Bakü-Ceyhan-Tiflis (BTC), Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE), Kerkük-Ceyhan ve Güney Gaz Koridoru kapsamında inşa süreci devam eden Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) gibi küresel enerji ticaretinde kritik rol oynayan projeler Türkiye’nin, içinde bulunduğu bölgede enerji üssü haline gelmesini beraberinde getirecektir. Bu bağlamda küresel enerji gündeminde son yıllarda önem kazanan enerji arz güvenliğinin sağlanması adına Türkiye, Doğu ile Batı arasında kritik bir rol oynayarak enerji merkezi olmaya aday bir ülke konumundadır. Bu çerçevede hazırlanmış olan çalışmanın ilk bölümünde Türkiye’nin enerji merkezi olma potansiyeli mevcut ve planlanan projeler kapsamında değerlendirilmiştir. İkinci bölümde ise Türkiye’nin enerji merkezi olma konusunda içinde bulunduğu jeopolitik konum çerçevesinde avantaj ve dezavantajlar açıklanmıştır. Çalışmanın son bölümünde ise, Türkiye’nin mevcut durumu ve bu bağlamda yapılması gerekenler özetlenmiştir. 2. ENERJİ MERKEZİ VE TÜRKİYE Enerjiye duyulan ihtiyacın gün geçtikçe arttığı dünyada enerji kaynaklarına sahip olmak kadar bunu dış pazarlara transfer etmek de bir o kadar 2 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 önem arz etmektedir. Yalnızca iç pazarda tüketilecek bir enerji kaynağından yeteri kadar verim alınamayacağı küreselleşen bir düzende mümkün gözükmemektedir. Bu bağlamda enerji ihtiyacının karşılanmasına yönelik artan üretim ve ihraç pazarlarının yanında bu kaynakların güvenli bir şekilde temini de son yıllarda ülkelerin enerji politikalarının merkezinde yer almaktadır. Jeopolitik olarak stratejik bir noktada bulunan Türkiye’nin enerji politikaları da son yıllarda bu eksen üzerinden gelişme göstermeye başlamıştır. Avrupa’nın özellikle doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılıktan kurtulmak istemesi Avrupa ülkelerini farklı kaynak ve güzergâh arayışlarına itmiştir. Avrupa ülkelerinin yeni kaynak bulmak ve enerji arz güvenliğini sağlamak için alternatif boru hatları arayışı sürmektedir. Toplam enerji tüketiminin büyük bölümünü ithal etmek zorunda olan AB ülkeleri yaşanılacak olası siyasi krizlerden etkilenmemek adına Rusya’ya alternatif oluşturacak olan petrol ve doğalgaz rotalarına büyük önem vermektedir. Petrol tüketiminde yüzde 40 ve doğalgaz tüketimimde yüzde 60’lara varan oranlarla Rusya’ya bağımlı olan Avrupa, bu bağlamda enerji arz güvenliğini tehdit edecek risklerden kurtulmak istemektedir (Öner, 2016). Ayrıca Avrupa’nın ciddi miktarda petrol tedarik ettiği Kuzey Buz Denizi rezervlerinin yakın tarihte bitecek olduğunun öngörülmesi ve sık sık Rusya ile yaşanılan krizlerden dolayı, Türkiye bağlantılı Hazar Bölgesi enerji nakil hatları Avrupa’nın ilgisini çekmeye başlamıştır. AB ülkelerinin enerji kaynakları açısından birincil bölge kabul ettiği Hazar Bölgesi, sahip olduğu enerji çeşitliliğinden dolayı alternatif enerji güzergahları arasında ön plana çıkmaktadır. Hazar Bölgesi ülkelerinde son yıllarda yeni keşfedilen petrol ve doğalgaz rezervleri ile birlikte Avrupa’nın bu bölgeye ilgisi daha da artmıştır. Rusya’nın bölge ülkelerinin petrol ve doğalgazını Avrupa’ya pazarlamasının aksine, Hazar ülkelerinin enerji kaynakları Türkiye üzerinden inşa edilecek boru hatlarıyla Avrupa’ya ihraç etmesi ekonomik açıdan çok daha avantajlı görünmektedir. AB ülkeleri için enerji ticaretinde Türkiye’nin önemi 2002 yılında aldıkları INOGATE (Interstate Oil and Gas Transport to Europe - Avrupa’ya Devletler Arası Petrol ve Doğalgaz Transferi) programından sonra ortaya çıkmıştır (Kızılkaya ve Engin, 2004). Bu program kapsamında Avrupa’ya önemli miktarda petrol ve doğalgaz taşınması ve ithalatta Rusya’ya olan bağımlılığın azaltılması amaçlanmıştır. Orta Asya’dan beş (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, 3 E. T. Karagöl Türkmenistan, Özbekistan) ve Kafkasya’dan üç (Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan) ülkenin Karadeniz üzerinden Avrupa’ya gaz ve petrol ticareti bu program çerçevesinde çizilmiştir. Program kapsamında inşa edilmesi düşünülen enerji hatları Türkiye dışındaki rotalar arasından seçilmiştir. Rotaların maliyetinin taşınacak enerjinin ekonomik getirisini düşürecek olmasından dolayı, planlanan petrol ve doğalgaz hatları hayata geçirilememiştir. Türkiye’nin sahip olduğu güzergahın Avrupa pazarında ne derece önemli olduğunu anlamak için mevcut enerji projelere bakmakta yarar vardır. Türkiye’nin mevcut BTC ve BTE projeleri dışında enerji piyasasında konumunu güçlendiren en önemli proje olarak görülen TANAP, Asya ile Avrupa enerji piyasasında hatırı sayılır bir yere sahiptir. Hâlihazırda Rusya, İran ve Azerbaycan’dan doğalgaz ithal eden Türkiye’nin TANAP projesi ile doğalgaz alımı yaptığı ülke sayısı değişmeyecek olsa da, söz konusu doğalgazın Rusya dışından Avrupa’ya taşınmasında önemli bir güzergâh olması, Türkiye’ye enerjide merkez üssü olma konusunda ciddi avantajlar sunacaktır. Tüm bunların yanında Türkiye’nin TANAP’ta hisse sahibi olması, enerjide merkez üssü olmayı hedefleyen Türkiye’yi kritik bir pozisyona taşımaktadır. Hem TANAP konsorsiyumunda hem de doğalgazın çıkarılacağı Şahdeniz sahasında paydaş sıfatıyla yer alması, Türkiye’nin yalnızca Doğu ile Batı arasında bir köprü olmasının ötesinde enerji projelerinde belirleyici bir rol oynamasına da katkı sağlayacaktır. Türkiye’nin bugününü ve geleceğini belirleyecek olan TANAP’ın yalnızca bir enerji transferi projesi olarak görülmesinden ziyade geçiş güzergâhındaki ülkelerle Türkiye arasındaki ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesinde bir aracı unsur olarak kullanılması, Türkiye’nin bölgedeki rolünün artmasına ve enerjide merkez ülke olmasına pozitif etki edecektir. 2.1. Mevcut Projeler Türkiye’nin diğer ülkelerle imzaladığı projelere bakıldığında enerji merkezi olma noktasında önemli adımlar atıldığı görülmektedir. Bu adımların başında 1973 yılında, Türkiye ile Irak arasında imzalanan “Ham Petrol Boru Hattı Anlaşması” çerçevesinde Irak’ın Kerkük ve diğer üretim sahalarında üretilen ham petrolün Ceyhan (Yumurtalık) Deniz Terminali’ne ulaştırılması amacıyla inşa edilen Kerkük-Ceyhan Petrol Boru Hattı projesi gelmektedir. 4 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Kerkük-Ceyhan petrol boru hattının yanı sıra Türkiye’nin, Hazar Bölgesi’ndeki kaynakları küresel enerji piyasalarına taşıma sürecinin bazı enerji projeleriyle birlikte başladığı görülmektedir. Söz konusu enerji projelerine bakıldığında 1994 yılında imzalanan ‘Asrın Anlaşması’ ilk sırada gelmektedir (Uslu, 2006). Bu anlaşma bağlamında ortaya çıkan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden küresel enerji piyasalarına ulaştırmaktadır. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı, 1.769 km uzunluğa sahip olan bir hattır. Günde 1 milyon varil petrol taşıma kapasitesine sahip olan boru hattında Azeri-Çırag-Güneşli sahasından çıkarılan petrolün tamamı yer altına döşenen boru hatlarıyla Ceyhan’a taşınmakta ve buradan da tankerlerle dünya pazarlarına ulaştırılmaktadır. BTC ayrıca faaliyete geçtiği 2005 yılından 2016 yılına kadar toplamda yaklaşık 2,3 milyar varil petrol transferi gerçekleştirmiştir (Saygın ve Çelik, 2011). Azerbaycan petrol kaynaklarını Türkiye’ye ve buradan da Avrupa pazarlarına taşıyan BTC dışında Azerbaycan’ın doğalgazını da Türkiye’ye transfer eden Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) doğalgaz boru hattı bu anlamda önem taşımaktadır. BTE yıllık 7,8 milyar metreküp doğalgaz taşıma kapasitesine sahiptir (EIA, 2014). 2006 yılında faaliyete geçen hat 692 km uzunluğa sahiptir. BTC ve BTE boru hatları dışında Azerbaycan enerji kaynaklarını dış pazarlara transfer edecek olan Güney Gaz Koridoru (GGK), sahip olduğu konum ile ayrı bir öneme sahiptir. Son yıllarda üzerinde çalışılan kritik bir proje olan GGK’nin Türkiye ayağı olan TANAP, Azerbaycan ile Avrupa’yı enerji transferinde birbirine bağlayacaktır. Avrupa ülkelerine taşınacak olan 16 milyar metreküpün projenin faaliyete geçeceği ilk yıl olan 2018 yılında transfer edilmesi beklenmektedir. TANAP’ın bir diğer avantajı ise bölgede doğalgaz ihraç eden ülke sayısını artırarak enerji arz güvenliğinin sağlanmasında kritik bir rol oynayacak olmasıdır (Karagöl ve Kaya, 2014). 2.2. Planlanan Projeler Türkiye’nin Hazar’da Azerbaycan ile yürüttüğü projeler ve seyredilen olumlu gelişmeler Doğu Akdeniz, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ve Türkmenistan ile enerji projelerinin oluşması gündeme getirmektedir. TANAP aynı zamanda Azerbaycan dışında Hazar Bölgesi’nde bulunan diğer ülkelerinde doğalgaz kaynaklarını dış pazarlara transfer etmesinin önünü açan bir projedir. Doğalgaz rezerv sıralamasında 17,5 trilyon metreküp ile dördüncü sırada gelen 5 E. T. Karagöl Türkmenistan bu bağlamda projede yer almak istemektedir (BP, 2015). Türkmenistan adına kritik bir proje olan Trans Hazar Boru Hattı da önem taşımaktadır. GGK boru hattına bağlantı oluşturacak bu hat Türkmenistan’ın Hazar’da bulunan kaynaklarını dış pazarlara transfer etmesine de olanak sağlayacaktır (Danış, 2014). Bu projeyle alakalı yapılan görüşmelerde ve varılan mutabakatlarda öne sürülen Hazar’ın statü sorunu projenin hayata geçirilmesinin önündeki en büyük engeldir. Türkmenistan ve Azerbaycan arasında enerji sahaları konusunda yaşanan problemlerin çözüldüğü ve iki ülkenin Trans Hazar Boru Hattı projesinde sıkı bir işbirliği içerisine girdiği takdirde Hazar’ın batısındaki kaynaklar da TANAP üzerinden batı pazarlarına açılacaktır (Karagöl vd., 2016). GGK’yi güçlendirecek olan diğer kaynak ülkelere bakıldığında ise Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY), ambargoların kaldırıldığı İran ve Doğu Akdeniz ön plana çıkan ülkeler olarak görülmektedir. Mısır’da yaşanan siyasi sorunlar Doğu Akdeniz’deki doğalgazın ihracat pazarlarına açılmasına engel teşkil eden en önemli nedenlerdendir. Bu bölgelerdeki doğalgaz sahalarının araştırmalara açılıp geliştirilmesi gerekirken ülkenin iç siyasetinde yaşanan karışıklıkların ekonomik işbirlikleri ve gelişmelere uygun şartları sağlamadığı görülmektedir. Türkiye’nin bu sorunların çözümünde rol alması bölgenin siyasi ve ekonomik çıkarlarında bütüncül politikalar izlenmesini sağlarken aynı zamanda karşılıklı çıkarlara dayanan enerji projelerine uygun zemin hazırlayacaktır. Dünyanın ispatlanmış doğalgaz rezervlerinin yüzde 70’inden fazlasına sahip ülkelere komşu olan Türkiye’nin bu anlamda enerjide merkez ülke olması enerji arz güvenliğini sağlamasıyla mümkündür. Ülkelerin kaynak transferinde daha az maliyetli olduklarını düşündükleri Türkiye’nin, güvenliğinde de şüpheye düşmemeleri Türkiye’yi enerjide merkez ülke konumuna getirmesinde büyük rol oynayacaktır. 3.ENERJİ MERKEZİ OLMA KONUSUNDA TÜRKİYE’NİN AVANTAJ VE DEZAVANTAJLARI Türkiye dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerinin bulunduğu Doğu (Hazar Bölgesi, Ortadoğu) ve en büyük petrol ve doğalgaz ithal pazarının bulunduğu Batı arasında bulunarak enerji arz ve talep güvenliğinin sağlanmasında kritik bir koridor görevi üstlenmektedir. Enerji politikalarının merkezine transit ülke olmaktan ziyade enerjide merkez ülke olma hedefini koyan Türkiye, enerji 6 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 kaynaklarında söz sahibi olan ülkelerle işbirliği içerisine girmektedir. Bu bağlamda Türkiye, hem enerji sektöründe etkili olan Rusya ve İran’la hem de uluslararası piyasaya entegre olmaya çalışan Irak, Azerbaycan, Türkmenistan ve Doğu Akdeniz ülkeleriyle önemli işbirliklerine imza atmaktadır. Türkiye’nin bölgede uyguladığı enerji siyasetinde coğrafi yakınlığın ve ortak kültürel, tarihi geçmişin ticari ilişkilere pozitif anlamda etki ettiği bir tablo görülmektedir. Proje ve işbirliklerinin ön planda olduğu bu enerji ilişkilerinde atılan adımlar doğu batı yönlü enerji koridorunda Türkiye’yi kilit ülke olarak ortaya çıkarmaktadır. Enerji ihraç ve ithal eden ülkelere olan coğrafi yakınlık Türkiye’nin enerji geçiş güzergahı ve devamında enerjide merkez ülke olma avantajını beraberinde getirmektedir. Bu avantajların iyi bir şekilde değerlendirilmesi sonucu Türkiye enerji merkezi olma yolunda ciddi yol kat etmiş olacaktır. Türkiye’nin petrol ithalat tablosuna bakıldığından 2015 yılı Aralık ayı verilerine göre 11 milyon ton Irak’tan, 7 milyon ton Rusya’dan ve 5 milyon tonu aşkın İran’dan petrol alındığı görülmektedir (EPDK, 2015). Ortadoğu’da yürütülen petrol siyasetine Irak ve İran ile yürütülen ilişkiler üzerinden bakıldığında Türkiye’nin petrol ithal ettiği ülkeler arasında ilk sırada yer alan Irak ile yürüttüğü enerji ilişkilerinin son yıllarda ciddi bir ivme kazandığı göze çarpmaktadır. Şu an Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin enerji arz güvenliğini tehdit eder boyuta ulaştığı göz önüne alındığında, bu risk yürütülecek olan ekonomik işbirliği ve faaliyetlere de engel olabilecek niteliktedir. Türkiye’nin Irak’a yönelik uyguladığı enerji siyasetine bakıldığında coğrafi yakınlığın getirdiği avantajlı durumun yanında bölgedeki çatışma ve karışıklıkların enerji arz güvenliği açısından bir dezavantaj oluşturduğu görülmektedir. Türkiye, kullanılandoğalgazın ise yüzde 99,4’ünü ithalat yoluyla karşılamaktadır (EPDK, 2015). Kasım 2015’te Rusya ile yaşanan uçak krizi sonrası diplomatik ilişkilerde gerilmeler yaşanmıştır. Bu durum doğalgazda yüzde 52 oranında Rusya’ya bağımlı Türkiye için enerjide sıkıntılar yaşayacağı ihtimalini oluştursa da şu ana kadar doğalgaz transferinde herhangi bir aksaklık yaşanmamıştır (EPDK, 2015).Bu krizin Türkiye üzerindeki etkileri düşünülmeden önce Rusya ile doğalgazda karşılıklı olarak bir bağımlılığın söz konusu olduğu ve Rusya’nın en büyük ihracatçılarından birinin de Türkiye olduğu göz ardı edilmemelidir. Diplomaside yaşanacak herhangi bir krizin bu tarz tehditleri beraberinde getirmesinden dolayı Türkiye’nin enerji ithalatında tek bir ülkeye 7 E. T. Karagöl bağımlı kalmayarak enerji politikalarının merkezine ülke çeşitliliğinin sağlamayı koyduğu görülmektedir. Enerji alışverişinde alternatifleri arttırarak ülke çeşitliliğine gidilmesi ve enerji depolama tesis sayısının arttırılması olabilecek herhangi bir siyasi kriz ve enerji arzında aksaklık durumlarında Türkiye’nin kendini güvence altına alması adına önemlidir. Ayrıca enerji ithalatında yapılan uzun vadeli kontratlar söz konusu ülkeye olan bağımlılığın ortadan kalkması ve alternatiflerin devreye girmesinde engel teşkil etmektedir. Örneğin yapılan anlaşma kapsamında Türkiye’nin doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılığı 2025 yılına kadar devam edecektir. Bu durum hem önümüzdeki dönemde iki ülke arasında siyasi, ekonomik ilişkilerde olası her türlü sorun ve kriz ihtimalinin devre dışı bırakıldığı bir izlenim oluşturmaktadır hem de enerjide tek bir ülkeye yüksek oranda olan bağımlılığın azaltılmasında engel teşkil etmektedir. Öte yandan Avrupa, Rusya dışında farklı alternatif arayışlarında Türkiye’ye enerji arz güvenliğinin sağlanması konusunda güven duymaktadır. Bilindiği üzere Rusya’nın Avrupa’ya enerji ihraç güzergahı olan Ukrayna ile yaşadığı kriz doğalgazda büyük oranda Rusya’ya bağımlı olan AB ülkelerini enerjide alternatif arayışlarına götürmüştür. Şah Deniz sahasında bulunan doğalgaz rezervlerinin Avrupa’ya taşınmasının planlandığı ve Türkiye’nin üzerinde bulunduğu enerji transfer güzergahı olan Güney Gaz Koridoru (GGK) iki ülke arasında yaşanan siyasi anlaşmazlıkların Avrupa’nın enerji ithalat rotasını Türkiye’ye çevirmesine neden olmuştur. GGK projesinin en önemli halkalarından birini TANAP oluşturacaktır. Doğalgazda yıllık 16,9 milyar m³ üretim rakamına ulaşan Azerbaycan’ın rezervlerini batının enerji talep eden ülkelerine ulaştırması için Türkiye güzergahını kullanması gerekmektedir. Bu proje hem Avrupa hem Türkiye’nin enerji güvenliğinin sağlanmasında önemli rol oynarken Türkiye’nin bir enerji üssü olmasına da katkı sağlayacaktır (BP, 2015). Rusya ve İran’dan ithal ettiği doğalgaza metreküp başına çok yüksek fiyatlar vermekte olan Türkiye için TANAP, uygun fiyat uygulamaları gibi önemli fırsatları beraberinde getirmektedir. Bu durum Türkiye için hem doğalgazda indirimli fiyat uygulanması konularını gündeme getirirken hem de enerji borsası olan Enerji Piyasaları İşletme Anonim Şirketi (EPİAŞ) tarafından Avrupa’ya doğalgaz iletiminde fiyat belirlenmesi uygulamasının devreye girmesi ile Türkiye’nin bölgedeki enerji koridorunda aktif rol oynamasını sağlayacaktır. 8 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Enerji borsası mevcut durumda yalnızca elektrik fiyatlarının belirlenmesini sağlarken gerekli teknolojik alt yapı sağlandığı takdirde doğalgaz fiyatlarının da belirlendiği bir yapı haline gelecektir. Doğalgaz piyasalarındaki fiyat belirlemede ise özellikle Avrupa’daki doğalgaz fiyat tabanına yakın bir model oluşturulmalıdır. Türkiye’nin Avrupa’ya doğalgaz iletiminde fiyat belirleyebilmesi enerji merkezi olma yolunda Türkiye için büyük bir avantaj oluşturacaktır. Türkiye’nin jeopolitik konumu dolayısıyla sahip olduğu avantajlardan biride Doğu Akdeniz bölgesine olan yakınlığı ve bu bölgenin enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınmasında en uygun güzergah olmasıdır. Küresel enerji piyasalarının en önemli bölgelerinden birine dönüşen Doğu Akdeniz’de İsrail’in sahaları Leviathan ve Tamar’da 800 milyar m³’ü aşkın doğalgaz rezervi olduğu tahmin edilmektedir.İsrail, Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarını Avrupa'ya ulaştırma konusunda Mısır, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile yeni bir doğalgaz güzergahı oluşturmak ve Türkiye'yi by-pass etme amacına rağmen, bugünkü gelinen noktada İsrail Türkiye ile işbirliği yapmak istemektedir. Bu durum buradaki enerji denkleminde Türkiyesiz çözüm düşünülemeyeceğine de bir kanıt oluşturmaktadır. Bölgenin önemli enerji kaynaklarına sahip ülkelerinden İran’ın ambargolar sonrasında yürüteceği enerji siyasetinde Türkiye ile yürüteceği ilişkiler enerji merkezi olma yolunda Türkiye için önem taşımaktadır. İran’ın kaldırılan ambargolar sonrası sahip olduğu zengin enerji kaynaklarını enerjiyi talep eden en önemli pazar olan Avrupa’ya ulaştırmak isteyeceği düşünüldüğünde Türkiye bu pazara giden tek güzergah konumunda bulunmaktadır. İran bu pazardan mahrum kalmak istemeyen bir ülke olarak bölgede Türkiye ile yürüteceği iş birliklerini arttırmak isteyecektir.İran doğalgazının Avrupa pazarlarına ihraç edilebilmesi için planlanan “İran-Türkiye-Avrupa Doğalgaz Boru Hattı” projesi, 2011 yılında imzalanan anlaşmayla resmiyet kazanmıştır. Bu proje, İran doğalgazını Türkiye üzerinden Almanya’ya kadar ulaştıracak 5 bin kilometrelik bir hattı içermektedir. Projenin tamamlanmasıyla birlikte yıllık 35 milyar metreküplük doğalgaz transferinin gerçekleştirilmesi beklenmektedir. Yenilenebilir enerjide ise, yüksek bir potansiyele sahip olan Türkiye’nin güneş, jeotermal ve rüzgâr enerjisi için uygun verimli sahalara sahip olduğu görülmektedir. Yenilenebilir enerji kaynakları açısından uygun bir coğrafi konuma 9 E. T. Karagöl sahip olan Türkiye’nin bu fırsatları avantaja dönüştürmesi için ülkedeki yenilenebilir enerji potansiyelini elektrik üretiminde kullanması gerekmektedir. Nitekim Türkiye yenilenebilir enerjide hidroelektrik enerji kapasitesiyle gündeme gelen bir ülkedir. 2014 yılı verilerine bakıldığında elektrik üretiminin yüzde 16,1’inin hidrolikten sağlandığı ve hidroliğin elektrik üretiminde önemli bir paya sahip olduğu görülmektedir (TÜİK, 2015). Enerjide transit bir ülke olmanın ötesinde enerji merkezi olabilme yolunda kendi ulusal çıkarlarına göre hareket etmek Türkiye için izlenmesi gereken doğru stratejiler olarak görülmektedir. Enerjide kaynak yoksunu olmanın dezavantajlarını yıllardır yaşayan bir ülke olan Türkiye’nin sahip olamadığı petrol ve doğalgaz kaynaklarının toplandığı ve dış pazarlara ihraç edildiği bir enerji merkezi olması, Türkiye’yi enerji piyasasında önemli bir konuma getirecektir.Türkiye ekonomide ve siyasette sahip olduğu istikrarlı iç dinamiklerle enerji transferindeki ithalatçı ve ihracatçı ülkelere güven teşkil eden bir ülkedir. Türkiye’nin gerek jeopolitik konumu gerek bu enerji alışverişindeki söz konusu ülkelerle yürüttüğü ilişkiler çerçevesinde bölgede avantajlı bir ülke konumunda olduğu görülmektedir. Türkiye’nin sahip olduğu bu avantaj yürütülen proje ve işbirliklerine yansıyarak bölgedeki rolünün artmasına ve enerjide merkez ülke olmasına katkı yapacaktır. 4. SONUÇ VE ÖNERİLER Türkiye ekonomisi yaşanan gelişmeler ve büyüme oranlarındaki artışlar ışığında gün geçtikçe daha sağlam temeller üzerine oturan bir yapıya sahiptir. Türkiye’nin son yıllarda ekonomisinde yakaladığı büyüme rakamlarına paralel olarak enerji ihtiyacında artış görülmektedir. Ekonomik istikrarını sağlama yolunda enerji politikalarında da güçlü bir siyaset izleyen Türkiye’de enerji sektörünün gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlanmaktadır. Bu sektörde yaşanan gelişmeler imzalanan proje, yatırım ortaklıkları, yürütülen işbirliklerinden ve ülke ekonomisinde enerjinin payının artışından açıkça izlenebilmektedir. Sahip olduğu jeopolitik konum itibariyle enerji kaynaklarının yoğunluk gösterdiği coğrafyaya yakın olan Türkiye enerji arz ve talep eden ülkeler arasındaki enerji transferinde ideal güzergah olarak görülmektedir. Enerjinin akış rotası üzerinde bir noktada bulunan Türkiye sahip olduğu konumun avantajlarını değerlendirerek bölgede yapılacak projelerde aktif bir rol izlemeye çalışmaktadır. 10 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Türkiye enerji ihtiyacının büyük bir kısmını ithalat yoluyla karşılamaktadır. Enerji yoksunluğu ve elektrik enerjisinin büyük bir kısmının doğalgaz ile karşılanması nedeniyle Türkiye’nin yüklendiği enerji maliyeti artmaktadır. Enerjide sahip olduğu avantajları kullanabilmek için Türkiye çeşitli çözüm arayışlarına yönelmiştir. Rusya’nın Ukrayna ile yaşadığı kriz sonrası Avrupa’nın enerji arz güvenliğinin tehdit altına girmesi AB ülkelerini alternatif arayışlara iterken, Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı uçak krizi de AB ile Türkiye arasında karşılıklı çıkarların oluşmasına neden olmuştur. Türkiye, doğalgazda Rusya tekelinin kırılması ve enerjide alternatif yolların geliştirilmesi gerektiği üzerinde durarak enerji politikalarında çeşitlendirmeye gidilmesinin gerektiğini savunmuştur. Tüm bu yaşananlar sonrasında hem Türkiye için hem de Avrupa ülkeleri için Azerbaycan doğalgazının önemi artmış, enerjide ülke çeşitliliğine gidilmesi ve LNG gibi alternatifler, gündeme gelmiştir. Güney Gaz Koridoru doğunun enerji kaynaklarıyla batının ihtiyaçlarının karşılandığı ve Hazar Denizi’nin mevcut doğalgaz potansiyelinin kullanıldığı çok büyük bir projedir. Türkiye Asya ve Avrupa’nın birleştiği topraklar üzerinde bulunan bir ülke olarak GGK’nın halkası olan TANAP’a ev sahipliği yapmaktadır. Azerbaycan ve Türkiye hükümetleri arasında en üst seviyede yürütülen ilişkiler bağlamında TANAP, büyük yatırımlar ve önemli iş ortaklıklarının yürütüldüğü projede siyasilerin rolünün de büyük olduğu ve iki ülke arasında önceden gelen iyi ilişkilerin projenin ilerleyişini daha da hızlandırdığı söylemek mümkündür. TANAP’ın 2018 yılında faaliyete geçmesi planlanmaktadır. TANAP ekonomik anlamda Türkiye’nin bölgede önemli bir rolü üstlenmesini sağlarken, geliştirilen siyasi iş birlikleri nezdinde Türkiye’nin doğu ile batı arasındaki siyasete yön veren bir ülke olmasında kritik rol oynayacaktır. Türkiye’nin doğusunda bulunan ve zengin doğalgaz ve petrol rezervlerinin bulunduğu bir havza olan Hazar, Rusya’nın aktif rol oynadığı bir bölge olarak ön plana çıkmaktadır. Zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Ortadoğu ile komşu olan Türkiye’nin enerjide izlediği siyaset, kaynak transfer ve ticaretinde güven ortamı sunmak üzerine şekillenmektedir. İran’a uygulanan yaptırımlar ve Irak’ta yıllardır hüküm süren siyasi istikrarsızlar ve çatışmalar göz önüne alındığında bu bölgede enerji arz güvenliği bakımından uygun koşulların mevcut olmadığı görülmektedir. İran’a uygulanan yaptırımların kalkması, İran’ın Avrupa’ya petrol ve doğalgaz ihracatında harekete geçmesi, İran’ın GGK’ya katılma ihtimallerini arttırmaktadır. İran’ın Avrupa’ya enerji transferinde en uygun 11 E. T. Karagöl güzergah olan Türkiye, gelecekte enerjide İran ile işbirliği kurmaya hazır bir potansiyele sahiptir. Türkiye’yi çevreleyen enerji kuşağında diğer önemli bölge olan Doğu Akdeniz’de ise, İsrail’in zengin doğalgaz kaynaklarını Avrupa’ya taşınmada Türkiye ile mutabakata varması ekonomik olarak en uygun olan seçenektir. Bu konjonktürde en büyük avantajı enerji kaynaklarına yakınlık olan Türkiye bölgedeki kriz ve çatışmanın oluşturduğu dezavantajlı durumu kendi güvenli topraklarını enerji transfer yollarına açarak avantaja çevirmek istemektedir Türkiye’nin yanı başındaki petrol ve doğalgaz coğrafyasında şu anda birçok çatışma ve siyasi istikrarsızlıklığın hüküm sürdüğü bir ortam mevcuttur. Türkiye enerji kaynaklarını güvenli bir şekilde enerji piyasalarına sunmak isteyen bölge ülkeleri için çıkış kapısı olarak görülürken, sağladığı siyasi istikrar ile diplomatik ve ekonomik ilişkilerinde güven teşkil etmektedir. Enerji piyasası günümüzde bölgesel krizler ve petrol fiyatlarındaki düşüşe bağlı olarak farklı parametlerde seyir izlemektedir. Bu gelişmeler önümüzdeki dönemde enerjide ithalatçı ülkeleri ihracatçı konuma getirebilir, alıcı ve satıcı arasında belirlenecek fiyatlarda kritik süreçler ortaya çıkarabilir. Türkiye bulunduğu jeopolitik konumu, enerji politikalarında izlediği siyaset, ortak olduğu projeler, kaos ve çatışmaların seyir ettiği bölgede sunduğu enerji arz güvenliği ile büyük avantajlara sahiptir. Bu avantajların değerlendirilmesi Türkiye’nin enerjide merkez ülke olması konusunda belirleyici olacaktır. Türkiye’nin bölge siyasetinde ve ekonomisindeki rolünü doğrudan etkileyecek olan merkez ülke konumu bölgede yeni bir sürecin başlamasını sağlayacaktır. Türkiye bölgedeki enerji faaliyetlerinde daha etkin bir rol izleyerek gelecekte de oluşturulacak projelerde aktif olarak yer almalı ve bölgenin enerji siyasetine yön veren merkez ülke konumunda olmalıdır. Türkiye enerji arz eden çevre ülkeler ile arasındaki ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerini enerji sektörünün geliştirilmesinde bir aracı unsur olarak kullanıp bölgenin faaliyet anlamında merkez ülkesi konumuna ulaşmalıdır. 12 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 KAYNAKÇA BP. (2015). BP Statical Review of World Energy. http://www.bp.com/en/global/corporate/energy-economics/statistical-review-of-worldenergy/natural-gas-review-by-energy-type.html Danış, E. E. (2014). The Future of the Azerbaijan-Turkmenistan-Turkey Energy Cooperation. Hazar Strateji Enstitüsü. Analiz. Sayı: 108. EIA, (2014).Azerbaijan. http://www.eia.gov/ beta/international/analysis.cfm ?iso=AZE EPDK, (2015). Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu. http://www3.epdk.org.tr/ index.php/dogalgaz-piyasasi/yayinlar-raporlar/12-icerik/dogalgaz-icerik/1817-ddb-aylikyayinlar-raporlar EPDK.(2015). Petrol Piyasası Sektör Raporu. http://www3.epdk.org.tr/ index.php/petrolpiyasas/yayinlar-raporlar?id=99 Karagöl, E. ve Kaya, S. (2015). Enerji Arz Güvenliği ve Güney Gaz Koridoru (GGK). SETA. Karagöl, E. vd., (2016). “ Statü Sorunu İkileminde Hazar’da Enerji Denklemi”,SETA. Kızılkaya, E. ve Engin, C. (2004) Enerjinin Jeopolitiği: Dünya Üzerindeki Jeo-Ekonomik Mücadele. Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Sayı 9. s. 201-202. Öner, B. (2016). Avrupa Birliği Enerji Politikasındaki Gelişmeler. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı. Avrupa Birliği Koordinasyon Dairesi Başkanlığı Saygın, H. ve Çelik, C. (2011). Jeo-Enerjik Bakış AB Bağlamında Enerji Politikalarında Jeo-Enerji Alanları. İstanbul Aydın Üniversitesi Yayınları. sf.106-107. Uslu, K. (2006). Hazar Bölgesi Enerji Kaynaklarının Ekonomik ve Uluslararası Boyutu, Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi. Cilt:21. TÜİK. (2015). Gayri Safi Yurtiçi Hasıla. http://www.tuik.gov.tr/ PreTablo.do? alt_id=1029 13 Bayezci Analiz Yaklaşımı ile Türkiye Ekonomisi 2023 Projeksiyonu Dr. Mesut Murat Arslan Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Dr. Fatma Özgü Serttaş Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Dr. Recai Aydın Polis Akademisi & Uluslararası Saraybosna Üniversitesi ÖZET Türkiye ekonomisi 2002 yılı birinci çeyreğinden itibaren, küresel finansal krizin etkilerinin yaşandığı 2009 yılı hariç tutulursa, neredeyse kesintisiz bir büyüme süreci yaşamıştır. Bu sürecin sonucunda Türkiye dünyanın 17’ci büyük ekonomisi konumuna gelmiş olup kendisine ekonomik olarak daha büyük hedefler koyarak dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi arasına girmeyi hedeflemiştir. Bu çalışma kapsamında mevcut trendlerin devam etmesi durumunda Türkiye’nin 2023 yılı hedeflerine ulaşıp ulaşamayacağı araştırılacaktır. Bu çalışmada Türkiye ve ilgili ülkelerin ekonomileri Dinamik Stokastik Genel Denge (Dynamic Stochastic General Equilibrium, DSGE) modelinin bir versiyonu olan Gali ve Monacelli (2005)’e dayanan Küçük Açık Ekonomi (Small Open Economy, SOE) teorik modeli çerçevesinde incelenecektir.Çalışma kapsamındaki projeksiyonlar DSGE yapısal modelinin Vektör Otoregresyon modeli ile birleştirilmesinden elde edilen DSGE-VAR (λ) olarak tanımlanan modelinin Bayezci (Bayesian) metotlar ile tahmininden elde edilecektir. Çalışmadan elde edilen ilk sonuçlara göre, 2023 hedeflerinin tutmayacağı anlaşılmaktadır. Bu nedenle çalışmamız, eğer Türkiye 2023 hedefleri konusunda ciddi ve ısrarcı ise, şimdiden yeterli zaman ve imkan varken gerekli tedbirlerin alınıp politika değişikliklerinin yapılması konusunda politika yapıcıları bir uyarı görevi yapmış olacaktır. Anahtar Kelimeler: DSGE-VAR, SOE, Bayezci Analiz. JEL Kodu: C11, C13, C32, C68, E12 M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın 2023 Projection of Turkish Economy from Bayesian Analysis Approach Dr. Mesut Murat Arslan Yıldırım Beyazıt University Dr. Fatma Özgü Serttaş Yıldırım Beyazıt University Dr. Recai Aydın Turkish Police Academy & International University of Sarajevo ABSTRACT Turkish economy has almost experienced a continuous growth process since the first quarter of the year 2002, except for the year 2009 in which the impact of global financial crisis was felt. As a result of this growth period, Turkey has become the 17th largest economy in the world and has set big targets as to join one of the largest 10 economies in the world. In this study, it is investigatedif Turkey would be able to meet its 2023 targets or not provided that the trends and dynamics that have been experienced during the last decade continue. In this study, the Turkish economy will be investigated through a Small Open Economy (SOE) theoretical model based on Gali and Monacelli (2005) which is a version of Dynamic Stochastic General Equilibrium (DSGE) model. The projections in this study will be made through Bayesian estimations of a DSGE-VAR (λ) model that is obtained from the combination of a structural DSGE model with a vector autoregression (VAR) model. The first results show that those 2023 targets will not be met. So if Turkey is serious and insistent on these targets, this study may be warning to policymakers and the public to take the necessary measures when there is still enough time and opportunity. Keywords:DSGE-VAR, SOE, Bayesian Analysis. JEL Classification: C11, C13, C32, C68, E12 16 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ Türkiye ekonomisi 2002 yılı birinci çeyreğinden itibaren, küresel finansal krizin etkilerinin yaşandığı 2009 yılı hariç tutulursa, neredeyse kesintisiz bir büyüme süreci yaşamıştır. Bu sürecin sonucunda Türkiye dünyanın 17’ci veya 18’ci büyük ekonomisi konumuna gelmiştir.1Bu güçlü performanstan sonra Türkiye kendisine daha büyük hedefler koyarak dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi arasına girmeyi, ihracatının 500 milyar seviyesine ulaşmasını, milli gelirinin 2 trilyon dolar seviyesine çıkmasını ve kişi başı gelirin 25 bin dolara ulaşmasını 2023 hedefleri olarak belirlemiştir. Bu çalışmanın amacı son 10-15 yıldaki trend ve dinamiklerin devam etmesi durumunda Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşıp ulaşamayacağını belirlemektir. Doğal olarak Türkiye’nin 2023 yılı hedefi olan dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girip giremeyeceği, Türkiye’nin 2023 dünya ekonomisindeki konumu göreceli bir durum olduğundan benzer ülkelerin durumları ile yakından ilişkilidir. Bu nedenle bu hedefin tutup tutmayacağını görmek için Türkiye ekonomisi için yapılacak benzer projeksiyonların sıralamada Türkiye’nin altında ve üzerinde olan benzer ülkeler içinde yapılması gerekmektedir. Biz bu çalışmada aynı zamanda bir yeni bir yaklaşım ve metodoloji de ortaya koyduğumuz için, şimdilik sadece Türkiye üzerine odaklanıp, diğer ülkelerle ilgili yapılacak projeksiyonları sonraki çalışmalara ertelemiş bulunuyoruz. Böylece bu çalışmada açıkça ortaya konan hedeflerden olan Türkiye’de ekonomik büyüklüğün 2 trilyon dolar, kişi başı gelirin 25 bin dolara ve ihracatının 500 milyar dolara ulaşması gibi hedeflere bakılacaktır. Bu çalışmada Türkiye ve ilgili ülkelerin ekonomileri Dinamik Stokastik Genel Denge (Dynamic Stochastic General Equilibrium, DSGE) modelinin bir versiyonu olan Galí ve Monacelli (2005)’e dayanan Küçük Açık Ekonomi (Small Open Economy, SOE) teorik modeli çerçevesinde incelenecektir. Çalışma kapsamındaki projeksiyonlar DSGE yapısal modelinin Vektör Otoregresyon (VectorAutoregression, VAR) modeli ile birleştirilmesinden elde edilen DSGEVAR veya DSGE-VAR(λ) olarak tanımlanan modelinin Bayezci (Bayesian) metotlar ile tahmininden elde edilecektir. BöyleceDSGE-VAR (λ) modeli istatistiki gösterim (VAR) ile ekonomik gösterim (DSGE) arasında bir denge kurar ve SOE modeli ile VAR modelinin bir bileşiminden meydana gelir.2 1 IMF, Dünya Bankası ve BM’nin2014 ve 2015 yılları nominal GSYH sıralamasına göre Türkiye 18’ci sıradadır. Satınalma gücü paritesine (PPP) göre ise 17’ci sırada bulunmaktadır. 2 DSGE-VAR(λ) gösterimindeki λ parametresi DSGE ve VAR kısımlarının DSGE-VAR(λ) modeli içerisindeki ağırlıklarını gösterir (λ → ∞: DSGE-VAR → DSGE; λ → 0: DSGE-VAR →VAR). 17 M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın Söz konusu teorik model ve metotlar genellikle Yeni Keynezyen çerçevede kısa dönem makroekonomik politika analizlerinde kullanılmaktadır. Uzun dönem projeksiyonları ise genelde VAR modeli çerçevesinde yapılmaktadır. Bu çalışmada bu iki yaklaşım bir araya getirilerek yapısal bir DSGE modelinden hareketle VAR modeli kullanarak uzun dönem tahmin ve projeksiyonları yapılacaktır. Literatürde bu çerçevede yapılmış bilgimiz dahilinde fazla bir uzun dönem tahmin ve projeksiyonları yapan çalışma olmaması nedeni ile söz konusu proje önerisi özgün bir nitelik taşımaktadır.Ayrıca bu çalışma elde edilecek teorik ve metodolojik katkılara ilaveten politika yapıcılarına da hedeflere ulaşma ve izlemeleri gereken politikalar konusunda ışık tutabilecektir. 2. LİTERATÜR ÖZETİ 2.1. DSGE Modelleri Bu çalışmada ilgili ekonomiler Dinamik Stokastik Genel Denge (DSGE) Modelinin bir versiyonu olan Küçük Açık Ekonomi (SOE) Modeli çerçevesinde modellenip incelenecektir. Bu model Yeni Keynezyen literatürde standart olarak bilinen ve kullanılan (mesela bakınız Woodford, 2003) DSGE modelinin Galí ve Monacelli (2005) tarafından açık ekonomiye uyarlanması ile ortaya çıkan bir SOE modelidir. DSGE modelleri hanehalkı ve firmaların davranışlarının modellenerek bunların bir para otoritesi reaksiyon fonksiyonu ile birleştirilmesi ile elde edilen teorik tutarlılığa sahip modellerdir. Literatürde DSGE modeller farklı ekonometrik metodlarla çeşitli şekillerde tahmin edilmişlerdir. Clarida, Galí ve Gertler (2000) Genelleştirilmiş Moment Metodları (GMM) ile tahmin edilmesini savunurken, Orphanides (2001) veya Ball ve Tchaidze (2002) OLS yöntemini kullanmış fakat içsellik yanlılığından (endogeneity bias) kaçınmak için gerçekçi olmayan tanımlama varsayımlarını (implausible identification assumptions) yapmak zorunda kalmışlardır. Fuhrer ve Moore (1995), Leeper ve Sims (1994) ve Kim (2000) gibi bir takım araştırmacılar ise tam-bilgi maksimum olabilirlik tahmin (fullinformation maximum likelihood estimation, MLE) metodu ile tahmin etmiştir. DSGE modellerinin tahmininde, özellikle saf MLE metotları kullanıldığında karşılaşılan önemli bir sorun saçma ve gerçekçi olmayan parametre tahminleri elde edilebilmesidir. Bu sorun nedeni ile DSGE modellerin son dönemlerde bayezci metotlarla tahmin edildiğini görmekteyiz. DSGE modellerinin olabilirlik-temelli Bayezci tahmini (likelihood-based Bayesian estimation) Landon-Lane (1998), 18 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 DeJong vd. (2000), Schorfheide (2000) ve Otrok (2001)’un çalışmaları ile başlamıştır. DeJong vd. (2000) stokastik bir büyüme modeli tahmin edip, bunun projeksiyon performansını incelemişlerdir. Otrak (2001) konjonktür dalgalanmalarının refah maliyetlerini değerlendirirken, Schorfheide (2000) peşin ödemeli parasal (cash-in-advance monetary) DSGE modellerini incelemiştir. Bayezci tahmin teknikleri açık-ekonomi literatüründe de kullanılmaktadır. Lubik ve Schorfheide (2007) bazı merkez bankalarının para politikalarının döviz kurlarına tepki verip vermediğini bu çalışmada da kullanılacak olan bir SOE modeli çerçevesinde incelemiştir. Lubik ve Schorfheide (2006), Rabanal ve Tuesta (2006), Walque ve Wouters (2004) ise çok ülkeli DSGE modelleri tahmin etmişlerdir. 2.2. VAR Modelleri Ekonominin yapısal veya ekonometrik olarak modellenip tahmin edilmesi yerine gözlemlenebilen verilerden hareketle herhangi bir kısıtlama olmadan doğrudan tahmin edilmesi de söz konusudur. Bu amaçla ileriye dönük projeksiyon ve tahminlerde genellikle VAR metodu kullanılmaktadır. Bu metot Sims (1980)’in bunu büyük ölçekli makroekonometrik modeller yerine önermesinden sonra makroekonomik projeksiyonlar ve tahminler yapmada yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bir VAR modeli dinamik makroekonomide DSGE modellere doğal bir alternatiftir. Çünkü lineer hale getirilmiş bir DSGE modeli en azında yaklaşık olarak bir VAR modeli üzerinde kısıtlar olarak yorumlanabilir. VAR metodu ile tahminde bir takım problemler söz konusudur. VAR parametre uzayı genellikle DSGE modelinkinden çok daha büyük olduğundan VAR parametrelerin önsel (prior) dağılımı çok önemli olmaktadır. An ve Schorfheide (2007)’de belirtildiği gibi önselleri çok dağılmış olan bir VAR modeli yanlış belirlenmiş bir DSGE modeli karşısında bile reddedilebilir. 2.3. DSGE-VAR Modeli ve Bayezci Yaklaşım Fakat DSGE-VAR modeli ile Bayezci çerçevede olabilirlik fonksiyonu (likelihoodfunction) bir önsel yoğunluk ile yeniden ağırlıklandırıldığından daha tutarlı tahminler elde edilebilir. Önsel ile tahminde kullanılan veri setinin içermediği ilave bilgilerin de modele katılması sağlanır. DSGE-VAR modelinde ekonomiyi teorik olarak modelleyen bir DSGE modeli ile parametrelere ait olası 19 M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın dağılımlar belirlenir ve bu dağılımlar Bayezci VAR (BVAR) tahminlerinde önsel dağılım olarak kullanılıp, varsayılan ekonomik modelle uyumlu tahmin veya projeksiyon sonuçları elde edilir. Daha sonra DSGE-VAR modeline ait sonsal (posterior) dağılımlar bir VAR olabilirlik fonksiyonu ile DGSE önsellerinin birleştirilmesinden türetilir. Burada kullanılacak DSGE önselleri BVAR modellerinde genellikle kullanılan Minnesota-tipi önsellerin yerine geçer. DSGE-VAR modeli Ingram ve Whiteman (1994)’ın çalışması ile başlamıştır, burada VAR modelinin projeksiyon performansını geliştirmek için stokastik bir büyüme modeli kullanılarak bir VAR önseli oluşturulmuştur. Bu çalışmayı Del Negro ve Schorfheide (2004) VAR ile daha sağlıklı projeksiyon ve para politikası analizlerini yapabilecek şekilde geliştirmiştir. Daha sonra yöntem bir model değerlendirme aracı olarak kullanılabilecek şekilde DelNegro vd. (2006) tarafından geliştirilmiştir. Bu çalışmalarda temel nokta bir DSGE modeli vasıtasıyla VAR parametrelerinin önsel dağılımına ait momentlerin belirlenmesidir. DSGE-VAR modeli VAR modeline dayalı tahmin, projeksiyon ve politika analizlerini daha geliştirmek için tasarlanmış olup yapılan bir takım çalışmalar ile Minnesota önsellerine dayanan BVAR yerine geçebileceği ve daha iyi sonuçlar elde edilebileceği gösterilmiştir (Del Negro ve Schorfheide (2006, 2009)). Çünkü DSGE-VAR modelin de, BVAR modelinde olduğu gibi Minnesota önsellerini tahminlerin parametre uzayında rastgele değişimlere (randomwalks) yaklaşması için kullanmak yerine, DSGE ile üretilen yapay veri kullanılarak tahminlerin spesifik parametre bölgelerine yaklaşması sağlanır. Bu da sağlam teorik temelleri olan DSGE modelleri kullanıldığında tahmin sonuçlarının daha tutarlı ve iyi olması ile sonuçlanır. Bu çalışma kullanılacak DSGE-VAR(λ) modeli λ parametresinin alacağı optimum değere göre teorik yapısal bir model çerçevesinde ekonomik gereklilik (DGSE) ile ampirik bir çerçevede istatistiksel gösterim (VAR) arasında bir dengeyi gösterir. DSGE-VAR(λ) modelinin ampirik performansı her bir alt modele verilecek ağırlığa çok duyarlı olduğundan, λ parametresinin seçiminde An ve Schorfheide (2007)’da belirtildiği gibi veri-merkezli bir yaklaşımının kullanılması planlanmaktadır. Bu nedenle Bayezci bir çerçevede belirlenen bir λ parametre seti için marjinal veri yoğunluğu (marginal data density) fonksiyonu hesaplanır ve bu fonksiyonu maksimize eden λ değeri optimum olarak alınır. Her bir λ değeri için eşit olasılık varsayılırsa, normalleştirilmiş marjinal veri yoğunluğu değerleri her bir λ için sonsal olasılıklar olarak yorumlanabilir. 20 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Bu çalışma kapsamında yapılacak çalışma ile optimum bir denge tespit edilip, buradan hareketle uzun dönem projeksiyon ve ekonomik analizler yapılacaktır. DSGE modeli genelde kısa dönem politika analizlerinde kullanıldığından ve DSGE-VAR modeli ile yapılmış uzun dönem projeksiyonları ve tahminlerinin literatürde fazla olmamasından dolayı, bu çalışma literatürdeki bu eksikliğin giderilmesine katkı sağlayacaktır. Ayrıca Türkiye’de bayezci yöntem ve tekniklerin fazlaca bilinip kullanılmaması nedeni ile bu yöntemlerin ülkemizde tanıtımını sağlayıp yeni araştırma ve çalışmalara öncelik edebilecektir. 3. MODEL VE YÖNTEM Ampirik araştırmalarda teorinin rehberliği oldukça önemlidir. Fakat makroekonomide teorik modeller gittikçe daha karışık ve spesifik hale geldiğinden formel istatistiki çerçevede bu rehberliğin gerçekleşmesi oldukça zorlaşmıştır. Bayezci tahmin metotları bu zorluğu yenmede ve model parametrelerindeki belirsizliğin formel olarak hesaba katılmasında kullanılan istatistiki bir çerçeve ortaya koyar. Bu çerçeve içerisinde, parametrelere ait sonsal dağılımların (posteriordistributions) elde edilmesinde önsel dağılımlar (priordistributions) ve olabilirlik fonksiyonları (likelihoodfunctions) birlikte kullanılır. Parametre dağılımları elde edildikten sonra teorik model, gözlenen verilerin açıklanmasında, politik analiz yapılmasında veya makroekonomik değişkenlerin gelecekteki değerlerine ait tahminlerin yapılmasında kullanılabilir. Bu yaklaşımın bir avantajı da örneklem dışı bilginin önsel belirlenmesinde kullanılması ve böylece farklı kaynaklardan elde edilen bilgilerin birleştirilerek makroekonomik tahminlerin daha tutarlı ve doğru olmasının sağlanmasıdır. Bu araştırmada geleceğe yönelik tahminler Bayezci yöntemler kullanılarak yapılacaktır. Bayezci tahmin yöntemleri kullanılırken, değişik önseller kullanılarak bu önsellerin eldeki verilerle ne kadar uyumlu olup olmadığını kontrol edilebilir. Bayezci yaklaşımda önsellerin dağılımı önemli bir rol oynar. Önseller, örnekleme ilave olarak mevcut bilginin araştırmacılar tarafından kullanılmasına imkan verir. Bu bilgi tahminlerin daha doğru ve anlamlı olmasına yardım eder. Bunun sonucunda elde edilen sonsal dağılımlar parametrelerdeki belirsizliğin ölçülmesini sağlar. Bu çalışmada Türkiye Dinamik Stokastik Genel Denge (DSGE) Modelinin bir versiyonu olan Küçük Açık Ekonomi (SOE) Modeli çerçevesinde 21 M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın incelenecektir. Bu model Galí ve Monacelli(2005)’e dayanır ve literatürde standart olarak kullanılmaktadır. Bu DSGE modelinin bayezci çerçevede analizi ve tahmini An ve Schorfheide (2007)’de yapılırken, açık ekonomi versiyonu ise mesela LubikveSchorfheide (2007)’de bulunabilir. Bu tip modeller firma ve hanehalkı davranışlarının optimizasyonu ile beraber para otoritesinin davranış fonksiyonlarının açık modellemesi ile elde edildiği için Lucas Kritiğine maruz kalmazlar ve politika analizi için kullanışlıdırlar. Bu tip modeller genellikle çıktı seviyesini belirleyen bir açık ekonomi IS eğrisi eşitliğinden, enflasyon dinamiğini gösteren bir yeni KeynezyenPhillips eğrisinden, bir reel döviz kuru eşitliğinden ve bir para politikası kuralından meydana gelir. Bu model çerçevesindeki değişimler ve dinamikler aşağıda verilen denklemlere göre gerçekleşmektedir: Ekonominin arz tarafını modelleyen IS eğrisini gösteren tüketim Euler denklemi: y = E y − τ + α2 − α1 − τR − E π − ρ z −ατ + α2 − α1 − τE ∆q + α2 − α 1−τ ∗ E ∆y τ Burada, α ithalat payı, τ zamanlararası ikame esnekliği(intertemporalsubstitutionelasticity), y toplam çıktı, GSYİH, π tüketici enflasyonu, q ihracatın ithalat cinsinden göreceli fiyatını gösteren dış ticaret haddi (terms of trade), y* ekzojen dünya çıktısı, z durağan olmayan (non-stationary) dünya teknolojisi büyüme oranı. Modelin durağanlığını sağlamak için tüm reel değişkenler dünya teknoloji değişkeninden yüzdelik sapma olarak ifade edilir. Yerli firmaların optimal fiyat belirlemelerini gösteren açık ekonomi Phillips eğrisi: π = βE π + αβE ∆q − α∆q + κ y − y τ + α2 − α1 − τ Burada ynominal katılıkların olmadığı durumdaki çıktı olan potansiyel çıktıyı gösterir. Phillips eğrisinin eğimini gösteren κ yapısal parametrelerin bir fonksiyonudur. Göreceli Satın Alma Gücü Paritesi (PurchasingPowerParity, PPP)’nin 22 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 geçerli olduğu varsayımı altında döviz kuru e modele aşağıdaki denklem ile dahil edilir: π = ∆e + 1 − α∆q + π∗ Burada π* gözlemlenemeyen dünya enflasyon şoklarıolarak düşünülebilirken,PPP’den sapma veya model tanımlama yanlışlıklarını gösterdiği şeklinde de alınabilir. Para politikasının Taylor-tipi bir kurala dayalı faiz oranı kuralına göre yürütüldüğü varsayımı altında, merkez bankasının enflasyon, çıktı ve döviz kurundaki değişikliklere aşağıdaki politika kuralına göre tepki verdiği kabul edilir: R = ρ R + 1 − ρ ψ π + ψ! y + ψ" Δe + ε Burada ψ parametreleri para politikası katsayılarını, ρ ise faiz kuralı içerisinde bir yumuşama (smoothing) terimini gösterir. Dış ticaret haddi uluslararası mal piyasası denge koşulundan endojen olarak büyüme oranının bir fonksiyonu şeklinde elde edilebilir. Fakat modelin bu eşitlikle birlikte tam yapısal olarak tahmini Lubik ve Schorfheide (2007)’de belirtildiği gibi problemli olmakta ve gerçekçi olmayan parametre tahminleri ve düşük olabilirlik değerlerine sebep olmaktadır. Bu tür problemlerin önüne geçmek için modele ekzojen olarak dış ticaret haddi büyüme oranı için bir dinamik değişim denklemi eklenebilir. Bu çalışmada dış ticaret hadlerinin değişimi gösterecek bu denklem şu şekilde modellenecektir: ∆q = ρ% ∆q + ε%, Yukarıda verilen bu beş eşitlik birlikte bir doğrusal rasyonel beklentiler modeli oluşturur. Bu modelde dış dünyayı gösteren π∗ ve y∗ değişkenlerinin ρ'∗ ve ρ(∗otoregresif katsayılarına bağlı olarak AR(1) süreçlere göre değiştiğini varsayacağız.Bu rasyonel beklentiler modeli değişik metotlar vasıtası ile çözülebilir. Bu metotların başlıcalarAnderson ve Moore (1985)’un AiM algoritması, Klein (2000)’in ve Sims (2002)’in metotlarıdır. Bu çözüm metotları DSGE modelini log-lineer hale getirip durum uzay (state-space)formunu elde eder, bu gösterimde gözlemlenebilen değişkenler ölçüm (measurement) denklemi ile 23 M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın model değişkenlerine bağlanır. Burada ayrıca durum denklemi model değişkenlerinin geçmiş değerler ve i.i.d. şoklarla eşleştirildiği DSGE modelinin indirgenmiş (reduced) formunu sağlar. Modelin çözülmesinden sonra modele ait bilinmeyen parametreler daha sonra tahmin edilecek bir parametre vektörü oluşturur. Tüm yapısal şokların normal dağılıma sahip olduğu ve birbirleri ile tüm geri ve ileri dönemlerde ilişkisiz olduğu varsayımı altında tüm endojen model parametrelerine ait bir ortak olasılık dağılımı (jointprobabilitydistribution) elde edilebilir. Saf bayezci tahmin metodunda bu parametreler için bir önsel dağılım belirlenir ve DSGE modele ait olabilirlik fonksiyonu üzerinden ampirik veriler kullanılarak bu önseller değiştirilir. Daha sonra ise Bayes teoremi kullanılarak sonsal dağılımlar elde edilebilir. DSGE-VAR metodunda ise çözülen DSGE modeli vasıtasıyla VAR parametrelerinin önsel dağılımına ait momentler bir normal/invertedWishart formu kullanarak belirlenir. Böylece ekonomiyi teorik olarak modelleyen bir DSGE modeli ile parametrelere ait olası dağılımlar belirlenir ve bu dağılımlar VAR tahminlerinde önsel dağılım olarak kullanılıp, varsayılan ekonomik modelle uyumlu tahmin veya projeksiyon sonuçları elde edilir. DSGE-VAR modelinde SOE modeli ile kukla (dummy) veri seti elde edilip, bundan VAR tahmini için gereken önseller türetilir. Daha sonra DSGE-VAR modeline ait sonsal dağılımlar bir VAR olabilirlik fonksiyonu ile DGSE önsellerinin birleştirilmesinden türetilir. Burada kullanılacak DSGE önselleri BVAR modellerinde genellikle kullanılan Minnesota-tipi önsellerin yerine geçer. 4. TAHMİN SONUÇLARI Çalışmada mevsimsellikten arındırılmış 3-aylık veri setleri kullanılacaktır. Veri seti nominal çıktı, enflasyon, kısa dönem faiz oranları, nominal döviz kuru ve dış ticaret hadleri değişkenlerinden oluşacaktır. Tahminlerde çıktının büyüme oranı kullanılacak ve GSYİH değerlerinden hesaplanacaktır, enflasyon olarak TÜFE’nin değişim oranı alınacaktır, döviz kuru olarak nominal efektif döviz kuru veya dolar döviz kuru kullanılacaktır. Tahminlerde döviz kuru ve ticaret hadlerinin değişim oranları kullanılacağından ilgili değişkenlerin logaritmalarının birincifarkları alınacaktır. Tahminde kullanılacak veri seti Türkiye için 1998:2-2015:4 dönemi veya 2002:1-2015:4 dönemi olacaktır. Birinci set daha çok veri içermesine rağmen 2001 24 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 krizinin etkilerini içermektedir. İkinci set ise söz konusu krizi içermediğinden Türkiye’nin daha istikrarlı olduğu bir dönemi gösterir ve bu nedenle yapılacak projeksiyonda Türkiye’nin mevcut ekonomik dinamiklerini daha iyi yansıttığı düşünebilir. Tablo 1: Nominal GSYH, 1998-2015 Verileri ile Projeksiyon Yıl Nom.GSYH (1000 TL) 2015 1952724009 50 % 2016 2193749416 2150714971 2232520925 2134096574 2253937948 2104694703 2287879265 2017 2406717216 2362485652 2456648353 2331234081 2477383867 2294364246 2515110036 2018 2625544162 2575736488 2680796985 2544951019 2709645749 2491961424 2766325150 2019 2847140174 2783904122 2909063081 2759677984 2941297862 2705912849 2986203550 2020 3074239791 3009787960 3143449030 2970692811 3174796445 2909766651 3238328122 2021 3307628174 3242805705 3363672744 3207626674 3401163898 3151116033 3454044063 2022 3547673244 3473454840 3614624077 3435794156 3666190783 3364553222 3723388383 2023 3795193990 3712127398 3870907018 3673746596 3910672754 3589206313 3995732916 Güven Aralığı 70 % 90 % 1998-2015 veri seti kullanıldığında elde edilen projeksiyon sonuçları yıllık olarak Tablo 1’de verilmiştir Ayrıca bu tahmin değerleri için %50, %70 ve %90 olmak üzere 3 adet güven aralığı hesaplanmıştır. Buna göre, örneğin %90 güven aralığı projeksiyon sonucu elde edilen değerin %90 ihtimalle bu aralıkta olacağını göstermektedir. Tablo 1’deki yıllık hale getirilmiş değerlerin hesaplandığı 3-aylık projeksiyon sonuçları grafiksel olarak da Fig.1’de gösterilmiştir. Buna göre Türkiye’nin 2023 nominalGSYH’sıyaklaşık 3.8 trilyon TL olarak bulunmuştur. 2023 GSYH’sı %90 ihtimalle 3.59 trilyon TL ile 3,99 trilyon TL arasında gerçekleşmesi beklenmektedir. 2002-2015 verileri ile yapılan projeksiyon sonuçları ise Tablo 2 ve Fig.2’de verilmiştir. Buna göre 2001 krizini içermeyen veri seti ile daha yüksek projeksiyon sonuçları elde edilmiş ve 2023 GSYH 4.72 trilyon TL olarak öngörülmüştür. 25 M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın Fig.1: Nominal GSYH, 1998-2015 Verileri ile. 1200 1000 800 600 400 200 0 1998-1 1999-1 2000-1 2001-1 2002-1 2003-1 2004-1 2005-1 2006-1 2007-1 2008-1 2009-1 2010-1 2011-1 2012-1 2013-1 2014-1 2015-1 2016-1 2017-1 2018-1 2019-1 2020-1 2021-1 2022-1 2023-1 Nominal GSYH (Milyon) Veri: 1998-2015 (Milyon TL, 3 Aylık); Güven Aralığı: %50 - %70 - %90 Benzer projeksiyonlar ABD doları cinsinden de yapılmış olup sonuçlar Tablo 3, Tablo 4 ve Fig.3’te verilmiştir. Bunlara göre 2023 yılı için Türkiye’nin GSYH’sı942.4 milyar dolar ve 947.2 milyar dolar olarak bulunmuştur. Bu bulgulara göre Türkiye’nin 2023 hedefi olan 2 trilyon dolarlık GSYH’ya ulaşması mümkün gözükmemektedir. Tablo 2: Nominal GSYH, 2002-2015 Verileri ile Projeksiyon Yıl Nom.GSYH (1000 TL) 2015 1952724009 Güven Aralığı 50 % 70 % 90 % 2016 2262066340 2221037944 2304509157 2199508443 2325397912 2163984989 2371761603 2017 2598143283 2550010624 2648562648 2517288533 2678684905 2466901117 2723968058 2018 2944276252 2890178910 2997265375 2851333622 3034014474 2806117803 3075747459 2019 3288115690 3213169550 3360336406 3172140651 3397247470 3110472783 3471206420 2020 3631337085 3545853333 3716175017 3508599029 3753194814 3440753719 3826279266 2021 3980038870 3894526203 4067389578 3855056734 4110047341 3783519263 4178206433 2022 4339937130 4244517251 4439772203 4183699624 4489845853 4118373300 4560201075 2023 4716567615 4624202565 4809816086 4582123040 4869340126 4475340483 4928979127 26 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Fig.2: Nominal GSYH, 2002-2015 Verileri ile 1500 1000 500 0 2002-1 2003-1 2004-1 2005-1 2006-1 2007-1 2008-1 2009-1 2010-1 2011-1 2012-1 2013-1 2014-1 2015-1 2016-1 2017-1 2018-1 2019-1 2020-1 2021-1 2022-1 2023-1 Nominal GSYH (Milyon) Veri: 2002-2015 (Milyon TL, 3 Aylık); Güven Aralığı: %50 - %70 - %90 Kişibaşı gelir hesapları ise Tablo 5’te verilmiştir. Bu projeksiyon sonuçlarına göre 2023 yılında kişi başı GSYH 11,200 dolar civarında bulunmuş olup, %90 güven aralığına göre 12,600 dolar olarak gerçekleşme ihtimali söz konusudur. Bu sonuçlara göre Türkiye’nin 2023’de ulaşmayı hedeflediği kişi başı 25,000 dolar seviyesinin gerçekleşmesinin çok zor olduğu görülmektedir. Tablo 3: Nominal GSYH, 1998-2015 Verileri ile Projeksiyon Yıl Nom.GDP (1000 USD) Güven Aralığı 50 % 70 % 90 % 2015 721051070 2016 708891564 678250146 735392054 666045267 752679076 640813019 779743837 2017 728773540 691806891 769305255 669084167 788727180 645364937 823308215 2018 757975618 725538167 793373864 701471104 812952544 669841378 842973334 2019 793173789 758482702 828043276 736589167 850595994 699585683 888667746 2020 829083127 788854812 866866464 770221475 887260258 740038309 930644355 2021 865876586 827982218 902141266 803533619 925187654 767524204 967598530 2022 903681691 859442943 950854956 833339864 974778373 800430358 1016097404 2023 942447762 901729705 981916419 879088358 1011907123 840976999 1061962832 27 M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın Fig.3: Nominal GSYH, 1998-2015 verileri ile 300 250 200 150 100 50 0 1998-1 1999-1 2000-1 2001-1 2002-1 2003-1 2004-1 2005-1 2006-1 2007-1 2008-1 2009-1 2010-1 2011-1 2012-1 2013-1 2014-1 2015-1 2016-1 2017-1 2018-1 2019-1 2020-1 2021-1 2022-1 2023-1 Nominal GSYH (Milyon) Veri: 1998-2015 (Milyon Dolar, 3 Aylık); Güven Aralığı: 50% - 70% - 90% Tablo 4: Nominal GSYH, 2002-2015 verileri ile Projeksiyon Yıl Nom GSYH 2015 2016 2017 2018 2019 2020 2021 2022 2023 721051070 728438318 756947587 785647730 818291180 850482239 882777091 914945081 947180046 Güven Aralığı (bin $) 50 % 701942363 727078666 757668315 788375418 820002538 849155780 882394941 913729768 70 % 752182942 784560522 816295276 845712519 879577859 915936565 948876084 982827589 689750070 713023262 738085477 774947268 803711740 831598994 862670724 897139306 90 % 768195146 802622435 832364933 866035139 896273246 936885991 966564519 1001711473 667502612 689926856 717309822 749262163 776195324 801566996 829068777 866082637 793611342 829846759 850074051 895613375 927968454 963900320 998334015 1026237387 Tablo 5: Nominal Kişibaşı GSYH, 2002-2015 verileri ile Projeksiyon Yıl Kişi başına Nom GSYH 2002-2015 2015 9157,24 2016 9224,75 8889,21 2017 9489,60 2018 9753,39 2019 2020 Güven Aralığı(bin $) 50 % 70 % 90 % 9525,45 8734,81 9728,22 8453,08 10050,08 9115,14 9835,77 8938,94 10062,21 8649,38 10403,51 9406,04 10133,86 9162,93 10333,36 8905,01 10553,21 10062,41 9694,54 10399,61 9529,42 10649,51 9213,57 11013,23 10362,03 9990,68 10716,52 9792,19 10919,94 9456,94 11306,10 2021 10659,47 10253,49 11059,87 10041,50 11312,83 9678,86 11639,02 2022 10952,17 10562,53 11358,33 10326,43 11570,07 9924,20 11950,36 2023 11242,88 10845,83 11666,01 10648,91 11890,16 10280,27 12181,28 28 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 5. SONUÇ Projeksiyon sonuçları göstermektedir ki, mevcut trend ve dinamikler ile Türkiye kendi önüne koymuş olduğu 2023 yılında 2 trilyon dolar GSYH ve 25,000 dolar kişi başı gelir hedeflerini gerçekleştirmekten oldukça uzak gözükmektedir. Bu hedeflerden olan yıllık 500 milyon dolar ihracat hedefinin de, buna ait projeksiyonlar henüz yapılmamakla birlikte bu elde edilen sonuçlara göre gerçekleşmesinin oldukça zor olduğu gözükmektedir. Bu hedeflerden bu kadar uzak düşülmesinin sebebi özellikle 2014 ve 2015 yılında Türk Lirasının dolar karşısında yaşamış olduğu yüksek değer kaybı olarak görülebilir. Çünkü projeksiyonlardan 2014 ve 2015 çıkarılıp, 2013 yılına kadar ki veriler kullanıldığında 2023 yılında 1.5 trilyon dolarlık GSYH’ya ve 17-18 bin dolarlık kişi başı GSYH değerlerine ulaşıldığı görülmüştür. Bu değerlerinde hedeflerin altında olmasına rağmen, yine de son verilerle elde edilen projeksiyonlar kadar hedeflerden çok uzak olmadığı görülür. Türkiye’nin 721 milyar dolar olan 2015 GSYH’sının 2023 yılında 2 trilyon dolar seviyesine ulaşması için bu süre zarfında Türkiye’nin ortalama yıllık %13 civarında büyüme gerçekleştirmesi gerekmektedir. Fakat günümüzde tüm dünyada yaşanan ekonomik kriz ve durgunluklar dikkate alındığında bunun gerçekleşmesinin neredeyse imkansız olduğu görülmektedir. KAYNAKÇA An, S., Schorfheide, F. 2007. “Bayesian Analysis of DSGE Models”, Econometric Reviews, 26, 113–172. Anderson, G.,Moore, G. 1985. “A Linear Algebraic Procedure for Solving Linear Perfect Foresight Models”, Economics Letters, 17, 247–252. Ball, L., Robert, T. 2002. “The Fed and the New Economy", American Economic Review, 92 (2), 108-114. Clarida, R.,Galí, J., Gertler, M. 1998. “Monetary Policy Rules in Practice: Some International Evidence", European Economic Review, 42 (6), 1033-1067. Clarida, R.,Galí, J., Gertler, M. 2000. “Monetary Policy Rules and Macroeconomic Stability: Evidence and Some Theory", Quarterly Journal of Economics, 115(1),147-180. Clarida, R.,Galí, J., Gertler, M. 2001. “Optimal Monetary Policy in Open versus Closed Economies: An Integrated Approach", American Economic Review, 91 (2), 248-252. DeJong, D. N.,Ingram, B. F., Whiteman, C. H. 2000. “A Bayesian approach to dynamic macroeconomics”, Journal of Econometrics, 98(2), 203–223. De Walque, G.,Wouters, R. 2004. “An open economy DSGE model linking the Euro area and the U.S. economy”, Manuscript, National Bank of Belgium. 29 M.M. Arslan, F.Ö. Serttaş ve R. Aydın Del Negro, M.,Schorfheide, F. 2004. “Priors from general equilibrium models for VARs”, International Economic Review45(2), 643–673. Del Negro, M., Schorfheide, F. 2006. “How Good Is What You’ve Got? DSGE-VAR as a Toolkit for Evaluating DSGE Models”, Federal Reserve Bank of Atlanta Economic Review, 91, 21–37. Del Negro, M., Schorfheide, F. 2009. “Monetary Policy Analysis with Potentially Misspecified Models”, American Economic Review, 99, 1415–1450. Del Negro, M., Schorfheide, F., Smets, F., Wouters, R. 2007. “On the Fit of New Keynesian Models”, Journal of Business and Economic Statistics, 25(2), 123–162. Fuhrer, J., Moore, G. 1995. “Inflation persistence”, Quarterly Journal of Economics 440, 127–159. Galí, J.,Monacelli, T. 2005. “Monetary Policy and Exchange Rate Volatility in a Small Open Economy”, Review of Economic Studies, 72, 707–734. Ingram, B. F., Whiteman, C. M. 1994. “Supplanting the Minnesota prior: forecasting macroeconomic time series using real business cycle model priors”, Journal of Monetary Economics, 34(3), 497–510. Kim, J. 2000. “Constructing and estimating a realistic optimizing model of monetary policy”, Journal of Monetary Economics, 45(2), 329–359. Klein, P. 2000. “Using the Generalized Schur Form to Solve a Multivariate Linear Rational Expectations Model”, Journal of Economic Dynamics and Control, 24, 1405–1423. Landon-Lane, J. 1998. “Bayesian Comparison of Dynamic Macroeconomic Models”, Ph.D. dissertation, University of Minnesota. Leeper, E. M.,Sims, C. A. 1994. “Toward a modern macroeconomic model usable for policy analysis”, In: Stanley, F., Rotemberg, J. J., eds. NBER Macroeconomics Annual 1994. Cambridge, MA: MIT Press, pp. 81–118. Lubik, T. A.,Schorfheide, F. 2007. “Do Central Banks Respond to Exchange Rate Movements? A Structural Investigation”, Journal of Monetary Economics, 54, 1069–1087. Lubik, T. A., Schorfheide, F. 2006. “A Bayesian look at new open economy macroeconomics” In: Mark, G., Rogoff, K., eds. NBER Macroeconomics Annual 2005. Cambridge, MA: MIT Press, pp. 313–366. Orphanides, A. 2001. “Monetary Policy Rules Based on Real-Time Data", American Economic Review, 91 (4), 964-985. Otrok, C. 2001. “On measuring the welfare cost of business cycles”, Journal of Monetary Economics, 47(1), 61–92. Rabanal, P., Tuesta, V. 2006. “Euro-Dollar real exchange rate dynamics in an estimated two-country model: What is important and what is not”, CEPR Discussion Paper No. 5957. Schorfheide, F. 2000. “Loss function-base devaluation of DSGE models”, Journal of Applied Econometrics, 15(6), 645–670. Sims, C. A.1980. “Macroeconomics and Reality”, Econometrica, 48(4), 1–48. Sims, C. A. 2002. “Solving Linear Rational Expectations Models”, Computational Economics, 20, 1–20. Woodford, M. 2003. Interest and Prices: Foundations of a Theory of Monetary Policy. Princeton: Princeton University Press. 30 Tezkirelere Göre Osmanlı Döneminde Balkanlarda Yetişen Şairler Dr. Müberra Gürgendereli Trakya Üniversitesi ÖZET Osmanlı Devleti’nin 14.yy’da başlayan ve daha sonra hızla devam eden fetih hareketleri, Balkanlarda belli başlı kültür merkezlerinin meydana gelmesini sağlamıştır. Divan edebiyatı içerisinde önemli yere sahip olmuş ve etkilediği şahsiyetler bakımından önemli tesirler bırakan çok sayıda şair, Balkan topraklarından yetişmiştir. Şiirlerindeki lirizm, tabîlik, maddi kültür ve kelime kadroları bakımından kendilerine has ortak özelliklere sahip olan Rumeli şairleri, verdikleri önemli eserlerin yanısıra devletin önemli meslek ve kademelerinde de görev almış şahsiyetlerdir. Osmanlı döneminin biyografik kaynakları olan şuarâ tezkirelerinden elde edilen bilgilere göre, bugünkü Balkan ülkelerinden; Yunanistan, Bulgaristan, Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova, Arnavutluk ve Sırbistan sınırları içerisinde doğmuş toplam 459 şair tespit edilmiştir. Divan şairleri içerisinde önemli bir orana sahip olan bu şair kadrosu, klasik edebiyatımızın tarihi seyri ve şekillenmesi sürecinde belirleyici rol oynamıştır. Bildiride; bu şairlerin doğdukları ülke ve şehirlere göre istatistikî tasnifleri yapılmış, yaşadıkları yüzyıllar, meslekleri, tasavvuftarikat ilişkileri belirlenmiş, adı geçen Rumeli şehirlerinin edebiyatımızdaki önemi ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Balkan Şairleri, Rumeli, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna-Hersek, Balkanlar. M.Gürgendereli 1. GİRİŞ Osmanlı Devleti, Avrupa’nın güneydoğusunda bir yarımada halinde yer alan ve “Balkanlar” olarak tabir edilen bölgede XIV. yüzyıldan itibaren varlığını göstermeye başlamıştır. XV. ve XVI. yüzyıllarda batıya doğru devam eden fetih hareketlerinin hızlanmasıyla Balkanlar’da çok önemli kültür merkezleri meydana gelmiştir. Bu kültür merkezlerinde bilim, kültür ve sanatın ilerleyebilmesi için gerekli olan altyapı hazırlanmış, dönemin bilim ve kültür kurumları olan medrese ve tekkelerin de tesis edilmesiyle Osmanlı edebiyatının önemli temsilcileri, II. Bayezid devriyle birlikte Balkan şehirlerinde yetişmeye başlamıştır. XVI. yüzyılın başlarından itibaren başka alanlarda olduğu gibi Osmanlı edebiyat kadrosunun da önemli bir bölümü Balkanlar’dan yetişmiştir. Tezkirelerin verdikleri bilgilere göre; Osmanlı şair kadrosunun üçte bire yakın bölümü Balkan şehirlerinde doğup büyüyenlerden oluşmaktadır. Bölgenin edebi kadro açısından zengin olmasını sağlayan bazı özel şartlar mevcuttu. Osmanlı devlet sistemi içinde bütün Ortaçağ devletlerinde olduğu gibi, sanat özel bir teşvik sistemiyle destekleniyordu. Osmanlı sarayından başlanarak taşrada şehzade sancakları ve beyler kendi konumlarına uygun bir sanatçı kadrosunu maiyetlerinde bulunduruyorlardı. Böyle bir kadro yöneticiliğin şartlarından sayılıyordu. Osmanlı Rumelisi özel konumu nedeniyle çok sayıda akıncı ailesinin de barınma yeriydi. Bu yüzdendir ki akıncı beyleri, çevrelerinde maiyetlerindeki serdengeçtileri sürekli istim üzerinde tutacak derviş-meşrep şairlere ihtiyaç duyarlar ve onları himaye ederlerdi (İsen, 2009:2). Bir edebiyatçının yaşadığı coğrafi çevrenin, mahalli renklerin, dünyaya bakış açısının ve hayat tarzının, yarattığı edebi eser üzerindeki etkisi, tartışmasız çok açıktır. Bu etki, Balkan topraklarında doğmuş ve yetişmiş şairlerde daha da belirgin olarak görülür. Bir Balkan şairiyle, Anadolu’da, Bağdat’ta veya Orta Asya’da doğup büyümüş, buralara ait kültür merkezlerinde yetimiş bir şairin duygularını ifade ediş şekilleri, coşkuları, heyecanları ve kullandıkları kelimeler, farklılıklar göstermektedir. Rumeli şairlerinin yetiştikleri ortam, ele aldıkları konular, anlattıkları sosyal hayat, şiirlerinde kullandıkları motifler, söz sanatları, hayal dünyası ve kelime kadrosu incelendiğinde onların bazı ortak noktalarının bulunduğu görülür. Yaşadıkları çevreye duyarlı olan bu şairler, şiirlerinde genel olarak şehir ve yer adlarını dile 32 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 getirirler. Yine bu bölgede çok kullanılan “ya, be, gör e, bak a, hey, be hey” gibi günlük konuşma dilinin özelliği olan senli benli samimi ifade biçimine şiirlerinde fazlaca yer verirler. Bunun yanında komşu olarak yaşadıkları diğer milletlerle yakın temas sonucu Hristiyan ve gayrımüslüm toplulukların çeşitli inançları, gelenek ve görenekleri gibi konulardaki gözlemler bir malzeme olarak şiire girer (Çeltik, 2004:2). Balkanlarda yetişen divan şairlerinin, genellikle Balkanlara has bir özellik olarak; yaşadıkları ya da doğdukları şehirlerin güzelliklerini ve güzellerini anlatan “şehrengiz” türünde eserler kaleme aldıkları görülmektedir. Balkan şehirleri için yazılmış başlıca şehrengizler; Usûlî’nin Yenice Şehrengizi, İshak Çelebi’nin Üsküp Şehrengizi, Hayreti’nin Belgrad ve Yenice şehrengizleri, Za’fî’nin Yenice Şehrengizi, Derviş’in Mostar Şehrengizi ve Dürrî’nin Gümülcine Şehrengizidir. 2. BALKAN ŞEHİRLERİNDE YETİŞEN DİVAN ŞAİRLERİ Birer kültür merkezi olarak parlayan ve bu özellikleriyle varlık gösteren Balkan şehirleri, özellikle XVI. yüzyılda divan edebiyatı temsilcilerinin önemli bir kısmını yetiştirmiştir. Şuara tezkiresi yazarı Âşık Çelebi, Pirizrenli Nehârî hakkında bilgi verirken şu ifadeleri kullanmaktadır: “Rivayet olunur ki Pirizren’de oğlan doğsa adından mukaddem mahlas korlar. Yenice’de doğan oğlan etmeğe papa diyecek vakt Fârsî söyler. Piriştine’de oğlan doğsa dividi belinde doğar derler. Binâen ‘alâzâlik Pirizren şâir menbaı, Yenice Fârsî ocağı ve Piriştine kâtip yatağıdır” (Kılıç, 2010:904). Rumeli toprağı şair yetiştirmeye müsait, bereketli bir topraktır. Bir Rumeli şairi olan Hayâlî Bey, şairliğinin tıpkı doğduğu topraklar gibi verimli olduğunu, şiirindeki mana güllerinin “Rumeli toprağı”nın feyzinden meydana geldiğini söyler. Kâbil-i feyz olmasa vermezdi ma‘nâ güllerin Bu Hayâlî Husrevâ Rumili toprağı gibi Boşnak divan şairlerinden Mezâkî ise; Rum illerini gezip gören, buraların safasını süren bir kimse, bir daha ne İstanbul’u ne de Üsküdar’ı ister diyerek balkan coğrafyasının üstünlüğünü vurgular. Edip Rûm illerin zevkin Mezâkî sâde-rûlarla 33 M.Gürgendereli Gönül ne meyl-i Sitanbul ne fikr-i Üsküdar eyler Divan şairlerinin birçoğu devrin eğitim müesseselerinde, mektep ve medreselerinde yetişmiş; kazaskerlik, kadılık ve müderrislik gibi önemli görevlerde bulunmuş kişiler yani dönemin devlet adamlarıdır. Bunların önemli bir kısmı da Balkan şehirlerinden yetişmiştir. Balkanlarda doğduğunu tespit edebildiğimiz 459 şair içinden, Osmanlı döneminin biyografileri olan tezkirelerde ve diğer biyografik kaynaklarda mesleklerini belirleyebildiğimiz 347 şairin mesleklerine göre dağılımları şöyledir: Kadı: 75 Müderris, muallim: 60 Katip: 56 Şeyh: 27 Vaiz, imam, hatip: 11 Beğ, beğlerbeği: 19 Asker: 14 Vezir: 8 Kethüda: 8 Vali: 7 Kaymakam, mutasarrıf: 7 Müftü: 6 Hattat: 6 Tezkireci, ruznameci: 4 Defterdar: 3 Mektupçu: 3 Derviş: 3 Esnaf: 3 Kazasker: 2 Mesnevihan: 2 Muhasebeci: 2 Sefir: 2 Musahhih: 2 Kütüphaneci: 2 Diğer meslekler: 15 (Arzuhalci:1, Tercüman:1, Mabeynci: 1, Pasbanbaşı:1, Şeyhülislam: 1, Sahaf: 1, Reisülküttab: 1, Mühürdar: 1, Muharrir: 1, Kisedar: 1, Tabib: 1, Divan Efendisi: 1, Posta Müdürü: 1, Matbaacı: 1, Hassa Ağası: 1.) 34 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Balkan şairlerinin doğdukları şehirlere göre tespit edilmesinde dikkat çeken bir diğer özellik de bu şairlerin önemli bir kısmının bir tarikata mensup olmaları ya da bir tasavvufi akıma sempati duymalarıdır. Zaten yapı olarak tok gözlü, istiğna sahibi, gururlu, dik başlı ve derviş yaratılışlı bu şairlerin bir tarikata mensup olmaları gayet tabidir. “Büyük mutasavvıf kişilerin çevresinde toplanmalarla tasavvufun teşkilat ve merasim sistemi haline gelmesi demek olan tarikatlar, güzel sanatların gelişiminde çok önemli roller oynamışlardır. Her türlü fikir ve heyecan şahlanışını kendine konu bilen edebiyat, tasavvuf heyecanı için de bir ifade vasıtası olmuş ve gönüllerde yanan kutsal ateş şiirle dile getirilmiştir”(İsen 1997:212). Balkanlarda doğduğunu tespit edebildiğimiz 459 şair içinden, mensup oldukları ya da yakınlık duydukları tarikatları belirleyebildiğimiz 89 şairin tarikatlara göre dağılımları şöyledir: Mevlevî: 38 Nakşî: 15 Halvetî: 7 Bektâşî: 7 Gülşenî:5 Kalenderî ve Işık: 4 Sa‘dî: 4 Celvetî: 3 Kadîrî: 2 Melâmî: 1 Bayramî: 1 Üveysî: 1 Hurûfî: 1 XIV. yüzyılın ikinci yarısından İstanbul’un fethine kadar geçen süre içerisinde gelişen yoğun Rumeli fetihleri sayesinde, Balkanlar’da meydana gelen siyasi yapıya paralel olarak kültürel yapının da sağlanmasıyla, sanat ve edebiyatın gelişmesine uygun zemin hazırlanmıştır. Daha sonra XVI. yüzyılda devletin askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel yönden zirveye ulaşması, Balkanlar’daki kültür ve sanat gelişimini de en üst noktaya ulaştırmıştır. Balkan şairlerinden yaşadıkları dönem tespit edilebilen 435 şairin yüzyıllara göre dağılımı şöyledir: 35 M.Gürgendereli XIV.yüzyıl:1 XV.yüzyıl: 13 XVI.yüzyıl: 156 XVII. yüzyıl: 102 XVIII. yüzyıl: 70 XIX.yüzyıl: 83 XX.yüzyıl: 10 Bugünkü Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Sırbistan ve Macaristan sınırları içinde doğmuş olan çoğu şair, 459 edebiyatçıyı; şuarâ tezkirelerine ve son dönem biyografik kaynaklarına göre elde ettiğimiz bilgilerle, bugün hangi ülkelerin sınırları içerisine dahil edileceklerini, doğmuş oldukları şehirleri göz önüne alarak şu şekilde tasnif edebiliriz: Yunanistan: 169 Bulgaristan: 92 Makedonya: 72 Bosna-Hersek: 48 Sırbistan: 27 Kosova: 17 Arnavutluk: 17 Macaristan:3 Rumeli3: 14 a) YUNANİSTAN Yunanistan, 169 şairle Balkanlarda en fazla şair yetiştiren ülkedir. Bugünkü Yunanistan sınırları içinde yer alan şehirler, özellikle Serez, Vardar Yenicesi, Selanik, Yenişehir Fener ve Girit Osmanlı döneminde değerli şairler yetiştirmiş seçkin kültür merkezleridir. Balkanlarda Türk edebiyatı ile ilgili en önemli çalışmaların sahibi olan Prof.Dr. Mustafa İsen, bu şehirlerden Yenice hakkında şu tespitleri yapar: “Serdengeçti akıncıların yanında özellikle onları gazaya teşvik edecek, gaziliğin ve şehitliğin faziletlerini nakl edecek, kısacası onları şarj edecek, moral verecek kişilere ihtiyaç 3 Burada yer alan şairler, tezkirelerde; doğdukları şehrin adı verilmeden sadece “Rumelidendir” ifadesiyle belirtilmiş şairlerdir. 36 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 vardı. Medreselerde yetişmiş, işin daha çok zahiri tarafıyla ilgili bilginler bu rolü yerine getiremezdi. Bu işi kışın kışlaklarda, bahar gelince ise akıncılarla birlikte coşup taşan yarı meczup ermiş şairler yerine getirebilirdi. İşte Yeniceli şairlerin çoğu da bu özellikleri taşımaktaydı. Hatta Yenice’de yetişen şairler, bir fabrikadan çıkmış standart mamuller gibi benzer özellikler taşımaktaydı. Yenice XVI. yüzyıl sonuna kadar çoğu Osmanlı Devleti’nin asırlar boyu oldukça tanınmış şairlerini yetiştiren önemli bir beldesi oldu” (İsen, 2009:53). Tezkire yazarları şairleri tanıtırken, doğdukları şehirleri de tasvir ederler. Tezkirelerde yer alan bugünkü Yunanistan şehirlerinden birkaçı hakkındaki tasvirler şöyledir: Vardar Yenicesi: Hüner sahibi âlimlerin kaynağı ve merkezi, söz ustalığını şiar edinmiş şairlerin ocağı, suyu ve havasının letafetiyle, cennete benzeyen yerleriyle İrem bağlarını utandırıp kıskandıracak kadar güzel, ferahlık veren bahçelerinin yanında dilberlerinin güzellikleriyle de meşhur, zariflerin ve şairlerin toplandığı övülmeye layık bir şehirdir (Beyzadeoğlu, 2001:53). Yeniceli şair Usûlî, şehrengizinde, Vardar nehri içindeki bu güzel şehrin benzerinin, dünyanın hiçbir yerinde bulunmadığını söyler. Yenice şehridir Vardar içinde Ki misli ne Hıtâ’da var ne Çin’de Serez: Yetiştirdiği şairlerle edebi açıdan önemli bir yere sahip olan Serez, Osmanlı vilayetleri içinde geceyi mum gibi aydınlatan, insanın ruhuna ferahlık veren havasının ikliminin güzelliğiyle dikkat çeken, bahçeleriyle Seba ülkesini kıskandıran cennet gibi eşsiz bir belde olarak anlatılmıştır (Eyduran, 2000:35). Selanik: Ülkelerin ve şehirlerin yüzüne güzellik veren bir şehirdir (Beyzadeoğlu, 2001:61). Biyografik kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere göre4 bugünkü 4 Şairler hakkındaki bilgilerin tespitinde faydalanılan tezkire ve biyografik kaynaklar şunlardır: Haluk İpekten ve Komisyon (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara; Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatçı (2001). Mehmet Nail Tuman Tuhfe-i Nâilî. Bizim Büro Yayınları; Filiz Kılıç (2010). Aşık Çelebi Meşâ‘irü’ş- şu‘arâ İnceleme-Metin. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul; İbrahim Kutluk (1989). Kınalızade Hasan Çelebi Tezkiretü’ş- şu‘arâ. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara; Rıdvan Canım (2000). Latîfî Tezkiretü’ş- şu‘arâ ve Tabsıratü’nnuzemâ(İnceleme-Metin). Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Ankara; Mustafa İsen 37 M.Gürgendereli Yunanistan sınırları içinde doğduğu tespit edilen 169 şairin Yunanistan şehirleri, beldeleri ve adalarına göre dağılımı şöyledir: Serez: 26, Yenişehir Fener: 25, Selanik: 23, Vardar Yenicesi: 20, Girit: 20, Mora: 17, Tırhala: 6, Midilli: 6, Eğriboz: 5, Karaferye: 5, Yanya: 4, İnebahtı: 2, Ferecik:2, Sakız:2, Rodos:2, Dimetoka: 1, Kavala:1, İskeçe: 1, Nevrekop:1. SEREZ(SİROZ): Adnî(ö.1684), Celal Paşa (ö.1903), Hâfız (ö.1533), Hasan Çelebi-i Mu‘îd (ö.1615), Hüsnî (ö.1846’dan sonra), İlhâmî (ö.1572), Kabûlî (III. Murad devri), Kandî (ö.1555), Lâyihî (ö.1565), Makâmî (ö.1638), Medîhî (III. Murad devri), Muhlis (ö.1843), Mustafa Efendi (ö.1643), Nisârî (Kanuni devri), Niyâzî(Yıldırım Bayezid devri), Niyâzî (ö.1900), Rahmetî (ö.1620), Sa‘dî (XV.yy), Sâfî (ö.1688), Senâyî (ö.1688), Sinânî, Abdülbâkî Efendi (ö.1688), Sühâyî (ö. 1534), Vasfî (XV.yy), Zarîfî (ö.1569), Zeynî (XVI. yy), Zînetî (ö.1553) YENİŞEHİR FENER:‘Ârifî (XVI.yy), ‘Atâ (ö.1814), ‘Avnî (ö.1883), ‘Avnî (d.1879), Belîg (ö.1760), Emîn (ö.1794), Emrî Efendi, Ferîd (ö.1908), Hâşim (ö.1920), Hâtem Ahmed Efendi (ö. 1754), İbrâhim Efendi (Seyyîd) (ö.1780), (1994). Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara; Mustafa İsen (1998). Sehi Bey Tezkiresi Heşt Behişt. Akçağ, Ankara; Aysun Sungurhan Eyduran (2009). Kınalızâde Hasan Çelebi Tezkiresi Tezkiretü’ş-şuarâ. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri www.kulturturizm.gov.tr ; Aysun Sungurhan Eyduran (2008). Beyanî Tezkiresi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri 3216, www.kulturturizm.gov.tr; Süleyman Solmaz (2009). Ahdî Gülşen-i Şu‘arâ, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri, www.kulturturizm.gov.tr ; Sadık Erdem (1994). Râmiz ve Âdâb-ı Zurafâsı İncelemeTenkidli Metin-İndeks-Sözlük. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara; Abdülkerim Abdülkadiroğlu (1999): İsmail Belig Nuhbetü’l-âsâr li zeyli Zübdeti’l-eş‘âr. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara; Adnan İnce (2005): Tezkiretü’şşu‘arâ Salim Efendi. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara; Filiz Kılıç (2005). Tezkire-i Şu‘arâ-yı Şefkat-i Bağdâdî. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri 3212, www.kulturturizm.gov.tr ; İlhan Genç (2000). Esrar Dede Tezkire-i Şu‘arâyı Mevleviyye, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara; Kudret Altun (1997). Tezkire-i Mucîb İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin-Sözlük. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara; Kaşif Yılmaz (2001). Güftî ve Teşrîfatü’ş-şuarâ’sı. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara; Ömer Çiftçi (1996). Fatîn Davud Hatîmetü’l-eş‘âr. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri 3218, www.kulturturizm.gov.tr; Fikri Yavuz, İsmail Özen (1972). Bursalı Mehmed Tahir Efendi Osmanlı Müellifleri. Meral Yayınevi, İstanbul; Seyit Ali Kahraman (1996). Mehmed Süreyya Sicill-i Osmânî. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul; İbnülemin Mahmud Kemal İnal (1988). Son Asır Türk Şairleri. Dergah Yayınları, İstanbul. 38 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 ‘İzzet Efendi (ö.1821), Kemâleddin Mahmûd (ö.1888), Nâkıd (ö.1715’ten sonra), Nâşid Safvet Efendi (ö.1827), Nazîf (ö.1861), Nigâhî (ö.1692), Nusret Alî (ö.1913), Osman Paşa (ö.1775), Ömer Semâhat Dede (ö.1800), Râtıb Ahmed Paşa (ö.1761), Sâfî Derviş Ahmed (ö. 1665), Sâilî (ö.1552), Subhî (ö.1669), Vehbî (ö.1885) SELANİK: Âkif Efendi (ö.1827), Âşık Ahmed Dede (ö.1701), Bahşî Mehmed Efendi (ö.1628), Bâkî (XVI.yy), Behçet, Cemâl Nâbedîd Beğ, Es‘ad (ö.1633), Es‘ad (ö.1911), Emîn (ö.1712), Hâmî Efendi (ö.1842), Lütfî Sâlih Efendi (ö.1888), Ma‘nevî (ö. 1572), Meşhûrî (ö.1857), Mu‘în (ö.1652), Necâtî (Necâhî), Nûrî (ö.1903), Rüşdî Halîl Efendi (ö.1848), Sun’î (Kanuni devri), Şâ‘irî, Şeref (XX.yy), Tab‘î (ö.1666), Tevfîk (ö. 1910), Yümnî (ö.1672) VARDAR YENİCESİ: ‘Abdülganî (‘Abdî) (ö.1696), Âgehî (ö.1577), ‘Askerî Çelebî (Kanuni devri), ‘Aşkî Çelebî (ö.1592’den sonra), Derunî (ö.1650), Garîbî (ö.1547), Günâhî (ö.1580), Hayretî (ö.1534), Hayâlî (ö.1557), İlâhî (ö.1577), Mehmed (ö.1645), Mustafa Efendi (ö.1627), Râzî, Selmân (ö. 1564), Sırrî (ö. 1582), Şânî (III. Murad devri), Tâbî (ö.1552), Usûlî (ö.1538), Yûsuf-ı Sîneçâk (ö.1546), Râzî (ö.1617) GİRİT: Ahmed Hikmetî Efendi (ö.1727), Ahmed Bedrî Efendi (ö.1761), Ahmed Cezbî Efendi (ö. 1781), ‘Aşkî, ‘Azîz (ö.1798), Fehmî (ö.1861), Fehîm (ö.1813), Hacı Ahmed Me‘âb Efendi (ö.1798), Hıfzî (ö.1798), ‘İffet (ö.1941), ‘İzzet (d.1813), Lebîb Efendi (ö. 1768), Muhtar (ö.1910), Mustafa Salacıoğlu (ö.1825’ten sonra), Nûrî, Râcih (1852’de hayatta), Resmî (ö.1782), Resmî (ö.1789), Sırrı Paşa (ö.1895), Yahyâ Kâmî Efendi (1787’de hayatta) MORA: Ahmed Paşa (ö. 1756), Âlî (ö.1646), ‘Azîz (ö.1738), Firdevsî (ö.1563), Hilmî (ö.1595), Mûsâ Sâfî Dede (ö.1744), Nâmık (ö.1836), Nâşîd İbrâhim Beğ (ö.1791), Necîb Efendi (ö.1820), Nûrî Efendi (Tümenzâde) (ö.1768), Osman Efendi (ö.1723), Penâh (XVII. Yy), Sabrî (ö.1813), Saîd (ö.1797), Sâmî Adurrahmân Paşa (ö.1881), Sezâî (ö.1877), Zühdî (ö.1772) TIRHALA: Bahârî (ö.1551), Cezbî İbrâhim Efendi (ö.1748), Civânî (ö.1543), Nazîf (ö.1694), Rumûzî, Salâhî MİDİLLİ: Ahmed Efendi (ö. 1867), Hitâbî, Mevfukâtî Muhammed Efendi (ö. 1654), Selmân (ö.1586), Şefkat ‘Ali Efendi (ö. 1773), Şeyhî 39 M.Gürgendereli EĞRİBOZ: ‘İzzet (ö.1813), Sırrî (ö.1712), Mâhir Nu’mân (ö.1843), Râgıb (ö.1685), Sâmî KARAFERYE (KARAFİRYE): Cevherî (İbn-i Yemîn) (ö.1590), Garâmî Mehmed Efendi, ‘İzzet Hüseyin Efendi (Sultan Abdülmecid devri), Râmiz (ö.1758), Rüşdî Ali Efendi (III.Selim devri) YANYA: Es‘ad Efendi (ö.1729), Mustafa Sâfî Beğ (ö.1901), Sırrî (ö.1847), Zihnî İNEBAHTI: Derviş Hasan Çelebi (III. Murad devri), Hısâlî FERECİK: Hadîdî (ö.1560), Râsim (ö.1845) SAKIZ: Fâik (ö.1837), Nevres (ö.1876) RODOS: Muhîtî (ö.1599), Velîyüddîn Efendi (ö.1655) DİMETOKA: Abdülvâsî Çelebi (ö.1538) KAVALA: ‘Arifî (ö.1647) İSKEÇE: Sıtkı Beğ (ö.1932) NEVREKOP: Ra‘nâ Mustafa Efendi (ö.1832) b) BULGARİSTAN Bulgaristan, Balkan ülkeleri içinde en fazla şairin yetiştiği ikinci ülkedir. Bugünkü Bulgaristan sınırları içinde yer alan şehirler arasında Filibe, en fazla şair yetiştiren şehir olma özelliğine sahiptir. Osmanlı devletinin önemli ekonomik ve ticari merkezlerinden biri olan Filibe, şuarâ tezkirelerinde hem yetiştirdiği şairler hem de güzellerinin özellikleriyle zikredilmektedir. Filibe; tabii güzellikleri, âlim, zarif ve şairlerin menbaı olması gibi özelliklerle Âşık Çelebi Tezkiresi’nde; “ol şehr-i dehr-âşûb ‘ulemâ vü zurefâ vü şu‘arâya ma‘dendir” şeklinde tavsif edilmektedir (Kılıç, 2007:72). Bugünkü Bulgaristan sınırları içinde doğduğu tespit edilen 92 şairin Bulgaristan şehir ve beldelerine göre dağılımı şöyledir: 40 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Filibe:21, Sofya:16, Rusçuk:9, Şumnu:7, Niğbolu:6, Zağra:5, Tırnova:5, Köstendil:3, Aydonat:3, Yanbolu:2, Balçık:2, Silistre:2, Hacoğlupazarı:2, Vidin:1, Akçakızanlık:1, Aydıncık:1, Varna:1, Tatarpazarcık:1, Leskofça: 1, Pravadi:1, Razgrad:1, Minkaliye:1. FİLİBE:‘Alî Çelebi (ö.1543), ‘Aşkî, ‘Avnî, Bezmî (ö.1589), Cefâyî (ö.1543), Emânî (II.Selim devri), Fânî (ö.1550’den sonra), Fânî (XVI.yy), Hâfız (ö.1631), Hâletî (ö.1566), Nâlişî (XVI.yy), Nazmî, Râşid (ö. 1850), Revnak (ö.1562), Rızâyî (ö.1580), Rûhî, Sâkî, Safvet Efendi (ö.1819), Tabîbî (III. Murad devri), Vecdî (ö.1599), Zâkirî (ö.1685) SOFYA: Cenânî (XVI. yy), Fethî (ö.1664’ten sonra), Feyzî (ö. 1688), Himmetî (XV. yy), Hazânî (ö.1571), Nazîrî (ö.1660), Ni‘metullâh Efendi, Râsih (ö.1706), Resmî, Rüsûhî (Kanunî devri), Şükrî (ö.1670), Vâhid (ö.1682), Vaslî, Visâlî, Vuslatî (ö.1588), Zühdî RUSÇUK: ‘Alî (ö.1543), Emânî (ö.1592), Fazlî (ö.1911), Fethî (ö.1694), Hâfız (ö.1745), Halil (ö.1721), ‘İzzet Efendi (ö.1911), Resâ (ö.1852), Zarîfî (ö.1795) ŞUMNU: ‘Âkif, Dürrî (ö.1850), Fazlî (ö.1690), Fenâyî (ö.1802), Râsim (II. Mahmud devri), Şerîf (ö.1748), Yetîmî (ö.1752) NİĞBOLU: Âhî (ö.1517), Beyânî (ö.1597), Emânî, Fasîhî (ö.1694), Rızâî, Sehâyî ZAĞRA: ‘Aşkî (ö.1617), Handî (1860’da hayatta), Şefkatî, Tarzî (ö.1661), Uyûnî TIRNOVA: ‘Avnî (ö.1709), Emrî (ö.1916), Fennî (ö.1855), Lutfî (ö.1845), Rızâyî KÖSTENDİL: Fehmî (ö.1667), Şem‘î (ö.1755), Şeyhî (ö.1819) AYDONAT: Lafzî (ö.1675), Nizâmî (ö.1696), Zülâlî (ö.1731) YANBOLU: Beyânî (ö.1552), Dânâ BALÇIK: Gayûrî (ö.1620), Nâcî (ö.1908) SİLİSTRE: Şîrî (ö.1592), Şükrî HACOĞLUPAZARI: Vahdî (ö.1714), Zîver (ö.1760) 41 M.Gürgendereli VİDİN: Tarîkî (II.Bayezid devri) AKÇAKIZANLIK: Ümîdî (ö. 1694) AYDINCIK: Şûhî (ö.1682) VARNA: Fehmî (ö.1916) TATARPAZARCIK: Ferrî (ö.1805) PRAVADİ: Kadrî (ö.1671) RAZGRAD (HEZARGRAD): Behcetî (ö.1683) MİNKALİYE: Süleymân Efendi (ö.1716) LESKOFÇA: Gâlib (ö.1867) c) MAKEDONYA Başta Üsküp ve Manastır olmak üzere, bugünkü Makedonya sınırları içinde kalan şehirler, hem yetiştirdikleri divan şairlerinin sayısı hem de eserlerinin kıymeti göz önüne alındığında, klasik edebiyatımızın önemli kültür merkezleri içinde dikkati çeker. Üsküp şehri, tezkirelerdeki şehir tasvirlerinde; tatlı akan suları ve güzel havasıyla İrem bağlarına ve altlarından ırmaklar akan Cennet’e benzetilen ve âlemdeki beldeler içerisinde güzelleriyle meşhur olan bir şehir olarak yer almaktadır. Bu şehir, inci değerindeki şairleri koruyan bir sadefe benzer. Bu şehrin güzelleri cazibeleri ve fettanlıklarıyla cihanı alt üst ederler (Beyzadeoğlu, 2001:54). Şehrin havası ve suyu makbuldür, insanlar tarafından rağbet görür. Güzelleri ve güzellikleriyle, Manastır’ın kendine has bir üslûbu vardır (Eyduran, 2009:135). Şair Manastırlı Zuhûrî de Üsküb’ün güzellerini ve güzelliklerini şöyle anlatır; Gerçi bir yerde bulunmaz bu diyârın hûbu Hele ölmezsin efendi göresin Üskübü Üsküplü bir şair olan İshak Çelebi, ömrünü Üsküp şehrini görmeden geçirip tamamlamış kişilere çok acır. 42 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Âh ol kişiye kim geçire rûzgârını Görmek müyesser olmaya Üsküp diyârını Makedonya’da yer alan bir başka önemli kültür merkezi olan Manastır, Hasan Çelebi tezkiresinde “halkının çoğu şair olan, irfan ve fazilet sahibi kişilerin ocağı ve hüner sahiplerinin kaynağı” olarak tanıtılan bir şehirdir. Güneş gibi parlayan haliyle Hz.Yûsuf’un güzelliğini andırır (Beyzadeoğlu, 2001:56). Âşık Çelebi ise Manastır’ı “Rumeli’nde âlimler menbaı ve şairlerin doğduğu kasaba” olarak tavsif eder. Bu şöhretli şehir ehl-i ilm veya şair yetiştiren bir yerdir (Kılıç, 2010:469). Âşık Çelebi’nin ifadesiyle; “mana kuşunu avlayan doğan yaratılışlı şairler yetiştiren meşhur bir yuva” olarak vasıflandırılan Kalkandelen kasabasının da Osmanlı döneminde önemli bir edebiyat merkezi olduğu görülmektedir. Biyografik kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere göre bugünkü Makedonya sınırları içinde doğduğu tespit edilen 72 şairin Makedonya şehir ve beldelerine göre dağılımı şöyledir: MANASTIR: 27, Üsküp:23, Kalkandelen:8, İştip:7, Drama:3, Kıratova:1, Gevgeli:1, Debre:1, Usturumca:1. ÜSKÜP: ‘Atâ (ö. 1552), Dürrî (ö.1494), Fennî (ö.1666), Ferîdî (ö.1534), Hâkî (II.Bayezid devri), Hemdemî (ö. 1679), Hevesî(XVI.yy), İshak Çelebi (ö.1538), ‘İzârî (ö.1522), Kemâl (ö. 1958), La‘lî(XV.yy), Mîrî (XVI.yy), Nâmî (III. Murad devri), Niyâzî (ö.1537), ‘Özrî (ö.1522), Rindî (ö.1565), Riyâzî (ö.1546), Seydî(Kanuni devri), Sihrî, Vâlihî (ö.1599), Vesîm, Vusûlî (ö.1592), Zârî (II. Bayezid devri) MANASTIR: Celâlî (Celâl Beğ) (ö.1574), Cenab Şahâbeddin (ö.1934), Civânî, Dânişî (ö. 1898), Fâik Sâlih Beğ (ö.1899), Feyzî, Hâfız (ö.1803), Hasan (IV. Murad devri), Hâver (ö.1564), ‘Iyânî (I. Ahmed devri), Kâtibî, Kemâleddîn (ö.1937), Keşfî(I. Ahmed devri), Mehmed, Mehmed Rif‘at (ö.1907), Merdî, Mu‘în Efendi (ö.1820), Nâilî Sâlih Beğ (ö.1876), Sabâyî, Sâfî (XVIII. yy), Sâmî, Sezâyî(III.Mustafa), Sinan Çelebi (XVI. yy), Vahdetî (ö.1722), Vahyî (ö.1551), Veznî (ö.1578), Zuhûrî 43 M.Gürgendereli KALKANDELEN (TETOVA): ‘Âkif Paşa (ö.1893), Fakîrî(Yavuz Selim devri), Kâşif, Mu‘îdî (XVI. yy), Nâlî (ö.1849), Sabrî (ö. 1943), Sücûdî (Yavuz ve Kanuni dönemleri), Tulû‘î (ö.1558) İŞTİP: ‘Abdülkerîm (Vâiz Emir) (ö.1602), ‘Adlî (ö.1617), ‘Aklî (ö.1687), Sadrî, Sadrî (ö.1585), Tab‘î (Kanuni devri), Tâlibî (ö.1717) DRAMA:‘Ârif Mehmed (ö.1854), Haydar Hasan Paşa (ö.1852), Fatîn Efendi (ö.1866) KARATOVA (KIRATOVA): Za‘îfî (ö.1552) GEVGELİ (KÖSTERİYE): Bâlî (Yavuz Selim devri) DEBRE: Vecdî (ö.1669) USTRUMCA: Hulûsî (ö.1753) d) KOSOVA Bugünkü Kosova sınırları içinde yer alan ve Âşık Çelebi’nin ifadesiyle “şair menbaı” ve “katip yatağı” olarak bilinen Pirizren ve Piriştine şehirleri, Balkan coğrafyası içinde yer alan şehirler içinde, klasik edebiyata önemli katkılarda bulunmuş iki şehirdir. Pirizren, 1389’daki Kosova Meydan Muharebesi’ni takiben Türk hakimiyetine geçmiş ve 1555’ten 1912 yılına kadar sancakbeyliği merkezi olarak hizmet vermiştir. Bu uzun dönem içinde şehir, Âşık Çelebi’nin de belirttiği gibi nüfusuyla mukayese edilmeyecek sayıda bol şair yetiştirmiştir. Sadece XVI. yüzyıl tezkirelerine giren Sûzî, Nehârî, Sucûdî, Sa‘yî, Şem‘î ve Mü’mîn adları bile bu şehrin Osmanlı kültür coğrafyasındaki yerini belirtmeye yeterlidir (İsen, 2009:102). Tezkirelerde “Pirizren, Pirizrîn, Pür-zerrîn” adlarıyla yer alan Pirizren, Hasan Çelebi tezkiresinde; çok sayıda şair ve yazar yetiştirmesi, ser-çeşme-i nesr ü nazm olması ve halkının çoğunlukla bilgili, ilim ve irfan sahibi kişilerden meydana gelmesi gibi özelliklerle anılır. Tezkirede, bu özellikler ifade edilerek şehrin 44 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 sosyo-kültürel zenginliği üzerinde durulur (Eyduran, 2000:36). Pirizren dünyadaki beldelerin en süslüsüdür (Eyduran, 2009:390). Âşık Çelebi’nin tabiriyle “katip yatağı” olan Piriştine’de doğan ve yetişen şairlerin hayatlarına bakıldığında; neredeyse tümüyle katiplik mesleğinden oldukları görülecektir (İsen, 2009:91). Piriştine Hasan Çelebi Tezkiresinde; her türlü kötülükten kargaşadan uzak, havası yumuşak, safa bahşeden suyu âb-ı hayâta benzeyen ve anber kokulu toprağıyla eşi benzeri bulunmayan bir şehir olarak tarif edilmektedir (Beyzadeoğlu, 2001:59). Tezkirelerden elde ettiğimiz bilgilere göre; bugünkü Kosova sınırları içinde doğduğu tespit edilen 17 şairden 8’inin Pirizren, 8’inin Piriştine, 1’inin de Preşova doğumlu olduğu görülmektedir. PİRİZREN: ‘Âşık Çelebi (ö.1572), Mü’mîn, Nehârî (Yavuz devri), Sa‘yî (Yavuz Sultan Selim devri), Sûzî (II. Bayezid devri), Şem‘î (ö.1529), Şevkî (ö1907), Tecellî (ö.1688) PİRİŞTİNE: ‘Azmî (III. Mehmed devri), Hâtifî (XVI.yy), Levhî (III. Mehmed devri), Mesîhî (ö.1512), Mestî, Meylî, Mustafa Çelebi (ö.1565), Nûhî (ö.1533) PREŞOVA: Sa‘îd Efendi (ö.1896) e) BOSNA-HERSEK Boşnaklar, uzun Osmanlı yönetimi boyunca devletin idari, askeri, ilmi ve edebi alanlarında önemli konumlara yükselmiş, çok sayıda Bosna kökenli kişi, devletin padişahtan sonra en üst görevi olan sadrazamlık makamında görev yapmıştır. Bu arada tabiatıyla Boşnak aydınlar Türk kültür ve edebiyatına da ciddi katkılar sağlamışlardır (İsen 1997:566). Saraybosna, şairlerin çok sevdiği ve bulunmaktan zevk aldıkları bir şehirdir. Bu güzel şehirde gününü gün edip safa sürmek lazımdır. Kendisi de bir Rumeli şairi olan Piriştineli Mesihî bunu şöyle dile getirir; Gel bugün şehr-i Sarây içinde beglik sürelim Kim bilir yarın felek kimlerle ‘işret-bâz olur 45 M.Gürgendereli Mesihî, yine bir beytinde “Burası Bosnadır. Burada anadan doğan şehbâz olur” diyerek Bosnalı gençlerin yiğitliklerinden, kahramanlıklarından bahseder. Cân u dil murgun sayd eyledin dedim dedi Bosnadır bunda kim anadan doğan şehbâz olur Saraybosna, Hasan Çelebi tezkiresinde; “Bosnasarayı demekle şöhret bulan bir şehir” olarak tavsif edilmiştir (Kutluk, 1989:502). Divan sahibi ilk Boşnak şair olan Mostarlı Ziyâî ise, bu güzel memleketde kendisini Hersek sancakbeyi olarak hayal eder (Gürgendereli 2002). Beğliğim varır kabâ cem’ine mîrim gûyâ Rumelinde bana sancak verilmiş Hersek Bugünkü Bosna-Hersek sınırları içinde doğduğu tespit edilen 48 şairin dağılımı şöyledir: Bosna: 41, Hersek: 4, Mostar: 3 BOSNA: Abdullâh Mâhir Efendi (ö.1710), Abdullâh Efendi (ö.1643), Abdülmümîn Efendi (ö.1595), Ahmed Efendi (ö.1575), Ali (ö.1647), Ali Efendi (Gedâyî) (ö.1683), Ali Zekî Efendi (ö.1711), Asâfî (ö.1621), Âsım (ö.1710), ‘Atfî, Bezmî (ö.1683), Fâhir (ö.1708), Fâyizî (ö.1688), Fâzıl Paşa (ö.1882), Feridûn (ö.1658), Fevzî (ö.1673), Gâlib, Habîbî(ö.1643), Hurremî, Hasan Efendi (Koca) (ö.1644), İlhâmî (ö.1821), İntizâmî, Kâimî (d.1625-1635 yılları arasında), Kâtibî (ö.1667), Ledünnî (ö.1720), Mehmed Efendi (Allâmek) (ö.1636), Meylî (ö. 1675), Mezâkî (XVII.yy), Mîrî (ö.1671), Nazmî (ö.1713), Nergisî (ö.1634), Nutkî Ali Dede (ö.1728), Sâlih Şânî Efendi (ö.1715), Sâmiî (ö.1685), Siyâhî Mustafa Çelebi (ö.1653), Sükkerî (ö.1686), Şânî, Şehdî (ö.1769), Şinâsî, Tâlib Ahmed Efendi (ö.1674), Zülfetî (II. Ahmed devri) HERSEK: Habîbe Hanım, Hikmet (ö.1903), Hükmî, Vehbî (ö.1801) MOSTAR: Derviş Paşa,(III.Murad dönemi), Rüşdî (ö.1699) Hasan Ziyâ’î (ö. 1584). f) SIRBİSTAN 46 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Bugünkü Sırbistan sınırları içinde kalan Belgrad, Uziçe, Yenipazar, Semendre ve Alacahisar şehirleri Osmanlı döneminde 27 şair yetiştirmiştir. Tezkirelerde bu şehirlerle ilgili olarak yer alan tasvirler şöyledir: Belgrad, göğü parlak, güneşi bol bir şehirdir. Bugün Novipazar adıyla Sırbistan’da bulunan Yenipazar ise bağ ve bahçelerinin güzelliğiyle övülmüştür. Adının içinde bulunan “Pazar” kelimesiyle sanat yapılarak “malları pazarda çok fazla revaç bulan, tarif ve tavsif sancağı yücelerde, cihan bağında salınan övgü fidanı yükseklerde meşhur bir şehir” olarak tanıtılmaktadır (Beyzadeoğlu, 2001:60, Eyduran, 2000:38). Hayretî ise çok beğendiği ve bir şehrengiz yazdığı bu şehrin eşsizliğini “Nazîrin görmedim yârân bu şehr-i cennet-âsânın” mısraıyla ifade eder (Çeltik, 2015: 430). Bugünkü Sırbistan sınırlarında doğmuş 21 şairden 11’i Belgrad, 6’sı Uziçe, 5’i Yenipazar, 4’ü Semendre ve 1’i Alacahisar’dan yetişmiştir. BELGRAD: Hâlis (ö.1747), Kâmil Paşa (ö.1764), Muhterem, Müsellem (ö.1854), Nâşid (ö.1766), Nâsib (ö.1705), Negâmî, Sâdık (ö.1595), Sa‘îd (ö.1727), Şehriyâr (ö.1751), Vâlihî UZİÇE: Râzî (ö.1783), Sâbit (ö.1712), Vuslatî Ali Beğ (ö.1688), Zâkirî İbrâhim Efendi (ö.1853), Zârî (ö.1687), Zikrî (ö.1688) YENİPAZAR: ‘Arşî (ö.1570), Hulûsî, Ni‘metî (ö.1603), Vâlî (ö.1598), Vahdetî (ö.1598) SEMENDİRE: Cenânî (Cinânî) (ö.1592), Nûrî (Kanuni dönemi), Sünnî (ö.1572), Tarîkî (Kanuni devri) ALACAHİSAR (KRUŞEVAC):‘Adnî Mahmûd Paşa (ö.1474) g) ARNAVUTLUK Osmanlıların bölgeye hakimiyetinden sonra kitleler halinde Müslüman olan Arnavutlar, içinde yer aldıkları divan şiiri geleneğinden etkilenmişlerdir. Osmanlı münevverlerinin edebiyatlarında mevcut olan Arapça, Farsça ve Türkçe divan tertip etme geleneği, Arnavut şairleri Türkçe hatta Arnavutça divan tertip etmeye sevk etmiştir (Balcı, Özgen ve Karaevli: 2007). Bu sebeple Yahya Beğ gibi 47 M.Gürgendereli devşirme olarak Osmanlı devlet hizmetine girmiş ya da küçük yaşta İstanbul’a gelmiş Arnavut asıllı şairler, diğer şehirlerden yetişen büyük şairlerle boy ölçüşebilmişlerdir. İşkodra gibi devletin en uzak bölgelerinde bile Türkçe şiirler kaleme alan pek çok kişinin bulunabileceği, Ali Emirî Efendi’nin maalesef tamamlanamayan İşkodra Şairleri adlı eserinden kolayca anlaşılabilmektedir (İsen, 2009:10). Bugünkü Arnavutluk sınırlarında doğan 17 şairden 7’si tezkirelerde Arnavut asıllı olarak tavsif edilmektedir. Bunlardan başka İşkodra’dan 9, Tiran’dan 2, Leskovik’ten 1, Fıraşer’den 2, Ergiri’den 1 şair yetişmiştir. Arnavut Asıllı Şairler: Fevrî (ö.1570), Hasan Efendi (Zülâlî) (ö.1731), Kâzım Musâ Paşa (ö.1890), Lutfi Paşa (ö.1564), Nazîm Berâtî (ö.1750), Nihânî (ö.1519), Yahyâ Beğ (ö.1582) İŞKODRA: Fehmi Beğ (ö.1853), Hakkı Paşa (ö.1883), Halîlî Paşa (ö.1807), Hamdî Efendi (ö.1860), Hulûsî (ö.1833), Midhat Cemal (ö. 1956), Sâdık (ö.1834), Tahsîn (ö.1881), Zihnî (ö.1886) TİRAN: Şehîdî İbrâhim Beğ (ö.1849), Vefâyî (XIX. Yy) LESKOVİK: Rauf (d.1879) FIRAŞER: Nâim Beğ (ö.1896), Şemseddin Sâmî (ö.1904) ERGİRİ: Gulam Efendi: (Abdülmecid devri) h) MACARİSTAN Macaristan 3 şairle klasik edebiyata katkıda bulunmuştur. BUDİN-PEŞTE: Hısâlî (ö.1651), Mîrî Hasan (ö.1690), Lâmekânî (ö.1625) ı) RUMELİ Tezkirelerde, herhangi bir yer adı vermeden “Rumelidendir ya da Rumelinden” ifadeleri ile hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiş olan 14 şair mevcuttur. 48 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Âkif (ö.1787), Cihânî, Cûdî (ö.1700), Gâzî Paşa (ö.1665), Gubârî (Kanûnî devri), Hüseynî (XVI.yy), Meylî, Mezâkî (ö.1659), Muhyî (ö. 1547), Penâhî, Siyâhî (XVI.yy), Şemsî (ö.1579), Şinâsî (ö.1675), Zarîf 3. SONUÇ Bugün “Balkanlar” olarak vasıflandırdığımız, Osmanlı döneminde ise genellikle “Rumeli” olarak tabir edilen topraklarda, Balkan fetihlerinin başladığı XIV.yy’dan itibaren klasik edebiyatımıza önemli katkılarda bulunan büyük şairler yetişmiştir. Nitelik olarak klasik edebiyatımıza yaptıkları değerli katkıların yanında nicelik olarak da divan şairlerinin ciddi bir oranını(üçte bire yakın) teşkil eden bu şairler, yetiştikleri coğrafya ve kültürel ortam sebebiyle kendilerine has birtakım özellikler taşımaktadırlar. Rumeli toprakları, şair yetiştirmede bereketli topraklardır. Tezkirelere ve diğer biyografik kaynaklara göre, bizim tespit edebildiğimiz, bugünkü Balkan ülkelerinde doğmuş şair sayısı 459’dur. Bugünkü Yunanistan, sayıca en fazla şair yetiştiren ülke durumundadır. Balkan ülkeleri ve bu ülkelerde doğmuş divan şairlerinin sayısı şöyledir: Yunanistan: 169, Bulgaristan: 92, Makedonya: 72, Bosna-Hersek: 48, Sırbistan: 27, Kosova: 17, Arnavutluk: 17, Macaristan:3, Rumeli: 14. XVI. yüzyıl bütün Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi, Balkan coğrafyasında da siyasi ve kültürel anlamda devletin en parlak dönemi olmuştur. Balkan şairlerinden, yaşadıkları dönem tespit edilebilen 435 şairin yüzyıllara göre dağılımı şöyledir: XIV.yüzyıl:1, XV.yüzyıl: 13, XVI.yüzyıl: 156, XVII. yüzyıl: 102, XVIII. yüzyıl: 70, XIX.yüzyıl: 83, XX.yüzyıl: 10. Meslekleri tespit edilebilen Balkan şairleri arasında en yaygın mesleğin 75 şairle kadılık olduğu görülmektedir. Onu 60 şairle müderrislik ve muallimlik, 56 şairle katiplik takip etmektedir. Osmanlı coğrafyasının bütününde doğmuş şairlerin mesleki konumlarıyla, Balkan şehirlerinde yetişmiş divan şairlerinin mesleklerinin birbiriyle örtüştüğü görülmektedir. Osmanlı coğrafyasının genelinde de divan şairlerinin en fazla intisab ettikleri tarikat mevleviliktir. Bunu halvetilik, nakşibendilik, gülşenilik ve bektaşilik izlemektedir. Karşılaştırma yapacak olursak; mensup oldukları tarikatı ya da tasavvufi akımı tespit edebildiğimiz Balkan şairleri arasında da en fazla rağbet 49 M.Gürgendereli gören tarikatın mevlevilik olduğu görülmektedir. Daha sonra sırasıyla nakşibendilik, halvetilik, bektaşilik ve gülşenilik gelmektedir. Görülmektedir ki; Balkan şairleri ve Osmanlı coğrafyasındaki diğer divan şairleri arasında, tarikat tercihleri ve tasavvuf eğilimleri, tıpkı mesleklerde olduğu gibi bir bütünlük arz etmektedir. KAYNAKÇA Abdülkadiroğlu, A.(1999). İsmail Belig Nuhbetü’l-âsâr li zeyli Zübdeti’l-eş‘âr. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara. Altun, K.(1997). Tezkire-i Mucîb İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin-Sözlük. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara. Balcı M, Y. Özgen ve N. Karaevli (2007). “Arnavut Edebiyatı Tarihi”, Balkanlar El Kitabı, KaraM-Vadi, C.III. Beyzadeoğlu, S. (2001). “Hasan Çelebi Tezkiresindeki Şairlerin Şehirlere Göre Tasnifi ve Şehir Tasvirleri” İlmi Araştırmalar, İstanbul, S.11, (41-66). Bülbül, T. (2008). “Bir Kültür Merkezi Olarak Manastır ve Manastır Doğumlu Divan Şairleri” Turkish Studies, S.3/4, (454-471). Canım, R.(2000). Latîfî Tezkiretü’ş- şu‘arâ ve Tabsıratü’n-nuzemâ(İnceleme-Metin). Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Ankara. Çeltik, H.(2004). Divan Sahibi Rumeli Şairlerinin Şiir Dünyası. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Ankara. Çeltik, Halil(2015). “Rumeli Şairlerine Göre Rumeli Coğrafyası”. www.ayk.gov.tr (E.T.21.04.2016) Çiftçi, Ö.(1996). Fatîn Davud Hatîmetü’l-eş‘âr. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri 3218, www.kulturturizm.gov.tr . (18.05.2012) Erdem, S. (1994). Râmiz ve Âdâb-ı Zurafâsı İnceleme-Tenkidli Metin-İndeks-Sözlük. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara. Eyduran, A. S.(2008). Beyanî Tezkiresi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri 3216, www.kulturturizm.gov.tr. (20.03.2012) Eyduran, A. S. (2009). Kınalızâde Hasan Çelebi Tezkiresi Tezkiretü’ş-şuarâ. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri www.kulturturizm.gov.tr. (E.T.20.04.2016) 50 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Eyduran, A. (2000). “Biyografi Kaynaklarında Şehir, Kültür İlişkisi ve Bunun Kınalızade Hasan Çelebi Tezkiresinde Görünüşü”, Bilig, S.12, (29-42). Genç, İ.(2000). Esrar Dede Tezkire-i Şu‘arâ-yı Mevleviyye. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara. Gürgendereli, Müberra(2005). “Ottoman Poets Living In Bosnıa Herzegovina During Ottoman Era”. Internatıonal Symposıum Bosnıa Herzegovina From Past To Present, Çanakkale. Gürgendereli, M.(2002). Hasan Ziyâî Hayatı, Eserleri Sanatı ve Divanı. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. İnal, İ. M. K.(1988). Son Asır Türk Şairleri. Dergah Yayınları, İstanbul. İnce, A.(2005).Tezkiretü’ş-şu‘arâ Salim Efendi. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara. İpekten H. , M. İsen, R. Toparlı, N. Okçu ve T. Karabey (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. İsen, M. (2009). Varayım Gideyim Urumeli’ne. Kapı Yayınları, İstanbul. İsen, M. (1997). Ötelerden Bir Ses. Akçağ Yay.,Ankara. İsen, M. (1994). Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara. İsen, M.(1998). Sehi Bey Tezkiresi Heşt Behişt. Akçağ, Ankara. Kahraman, S. A. (1996). Mehmed Süreyya Sicill-i Osmânî. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. Kılıç F. ve T. Bülbül. (2007). “Bulgaristan Doğumlu Divan Şairleri”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.43, (49-66). Kılıç, F. (2004). “Giritli Divan Şairleri”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.32, 2004, (275-294) Kılıç, F. (2007). “Kültür Tarihimizde Filibe ve Filibeli Divan Şairleri”, Türk Kültürü Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S.43, (67-80). Kılıç, F. (2010). Aşık Çelebi Meşâ‘irü’ş- şu‘arâ İnceleme-Metin. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul. 51 M.Gürgendereli Kılıç, F. (2005).Tezkire-i Şu‘arâ-yı Şefkat-i Bağdâdî. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri 3212, www.kulturturizm.gov.tr. (E.T:02.05.2012) Kurnaz, C. ve M. Tatçı(2001). Mehmet Nail Tuman Tuhfe-i Nâilî. Bizim Büro Yayınları. Kutluk, İ. (1989). Kınalızade Hasan Çelebi Tezkiretü’ş- şu‘arâ. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara. Nametak, F. (1989). Pregled Knjızevnog Stvaranja Bosansko-Hercegovaskın Muslımana Na Turskom Jezıku. Sarejavo, 1989. Nureski, C. (2008). Tezkirelere Göre Makedonya’da Yetişen Osmanlı Divan Şairleri. Matüsitep, Üsküp. Solmaz, S. (2009). Ahdî Gülşen-i Şu‘arâ. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Eserleri, www.kulturturizm.gov.tr. (E.T: 18.04.2012) Kültür Yavuz Fikri ve İ. Özen. (1972). Bursalı Mehmed Tahir Efendi Osmanlı Müellifleri. Meral Yayınevi, İstanbul. Yılmaz, K.(2001). Güftî ve Teşrîfatü’ş-şuarâ’sı. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara. 52 İtalyan Medyasında Oryantalist Sanatın İzleri5 Nesli Tuğban Yaban Başkent Universitesi ÖZET Türkiye’nin Avrupa ile kurduğu ilişkilerin temellerinin yüzyıllar öncesine dayandığıbilinen bir gerçektir.Avrupa-Osmanlı ilişkilerine bakış, kültürel ilişkilerin siyasal olaylara ve ekonomik gelişmelere bağımlı bir çizgi izlediğini açıkça belirtir. İslam toplulukları içinde Batı Hristiyan dünyası ile en sıkı ilişkide bulunan Türkler olmuştur (Kuban, 1981: 7). Osmanlı-İtalya ilişkileri de Batı ile olan iletişimde en uzun soluklu ve temeli siyasi güce bağlı olarak gelişen ticaret ve kültürsanat ilişkileri dengesinde kurulmuştur. İtalyanlar, tarih boyunca, Levante (Doğu) dedikleri Doğu Akdeniz bölgesine ve dolayısıyla Anadolu’ya ve orada yaşayan halka siyasi, ekonomik ve dini nedenlerden ötürü yakından ilgi göstermişlerdir (Çelebi, 2007: 20). 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda, başta askeri olmak üzere, siyasal, uluslararası ve kültürel yeniliklerin yaşandığı, Batı ile etkileşimin her anlamda yoğun olduğu, böylece kültürel paylaşımın da hızlandığı bir dönem olmuştur. 18. yüzyılda Avrupa’da yaşanan Turquerie modasının ardından, 19. yüzyılın ilk yarısında başta Fransa olmak üzere; İngiltere, Almanya Avusturya ve İtalya’da oryantalizm akımı doğmuş, bu akım etkisiyle imparatorluğa çok sayıda yabancı ressam gelmiştir. Öndeş ve Makzume (2010)’ye göre, Anadolu 18. yüzyıl sonlarından başlayarak, yaklaşık iki asır boyunca, birçok yabancı ressamın ve gezginin tutkusu haline gelmişti. Bu sanatçıların meydana getirdikleri anı kitaplarının ve resimlerin, hemen hepsinin asıl kaynağı, hep İstanbul oldu. İstanbul, dünya kentlerinin kraliçesi sayıldı. Çeşitli amaçlarla ülkeye gelen Avrupalı ressamlar 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Sarayı’nda da görev almaya başlamıştır. Bu ressamlara öncelikle padişah portreleri ve Osmanlı tarihi ile resimler sipariş verilmiş ve sarayda geniş bir resim koleksiyonu oluşturulmaya başlanmıştır (Germaner ve İnankur, 2002: 111). Avrupa ile olan ilişkilerin her anlamda çok yoğun olduğu bu dönemde, Osmanlı topraklarında artan bir İtalyan nüfus ile devletin özellikle sanat alanında önemli kademelerinde yer alan İtalyan sanatçılar göze çarpmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda, modernleşme süreci yaşanırken, İtalya’da da bu etkileşimin yansıması görsel iletişim araçlarında ve İtalyan medyasında eş zamanlı olarak görülmektedir.Bu çalışma, Sultan II. Abdülhamid Dönemi (1876-1909)’nde İtalya’da yayınlanmış olan resimli gazetelerde yer alan ve oryantalist tarzda üretilen illüstrasyonlarla, İtalyan oryantalist ressamların üretmiş olduğu eserlerarasındaki benzerlikleri ele almaktadır. Böylece resim sanatının kültürlerarası, görsel bir iletişim aracı olduğu vurgulanacak ve Osmanlı İmparatorluğu’nun İtalya’da görünen yüzü, modernleşme çabası ve yüzünü Batı’ya dönme girişiminin Batı’daki yansımaları tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Batılılaşma,İtalyan Medyası, Oryantalist Resim, İllüstrasyon, Sultan II. Abdülhamid Dönemi. 5 Bu çalışma Hacettepe Üniversitesi tarafından desteklenmiş, Ağustos 2014–Mart 2015 tarihleri arasında İtalya'nın Roma kentinde, Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. A. Pelin Şahin Tekinalp ve Roma La Sapienza Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Fabio L. Grassi danışmanlığında yürütülmüştür. N.T. Yaban 1. 19. YÜZYILDA OSMANLI İMPARATORLUĞU VE OSMANLI MODERNLEŞME SÜRECİ Osmanlı İmparatorluğu, yayıldığı geniş coğrafi alanlardan çeşitli etkiler almakla beraber, imparatorluk devrinde, kökü esas itibariyle Türk ve İslam kaynaklarına dayanan bir Osmanlılık düzeni ve bu düzen içinde şekillenen bir Osmanlı-Türk medeniyeti meydana getirmişti (Cezar, 1971: 1). Ancak söz konusu bu yapılanma, imparatorluğu ancak 16. yüzyılın sonlarına kadar yukarı yönlü bir ilerleyiş sağlamış, 16. yüzyılın sonlarından itibaren hızlı bir duraklama ve gerileme dönemine girilmiştir. 16. yüzyıl sonları ile 17. yüzyıldan itibaren hızlı bir gerileme sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nun güç kaybı, Balkanlar’daki ve Kafkaslardaki toprak kayıpları ile I. Dünya Savaşı’na kadar sürmüş, bu süreçte devlet yapısı her geçen gün daha zayıf hale gelmiştir (Merriman, 1996: 487). Ancak yine de Osmanlı İmparatorluğu, Batılılaşma probleminin manasını anlayan ilk ülkelerden biri olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’na bakıldığında; Osmanlı-Türk toplumunun kendi bünyesine dayalı ve kendine özgü kültürel varlığında, dış etkilerin yeni birtakım izler meydana getirmeye başlayışının 18. yüzyılın başlarına rastladığı görülür. Bu etkiler; bilindiği gibi Batı’dan gelmektedir (Cezar 1971: 2). Bu dönemde Avrupa, Rönesans’tan beri yaşamın değiştiğini, tarih çizgisi üstünde yeni aşamalara geçtiğini fark etmiş, yeniçağ, Avrupalıda kendi hayat tarzının üstünlüğüne dair bir bilinç doğurmuş, Osmanlı insanı da 18. yüzyıldan beri bulunduğu mekânı ve zaman çizgisini başka bilinçle görmeye, dünya tarihini ve coğrafyasını tanımaya başlamıştır (Ortaylı, 2014: 17). 18. yüzyılın ilk yarısında Lale Devri ile başlayan modernleşme hareketi, Türk kültür hayatına yeniden bir canlanış, bir değişiklik getirmiştir. Bu yüzyılın sonuna doğru Batı etkisi başta İstanbul olmak üzere Balkanlar’a ve Anadolu’ya yayılmıştır (Arık, 1993: 432). Türk siyasi tarihini anlamaya çalışırken, III. Selim’in tahta çıkış tarihi olan 1789’dan itibaren bir dönemi ele almak gerekir. Çünkü 1789 ve sonrası yalnızca Avrupa için değil, Osmanlı tarihi için de önemli bir dönüm noktasıdır. Toplumsal ve devlet yönetimi açısından çok sayıda değişikliğin yapılmasının zorunlu olduğunun anlaşıldığı bu dönem, 19. ve 20. yüzyıl Türk siyasi tarihi için de bir başlangıç niteliği taşımaktadır (Ünal, 1958: 5). Her ne kadar III. Selim ve onun yeğeni II. Mahmud reform ve modernleşme çalışmalarına girişmiş olsalar da, Fransız Devrimi’nin etkisiyle hızla tüm dünyaya yayılan düşünceler ve bu 54 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 düşüncelerin tetiklediği hayaller, Osmanlı tebaasında olan Hıristiyan halkını, özgürlüklerini elde etmek konusunda harekete geçirmiştir (Weber, 1971: 615). Osmanlı modernleşme sürecinin özünde askeri tedbir sorunu yatar: Sürüp giden askeri yenilgiler ve toprak kayıpları, Osmanlıları, Batı’nın askeri üstünlüğünün altında yatan etkenleri aramaya teşvik etmiştir. Osmanlı devlet adamları, 17. yüzyıl başlarında, imparatorluk yönetiminin pek çok eksiği bulunduğunu fark etmişlerdi. Bununla birlikte, ancak 18. yüzyılda ve askeri reformla ilgili olarak, ilk ve son defa reform ile Avrupalılaşma arasında bir bağlantı kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nu modernleştirme girişimlerinin birbirini takip eden bu iki yönünün akılda tutulması gerekir (Mardin, 1996: 153). 18. ve 19. yüzyıllarda, Osmanlı İmparatorluğu’nun “Büyük Güç” olma niteliğini kaybetmesi, devlet düzeninin bozulmuş olması ve diğer devletler üzerindeki etkinliğini yitirmesi üzerine, Osmanlı tabiiyetinde olan halklar ayaklanmaya başlamış, kendi özgürlükleri için mücadele etmişlerdir (Peacock, 1982: 216). Bu nedenle 18. yüzyıl sonlarında ve onu izleyen dönemde, Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa devletleri arasındaki ilişkiler, “Doğu Sorunu” yani Şark Meselesi çerçevesinde gelişmiştir. Viyana Kongresi’nde Avrupa’ya yeni bir şekil vermek, yani Avrupa’nın geleceğini hazırlamak için çalışmalar yapılırken, Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu ve geleceğiyle de yakından ilgilenen Avrupalılar tarafından ilk kez “Doğu Sorunu” deyimi kullanılmış, bu yaklaşım Osmanlı dış siyasetinde, ona karşı izlenen tutum ve davranışlarda başlıca etki faktörü olmuştur (Uçarol, 1995: 42). 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri, siyasi ve kültürel anlamda yüzünü Batı’ya döndüğü, yenileşme yoluyla içinde bulunduğu sıkıntılı ortamdan çıkış yolları aradığı bir dönem olmuştur. Özellikle 18386 ile 19087 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu eski düzenini çağdaşlaştırmak için yoğun bir toplumsal ve ekonomik çaba harcamıştır (Çelik, 1998: 27). 1838 yılında gerçekleşen İngilizTürk ticaret anlaşması ve onu izleyen, diğer devletlerle yapılan benzer 6 1838 - Ticaret Anlaşması: İngiliz tüccarlara yerli tüccarlarla aynı haklar tanınarak, imparatorluğun her yerinde mal satın alma hakkı verilmiştir. Aynı yıl içinde diğer Avrupa ülkeleriyle de benzer anlaşmalar yapılmıştı. Bu gelişmelerin sonucunda imparatorluk bir açık pazar haline geliyor ve on yıllık bir zaman dilimi içinde ticaret dengesi on beşe bir oranında Avrupalıların lehine değişiyordu (Çelik, 1998: 27). 7 1908 – Jön Türk Devrimi: Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunun habercisi ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolu aydınlatan olaydır (Çelik, 1998: 27). 55 N.T. Yaban anlaşmalarla 1839 yılında I. Abdülmecid’in tahta çıkışının ardından ilan edilen Tanzimat Fermanı diye tanınan reform yasaları, Osmanlı başkentinin de Batılı anlamda kentsel değişimi doğrultusunda temel atılımı oluşturmuştur. Böylece başlıca Avrupa güçlerinin endüstriyel yatırım ve girişimleri desteklenmiş ve İmparatorluk yönetiminin modernleşmesine önayak olunmuştur (Barillari ve Godoli, 1997: 11). Osmanlı toplumunun modernleşmesi, modernleşmenin klasik tarifi olan, gelişmiş toplumun özelliklerinin azgelişmiş bir toplum tarafından alınması (mimétisme) gibi bir tümceyle anlaşılamaz. Modernleşme olgusu, kaba bir deyişle, var olan değişmenin değişmesidir. 19. yüzyıl toplumu yeni bir değişme ivmesi kazanmıştır. Ama bu tarif dahi modernleşme olgusunun nedenini, hatta niteliğini açıklamaya yetmemektedir (Ortaylı, 2014: 15).Kısacası, karşılıklı ilişkiler sonucunda Osmanlı devlet adamları, bir yandan Batı’nın ileriliğini daha detaylı şekilde öğrenmiş, bir yandan da Batı’nın bilgi ve tekniğinden faydalanma düşüncesi daha akla yatkın hale gelmiştir. 19. yüzyılda ise bu durum, üzerinde gittikçe daha fazla durulan bir konu olmuştur. (Cezar, 1971: 7). 2. OSMANLI-İTALYA İLİŞKİLERİ Osmanlı-İtalya ilişkileri temeli siyasi güç-güçsüzlüğe bağlı olarak gelişen ticaret ve kültür-sanat ilişkileri ile kurulan dengelerle kurulmuştur. Türk ve İtalyan toplumları arasında yaşanan bu çok yönlü iletişim ve kültür alışverişi ile Osmanlı topraklarına çok sayıda İtalyan nüfus yerleşmiş, bu nüfusun ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda da eğitim, sağlık ve ibadethane gibi sosyal ihtiyaçların karşılanmasına yönelik girişimler hayata geçirilmiştir. Tüm bu sosyal gelişmeler görsel iletişim araçları olan gazetelere de eş zamanlı olarak yansımıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminden önce İstanbul’a gelen ilk Avrupalılar olan İtalyanların İstanbul’a gelişleri en geç 10. yüzyılda olmuştur (Polat, 1989: 563). Bu süreç kısaca şöyle özetlenebilir: “Türklerin Anadolu’da siyasi bir kimlikle tarih sahnesine çıkışından ve Akdeniz kıyılarına inmelerinden hemen sonra başlayan Türk– İtalyan ilişkileri, Osmanlı döneminde her iki devletin egemenlik kurma amacı güttükleri geniş coğrafyanın çakışması sebebiyle son derece değişken, hassas, iç ve dış siyasal dengelere dayanan bir zeminde gelişmiştir. Bu 56 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 süreçte, zaman zaman Akdeniz’in iklimi kadar sıcak, karmaşık ve hareketli olaylarla dolu uzun bir tarih yaşanmıştır. İki devletin siyasal kaderlerine bağlı olarak, karşıtlıkları olduğu kadar paralellikleri de eşzamanlı yaşadıkları bu dönemde; farklı inanç, düşünce, sosyal yapı, ekonomik bünye, yönetim biçimi ve kültürel birikime sahip olmalarına rağmen, gerçekte bazı önemli ortak noktalarının bulunduğunu da özellikle gözden kaçırmamak gerekmektedir (Sönmez, 2006: 17)”. İtalyanlar, tarih boyunca, Levante (Doğu) dedikleri Doğu Akdeniz bölgesine ve dolayısıyla Anadolu’ya ve orada yaşayan halka siyasi, ekonomik ve dini nedenlerden ötürü yakından ilgi göstermişlerdir. Anadolu’nun zenginlikleriyle ilgilenen Venedik, Ceneviz, Napoli, Floransa gibi İtalyan şehir devletlerinin bu topraklara hâkim olan Türklerle ilişkileri; bölgeye Türklerden önce hâkim olan Bizans Devleti ile ilişkilerin devamı niteliğindedir. Bir anlamda Türkler, Anadolu’ya egemen olurken kendilerinden önceki siyasi otoritenin mirasçısı gibi davranmışlardır. Haliyle İtalyanlar da, Anadolu’ya hâkim olan bu yeni halkı merak etmişler ve ilgi göstermişlerdir. Onun içindir ki; İtalyanların Anadolu’ya yerleşen Selçukluların Türk olduklarını vurgulamak için Turchi ve onlara ait toprakları belirtmek için ilk kez 11. yüzyılda kullandıkları Turchia (Turquia) deyimleri zamanla yaygınlaşarak günümüze kadar gelmiştir (Çelebi, 2007: 20). İtalyanların İstanbul'a ve Anadolu'ya gelişleri iki koldan olmuştur. Birinci koldan tüccar ve denizci bir millet olarak ticaret amacıyla gelmişlerdir. İkinci koldan İtalya Katolik Kilisesi'nin merkezi olduğu için Katolik olmayanları Katolik Kilisesi'ne bağlamak gayesiyle gelmişlerdir (Polat, 1989: 563). Ancak İtalyanlar kolonileri, Bizans Devleti ile olan ilişkilerinin devamı sayılan bu yeni süreçte, her geçen gün güçlenen Türk İmparatorluğu’nun etkisiyle, yaşamlarını sürdürdükleri Haliç’ten şehrin varoşları kabul edilen Galata’ya taşımak zorunda kalmışlardır (Dursteler, 2006: 23). Osmanlı Devleti’nin Batı’ya doğru genişleme siyaseti, birçok Avrupa devleti gibi İtalyan Devletleri’ni8 de rahatsız etmiştir. Akdeniz hâkimiyeti 8 İtalyan Devletleri: İtalya 19. yüzyılda yaşanan birleşmeye kadar şehir devletleri olarak varlığını sürdürüyordu. Bu devletlerden bazıları, Cenova, Venedik ve Napoli Krallıklarıdır. Cenova İtalya 57 N.T. Yaban mücadelesinde Osmanlı Devleti’ni en çok uğraştıran devletlerden biri Venedik olmuştur. Diğer İtalyan devletleri de zaman zaman Osmanlı’ya karşı işbirliği yapmışlardır (Kurtcephe, 1995: 1). Bu tarihsel sürecin dönüm noktası, hiç kuşkusuz İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından Venediklilere verilen ticari ve diplomatik önceliklerdir. Fatih’in Venediklilere tanıdığı önceliklerin başında İstanbul’da devamlı bir elçinin bulunması ve çeşitli ticari imtiyazlar geliyordu. İstanbul elçilerinin, ilki 1503 yılında Andrea Gritti ile başlayan ve sayıları otuz dokuzu bulan ünlü elçilik raporları, “Tesoro Politico”9 adıyla, Avrupa diplomasi tarihinin uzun süre en değerli belgeleri olarak kabul edilmişlerdir (Sönmez, 2006: 18). 15-17. yüzyıllar arası Osmanlı devleti gücünün zirvesindedir ve özellikle Venediklilerle Türkler arasında yoğun bir siyasi ve ekonomik temas göze çarpmaktadır. Aynı şey Floransa ve Napoli gibi şehir devletleri için de geçerlidir (Karakartal, 2004: 89). İtalyanların 19. yüzyıl başlarında Yakın Doğu’ya yönelmelerinde 1821’den 1830’a kadar süren Yunan bağımsızlık savaşı önemli rol oynamıştır. Pek çok milliyetçi İtalyan yazar ve sanatçı, Fransız boyunduruğunda olan ülkelerinin durumunu Yunanistan ile özdeşleştirmiş ve çalışmalarında onlara ithaflarda bulunmuşlardır. Bu durum İtalya’da egzotizm modasını kışkırtmış ve ülkenin oldukça eski bir geçmişe sahip olan doğu ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Dolayısıyla İtalya’dan doğu topraklarına göç eden İtalyanların önemli bir bölümü Osmanlı topraklarına gelmiştir. 1880’lerde Tunus, Mısır ve Türkiye’de sayıları elli bin civarında değişen İtalyan vardı (Kalaycı, 2012: 5). 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda, başta askeri olmak üzere;toplumsal, siyasi, ekonomik ve kültürel yeniliklerin ve uluslararası düzeyde yaşandığı, bu yenilikler paralelinde Batı ile etkileşimin her anlamda yoğun olduğu bir dönem olmuştur. Bu dönem aynı zamanda hâlihazırda mevcut olan kültürel etkileşimin ve paylaşımın da pekiştirildiği bir dönem olmuştur. Avrupa kıtasında 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyılı kapsayan süreçte yaşanan en önemli siyasi olay ve gelişmeler, yakınçağı da başlatmış olan 1789 Fransız Devrimi ve onun sonucunda toplanan Viyana Kongresi (1814–1815) olmuştur. 1789 Fransız Devrimi, 18. yüzyılın sonlarına kadar gelen Avrupa (etkileri açısından dünya) siyasi haritasını ve güçler dengesini büyük ölçüde yıkmış ve Fransa’ya bağlı olmak üzere yeni bir yarımadasının batısında, Venedik İtalyan yarımadasının doğusunda Dalmaçya kıyılarında, Napoli Krallığı ise güney İtalya'da kurulmuştur. Kuzey İtalya ise o dönemlerde Roma Kilise Devleti’ne aitti. 9 Tesoro Politico: Siyaset Hazinesi. 58 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Avrupa siyasi haritası ve güçler dengesi oluşturulmuştur (Uçarol, 1995: 7). Ancak Güvemli (1987)’ye göre, Batı’da düşünce devrimi, siyasi devrimden çok daha önce gerçekleşmiştir. Buna toplumda evrim demek, toplumda devrim demekten daha uygun düşer. Çünkü bütün 18. yüzyılı kaplayan bu süreç, kendisinden sonraki yüzyılları da büyük ölçüde şekillendirmiştir. 18. yüzyılda Avrupa’da yaşanan bir diğer kültürel değişiklik de Turquerie10 modasıdır. Turquerie modasının ardından, 19. yüzyılın ilk yarısında başta Fransa olmak üzere; İngiltere, Almanya Avusturya ve İtalya’da oryantalizm11 akımı doğmuş, bu akım etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’na birçok yabancı ressam gelmiştir. Anadolu 18. Yüzyıl sonlarından başlayarak, yaklaşık iki asır boyunca, birçok yabancı ressamın ve gezginin tutkusu haline gelmişti. Bu sanatçıların meydana getirdikleri anı kitaplarının ve resimlerin, hemen hepsinin asıl kaynağı, hep İstanbul oldu. İstanbul, dünya kentlerinin kraliçesi sayıldı (Öndeş ve Makzume, 2010: 13). Çeşitli amaçlarla ülkeye gelen Avrupalı ressamlar 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Sarayı’nda da görev almaya başlamıştır. Bu ressamlara öncelikle padişah portreleri ve Osmanlı tarihi ile resimler sipariş verilmiş ve sarayda geniş bir resim koleksiyonu oluşturulmaya başlanmıştır (Germaner ve İnankur, 2002: 111). Avrupa ile olan ilişkilerin her anlamda çok yoğun olduğu bu dönemde, 10 Turquerie: Osmanlı-Avrupa münasebetleri 18. yüzyılda artan diplomasi ile farklı bir çehre kazanır. Bu yüzyıl, Avrupa tarihinde bir denge dönemidir. Fetihlerin yavaşlaması, beraberinde Türk korkusunun zayıflamasını getirir. 1683 Viyana bozgunu ve ardından 1699’da yapılan Karlofça Antlaşması neticesinde Osmanlı ve Avrupa birbirini daha iyi tanımak niyetini taşımaktadır. Bu çerçevede, karşılıklı kültürel münasebetler hızlanır. Meselâ, Viyana kuşatması, Osmanlı adına başarısızlıkla neticelenmiştir; ama Avusturya’da Osmanlı izleri kendini göstermiştir. Mimariye ve günlük kullanım eşyalarına Türk motifleri yerleşmiştir. Osmanlı elçileri, Avrupalılar için o ana kadar gezginlerin yarı hayal yarı gerçek seyahatnamelerinden bilgi sahibi oldukları Osmanlı’yı yakından tanıma fırsatı sağladı. 1721’de Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin elçiliği, Paris’te bir Türk modasının oluşmasını tetikledi. Gerek Mehmed Efendi’nin, gerekse onu 20 yıl sonra 1742’de aynı vazifeyle izleyen oğlu Said Efendi’nin ziyaretleri, götürdükleri hediyeler, giydikleri kıyafetler ve sergiledikleri davranışlar büyük ilgi uyandırmış ve Fransızların Türker’i daha yakından tanımasını sağlamıştır. Edebiyat, resim, sahne sanatları ve dekorasyon gibi alanlarda Türk temaları yaygınlaşmış, bilhassa Türk karakterlerinin yer aldığı romanlar, bale ve operalar sıklıkla görülmeye başlanmıştır. Balolarda Türk kıyafeti giymek, Türk kıyafetiyle portre yaptırmak dönemin yaygın modaları hâline gelmiştir. Yeni akımın önemli bir bölümünü de evleri süsleyen porselen biblo ve heykelcikler oluşturmaktadır. İşte 18. yüzyılda Fransa’da başlayan ve öteki Avrupa merkezlerine de yayılan bu Türk modasına Turquerie denmiştir (Renda 2002: 1107). 11 Oryantalizm: 19. yüzyıl boyunca başta Fransa olmak üzere, İngiltere, Almanya ve İtalya’da doğmuş olan, Endüstri Devrimi sonucu emperyalizm ve sömürgecilikle beslenen Avrupa’nın yarattığı bir kavramdır (Renda 2002: 1117). Oryantalizm ya da diğer adlarıyla Şarkiyatçılık,Yakın ve Uzak Doğu toplum ve kültürleri, dilleri ve halklarının incelendiği Batı kökenli ve Batı merkezli araştırma alanlarının tümüne verilen ortak addır. 59 N.T. Yaban Osmanlı topraklarında artan bir İtalyan nüfus ile devletin özellikle sanat alanında önemli kademelerinde yer alan İtalyan sanatçılar göze çarpmaktadır. Osmanlı başkentinin nüfusu 19. yüzyıl sonlarına gelinirken yaklaşık bir milyon dolayındaydı. Bu nüfusun yarısını Müslüman Osmanlı tebaası, diğer yarısını ise Osmanlı uyruklu gayrimüslimler ve yabancılar oluşturuyordu. Gerçekte aynı yüzyılın ortalarından beri İstanbul’daki Müslüman Osmanlıların sayısında pek fazla artış görülmezken, Müslüman olmayan Osmanlı uyrukluların ve özellikle yabancıların sayısında önemli artışlar kaydedilmişti. Tüm bu gelişmelerin başlıca sebebi Tanzimat hareketinin getirdiği yeni oluşumlardı. Osmanlı tarihinin en önemli ıslahat hareketleri olarak tanımlanan ve gerçek anlamda Batılılaşmayı, çağdaşlaşmayı öngören yönetimsel ve yapısal değişiklikler, Müslüman Osmanlı tebaadan çok, Osmanlı uyruklu azınlıklar ve yabancıların işine yaramıştır. Tanzimat’ın öngördüğü yeni yapılanma doğrultusunda, klasik Osmanlı kurumlarının büyük çoğunluğunu, model aldığı Batı tipi müesseselerle değiştirme sürecine giren Osmanlı yönetimin başkenti İstanbul’da, Müslüman tebaanın bu tür uygulamaya uygun olmaması nedeniyle, inisiyatif gayrimüslimlerin ve yabancıların eline geçmiştir (Sönmez, 2006: 232). 20. yüzyılla birlikte patlak veren I. Dünya Savaşı ile birlikte, İtalyan basınında “Osmanlı Devleti’nde İtalya’ya yer olup olmadığı” sorulmaya başlanmış, Türkiye’de ikamet eden İtalyan vatandaşların sayısında da artış olmuştur. Osmanlı Devletinin topraklarında yaşayan İtalyan vatandaşlarının sayısı 1881’de 11.781 idi. Bu rakam 1891’de 12.812’ye, 1901’de 15.321’e ve 1910’da 19.000’e çıkmıştır. (Ferretti, 1915: 7, Michels’den aktaran Çelebi, 1999: 9 ). 3. İTALYAN BASININDA TÜRK İMGESİ Avrupa kıtası, Rönesans ve Reform hareketlerinin etkisiyle benimsenmeye ve yaşanmaya başlanan Aydınlanma Çağı’ndan yani 18. yüzyıldan itibaren özellikle yeni buluşların ve coğrafi keşiflerin de etkisiyle sosyal ve ekonomik anlamda farklı bir döneme girmiş, sanayileşme sonucu oluşan çok sayıda ticaret kenti Avrupa’yı geçmişe kıyasla hareketlendirmiştir. Bu dönemde, politik ve ticari haberler veren dergiler ilk defa Almanya’da Zeitung, İtalya’da Gazetta adı ile yayınlanmıştır (Kürkçüer, 1969: 6). Avrupa’da derebeyliğin yerini orta sınıfın aldığı, sanayi alanında yaşanan gelişmelerle yeni bir halk sınıfı olan işçi sınıfının doğduğu bu süreçte hürriyetçilik, milliyetçilik ve hızlı endüstrileşme kıta 60 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Avrupa’sının zaten karışık olan siyasi ortamını daha da hareketlendiren unsurlar olmuşlardır. Özellikle okuma-yazma oranının düşük olduğu dönemlerde ve toplumlarda, bireylerin alışık olmadıkları bu yeni ve karmaşık ekonomik, siyasal ve sosyal yaşamı kendi başlarına algılayarak çözümleyebilmeleri için ihtiyaç duydukları birtakım görsel anlatımlara ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü bireylerin ve toplumların, içsel bir dünyayı dışsallaştırma ihtiyacı, benliği ve düşünceleri imgelere yansıtma ihtiyacı nefes alma eylemi kadar temel bir eylem olagelmiştir (Burnett, 2012: 52). Bireylerin çevrelerini kendi adına gözlemleyen ve böylece kendilerini diğerleri ile karşılaştırmalarına imkân sağlayan ve algılanabilir düzeye indirgeyen araçlara ihtiyaçları vardır. Bu araçlar da medyadır. Bugün bireyler, hangi toplum ait olurlarsa olsunlar, diğerlerini medya aracılığıyla algılamakta ve tanımaktadırlar. Bir başka deyişle “gerçek” medya aracılığıyla ve medya üzerinden kurgulanmaktadır (Gökçe ve Gökçe, 2011: 17). 18. ve 19. yüzyıllarda Batı’da, endüstrileşmede görülen hız medya sektöründe de görülmektedir. Batı medyasında günlük ve haftalık haber gazetelerinin yanı sıra yalnızca görsellerin ve illüstrasyonların yer aldığı, haftalık siyaset ve kültür-sanat yayınlarının varlığı ve sayıca çokluğu bilinmektedir. Çalışmamızın ana ekseninde faydalanmayı planladığımız görseller de İtalyan medyasında yer alan Türk imgesi üzerinde yoğunlaşmamıza neden olmaktadır. İmaj oluşumunda birçok faktör etkin rol oynamaktadır ki, bunların başında medya, din, kişisel deneyim vb. faktörler gelmektedir. Ancak bir toplum, diğer toplumdan kültürel ve coğrafi olarak ne kadar uzaksa, bu durumda o topluma ilişkin genel bir algı oluşumunda medya en etkili araç olmaktadır (Gökçe ve Gökçe, 2011: 15-16). Osmanlıların Avrupalı güçlerle karmaşık ve çoğu kez eşitsiz olan ilişkisi, Avrupa içindeki düşmanlıklarla ittifakları da içeren bir dizi değişken, siyasi, bölgesel ve iktisadi etken tarafından belirleniyordu (Lewis, 2008: 83). Bu etkenler sonucunda Türk kimliği ve imajı Avrupa’da yüzyılların birikimiyle oluşmuş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Türk kimliği ve imajıyla birlikte anılan Oryantalist söylem de, Doğu’yu sadece zihinsel olarak kuran ve onu tanımlayan bir çerçevenin dışında, daha derin bazı yapısal/kültürel bağlantıların ve mikro-makro iktidar ve hiyerarşi ilişkilerinin de tesis edildiği temel bir politikanın uzantısıdır (Arlı, 2014: 16). Oryantalizmden söz eden çalışmaların büyük çoğunluğu, Avrupalıların Doğu’yu nasıl temsil ettiği veya Doğulu toplumların (Osmanlılar ve diğerleri) bu betimlemelere nasıl direnç gösterdiği -sanki Batılı güçler ile Batı-dışı dünyaların karşılaşmasını incelemek için geçerli tek paradigma direnişmiş gibi- 61 N.T. Yaban noktasına odaklanmıştır (Makdisi, 2002: 314). Bu nedenle, İtalyan Rönesans adamları diğer Avrupa ülkelerine sadece zamanlarının Türklere dair bir modelini oluşturmakla kalmamış, şu anda günümüzde var olan kültürel, politik ve uygarlık söylemlerinin menşeini de teşkil etmişlerdir. Batılı 16. ve 17. yüzyıl yazarları ve gezginlerinin en çok üzerinde durdukları nokta, Osmanlı toplumuyla kendi toplumları arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları betimlemek ve Osmanlıların başarısının ve ihtişamının nedenlerini değerlendirmektir (Uluç, 2009: 268-269). Batı imge dünyasında Osmanlı İmparatorluğu 18. yüzyıla kadar korku ve nefretle karışık bir hayranlık uyandırmıştır (Timur, 2006: 162). 19. yüzyıl boyunca birçok Müslüman toplumun kendini kültürel bakımdan tanımlama meselesi, Batı’dan ithal edilen modernleşmeyi yerel değer ve biçimlerle dengeleme mücadelesine bağlı olarak özellikle ilginçtir (Çelik, 2005: 4). Batı kültüründe, imgeye atfedilen rolün tarihler boyunca süregeldiği bir gerçektir. Batı’daki Doğu ilgisine bağlı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul, dönemin yabancı gazete ve dergilerinin vazgeçilmez bir konusu olmuş ve bunun sonucunda, illüstratörlere önemli bir çalışma alanı açılmıştır. Bu yayınlarda günlük olaylar adı altında Payitaht ’ta meydana gelen önemli olaylar, geleneksel bayramlar, kutlamalar ve törenler, balolar, Batılı desinatörler tarafından çizilmiştir (Germaner ve İnankur, 2002: 51). Bu çizimleri ele alırken ve sanatı bağlam içinde düşünürken, sanatın her zaman hamiler, sanatçılar ve izleyicilerin mutluluk ve uyum içinde birlikte olduğu ortamlarda ortaya çıkmadığını unutmayalım. İşin içinde çoğu zaman farklı ve birbirine karşıt niyetler, tepkiler ve yorumlar bulunur (D’Alleva, 2012: 69). Bizler, yani izleyiciler sanatsal betimlemeleri yorumlamak istediğimizde, gerçek dünyaya ilişkin deneyim ve bilgilerimizi bu betimlemelere yansıtarak onları çok değişik, deney niteliğindeki yorumlar aracılığıyla sınavdan geçiririz (Gombrich, 2015: 264). Bir başka deyişle, imgeleri görmek aynı zamanda imgeler ile görmektir (Burnett, 2012: 67). İmgeler başlangıçta orada bulunmayan şeyleri gözde canlandırmak amacıyla yapılmıştır. Zamanla imgenin canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğu anlaşıldı. Böyle olunca imge bir nesnenin ya da kişinin bir zamanlar nasıl göründüğünü -böylece konunun eskiden başkalarınca nasıl göründüğünü de- anlatıyordu (Berger, 1999: 10). İmgeyi oluşturan kişinin yorumu, her zaman imgeyi görenin yorumuyla eşleştirilmelidir. Hiçbir imge kendi öyküsünü anlatmaz. Bir imgeden çıkarılan bilgi, imgeyi yaratan kişinin niyetinden oldukça bağımsız olabilir (Gombrich, 2014: 144). Görsellerin gerçekleme gücü üzerine düşünüldüğünde, imgelerin 62 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 insanların duygu, düşünce ve algılarında birincil derecede etkili olduğu ancak görsel iletişimde anlatımsal ifade sorunu yaşandığını söylenebilir. Bu nedenle imgeleri okurken, çözümlerken ya da yorumlarken dikkat etmemiz gereken üç göstergebilimsel değişken vardır. Bunlar: Kod, altyazı ve bağlamdır. Göstergebilimde kodlar ya da sistemler, toplumsal uzlaşılar üzerinden iletişimin yürütülmesini sağlayan unsurlardır. Bağlam ise kodları içine işlemiş olan kültür, kodları çevreleyen ve anlamını veren evrendir. 4. İTALYAN MEDYASINDA YER ALAN İLLÜSTRASYONLAR VE ORYANTALİST RESİMLER Resimli gazetelerden ve diğer süreli yayınlardan elde edilen görseller ile oryantalist tarzda eserler üreten İtalyan sanatçıların resimleri arasında konuları açısından net benzerlikler görülmektedir. Özellikle kronolojik olarak incelendiğinde illüstrasyonların oryantalist resimlerden etkilenilerek üretildiği, oryantalist resimlerin ve klasik portre duruşlarının fotoğraf sanatçıları tarafından da uygulandığı, ressamlar tarafından üretilen eserlerin İtalyan illüstratörlere modellik ettiği söylenebilir. Ancak bu görselleri tek tek ya da karşılaştırmalı olarak ele alırken, çok yönlü bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. Çünkü imgeler yalnızca işaret ettikleri “şey”leri ifade etmekle kalmaz, onları üretenlerle ve ait oldukları düşünülen bağlamla ilgili de önemli ipuçlarını barındırırlar (Ferraris, 2008: 17). Araştırma kapsamında, İtalyan medyasında yer alan illüstrasyonlarda gördüğümüz Türk imgesi ile İtalyan oryantalist ressamlar tarafından yaratılan eserlerde gördüğümüz Türk imgelerinin arasındaki benzerlikler göze çarpmaktadır. Sanat alanındaki bütün buluşlar, gerçekte benzerliklere ilişkin değil, fakat eşdeğerliliklere ve uygunluklara ilişkin buluşlardır; bunlar, gerçekliği bir imge, imgeyi de bir gerçeklik olarak görmemizi sağlarlar (Gombrich, 2015: 292). Bu bağlamda oryantalist tarzda üretilen resimler, illüstrasyonlar ve bazen sanatçılara modellik yapan ve o dönemin güncel icadı olan fotoğraflar bile imge üretiminde ve imgelere bağlı olarak imaj oluşum sürecine katkı sağlamışlardır. 63 N.T. Yaban Görsel 1: Mahmut Şevket Paşa’nın İmzalı Fotoğrafı McCullagh, 1910: İç Kapak Sayfası (Fotoğraf 1909 yılında imzalanmış) Görsel 2: Mahmut Şevket Paşa Portresi Fausto Zonaro, 1891-1910 Tuval üzerine yağlıboya, 100x74 cm. Oryantalist tarzda yapılan resimler ile aynı dönemde yer alan illüstrasyon gazetelerindeki çizimlerin gösterdiği benzerlik, resimlerin ve çizimlerin; önemli kişiler (padişah ve paşalar) ve günlük yaşam sahneleri (harem, kayık gezintileri, kahvehane görüntüleri, manzaralar, çeşme başları, çarşılar) konulu olmasından kaynaklanmaktadır. Görsellerde ve resimlerde gördüğümüz, Doğu toplumunu anlamaya çalışan Batı’nın ilk bakışta ne gördüğü ve gördüğü imgeyi tanıma çabasıdır. Görsel 3: Türk Tipleri ve Kostümleri Görsel 4: Feraceli Kadın L’Illustrazione Italiana, 23 Settembre 1877 Yıl: 4, Sayı: 38, Sayfa: 197 Fausto Zonaro, 1891-1910 Pastel, 70x51 cm. 64 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı İkinci 17-20 20 Mayıs, 2016 İmgeler mgeler ve imgeleri içinde yer aldıkları görsel ortam incelenirken, onların kültürlerarası geçişlilik özelliğinin ğinin inin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Türk imgeleri üzerinden yaratılan “öteki” kavramı üzerine düşünürken, dü ünürken, Türk için “öteki” olan imgelerin erin de son derece eleştirel ele tirel bir üslupla, aslında hiç de tek tarafı ötekileştirmeyen tirmeyen niteliklerde yaratıldıkları oldukça açıktır. Ancak her toplum veya devlet kendisini dünyanın merkezine koyar ve “ötekileri” genellikle kendisinden aşağı yerlerde görür ve değerlendirir. erlendirir. Bu eeğilimin, diğer er ülkelerin imajlarını da etkilediğii muhakkaktır (Eravcı, 2010: 19). Görsel 5: Kapalı Çarşı Görsel 6: Kapalı Çarşı L’Illustrazione Italiana, 14 Aprile 1878 Yıl: 5, Sayı: 15, Sayfa: 249 Amadeo Preziosi, 1853 Kağıt üzerine suluboya, 40x54 cm. 65 N.T. Yaban Görsel 7: Kapalı Çarşı (Detay) Görsel 8: Kapalı Çarşı (Detay) L’Illustrazione Italiana, 14 Aprile 1878 Yıl: 5, Sayı: 15, Sayfa: 249 Amadeo Preziosi, Kapalı Çarşı, 1853 66 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 KAYNAKLAR Arık R. (1993). “Batılılaşma Dönemi Anadolu Tasvir Sanatı”, Sayfa: 431–440. Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları. Arlı A. (2014). Oryantalizm, Oksidentalizm ve Şerif Mardin, İstanbul: Küre Yayınları. Barillari D. ve Godoli E. (1997). İstanbul 1900, İstanbul: Yem Yayınları. Burnett R. (2012). İmgeler Nasıl Düşünür? İstanbul: Metis Yayınları. Cezar M. (1971). Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 109. Çelebi M. (2007). “19. Yüzyılda İzmir’de İtalyan Cemaati”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Cilt: 22, Sayı: 1, Temmuz, Sayfa: 19–51. (http://www.egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosyalar/ XXII-1_2007/TIDXXII-1_2007-02.pdf) (Erişim Tarihi: 20.11.2013). Çelebi M. (1999). Milli Mücadele Döneminde Türk – İtalyan İlişkileri, Ankara: Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi. Çelik Z. (2005). Şark’ın Sergilenişi, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Çelik Z. (1998). 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. D’Alleva A. (2012). Sanat Tarihi Nasıl Yazılır? İstanbul: Literatür Yayıncılık. Dursteler E.R. (2006). Venetians in Constantinople, Nation, Identity and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore: The Johns Hopkins University Press. Eravcı H. M.(2010). Avrupa’da Türk İmajı, Konya: Çizgi Kitabevi. Germaner S. Ve İnankur Z. (2002). Oryantalistlerin İstanbul’u, İstanbul: İş Bankası Yayınları. Gombrich E.H. (2014). İmge ve Göz, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Gombrich E.H. (2015). Sanat ve Yanılsama, İstanbul: Remzi Kitabevi. Gökçe G. Ve Gökçe O. (2011). Avrupa’da İslam ve Türk İmajı. Ankara: Birleşik Yayınevi. Güvemli Z. (1987). Resim Sanatı ve Türk Resmi. İstanbul: Ak Yayınları Sanat Kitapları Serisi: 11. Kalaycı S. (2012). “İtalyan Gezginlerin Resimlerindeki Osmanlı”, Akademik Bakış Dergisi, Mayıs – Haziran, Sayı: 30. Sayfa: 1–17. (http://www.akademikbakis.org) (Erişim Tarihi: 25.11.2013). Karakartal O. (2004): Türk-İtalyan Kültür İlişkileri. İstanbul: Eren Yayıncılık. Kuban D. (1981). Türkiye Sanatı Tarihi. İstanbul: Gerçek Yayınevi. Kurtcephe İ. (1995). Türk – İtalyan İlişkileri (1911–1916). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. 67 N.T. Yaban Kürkçüer O.M. (1969). Siyasi Tarih. Ankara: İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları. L’Illustrazione Italiana (Resimli İtalyan Gazetesi)(1881-1909) Lewis B. (2008). Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara: Arkadaş Yayınları. Mardin Ş. (1996). Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayıncılık. Makdisi U. (2002). “Osmanlı Oryantalizmi”, Oryantalizm Tartışma Metinleri, Sayfa: 272315.Yıldız A. (Ed.) (2014). Ankara: Doğu Batı Yayınları. Merriman J. (1996). A History of Modern Europe from the Renaissance to the Present. New York: W. W. Norton & Company Ortaylı İ. (2014). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Alkım Yayınevi. Öndeş O. Ve Makzume E. (2010). Osmanlı Saray Ressamı Fausto Zonaro, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Peacock H. L. (1982). A History of Modern Europe 1789-1981, Oxford: Heinemann Educational Polat İ. (1989). “Türk-İtalyan İlişkileri Çerçevesinde İtalyan Okulları”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 4, Sayfa: 563–575. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/811/10311.pdf ) (Erişim Tarihi: 20.11.2013) Renda G. (2002). “Sanatta Etkileşim”, Osmanlı Uygarlığı 2, Sayfa: 1090–1121, Ankara Kültür Bakanlığı Yayınları. Sönmez Z. (2006). Türk-İtalyan Siyaset ve Sanat İlişkileri, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. Timur T. (2006). “Batı Avrupa, Doğu Roma ve İstanbul”, Türk Kültürü ve Kimliği, Sayfa: 159-167. İstanbul: İstanbul Kültür Üniversitesi Yayını. Uçarol R. (1995). Siyasi Tarih (1789-1994),İstanbul: Filiz Kitabevi. Uluç G. (2009). Medya ve Oryantalizm, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi. Ünal T. (1958). Türk Siyasi Tarihi,1700’den 1958’e Kadar,Ankara: Ayyıldız Matbaası. Weber E. (1971). A Modern History of Europe: Men, Cultures and Societies from the Renaissance to the Present, New York : W.W. Norton & Company, Inc. 68 Öğretmen Adaylarının Çokkültürlü Eğitime Yönelik Tutumlarının Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi Melehat Gezer Dicle Üniversitesi ÖZET Çokkültürlü eğitim; kültürel farklılıklarla bir arada yaşama ve öğrencilere eğitimde fırsat eşitliği sağlamayı amaçlayan bir eğitim felsefesine dayalı olarak; eğitim ve öğretimin tüm öğelerinin çoğulculuk esasına göre yapılandırılmasını esas alan bir eğitim sistemi olarak tanımlanmaktadır. Çokkültürlü eğitimin, temelinde bulunan eşitlik, saygı, barış vb. kavramların öğretilmesinde ve tüm öğrencilere eşit başarı imkanısağlama amacıyla uyumlu bir şekilde uygulanmasında temel görev öğretmenlere düşmektedir. Öğretmenler kültürel ve etnik çeşitlilik konusunda bilgi edindiklerinde, edindikleri bilgilere farklı kültürel ve etnik açılardan baktıklarında ve bu bilgilerini öğrenme ortamına yansıttıklarında çokkültürlü eğitimi gerçekleştirebilirler. Öğretmenlerin çokkültürlü eğitime ilişkin algı ve tutumları, onların çokkültürlü eğitimi nasıl uygulayacağı, sınıflarındaki farklılıkları ortak değerler etrafında öğretim sürecine ne ölçüde dahil edecekleri ile doğrudan ilişkilidir. Öğretmenlerin çokkültürlü eğitim ile ilgili yeterli bilgi ve olumlu tutum sahibi olmasının, öğretmenlerin sınıftaki bütün öğrenciler için yüksek başarıyı hedeflemesinde etkili olacağı düşünülmektedir. Bu yüzden öğretmen adaylarının çok kültürlü eğitime yönelik tutumlarının tespitinin önemli olduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda araştırmada öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının cinsiyet ve bölüm gibi demografik özellikler açısından incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın modeli ilişkisel araştırma modelidir. Araştırma 2015-2016 Eğitim Öğretim Yılı Bahar Dönemi’nde Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde öğrenim gören toplam 271 son sınıf öğrencileriyle yürütülmüştür. Araştırmada veri toplama aracı olarak Yavuz ve Anıl (2010) tarafından geliştirilen Öğretmen Adayları için Çok Kültürlü Eğitime Yönelik Tutum Ölçeği kullanılmıştır. Çokkültürlü eğitime yönelik tutum ile cinsiyet ve bölüm değişkeni arasındaki ilişkiler bağımsız gruplar t testi ve tek faktörlü anova aracılığıyla analiz edilmiştir. Araştırma bulguları, araştırma problemleri ve literatür ışığında tartışılmıştır. Araştırma sonuçları doğrultusunda ileri araştırmalara yönelik öneriler getirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Çokkültürlü Eğitim, Çokkültürlü Eğitime Yönelik Tutum, Öğretmen Adayları. M.Gezer An Examination of Prospective Teachers’ Attitudes towards Multicultural Education in Terms of Various Variables Melehat Gezer Dicle University ABSTRACT Multicultural education based on an educational philosophy which provides to live together with cultural differences and equality of opportunity in education is defined as an educational system focused on that all of the components of education and teaching should be constructed according to principles of pluralism. The basic responsibility to teach the concepts such as equality, respect, peace and to provide equal success opportunities to all of the students belongs to teachers. Teachers can achieve the multicultural education when they get information about cultural and ethnic diversity, approach to this information from different cultural and ethnic perspectives and project this information to the learning environments. Teachers’ perceptions and attitudes towards multicultural education is directly related to how they carry out the multicultural education and what extent they include cultural diversity in their class to learning process in the frame of students’ common values. It is important for teachers to have enough knowledge and positive attitudes about multicultural education in order to determine the high level of success for all of the students in their class. So, it is thought that examining teachers’ attitudes towards multicultural education is important. In this context, it is aimed to investigate the teachers’ attitudes towards multicultural education in terms of gender and department variables. This is a relational study. The study was conducted with 271 senior students enrolled in Dicle University, Faculty of Education Department of Primary Teaching in the 2015-2016 Education Year Spring semester. The data was collected by using the Pre-service Teachers' Attitudes towards Multicultural Education Scale, which was created by Yavuz and Anil (2010). The author was usedındependent samples t-test and one way anova to analyze the data. The findings obtained from the study were presented with respect to the research problems and discussed in the light of the literature. The author was made suggestions for future researches based on the study results. Keywords: Multicultural Education, Attitudes Towards Multicultural Education, Prospective Teachers. 70 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ Kültürel çeşitlilik günlük hayatımızı canlandıran güçlü bir yapıya sahiptir. Ancak kültürel çeşitliliğin bu potansiyeli henüz yeterince fark edilememiştir. Bütün öğrencileresunulan eğitim faaliyetlerinin geliştirilmesinde söz konusu kültürel çeşitlilikten faydalanılabilir (Gay, 2010). Öğrencilerin farklı kültürel geçmiş ve deneyimlere sahip olduğu göz önüne alındığında kültürel farklılıklara yönelik bir eğitim imkânının sunulmasının önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Kültürel farklılıklara duyarlı ya da kültürel çeşitliliğin öğrenme ortamında yer almasını savunan eğitim yaklaşımı ise literatürde çokkültürlü eğitim adı altında geçmektedir. Çokkültürlü eğitimin ne olduğuna ilişkin tanım ve açıklamalar incelendiğinde farklı şekillerde kavramsallaştırıldığı görülmektedir. Gay, (1994)çokkültürlü eğitimi etnik, kültürel farklılıklarla yaşama ve bu farklılıklara meşruiyet sağlayan, öğrencilere eğitimde fırsat eşitliğini sunmayı amaçlayan bir eğitim felsefesine dayalı olarak; eğitim ve öğretimin tüm öğelerinin ve eğitim politikalarının çoğulculuk esasına dayalı şekilde düzenlenmesini esas alan bir eğitim politikası olarak tanımlamıştır. Baptiste (1979), çokkültürlü eğitimi eşitlik, karşılıklı saygı, kabul ve anlayış, sosyal adalet, ahlaki bağlılık ilkelerine dayandırmış ve bu ilkelerin var olduğu bir eğitim sistemi olarak tanımlamıştır (Baptiste, 1979). Wilson, (2012) çokkültürlü eğitimi, bir eğitim sisteminde birbirinden farklı olan çeşitli ırkların kültürleri için tasarlanmış okul ve eğitim şeklinde tanımlamaktadır. Wilson’a göre (2012) sözü edilen eğitim ve öğretim yaklaşımı farklı etnik grupların bir arada yaşadığı toplumlarda uzlaşı, saygı ve kültürel çoğulculuğu geliştirmek üzere ileri sürülmüştür (Wilson, 2012). Nieto (2000), çokkültürlü eğitimin tüm öğrenciler için geniş bir okul ve eğitim reformu olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Nieto (2000), toplumda ve okullarda ırkçılıkile ayrımcılığın reddedilmesi gerektiğini; öğretmenlerin kültürel, etnik, dilsel, ırksal, dini, ekonomik ve cinsel çoğulculuğu tüm toplumundesteklemesi/kabul etmesi için çalışmalar yapması gerektiğini vurgulamıştır (Nieto, 2000). Manning ve Baruth (2009) ise çokkültürlü eğitimin, öğrencilerin kültür, etnik, sosyal sınıf, cinsiyet, din ve özel ihtiyaçlar gibi insanları birbirinden ayıran farklılıkları kabul etmelerininve bu farklılıklarasaygı duymalarının sağlanması ile öğrencilere gelişim çağlarında adalet, eşitlik ve demokrasi duygusununkazandırılması olmak üzere iki amaca hizmet ettiğini belirtmiştir (Manning ve Baruth, 2009). 71 M.Gezer Yukarıdaki tanım ve açıklamalardan da anlaşılacağı üzere çokkültürlü eğitim; etnisite, sınıf, cinsiyet, din, dil, cinsel tercihin, öğrencilerin öğrenmeleri ile davranışlarını nasıl ve ne şekilde etkilediğine odaklanıp;eğitimin sözkonusu farklılıklarıiçerecek şekildedüzenlenmesi esasına dayanmaktadır. Çokkültürlü eğitim, öğrencilerin farklı kültürlerin bakış açısından bakabilmesini ve farklı kültürleri anlayabilmesini sağlamayı hedeflemektedir (Banks, 2004). Çünkü çokkültürlü eğitim, önce farklı kültürleri tanıma ve anlama devamında ise farklı kültürlere saygı duymak gerektiği şeklinde bir eğitim anlayışını varsaymaktadır (Lawrence, 1997). Öğrencilere kültürel, etnik ve dilsel seçeneklerin sunulmasınınsağlanması çokkültürlü eğitimin diğer bir temel hedefidir(Banks, 2014). Yine çokkültürlü eğitim; farklı ırk, kültür, dil ve dinden bireylerin kendi kültürel toplumlarında, milli kültür içinde ve küresel toplumda etkili bir şekilde yer alabilmesi için gerekli bilgi, beceri ve yaklaşımları edinmeleri konusunda bireylere yardımcı olmayı amaçlanmaktadır (Banks, 2004). Türkiye toplumu, içinde farklı etnik kimlikleri barındıran, farklı dil ve lehçelerin konuşulduğu kültürel çeşitliliğin fazla olduğu bir yapıya sahiptir. Türkiye toplumunda olduğu gibibirçok kültürün karması şeklinde oluşmuş toplumlar vardır. Bu şekilde kültürel dönüşüm ve kültürlerin bileşimiyle oluşmuş toplumlarda sağlıklı ve kapsamlı bir kültürel birleşim imkânı sunduğu için çokkültürlü eğitime ihtiyaç duyulmaktadır (McGray, Wright ve Beachum, 2004).Çokkültürlü eğitimin gerçekleştirilmesinde ise okul, öğretim programı, okul idareci kadrosu, öğretimde kullanılan strateji-yöntemler, veliler ve öğretmenler oldukça önemli bir fonksiyona sahiptir (Nieto, 2000). Çokkültürlü eğitimin uygulanmasında sözkonusu paydaşların etkin role sahip olduğu bilinse de burada en etkili rolü oynayan öğretmenlerdir (Banks, 1993). Çokkültürlü eğitimin, temelinde bulunan eşitlik, saygı, barış vb. kavramların öğretilmesinde ve tüm öğrencilere eşit başarı olanağı sağlama amacıyla uyumlu bir şekilde uygulanmasında temel görev öğretmenlere düşmektedir (Kaya ve Aydın, 2014). Eğitim programlarının uygulanmasında, öğretim yöntem tekniklerinin bu bağlamda kullanılmasında, aile ile iletişimin sağlanmasında birebir sorumlu olanöğretmenlerdir. Öğretmenlerin kendi değerleri, bakış açıları, öğretim stilleri ile tutumları eğitim programını şekillendiren unsurlardandır (Ladson-Billings, 2001). Dolayısıyla çokkültürlü eğitim programlarının uygulanabilmesi için öğretmenlerin kültürel farklılıklara ilişkin olumlu tutuma sahip olması önem kazanmaktadır. Çokkültürlü eğitim 72 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 programlarının uygulanmasında her ne kadar kullanılan materyaller ya da programın niteliği önemli bir yere sahip olsa da farklı ırklardan, etnik, dilsel ve kültürel gruplardan olanlara karşı olumsuz tutum sergileyen öğretmenler tarafından kullanılması durumunda etkili olamayacağı düşünülmektedir.Öğretmenlerin çokkültürlü eğitime ilişkin algı ve tutumları, onların çokkültürlü eğitimi nasıl uygulayacağı, başka bir deyişle, sınıflarındaki farklılıkları ortak değerler etrafında öğretim sürecine ne ölçüde dahil edecekleri ile doğrudan ilişkilidir(Kaya ve Aydın, 2014). Bu bağlamda öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının belirlenmesinin önemli olduğu düşünülmektedir. Bu kapsamda araştırmada öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları, cinsiyet ve okudukları bölüm değişkeni açısından incelenmiştir. 2.YÖNTEM 2.1. Araştırma Modeli Araştırma ilişkisel araştırma modeline göre yürütülmüştür. İlişkisel araştırmalar, iki ya da daha çok değişken arasındaki ilişkinin birbirleri üzerindeki etkisinin incelenmesini amaçlayan araştırmalardır (Büyüköztürk, Çakmak, Akgün, Karadeniz ve Demirel, 2010). 2.2. Araştırma Grubu Araştırma, 2015-2016 Eğitim Öğretim Yılı Bahar Dönemi’nde Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde öğrenim gören toplam 271 son sınıf öğrencisiyle yürütülmüştür. Araştırma grubundaki, öğrencilerin cinsiyete göre dağılımı 117’si (%44) kız ve 151’i (%56) erkek şeklindedir. Öğrencilerin branşlara göre dağılımı incelendiğinde 152’sinin (%56) sosyal bilgiler öğretmenliği, 55’inin (%20.3) matematik öğretmenliği, 37’sinin (%13.7) fen bilgisi öğretmenliği ve 27’sinin (%10) ise okulöncesi öğretmenliği anabilim dalına devam ettiği görülmektedir. 2.3. Veri Toplama Araçları Araştırmada veri toplama aracı olarak Yavuz ve Anıl (2010) tarafından geliştirilen Öğretmen Adayları için Çok Kültürlü Eğitime Yönelik Tutum Ölçeği (ÇEYTÖ) kullanılmıştır. 73 M.Gezer Öğretmen Adayları için Çok Kültürlü Eğitime Yönelik Tutum Ölçeği: Ölçek, Yavuz ve Anıl (2010) tarafından öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının belirlenmesi amacıyla geliştirilmiştir. Ölçekte toplam 28 madde bulunmakta olup; bu maddelerin 22’si olumlu 6’sı olumsuzdur. Ölçek 5’li likert tipi bir derecelendirmeye sahiptir. Ölçek maddelerinden 13. madde olan “Öğretmen adayları farklı kültürlere ait bilim, sanat ve edebiyatla ilgili konularda çalışmalar yapmalıdır” maddesi olumlu tutum yansıtan maddelere örnek olarak gösterilebilir. “Farklı kültürlere yönelik eğitim faaliyetleri toplumsal birliği bozar” şeklinde ifade edilen 4. madde ise olumsuz tutum belirten maddelere örnek teşkil etmektedir. Ölçeğin güvenirlik ve geçerlik çalışmaları Adıyaman, Hacettepe, Ortadoğu Teknik ve Gazi Üniversitesi gibi farklı üniversitelerin eğitim fakültelerinde okuyan 214 öğrenciden elde edilen veriler üzerinden yapılmıştır. Ölçeğin yapı geçerliliği için yapılan AFA sonucunda tek boyutlu bir yapıya sahip olduğu tespit edilmiştir. Ölçek için Cronbach Alpha güvenirlik katsayısı değeri .93 olarak hesaplanmıştır. Bu araştırmada ölçek için hesaplanan Cronbach Alpha güvenirlik katsayısı ise .85 olarak bulunmuştur. 2.4. İşlem Araştırma verileri, 2015-2016 Eğitim Öğretim Yılı Bahar Dönemi’nde öğrenim gören öğretmen adaylarından toplanmıştır. ÇKEYTÖ, sınıf ortamında araştırmacılar tarafından öğretmen adaylarına uygulanmıştır. Katılımcılara ölçme aracı dağıtılmadan önce araştırmanın amacı hakkında bilgi verilmiştir. Yine toplanan verilerin yalnızca araştırma amacı doğrultusunda kullanılacağı katılımcılara ifade edilmiştir. Aynı şekilde araştırmaya katılımın gönüllülük esasına dayandığı belirtilmiştir. Araştırma kapsamında toplanan verilerin geçerli ve güvenilir olabilmesi için araştırmacı tarafından katılımcılara ölçeği doldururken samimi ve doğru yanıtlar vermeleri ayrıca hatırlatılmıştır. Veri toplama aracının ilk bölümünde cinsiyet, yaş, bölüm gibi değişkenlere yer verilerek katılımcıların demografik bilgileri hakkında bilgi toplanmıştır. 2.5. Veri Analizi Bu araştırmada cinsiyet ve bölüm değişkeninin öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları üzerindeki etkisinin incelenmesi için bağımsız gruplar t testi ve tek faktörlü anova kullanılmıştır. 74 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 3. BULGULAR Araştırmada elde edilen bulgular araştırmanın amaçları doğrultusunda aşağıda verilmiştir. Öncelikle öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları üzerinde cinsiyet değişkeninin anlamlı bir farklılaşmaya sahip olup olmadığı incelenmiştir. Elde edilen bulgular Tablo 1’de gösterilmiştir. Tablo 1: Öğretmen Adaylarının Çokkültürlü Eğitime Yönelik Tutumlarının Cinsiyete Göre Dağılımını Gösteren Bağımsız Gruplar T-Testi Sonuçları Cinsiyet n X ss Kadın 117 4.62 6.25 Erkek 151 4.48 6.77 t p 1.68 0.94 Tablo 1’deki bulgulara göre, öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları, cinsiyetlerine göre farklılaşmamaktadır [t(268)= 0.94, p>0.01].Bu bulguya dayanarak, cinsiyetin öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları üzerinde etkili bir değişken olmadığı söylenebilir. Öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının “bölüm” değişkenine ait ANOVA sonuçları Tablo 2’de incelenmiştir. Tablo 2: Öğretmen Adaylarının Devam Ettikleri Bölüme Göre Çokkültürlü Eğitime Yönelik Tutumlarını Gösteren Tek Yönlü Varyans Analizi Sonuçları Bölüm N X ss Sosyal Bilgiler 152 4,55 6.82 Matematik 55 4,37 5.93 Fen Bilgisi 37 4,68 5.79 Okul Öncesi 27 4,62 7.03 F p 1.96 0.12 Tablo 2’deki bulgulara göre, öğretmenadaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları ile devam ettikleri bölüme göre istatistikselaçıdan anlamlı bir fark bulunmamaktadır [F(3-270)=0.12, p>0.05]. Bu bulgudan hareketle,öğretmen 75 M.Gezer adaylarının devam ettikleri bölümün onların çokkültürlü eğitime yönelik tutumları üzerinde etkili bir değişken olmadığı söylenebilir. 4. TARTIŞMA VE SONUÇ Bu araştırmada öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının çeşitli değişkenler açısından incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın alt amaçlarına ilişkin bulgular incelendiğinde şu sonuçlara ulaşılmıştır. Araştırmaya katılan öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumlarının cinsiyet değişkenine göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark göstermediği tespit edilmiştir. Diğer bir ifadeyle, “cinsiyet” öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları üzerinde etkili bir değişken değildir. Bu sonuç, Bulut ve Sarıçam (2016), Özdemir ve Dil (2013), Tortop (2014) ve Yazıcı, Başol ve Toprak (2009) tarafından yapılan çalışmaların sonuçlarıyla benzerlik göstermektedir. Çokkültürlü eğitime yönelik tutum ile cinsiyet değişkeni arasında anlamlı ilişkinin bulunmadığı bu çalışmaların yanı sıra, literatürdeçokkültürlü eğitime yönelik tutumun cinsiyete göre farklılaştığını gösteren çalışmalar da mevcuttur (Başbay ve Kağnıcı, 2011; Demircioğlu ve Özdemir, 2014; Türkan, Aydın ve Üner, 2016). Bu durumda cinsiyet değişkenine ilişkin araştırma bulgusunun sadece bazı araştırmaların sonuçlarıyla tutarlılık gösterdiği söylenebilir. Araştırma sonuçlarına göre, öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları ve devam ettikleri bölüm arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunmamaktadır.Bu sonuç Tortop (2014) tarafından yapılan araştırma sonuçlarıyla desteklenmektedir. Tortop (2014) çalışmasında öğretmen adaylarının üstün yetenekli eğitime ve çok kültürlü eğitime ilişkin tutumlarını öğrenim gördükleri bölüme göre incelemiş ve öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime ilişkin tutumlarınınbölüme göre anlamlı bir farklılık göstermediğini tespit etmiştir. Sonuç olarak araştırmadan elde edilen bulgulara göre, öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları, cinsiyet ve okudukları bölüm değişkenleri açısından anlamlı farklılık göstermemektedir. Bu sonuçlar, daha önce yapılmış bazı çalışmaların bulgularıyla paralellik arz ederken bazı çalışmaların bulgularından farklılık göstermektedir. Dolayısıyla çokkültürlü eğitime yönelik tutum ile ilgili araştırmaların bir araya getirileceği meta analiz çalışmalarıyla, söz 76 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 konusu değişkenlerin çokkültürlü eğitime yönelik tutum üzerindeki etkisi hakkında daha genel bir değerlendirme yapılabilir. Bu araştırma, eğitim fakültesinde öğrenim gören öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitime yönelik tutumları ile sınırlıdır. Çokkültürlü eğitime yönelik tutumun diğer fakültelerde öğrenim gören öğrenciler açısından değişik alanlarında farklı biçimler aldığı bilinmektedir. Bu kapsamda, çokkültürlü eğitime yönelik tutumun farklı fakültelerde öğrenim gören öğrenciler üzerinden incelenmesi önerilebilir. KAYNAKÇA Banks, J. (1993). Approaches to multicultural curriculum reform. In J. Banks and C. Banks (Eds.), Multicultural education: Issues and perspectives. Boston: Allyn & Bacon. Banks, J.A. (2004). Cultural Diversity and Education: Foundations, curriculum and teaching (4th ed.). Needham Heights, MA: Allyn and Bacon. Banks, J.A. (2014). An Introduction to Multicultural Education. San Francisco, CA: Pearson Publication Inc. Baptiste, H.P. (1979). Multicultural education: A synopsis. Houston, TX: University Houston, Texas Press. Başbay, A.,& Kağnıcı, D. (2011). Çok kültürlü yeterlik algıları ölçeği: Bir ölçek geliştirme çalışması. Eğitim ve Bilim, 36(161), 199-212. Bulut, M.,& Sarıçam, H. (2016). Okul öncesi öğretmen ve öğretmen adaylarında çokkültürlü kişiliğin çokkültürlü eğitim tutumları üzerindeki etkisinin incelenmesi. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 6(1). Büyüköztürk, Ş., Çakmak, E.A., Akgün, Ö.E., Karadeniz, Ş., & Demirel, F. (2010). Bilimsel araştırma yöntemleri. Ankara: Pegem Akademi. Demircioğlu, E.,& Özdemir, M. (2014). Pedagojik formasyon öğrencilerinin çok kültürlü eğitime yönelik tutumlarının bazı değişkenlere göre incelenmesi. Ege Eğitim Dergisi, 15(1), 211-232. Gay, G. (1994). A Synthesis of scholarship in multicultural education. Urban Monograph Series University of Washington at Seattle, 1-34. Gay, G. (2010). Culturally responsive teaching: Theory, research, and practice (2nd ed.). New York, NY: Teachers College Press. 77 M.Gezer Kaya, İ.,& Aydın, H. (2014). Çoğulculuk, Çokkültürlü ve Çok dilli Eğitim. [Pluralism, Multicultural, and Multilingual Education].Ankara: Anı Yayıncılık. Ladson-Billings, G. (2001). Crossing over to Canaan: The Journey of new teachers in diverse classrooms. San Francisco: Jossey Bass. Lawrence, V.J. (1997). Multiculturalism, diversity, cultural pluralism: Tell the truth, the whole truth, and nothing but the truth. Journal of Black Studies, 27, 318-333. Manning, M.L.,& Baruth, L.G. (2009).Multicultural education of children and Adolescents. Boston, MA: Allyn & Bacon Press. McCray, C.R., Wright, J.V., & Beachum, F.D. (2004).An analysis of secondary school principals' perceptions of multicultural education.Education, 125(1), 111-120. Nieto, S. (2000).Affirming diversity: The sociopolitical context of multicultural education (3 ed.). New York: Longman. Özdemir, M.,& Dil, K. (2013). Öğretmenlerin çokkültürlü eğitime yönelik tutumları: Çankırı ili örneği. Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 46(2), 215232. Tortop, H.S. (2014). Öğretmen adaylarının üstün yetenekli ve çok kültürlü eğitime ilişkin tutumları. Üstün Yetenekliler Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 2(2), 16-26. Türkan, A., Aydın, H., & Üner, S.S. (2016). Öğretmen adaylarının çokkültürlü eğitim tutumları ile epistemolojik inançları arasındaki ilişkinin incelenmesi.İlköğretim Online,15(1). Wilson, K. (2012). Multicultural education.Erişim 2016.http://www.edchange.org/multicultural/papers/keith.html. Tarihi: 25 Mart Yavuz, G.,& Anıl, D. (2010). Öğretmen adayları için çok kültürlü eğitime yönelik tutum ölçeği: Güvenirlik ve geçerlik çalışması. International Conference on New Trends in Education and Their Implications. Türkiye: Antalya Yazıcı, S., Başol, G., &Toprak, G.(2009). Öğretmenlerin çokkültürlü eğitim tutumları: Bir güvenirlik ve geçerlik çalışması. Hacettepe Eğitim Fakültesi Dergisi, 37, 229-240. 78 Markaya Yönelik İnançların Üniversite Öğrencilerinin Satın Alma Niyetlerine Etkisi Dr. Derya Fatma Biçer Cumhuriyet Üniversitesi Dr. Hatice Aydın Muş Alparslan Üniversitesi ÖZET Tüketicilerin marka ile ilgili öğrendiklerinin düzeyi ve maruz kaldıkları uyarıcılar, markaya yönelik belli inançlar oluşturmalarına sebep olur. Marka inançları, hedonik, fonksiyonel, deneyimsel anlamlar taşıyabileceği gibi, olumlu ya da olumsuz da olabilmektedir. Bununla birlikte birçok işletme marka yayma stratejileri uygulayarak, tüketicilerin istek ve beklentilerini karşılamak için yeni ürün geliştirmek istediklerinde, pazarlama ile ilgili riskleri en aza indirmek için, sahip oldukları mevcut marka ile yeni ürünleri pazara sunmayı tercih etmektedir. Bu çalışmada amaç, markaya yönelik inançların, marka yayılması stratejisi sonucu piyasaya sürülen yeni ürünleri satın alma niyetleri üzerine etkilerini ortaya koymaktır.Araştırma, Sivas’ta Cumhuriyet Üniversitesi’nde öğrenim gören öğrencilere yüz yüze anket yöntemi kullanılarak gerçekleştirilmiş olup, veriler SPSS 23.0 paket programı aracılığıyla değerlendirilmiştir. Araştırmada üniversite öğrencileri tarafından ilk akla gelen markaya ve o markanın yayma stratejisi ile piyasaya süreceği varsayılan hayali ürüne yönelik değerlendirmelerine ilişkin ifadelerin yüzde dağılımları hesaplanmış, korelasyon analizi ve çoklu doğrusal regresyon analizi yapılmıştır. Sonuçlara göre kot pantolon ve cep telefonu satın alım niyetleri üzerinde deneyimsel marka inançlarının etkili olduğu, dizüstü bilgisayar alım niyetleri üzerinde markaya yönelik inançların etkili olmadığı tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Marka İnancı, Marka Yayılımı, Markaya Tutumu, Satın Alma Niyeti. D.F. Biçer ve H. Aydın Effect of Beliefs towards Brands on Purchasing Intensions of University Students Dr. Derya Fatma Biçer Cumhuriyet University Dr. Hatice Aydın Muş Alparslan University ABSTRACT The consumers' level of knowledge they have obtained about the brand and stimulant they have been exposed lead to create certain beliefes for brand. Not only can brand beliefes have hedonic, functional and experiential meaning but it also can be positive or negative. At the same time many businesses prefor marketing their new products with their current brand when they want to develop new product in order to meet the needs and expectations of the consumers and reduce the risks associated with marketing by using brand extension strategies. The aim in this study is to reveal the effect of the consomers' beliefes about brand upon their intention to marketed new products as a Result of brand extension strategy. The research has been carried out by using one hundred percent of survey method upon Sivas cumhuriyet university students who study in different academic units and data have been evaluated via SPSS 23.0 package. In the research percentage distribution of expression for first brand that comes to mind by university students (for the first brand by university students) and evaluations regarding the brand's extension strategy and the imaginary product supposed to be marketed has been assessed, the answers have been evaluated through correlation analysis and multilinear regression. According to the research results the fact that their experiented brand beliefes have an effect on the students' intention of buying jeans and cellphone and the fact that their beliefs for the brand have an effect on their intention of buying laptop have been revealed. Keywords: Brand, Brand Beliefs, Brand Extension, Brand Attitudes, Purchase Intention. 80 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ Rekabetin ciddi boyutlar kazandığı günümüzde farklılık yaratarak tüketici zihninde avantajlı konum elde etmek, git gide zor olmaktadır. Gelişen teknolojiler ve üretim süreçlerinde meydana gelen yenilikler neticesinde, artık kalite ya da fiyat ile belirgin farklar yaratmak mümkün olmamaktadır. Zira belli kalitede ürünler, artık merdiven altı diye tabir edilebilecek imalathanelerde de mevcut teknolojiler kullanılarak üretilebilmektedir. Bu bağlamda işletmelerin müşteri değeri yaratabilecek ve rekabet edebilecek enstrümanlara yatırım yapmaları kaçınılmazdır. Bu anlamda markaya yapılan yatırımlar, günümüz koşullarında işletmelerin genel amaç ve pazarlama stratejilerine uygun bir şekilde arzu ettikleri sonuçlara ulaşmalarına fırsat tanımaktadır. Marka inşa ederken ve markaya yönelik kararlarını planlarken işletmelerin kullandığı yöntemlerden biri de marka yayma olarak ifade edilen stratejilerdir. Marka yayma, yeni ürün piyasaya sürecek olan işletme için; ana markasının adını kullanarak farklı ürün kategorilerine yönelmek ve farklı hedef pazar bölümlerinde faaliyet göstererek karlılık hedeflemektir. Marka yayma stratejisi ile, işletmenin sahip olduğu marka imajı ve gücü, yeni ürünlere transfer edilmek suretiyle farklı pazarlara daha kolay girmek hedeflendiği gibi, yeni ürünler için katlanılması kaçınılmaz olan üretim ve pazarlama maliyetlerinin de düşürülmesi amaçlanmaktadır. Markaya yönelik tüketicilerin olumlu duygular taşıması, bu duygular sayesinde gelişen inançları sayesinde, tüketicilerin o markanın ürünlerini satın alım niyetlerinin de yüksek olacağı düşüncesinden hareketle yapılan bu çalışmada, tüketicilerin markaya yönelik inançlarının, marka yayma stratejisi uygulayan bir firmanın yeni ürünlerini satın alım niyetleri üzerine etkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde tüketicilerin markaya yönelik fonksiyonel, hedonik ve deneyimsel inançları, markaya yönelik tutumları ve satın alım niyetleri ile ilgili teorik bilgilere; ikinci bölümde ise, Cumhuriyet Üniversitesi’nde öğrenim gören öğrencilere uygulanan anket çalışmasından elde edilen sonuçlara yer verilmiştir. 2. TEORİK ÇERÇEVE 2.1. Markaya Yönelik İnançlar Bir markanıntüketicileriçin ne ettiğinianlamak,bugününpazarlama yöneticileri için 81 anlam oldukça ifade önemlidir. D.F. Biçer ve H. Aydın Tüketicilerin bir markaya yönelik olumlu algılarını değerlendirmek ve artırmak için markaya yönelik düşünceleri, duygularıve inançlarından oluşan bilgilerini ölçmek gerekmektedir. Bazı markalar rakip ürünlerden daha yüksek pazar payları ve fiyatlarla çalışmalarına imkân sunan yüksek marka değerine sahip olarak kabul edilirler (Badenhausen, 1996). Bu markalar genellikle yüksek müşteri sadakati, marka bilinirliği, algılanan yüksek kalite, güçlü marka çağrışımları ve diğer güçlü birçok varlığa sahiptirler (Aaker, 1991; Batra ve Homer, 2004: 318-330). Bir marka ile ilgili çağrışımlar ve tüketicilerin geçmiş deneyimleri, öğrendiği bilgiler, ihtiyaç ve isteklerinin niteliği, mal ya da hizmet alım ya da kullanım alışkanlıkları, kişilik yapısı ve yaşam tarzı ve marka tercih bileşenleri; tüketicilerin belli markalara karşı belli inançlara sahip olması sonucunu doğurmaktadır. Tüketicilerin herhangi bir markanın ürünlerine yönelik satın alma ya da kullanma deneyimleri, ağızdan ağza iletişim ya da sosyal statüleri vasıtasıyla öğrendikleri bilgilerin düzeyi, tüketicilerin o markaya yönelik belli inançlar oluşturmasına sebep olur. Bu inançlar iyi kalite ya da yüksek değer sunma gibi olumlu olabileceği gibi düşük hizmet düzeyi gibi olumsuz da olabilir (Winchester vd, 2008: 553-570). Dolayısıyla inançlar olumlu-olumsuz, deneyime bağlı oluşan, soyut- somut, faydacı-hazcı, fonksiyonel-hedonik inançlar, reklamlarla uyarılmış inançlar, marka çağrışımları ile geliştirilen veya marka imajına yönelik inançlar olmak üzere farklı değerlendirilebilirler. Markaya yönelik inançlar tüketicilerin maruz kaldığı uyarıcılara bağlı olmakla birlikte, tüketici davranışları ve satın alma kararlarında da belirleyici bir role sahiptir. Bu nedenle tüketiciler, bir markaya yönelik inançları sayesinde o markaya ait ambalaj, markaadı, fiyatvb bileşenleri bir bütün olarak değerlendirerek o markanın tanımını yapabilirler (Chaudhuri ve Ligas, 2006: 195-200). Marka inançları genel olarak faydacı ve hedonik unsurlardan oluşur. Tüketicilerin markalara yönelik olumlu olumsuz duygularının somut nitelikte marka inançları oluşturduğu ve bu inançların daha sonra tüketicide soyut faydalara yönelik inançlara dönüştüğü, bu inançların da önce faydacı ardından da hedonik tutumlara dönüştüğü ifade edilmektedir (Homer, 2006: 35-51). Tüketici ve reklâm araştırmaları yapan araştırmacılar ise fonksiyonel inançlara odaklanmış olmalarına rağmen (Domzal ve Kernan, 1992) diğer inanç kategorileri olan sembolik ve deneyimsel inançlar da mevcuttur (Batra ve Homer, 2004). Sonuç olarak, tüketicilerin bir markadan bekledikleri faydaya göre marka inançları fonksiyonel, hedonik ve deneyimsel olmak üzere farklı kategorilerde değerlendirilebilmektedir (Batra ve Homer 2004; Domzal ve Kernan 1992). 82 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 2.2. Hedonik Marka İnançları Hedonik fayda, bir ürünün tatmin etme potansiyeli olup markalara yönelik inançların şekillenmesinde önemlidir (Matzler, 2006: 428). Hedonik marka inancı ve buna bağlı marka tutumları; hoş, olumlu, keyifli, sevilen, seçkin, özel, modaya uygun, dikkat çekici, prestijli, pahalı, heyecan verici, lüks, eğlenceli, şık, vb. değerlendirmeler ile ilgilidir (Homer, 2006: 35-51). Dolayısıyla hedonik fayda, tüketicilerin daha çok duygularını tatmine yönelik beklentilerini ve hedonik inançlar ise bu yöndeki değerlendirmeleridir (Solomon, 2006: 122). 2.3. Fonksiyonel Marka İnançları Tüketicilerin markayı değerli, güzel, kaliteli, güvenilir, faydalı, kullanışlı bulması, bu markayı satın almanın akıllıca olduğunu düşünmesi gibi değerlendirmeleri olup rasyonel beklentileri ifade etmektedir (Batta ve Ahtola 1990; Odabaşı, 2002: 106). Herhangi bir ürünün, tüketicinin hayatındaki günlük birtakım fonksiyonları karşılama kabiliyetidir (Matzler, 2006: 428).Markaların işlevsel değerlendirilmeleri sonucu oluşmaktadır. 2.4. Deneyimsel Marka İnançları Deneyimsel marka inancı tüketicilerin markayı, uzun süre kullanılabilir, dayanıklı, zevke hitap eden, tatmin edici, kullanımı rahat, ödenen paraya değer vb. değerlendirmeleri ile ilgilidir (Keller, 2003: 596). 2.5. Marka Yönelik İnançlar ve Tutumlar Arası İlişki Bir markanın karakteristiklerine yönelik tüketici inançları o markaya karşı tutum oluşumunda belirleyici faktör olup markaya karşı bir tutum oluşturur (Fishbein ve Middlestadt, 1995). Marka inançlarındaki değişim marka yaymaya karşı tutumların oluşumu üzerine etkilidir. Markaya olan inançların yeni ürün kategorisine transferindeki başarı yüksek olursa, ana markaya karşı tutumların marka yaymaya yönelik transferi de yüksek olacaktır (Sheinin, 1998: 137-149). Marka yayma stratejisi uygulayan bir firmada yaymanın niteliği ana markaya duyulan inançlarla örtüşmediği sürece ana markanın imajına yönelik inançlar da zayıflayacaktır. Dolayısıyla marka yayma nitelikleri ana marka imajı inançları ile bağdaşmıyor ise ana markaya yönelik tutumlar da olumsuz etkilenir (Milberg vd.,1997: 119-140). 83 D.F. Biçer ve H. Aydın 2.6. Marka Yaymasında Ana Marka ve Yeni Ürün Kategorisi Arasında Algılanan Uyum Yayılma ürünün ana markaya uyumlu olmasının tüketicinin yayılma sonrası markaya karşı inançlarında etkilidir (Sheinin, 1998: 137-140). Tüketiciler, ana markanın özelliklerine ilişkin belli inançlara sahipse ve marka yayması ile piyasaya sürülen yeni ürünü ana marka ürün kategorisine göre daha başarısız algıladıkları takdirde, ana markanın gücü zayıflayarak marka ismine zarar verebilir (Loken ve John, 1993: 71-84).Marka ve markaya ait ürün kategorisi arasındaki uyumun zayıf olması halinde markaya olan inanç ve markanın gücünün tamamlayıcısı olan algılar da olumsuz etkilenir (Sheinin vd.,2008: 453-462). Kısacası genişleyen bir markanın ürünleri teknik ve fonksiyonel açıdan ana marka ürünleri ile tutarsız olarak algılanırsa, şirketin tüm üretim, yetkinlik/uzmanlık alanları ile ilgili tüketici zihninde olumsuz yargılar oluşur (Keller ve Aaker, 1992). Ayrıca ana markanın mevcut ürün kategorisine benzemeyen bir yayma algısı varsa ana markaya yönelik tutumlar ve satın alma niyeti olumsuz yönde etkilenir (Milberg vd., 1997: 119-140). 2.7. Tüketici Satın Alma Niyeti Bir markaya yönelik rasyonel ya da somut inançlar rasyonel marka değerlendirmeleri, tutum ve satım alma niyeti üzerine etki etmektedir. Diğer yandan soyut marka inançları ise; duygusal marka değerlendirmelerine, duygusal tutum oluşumuna, satın alma niyeti ve ödeme istekliliği üzerine etki etmektedir. Markaya yönelik her iki inancın farkı; duygusal inançlar, rasyonel inançların aksine ödeme yapmaya isteklilik üzerine daha fazla etkilidir(Chaudhuri ve Ligas,2006, 195-200). Bununla birlikte bir ürünün kullanımından dolayı edinilen deneyimler, eğer markaya yönelik olumlu inançlara dönüşmüş ise, bu markanın tekrar satın alınması mümkündür. Ahuawilia ve Canlı (2000) yılındaki çalışmalarında marka yayma sonucu piyasaya sürülen ürünlerin ana markaya etkilerini belirlemeye çalışmış ve olumsuz bilgilerin yayma stratejisinin gücünü azalttığını ve markaya zarar verdiğini ortaya koymuşladır. Shein’in (2000) yapmış olduğu çalışmada markaya yönelik deneyimlerin marka yayma stratejisine yönelik tüketici algılarını olumlu etkilediğini ve orijinal markanın geliştirilmesine faydası olduğunu ortaya koymuştur. Czellar (2002), yapmış olduğu çalışmada marka yayılması sonucu 84 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 ortaya çıkan yeni ürünlere yönelik tüketici davranışlarını, satın alım niyetleri, tercihler ve yeniden satın alım kararına etkileri açısından değerlendirmiştir. Çalışmada markalara yönelik bilişsel ve duygusal tutumların yayma stratejisi ve yeni ürünlere yönelik tutum ve tüketici satın alım davranışları üzerine olumlu etkisi ortaya konmuştur. Winchester vd.(2008) markaya yönelik inançların tüketiciler üzerindeki etkilerini araştırmış ve marka inançlarını, pozitif ve negatif inançlar olarak değerlendirmişlerdir. Görüldüğü gibi tüketici inançları bazı araştırmacılarca incelenmiş, ancak farklı inanç kategorilerine pek fazla değinilmemiştir (Orth ve Marchi, 2007: 219-233). 3. FONKSİYONEL, HEDONİK VE DENEYİMSEL İNANÇLARININ TÜKETİCİ SATIN ALIM NİYETİNE ETKİSİ MARKA 3.1. Araştırmanın Önemi ve Amacı Yeni pazarlara girebilmenin, gerek tutundurma, gerekse dağıtım maliyetleri göz önünde bulundurulduğunda en makul yollarından biri, firmaların belli bir bilinirliğe ulaşmış markalarını kullanarak yeni ürün kategorileri oluşturmalarıdır. Böylece firmalar, marka yayma stratejileri sayesinde ana markalarının mevcut çabaları ve maliyetleri ile yeni ar-ge yatırımlarına ve uğraşlara gerek duymadan kolayca piyasada pozisyon alabilmektedirler. Bu önemden dolayı çalışmada işletmelerin marka yayma stratejileri sonucu ortaya çıkan yeni ürünlerine yönelik tüketici tutumları ve bu ürünleri satın alma niyetleri üzerinde, markaya yönelik, hedonik, fonksiyonel ve deneyimsel inançların etkilerini incelemek amaçlanmıştır. 3.2. Araştırmanın Kapsamı ve Sınırlamaları Araştırmanın kapsamını Sivas ili Cumhuriyet Üniversitesi’ne birimlerde öğrenim gören öğrenciler oluşturmaktadır. Araştırmada Adidas ve hayali ürün kategorileri ise kot pantolon, cep telefonu bilgisayar olarak belirlenmiş ve dolayısıyla sonuçlar diğer markalar kategorileri için genellenemez. bağlı farklı ana marka ve dizüstü ya da ürün 3.3. Araştırmanın Metodolojisi Araştırma yüz yüze anket yöntemi kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Araştırmada kolayda örnekleme yöntemi kullanılarak seçilen cevaplayıcılar ile iki 85 D.F. Biçer ve H. Aydın ön anket çalışması gerçekleştirilmiştir. İlk ön anket uygulamasında öğrencilerin ilgi duyabilecekleri ürün kategorileri sıralanmış ve toplam 50 öğrenciye uygulanmıştır. İlk ön anket sonucunda üniversite öğrencilerinin, ilgilenim düzeylerinin en yüksek olduğu ürün kategorileri; kot pantolon, dizüstü bilgisayar ve cep telefonu olarak tespit edilmiştir. Bu ürün grupları ana markanın piyasaya sürmeyi planladığı hayali ürün kategorileri olarak değerlendirilmeye alınmıştır. İkinci ön anket uygulamasında öğrencilerin kendilerine yakın hissettikleri ve igilenim düzeylerinin yüksek olduğu varsayılan markalar sıralanmış ve 50 öğrenciyle yapılan ikinci ön anket sonucunda da en yüksek yüzdeyi Adidas markası almıştır (%18). Ayrıca Adidas markası altında marka yayması ile piyasaya sürülmesi hedeflenen hayali ürün grupları kot pantolon, dizüstü bilgisayar ve cep telefonu olarak değerlendirilmeye alınmıştır. Öğrencilere ana markaya yönelik inançlarını değerlendirmek üzere Adidas markası ve Adidas markasının olası marka yayması sonucu ön anket sonucu araştırmacılar tarafından belirlenen hayali ürün kategorilerine yönelik tutum ve satın alım niyetleri değerlendirmek üzere anket formu uygulanmıştır. İlgili literatür sonucunda oluşturulan anket metni 30 üniversite öğrencisine pilot uygulama yapılmış, gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra anket formunun son şekli verilmiştir. 3.3.1. Veri Toplama Yöntem ve Aracı Anket formu 5 kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda katılımcıların demografik özellikleri; ikinci kısımda “Adidas” markasına yönelik inançları; üçüncü kısımda katılımcılardan “Adidas” markasının “kot pantolon” üretip piyasaya sürdüğünü hayal etmeleri ve Adidas markasının bu tür bir marka yayma stratejisi benimsemesi durumu ile ilgili değerlendirmede bulunmaları ve bu yeni ürünü satın alım niyetleri belirlenmeye çalışılmıştır. Dördüncü kısımda, katılımcıların “Adidas” markasının “cep telefonu” üretip piyasaya sürdüğünü hayal etmeleri ve Adidas markasının bu tür bir marka yayma stratejisi benimsemesi durumu ile ilgili değerlendirmede bulunmaları ve bu yeni ürünü satın alım niyetleri belirlenmeye çalışılmıştır. Beşinci kısımda, “Adidas” markasının “dizüstü bilgisayar” üretip piyasaya sürdüğünü hayal etmeleri ve Adidas markasının marka yayma stratejisi benimsemesi durumu ile ilgili değerlendirmede bulunmaları ve yeni ürünü satın alım niyetleri belirlenmeye çalışılmıştır. Eksik ya da yanlış anketler elenerek 445 anket değerlendirmeye alınmıştır. Araştırma ana markaya yönelik inançlar, tutumlar, marka yayma stratejisine yönelik tutumlar, ana marka ve hayali yayma ürün kategorileri arasında algılanan uyum, hayali 86 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 yayma ürünlere yönelik tutumlar ve satın alım niyetleri değişkenlerden oluşmuştur. 3.3.2. Araştırmanın Hipotezleri H1: Ana markaya yönelik fonksiyonel inançların yayma ürünü satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H1a: Ana markaya yönelik fonksiyonel inançların kot pantolon satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H1b: Ana markaya yönelik fonksiyonel inançların cep telefonu satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H1c: Ana markaya yönelik fonksiyonel inançların dizüstü bilgisayar satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H2: Ana markaya yönelik hedonik inançların yayma ürünü satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H2a: Ana markaya yönelik hedonik inançların kot pantolon satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H2b: Ana markaya yönelik hedonik inançların cep telefonu satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H2c: Ana markaya yönelik hedonik inançların dizüstü bilgisayar satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H3: Ana markaya yönelik deneyimsel inançların yayma ürünü satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H3a: Ana markaya yönelik deneyimsel inançların kot pantolon satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H3b: Ana markaya yönelik deneyimsel inançların cep telefonu satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. H3c: Ana markaya yönelik deneyimsel inançların dizüstü bilgisayar satın alım niyeti üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi vardır. Markaya inancını genel olarak değerlendirmede kullanılan ifadeler, Ahluwalia ve Canlı (2000); fonksiyonel, hedonik ve deneyimsel inançlar 87 D.F. Biçer ve H. Aydın Sheinin’in (2000), Chaudhuri ve Ligas (2006), Orth vd.(2007) ve satın alım niyeti Aaker ve Keller (1990) ve Batra ve Homer (2004) ölçeklerinden uyarlanmış ve ifadeler 5’li likert ölçeği ile değerlendirilmiştir. 3.3.3.Verilerin Analizi 3.3.3.1. Katılımcıların Demografik Özellikleri Tablo 1: Araştırmaya Katılan Cevaplayıcıların Demografik Özellikleri Cevaplayıcıların Cinsiyet Dağılımı Kadın Erkek Cevaplayıcıların Yaş Dağılımı 18-26 27-35 36 yaş ve üzeri Cevaplayıcıların Gelir Dağılımı 0-499 TL 500-999 TL 1000- 1499 TL 1500-1999 TL 2000-2499 TL 2500 TL ve üzeri Cevaplayıcıların Okumakta Olduğu Okul Dağılımı Fakülte Meslek Yüksekokulu Cevaplayıcıların Bir “İş” te Çalışıp Çalışmama Dağılımı Evet Hayır Toplam 88 f % 215 230 48 52 394 46 5 88,5 10,3 1,1 223 121 46 16 10 19 52,4 27,2 10,3 3,6 2,2 4,3 225 220 50,6 49,4 110 335 24,7 75,3 445 100 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 3.3.3.2. Değişkenlerin Yüzde Dağılımları Tablo 2’e göre fonksiyonel marka inanç ifadelerinden en yüksek yüzdeye sahip ifade, %60,3 katılımla “Adidas markalı son derece güvenilirdir”; hedonik marka inancı için en yüksek yüzdeye sahip ifade, %63,4 katılımla “Adidas markalı ürünlerin modaya uygundur”; deneyimsel marka inancı için en yüksek yüzdeye sahip olan ifade, % 62,9 katılımla “Adidas markalı ürünlerin kullanımının oldukça rahattır” ifadesidir. Bununla birlikte katılımcıların satın alım niyetlerinin hayali ürün kategorileri bazında değerlendirildiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip olan % 49,5 katılımla “Adidas kot pantolon üretirse bu ürünü kesinlikle denerim” ifadesidir. Katılımcıların hayali ürün kategorilerinin ana markaya uygunluklarını değerlendirmelerinin istendiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip olan %52,2 katılımla “Kot pantolon Adidas markasına oldukça uygun bir üründür” ifadesidir. Katılımcıların, ana markanın uyguladığı varsayılan marka yayma stratejisine yönelik tutumlarının değerlendirildiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip olan, %56,2 katılımla “Adidas’ın kot pantolon üretip piyasaya sunarak marka genişlemesi yapması oldukça iyi bir fikirdir” ifadesidir. Marka yayma sonucu piyasaya sürüldüğü varsayılan hayali ürünlere yönelik tutumlarının değerlendirildiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip olan, % 48,8 katılımla “Adidas kot pantolon üretirse bu ürüne karşı oldukça olumlu bir tutum sergilerim” ifadesidir. Ana markaya yönelik tutumların değerlendirildiği ifadelerden en yüksek yüzdeye sahip olan ifade ise; %61,1 katılımla “Adidas ürünlerini beğenirim”ifadesidir. Katılımcıların Adidas markalı ürünleri, kaliteli, modaya uygun ve rahat buldukları, Adidas kot pantolon üretir ve piyasaya sürerse bu ürünü satın alabilecekleri, kot pantolonu Adidas markası ile uyumlu bir ürün kategorisi olarak gördükleri ve Adidas kot pantolona yönelik olumlu tutum sergiledikleri ve bu markayı beğendiklerini söylemek mümkündür. 89 D.F. Biçer ve H. Aydın 90 Kesinlikle Katılıyorum 12. Adidas markalı bir ürün kullanmak beni hep tatmin etmiştir. 13. Adidas markalı ürünlere ödediğim paraya değdiğini düşünüyorum. 14. Adidas markalı ürünlerin kullanımı oldukça rahattır. 15. Adidas kot pantolon üretirse bu ürünü kesinlikle denerim. 16. Adidas kot pantolon üretirse bu ürünün fiyatı biraz yüksek olsa da kesinlikle satın alırım. 17. Adidas cep telefonu üretirse bu ürünü kesinlikle denerim. Katılıyorum 2. Adidas markalı tüm ürünler oldukça yüksek kalitelidir. 3. Adidas markalı ürünler sağlıklıdır. 4. Hiçbir yerinde marka, logo sembol olmasa da Adidas markalı ürünleri satın alırım. 5. Adidas markalı ürünlerin seçkin ve özel olduğunu düşünüyorum. 6. Adidas markalı ürünler pahalıdır. 7. Adidas markalı ürünler çevremdekilerin dikkatini çeker. 8. Adidas markalı ürünler lüks ürünlerdir. 9. Adidas markalı ürünlerin modaya uygun olduğunu düşünüyorum. 10. Adidas markalı ürünleri uzun süre kullanabildiğim için tercih ederim. 11. Adidas markası benim giyim zevkime hitap ettiği için tercih ederim. Ne Katılıyorum Ne De Katılmıyorum 1. Adidas markalı ürünler son derece güvenilirdir. Katılmıyorum Adidas markası ile ilgili verilen ifadeler. Kesinlikle Katılmıyorum Tablo: 2 Araştırmada Kullanılan Değişkenlerin Yüzde Dağılımları (%) 4,7 (%) 9,4 (%) 25,6 (%) 37,8 (%) 22,5 4,7 9,7 26,3 36,6 22,7 4,5 9,9 29,4 36,0 20,2 10,1 17,5 25,6 30,3 16,4 4,0 11,5 25,2 38,4 20,9 4,5 10,1 26,1 39,3 20,0 7,0 16,2 23,1 33,3 20,4 5,8 16,2 22,5 35,1 20,4 5,8 10,8 20,0 34,6 28,8 3,6 13,9 23,1 36,0 23,4 7,6 13,3 24,5 33,9 20,7 8,8 16,2 24,9 34,8 15,3 7,0 17,3 24,3 36,6 14,8 5,2 12,6 19,3 39,3 23,6 11,7 16,0 22,9 29,9 19,6 15,7 19,6 23,1 25,6 16,0 21,3 28,8 23,4 18,7 7,9 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 18. Adidas cep telefonu üretirse bu ürünün fiyatı biraz yüksek olsa da kesinlikle satın alırım. 19. Adidas dizüstü bilgisayar üretirse bu ürünü kesinlikle denerim. 20. Adidas dizüstü bilgisayar üretirse bu ürünün fiyatı biraz yüksek olsa da kesinlikle satın alırım. 21. Kot pantolon Adidas’ın genel marka imajı ile oldukça tutarlı bir üründür. 22. Kot pantolon Adidas markasına oldukça uygun bir üründür. 23. Cep telefonu Adidas’ın genel marka imajı ile oldukça tutarlı bir üründür. 24. Cep telefonu Adidas markasına oldukça uygun bir üründür. 25. Dizüstü bilgisayar Adidas’ın genel marka imajı ile oldukça tutarlı bir üründür. 26. Dizüstü bilgisayar Adidas markasına oldukça uygun bir üründür. 27. Adidas’ın kot pantolon üretip piyasaya sunarak marka genişlemesi yapması oldukça iyi bir fikirdir. 28. Adidas’ın cep telefonu üretip piyasaya sunarak marka genişlemesi yapması oldukça iyi bir fikirdir. 29. Adidas’ın dizüstü bilgisayar üretip piyasaya sunarak marka genişlemesi yapması oldukça iyi bir fikirdir. 30. Adidas kot pantolon üretirse bu ürüne karşı oldukça olumlu bir tutum sergilerim. 31. Adidas cep telefonu üretirse bu ürüne karşı oldukça olumlu bir tutum sergilerim. 32. Adidas dizüstü bilgisayar üretirse bu ürüne karşı oldukça olumlu bir tutum sergilerim. 33. Adidas ürünlerini beğenirim. 34. Adidas ürünleri oldukça tatmin edicidir. 35. Adidas ürünlerine sahip olmayı isterim. 36. Adidas ürünlerini diğer markalara tercih ederim. 91 26,1 28,5 22,9 15,1 7,4 27,0 27,6 20,9 15,3 9,2 29,9 29,4 18,7 13,9 8,1 11,0 18,0 22,2 29,0 19,8 10,3 17,3 20,2 33,3 18,9 23,1 27,9 20,0 19,8 9,2 22,0 27,6 22,7 19,8 7,9 26,7 27,4 19,3 19,1 7,4 27,2 28,5 20,4 14,4 9,4 9,9 16,9 17,1 32,4 23,8 19,1 24,0 24,3 21,8 10,8 22,5 26,1 20,0 17,5 13,9 10,8 16,0 24,5 27,9 20,9 19,1 28,8 25,2 19,3 7,6 23,4 30,6 20,4 16,0 9,7 4,5 5,4 5,2 6,1 11,7 11,0 13,7 15,5 22,7 24,9 22,7 22,7 37,1 36,6 36,0 34,2 24,0 22,0 22,5 21,6 D.F. Biçer ve H. Aydın 3.3.3.3.Korelasyon Analizi Fonksiyonel marka inancı ile kot pantolon ve cep telefonu satın alım niyeti arasında zayıf ancak pozitif yönlü anlamlı bir ilişki varken; dizüstü bilgisayar alma niyeti arasında anlamlı ilişki tespit edilememiştir. Tablo 3: Fonksiyonel Marka İnancı ve Hayali Ürün Kategorilerini Satın Alma Niyeti Arasındaki Basit Korelâsyon Katsayıları (2) (1) Fonksiyonel marka inancı (1) 1,000 (2) Kot pantolon satın alım niyeti ,307** 1,000 (3) Cep telefonu satın alım niyeti ** ,165** 1,000 ** ,115** (4) Dizüstü bilgisayar satın alım niyeti ,174 ,062 ,129 (3) (4) 1,000 N=445, *p<.05, **p<.01 Tablo 4: Hedonik Marka İnancı ve Hayali Ürün Kategorilerini Satın Alma Niyeti Arasındaki Basit Korelâsyon Katsayıları (1) 1,000 (2) (1) Hedonik marka inancı (2) Kot pantolon satın alım niyeti ,299** 1,000 (3) Cep telefonu satın alım niyeti ,183** ,165** 1,000 ,082 ,129** ,115** (4) Dizüstü bilgisayar satın alım niyeti (3) (4) 1,000 N=445, *p<.05, **p<.01 Hedonik inanç ile kot pantolon ve cep telefonu alma niyeti arasında zayıf ancak pozitif yönlü anlamlı bir ilişki varken, diz üstü bilgisayar alma niyeti arasında anlamlı bir ilişki yoktur. Deneyimsel marka inancı ile kot pantolon, cep telefonu ve dizüstü bilgisayar alma niyeti arasında zayıf, ancak pozitif yönlü anlamlı ilişki vardır. 92 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Tablo 5. Deneyimsel Marka İnancı ve Hayali Ürün Kategorilerini Satın Alma Niyeti Arasındaki Basit Korelâsyon Katsayıları (2) (1) Deneyimsel marka inancı (1) 1,000 (2) Kot pantolon satın alım niyeti ,358** 1,000 (3) Cep telefonu satın alım niyeti ,214** ,165** 1,000 ** ,115** (4) Dizüstü bilgisayar satın alım niyeti ,102* ,129 (3) (4) 1,000 N=445, *p<.05, **p<.01 3.3.3.4. Çoklu Regresyon Analizi Marka inançlarının satın alım niyeti üzerindeki etkisi Tablo 6, Tablo 7, Tablo 8, Tablo 9, Tablo 10, Tablo 11’de gösterilmiştir. Tablo 6: İnançların Kot Pantolon Satın Alım Niyetini Etkileme Düzeyi R ,369 R2 Düzeltilmiş R2 St. Hata ,136 ,130 1,13302 Tablo 7: Beta Katsayıları ve Anlamlılık Düzeyleri Bağımsız Değişkenler B St.hata β t p Fonksiyonel marka inancı ,186 ,100 ,123 1,865 ,063 Hedonik marka inancı -,010 ,113 -,007 -,086 ,932 Deneyimsel marka inancı ,370 ,096 ,280 3,833 ,000 Tablo 6 ve Tablo7’ye göre regresyon modelinin anlamlılığının sınandığı (F=23,124 p=0,000) F istatistiği anlamlıdır. Kot pantolon satın alım niyeti üzerindeki toplam varyansın % 13.6’ sının bu inançlar tarafından açıklandığı görülmüştür. Ancak fonksiyonel ve hedonik marka inancın satın alma niyeti üzerinde anlamlı etkisi olmadığı tespit edilmiştir. 93 D.F. Biçer ve H. Aydın Tablo 8: Değişkenlerin Cep Telefonu Satın Alım Niyetini Etkileme Düzeyi R R2 Düzeltilmiş R2 St. Hata ,218 ,048 ,041 1,15425 Tablo 9: Beta Katsayıları ve Anlamlılık Düzeyleri Bağımsız Değişkenler Fonksiyonel marka inancı Hedonik marka inancı Deneyimsel marka inancı B St.Hata β t p ,071 ,027 ,214 ,102 ,115 ,098 ,048 ,019 ,167 ,696 ,232 2,176 ,487 ,817 ,030 Tablo 8 ve Tablo 9'da görüldüğü gibi (F=7,335 p=0,000) F istatistiği anlamlıdır.Cep telefonu satın alım niyeti üzerindeki toplam varyansın % 4,8’ini inanç açıklamaktadır. Ancak fonksiyonel ve hedonik marka inancının alma niyeti üzerinde anlamlı etkisi tespit edilmemiştir. Tablo 10: Değişkenlerin Cep Telefonu Satın Alım Niyetini Etkileme Düzeyi R R2 Düzeltilmiş R2 St. Hata ,103 ,011 ,004 1,23629 Tablo 11: Beta Katsayıları ve Anlamlılık Düzeyleri Bağımsız Değişkenler B St. Hata β t p Fonksiyonel marka inancı -,026 ,109 -,017 -,241 ,809 Hedonik marka inancı ,022 ,123 ,015 ,176 ,861 Deneyimsel marka inancı ,138 ,105 ,102 1,309 ,191 F istatistiğinin anlamlı olmadığı tespit edilmiştir (F=1,566 p=0,197). Cep telefonu satın alım niyeti üzerindeki toplam varyansın % 1,1’inin bu değişkenlerce açıklandığı görülmüştür. Marka inancı türlerinin bağımlı değişken üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığı tespit edilmiştir. 4.SONUÇ VE ÖNERİLER Giderek yoğunlaşan rekabet ortamı, işletmeleri rakiplerden daha etkili şekilde müşteri algılarına hitap ederek piyasa paylarını korumak için azami gayret 94 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 etmek zorunda bırakmaktadır. Tüm bu çabalarla markalarının varlığını devam ettirebilmek ve marka yönetiminde başarıya ulaşabilmek adına, bugün birçok firma marka yayma stratejisi uygulamaktadır. Bu stratejide başarıyı yakalamada mevcut markanın tüketici zihninde nispi bir öneme sahip olması, ana marka ve üretilmesi planlanan yeni ürünler arasında uyum olması, ana markaya yönelik tüketici tutumlarının ve markanın yayma ürün çıkarması fikrine yönelik tüketici tutumlarının olumlu olması gibi faktörler de etkilidir. Bu çalışmada tüketicilerin markaya yönelik inançlarının, o markanın marka yayma stratejisi sonucu piyasaya süreceği ürün kategorilerini satın alım niyetleri üzerindeki etkileri belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre “Adidas” markasına yönelik fonksiyonel, hedonik ve deneyimsel inançların, kot pantolon hayali ürününü satın alma ve deneme ihtimallerinin cep telefonu ve diz üstü bilgisayara nazaran daha yüksek olduğunu görmekteyiz. Bu bulgulardan hareketle, Adidas markasının farklı birçok ürün kategorisinde ürün yelpazesine sahip olmasına rağmen, spor giyim ile daha fazla özdeşleştiği ve bu nedenle hayali ürün kategorilerinden kot pantolonun diğer kategorilere göre kendisi daha uyumlu olduğu için, ona karşı daha fazla tutum sergileneceği ve satın alınacağı ifade edilebilir. Marka inançları ve hayali ürün kategorileri arasında yapılan korelasyon analizinde değişkenler arası yüksek olmasa da anlamlı pozitif doğrusal bir ilişki tespit edilmiştir. Bu sonucun, katılımcıların hayali ürün kategorileri ile ana marka arasındaki ilişkiyi yüksek olarak algılamamasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu çalışmada hayali ürün kategorileri Adidas markasının mevcut ürün hattında olmayan ve aynı üretim teknolojisiyle üretilmesi de zor görülen ürünler için, inançların hayali yeni ürünlere transferinin birebir sağlanamayacağı görülmektedir. Araştırmada bağımsız değişkenlerin kendi aralarında çok yüksek korelasyon göstermediklerinden, çoklu bağlantısal sorunsalı olmadığı düşüncesinden hareketle, araştırma hipotezleri doğrultusunda çoklu doğrusal regresyon analizi uygulanmıştır. Fonksiyonel marka inançlarının, hayali ürün kategorilerini (cep telefonu, kor pantolon ve dizüstü bilgisayar) satın alım niyetleri üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığı saptanmıştır. Dolayısıyla H1, H1b ve H1c hipotezleri doğrulanmamıştır. Hedonik inançların da, satın alım niyetleri üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığı saptanmış ve H2a, H2b ve H2c hipotezlerinin de doğrulanmadığı tespit edilmiştir. Deneyimsel marka inançlarının, satın alım niyetleri üzerine anlamlı kot pantolon ve cep telefonu satın alım niyetleri üzerinde anlamlı etkiye sahip olduğu tespit edilirken, dizüstü bilgisayar satın alım niyeti üzerinde anlamlı etkiye sahip olmadığı tespit edilmiştir. H3a ve H3b hipotezleri 95 D.F. Biçer ve H. Aydın doğrulanırken, H3c hipotezinin doğrulanmadığı tespit edilmiştir. Sonuçlar literatürle desteklenmektedir (Dacin ve Smith, 1994; Sheinin, 2000). Bu çalışma ile firmalar yeni ürün kategorilerini oluştururken ana markanın benzeri olan ürünleri ürün yelpazelerine eklemekten kaçınmaları ve ana markaya yönelik deneyimsel inançları güçlendirmeleri gerektiğini anlama imkanı elde ederler. Özellikle deneyimsel inançları güçlendirmek adına, müşterilerine, eşsiz, akılda kalıcı, eğlenceli ve öğretici etkinlikler düzenleyerek; tüketicilerin markaları ile ilgili olumlu deneyimler yaşamalarını sağlamalıdırlar. İşletmeler ana markaya yönelik tüketici inançlarını güçlendirmek adına, pazarlama iletişimlerini de daha etkili hale getirmelidirler. Tüketicilerin inançları markayla ilgili edindikleri bilgilerin de etkisi altında oluşmaktadır. Bu nedenle firmalar marka yayma sürecinde pozitif ağızdan ağıza iletişimin gücünü arttırmalıdırlar. Yayılan bir markanın ürünleri teknik ve fonksiyonel açıdan ana marka ürünleri ile tutarsız olarak algılanırsa, bu uyumsuz ve zayıf ürünler, şirketin tüm üretim, yetkinlik / uzmanlık alanları ile ilgili tüketici zihninde olumsuz yargılara sebebiyet verir. Bu noktada işletmelerin tüketici araştırmalarının, tercih, beklenti ve algı boyutlarıyla detaylı bir şekilde değerlendirilip, tüketici panelleri ve saha araştırmalarıyla desteklenmiş araştırmaların sonuçlarına göre yeni ürün kategorilerini belirlemeleri gerekmektedir. KAYNAKÇA Aaker D. (1991), Managing Brand Equity: Capitalizing on the Value of a Brand Name. New York: The Free Press. Aaker, D., &Keller, K. L. (1990). Consumer Evaluations of Brand Extensions. Journal of Marketing, 54(1), 27-41. Ahluwalia, R., & Gürhan Canlı, Z. (2000). “The Effdects of Extensions on tfe Familiy Barnd Name: An Accessibility-Diagnosticity Perspective,” JCR, 27 (3), 371-381. Badenhausen, K.(1996), "Blind Faith," Financial World, 165 (July 8), 50-65. Batra, R., & Homer, P.M.(2004), The Situational Impact of Brand Image Beliefs. Journal of Consumer Psychology, 14(3), 318-330, Chaudhuri, A., & Mark L. (2006), The Role Of Emotıon And Reason In Brand Attıtude Formatıon, American Marketing Association, 195-200. 96 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Dacin, P.A., &Smith, D.C. (1994). The Effect of Brand Protfolio Characteristics on Consumer Evaluations of Brand Extensions. Journal of Marketing Research, 31(2), 229242. Domzal, T.J., & Jerome, B. K.(1992), "Reading Advertising: The What and How of Product Meaning", Journal of Consumer Marketing, 9(3), 48-64. Fishbein, M., & Middlestadt, S.E. (1995). Non-cognitive effects on attitude formation and change: Fact or artifact? Journal of Consumer Psychology, 4(2), 181-202. Homer, P.M. (2006). Relationships Among Ad-Induced Affect, Beliefs and Attıtudes, Journal Of Advertising, 35(1), 35-51. Keller, K.L.(2003). Strategic Brand Management: Building, measuring, and managing brand equity. Upper Saddle River, N.J. Prentice Hall. Keller, K.L., & Aaker, D.A.(1992). The Effects of Sequential Introduction of Brand Extensions. Journal of Marketing Research, 29, 214-228. Loken, B., & Deborah, R.J. (1993). Diluting Brand Beliefs: When Do Brand Extensions Have a Negative Impact?,journal of Marketing, 57, 71-84. Matzler, K., Bidmon, S., & Grabner-Krauter, S. (2006). Individual Determinants of Brand Affect : The Role of the Personality Traits of Extraversion and Openness to Experience, Journal of Product and Brand Management, 15(7), 427-434. Milberg, Sandra J.C., Whan, P., & Michael, S. M. (1997). Managing Negative Feedback Effects Associated With Brand Extensions: The Impact Of Alternative Branding Strategies, Journal Of Consumer Psychology, 6(2), 119-140, Odabaşı, Yavuz ve Gülfidan Barış (2002).Tüketici Davranışı. Kapital Medya A.Ş., 2. Baskı, İstanbul. Orth, U.R., & Renata, D.M. (2007). Understandıng The Relatıonshıps Between Functıonal, Symbolıc, And Experıentıal Brand Belıefs, Product Experıentıal Attrıbutes, And Product Schema: Advertısıng–Trıal Interactıons Revısıted,jOurnal of Marketing Theory and Practice, 15(3), 219-233. Sheinin, D. A.(1998). Positioning Brand Extensions: Implications for Beliefs and Attitudes, Journal of Product and Brand Management, 7(2), 137-149. Sheinin, D.A., Laurette, D., & Bernd, H. S.(2008), Derivative Beliefs and Evaluations, Journal of Sheinin Product & Brand Management, 17/7, 453–462. Solomon, M.R. (2006). Consumer Behavior Buying, Having and Being. Prentice Hall International Editions, Seventh Edition, New Jersey. 97 D.F. Biçer ve H. Aydın Winchester, M., Jenni, R., & Svetlana, B. (2008), Positive and Negative Brand Beliefs and Brand Defection Uptake , European Journal of Marketing, 42(5/6), 553-570. 98 Vakıflar Para Vakıfları; Kırklareli ve Bolu Para Vakıfları Üzerine Bir Değerlendirme Yakup Özsaraç Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yunus Emre Aydınbaş Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ÖZET Bu çalışmada, Vakıf ve para vakıfları kavramı kısaca anlatılarak; Bolu’da ve Kırklareli’nde kurulan vakıflar, bu vakıflar içerisinde para vakıflarının yeri, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinden alınan vakfiyelerin tasnifi ile oluşturulmuş tablolar yardımıyla açıklanacaktır. Ayrıca elde edilen bilgiler ışığında, Bolu ve Kırklareli örnekleri üzerinden Anadolu ile Balkanlar arasında bir karşılaştırma yapılacaktır. Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Vakıf, Para Vakfı, Bolu, Kırklareli. Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş 1. GİRİŞ Bu çalışmada, Osmanlı’da 600 sene boyunca Anadolu’da hüküm sürmüş ve bu hükmünde ilk yerleşim yerlerinden olan şu anki Bolu ve Düzce ile Kırklarelisınırları dâhilinde kurulmuş olan bütün Osmanlı vakıfları incelenmiştir.Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivi bölgesel olarak taranarak vakfiyelerin özgün halindenmezkûr illerde kurulmuş bütün vakıflar, kuruluş yılı, defter, sayfa ve sıra numarası kullanılarak tespit edilmiş olup, bu tespit sonucunda vakfiyelerden ve vakfiye transkripsiyonlarından yararlanılarak bu çalışma yapılmıştır. Vakıf literatüründe yeri olan para (nukud) vakıfları tüm vakıflar içerisinde tahmini %20-30 aralığında değişen oranlarda görülürken, Bolu’da %78, Kırklareli’nde %45 gibi yüksek bir oranda görülmüştür.Çalışmamızda, Bolu ve Kırklareli şehirlerinin seçilmiş olmasının nedenleri; biri doğusunda diğeri batısında olmak üzereher iki il de payitaht olan İstanbul’aeşit uzaklıkta olması, Kırklareli ili her ne kadar Edirne’nin gölgesinde kalmış olsa da Bolu ile Kırklareli’nin birbirlerine yakın yüz ölçümüne ve nüfusa sahip olmaları ve her iki ilin de ticaret yolları üzerinde bulunmasıdır. 2.VAKIF, VAKFİYE KAVRAMI 2.1 Vakıf Nedir Sözlük anlamıyla vakıf; hapsetmek, alıkoymak, bağlamak, durdurmak anlamlarına gelirken terim olarak; menfaati kullara olmak üzere bir malı kendi mülkünden çıkarıp Allah yolunda hapsetmek demektir (Yeğin, 1983 :775) . Vakıflar üzerinde çalışan, konuyla ilgili tetkiklerde bulunan bazı hukukçu ve araştırmacılar vakfı yorumlarken sosyal, kültürel ve ekonomik unsurları değerlendirerek çeşitli vakıf tanımları yapmışlardır. Prof. Dr. Bayram Kodaman’a göre vakıf, bir kişinin servetinin bir kısmını dini, hayri ve sosyal ihtiyaçların giderilmesi gibi mukaddes bir gaye uğruna ve Allah’a yakın olmak niyetiyle, bediyen tahsis etmek için yaptığı akittir. Diğer bir ifadeyle, şahsi servetin bir kısmından Allah’ın mülkiyetine, toplumun tasarrufuna verilen menkul veya gayrimenkule vakıf denir (Kodaman, 1984, s.96). 100 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 M. Zeki Pakalın’a göre de vakıf; bir mülkü ammenin menfaatine ebedi olarak tahsis etmek demektir. (Pakalın, 1954:.577). Bir başka ifadeye göre vakıf, kişinin taşınabilir veya taşınamaz malını kendi hükmünden çıkararak kendi tarafından belirtilen koşul ve hizmetlerin yerine getirilmesi için tüzel kişiliğe sahip bir kuruluş haline getirilmesidir (Çubukçu, I.VHK:21). Klasik kaynaklarda ise vakfın tarifi şöyledir: “Vakıf menfaati ibadullaha ait olur veçhile bir aynı, Cenab-ı Hakk'ın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten mahsus ve memnu kılmaktır (Ömer Hilmi, 1977: 13). Tariften de anlaşıldığı gibi, vakıf, bir malı şahsi mülkiyetten çıkarmak suretiyle, alım-satıma ve mülkiyete konu olması mümkün olmayacak şekilde (Allah'ın mülkü hükmünde) insanların istifadesine tahsis etmektir. Burada kamu ve özel mülkiyet alanları dışında üçüncü bir mülkiyet kategorisi ortaya çıkmaktadır ki bu da tarifte Allah'ın mülkü olarak belirtilen vakıf mülklerdir (Özcan, 2003: 1). İslami açıdan bir vakıf, bir malı esas itibariyle bir gayrimenkul mülkü menfaati, kendisi veya geliri, Hayri bir hizmetin örülmesine tahsis edilmek amacıyla ve bu hizmetin ebediyete kadar devamı niyetiyle, vakfeden kişinin mülkiyetinden özel mülkiyete (alım-satıma) konu olmaktan çıkararak, özel bir mülkiyet kategorisine aktarma ve kategoride tutma anlamına gelmektedir (Kozak, 1985:17). Vakıf tesis eden kişiye vâkıf, vakfedilen mala mevkuf denir. Vakfı idare edene mütevelli; mütevelliyi kontrol edene nazır; vakıf yapan kişinin amaçlarını, şartlarını ihtiva eden, kurulacak vakfın nasıl yönetileceğine ilişkin esasları belirleyen ve mahkemenin tesciliyle birlikte vakfın vücut bulduğu vesikaya da vakfiye(vakıf senedi) adı verilir. Herhangi bir şahıs tarafından vakıf kurulmak istendiğinde vakfın kuruluş senedi ve tüzüğü mahiyetinde bir vakfiye tanzim edilmekte ve vakfiyede vakfın kuruluş amacı, mal varlığı, bunlardan elde edilecek gelirin miktarı ve bunun öngörülen amaç doğrultusunda ne şekilde harcanacağı gibi hususlar ile vakfın idaresine dair esaslar düzenlenmektedir. Vasiyet yoluyla kurulan vakıflarda ise bu düzenlemelerin vasiyetname yoluyla yapıldığı görülmektedir (Kütükoğlu, 1994, s.359). 101 Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş Bir vakfın bünyesinde genel olarak iki tür mal varlığı bulunmaktadır. Bunlar, arazi ile gayrimenkul (akarât-ı mevkûfe) veya para vakıflarında olduğu gibi menkul mallar gibi gelir getiren mallar ve vakfın amacına yönelik faaliyetlerinde kullanılan cami, medrese, şifahane gibi hizmet binalarıdır (müessesât-ı hayriyye). İlk kısımda yer alan mallar işletilerek bunlardan belli bir gelir elde edilmekte ve bu gelir vakfın gayesine yönelik hizmetler için kullanılmaktadır (Akgündüz, 1988, s.209). Bu nedenle, vakıflar vasıtasıyla bir yandan ticarî faaliyetlerin altyapısı olan çarşı, han, dükkan gibi mekanlar oluşturulurken diğer taraftan da buralardan elde edilen gelirler ile eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri ile bayındırlık faaliyetlerinin finanse edildiği, dinî ve kültürel faaliyetlerin yürütülmesine yönelik imkanların hazırlandığı görülmektedir. Vakıf şeklindeki mülkiyet anlayışının eski devirlerden itibaren bilindiği ve uygulandığı bilinmektedir. Ancak vakfın İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren önem kazandığı ve sadaka verme, hayır yapma gibi birtakım prensiplerle desteklenerek cemiyet hayatında önemli fonksiyonlar icra eder hale geldiği görülmektedir. Osmanlı cemiyetinde ise vakıf müessesesi hem teorik açıdan hem de uygulamada bir hayli gelişmiş farklı alanlarda, değişik ve Osmanlı'ya özgü modeller ortaya çıkarmıştır (Akgündüz, 1988: 401). Vakıf fikri çerçevesinde gelişen bu müesseseler, Osmanlı şehirlerinin kuruluş ve gelişmelerinde, günlük hayatın işleyişinde son derece etkin bir rol üstlenmişlerdir (Ülken, 1971:13) Günümüzde ise batı toplumlarında da vakıfların benzer bir özelliğe sahip olduğu gözlenmektedir. Özellikle özel sektörün ilgi duymadığı ve kamu sektörünün yeterli olamadığı, kâr etme imkanı bulunmayan veya kâr marjlarının çok düşük olduğu kültürel faaliyetler, eğitim ve sağlık gibi sektörlerde ortaya çıkan boşluk, vakıflar tarafından doldurulmaktadır. Bu nedenle vakıflar "kâr amacı gütmeyen kuruluşlar (non-profitorganizations)" veya "üçüncü sektör kuruluşları (thirdsector)" olarak kabul edilir hale gelmiştir (Baloğlu, 1996:10). 2.2.Vakfin Temel Unsurları Vakfı oluşturan üç temel unsur bulunmaktadır. i-Vâkıf: Vakfeden ii-Mevkuf: Vakfedilen şey iii-Mevkufunaleyh veya mesrutun leh: Vakfın menfaatleri kendilerine tahsis olunanlar 102 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Vakıf müessesesi yukarıda belirtilen üç unsuru ayni anda taşımak zorundadır. Söz konusu üç unsur birbirinden ayrılamayacak bir yapıdadır. Bu üç unsurdan ikisini insanlar oluşturmaktadır. Gerek vakfeden gerek vakfın menfaati kendilerine tahsis olunanlar birey veya toplumdan oluşmaktadır. Her iki kesim arasındaki ilişki vakfedilen şeyle sağlanmaktadır. Bu açıdan ilişkinin boyutunu ve özelliğini daha çok vakfedilen şey ortaya koymaktadır. Eğer vakfedilen şey yani mevkuf daha çok kamu hizmetine yönelik, toplumsal ihtiyaçları karşılar mahiyette ise vakıf müessesesi o derecede sosyal nitelik kazanmakta, bu mahiyetten uzaklaşıldığı oranda da sosyal niteliğini kaybetmektedir. Bu konuda örnek verilecek olursa (Osmanlıda) Fatih Sultan Mehmet’in sağlık vakfiyesi ile bütün toplum (gayrimüslimler dahil), avarız vakıfları ile belli bir mahalle veya köy, aile vakıfları ile toplumsal kurumların en küçük grubu olan aile, vakfın menfaatlerinden yararlanan kesimi oluşturur. Görüldüğü üzere vakıfların hizmet alanları, hizmetin kapsamı ve hitap ettiği kitle, vakfın amacına bağlıdır. 2.3. Vakfiye Vakıf kuran kışının vakfettiği menkul ve gayrimenkul şeylerin vasıflarını ve vakfedilme şartlarını ihtiva eden ve kadı tarafından şahitler huzurunda tastık edilerek kadılık siciline kaydedilen resmi belgeye “vakfiye” denilmektedir. Başka bir ifade ile bu belgede vakfı kuranın ve mütevellinin adı ve sanı, vakfedilen malların veya paranın miktarı, türü ve vasıfları, bunların geliri ile yapılacak işler ve vakfedenin vakıfla ilgili diğer istekleri yer almaktadır. Hukukçular vakıf kuracak kışı ve vakfedilen şeyler hakkında birtakım şartlar aramışlardır. Bunlara göre hür, aklı başında olan, her hangi bir borç yüzünden malını kullanmamaktan alıkonmamış olan herkes vakıf kurma hakkına sahiptir. Vakfedilen şeylerin de gelirinin devamlı olması, vakfedenin tam mülkiyeti altında olması ve rahatça kullanılabilmesi gerekmektedir. Tüm bu şatları sağlayan kışı vakfettiği şeylerin bir dökümünü ve bunların hangi şartları haiz olacağını mahkemede şahitler huzurunda ayrıntılı bir şekilde kayıt ettirerek vakfiye düzenletirdi. Vakfiyenin aslı, vakfı belirlenen şartlar çerçevesinde yönetmekle görevli olan mütevelliye verilirdi. 103 Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş 2.3.1.Vakfiyenin Rükünleri Vakfiyeler bir takım diplomattık usuller çerçevesinde düzenlenmişlerdir. Genel olarak, tastik ibaresi, davet, vakfedenin ve mütevellinin tanımı, vakfedilen şeylerin tanımı, vakfın şartları, vakıftan rücu ve mütevellinin itirazı, hakimin (kadı) hükmü, vakfı bozacaklar için beddua, tarih ve şahitler kısmı gibi diplomatik rükünlerden oluşmaktadır. a) Tasdik İbaresi Vakfiyelerin başında bir veya birden fazla kazasker veya kadıların tasdikleri bulunmaktadır. Bir vakfiyenin aynı anda iki yetkili kışı tarafından tasdik edilmesi mümkün olabildiği gibi, değişik tarihlerde vazife görmüş kadılar tarafından da tasdik bulunabilmektedir. Az sayıda vakfiyede ise müftü, müderris ve naiplerin tasdikleri görülebilmektedir. Bununla birlikte Vakfiye Defterleri ve Şer’iye Sicillerine kaydedilen vakfiyelerin kimisinde tasdik ibaresi bulunmayabilir. Tasdik ibareleri Türkçe ve Arapça olarak kaydedilmiş olmakla birlikte kimisi bir veya iki cümleden oluşurken kimisi Arapça olarak daha uzunca kaleme alınmıştır. Tasdik ibareleri değişik şekillerde formüle edilmiştir Örnek: “mafıhımıne’l-vakf” , Mafıhılvesıkatüş-şer'ıyyeMınel-Vakf, Manezamehül-beyan fı-sılkıhazeş-şan mınel-vakf, mafıhımınelvakfı ve şeraıtıhı...” b) Davet Vakfiyelerde tasdik ibaresinden sonra Allah’a hamdu sena ile peygambere, onun ehlibeytine ve ashabına salat ve selamı içeren davet rüknü yer almaktadır. Davet ibareleri değişik şekillerde formüle edilmişlerdir. “Elhamdülıllahıllezıeazze havassa ıbadıhıbısarfıemvalıhımılâenvaıl hayrat ve eanehüm ala ıktısabıesnafılmehamıdıvel meberat vesselatüvesselamü ala seyyıdınave bıyyınaMuhammedınhayrılberıyyat ve ala alıhı ve ashabıhıılâyestazıllülmer’ütahtessadakat” Hamdele ve salveleden sonra bazen Allah’ın kudretinin büyüklüğü, amellerin mükâfatlandırılacağı, ibadetlerin doğru bir şekilde yapılması ve 104 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 peygamberin vasıfları ile ilgili ayet-ı kerimeler görülmektedir. Mesala (İsra-70, Tın-4, Alak-5, Abese-20-22, Mülk-2, Hud-114, Necm-9, Enbıya-107) ayetleri gibi. c) Vâkıfın Tanımı Davet rüknünden sonra çeşitli geçiş formülleri ile vakfiye metnine geçiş yapılır. EMMA BADÜ: İşbu kitabı sıhhat nisabının kadı nabaıs ve badı Bu geçiş formüllerinden biri yazıldıktan sonra, “vâkıf” denilen vakıf sahibinin tavsifine geçilir. Burada, önce vâkıfın yaşadığı şehir, kasaba ve mahallesi, sonra vazifesi ve babasının adı ile birlikte ismi zikredilmektedir. Bazen de bu bilgilerin bir kısmı verilmemektedir. Vâkıfın tanımından sonra bazen hayra hasenatın ecr ve sevabı ile alakalı ayet ve hadisler zikredilebilmektedir. Bu ayet ve hadislerin meallerine bakıldığında, zenginleri toplumun yararına vakıf yapmaya teşvik eden zekat verme, tasaddukta bulunma ve malları Allah yolunda sabretmenin kazandıracağı mükafatları içeren emir ve tavsiyelerin zikredildiği görülmektedir. d) Mütevellinin Tanımı Vâkıfın tanımının yapılmasından sonra mahkemede kadı huzurunda “mütevelli” denilen vakıf idarecisinin tayını ve vakfın tescili için mütevelli önünde vâkıf veya vekili tarafından yapılan ikrar vakfiye metnine yazılmaktadır. Örnek: “Vakf-ı âtıyyü’z-zıkrını ıhkam ve te’kıd ve bına-yı hayrını esas-ı te’yyıdüzre teşyıd ve temyıd ve tasarruf ıçün mütevellı nasb u ta’yın buyurulub mahmıye-ı Tokat’da hakim-i mevki’i sadr-ı kıtabkıd ve tıkudatı’l-ıslam mevlana Hafız Ahmed Efendı mahzarında ıkrar-ı sahıh-ı şer‘ı ve ı‘tıraf-ı sarıh-ı mer‘ı kılub” “vakf-ı atıyyü’z-zıkrılı-eclı’t-teslım ve’t-tescıl hasbı mütevellı nasbeyledığı Ömer Efendı ıbn Alı nam kımesne mahzarında bı’t-tav ‘ı’s-saffıkrar-ı tamm ve takrır-ı kelam ıdüb”gibi. 105 Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş e) Mevkufun Tanımı Terim olarak vakfedilen menkul veya gayrimenkul olan mevkuf vakfiyelerdemütevellinin tanımı yapıldıktan sonar yazılmaktadır. Mevkuf gayrimenkul ise bulunduğu yer sınırları ile birlikte ihtiva ettiği şeyler belirtilir. Örnek: “sılk-ı mülk-ı sahımdemünselık bulunan kasaba-yımezbûrede Kaptan İbrahım Ağa Mahallesı'ndeÇelebı Sokağı'nda kâınbir tarafı Asakır-ı Hazret-ı Şahane süvarı kolağası Osman Efendı'nınmenzılı ve iki tarafı akarâtçıPetrakı arsası ve taraf-ı rabı'ıtarık-ı âmmılemahdud altı numara ılemurakkambirbabhanesıhasbetenlıllâhıTe'alâ ve taleben lımerdatı'r-Rabbı'la'lavakf ve habsedüb” Mevkufun para olması durumunda “an-nakd yüz guruşuhasbetenlı’llahı’lalâ ve taleben lı-mırzatı’r-Rabbı’r-Rahım malından ifraz ve mülkünden mümtaz eyleyübvakf ve habs” şeklinde sadece meblağ miktarı belirtilir. f) Vakıf Şartları Vakfiyenin yazımı sırasında vâkıfın kendisi varsa “şöyle şart eyledim ki”, kendisi yoksa vekili varsa “şöyle şart eyledi ki” sözüyle başlar. Müteakiben vâkıfın isteğine göre şartları sıralanır. Mevkuf üzerinde hayatta oldukça kadısının, ölümünden sonar ise tayın ettiği kimsenin veya kimselerin mütevelli olup mevkuf gelirlerinin nasıl, nerelere ve ne zaman harcanması istendiği, harcama oranları, vakıf giderlerine sarf edildikten sonar geriye kalan paranın (galle fazlası) nerelere veya kimlere harcanacağını belirten şartlar yazılır. Bazı vakfiyelerde şartların sonunda, vâkıfın hayatta olduğu müddetçe vakfı değiştirme, bozma, ilave ve çıkarmalar yapabilme hakkına sahip olduğu belirtilir. “ve tebdıl ve tağyır ve taklıl ve teksırımerreten-ba’de-uhrayedımde ola deyu ‘yın-ı şürût ve tebyın-ı kuyudbirle” g) Vakıftan Rücu, Mütevellinin İtirazı ve Hakimin Hükmü Vakfın mütevelliye teslim edildiği ifadesinden sonar vâkıf, kadının huzurunda vakıftan vaz geçtiğini (rücu ettiğini) beyan eder. Vakfiyelerde bu rücu 106 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 rüknünün bulunmasının sebebi, vakfın sıhhati konusunda İslam hukukçuları arasındaki görüş farklılığıdır. Osmanlı’nın büyük bir bölümünde geçerli olan İmam-ı azam Ebu Hanife’ye göre vakfedilen malın mülkiyeti vâkıfta kalır ve vâkıfın veya mirasçıların vakfı bozma, vazgeçme hakları vardı. Ebu Hanife’nin talebelerinden İmam Yusuf’a göre “vakf ettim” sözüyle; İmam Muhammed’e göre vakıf malın mütevelliye teslimiyle mülkiyet vakıftan çıkar. Osmanlının ilk devirlerinde İmam-ı Azam’ın görüşleri benimsenmiş iken özellikle vâkıfların evlatları tarafından vakıftan rücu davalarının artması nedeniyle Osmanlı uygulamasında İmam Muhammed ve İmam Yusuf’un görüşleri Kabul görmeye başlamıştır. Vakfiyelerde bu durum vâkıf olan kışı kurmuş olduğu vakıftan vazgeçer ve bunun üzerine mütevelli itiraz ederek mahkemeye başvurur, vâkıf İmam Hanıfi’ye göre vazgeçtiğini belirtirken kadı efendi karar verirken İmam Muhammed ve İmam Yusuf’un görüşleri doğrultusunda karar vererek vakıftan dönülemeyeceğine hükmeder. Böylelikle vâkıf rücu etmiş olur ve mütevellinin itirazıyla rücudan dönülerek hem daha sonra yapılabilecek rücular engellenmiş olur hem de vakfın sıhhati açısından İmam Azam ın görüşü olan tescil işlemi de gerçekleşmiş olur. Rücu: “vekıl-ı mumaıleyhzımam-ı kelamı ahara sarf ıdüb “vakf-ı akar İmam-ı muhtar hazret-ı İmam-ı Azam hazretlerının rey-ı münır ve mezheb-ı hatırlerındeeğrçıvakf-ı akar müsellem ve makbul ve nakl-ı sahıhılemervı ve menkuldür, lakın gayr-ı lazım olmağın zımam-ı ıhtıyar ve fesh ve ıbkaya ıktıdar yedındedür deyü vakıftan rücu ve mütvellıden ıstırdada şüru eyledım dedükde” Mütevellinin İtırazı:Mütevelli İmam Yusuf’un “vakfettim” sözüyle ve İmam Muhammed’in mevkufun mütevelliyeteslimiyle vakfın sahih olacağını belirterek vakıftan rücu nun meşru olmadığınıiddia ederek itiraz eder: “mütevellı-ı mumaıleyhbılmukabelecevabverüb “eğerçı hâl basit olunan mınval üzere olup, lakin fazl-ı semedanıımam-ı Ebu Yusuf eş-şehırbı’l-İmamü’s-Sanı hazretlerıındındevâkıf ücerredvakaftüdımekle ve İmam Muhammed b. Hasan eşŞeybanıhazretlerı katında teslımııle’l-mütevellıolmağlavakf-ı ezbursahıh ve lazım oldu deyuredd u teslımdenımtınaıle” 107 Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş h) Hakimin Hükmü Mütevellinin itirazından sonra hakim hayrın iptal edilmesinden ise sıhhatine hükmettiğini ifade eder, Hanefi Mezhebine göre vakfın sahih olduğu vurgulanır ve bu hükme bağlanır. “hakim-i mevki-i sadr-ı kitab tuba lehum ve hüsni meab efendi hazretleri huzurunda müterafi’an ve her biri mübtegasınca fasl u hasme talibân olduklarında hakim-i müşarünileyh “esgaba’llahüni‘amehü ‘aleyh” hazretleri dahi tarafeynnin edillesine nazaran ve mubtıl-ı hayr olmaktan hazerolunub âli menbi’l-hilafi’lcâribeyne’l-eimmeti’l-eslaf vakf-ı mezburun sıhhat ve luzumuna hükmetmeğin minba‘d vakf-ı mezbur sahih ve lazım oldu” ı) Vakfı Bozacaklar İçin Beddua Vakıf şartlarının gayeye aykırı olarak değiştirilmesi, vakfın gelirini azaltacak, mallarını kötüye kullanacak, vakfı herhangi bir şekilde bozacak ve hatta ona kötü gözle bakacak olanlara lanete kadar varan ağır beddualar vardır. Bu beddualar vakfiyeden vakfiyeye farklılık göstermektedir. Genelde beddua da Bakara 181. ayet kullanılır: “min-ba‘d nakz u nakza mecal muhal ve tebdil u tağyir ve mümteni‘ü’l-ihtimaldür “femenbeddelehûba’demasemi’ahufeînnemâ ismuhü alellezîne yubeddilûnehû innellâhe semîun alîm.” i) Tarih Kaydı Vakfiye metinleri kesinlikle tarih kaydı ile sona ermektedir. Tarih kaydı ise hicri takvim esasına göre Arapça ve yazı ile verilmektedir: “fî gurre-i şabani’l-muazzam li-sene sitte ve ışrin ve mi’e ve elfmenlehü’l-izz ve gayetü’ş-şeref” M.1226 “fî evasıt-ı zilhicceti’ş-şerife li-sene sitte ve hamsin ve mi’ete ve elf” M. 1156 108 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 j) Şuhudü’l-Hal Vakfiyelerin son bölümünde vakfiyenin hazırlanmasına tanıklık edenlerin isimleri, sıfatlar ve meslekleri yazılmaktadır. Bütün hazır bulunanların isimlerinin yazıldığı vakfiyelerin yanında “ve gayrihim” denilerek başkalarının da bulunduğunu belirten şahudü’l-haller vardır. Örneğin: “Hüseyin Beşe b. Mehmed, Esseyydi Halil ibn Abdi, Lütfullah b. Osman...” 3. PARA VAKIFLARI Osmanlıda ve İslam toplumlarında müteşebbislerin finans sorunları büyük oranda karz-ı hasen gibi daha çok kâr- zarar ilkesine dayalı yöntemlerle çözülmüştür. Bunun dışında da Mudarabe (emek-sermaye ortaklığı), Muşarake (sermaye ortaklığı), Murabaha (peşin parayla alınan bir malın vadeli olarak karlı satılması), Sanayi (iş ve taahhüd ortaklığı), Muzaraa (toprak sahibi ile işletmecinin çıkacak ürün üzerine yaptıkları ortaklık), Musakat (bağ-bahçe ortaklığı), Muğarase (ağaç dikimi ortaklığı) ve kiralama bu yöntemlerden sayılabilir. Para vakıfları da Osmanlı Devleti uygulamalarında toplumun hatta kimi devlet ve kamu kuruluşlarının finansman ihtiyacını karşılamada çok önemli bir yere sahip olmuştur (Döndüren; 1998, s.63-64). Taşınır ve taşınmaz malların vakfedilmesinde "ebedilik" niteliği esas alındığı için nakit paranın vakfa konu olup olamayacağı hususu daima tartışma konusu olmuştur. Nakit paranın doğrudan tüketilme yoluyla tasarruf edilebilmesi ya da ticaret işine yatırılsa bile zarar riskinin bulunması yüzünden "süreklilik" niteliğini taşımadığı görüşü her dönemde taraftar bulmuştur. Bu tartışma Şeyhülislam Sadullah Sadi Çelebi (v. 954/ 1539) zamanında, 1537'de Anadolu Kazaskeri olarak görev yapmakta olan Koca Çivizade Şeyh MehmedMuhyiddin Efendi ile Rumeli Kazaskeri Ebussuud Efendi arasında başlamıştır. Ebussuud'un lehte fetva vermesine rağmen, 1538'de Şeyhülislam olan Çivizade'nin para vakfının yasaklayan fetva ve genelgesiyle, "hükm-i şerif halini almıştır. Bu arada Sofyalı Bali Efendi (v. 950/1543) devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a, Çivizade'ye, Sadullah Çelebi'ye nakit para vakfının caiz olduğunu ispat eden mektuplar göndermiştir (Döndüren; 1990, s.39). 109 Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş Osmanlı Devleti'nde nakit para vakfının geçerli olup olmadığı konusu 16. yüzyılda Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin nakit parayı taşınır mal (menkul) kapsamına alarak Muhammed eş- Şeybani'nin "teamül bulunması" koşuluna bağlaması ile tamamen çözüme kavuşmuştur. İşte bu şekilde Hanefi fakihlerinden İmam Muhammed eş- Şeybanî'nin taşınırların vakfını "teamül bulunma" şartına bağlaması, İmam Züfer'in de nakit para vakfını doğrudan caiz görmesi, para vakfının caiz olduğunu söyleyenlerin başlıca delilleri olmuştur . 1545 yılında Şeyhülislam olan Ebussuud Efendi, yazdığı "Risale fi vakfi'lmenkuli ve'n-nükud" adlı eseriyle, nakit para vakfının hukuki şahsiyetini ortaya koymuştur. Görünen odur ki Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin çözüm ve fetvalarına rağmen, para vakfı uygulamalarına şiddetle karşı çıkanlar da olmuştur. Bu kimseler arasında BirgiviMehmed Efendi gibi hem dinî hem de ilmî yönden hatırı sayılır kimseler de yer almıştır. Aynı devrin en önemli alimlerinden sayılan İmam Birgivî, "es-Seyfü 's-sarim fi ademi vakfi 'l-menkuli ve 'd-derahim” isimli bir risale yazarak, para vakfı uygulamalarının, dinî yönden kişi ve toplum için çok sakıncalı durumlar ortaya çıkarabileceğini gayet ağır dillerle açıklamaktan geri durmamıştır. Gerçi uygulamalar, Osmanlı sosyal yapısında, ciddi anlamda büyük bir finansman açığını, yeri geldiğinde kapatmış yeri geldiğinde de bu finansmanı harekete geçirme konusunda oldukça önemli bir etkiye sahip olmuştur. Üstelik padişah ve aileleri başta olmak üzere halkın nazarında değer gören pek çok kimsenin ve din adamlarının da para vakfı hususunda lehte görüş beyan edip uygulamalara bizzat iştirak etmeleri, para vakıflarının gelişmesinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Üstelik tartışmalar devam ededursun, konu ile alakalı kaynaklardan anlaşıldığına göre vakıf paraları % 10 – 12,5' e varan muamele-i şer'iyye ile işletilebildiği gibi zaman zaman bu miktar durum ve şartlara göre % 15'e kadar çıkarılabilmiştir (Özer; 2006, s.41). Ayrıca para vakıflarının işletilmesi sorununun çözüme kavuşturulması konusunda ortaya çıkarılmış olan muamele-i şer’iyye uygulaması Osmanlı Kanunnameleri'nde de net bir şekilde ortaya konulmuştur. Söz konusu Yavuz Kanunnamesi Madde 42 şudur: "Ve muamele-i şer'iyye edenin onu, on birden ziyadeye ettürmeyeler ve şer'î muamele etmeden kat'aribaetdürmeyeler". 110 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Kanunnameden de açıkça görüldüğü gibi daha çok Kanuni Sultan Süleyman'a izafe edilmeye çalışılsa da söz konusu muamele-i şer'iyye uygulamasının Yavuz Sultan Selim Devri'nde kanunlaştırılmış bir uygulama olduğu görülmektedir. İbaredeki açık ifadeden anlaşıldığına göre Yavuz Sultan Selim, şer'i muamele olmaksızın vakıf paraların işletilmemesi gerektiğini ve şer'i muameledeki kâr sınırını açıkça tanzim etmiştir. Ancak daha sonraki uygulamalara bakıldığında kanunnamede belirtilmiş bu sınırın aşıldığını görmekteyiz. Nitekim vakıf kapitalinin azalması durumunda %15'e varan şer'i muameleler gerçekleşmiştir (Özer; 2006,s.42). Anlaşılan odur ki uygulama ilk defa Fatih Devri'nde yapılmış olsa dahi kanunname ile tanzim edilmiş değildir. Yavuz Sultan Selim kanunname yayımlamış ve kâr sınırını da açıkça ifade etmiş, daha sonraki devirlerde Kanuni Sultan Süleyman Ebussuud Efendi gibi çok değerli bir şeyhülislamın da desteğiyle diğer padişahlar gibi ulu'l-emr yetkisini kullanarak bu konuda yeni kanunnameler yayımlamış ve zamanında para vakfı uygulamaları oldukça yaygın bir uygulama halini almıştır. 4. BOLU VE KIRKLARELİ PARAVAKIFLARI 4.1. Bolu Vakıfları ve Bolu Para Vakıfları Osmanlı Devletinin, bugünkü Bolu ve Düzce ilini kapsayan bölgede, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki kayıtlara göre 100 vakıf kurulmuş ve bu vakıfların en erken tarihlisi Bolu Mahkemesi’ne kayıtlı 29 Muharrem 795/15 Aralık 1392 tarihli “Şahin Lala bin İzzeddin Vakfına” (VGM Arşivi 732-99-79) ait olup kuruluşu OsmanlılarınBolu’yu fethinin hemen akabinde denk gelir. En geç tarihlivakfiye ise Bolu Kadılığından “Çadır oğlu Hafız Kamil Efendi ibn Hacı Mehmet” (VGM Arşivi 619-49-32) vakfına ait olup, Hicri 25/07/1339 tarihli yani miladi 04/03/1921 tarihlidir. Bu vakıf 10.000 kuruşluk bir para vakfıdır. Bolu’nun Reşadiye Meşrutiyet Mahallesi’nde olup %15 yani vakfiye diliyle “onu on bir buçuk hesabı” üzerinden istirbah olunmaktadır. Geliri de Reşadiye Camii kayyumluk (mütevelli) vazifesinde bulunana sarf oluna denilmektedir. “(Ek 1: Çadır oğlu Hafız Kamil Efendi ibn Hacı Mehmet vakfına ait Osmanlıca ve onun transkripsiyonu yapılmış belge) 111 Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde, Bolu’da kurulmuş olan 100 vakıftan89’unun vakfiyesine ulaşılmaktadır.Bolu ilinde kurulan ve vakfiyesine ulaşabildiğimiz 89 vakıftan 70’inin para vakfı olması kayda değerdir. Kurulmuş vakıfların %70’inin para vakfı olması, önemli bir ihtiyacın karşılandığını düşündürmektedir. Bu düşüncenin belgelendirilmesi için para vakıflarına ait muhasebe kayıtlarının incelenmesi gerekmektedir. Tablo 1: Bolu’da Kurulmuş Tüm Vakıflar İçerisinde Para Vakıflarının Oranı Kurulduğu Yer Para Vakfı Diğer Kurulan Vakıf Sayısı % oranı Bolu 14 8 22 %63 Gerede 17 6 23 %73 Mudurnu 26 0 26 %100 Göynük 11 5 16 %68 Düzce 1 0 1 %100 Kıbırıscık 1 0 1 %100 Mekanı Belli olmayan 0 11 11 - TOPLAM 70 30 100 - Bolu merkezde kurulan vakıfların %63’ü, Gerede’de %73’ü, Göynük’te %68’i, Mudurnu’da ise kurulan vakıfların tamamının para vakfı olduğu görülmektedir. Düzce’de ve Kıbrısçık’ta kurulan birer vakfın para vakfı olması, bu bölgede para vakfı uygulamasının yaygın olduğunu göstermektedir. Bolu Para Vakıflarının ne kadar sermaye ile kurulduğuna baktığımızda 105.000 kuruş gibi bir yekuntuttuğu görülmektedir. Bu vakıfların 33’ünde genel istirbah oranı uygulandığı, 35 vakıfta %15, 1 vakıfta %9 ve yine 1 vakıfta %20 istirbah oranlarınınuygulandığıtespit edilmiştir.Bolu ili para vakıflarının yarısında %15 istirbah uygulandığı tespit edilmiş olup, piyasa borçlanma oranları hakkında bize genel bilgi vermesi bakımından önem arz etmektedir. Bolu’da ilk para vakfı Hicri 21 Zilkade 1249/Miladi 1 Nisan 1834 tarihinde kurulmuştur.Bu tarih, Bolu’da kurulan Hicri 29 Muharrem 795/ Miladi 15 Aralık 1392 tarihli ilk vakıftan yaklaşık 450 yıl sonradır. 112 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 4.2. Kırklareli Vakıfları ve Kırklareli Para Vakıfları Osmanlı Devletinde, bugünkü Kırklareli ilinin bulunduğu bölgede, Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivindeki kayıtlara göre 35 vakıf kurulmuştur. Kırklareli’nde kurulan ilk vakıf, 739 Nolu defterin 293. Sayfa, 190. Sırasında kayıtlı hicri 847 yılında Kırklareli-Vize’de kurulan Hasan Bey bin Abdullah vakfıdır. Kırklareli’nin Osmanlı Devleti tarafından fethedilmesi, Edirne’nin fethinden sonra, I Murad’ın kumandası altında gerçekleştiği genellikle kabul edilmektedir. Bu fethin hicri 768-774 yılları arasında gerçekleşmiş olabileceği tahmin edilmektedir. Kırklareli’nde ilk vakfın hicri 847 yılında kurulduğunu göz önünde bulundurduğumuzda; Osmanlı Devleti’nin bu toprakları fethinden yaklaşık 79 yıl sonra ilk vakıf hizmetlerinin başladığını söyleyebiliriz. Bu süre Bolu ili ile kıyaslandığında oldukça uzun bir sürece işaret etmektedir. Günümüze en yakın tarihli kurulan vakıf ise günümüzden yaklaşık 110 yıl önce (hicri 1322 yılı) Kırklareli-Babaeski’de kurulan Şerif Ağa bin Mustafa Ağa’ya ait vakıftır. Bu vakıf Bin kuruşluk ve %10 oranı ile istirbah olunan bir para vakfıdır. Kırklareli’nde kurulmuş ve Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde vakfiyesi bulunan 35 vakıf vardır.Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinden ulaştığımız vakfiyeler ışığında Kırklareli’nde kurulmuş ilk para vakfının, Kırklareli’nin Osmanlı Devletine dahil olmasından yaklaşık 355 yıl sonra hicri 1124, miladi 1444 yılındaSultan II. Murat devrinde kurulduğunu tespit edilmektedir.Bolu iliyle kıyasladığımızda; Kırklareli’nden daha önce Osmanlı topraklarına dahil olan Bolu ilinde kurulan ilk para vakfının Kırklareli’nde kurulan ilk para vakfından 125 yıl sonra hicri 1249 yılında kurulduğu görülmektedir. Kırklareli’nde kurulmuş tüm vakıflar içerisinde para vakıflarının payı %45’de kalsa da Balkanlar’da, Anadolu’dan çok daha önce para vakıflarının kurulduğu görülmektedir. Kırklareli’nde daha erken tarihli bir vakfın kurulmuş olması ihtimal dahilindedir. Bu ihtimalin doğrulanması Kırklareli’ne ait şer’iyyesicillerinin ortaya çıkarılmasıyla mümkün olacaktır. Kırklareli ilinin şer’iyye siciline ulaşılamaması sebebiyle, elimizdeki tek kaynak Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinden elde etmiş olduğumuz vakfiyelerdir. 113 Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş Kırklareli para vakıflarının ne kadar sermaye ile kurulduğuna baktığımızda en yüksek sermaye ile kurulan para vakfı, Kırklareli’nde kurulan ilk para vakfı olan, Hasan Ağa bin Mustafa’nın vakfıdır. Para vakıfları Bolu ilinde, Kırklareli iline nispeten daha geç bir tarihte işlerlik kazanmasına rağmen Bolu ilinde daha çok sayıda para vakfı kurulmuştur. Fakat vakfedilen sermayelere baktığımızda Bolu’da kurulan 70 adet para vakfına toplam yüzbeşbin Kuruş vakfedilirken, Kırklareli’nde kurulan 16 para vakfına toplam yetmişbeşbin Kuruş vakfedilmiştir. Bolu ilinde para vakfı başına ortalama sermaye binbeşyüz Kuruş iken, Kırklareli ilinde para vakfı başına ortalama sermaye dörtbinaltıyüzdoksandört kuruştur. 5. SONUÇ Çalışmamızda para vakıflarının vakıf sitemi içerinde ki önemi bir kez daha anlaşılmış olup, Bolu ilinde olduğu gibi Kırklareli’nde de para vakıflarının ne kadar geniş bir yer tuttuğu görülmüştür. Osmanlının son döneminde; özellikle18. yüzyıldan itibaren paranın değerinin sürekli düşmesi buna makabil kira gelirlerinin reel olarak azalması yani gedik sistemi işleyişinin bozulması gibi nedenlerle klasik akar olan ve daha çok gayrimenkul kira gelirine dayanan vakıflar ile bağ, bahçe zirai ürün satış gelirine dayanan vakıfların kurulumu giderek azalmıştır. Bunların yerini para vakıfları tercih sebebi olduğu tespit edilmiştir. Aynı zamanda vakıfların bir bakanlık olarak (Şeriyye ve Evkaf Vekaleti) olarak kurumsallaşmasının bu artışı etkilediği söylenebilir. Çalışmamızdan çıkan bir başka ayrıntı da, bir balkan ili olan Kırklareli’nde kurulan ilk para vakfının bir Anadolu şehri olan Bolu ilinden yaklaşık 125 yıl önce kurulmuş olmasıdır. Bolu ilinde kurulan ilk para vakfı, Kırklareli ilinden yaklaşık 125 sene sonra kurulmuş olsa da Bolu ilinde, Kırklareli ilinden 4 kat fazla para vakfı kurulduğu görülmektedir. Kırklareli ilinde daha az sayıda para vakfı olmasına rağmen, vakfedilen ortalama sermaye Bolu ilinden 3 kat daha fazladır. Bolu ili para vakıflarında istirbah oranları genel itibariyle %15 iken, Kırklareli ili para vakıflarında yaygın olmasa da %25 istirbah oranına rastlanmıştır. Bu vakıaların sebepleri önemli bir araştırma konusudur. Balkanların, Anadolu’dan daha geç İslamlaşması, yerel halkların faiz hassasiyetindeki farklılıklar, Osmanlı’nın ekonomik göstergelerinde meydana gelen değişmeler,sosyo-kültürel yapıdaki farklılıklar, iktisadi refah farklıkları ilk olası sebepler içerisinde yer alabilir. 114 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Osmanlının pre-kapitalist yapısı 19. yüzyılın ortalarında tamamen çöküp 1854 yılındamorotoryum ilanı gibi göstergeler ayrıca Osmanlı coğrafyasında çok değişik para birim ve çeşitlerinin kullanılıyor olması yani parasallaşma süreci para vakıflarını kaçınılmaz hale getirmiştir. 1881 İnsanlar bir vakıf kurma ihtiyacını daha çok din diyanet işlerini yerine getirenlerin istihdamı ve cami, mescit gibi ibadethanelerin tamiri ve aydınlatması amaçlarına yönelik olarak bu kurulması gayet basit olan vakıf türünü tercih etmiştir. Çalışmamızda elde etmiş olduğumuz Bolu ve Kırklareli illerindeki veriler ilk defa kullanılan bilgiler olması nedeniyle de daha sonra araştırmacılara ve ilgililere yeni bir materyal olarak sunulmuştur. KAYNAKÇA Akgündüz, A. (1988) İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi. Baloğlu Z. (1996) TheFoundations of Turkey, İstanbul,Tüsev. Döndüren, H. (1992) İslam Bankacılığı ve Para Vakıfları, İslami Araştırmalar Vakfı, Sayı: 6 s.53-63, İstanbul. İslam’da Para Vakfı ve Finansman Olarak Kullanma Yöntemleri, Altınoluk Sayı:53-63, İstanbul. (1991) Eminoğlu, M. Osmanlı Tatbikatında Para Vakıfları ve Günümüz Ekonomisinde Uygulanabilirliği (Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi) Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (1996) Ergenç, Ö. (1977)XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Doçentlik Tezi, Ankara. Kodaman, B.(1984) “Vakfın Sosyal Fonksiyonu”, Vakıf Haftası Kitabı Ankara, VGM Yayınları. Kozak, İ.E. (1985) Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf, İstanbul, Akabe Yayınları Kütükoğlu, M. (1994) Osmanlı Belgelerinin Dili, İstanbul, Kubbealtı Neşriyat. Ömer H. Efendi (1984) Ahkâmü’l-Evkaf, İstanbul. Önder, Ş. (2006)İslam ve Osmanlı Hukukunda İmam Birgivi ve Ebussuud Efendi’nin Para Vakfı Tartışmaları, Yüksek Lisans Selçuk Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü. 115 Y. Özsaraç ve Y.E. Aydınbaş Özcan, T.(2003) Osmanlı Para Vakıfları,Ankara,Türk Tarih Kurumu Yayınları. Yeğin, A. (1983) Osmanlıca Türkçe Yeni Lügat, İstanbul, Hizmet Vakfı Yayınları. 116 Türkiye’de Koalisyon Hükümetleri, Siyasi İstikrar ve Ekonomik Kalkınma Dr. Murat Aktaş Muş Alparslan Üniversitesi Dr. Adem Levent Muş Alparslan Üniversitesi ÖZET Ülkelerin siyasal ve ekonomik yapılarının birbirine etkileri ile ilgili yapılan çalışmalarda siyasal istikrar ile ekonomik performans ve büyüme arasındaki ilişkilerin doğasının araştırılması iktisat literatüründe önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’de çok partili hayata geçişle birlikte bazı dönemlerde tek başına çoğunluğu sağlayarak iktidara gelen güçlü hükümetler görülmesinin yanısıra zaman zaman bir partinin tek başına hükümet kuramadığı, hükümet krizlerinin yaşandığı ve koalisyon hükümetlerinin kurulduğu dönemler olmuştur. Türkiye gibi demokrasisi henüz tam olarak kurumsallaşamamış ülkelerde tek bir siyasi partinin tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu sağlayamadığı dönemlerdeki siyasi tabloların, ülke sorunlarının çözümünü zorlaştırdığı gibi, yeni sorunların da ortaya çıkmasına neden olduğunu savunanlar olmuştur. Peki, siyasi istikrar ve ekonomik kalkınma ilişkisi nasıl işlemektedir? Zaman zaman çoğunluğu sağlayan geniş tabanlı hükümetler ve zaman zaman da koalisyonlarla yönetilen Türkiye’de siyasi istikrar ve ekonomik kalkınma nasıl bir seyir izlemiştir? Türkiye’nin ekonomik kalkınması ve performansını belirleyen siyasi istikrar mıdır yoksa siyasi istikrarı belirleyen ekonomik kalkınma ve performans mıdır? Türkiye’de çok partili hayata geçilen 1946’dan 2015 yılına kadar tek başına ve koalisyonlarla yönetime gelen hükümetleri ekonomik kalkınma parametreleri bakımından performanslarını değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışma, aynı zamanda Türkiye’de koalisyon hükümetleri ve siyasi istikrarın ekonomik kalkınma ile ilişkisini analiz etmeyi amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Koalisyon Hükümetleri, Siyasal İstikrar, Ekonomik Performans, Ekonomik Kalkınma ve Türkiye. M. Aktaş ve A. Levent Coalition Governments in Turkey, Political Stability and Economic Development Dr. Murat Aktaş Muş Alparslan University Dr. Adem Levent Muş Alparslan University ABSTRACT Studies on the effects of the political and economic structure of each country and investigations into the nature of the relationships between economic performance and growth and political stability plays an important role in the economic literature. Owing to a transition to a multi-party system in Turkey, several different periods can be observed: besides strong government that came to power by a majority, there are also some periods, a party has not been able to establish a government alone as well as governments have experienced the cabinet crisis and have been periods in which the establishment of a coalition government. It have been supported in the literature that when a political party alone has not been able to gain the majority for establishment of the government, political statements led to fail in solving the country issues as well as the emergence of new problems in countries such as Turkey whose democracy has not been fully institutionalized, yet. Under the circumstances how the relationship between political stability and economic development works? How political stability and economic development follow a course in Turkey managed by occasionally broad based government constituting the majority and by occasionally coalition governments. Is the political stability used to define economic development and performance of Turkey or are economic development and performance used to define political stability? The study which aims to evaluate performance of the governments that came to power alone and by coalition in terms of economic development parameters from the year 1946- the period of transition to a multi-party system in Turkey to the year 2015 also aims to analyze coalition governments in Turkey as well as the relationship between political stability and economic development. Keywords: Coalition Governments, Political Stability, Economic Performance, Economic Development and Turkey. 118 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ Ülkelerin siyasal ve ekonomik yapılarının birbirine etkileri ile ilgili yapılan çalışmalarda siyasi istikrar ile ekonomik kalkınma arasındaki ilişkilere yer verilmektedir. Bazıları bir ülkenin ekonomik kalkınmasını ve/veya performansını belirleyen en önemli etkenlerden birinin rejimin doğası ve siyasi istikrar olduğunu savunurken, bazıları bu ilişkinin ters yönlü olduğunu savunmaktadır. Bazıları ise rejimlerin doğası, niteliği, siyasal kurumlar ve siyasi istikrar ile ekonomik kalkınma ve/veya ekonomik performanslarının karşılıklı olarak birbirini etkileyen, besleyen ve güçlendiren etmenler olduğunu savunmaktadır. Türkiye’de de 1946’da çok partili sisteme geçildikten sonra zaman zaman bir partinin tek başına çoğunluğu sağlayarak güçlü hükümetler kurduğu dönemlerin yanısıra bir partinin tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu sağlayamadığı dolayısıyla hükümet kuramadığı ve hükümet krizlerinin yaşandığı dönemler olmuştur. Koalisyon arayışlarının olduğu bu dönemlerde başarılı koalisyon hükümetleri kurulduğu gibi kısa süren istikrarsız koalisyon hükümetlerinin kurulduğu dönemler ve koalisyon hükümetlerinin bile kurulamadığı ve erken seçime gidildiği dönemler de olmuştur. Bu yüzden Türkiye’deki çok partili parlamenter sistemin zaman zaman hükümet krizleri ve siyasi istikrarsızlıklara neden olduğu ileri sürülerek bu krizlerin aynı zamanda siyasi istikrarsızlıklara, ekonomik krizlere ve kalkınmada sorunlara neden olduğu savunulmuştur. 2. POLİTİK İSTİKRAR VE EKONOMİK PERFORMANS İLİŞKİSİNE GENEL BİR BAKIŞ Siyasal istikrar ile ekonomik performans ve büyüme arasındaki ilişkilerin doğasının araştırılması iktisat literatüründe çok geniş bir yer tutmaktadır. Siyasi istikrarsızlık genel olarak demokratik bir süreçte hukuk kuralları dahilinde etkili ve verimli bir siyasi yapının oluşturulamaması anlamına gelmektedir. Genel olarak; hükümet karşıtı gösteriler, sık sık gerçekleşen kabine değişiklikleri, katliamlar, anayasal değişiklikler, askeri ve sivil darbeler, ayaklanmalar, devrim veya ihtilal girişimleri ve iç savaşlar olaylar siyasi istikrarsızlığın göstergeleri olarak gösterilmektedir (Ali,2001: 167). Demokrasilerde ise, siyasal kutuplaşma ve seçmenlerin kararsızlığı, seçim sonuçlarının belirsizliği ve koalisyon 119 M. Aktaş ve A. Levent hükümetleri gibi olaylar siyasi istikrarsızlığın göstergeleri arasında sayılmaktadır. Bir ekonomide temel değişkenlerin dengelerinin bozulmuş olması, fiyatların hızla yükselmesi (enflasyon), işsizliğin artması, ödemeler dengesinin açık vermesi, döviz kurlarının aşırı biçimde yükselmesi gibi olaylar da ekonomik istikrarsızlık olarak ifade edilmektedir. Genellikle bu gibi sorunlar ülke içinden kaynaklanırsa iç istikrarsızlıktan, ülke dışından kaynaklanırsa dış istikrarsızlıktan söz edilir. Politik istikrarsızlık ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi ilk sorgulayan SimonKuznet’e göre politik istikrarsızlık/düzensizlik ekonomik büyümeyi yavaşlatmaktadır. 1990’lar da ise Douglass North, toplumun kurumsal çerçevesinin uzun dönemli ekonomik performansta önemli bir rol oynadığını belirtmiştir. Bu yaklaşımların varlığına rağmen ilgili konunun ampirik çalışmalarca yeterince desteklendiğini söylemek güçtür. Bununla beraber geçtiğimiz on yılda politik istikrar ile ekonomik büyüme ve kalkınma arasındaki ilişkinin varlığını araştıran ampirik çalışmaların arttığı söylenebilir (Gurgul veLach, 2013: 189-190). İktisat literatüründe siyasi istikrar ile ekonomik kalkınma arasındaki ilişkiyi özgürlük kavramı bağlamında ele alan Nobel iktisat ödüllü Amartya Sen’in çalışmaları dikkat çekmektedir. Sen’e göre kalkınma, insanların yararlandığı gerçek özgürlükleri genişletme süreci olarak görülmelidir. Bu yaklaşımda, özgürlüğün genişletilmesi, hem kalkınmanın asıl amacı ve hem de başlıca aracı olarak görülmektedir. Bunlara, kalkınmada özgürlüğün sırasıyla ‘kurucu rolü’ ve ‘araçsal rolü’ denebilir. Özgürlüğün kurucu rolü temel özelliklerin insan hayatının zenginleştirilmesi bakımından taşıdığı önemle ilgilidir. Temel özgürlükler, açlık, beslenme yetersizliği, önlenebilir hastalıklar ve erken ölümden kaçınabilmenin yanı sıra, okuryazarlık ve hesap yapabilme, siyasi katılımdan ve serbestçe ifade imkânından yararlanma özgürlüğü gibi temel kapasiteleri kapsar. Bu görüşe göre kalkınma, insan özgürlüklerini genişletme sürecidir ve kalkınmanın değerlendirilmesinin de bu düşünceyle beslenmesi gerekir. GSMH artışı ve sanayileşme, kalkınmanın dar anlamdaki tanımını oluştururken siyasi katılım ve muhalefet bizatihi kalkınmanın kurucu parçalarıdır(2004:55-56). Böylece özgürlük, siyasal istikrar, siyasi katılım ve siyasal kurumlar kalkınmanın hem araçsal hem de kurucu yanını oluşturmaktadır. Türkiye’deki siyasi istikrar ve ekonomik kalkınma incelenmesi de bu bağlamda ele alındığı ölçüde anlaşılır olacaktır. Bir başka deyişle Türkiye’deki iktisadi gelişme veya 120 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Türkiye ekonomisinin ana gelişim çizgileri, tamamen pür iktisadi olgularla değil, devletin güçlü bir ekonomik oyuncu olarak sahnede yer alması ile politik istikrar ve süreçlerin belirleyiciliğinin ıskalanmaması ile anlaşılacağı öne çıkmaktadır (İnsel, 1996). Genel olarak siyasal istikrarın olduğu dönemlerde ekonomik kalkınmanın çok daha hızlı bir şekilde gerçekleştiği savunulmaktadır. Bir ülkede ekonomik kalkınmanın olmasıyla birlikte güçlü bir zengin tabakanın yanında geniş ve daha müreffeh bir orta tabakanın ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Orta tabakanın gelişmesi, demokrasinin kurumsallaşması için iyi bir temel oluşturmaktadır. Orta tabakanın sistemin istikrarsızlaşmasından dolayı sahip olduğu imkanları kaybetme ihtimalinin olması, o kesimleri demokrasiye daha çok bağlamaktadır (Akıncı, 2015:45). 3. KOALİSYONLAR VE HÜKÜMET KRİZLERİ Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te ilanından sonra 1946 yılına kadar süren tek partili dönemin ardından bazı dönemlerde tek başına çoğunluğu sağlayarak iktidara gelen güçlü hükümetler görülmesinin yanısıra zaman zaman bir partinin tek başına hükümet kuramadığı, hükümet krizlerinin yaşandığı dönemler olmuştur. Yaygın olarak bu dönemlerde kurulan koalisyon hükümetlerinin Türkiye’de yıllarca süren siyasal ve ekonomik istikrarsızlıklara neden olduğu savunulmuştur. 1960 askeri darbesinin ardından Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel’in kurduğu birinci Gürsel Hükümeti’nin ancak sekiz ay dayanabilmiş ardından İkinci Gürsel Hükümeti 15 Ekim 1961 genel seçimlerine kadar devleti idare etmiş ve bundan böyle Türkiye’de sık sık gündeme gelecek olan koalisyonlar dönemi başlamıştır. İlk koalisyon hükümeti 1961-1962 arasında CHP ile Adalet Partisi’nin ortaklığında gerçekleşmiştir. Demokrat Partililerin tutuklu bulunduğu bu dönemde “Af Kanunu” ile ilgili tartışmalar hükümetin işleyişini sekteye uğratarak hükümeti çalışamaz hale getirince, İsmet İnönü başbakanlık görevinden istifa etmiştir. İnönü, 7 Temmuz 1962’de CHP, Yenilikçi Türkiye Partisi (YTP), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve bağımsızlardan oluşan yeni bir koalisyon hükümeti kurmuş fakat bu kez koalisyon ortaklarından CKMP ve YTP’nin kabineden çekilmesi üzerine istifa etmiş ve bu hükümet de 25 Aralık 1963’te sona ermiştir. Büyük zorluklarla kurulan CHP ve bağımsızlardan oluşan üçüncü koalisyon hükümeti de bütçenin mecliste reddedilmesi üzerine 20 Şubat 121 M. Aktaş ve A. Levent 1965’te sona ermiştir. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel hükümeti kurma görevini Suad Hayri Ürgüplü’ye vermiş Ürgüplü de Adalet Partisi, YTP, CKMP ve Millet Partisi’nden (MP) oluşan bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu hükümet de genel seçimler nedeniyle 27 Kasım 1965’te sona ermiştir (Aktaş, 2015). 1960’lar Türkiye açısından yeni bir dönemi simgelemektedir. Bu dönemde yeni bir sermaye birikim modeli hayata geçirilmiş, sanayi burjuvazisi oluşmaya başlamış ve devlet aktif bir rol üstlenerek planlı kalkınma ve ithal ikameci sanayileşme doğrultusunda iktisadi yaşamın temel parametrelerini yönlendirmiştir (Ercan ve Tuna, 2006). 1965 seçimlerinde Adalet Partisi Süleyman Demirel başbakanlığında tek başına hükümet kurabilmiş ancak 1969 genel seçimlerinin ardından tek başına kurduğu ikinci Demirel hükümeti de uzun ömürlü olamamıştır. Şubat 1970’te yapılan bütçe görüşmelerinde 41 Adalet Partili milletvekilinin aleyhte oy kullanması ve bütçenin reddedilmesi sonucunda Demirel başbakanlık görevinden istifa etmiştir. Demirel’in kurduğu üçüncü hükümet ise 12 Mart 1971 askeri muhtırasının ardından sona ermiştir (Aktaş, 2015). Muhtıradan 1973 milletvekili genel seçimlerine kadar dört ayrı hükümet kurulmuştur. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın hükümeti kurmakla görevlendirdiği Kocaeli Bağımsız Milletvekili Nihat Erim, partiler üstü bir hükümet kurmuş, ancak bu hükümet de uzun ömürlü olamamıştır. Hükümetin 11 bakanı istifa edince Aralık 1971’de son bulmuştur. Ardından Cumhurbaşkanı Sunay, Nihat Erim’i tekrar görevlendirmiştir. Bu kez de, yaklaşık beş ay sonra, Erim sağlık sorunları nedeniyle istifa etmek zorunda kalmıştır (Okutan, 2011:162-182). Demirel ve Erim hükümetlerinden sonra yeniden koalisyon dönemi başlamıştır. Cumhuriyet Senatosu Van Üyesi Ferit Melen, 22 Mayıs 1972’de AP, CHP ve Cumhuriyetçi Güven Partisi’nden (CGP) oluşan bir koalisyon hükümeti kurmuş fakat 6 Nisan 1973’de Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Başbakan Melen, 7 Nisan 1973’te istifa etmiştir. Hükümet kurma görevi bu kez Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından Naim Talu’ya verilmiştir. Talu, 15 Nisan 1973 tarihinde AP ve CGP’den oluşan bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Ekim 1973’te yapılan genel seçimlerden sonra ise hükümet kurma çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Hükümeti kurmakla görevlendirilen CHP ve AP genel başkanları hükümet kuramayınca, hükümeti kurma görevi yeniden 122 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Talu’ya verilmiş fakat Talu’nun hükümet kurma girişimleri de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine hükümet kurma görevini Cumhurbaşkanı Korutürk’ten alan Bülent Ecevit, Ocak 1974’te CHP ve Milli Selamet Partisi (MSP) koalisyon hükümetini kurmuştur. Fakat koalisyon ortakları arasındaki sorunlar nedeniyle, Başbakan Ecevit, Kasım 1974’te istifa etmiştir. Korutürk’ün bu kez hükümeti kurma görevini Cumhuriyet Senatosu Üyesi Sadi Irmak’a vermesi üzerine Irmak, Kasım 1974’te CGP’den dört milletvekilinin katıldığı ve Bakanlar Kurulu’nun diğer üyelerinin tümü dışarıdan atanan bir azınlık hükümetini kurmuştur. Hükümetin güvenoyu alamaması üzerine Irmak da istifa etmiş, hükümet Mart 1975 tarihinde sona ermiştir. Bunun üzerine Süleyman Demirel Mart 1975’te AP, MSP, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve CGP’den oluşan bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak anılan bu hükümet de Haziran 1977’de yapılan genel seçimlere kadar devam etmiştir (Aktaş, 2015). 1977 genel seçimlerinde yine hiçbir siyasi partinin tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu sağlayamaması nedeniyle koalisyonlar dönemi devam etmiştir. Bülent Ecevit’in Haziran 1977’de kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamayınca hükümeti kurma görevini alan DemirelTemmuz 1977’de AP, MSP ve MHP’den oluşan İkinci Milliyetçi Cephe Hükümetini kurmuştur. Ancak bu hükümetin ömrü de kısa olmuştur. CHP Grubu adına Grup Başkanvekilleri Altan Öymen ve Hayrettin Uysal 29 Aralık 1977 tarihinde Süleyman Demirel başbakanlığındaki hükümet hakkında “gensoru” açılması için önerge vermişlerdir. Bunun üzerine TBMM’de 31 Aralık 1977’de yapılan oylama sonucunda hükümet güvenoyu alamayınca düşmüştür. Ardından 11 bağımsız milletvekilinin desteğini alarak yeni bir hükümet kuran Ecevit, 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerde boş bulunan 5 milletvekilliğini de muhalefetin kazanması üzerine istifa etmiştir. Dolayısıyla 1970’li yılların iktisat tarihine baktığımızda, Türkiye’de bu yılların istikrarsız koalisyon hükümetleri dönemi olduğu görülmektedir. SilahlıKuvvetler’in desteklediği Nihat Erim, Naim Talu ve Ferit Melen denemelerinden sonra seçimle gelen meclislerde ve Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit’in bir biri ardına iktidara gelip gittikleri altı yıl içinde siyasi hayat bir türlü istikrarakavuşamamıştır. Türkiye ekonomisi, bu süreç içerisinde giderek, 1950’nin ikinci yarısında olduğu gibi iflasa doğru sürüklenmeye başlamıştır. Enflasyon hızla yükselmeye başlamış ve döviz rezervleri azalmıştır. Ve sonuçta 1977 ortalarında Türkiye ekonomisi iflasın eşiğine gelmiştir (Yenal, 2013: 122-125). 123 M. Aktaş ve A. Levent Türkiye’nin sağ sol çatışmaları ile çalkalandığı bu dönemde hükümeti kurma görevini alan Demirel’in kurduğu azınlık hükümeti, 25 Kasım 1979’da güvenoyu almış olmasına rağmen 12 Eylül 1980’de yapılan askeri müdahaleyle bu hükümet de sona ermiştir. Askeri darbe ile yönetimi ele geçiren Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Emekli Oramiral Bülent Ulusu’yu hükümeti kurmakla görevlendirmiştir. Ulusu hükümeti, 5 üyeli Milli Güvenlik Konseyi’nden güvenoyu alarak görevine başlamıştır. Bu hükümet de 1983’te yapılan genel seçimler nedeniyle sona ermiştir. Genel seçimlerin ardından nihayet Anavatan Partisi (ANAP) tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlamıştır. Turgut Özal’ın kurduğu ANAP Hükümeti 1987’de yapılan genel seçimlere kadar ülkeyi idare etmiştir. 1987’de yapılan genel seçimler sonrasında ikinci hükümetini kuran Turgut Özal’ın 9 Kasım 1989’da Cumhurbaşkanı seçilmesiyle bu hükümet de sona ermiştir. 1980’li yıllar hem Türkiye hemde dünya açısından önemli yapısal dönüşümlerin yaşandığı yıllar olmuştur. 1980’den itibaren dünyada etkisini hissettiren küreselleşme olgusu tüm ülke ekonomilerini derinden etkilemiştir. Küreselleşmenin ivme kazandığı bu süreçte ülke ekonomileri sınırlarını sermayeye açma yönünde bir takım liberal politikaları hayata geçirmişlerdir. Bu süreçte hemen hemen bütün hükümetler, benzer politikaları benimsemişler ve birbirlerine yakın politika araçları kullanmışlardır. Türk lirasının konvertibilitesinden IMF’nin istikrar programlarına, ihracatı teşvik politikalarından KİT’lerin özelleştirilmesine kadar birçok uygulama, ekonomiyi liberalleştirerek ve aynı zamanda dış dünyaya açarak daha hızlı kalkınmayı sağlamak amacıyla ortaya konmuştur. Bu uygulamalar sonucunda beklenen sonuçlar; istikrarlı ve hızlı bir ekonomik büyümenin sağlanması, enflasyonun düşürülmesi, işsizliğin azaltılması, yüksek bir milli gelir düzeyine ulaşılması, eğitim ve kentleşme ile ilgili sorunların çözülerek, gelişmiş ülkelerin ulaştığı düzeyi bir an önce yakalayabilmekti. Ancak tartışmalı olan politikalarla ilgili görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Kimilerine göre, 1980 sonrasında Türkiye ekonomisi büyük bir atılım gerçekleştirmiş ve liberalleşmenin sağladığı avantajlarla neredeyse çağ atlamıştır. Kimilerine göre ise rayından çıkmıştır ve ekonominin yapısında, düzeltilmesi güç bozukluklar meydana gelmiştir (Öztürk ve Özyakışır, 2005). Türkiye, 1989’da iktisat politikaları açısından birbiriyle uzlaşmaz gibi görünen iki adımı hemen hemen eş zamanlı olarak atmıştır: Sınırlararası gerilimin, partilerarası rekabetin ve siyasi istikrarsızlığın keskinleştiği bir dönemde 124 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 makroekonomik istikrar öğesini ihlal etmiştir. Aynı modelin diğer stratejik öğesi olan sermaye hareketlerinde sınırsız serbestleşme eş zamanlı gerçekleşmiştir (Boratav, 2014: 178-179). Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasının ardından ondan hükümeti kurma görevini alan Yıldırım Akbulut’un kurduğu hükümet, 15 Haziran 1991’de yapılan ANAP Olağan Büyük Kongresi’nde Mesut Yılmaz’ın ANAP Genel Başkanı seçilmesiyle sona ermiştir. Muhalefetin ısrarlı talepleri üzerine erken genel seçim kararı alan Mesut Yılmaz’ın kurduğu hükümet de 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan seçimler ile sona ermiştir. Bu erken genel seçimlerden sonra Türkiye’nin Anavatan Partisi ile yakaladığı istikrar dönemi yine yerini koalisyon hükümetlerine bırakmıştır. Süleyman Demirel başbakanlığında DYP ile SHP arasında bir koalisyon hükümeti kurulmuştur.Süleyman Demirel başbakanlığında kurulan DYP ve SHP koalisyon hükümeti Cumhurbaşkanı Özal’ın ani ölümü üzerine 16 Mayıs 1993’te Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilmesi ile sona ermiştir. Cumhurbaşkanı Demirel’den hükümeti kurma görevini alan İstanbul Milletvekili Tansu Çiller, DYP ile SHP’den oluşan yeni bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Erdal İnönü’nün Başbakan Yardımcılığı ile başlayan bu ortaklık, SHP’nin dördüncü olağan kongresinde Murat Karayalçın’ın Genel Başkanlığa seçilmesi üzerine Karayalçın’ın başbakan yardımcılığı ile devam etmiştir. Ardından SHP’nin CHP’ye katılması ve Genel Başkanlığa Hikmet Çetin’in gelmesiyle DYP-CHP koalisyonu Hikmet Çetin’in Başbakan Yardımcılığı ile yoluna devam etmiştir (Aktaş,2015). SHP ile CHP’nin 9 Eylül 1995 tarihinde birleşmesinden sonra 10 Eylül 1995 tarihinde yapılan CHP 27. Olağan Kurultayı’nda Genel Başkanlığa Deniz Baykal’ın seçilmesi ile birlikte Başbakan Çiller ve Baykal’ın anlaşamaması üzerine bu koalisyon hükümeti Eylül 1995’te sona ermiştir. Ardından Tansu Çiller tekrar hükümeti kurma görevini almasına karşın, kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamamıştır. Demirel’in hükümeti kurma görevini bir kez daha Tansu Çiller’e vermesi üzerine nihayet DYP-CHP koalisyon hükümeti kurulmuş ve bu koalisyon hükümeti de 24 Aralık 1995 erken genel seçimleriyle sona ermiştir. Hiçbir partinin hükümeti kurabilecek çoğunluğu sağlayamadığı bu seçimlerin sonucu yine siyasi krizlerle geçen bir koalisyonlar dönemini beraberinde getirmiştir. Cumhurbaşkanından hükümeti kurma görevini alan Necmettin Erbakan ve ardından Tansu Çiller’in koalisyon arayışları başarısızlıkla sonuçlanınca, Mesut Yılmaz, DSP’nin dışarıdan desteğiyle ANA-YOL olarak 125 M. Aktaş ve A. Levent adlandırılan ANAP-DYP azınlık hükümetini kurmuştur. Mesut Yılmaz, koalisyon ortağı DYP ile aralarında çıkan anlaşmazlık üzerine, gensorunun görüşülmesini beklemeden 6 Haziran 1996’da istifa etmiştir. Mesut Yılmaz’ın istifasının ardından tekrar hükümeti kurma görevini alan Necmettin Erbakan, RP-DYP koalisyon hükümetini kurmuştur. Erbakan, başbakanlığı ortağı Çiller’e devretmek üzere istifa edince, Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini bu kez ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a vermiştir. Mesut Yılmaz da CHP’nin dışarıdan desteklediği ANAP-DSP-DTP hükümetini kurmuş, ancak Başbakan Yılmaz hakkında verilen gensoru önergesinin, 25 Kasım 1998 tarihinde kabul edilmesi üzerine hükümet düşürülmüştür. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Demirel, 2 Aralık 1998 tarihinde hükümeti kurmakla bu kez DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i görevlendirmiştir. Ancak Ecevit, hükümeti kuramayınca, Muğla Bağımsız Milletvekili Yalım Erez hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir.Erez de hükümeti kuramayınca Ecevit, 7 Ocak 1999 tarihinde yeniden hükümeti kurma görevini almış bu kez bir azınlık hükümeti kurmayı başarmıştır. Hükümet, 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan genel seçimler nedeniyle sona ermiştir.Genel seçimlerde sandıktan yine tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu sağlayan bir parti çıkmayınca Ecevit tarafından, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti kurulmuştur (Aktaş, 2015). Türkiye’de 1991’den 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar, yaklaşık 13 yıllık zaman diliminde iktidardaki hükümetler koalisyon hükümetleri olmuştur. Koalisyon hükümetleri arasında yaşanan çatışmalar ve parti içi çekişmeler hemen hemen her seçimin normal zamanından önce yapılmasına ve seçimler arasında hükümet sıklığının artmasına neden olmuştur. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan erken genel seçimlerden Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu sağlaması sonucu Ecevit, 4 Kasım 2002 tarihinde istifa etmiş,AKP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül başbakanlığındaki 58. Hükümet kurulmuştur. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, siyasi yasağından dolayı 3 Kasım seçimlerine katılamamış ancak Siirt’te seçimlerin iptal edilmesi sonucu Siirt’ten aday olarak TBMM’ye giren Erdoğan, 14 Mart 2003 tarihinde 59. Hükümeti kurmuştur. 22 Temmuz 2007’de yapılan seçimlerde tekrar tek başına iktidara gelen AKP, 60. Hükümeti Recep Tayyip Erdoğan başbakanlığında 29 Ağustos 2007’de kurmuştur. Yine 2011 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidara gelmesi sonucunda 2002’den 2015 Haziran seçimlerine kadar koalisyon ihtiyacı ortaya çıkmamıştır (Aktaş, 2015).7 Haziran 2015’te yapılan genel seçimlerden de tek başına hükümet kurabilecek bir partinin çıkmaması 126 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 üzerine, Türkiye’de tekrar koalisyon hükümeti arayışları gündeme gelmiştir. Ancak bu kez koalisyon hükümeti dahi kurulamamış, bunun yerine seçim hükümeti kurularak 1 Kasım 2015’te seçimler yenilenmiştir. 4. KOALİSYON HÜKÜMETLERİ VE KALKINMA İktisadi büyüme ve kalkınmanın nihai nedenleri olarak iktisadi büyümenin içinde yer aldığı toplumsal ve siyasal ortam gösterilmektedir. Ayrıca kurumların önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Ülkelerin ekonomik başarıları kurumlara, ekonominin işleyişini belirleyen kurallara (siyasal yasalara) ve bireyleri motive eden teşviklere göre farklılık göstermektedir. Ancak ekonomik kurumlar, siyasal istikrar ve yapılar ile ekonomik büyüme arasında ciddi ilişkiler bulunduğu (Pamuk, 2014: 37; Acemoğlu ve Robinson, 2014: 74) belirtilmektedir. Koalisyon hükümetlerinin makroekonomik değişkenler üzerindeki etkilerini ve ekonomik büyüme ile enflasyon arasındaki ilişkileri inceleyen çalışmalarda, Miller (1997), Bussiere ve Mulder (2000), Eren ve Bildirici (2001), Akarca ve Aysit (2006), Karaca (2003), Aslan ve Bilge (2009) bu ilişkiler ifade edilmiştir. Koalisyon hükümetleri, tek parti hükümetlerine kıyasla yapısal ekonomik reformlara öncülük etme ve yönetme konusunda da, ortakların anlaşamamasından dolayı daha fazla zorlanmaktadır (Bussiere ve Mulder, 2000). Koalisyon hükümetlerinde herhangi bir konuda karar almak için ortakların hepsinin ikna edilmesi gerekmektedir. Çoğu zaman hiç birinin tam olarak ikna olmaması sonucu ortaya asgari müştereklerde uzlaşmayla oluşturulmuş kararlar çıkmaktadır. Hem kararların alınmasının gecikmesi hem de alınan kararların bu uyumsuzluktan ötürü yetersiz olması sorunların çözümünü güçleştirmektedir (Aslan ve Bilge, 2009). Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te ilan edilmesinden 2015 yılına kadar 92 yılda 62 hükümet iktidara gelmiştir. Bunların 15’i koalisyon hükümeti olmuştur. Bu veriler her hükümete ortalama bir buçuk yılın altında ömür düştüğünü göstermektedir. Sadece 27 Ekim 1965 ile 31 Aralık 2001 tarihleri arasında 37 yılı aşkın süre içerisinde toplam 28 hükümet göreve gelmiş bunlar ortalama 16 şar ay iş başında kalmış ve söz konusu hükümet değişikliklerinin yalnızca yedi tanesi genel seçimler sonucunda gerçekleşmiştir. Ülkedeki siyasi istikrarsızlığın tek olmasa bile görece en açık göstergesi durumundaki bu veriler Türkiye’deki makroekonomik dengesizliklerin sebeplerinin anlaşılması ve analizinde mutlaka dikkate alınması gereken önemli ipuçları sunmaktadır (Kibritçioğlu, 2001:1). 127 M. Aktaş ve A. Levent Örneğin 1987-2001 yılları, Türkiye için siyasal ve iktisadi istikrarsızlıkların içiçe yaşandığı güç bir dönem olmuştur. 12 Eylül askeri darbesi sonrasında getirilen yasaklarla siyasi yelpazenin sağ ve solunda başlatılan bölünmeler, siyasal istikrarsızlığı körüklemiştir. Ortanın hem sağında hem de solunda oluşan bölünmüş yapılar nedeniyle Türkiye 2002 yılına kadar sık sık değişen koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmiştir. Kısa süreli koalisyon hükümetlerinin kısa vadeli siyasal hedeflere yönelmeleriyle birlikte mali disiplinden vazgeçilmiş, bir dizi iktisadi krize giden yol açılmıştır. Bu dönemde koalisyon hükümetleri için hedef, ekonomide makro dengesizliklerin çözümü değil, bütçe dengesizlikleri ile mümkün olduğu kadar ömürlerini uzatmak olmuştur. Sık sık değişen hükümetler iktisat politikalarında küreselleşmeye ayak uydurmak ve bu doğrultuda yeni önlemler almak yerine, var olan sorunları daha da ağırlaştırmadan yaşamaya çabalamışlardır. Ancak giderek ağırlaşan iktisadi sorunlar nedeniyle Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar inişli çıkışlı ve krizli bir dönem yaşanmıştır (Pamuk, 2014: 276). Ayrıca askeri müdahaleler ve muhtıralarla demokratik yaşam defalarca kesintiye uğramıştır. Sadece 12 Mart askeri muhtırası ile 12 Eylül askeri müdahalesi arasında geçen dokuz yıllık sürede dokuz hükümet işbaşına gelmiştir. 12 Eylül askeri müdahalesi ile AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerine kadar ise 14 hükümet işbaşına gelmiştir. 1991’den 2002 yılındaki Kasım seçimlerine kadar, yaklaşık 13 yıllık zaman diliminde iktidardaki hükümetler koalisyon hükümetleri olmuştur. Koalisyon hükümetleri arasında yaşanan çatışmalar ve parti içi çekişmeler hemen hemen her seçimin normal zamanından önce yapılmasına ve seçimler arasında hükümet değişikliklerinin artmasına neden olmuştur. Tüm bunların bir sonucu olarak, Türkiye’de belirtilen zaman dilimi boyunca yüksek politik istikrarsızlığın var olduğu ifade edilebilir (Bakırtaş vd, 2005). Türkiye 2001 ekonomik krizini aştıktan sonra beş yıl süre ile 2002-2006 döneminde yüksek oranda ve düzenli, uzun dönemli büyüme oranının (%4,6) üstünde %7,2 gibi bir büyüme trendi yakalamıştır. 1998 fiyatları ile GSYH yaklaşık 68,3 milyar TL’den 96,7 milyar TL’ye yükselmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin ekonomik düzenlemelerin, tek parti iktidarının ve dünya konjonktürünün özellikle AB’ye tam üyelik müzakerelerinin yarattığı olumlu hava veya sinerji ile GSMH’sini yüksek oranda büyüttüğü gerçektir (Şahin, 2014: 14). 128 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 5. SONUÇ Türkiye’deki çok partili parlamenter sistem; sık sık yaşanan siyasi istikrarsızlıklar, hükümet krizleri ve koalisyonlar gerekçe gösterilerek eleştirilmekte ve parlamenter sistem siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların sebebi olarak işaret edilmektedir. Bu eleştirilere özellikle son yıllarda cumhurbaşkanının seçilme biçimi ile ilgili yapılan düzenlemeler ve yetkileri ile ilgili ortaya çıkan yürütmedeki çift başlılık gibi konular da eklenmektedir. Bu vesile ile aynı zamanda koalisyon hükümetlerinin ekonomik kalkınma ve büyümeyi olumsuz etkilediği savunulmaktadır. Türkiye’nin siyasal ve ekonomik istikrarsızlıklarla yüz yüze kaldığı koalisyon dönemlerinde zaman zaman ciddi bunalımlar yaşandığı da gözlenmiştir. Ülkedeki siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın değişik iç ve dış nedenleri bulunmakla beraber koalisyon hükümetlerinin bu istikrarsızlıklarda önemli roller oynadığı söylenebilir. Özellikle de koalisyon hükümetlerinde partilerin programlarını diledikleri gibi uygulayamamaları ve başarısızlığın faturasını kolayca birbirlerine yüklemeleri daha ciddi sorunların yaşanmasına da neden olabilmektedir. Yapılan analizler siyasal istikrar ile ekonomik performans ve büyüme arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. Uzun vadeli kalkınma programlarının başarıya ulaşabilmesi için istikrarlı hükümetler önemli bir koşul olarak görülmektedir. Çünkü kalkınma ve ekonomik büyüme için gerekli yapısal reformların uygulamaya konulabilmesi için hükümetler istikrarlı homojen bir meclis çoğunluğuna ihtiyaç duymaktadır (Akagül, 2005). Özellikle siyasi kutuplaşmaların keskin olduğu Türkiye gibi ülkelerde farklı siyasi parti ve ideolojik kesimlerden parlamenterlerden ve hükümet mensuplarından görüş birliği sağlamak pek kolay görünmemektedir. Türkiye gibi demokrasisi kurumsallaşmamış ülkelerde siyasi istikrarsızlıklar, hükümet krizleri ve koalisyon hükümetlerinin kalkınma ve ekonomik büyümeyi olumsuz etkilediği görülmektedir. Ancak Almanya gibi demokrasisi konsolide olan ülkelerde koalisyon hükümetlerinin aynı olumsuz sonuçlara yol açmadığı görülmektedir. KAYNAKÇA Acemoğlu D. ve Robinson J.A. (2014). Ulusların Düşüşü. Çev. F.R. Velioğlu. İstanbul: Doğan Kitap. 129 M. Aktaş ve A. Levent Akagül , D. (2005). Démocratie, stabilitépolitique et développement : analyse ducasturc. http://www.ceri-sciences-po.org, (01.02.2016). Akarca, A. T. ve Aysit, T. (2006). “Economic Performance and Political Outcomes: An Analysis of the Turkish Parliamentary and Local Election Results Between 1950 and 2004”, PublicChoice, Cilt:129, Sayı:1-2, ss.77-105. Akıncı, A. (2015). Demokrasi İle Siyasal İstikrar ve Kalkınma Arasındaki ilişki: Türkiye Örneği, Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 10/10 Summer 2015,pp. 41-60. Aktaş, M. (2015). Türkiye’de Hükümet Krizleri ve Sistem Arayışları, (Eds.) Murat Aktaş, Bayram Coşkun, Başkanlık Sistemi. Ankara: Liberte Yayınları. Ali. A. M. (2001). Political Instabilitiy, Political Uncertaintiy and Economic Growth; An Empirical Investigation, Atlantic Economic Journal, 29 (1), 2001, s.103. Arslan, M. ve Bilge, S. (2009). Türkiye’de 1950-2006 Döneminde Bütçe Gelir Gider Yönetimi Üzerine Ampirik Bir Çalışma: Tek Parti ve Koalisyon Hükümetlerinin Karşılaştırılması. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi Y.2009, C.14, S.3 s.265-288. Bakırtaş İ., Koyuncu C. (2005). “Politik Dalgalanmalar Çerçevesinde Türkiye’deki Seçimlerin Ekonometrik Analizi”, Dumlupınar Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 19 Nisan 2005 Sayı: 1- 57. Boratav, K. (2014). Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, İstanbul: İmge Kitabevi. Bussiere M. ve Mulder C. (2000). “Political Instability and Economic Vulnerability”, International Journal of Finance & Economics, C.5, S.4, s. 309–330. Ercan, F. ve Ş. G. Tuna. (2006). “İç Burjuvazinin Gelişimi: 1960’lardan Günümüze Bakış”, İ. Akça, B. Ülman (Der.), İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar, Prof. Dr. Kemali Saybaşılı’ya Armağan, İstanbul: Bağlam Yayınevi, ss. 141-172. Eren, E. ve Bildirici, M. (2001). “Türkiye’de Siyasal ve İktisadi İstikrarsızlık; 1980-2001”, İktisat, İşletme ve Finans, Cilt: 16, Sayı: 187, ss.27-43. Gurgul H. andLach L. (2013). “Political Instability and Economic Growth: Evidence From Two Decades of Transition in CEE”, Communistand Post-Communist Studies, 46, 2013, 189-202. İnsel, A. (1996). Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye. Çev. A. Sönmezay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 130 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Karaca, O. (2003). “Türkiye’de Koalisyon Hükümetleri, Tek Parti Hükümetleri ve Ekonomi”. İktisat, İşletme ve Finans, Cilt: 18, Sayı: 207, ss.90–100. Kibritçioğlu, A. (2001). “Türkiye’de Ekonomik Krizler ve Hükümetler, 1969-2001”, Yeni Türkiye Dergisi Ekonomik Krizler Özel Sayısı. Miller, V. (1997). “Political Instability and Debt Maturıiy”. Economic Inquiry. Cilt:35, Sayı:1, ss.12-27. North, D.C. (2002). Kurumlar, Kurumsal Değişim ve Ekonomik Performans. Çev. G. Ç. Güven, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları. Okutan M. Ç. (2011).Türk Siyasal Hayatı.(Eds.) Yusuf Tekin ve M. Çağatay Okutan.Ankara: Orion Yayınevi. Öztürk, S.,Özyakışır, D. (2005).Türkiye Ekonomisinde 1980 Sonrası Yaşanan Yapısal Dönüşümlerin GSMH, Dış Ticaret ve Dış Borçlar Bağlamında Teorik Bir Değerlendirmesi. Mevzuat Dergisi Yıl:8 Sayı:94. Pamuk, Ş. (2014). Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi.İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. Sen, A. (2004). Özgürlükle Kalkınma. Çev. Yavuz Alagon. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Şahin, H. (2014). Türkiye Ekonomisi. Bursa: Ezgi Kitabevi. Yenal, O. (2013).Cumhuriyet’in İktisat Tarihi.İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. 131 Araştırmalarda Doğrusal Olmayan İlişkilere Veri Mühendisliği Yaklaşımı Dr. Murat Kayri Muş Alparslan Üniversitesi ÖZET Bu araştırmanın amacı, doğrusal olmayan ilişkilerde yansız ve sapmasız olan istatistiksel yöntemlerin gücü ve önemini tartışmaktır. Araştırma deseni, regresyonel bir model olup, Çoklu Doğrusal Regresyon ve Regresyon Ağacı yöntemleri karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Araştırma kapsamında karşılaştırması yapılacak her iki yöntem için hipotetik bir veri seti kullanılmıştır. İlişkilerin doğrusallığı dikkate alınmadan yapılan analizlerin, yanlı ve sapmalı bulgular elde edileceği dikkate alınmalıdır. Hipotetik veri seti üzerinde yapılmış olan bu çalışmada; Çoklu Doğrusal Regresyonun sapmalı bulgular hesapladığı görülmüş ve bu durumun özellikle değişkenler arasındaki ilişkinin doğrusal olmamasından kaynaklandığı gözlenmiştir. Değişkenler arası ilişkinin doğrusal olmadığı durumlarda, Çoklu Doğrusal Regresyona alternatif olarak düşünülen Regresyon Ağacı yönteminin tutarlı, genellenebilir ve güvenilir sonuçlar ürettiği sonucuna varılmıştır. Bu araştırmanın, özellikle sosyal bilimler alanında nicel araştırma yapanlara bir farkındalık kazandırması beklenmektedir. Anahtar Kelimeler: Çoklu Doğrusal Regresyon, Doğrusal Olmayan İlişki, İstatistiksel Yöntem, Regresyon Ağacı. M. Kayri Data Engineering Approach To NonLinear Relations in Researches Dr. Murat Kayri Muş Alparslan University ABSTRACT The aim of this study is to discuss the effectiveness of some statistical methods empirically fornon-linear relations. There search design can be described as a regressionel model and Multiple Linear Regressionand Regression Tree methods were examined comparatively.To compare Multiple Linear Regression method with Regression Tree method, the data set was generated hipotetically. At the end of this study, it was seen that the linear method, which was used in this study, calculated biased findings. However, Regression Tree method obtained robustandun biased findings. As a result, it was adviced to researchers that they should take linearity situation of variables into consideration. This research is expected to benefit in terms awareness to those who are engaged in social sciences research. Keywords: Multiple Linear Regression, Non-Linear Relation, Regression Tree, Statistical Method. 134 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ Doğa olaylarında, değişkenler arasındaki ilişki kimi zaman doğrusal kimi zaman da doğrusal olmayan bir form sunabilir. Benzer şekilde, sosyal bilimler alanında da, sosyal veri (socialdata) olarak tanımlanan değişkenler arasındaki ilişki doğrusal ya da doğrusal olmayan bir forma sahiptir. Araştırmalarda, değişkenler arasındaki ilişkinin doğru tanımlanması, elde edilen bulguların genellenebilirliği ve sonuçların sapmasız olması, özellikle incelenen değişkenlere uygulanan istatistiksel analizin türü ile doğrudan orantılıdır. Doğrusal olmayan bir ilişkiye, doğrusal olan bir istatistiksel yöntemin uygulanması hem bulguların genellenebilirliğini hem de güvenirliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu durum, özellikle sosyal bilimler alanında ciddi bir problem olarak görülmektedir. Çünkü tabiat olaylarındaki ilişkilerin doğrusal tanımlanma sıklığı, sosyal bilimlere göre görece daha fazladır. Sosyal bilimlerde çoğunlukla incelenen obje insan olduğundan, her insanın aynı değişkenler karşısındaki tutumu farklılık gösterebiliyor, bu durum insan-incelenen değişken arasındaki ilişkiyi doğrusal olmaktan çıkarabiliyor. Yapılan birçok çalışmada, nicel araştırmalara ait bulguların yanlılığına ya da sapmalı olmasına belirlenen istatistiksel yöntemin yol açtığı bildirilmiştir (Arı ve ark.,2009; Delice, 2010; Karadağ, 2010; Sönmez, 1999; Tavşancıl ve ark., 2010a; Tavşancıl ve ark., 2010b; Toy ve Tosunoğlu, 2007). Bu araştırmanın amacı, doğrusal olmayan bir veri seti üzerinde deneysel olarak doğrusal ve doğrusal olmayan iki istatistiki yöntemi sınamak ve bu yolla yöntemlerin ne kadar farklı sonuçlar üretebileceğini göstermektir. 2. MATERYAL - YÖNTEM 2.1. Materyal Bu araştırmada, Çoklu Doğrusal Regresyon ve Regresyon Ağacı yöntemlerinin karşılaştırılması için hipotetik bir veri seti kullanılmıştır. Bu hipotetik olan veri setinde; başarı değişkeni bağımlı olmak üzere, bireylerin aylık ekonomik geliri, günlük beslenme düzeyi (kalori olarak), haftalık çalışma saati ve stres düzeyi de bağımsız değişkenler olarak tanımlanmıştır. Veri setinde 240 öğrenciye ait bilgiler yer almaktadır. 135 M. Kayri 2.2. Analiz Deneysel olan bu araştırmada, Basit Doğrusal Regresyon ve Regresyon Ağacı yöntemleri karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Çalışmada kurulan regresyon modeli; Başarı puanı = β0 + β1*aylık gelir + β2*haftalık çalışma saati + β3*günlük kalori + β4*stres düzeyi + Hata şeklindedir. 2.3. Çoklu Doğrusal Regresyon Yöntemi (ÇDRY) ÇDRY,modelde bir bağımlı değişkenin ve ikiden fazla bağımsız değişkenin yer aldığı denklemler olarak ifade edilir. Bu yöntemde, bağımlı değişkeni etkileyen bağımsız değişkenlere ait β parametreleri tahminlenir. Buna müteakip, tahminlenen parametre katsayılarının bağımlı değişken üzerindeki istatistiksel anlamlılık incelenir. ÇDRY’e ait genel form aşağıdaki gibi tanımlanabilir: Y = β0 + β1*k1 + β2*k2 + β3*k3 + ……..+ βn*kn + ui Burada; y, modelde yer alan bağımlı değişkeni, k seti ise bağımsız değişkenleri ve ui ise hata terimini göstermektedir.ÇDRY’de model doğrusal kurulur, hata teriminin ortalaması sıfır ve hata terimine ait varyans tüm bağımsız değişkenler için aynıdır. Modelde yer alan parametrelerin kestirimi, temel olarak En Küçük Kareler Yöntemi (EKK) ile yapılmaktadır. 2.4. Regresyon Ağacı (RA) Bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki doğrusal ya da doğrusal ilişkiyi inceleyen yöntemlerden biri RA’dır. RA, geleneksel yöntemlerden farklı olarak, değişkenler arasındaki ilişkiyi ağaç yapısı şeklinde sunmaktadır. RA modelinde, modelde yer alan bağımsız değişkenlerin birbirleri ile olan etkileşimleri de dikkate alınır ve bu durum kök düğümden dallanmaya doğru sergilenir.Modelde önemsiz bulunan değişkenler, ağaç yapısında yer almaz ve istatistiksel anlamlılığa sahip değişkenler ağaç yapısında önem seviyesine göre konumlanır.RA’da önemli görülen bağımsız değişkenlere ait bir “gelişim değeri 136 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 (improvement value)ve değerin büyümesi bağımsız değişkenin önem seviyesini artırır. RA’da kullanılan algoritma sıklıkla Gini indeksidir. Gini, heterojen olan veri setini homojen alt gruplara bölerek, ilgili homojen alt gruplarda bağımsız değişkenlerin etki seviyesini inceler (Kayri, 2015). 3. BULGULAR Hipotetik olan veri setinde yer alan değişkenlere ait betimsel istatistik bulguları Tablo 1’de yer almaktadır. Tablo 1: Modelde Yer Alan Değişkenlere Ait Betimsel İstatistikler N Minimum Maksimum Arit. Std. sapma ortalama Başarı Puanı 240 21 96 63.64 18.70 Aylık Gelir (TL) 240 1100 5200 3061.66 1136.15 Haftalık Çalışma 240 5 16 11.24 3.18 Günlük Kalori 240 400 2000 1263.12 368.57 Stres Düzeyi 240 95 133 105.83 9.54 Saati Modelde yer alan değişkenlerin merkezi eğilim ve dağılış bilgileri Tablo 1’de yer almaktadır. Başarı puanı bağımlı değişkenini etkileyen parametreleri öncelikle ÇDRY ile modellenmiştir. ÇDRY’e ait parametre katsayıları ve bu katsayıların istatistiksel anlamlılık (p) düzeyleri Tablo 2’de verilmiştir. 137 M. Kayri Tablo 2: Başarı Puanı Üzerinde Etkisi İncelenen Parametrelere Ait Katsayılar Model Standardize t p edilmiş β katsayısı Sabit 45.98 2.818 0.00 Aylık gelir 0.158 1.96 0.048 Haftalık çalışma saati 0.495 7.11 0.00 Günlük kalori -0.076 -1.315 0.190 Stres düzeyi -0.087 -1.348 0.179 Tablo 2’ye bakıldığında, başarı puanı üzerinde anlamlı etkiye (p<0.05) sahip olan bağımsız değişkenler; bireylerin aylık geliri ve haftalık çalışma saatleridir. Bireylerin günlük kalori ve stres düzeyleri ise bağımlı değişken üzerinde etkili olmamıştır. Buna göre elde edilen regresyon denklemi aşağıdaki gibidir: Başarı puanı = 45.98 + 0.158*aylık gelir + 0.495*haftalık çalışma saati – 0.076*günlük kalori – 0.087*stres düzeyi Değişkenler arası ilişkiye bakıldığında, ilişkinin doğrusal olmadığı Grafik 1’den anlaşılmaktadır. Grafik 1, modelde yer alan gözlemlenen ve beklenen değerler arasında istenen düzeyde bir doğrusallığın olmadığına işaret etmektedir. Bu durumda, doğrusal olmayan bir ilişkiye doğrusal bir istatistiksel yöntem uygulanmıştır ve bu da eldeki bulguların güvenirliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Modelde yer alan değişkenlerin doğrusal olmadığı durumlarda, tercih edilmesi gereken yöntem; doğrusal olmayan regresyon yöntemlerinden biri ya da 138 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 yarı-parametrik yöntemlerden (karar ağaçları) biri olmalıdır. Çünkü bu yöntemler, doğrusal olmayan ilişki düzleminde parametre kestirimi yapmaktadır. Grafik 1: Değişkenler Arası İlişkilere Ait Doğrusal Eğri Başarı puanı üzerinde etkisi incelenen faktörler, Regresyon Ağacı yöntemi ile analiz edilmiş ve ilgili bulgular Grafik 2’de verilmiştir. Grafik 2 dikkatle incelendiğinde, ÇDRY’den farklı olarak, Regresyon Ağacı yöntemi, bireylerin stres düzeyini de modelde anlamlı bulmuştur. Aynı zamanda, bireylerin günlük kalori seviyelerinin de stres düzeyi ile olan etkileşimini de (interaction) ortaya çıkarmıştır. Regresyon Ağacı yöntemi, modelde yer alan bağımsız değişkenlerin önem seviyesini de ağaç yapısı üzerinde göstermiştir. Ağaç yapısı incelendiğinde; modelde yer alan en önemli etkiye sahip olan değişkenin “haftalık ders çalışma saati” olduğu görülmüş ve tüm bağımsız değişkenlerin etkileşimli olarak birbirleriyle olan ilişkileri dallar şeklinde grafikteki yerini almıştır. RA’ya göre modelde yer alan değişkenlerin önem seviyesi Tablo 3’de gösterilmiştir. Tablo 3’e göre, modelde en önemli etkiye sahip olan bağımsız değişken %100 etki ile haftalık çalışma saatidir. İkincil düzeyde önemli etkiye sahip olan değişken ise %82.5 önem seviyesi ile bireylerin stres düzeyidir. Modelde yer alan ve %70.7 düzeyde bir önem düzeyine sahip olan değişken, aylık gelir olarak tespit edilmiştir. Modelde en az etkiye sahip (%40.8) olan bağımsız değişken ise bireylerin günlük kalori miktarı olarak elde edilmiştir. 139 M. Kayri Grafik 2: Başarı Puanı Üzerinde Etkisi İncelenen Değişkenlere Ait Regresyon Ağacı 140 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Tablo 3: Modelde Yer Alan Bağımsız Değişkenlerin Önem Seviyesi Bağımsız değişkenler Önem değeri Normalleştirilmiş önem yüzdesi Haftalık çalışma saati 157.59 100 Stres düzeyi 130.031 82.5 Aylık gelir 111.354 70.7 Günlük kalori 64.24 40.8 4. TARTIŞMA VE SONUÇ Yapılan bu araştırma, doğrusal olmayan ilişkilerde kullanılması gereken istatistiksel yöntemlerin önemine vurgu yapmaktadır. Çoklu Doğrusal Regresyon yöntemi birçok araştırmada dikkatsizce kullanılabilmekte ve bu yönteme ait bulguların güvenilir olamayacağı düşünülmelidir. Veri madenciliği kapsamında ele alınan yöntemlerden biri Regresyon Ağacı olup, bu yöntemin doğrusal olmayan ilişkilerin çözümlenmesinde etkili olduğu bildirilmektedir (Kayri, 2015; Kayri ve Boysan, 2008) Deneysel olan bu araştırmada, ÇDRY analizinde anlamsız karşılanan bir bağımsız değişkenin RA’da anlamlı bulunması düşündürücüdür. Tam tersi olarak, bir istatistiksel yöntemde anlamlı karşılanan bir yordayıcı, başka istatistiksel yöntemde anlamlılığa sahip olmayabilir. Bundan dolayı, isabetli, temel varsayımları (doğrusallık, normallik gibi) karşılanan istatistiksel yöntemin uygulanması; sağlam, güvenilir, yansız ve sapmasız bulguların ön koşulu olarak düşünülmelidir. Değişkenler arası ilişkinin doğrusal olmadığı durumlarda, Çoklu Doğrusal Regresyona alternatif olarak düşünülen Regresyon Ağacı yönteminin tutarlı, genellenebilir ve güvenilir sonuçlar ürettiği sonucuna varılmıştır. Bu araştırmanın, özellikle sosyal bilimler alanında nicel araştırma yapanlara bir farkındalık kazandırması beklenmektedir. 141 M. Kayri KAYNAKÇA Arı, G.S., Armutlu, C., Tosunoğlu, N.G., Toy, B.Y. (2009). Nicel araştırmalarda metodoloji sorunları: Yüksek lisans tezleri üzerine bir araştırma. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 64 (4), 16-37. Delice, A. (2010). Nicel araştırmalarda örneklem sorunu. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri Sorunu, 10 (4), 1969-2018. Karadağ, E. (2010). Eğitim Bilimleri Doktora Tezlerinde Kullanılan Araştırma Modelleri: Nitelik Düzeyleri ve Analitik Hata Tipleri. Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 16 (1), 49-71. Kayri, M. (2015).Thecomparison of Giniand Two in galgorithms in terms of predictive ability and misclassification cost in datamining: An empirical study. International Journal of Computer Trends and Technology, 27 (1), 21-30. Kayri, M., Boysan, M. (2008). Bilişsel yatkınlık ile depresyon düzeyleri ilişkisinin Sınıflandırma ve Regresyon Ağacı analizi ile incelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 34, 168-177. Sönmez, V. (1999). Bilimsel araştırmalarda yapılan yanlışlıklar. Hemşirelik Araştırma Dergisi, 1999 (1), 13-28. Tavşancıl, E. ve ark. (2010a). Eğitim Bilimleri Enstitülerinde Tamamlanmış Lisansüstü Tezlerin İncelenmesi (2000-2008). Ankara Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri, 09B5250006, Ankara. Tavşancıl, E., Erdem, D., Yalçın, N., Yıldırım, Ö., Bilican, S. (2010). Examination of data analyses used formaster’s theses in educational sciences. Procedia Socialand Behavioral Sciences, 9, 1467-1474. 142 Avrupa Bütünü İçinde Balkan Özellikleri (Osmanlı İdaresinden Avrupa Birliğine Uzanan Balkanlar) Refki Taç ÖZET Balkanlar, coğrafyala tanımlanılabilen ve toprak üzerinde sınırlanabir bölge olarak tasvir edilemez. Doğu - Batı arasında esen rüzgârlarla kâh Garba kâh Şarka itilen, durağan özeliğini kaybetmiş, siyasi, ekonomi, kültürel gibi çalkantılara yenik düşen, sınırları belli olmayan bir alandan söz edilmektedir. Farklı kültürlerin buluştukları bir alan üzerinde dokunan mozaik bir medeniyetin belirtisidir Balkanlar. Farklı dinleri, dilleri, yaşam biçimlerini barıştıran, çok renkli bir bahçedir - bu Avrupa Yarımadası Doğuyu Batıya, Batıyı Doğuya taşayan güzergâh rolüyle, Avrupa- Asya- Afrika kavşağında farklılıklara mekik dokuyan anlamlı bir dünya bölgesidir, sözü geçen eski kıta bölgesi. Anahtar Kelimeler:Bütüncülük, Ayrımcılık, Özellik. R. Taç The Balkan's Peculiarity within the European Totality (The Balkans Reaching Out to the European Union through the Ottoman Administration) Refki Taç ABSTRACT The Balkans cannot be described as a region defined by its geography and territorial borders. Without demarcated boundaries, it is an area defeated under upheavals such as political, economic and cultural turmoil an area which has lost its stability; and region which is thrust between the Occident and the Orient under blowing winds of East and West. The Balkans represent a mosaic-weaved civilization on a venue were diverse cultures meet. This European peninsula is a multi-coloured garden which reconciles diverse beliefs, languages, and life forms. Bringing East to West and West to East with its taxiway role, the Balkans, this influential region of an old continent, is an important world region which shuttle weaves the differences at the intersection of Europe, Asia and Africa. Keywords:Totalitarianism, Differentiation, Peculiarity. 144 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ Avrupa kıtasının bütününü ikiye bölen, coğrafya değil kültürdür.12 14üncü asırdan beri, Avrupa kavramını, birileri, coğrafi bir bölge ötesinde, kültür, din ve bilinç özenli bir topluluk olarak nitelendirirken, Balkanları, bu eski kıtanın üvey ve Avrupa medeniyetine yabancı bir parçası olduğunu dile getirmekten günümüze dek hiç vezgeçmemişlerdir. Bunlara ne kadar itibar edebiliriz sorusuna doğru cevap bulmak istenirse, Avrupa olduğunda çok daha büyük göründüğünü doğru anlamak gerekir, başka söze acet yok. Akabinde sunu da eklemeden geçmeyelim, binaenaleyh, „Balkan” kelimesinin çağrıştırdığı dağlık yapının sözlük analımı, tek başına bu yarımadayı tanımlayacak bir role sahip değildir. Coğrafyanın beşeri yapısı, bölgenin isimlendirilmesinde ve sınırlarının çizilmesinde tek etken olarak görülemez.13 Balkanlar (Avrupali zihniyetinde), coğrafya kavramında fazla, fikir olarak ‘Doğu’ kültürüne ait bölgenin nüfusuna atıfta bulunarak, küçümseme anlamıni iceren kasitli isimlendirmedir. Tanınmış Amerika gazetecesi John Gunther, bir yazısında, balkanları şu cümleyle betimlemektedir: ‘Eski Çekoslovakya’nın ötesinde ve aşağısında derin balkanlar uzanır. Balkanlar büyük devletlerin kötü niyetleriyle düşünmüş bir cehnnemdir.’ Osmanlı’nın bu yarımadadan çekildiğinden sonra balkanlar sahiden cehnnem haline dönüştürlmüştür. Son yılarda savaşlar, bölünmeler, siyasi çalkantılar, sosyal, etnik ve kültürel çekişmeler, sürekli bir değişimin ve hareketin rüzgarında sürüklenmektedir. Balkanlar, coğrafyayla tanımlanabilen ve toprak üzerinde sınırlanan bir bölge değil, Doğu ve Batı arasında gelişen hadiselere bağlı olarak siyasi, ekonomik, tarihi ve kültürel değişimlerle, durağan karakterini kaybetmiş bir bölgedir. Bu sebeple zaman zaman farklı kimliklere bürünür, bazan Garba kayar, bazan Doğu’ya itilir; bazan da genişler ya da tam tersi daralarak14 gerçek yerini 12 Dağlar, tepeler, nehirler gibi benzeri coğrafya özelikleri insanların bir arada olmalarını engelemez, bu zorlamaları aşacak tuneller, köprüler giderebilir, aralarında gönül bağları kopmadıkça 13 Kırım Savaşına kadar (1853) Osmanlı idaresi ile yönetilen topraklarını, Rumeli adıyla, Avrupa olmayan bölge ilan eden Batılılar (bkz. Cevdet Paşa, Mu’ruzat, 4; Danışman, 4/181) Paris Antlaşmasından sonra (1856) Osmanlı devletini Avrupa devleti olarak tınıldığı söylense de, aslında, (Hüner Tuncer’ e göre, ‘Lozan Diplamasisi’ başlığı altında, Türkiye Hukuçlar Kuruluşunun 75- ci Yıldönümü dolaysıyla sunulan ve Ankara, 2005 yılında basılan tebliğe bakınız) Türkiye Avrupa’ya değil, Avrupa Türkiyeye girmiştir. 14 George Kennan’nın yazdığına göre (The Cloud of Danger, Boston, p. 41- 43) Batı kültürünü savunarak demokrasinin ilerlemesi için; Rusya’ nın ve Osmanlı’ nın idaresi altında bulunan topraklar 145 R. Taç belirleyemeyen bir olgu haline dönüşür. Bazı yayınlarda Güneydoğu Avrupa terimi geçse de, batının güneydoğusunda ve doğunun kuzeybatısında bulunan bölgeyi; Batılılar, dışlayıcı manasıyla ‘Balkanlar’ olarak tanımlamaktadırlar.15 Çoğu zaman saygınlığını yitirmiş, Avrupa’nın sorunlu ve geri kalmış yerleşim yeri olarak tanımlanan Balkanlar, bir takım aşağılayıcı sıfatlarla tasvir edilir.16 Oysa kendilerini Roma medeniyetinin mirasçıları olarak gösteren Batı, Bizans-Osmanlı senteziyle zenginleşen Balkanların kendi kültür değerlerini de hiçe sayarak Doğudan ayrılıp Batı'ya yaklaşmasını, Batı dünyasına yönelik ilgi ve özenti ile açıklar. Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinden bu yana bozulan Avrupa bütünlüğü, hiçbir zaman bu yaranın sızlamasının önüne geçememiş, aksine peş peşe aldığı darbelerden yeni yaralar alarak Balkan Sendromu denilen istikrarsızlıkla karşıkarşıya kalmıştır. Bugün bile çeşitli yaralardan bulaşalan hastalıkları emperyalist mikroplarla tedavi etmeye çalışan Avrupa'nın, ırkçılık, hoşgörüsüzlük, bencillik gibi zorla dayattığı reçeteler, Balkan insanı birbirinden koparmış, aralarına düşmanlık ve nifak tohumları ekerek yenik düşmesine neden olur. üzerinde bir sınır oluşması gerekmektedir. Bu öneriyi ciddiye alan Batılı göçler, geleceğe ait yeni bir sınır oluşturmayı uygun bulmuşlardır. Dolayısı ile, Rusya’ nın güneyinden başlayarak Ukranya’yı ikiye bölme gerekçesini öne sürerken (Katolik Hıristiyanları Ordodoks meshebini yaşayanlardan ayırarak); akabinde, Romanya’ya gelince, Transilvanyayı Batıya katarak, gelişmemiş doğu bölgesinden ayırılması gereğini kaçınılmaz bir olgu olarak ortaya koyarak, Slovenya ve Hırvatistanı kendilerinden sayarak, İslam’dan ve Ortodoks dünyası etkisinden kurtulmaya ‘hak’ eden yeni bir Batı coğrafyası olşuşturma girişiminde bulunmaktadırlar. 15 Zamanın her olayını tarihe not ederek, hukuk profesörü sıfatıyla da olan bitenlere hak- hukuk biçmekte geri kalmayan Arnold Toynbee, bir seferinde, Rusya ve Türkiye istedikleri kadar Avrupalı olsunlar, Batılılar siyasi, iktisadi, kültürel gibi ittifaklarına kabul etmezler. 16 Avrupa eski harita ve kitaplarında Balkan Yarımadası ‘Turqie d’Europe’ olarak geçer. Daha fazla bilgi için bkz. İslam Ansiklopedisi. Hâlbuki coğrafya bölgesi anlamında ‘Balkan’ sözcüğünün: sarp, ormanlık sıradağ veya sık ormanla kaplı dağ, sazlık, bataklık, ya da çalıkalarla kapalı engebeli arazi gibi anlamlarla, diğer (Doğu) dillere Türkçe’den geçtiği bir gerçektir. Bkz. Şemseddin Sami, Kamusi Türki, yeniden basın, 1998, İstanbul. Coğrafya nitelikleriyle betimlenen Balkan bölgesine tarih olaylarını ekleyerek, onun siyasi- kültürel boyutunu tasvir ederken, Osmanlı hükümranlığının bitişinden itibaren, Balkanlar’ın paylaşılmasına göz diken emperyalist güçlerin, Avrupa’nın bu bölgesini Türk kültüründen kurtarmayı bahane göstererek, Balkanlara hâkim olma niyetleri belirginleşmiştir. Ona biçtikleri anlam veya anlamlar itibarıyla ve sergiledikleri tavırlarıyla, emperyalistliklerini tasdik etmiş ve etmektedirler. Binaenaleyh, bu yarımadanın sınırlarını belirleyen toprakların bir kısmında yer almakla Balkan ülkesi sayılan devletler (Türkiye gibi) karşısında, diğer devletler bu yarımadada yer almalarına rağmen (İtalya örneği) Balkan ülkesi sayılmazlar. 146 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1352 senesinde Rumeli’ ye adım atan Osmanlı,17 sadece Doğu Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak hereket etmez; binlerce yılda oluşan kültürel değerlerle bu uzak geçmişin mirasını birleştirip Balkan medeniyetinin senedine koyduğu İmza ile tarih sahnesine taht kurar. Zengin bir kültürün taşıyıcısı olarak, Balkanlarda kendini benimsenen Osmanlı, devrine ve zamana göre çağdaş bir eğitim sistemi getirerek, zanat, sanat, edebiyat gibi değerleri yaşatmak için çeşitli kurumlar kurar. Böylece Balkan halklarının teşekkülünde de önemli unsur olarak katılan Türkler, bu yarımadada beş asırdan fazla bir arada yaşadığı Balkan halklarıyla yeni bir kimlik meydana çıkarır. Eskiyi kendi varlıklarıyla harmanlaştıran Osmanlı, Balkanlarda geçmişin izlerini gelecek yolun trafik işaretlerine manşet ederek, çeşitli kültürlerin bir sentezi olarak boy göstermiştir. Osmanlı'nın Balkanlarda uyguladığı idari sistem, farklılıklara saygı esasına dayalı bir hamilik olduğu açıktır. 1371 yılından sonra ise, artık Balkanlara tam anlamıyla egemen olan Osmanlı, temelini sağlam değerlere oturturtarak bu coğrafyayı ve halklarını asırlarca idare etmeyi başarmıştır.18 Sözü edilen başarının ana hatlarını çizmek gerekirse, en başta farklılıkların tabi düzenini bozmadan bütünü idare etmek başarısı gelir. Bu ilke yolunda hareketle Osmanlı, beylikten dev bir devlete yükselmiş, bu günün deyimiyle, devletler topluluğu niteliğinde genişlemiştir.19 Yaşayış tarzı, çeşitli kültür zenginliği, yerleşim yerlerin mimari yapıları, edebiyet, sanat, hukuk ve adalet gibi insani değerler, zamana ve mekâna uygun biçimde, dünya görüşünü yansıtan kosmopolit bir oluşumu ifade eder.20 Irkçılık yönünde eskiliğin eksikliğini yeni 17 Türklerin Balkanlara ilk yerleşimi, Moğollardan kaçıp Bizans’ ta sığınak sağlayan Selçuk Sultanı İzzedin Keykavus ile ta 1261 senesinde başlandığı söylenir. Bu görüşü saygıyla karşılarken sunu da hatırlamadan geçmeyelim: bugun bile azakta kalan eserlere ve tarihin izlerine bakilirsa, Turk- Islan senteziyle olusan kulturi degerler balkanlarin cok daha derinliklerinde yer alir. Dolayisiyla Osmanlinin idari kurumlariyla bu Avrupa Adasina yerlesmesi onceden olusturulan medeniyetin davetisi olarak gormek gerektigini dusunuyorum. 18 Bizim kültür dilimizde idare kelimesi, örtbas etmek; göz yumak; hoş görüşle bir işe elvermek; kötülüklerden korumak; herkesin geçimini sağlamak için, herkese ve her yere yetişmek demektir, hükmetmek değil. İdare etmek, halkın sorunlarını yüklenmek demektir, dolayısı ile onlara ezici talimatlar vermek gibi incitici anlamlara indirilemez. 19 Tarihin bize sunduğu bilgilere dayanarak Balkanlardaki milli oluşum İtalyan Rönesans’ ı ve Fransız İhtilalinden çok daha önce görülmüştür. 1433 senelerinde tohumların atıldığı söylenir, Fatih döneminde yer bulur, herkesin haklarını tanımakla Kanuni lakabına yükselen Sultan Süleymen döneminde coşar. Ancak, Osmanlı kavramında millet duygusu, Fransız devrimin getirdiği sonuçların aksine, devleti uniterleştirecek ulusal bir kavram algıyışı dışında, farklılıklara tanılan hakların getirdiği multi renkli yaşam biçimlerin bir arada yaşamı olarak boy göstermiştir. 20 Yunan devletinin kuruluşuyla (1821) Çağdaş Yunan edebiyatın başladığını ve bu başlngıçın ‘Digenis Akritas’ destanının yazılmasıyla vuku bulduğu söyleyenlerden (Damla Demirözü, Balkanlar 147 R. Taç milli görüşle ortadan kaldırırken, devlet gücünü kendi kültür egemenliğine harcamadan, asimilisyon duygusuna da kapılmayarak, hiç kimseyi zor duruma düşürmeden, sıkıştırmadan, farklılıkları il21 ve ilçe bölgelerine sıkıştırmadan, bir arada yaşanılabilecek bir ortam yaratarak onun kılavuzluğunu yapmıştır.22 Bu da Osmanlının nasıl kurulduğu ve siyasi yapının neden asırlarca bu coğrafyada egemen kaldığını açıklamaktadır.23 Başta Hıristiyanlığı İslamla barışık tutmayı başaran Osmanlı idaresi, içinde bulundurduğu çeşit milletlere eşit mesafede davranarak, farklı dilleri konuşan çeşit toplulukları saygıyla karşılar. Onlara aynı derecede kapılarını açarak, herkese eşit ve hoşgürü ile davranır. Dinine, rengine cinsine ve benzeri insani özeliklerine bakmaksızın, ADALETİ hüküm gösterip bilinen diğer özeliklerini de bir zenginlik olarak kabul eden bu anlayış, büyük bir kitlenin tüm farklılıklarına özen göstererek o döneme kadar bilinmeyen bir federasyonu inşa eder. Bu kanıtlanmış tarihi gerçekleri hatırlatırken, o günlerin hoşluğundan doğan özlem içerikli duygu ve düşüncelerden asla bir kasıt aranmamalıdır. Kaldı ki, asırlardır bir arada gelişen ve genişleyen sosyal hayat tarzı ve bu bağlamda inşa el Kitabı, Cilt III: Dil ve Edebiyat, ‘Yunan Edebiyatı’ başlığı altında yayınlanan makale, s. 101) yola çıkarak, ‘Yunanlılık’ bilinci altında meydana geldiğini göstermek istenilse de, başını çeken olaylardan adını alan bu eser, iki (rakam) anlamıyla: 1. ‘di’ ve soy anlamıyla: 2.‘genis’ türemesinden oluşan ‘Digenis’, bir Arap emirin bir Bizanslı kızı kaçırdığını dile getirirken, iki soylu bir oluşumdan behsetmektedir. 21 Orhun Kitabesine gore, “il” sözü devlet anlamını taşır; Mahmut Gasgari lugatında ise”il”, sulh deyimine denk gelir. Bu iki manna birleşimini, Ziya Gökalp, türkçede( Türk kültüründe- RT) “il” kelimesi hem devlet manasına hem de sulh manasına geldiğini öne sürer. 22 Osmanlıları Balkana ve Balkanı Osmanlılara iyi niyetli insanlar tanıtmışlardır. Moğollardan kaçan bir grup Türkmenin başında bulunan Sarı Saltuk Baba, iki yıl önce bu yerlere ayak basan Selçuk Sultanın yanına (1263) yerleşmeleriyle başlarını kurtarma rahatlığına kavuştuklarını yeterli görmemiş, yaptıkları işlerden ve inşa etikleri kasabalar ve benzeri yerleşim yerlerinde oluşturdukları istikrarlı sosyal hayat neticesine, Balkanları Türklere ve İslamiyet’ e açmayı başarısıyla veli- gazi olarak tanıtılmış ve onun kişiliği adına türetilmiş menkıbelerin toplandığı ‘Saltukname’ kitabında Sarı Babayı tanıma imkanı oluşturulmuştur. (Cem Sultan talimatıyla, Ebu’ l- Hayır Rumi tarafında kitablandığı söylenir, bkz. Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy, Balkanlar el Kitabı, Cilt III: Dil ve Edebiyat, ‘Türkçenin Balkan Dilerine Etkisi, s. 173). Bu gibi daha birçok örneklerden hareket ederek (bkz. Aydın Ayhan, Rumali ve Akdeniz Adalarında Türk Varlığı, İstanbul, 2013) gösterilecek son nokta: Osmanlının Balkanlarla buluşmasını kaba kuvvete dayatmaya çalışanların art niyetlerini belirlemektedir. Millet sistemi Fatihi’ in eseri olduğu söylentileri tarih belgeleri destemektedirler. Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar, Ulahlar, Boğdanlılar, Hırvatlar, Karamanlılar, Süryaniler gibi milletler bu dönemde oluştukları bilnir. Dolayısıyla, Hıristiyan uyruklu olan bu gruplar, Sultan’ ı dinsel bir otorite olarak değil, düzenin koruyucusu ve kanun uygulayıcısı olarakgörmişlerdir. Onlar kendi etnik grubu içinde ana dilerini konuşarak ve kendi cemaatleri içinde ibatlerini serbestçe yerine getirirken, millet olma yoları açıldığı su götürmez bir gerçektir. 148 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 edilen toplumsal birliktelik, adeta yeni ayşamın mührü olarak bugünkü doğal haleriyle, Balkan insanını birbirine yönelmeye zorlar. 2. BALKANLARDA İSTİKRAR ARAYIŞLARI Doğu ile Batı’nın Balkanlardaki buluşmasından doğan tarihi renklernden oluşan mozaik tablo, 19. asırda bozulmaya başlayınca, resmin tamamı zedelenmeye, renklerin zenginliği solmaya devam etmiştir. Dolayısıyla, bu bozulma, Şark’ın Garba açılan penceresinin kapanmasına ve Batı’yı Doğu’ya götüren kavşak yolun allak bullak olmasına neden olur. Dahası, bir asrı aşan çekişmeler, tarihin derinliklerinde binbir zorlukla inşa edilen değerlerin bütünlüğü parçalanmış, aralarına kalın duvarlarlar örülmüştür. Farklı kültür buluşmalarıya zenginleşen değerlerin altüst edilmesi, bölgedeki dengelerlerin değişmesine; güce dayalı fiiller ve küçük hesaplar ise, Balkan coğrafyasının bölünmesine ve parçalanmasına zemin hazırlamıştı. Oysa büyük uygarlıkların buluşmalarıyla değer kazanan insanlık, maalesef doğru okunamamış ve medeniyetler çatışmasına dönüştürülmüştür. Bu davetsiz misaferleri kapılarını ardına kadar açarak içlerine kabul edenler, onlarla bir türlü baş etmeye başaramamışlardır. Bu kandırıcıların yolu, Balkanları yeni parçalanmalara götürdüğü açıkça görülmektedir. Buna rağmen, göz göre göre yanlışlar yapılmaya devam edilemektedir, hatta savaşlar içinde boğulmaktan kurtulmak için yine onlardan imdat aramaya sevk edildiğini hep beraber yaşadık. ‘Şeytandan iman arama’ deyiminden anlaşılacağı üzere, bataklıktan kurtulmanın yolunu seni oraya sokanlardan aramak çok düşündürücüdür. Bundan böyle, Balkanlar’da istikrarın sağlanması için, ne yazık ki hep emperyal bir dış güce “ihtiyaç” duygusu hâkim olmuştur. Ancak bu “ihtiyaç” sonuçları açısından Yarımadada bulunan ülkelerarası ilişkiler zorlamaya, tarihi ve kültürel bağları bir bir kopartarak, birbirlerinden farklı biçimde gelişmişlerine sebebiyet verir. Aynı coğrafyada yaşamalarına rağmen, aralarındaki münasebetler kesilmiş, asırlarca paylaştıkları yaşam tarzlarından uzaklaşarak/yabancılıklaşarak eski dostlukları kin ve nefrete dönmüş adeta birbirlerine düşman olmuşlardır. Batı Avrupa tipini benimseyerek, merkezi ulus yaratmaya çalışan Balkan devletleri, toprak parçalama üzerinden millet kavramını da yozlaştırarak24 tek türlü bir 24 Osmanlı devrinde oluşturan ‘millet’ kavramı, farklı din cematlerini oluşturan gruplara atıfta bulunmuştur. Etnik grupları beyan eden ‘kavim’ kavramı sosyal hayata insanlar arası ilişkilere etkili olmadığı için, sözü edlilen idarenin devlet yapısı, milletler topluluğu olarak nitelendirilmiştir. 149 R. Taç toplumsal yapı kurmaya sevkedilir. Bu yanıltma onları şiddete ve umutsuzluğa kurban eder. Batılı emperyalist güçlerin tekkültürlük önceliği ile oluşturmak istedikleri uniter devlet biçimini, yani ulus ve bu ideoloji temelinde gerçekleşen başarılı eritme potası örneği25 Balkanlarda geçersiz kalmıştır. Bağımsızlık vaadıyla oluşturulan bütün Balkan devletleri, ulus üstünlüğünün sağlayacağı tektürlülük kışkırtmalarıyla aldatıldıkları inkâr edilmeyen bir gerçektir. Ne var ki, ulus-devlet sistemi, (Batı) Avrupa’da birleştirici işlemlerini görürken, Balkanlarda bölücülük rolüne börünmüştür. Buna rağmen, her ne kadar bu Yarımadada miniyatür devletler oluşturulmuşsa da, tektürlülüğü belirleyebilen uniter bir toplumsal birliktelikn söz edilemez. Vaat edilenin aksine, multikültür yaşamına alışkan olan Balkan milletine aksini göstererek, bu zenginliğini elinden alıp aralarındaki tarihi bağlılıklardan doğan köprüleri yıkar, geçmişi suçlamayı hüner gösterip ta birbirlerini düşman eder. Osmanlı’nın terk ettiği topraklar üzerinde oluşan ulus-devletler, karşılarında Batı Avrupa devletlerini bulurlar. 15. asırdan itibaren kurduğu sömürgelerle genişleyen/zenginleyen Avrupa, Balkalanlarda Osmanlı'nın gücüyle karşılaşır. Osmanlı’nın çöküşünü fırsat bilen emperyal güçler, bölgede çıkarttıkları fitne, fesat ve kışkırtmalarla bu Yarımadayı barut fıçısına çevirirler. Mehmet Akif’in ağıtları da ateşin söndürülmesine (‘Medeniyet size çoktan beridir diş biliyor; Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor. Arnavutlar size ibret olacakken hala, Ne bu bulanık siyaset, ne bu bozuk dava? Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz, Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz! Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum... Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum’) yetmez. Aksine, yangından kalan közler üzerinde, (yabanlcıların yönetimine geçen topraklarda)26 kan ve gözyaşı hiç durmaz. Durmak bilmiyen bu 25 XVI yüzyılda, Avrupa’ da 500 tane özerk devlet ve prenslik vardı ( bkz Charles Tilly, The Formation of National States in Europe, 1975, alıntı: Anthony Giddens, Sosyoloji, Türkçeye: Ülken Yıldız, Ankara, 2001, s. 147.) En ince farklılıkları bile kaldırmaya gücü yetmeyen kültürün neticesinde, böyle bir tablo oluşturulmuştur. Diğer medeniyetlerin kültürel değerlerini yaşamayan Avrupa, kavga ve kargaşayı kaçınılmaz hale getirmiş, dolayısıyla ulus- devlet sistemi üzerinde birleşmeyi tercih ederek, XX. yüzyılın başında devlet sayısı 25’ e düşmüştür( Tilly) 26 Çin setinden Adreyatik denizine kadar dev bir devletin en yüksek makamalardına yer almayı bilen (Osmanlı tebaası) arnavutlar, sözde halk eğemenliğine kavuştuklarında, Arnavutluğa tanılan ‘bağımsızlığın’ beraberinde, emperyal güçlerin hamiliğinde gerçekleşen Londra Konfransını kararından hemen sonrası, bu yeni Balkan devletin prensliğine; siyasal tecrübesi olmayan, bura halkın kültüründen habersiz, amma dar görüşlü yönetim anlayışıyla, Avustruya, Macaristan ve 150 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 kavga ve kargaşa, bu coğrafyadaki devletlere ne gerçek bağımsızlıklarını sağlamış, ne tekkültürlü bir oluşuma izin vermiş, ne de kendi kaderini belirleyecek Balkan halklarına egemenlik tanımıştır. Su götürmez bu gerçeğin aksine, o gün olduğu gibi bu gün de, ‘bağımsızlıklarını’ sağlamak adına, yelkenlerini Batı Avrupa (güçlü) devletlerine açmış olmalarına bir anlam vermek, hayli zor olsa gerek. 3. BALKANLARDA SİYASAL KARMAŞA “Geçmişten ders almayan, sınavı tekrarlar.” deyiminden yola çıkılırsa, Batılı zihin tahayyülünde Balkanlar, bir asır boyunca (Osmanlı’nın bu topraklardan çekilmesinden bu yana) Batı değerlerini kutsayarak, onun ürettiği milliyetçilik (ırkçılık anlamında) ve egoistlik gibi olumsuzluk çukuruna batmıştır. Tarih boyunca olduğu gibi, yakın tarihte de, Soğuk Savaşın sona ermesiyle değişen dengelerin kırılma noktası, Balkanlar üzerinde patlak vermiştir. Ortak değerlerden çok farklılıkları yücelterek, gerçek değerleri perde arkasına iten anlayış, emperyalistlerin çıkarları uğuruna savaşlar çıkarmıştır. Ayrılmaz bir bütün olan Balkan halkları, kışkırtılarak çeşitli çatışmalara sürüklenmiş ve bölgede büyük bir kaos yaşanmıştır. Bu keşmekeş de parçalanmış devletlerin içinde yer almalarından başka bir sonuç doğurmamıştır. Çatışmanın fitilini yakan Batı güçlerinin ‘barış meşalesi’ ne kadar parlayacak, bunu zaman gösterecektir. Balkan olaylarına Sosylojik tarih merceğinden bakıldığında, bir devletin yok olmasıyla o devletin yarattığı medeniyetin yok olmayacağı kolaylıkla anlaşılır. Speras Vryonois’un bu düşüncesi, ilim dünyasında ilgi çekmiş, hatta hiç itiraz görmeden literetüre geçerek toplumsal gelişmelere kural edilmiştir. Bir zamanlar bu kuralı tanımayanlar, şimdi ellerinde bu altın kuralla yeniden dönmüşlerdir. Bu dönüm noktanın aslı bize Osmanlının idaresinin ilkelerini hatırlatır. Binaenaleyh, Osmanlılar Rumeliye akın etiklerinde, Bizans denilen Doğu Roma kültürünü kendilerine miras ederek, Bizans-Osmanlı sentezinde,27 Doğu-Batı değerlerini birlikte mecz ederek, yeni bir kültürün zenginliğini oluşturdukları inkâr edilemez. Bu pencereden tarihi getirilere bakıldığında, Balkan halklarının birbirleri arasında birleştici bir faktör olduğu görülmektedir. Böyle bir kaynaşımla özleşen Balkan Almanya çıkarlarına yeterli olan, 35 yaşıyla ancak yüzbaşı rütbesine tırmanmayı başaran, Alman askeri William Wied getirilmiştir. 27 Daha geniş bilgi için, İsmail Takalak, Bizant- Osmanlı Sentezi, 2006, İstanbu, yayınlanan eserine bakınız. 151 R. Taç kültürü yok olamayacağına göre,28 onunla barışık yaşamak herkesi bu düşünceyi kabul noktasına götürür. Farklılıkların huzur içinde nasıl yaşandığını gösteren Osmanlı devri, gelecekte de bunların nasıl yaşanabileceğinin ipuçlarını vermektedir. Balkan topraklarında yaşayan milletlerin dağılımı ile devlet sınırları denk değildir. Bu Yarımadada yer alan devletler içinde tek bir dilin konuşulduğu bir devlet yoktur. Genellikle birkaç komşu devletde aynı dilin konuşulduğu, aynı dinin yaşandığı, aynı müzik havasından hoşlanıldığı, aynı mutfağın paylaşıldığı, aralarında sıkı bir birliğin mevcut olduğu anlaşılır. Diğer nedenler de buraya eklendiğinde, istense de istenmese de, Balkanların özel bir birliğe sahip oldukları inkâr edilemez. Dolayısıyla Balkanlar, sınırları aşan bir bütünü teşkil eden büyük ve karmaşık bir bölgedir. Ömer Lütfü Barkan’ın dediği gibi, Balkan milletleri isim ve din değiştirerek tarih sahnesine yeni ırk ve millet biçiminde boy gösterirken, üzerine yeni görevler almış olarak çıktıları diye bilinir. İslami bir renk ve cila altında eski Bizans’ı (Osmanlı’da) ihya ve devam etirdiler. Balkanın bu rengi asla değişmez, değiştirilmesi büyük bir felakete yol açar. Halihazırda Balkanlar bir çelişki içindediler;29 yüzyıların oluşturduğu bağlılıkları olumsuz bir tarih ile suçlayarak, beraberce inşa edilen bir medeniyeti yok sayıp geleneksel değerleri çörütmeye kast edenler, başkalarının değer belirlerdikleri yaşamı kendilerine mal etme peşinde yürümektedirler. Hâlbuki birliği ifade eden abideleri bir bir yıkmaya çalışılırken, aralarında çatlağın daha da açılacağının farkına varmalıdırlar. Aynı derdi yaşayan toplulukların uzaklaşmaları, aynı kaderi paylaşan olumsuzluklardan kurtulma işleri zorlaştıracağını unutmamak gerekir. Balkanlar üzerinde oynanan oyunların aksine, aynı çileyi çekenlerin bir 28 Linguistique balkanique eseriyle (1930) kendini dünyaya tanıtan Kristian Standfeld, Balkanolojinin ayrı bir bilim dalı olması gereğini, sosyloji ve tarihi açısından yanısıra, dil açısından da önem arzetiğini dile getirmiştir. Rumencedeki Türkçe alıntıların bir bölümünün Bulgarcadan, Arnavutçaya ise Türkçe kelimelerin birtakımının Sırpça ve Yunanca aracığıyla girdiği örneklerini vermesiyle, Oryentalizm bilimlerin buna karşılık veremeyeceğini öne sürmiştir. Batıya dönük bilimler üzerinden de Balkan özeliği anlaşılamayacığına göre, Balkanoloji bilim dalının oluşumunu kaçınılmaz olarak göstermeye çabaları açıkça ortaya çıkmaktadır. 29 Günümüz çelişkilerin saldıkları daların kökleri daha uzun bir geçmişe dayanır. Bunun çok çeşit örneklerinden, milli çağdaş edebiyatı oluşturma acelesinden doğan bir olayı tercih etmemiz yeteriyle manidar olacağına inanıyoruz. İstanbul’ da okumayı başlayan ve eğitimini Paris’ te devam etiren, Odessa’ lı (1854 doğumlu) ilk Yunan milli yazarlarında Yoannis Psiharis, Yunanca yazdığı romanların yanında Fransızca yazdığı romanları da var olduğu bilinir, ama iyi Türkçe konuşmasını ve yazmasını bilen bu yazar, Türkçe olarak hiçbir eser bırakmamıştır. Uzak Fransa yı komşusu olan Türkiye’den daha yakın görmesi, şimdiki çelişkilerin bir öncesini gösterir. 152 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 araya gelmeleriyle, çözüm yolarının bulunması muhakak daha kolaylaşacaktır. Böyle bir hamleyi oluşturmak adına, Balkan bütününü oluşturacak buluşmaların sıklaştırılması düşüncesi akla gelir. Bu karşılıklı ilgiyi duyanlar, özelikle üzerinde durmaları gereken bir şey varsa o da, Balkan rengi kültür harmanından boy veren bu ortak medeniyeti öz değer bilerek ona sahip çıkmak ve altını kalın çizgilerle çizerek yeniden hatırlatmaktır.30 Ayrıca, Batı’nın Balkanlara vakıf olamayacağı ifade edilerek, bilhassa benliklerini daim kılacak noktayı ortaya koymaktır. 4. AVRUPA BİRLİĞİ’NİN BALKANLAR ÜZERİNDE ETKİSİ Avrupa Birliğine (AB) girmeyi arzulayan devletler, hazırlıklarını yapacakları süreç içinde, bu topluluğa kabul edilen Balkan devletleriyle özel bir işbirliği oluşturmalarında fayda vardır. Bu birliğe üye olan Balkan ülkelerin denetimlerine bakarak, AB'nin onlara getirilerini ve götürülerini iyice inceleyerek, kendi menfatlarını savunacak kararlar almalarını sağlayabilir. AB'nin parıltılı dünyasına ve reklamlarına kanmayarak onun gerçek yüzünü görmek, katılım hazırlıklarına yön verebilir, doğacak olası pişmanlıklardan koruyabilir.31 Batı ideolojisi kapsamında vaad edilen değerlere aşina olan bütün Balkan ülkeleri, ne yazık ki, kaba kuvvet korkusuna da eğilerek milli çıkarlarını gözden çıkarmış bir davranış göstermektedirler. Birbirlerine eşit davranan Balkan devletleri bunu gözden çıkararak, aralarındaki ilişkileri soğutup AB diktası ile Batı kurumlarında buluşmaktadırlar. Doğal bağlılıkları bir yana koyarak, birilerin patronlukları/şemsiyesi altına buluşmalarını tasvir etmek elimizden gelmez. Bu gelişimi tastiklemek kabulenecek bir gelişim olarak nitelendirilemez. Bundan dolayı, geçici süreç içinde yaşayacakları değişim ve dönüşümler, geçmişin birikimiyle oluşan Balkan halkalarını birbirinden çıkararak, tabiri caiz ise, yeniden 30 Uluslararası ilişkiler uzmanı, American University, Washington D. C. emeritus professor Joshua S. Goldstein, „İnternational Relation” eserinde (Marrdhëniet Ndërkombëtare, Arian Starova Arnavutça çevirisinden alıntıya göre),emperyalizm kültür etkisinde bahsederken, Birleşmiş Amerika Devletlerin dünyadaki kültür etkisi, askeri gücün bu devlete sağladığı egemenlikten fazlasını getirdiğini söylemektedir, sayfa 440 bakılabilir. 31 Böyle bir tedbir almak ve bu konularda titiz olma gereğini bize, ünlü bilim adamı Edward Said (Kültür ve Empeyalizim, Adıyaman, 2010, çev. Necmiye Alpay, 27) şu sözlerle hatırlatmaktadır: ‘Empeyalizimden konuşurken, Osmanlı gibi imperatorluklardan söz etmemeiz, onların diğer imeratorluklardan daha küçük oldukları anlamında değil, hakimliklerini başkalarına baskı üzerinde kendi kültürlerini zoraki benimseme girişimleriyle tektür bir kültürün oluşum eylemlerini göstermediklerini öne sürmektedir. Bu sarfetiği sözlerin verdikleri anlamlara bakıldığında, adları geçen ve geçmeyen belli imperator devletlerin güçleri yetmediğinden değil, empryalist bir politikayı benimsemedekleri için gelişmiştir. 153 R. Taç ör melemek anlamsızlığına izin verilemez. Bu Yarımadada yer alan devletlerin oluşturdukları ortak değerlerin yerine, tanımadıkları bir sosyal yaşama yönledirme hedefi kabul görmez. AB'ye katılım şartları doğru algılanırsa, üye olma girişimlerin ön plana çıkarma mecburiyeti anlaşılır ve kendi özeliklerinden vazgeçtikleri kadar, bu süreçin uzatılacağı tespit edilebilir. Bu teslimiyetin getireceği sonuçları tahmin etmek gerekirse, yeni bir jeoekonomik politikasının ağır basacağı anlaşılır. Ayrıca, bölge ülkeleri arasında daha büyük bir mesafe kaydedileceği de kolaylıkla görülebilir.32 Batı Avrupa yaşam biçimine uyum sağlama çerçevesinde ve onun çıkarlarına boyun eğme mecburiyetiyle hareket ederek, Brüksel dikteleriyle gerçekleştirilmeye çalışılan reformlar, komşu devletlerin birbirleriyle münasebetlerini kesmekle gerçekleştiği görülmektedir. Geçmişte gerçekleşmiş bulunan çeşitli ulaşım ve iletişim gelişmelerinin hasara uğradığı, her gün daha fazla hisedilmektedir. Serbes piyasa ekonomisi adına farklı uygulamalar neticesi, mevcut ilişkilere yeni perdelerin düştüğü gözler önüne sergilenmektedir. Bütün ticari hesapların evuro para birimiyle gerçekleşmeleri, milli para birimi geçerliğini cidi biçimde inleterek, ulusal finans hesaplarını olumsuz etkilemektedir. Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar da ilişkilerin gelişmesine ve yeni ortaklıkların kurulmasına engel olduğu açık bir gerçektir. Balkan ülkeleri arasında yatırım ilişkileri incelindiğinde, kayda değer bir gelişimden söz edilemez. Bunun aksine, Batı devletlerin gerçekleştirdikleri yatırım, çevreyi kirletecek endrüstride görülür, ucuz işçi sağlama fırsatından yaranlanma geleniğini sürdürerek, sömürücü niyetleri çoktan açığa çıkmış bulunmaktadır. Balkanlarda ‘çözüm üretme’ deyimini alışkanlık haline getiren güç sahibi devletler, emperyalist çıkarlarını gerçekleştirmek için, bu sözü alet etmişlerdir.33 19. asırda Balkanlara girmeye başlayan emperyalist güçler, 20. asırda bölgeye tamamen hâkim olmayı başarmışlardır. Sömürgecilik geleneğini yeni bir kumaş içinde gerçekleştirmeyi hedef seçen canavar, ‘tek dişini’ (M. Akif) dudakları içinde saklayarak, ‘medeniyet’ ateşiyle Balkanları yakıp kavurduğu gerçeği henüz doğru anlaşılmamıştır. Anlaşılmasında zorluk çekilmesinin ana nedeni şu cümle içinde 32 Avrupa Birliği üyesi olmayan devletlere viza uygulamasıyla, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya gibi ülkelere serbes ziyaretler kısıtlanmıştırı, bu devletler üzerinde seyahat olanakları zorlaşmıştır. 33 Bir Çinlinin Konfüçyüden fazla batı kültürünü tanıması, bir Türkün Osmanlı hakında kısıtlı bilgisi karşısında, Stuttdgart doğumlu Georg Wilhelm Friedrich Hegel’ in bütün yapıtlarını bilmesi kültür emperyalizmin hâkim olduğunu belirlemektedir (daha detaylı bilgi için Ahmet Davutoğlu’nun, “Stratejik Derinlik” eserine bakınız). 154 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 aydınlanabilir: ‘Yaptıklarını hiçbir zaman söylemediler, söylediklerini de hiçbir zaman yapmadılar.”34 Kanımızca, Batı Hristiyan dünyasında bu cümle içinde yatan gerçek, bunca senelere rağmen hiç eskimeden günümüze kadar iş görmektedir. Kaldı ki bu cümleyi iyi okumak ve izah ettiği zihniyeti de doğru tasvir etmek gerekir. İkinci Dünya Savaşının getirdiği dehşeten ibret alınarak güya, Evrensel İnsan Hakları Beyanamesi’ni yaratanlar, bireyselik kavramına siyasi bir anlam yükleyerek ferdi kozmopolişterme propagandasıyla vatanından kopararıp yeni idolojik bir hedef gösterirler. Vatandaşa elini uzatmak bahanesiyle ulus devlet sınırlarını aşarak, bireyi dünya merkezli güçlerin himayesi altına sokan bu yeni düzen, bağımsız devletlerin egemenlik prensibine de yeni anlamlar eklyerek, emperyalist çıkarlarına yönenilk yeni bir hedef belirlenmiştir. Dünyanın diğer bölgelerinde yürüttükleri politikalarda büyük bir farklılık göstermemelerine rağmen, Balkanlardaki emperyalist eylemlerine bakıldığında, bu yarımadayı adeta bir etnolji müzesine dönüştürdükleri görülmektedir. Roma kaynaklı “divide et impere” ateşini alevlendirerek, emperyalist girişimlerine ilke edinen Avrupa, minicik Balkan devletlerinin mevcut yapılarını bozmak için, onları daha da küçültecek ortamları hazırlayarak yeni etnik grupların orataya çıkması için kışkırtmaktadırlar.35 Mesela, insanlara, toplumlara hak tanırken, ‘kaş yapayım derken göz çıkarma’ bilinçli olarak göz çıkarılmakta, şehiri olmayan, bir veya birkaç köyün sergiledikleri özelikleri (kanuşma lehçesi, giyim 34 Bir İtalyan atasözü şöyle der: ‘papa dediğini ebediyen yapmaz, Valentina ise yaptıklarını asla söylemez, bkz. Storia d’İtalia VI, Machiavelli’ ye göre, s. 90 35 Kendilerini Arumun adıyla tanımlamaya çalışırken ve Romalı aslı olduklarını idea ettiklerine rağmen sırf ‘S’ harfını gerekmediği halde çok kulanan bu grup insanlarla alay ederek, ‘Sinsar’ lakabını yapıştırarak, Balkan Yarımadasında yeni bir etnik birlik oluşturulduğu bilinmektedir. (Bkz. D- r D. J. Popoviç, O Cincarima- prilozi pitanja postanka našeg gradjanskog društva, Belgrad, 1998) Balkan Yarımadası içinde dağınık yaşayan bu etnik grubun özeliklerinden bahsederken, sözü edilen araştırmacının ifade etiğine göre, Müslümanlarla (Türkler anlamında- RT), Yunanlarla, Bulgarlarla, Sırplarla, Arnavutlarla bir arada yaşama mecburiyeti, bu toplumsal birliklere ozel bir renk katmışlardır. Osmanlı döneminde birlikte beraberce yaşamı betimlerken, sözü edilen yazar, dönemin renkli çarşısını, mimari farklılığından başlayarak, çeşit dillerin birbirine nasıl karıştığını, farklı giyim renklerinin mozaik bir kolajı nasıl oluşturduklarını ve etnografi denilen çok kapsamlı zenginliğin oluşturduğundan bahsetmektedir. (s. 159- 160); Oldukça karışık ve kırılgan bir görünüm içinde ’torbeş’, ‘goralı’, ‘pomaklar’ örneklerinde olduğu gibi, benliklerini zor ifade eden (omuzlarında torba ile gezerek inşat ustalarının iş aramasından türemiş olduğu ‘torbeş’ kelimesi örneğinde olduğu gibikonuyla ilgili bkz. Ali Dikici, ‘Makedonya’ da Torbeeşler’ başlığı altında sunumu, Balkanlar el kitabı, cilt II: Çağdaş Balkanlar, Araştırma ve Kültür Vakfı, İstanbulö s. 290) daha nice minyatur grupları bölücülüğe yöneten “hak tanımaları,” sözü edilen politikayı kanıtlamaktadır. 155 R. Taç tarzı, folklor gibi küçük detaylar) savunmak bahanesiyle, onlara etnisite unsurunu tanımak anlamına getirilemez. Bu küçük insan gruplarını bütünden kopararak, toplumsal hayatı kolaylaştıracak sosyal unsurların dışında, yaşamın kolaylaşmayacağını anlamakta galiba zorluk çekiyoruz.36 Geçmişe yönelik olaylardan söz ederken amacımız tarih anlatmak değil, geçmişteki olayların günümüz aynasında nasıl yansıdğını göstermektir. Niyetimiz, gönümüzde sorgulanan yapılandırmaların ne kadar eskiye dayandığını ve tarihin nasıl tekrarlandığını vurgulamak olduğundan bir nevi tarihe geri dönmemizi gerektirdi. Bu açılım, günün hadiselerini tarihte görmeyi sağlamışsa, bu kadarı bile, gelecek yolunu göstermek bakımından yeterli olacaktır. Aslında günümüzü tasvir ederken, olaylar tarihi gösteriyor. Geçmişi konuşurken, dünün yaşayananlarını bugün de yaşadığımız için, Balkanlar tarihi bize geçmişi değil, güncel yaşantıları ifade ediyor. Yılar öncesi manşet olan olaylar, mevcut hayatımıza güncel konular olarak yeniden giriyor. Dünü sanki bugün gibi yaşıyoruz, bu günü ise sanki tarihi olaylardan öğreniyoruz. Balkan tarihi olaylarını genel bir bakış açısıyla değerlendirip tek bir cümle ile betimlemek gerekirse: parçalanmış bağımsızlıkların bağımlılık istikrarsızlığı günümüze dek sürmüştür denilebilir.37 5. YUGOSLAVYA SONRASI BALKANLAR 36 Bin kişiden az insan konuştuğu yaklaşık 2 bin dil var olduğu söylenir. Onların içinde, Hazar denizin kıyısında bulunan Archib köyünden adını alan Archil dili (herhangi bir fiil için 1, 500. 000 çeşitlendirmelerde mümkün); Batı Alaska ve Sibir’ de kunuşulan 5 dilli bir aileyi ifade etmek için Yupik dili (bir kelime bir cümleye denk gelen ve anlaşılması zor olan); Kızılderilere ait Nebreska’ da Pawence dilini sadece birkaç yaşlı insanın konuştuğu gibi, İspanya kıyısında La Gomen’ de ıslıklardan oluşan ve kelime görevini yapan Silbe dili özelikleriyle bilinen diler, toplumsal hayata ilişkiler kuracak diler görevlerinigöremediklerine göre, özel bir sosyal yapıyı belirleyecek niteliğinde gösterilemezler. Hata, sadece iki kişinin oluşturdukları ve sadece onlar tarafında konuşulan özel bir dilin yaşamasına ilgi duyan bazı kurumlara itiraz etme(İsveç’ te baba-oğulun oluşturduklar ve Arnavutlukta iki çoban arasında gelişen dilerden konuşulur) onlara kendi dilerini konuşma hakkını tanıyacak dayatmalarla, hiçbir devlet zorlanamaz. Bu biçim gelişmelerin nereden başladığını ve nerede duracağını belli etmek gerekir ve onların oluşumlarına çizilecek sınırlar bilinmelidir. 37 Yunan bağımsızlığı, bu ülkenin kırallığına Bavyera Kıralı I- ci Louis’ in oğlu Prens Otto ‘ nun getirilmesiyle başlatılan Alman kökenli prensler dönemi nasıl tanıldıysa (devamını, 13. 07. 1878’ de imzalanan Berlin Anlaşmasıyla Bulgaristana tanılan ‘bağımsızlık’ Fransız kökenli, Avustruya askeri olan Ferdinand Saks, Bismark önerisiyle, bu devletin prensi olmuş, 39 sene aşkın iktidarı döneminde, Osmanlı karşıtı tavırlarıyla, bu ülkenin rotasını Batı’ ya çevirerek, Almanya çıkarlarını bu topraklar üzerinde en iyi biçimde gerçekleştiği bir gerçektir; Aynısı Arnavutlukt ‘bağımsızlığında’ gerçekleştirmesiyle, bütün Balkanlar Batı devletleri himayesi altında inlemeye devam etmiştir.) bu gün de Yugoslaya Federasyonun dağımıyla oluşan yeni devletleri, Amerika ve AB devlet adamların sözleriyle ve kalemleriyle ‘bağımsızlıklarına’ kavuşmuşlardır. 156 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Osmanlı hoşgörüsü ile inşa edilen eski düzen ve yaşam tarzını, farkılıkların (çeşitli inançlara ve mesheplere mensup insanlar, farklı dil ve lehçelerde rahatça aynı yaşamı paylaşır) altını çizerek, ayrıştırarak ya da yozlaştırarak ulusçuluk akımının Balkanlara taşınması, Yarımadanın bütünleşmesine değil, bölünmesine neden olmuştur. Batıdaki ulusçuluk rolünü ters yöne çevirerek, kendilerine yarayan ulus-devlet modeli, maalesef Balkan topraklarını ülke eden halkların lehine gerçekleştirilmiştr; buradaki yeni devlet oluşumları çatıdan başlayarak, temel oluşturan bütün unsurları tek tek yıkar. İnsan haklarını, bireyselcilik ideolojisi ile karartıp bölge halkının egemenliğini hiçe sayan emperyalist yapı, kendi çıkarlarını önde tutarak bu yerlere hâkim olmayı başarabilmiştir. Ahlaki değerleri bir yana iterek topluma şekil vermeye ve sosyal hayatı oluşturan ilişkilere yön verme patronluğuna soyunanlar, kendilerinin asla tanımadıkları veya kabul etmedikleri değerleri küresel yapılandırmalarla kabule zorlayarak adeta; ‘dediğimi yap, yaptığımı yapma’ deyimiyle, geçmişte yaptıkları gibi, bugün de Balkanlarda hükümdarlık yapma girişiminde bulunmaktadırlar.38 Avrupa Konseyi içerisinde bu yanlıştan kurtulmanın yolarını arayanlara, Balkanları hatırlatmakta yarar var. Fransız devlet adamı Jacques Delars’in Avrupa Konseyi Başkanı sıfatıyla ifade ettiği; “Avrupa Birliğinin ahlak kısıtlığı yüzünden ayakta kalamayacağı endişesi” belki de Balkanlarla bütünleşerek giderilebilir.39 Muhafazakârlıkla suçlanan Balkan Sendromu, aslında çağdaşlıkla Batı Avrupasında kaybolan geleneksel ahlaki değerlerin hastalığına ilaç olabilir ve sosyal yaşam unsurlarına yeni bir ivme kazandırabilir. Adil paylaşmadan yoksun üretim artışı, ekonomi ve hukuk kurallarına ahlaki boyutu sağlayamaz. Yoksuluğu büyük ölçüde dayanışmayla gidermeye alışık olan Balkan kültürü, AB'nin bu eksiği gidermesinde iyi bir örnek olabilir. Balkan devletleri ise, serbes pazar kurallarının oluşturduğu rekabete alışarak, üretimin artışına ve onların kaliteli 38 Lahey Uluslararası Mahkemesini Çin ve İsrael’in tanıma reddi bir yana, savaş suçluların sorgulama için Lincoln’un 1863 yılında çıkardığı Lieber Kuralları olarak meydana gelmesiyle, bu tür mahkmelerin beşiği olan ABD’nin reddi ayrı bir anlam veriyor. Bununla da kalmayarak, Amerikan Askeri Personeleri Koruma Yasası (American Service memeber’ Protewctin Act ASPA) Amerikan askerlerini kurtarmak için, ABD her türlü önlemi alabileceğine dair hükümler içerdiği için “L Haye’ yi Basma Yasası” olarak da anılan ASPA’ nın kabul edilmesi, İnsan Haklar’ nın savuncusu gösterisi, aslında hukuk kuralların kırıcısı olarak kendini açıkça belirlemiştir. 39 Bu düşünceyi savunanlar arasında, dünyaca ünlü bilim adamı Zygmunt Bauman (Modernite ve Holocaust, İstanbul, 1997, Türkçeye çev. Suha Serthabiboğlu, s.32). Batı medeniyetin modernitesinden doğan Holocaust katliamın bir daha tekrarlanmaması için, yaşanan değerler krizinin karşısına çıkacak ‘ahlaki bir projenin’ oluşumuna, her zamandan fazla ve herkesten daha çok batılıların hisetmeleri gerektiğini öne sürmüştür. (Siyaset Arayışı, İstanbul, 2000, Türkçeye çev. Tuncay Birkan) 157 R. Taç yetişmelerine yönlenebilir. Bu alışveriş örneğinde görüleceği gibi, farklı kültürlerin kaynaşmasıyla harmanlaşabilecek değerler, birçok eksikliklerin düzelmesine neden olabilir. Tabii ki, bu eksiği görmezlikten gelenler, kendilerini başkalarıyla eşit görmeyi kabulenmeyenler, farklılıkların kaynaşımıyla meydana çıkacak yeni değerlerden pay alamazlar. İblis gururuyla büyüklük taslayan zihniyet, yeni oluşumlara kapılarını açamaz. Önce kapıldığı kibir ve büyüklükten ve bencil benliğinden arınması gerekir ki, eşitlik bünyesinde adalet gün ışığına kavuşabilsin. AB'nin bütün kıtaya genişleme arzusu, farklılıklara hoşgürüyle yaklaşmak biçiminde gerçekleşebilir. Avrupa’nın bütünleşmesi, çokkültürlük çerçevesinde çeşitlerin bir araya gelmesiyle birlik gerçek anlamını bulabilir. Çünkü Avrupa, tek bir kalıp üzerinde meydana gelmemiştir;40 farklılıkların kaynaşmasıyla bir bütünü teşkil eder. Dolayısıyla, bir sürecin olgunluğunu göstermeye çalışan AB, bütünleşmenin devamını zorunlu kılar. Bu kaynaşmaya Balkanların ihtiyacı olduğu kadar, AB için de büyük bir fırsat olduğu bilinmelidir. AB'nin küresel çapta boy göstermesi, Balkanları içine almakla gerçekleşebilir. Düne nazaran, bu günün konjonktürü dâhilinde, Balkanlar Avrupa’ya pek yabancı sayılmazlar. Hristiyan kökenli Ordodoks halkıyla dini yakınlığının yanısıra, Batı ülkelerinde yaşayan 15 miliyon civarında müslümanla İslamı da tanıma imkânı vardır. Bu da bütünleşmenin işini kolaylaştırabilir. Küreselleşmenin gerçek aracı ve sağlıklı amacı, insanları birbirlerine yaklaştırarak yabancılığı ortadan kaldırmak, ötekileşme yerine bir arada beraberce yaşatmaktır. İnsanlık davetiyle selam gönderilen buluşmada, güç dengesi değil, kültür dengesi karşılamalıdır. Şark ve Garb medeniyetlerinin karşılacakları Balkanlarda, karmaşık bir medeniyetin yoğurulmasından hem Batı'nın hem Doğu'nun kârlı çıkacağı kesindir. Bu yeni oluşumun adına: farklılıkların zengin birliği denilebilir. Binaenaleyh, doğru, gerçek, adalet, ahlak gibi benzeri insani değerler, farklılıkları ile tanınır, tanımlanır ve tanıtılır. Farklılıkları tanımadan, onların kaynaşmaları gerçekleşemeyeceğine göre, değer biçecek ölçüt birimleri de tespit edilemez. Tek görüşlü dayatmalarla değerler belirlenemez. Değer, diğerlerin farkıdır; farklılıkları 40 Avrupa kültürü oluşumu 11. yuzyildandan başlayarak 13. yuzyila kadar, iki yüz yıllık bir süreç içinde, değerli İslam ve Bizans medeniyetlerinin kültürlerini kendilerine adapte ederek, sistematik bir şekilde kabul etmesiyle başlamıştır; bu, batılı yaşam şartlarına uygun, kendi çıkarları doğrultusunda uygulamayla meydana gelmiştir. Konuyla ilgili Samuel Hungtinton, Medeniyetler Çatışması, Vadi yayınları, 1997, Türkçeye Murat Yılmaz, eserine bakınız. 158 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 bir arada tutmayı beceremeyen topluluklar değer biçmekte zorlanırlar. Tek taslı terazi, ölçü birimi aracı olamaz. 6. SONUÇ Balkanlarda hukuk oluşturma kültürünün çürütülmesiyle, çeşitlerin birbirlerini tamamlayıcı zenginliği yok edilmiştir. Eski bir geçmişe dayanan hukuk kültürünün önünün kesilmesiyle, sözü geçen bölgede ve bütün Avrupa’da, büyük bir hukuk medeniyeti yıkılmıştır. Hukuk inşa etme geleneğini tarih sayfalarından çıkarma41 sapıklığı, (Yarımadada var olan bu kaynak bereketini kısırlaştırarak, Batı hukuk kültürü dışında hüküm görebilecek başka bir hukuk medeniyetinin var olamayacağını göstermeye yöneliktir) hiçbir amaçla açıklanamaz, açıklamalara mantık bulunmaz, dayanak sağlanamaz.42 Buna ilaveten İslam medeniyeti 41 Avrupalıların aklından bile geçirmedikleri bir zamanda, dönemin Bosna Kıralı (1180- 1204) adıyla anılan Kulin Beyanamesi’ nin meydana gelmesiyle (1189) balkanlara hukuk oluşturma kültürün beşiği kazandırmayı hazmedemeyen batılılar, ona gerekçe duymalarına rağmen, kendilerine örnek olmasını kabulenememeşlerdir. Bununla kalmayarak, daha 1219 yılarında Aziz Sava’ nın Nomokanunu, balkanların diğer bir bölgesinde boy göstermiştir; Türk boylarının henüz ayak atmadığı balkanlarda, Çar Duşan’ ın 24 yıl iktidarın son yılarında (1331- 1355), tam olarak 21 Mayıs 1349 yılında, Sırp Despotluğun başkenti ilan edilen Üsküp Meclisi (Sabor) tarıfından kabul edilen ve dönemin Avrupa devletleri arasında benzeri olmayan, bu Sırp Çarın adıyla tanılan Kanuname, hukuk tarihinde hak ettiği yeri bulmadığı kabulenmek gerekir; 1851 madde içerikli Mecelle- i Ahkam- ı Adliye İslami özel hukuk kauralları kodeksin medeni hukuka payını hiçe sayarak, (büyük bir coğrayfyada yılarca geçerliğini sağlayan- Mısır, İrak, Süriye, Yordan, Lübnan, bazı devletlerde ise, Türkiye’de yürürlükten çıktıktan sonra da yaşayan- Arnavutluk ve Bosnada ta 1928 hüküm sürmüş, Kuvayt’ ta ise 1984 kadar yaşamını devam etirmesi tesadüfe düşürülemez), balkanlarda oluşan hukuk kültürün diğer kültürlerle alış- verişini ortadan kaldırmakla, bu yarımadada gelişen hukuk medeniyetine büyük bir handikap yaşatılmıştır (bkz. Mehmed Begoviç, Razlika između Medžele i Opšteg imovinskog zakonila Crne gore – Mecelle ve Karadağ Genel Medeni Kanunu Arasında Farklılıklar; Valtazar Bogişiç’ in Karadağ için olşturduğu Genel Medeni Kanun (orjinal adıyla Opšti İmovinski Zakonik) hukuk kitaplarında gereken ihtibar görmemesiyle tarihe karışması, bütün Balkan devletlerinde olduğu gibi, resepsiyon denilen metodu ile, Batı devletler yasalarını koplamaya geçilmiştir. 42 Bir zamanlar Osmanlı’nın hakim olduğu topraklar içinde yaşayan farklı din, meshep, örf ve adet gibi özel yaşam biçimi ilişkiler gereği ile tanıldığı farklı hukuk oluşumlarını unutarak, (Arnavutluğun bazı bölgelerinde, Şer’ i- at uygulamalarını kabul görmeyen Hıristiyanlara ait, Kanuni Lekë Dukagjinit örneğinde olduğu gibi), İsviçre Medeni Kanununu A- dan Z- ye kadar koplayarak Türkiye’de geçerliği mecbur edilmiştir. Avustruya Medeni Kanunu Sırbistan’ da yer bulmuş, Napolyon Code Civil adıyla anılan Fransa medeni hukuku bütün Balkan ülkelerinde yaygınlığını sağlamıştır. 159 R. Taç temelinde oluşan Şeriyat hukukunun da ağır suçlamalarla tarihe gömülmesi, dünya hukuk medeniyetinin zenginliğine büyük bir darbe indirmiştir.43 Sözü edilen olumsuz hatıraları dile getirirmenin aslı amacı, geçmişten gelen değerleri telafi edecek yoları aramaya yöneliktir. Eski kıta tabiriyle anilan bu kitanin yeni oluşumuna katılmak, ortak bir kültürün oluşumuyla açıklanılabilir. Farklılıkların hoş görüldüğü ve hegemonyasız homojenleşme ilkesine saygı duyulduğu kadarizla bir birlesmeden soy edilebilir. AB katılma seçimini yaparken, eritime potasının ötesinde, bütünleşen bir birlik kastedilmelidir. Ozde, farklı medeniyetlerin oluşturdukları kültürlerin gelisimine bakıldıĝında, hiçbir toplum birliğinin sosyal yapısı kendine has bir oluşumu ifade etmez; çeşitli renklerdeki görüntülerin hepsi, bütünün parçalarından oluşan özelikleri temsil etmektedir. Gelecek, geçmişin devamı olarak nitelendirirlise, dünyadaki medeniyetlerin gelişim akibeti, tüm mevcut kültürlere özen göstermekte görünebilir. Çeşitlilikleriyle tanımlanan kültürlerin ürettikleri farklı deĝerlerle gerekçelerini belirler, insanın renkli gereksinmelerini giderdikleri oranda da kalıcı olurlar. Kendi kültürüne katkıda bulunma amacıyla üretilecek deĝerler, bir başkasının işine de yarayabilir, ya da bir başkasının kültürel deĝerleri onun da işine gelebilir. Böylece toplumlar hem kendi kültürünü ilerletir, hem genel kültür değerlerine zenginlik katar. Bu pencereden bakıldıĝında, bütün toplumsal birlikler, kültür alış verişlerine açık olmalıdırlar ki, gelişmelerini saĝlıklı tamamlayabilsinler; başkalarıyla saĝlam iletişim kurmayı başarabilsinler. Kültürel etkileşim, birbirinden yararlanma karşılıklılık esası ve sağladığı imkanlara bağlıdır. Karşılıklı, bilinçli ve sürekli kültürleşmenin, her çaĝdaş topluma yarar getireceği açıktır. Bu anlayış, zamanla toplumsal yaşamı kolaylaştırarak insanlar arasındaki ilişkilerin genişlemesine de yeni bir ivme kazandıracaktır. Dünyada istikrarın ve barışın saĝlanması, ancak saĝlıklı, düzenli ve kendi dengesinde, diğer kültürlerle de alışverişi kesilmeden olmalıdır. Bu da hem toplumlara kendi eksikliklerini giderme fırsatı verir hem de farklı toplumsal birliklerin yaşam biçimlerine katkı sunabilir. Çağdaş denilen hukuk kavramı, Batı hukukunun oluşumuyla eş anlamda kullanılırsa, Tie'nin ifade ettiği gibi, geleneksel Batı hukuku, kapitalizmi ve etnik kavimciliği sürdüren sosyal teorilere dayanma eğilimindedir. Ulus devletin 43 Bir benzerini Japonya hukuk kültürün yaşadığı gibi (bkz. Tomayoshi İto, Nastanak i razvoj građanskog prava u Japanu/Srpça yazılmıış/, Pravni život, nr. 10/ 97, Belgrad, 1994 )diğer hukuk kültürleri de bu darbeden payını aldıkları bilinir. 160 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 oluşumunda ve onun güçlenmesinde, hukuk nasıl bir rol oynadıysa,44 küreselleşme oluşumunda da, emperyalistlerin aracı olmaya devam etmektedir. Avrupa’yı evrenselliğe yükselten AB hukuk kuralları aslında, Batı hukuk kurallarından başka bir şey değildir. Buna binaen, ‘state transition’ dedikleri devletlere yeni hukuk düzeni oluşutuma mecburiyetini uygularken, sınır dışı eylemlerini meşrulaştırmaktan başka bir getirisi yoktur. Dolayısıyla, Batı diliyle, sözde insani hukuk kavramlar ve benzeri medeni söylemlerle avutulan Balkan ülkeleri, kendilerine empoze edilen ‘çağdaş’ hukuk dayatmalarını mercek altına almaları gerektirir. Farklı toplumsal birliklerin kültürel yapı kompozisyonunu yansıtmayan hiç bir hukuk, geniş kapsamlı bir sistemi ifade edemez. Onun içindir ki, farklılıkları tanımlayamayan hukuk oluşumları da kabul görmez. Öznel kültürel çeşitliliğin temelinde oluşan mozaik tablo, hukukun hayata ait olmasını zorunlu kılar. Bu farklılıklarla beslenen hukuk kuralları, doğal hukuk ilkelerine ve adaletin gerçekleştirme şeklini değiştirmez. Tam aksine, farklı yaşam şartları ile düzenlenen toplumsal ilişkilere dahi cevap verebilir, adaletin doğru biçimde uygulanmasını sağlar. Aslı itibarıyla hukuk, genel kuralları zamana ve alana uygun biçimde hareket etirmektedir. Onun için, küresel süreç içinde oluşan düzen ve globalleşmenin getirdiği kaynaşmayla gelişen hukuk, bölgesel ve ulusal yaşam türünün aksini dikte etmez, zorlayıcı olmaz. Dolayısıyla, Balkanlarda, bölgesel ve toplumsal kültür farklılıklarının doğurabilecekleri sürtüşmeler endişesi içinde, AB genişleme platformu gerçekleşemez. Çünkü çeşitli yaşam tarzlarından doğan farklı kimlikler, saygı göstermedikçe ve kabüllenilmedikçe, birliğin özünü oluşturan hukuk kuralları hiçe sayılmış olur. Multiletiral kavramı birliğin temeline işaret eder, farklı kültür değerlerine anlayış göstermeyi kaçınılmaz kılar. Çünkü değerlere ilişkin tek bir bakış açısı ve tek bir değerlendirme kabül edilemez. Ulus-devlet oluşumu aslında, kültür zenginliğinin küçültülmüş ifadesidir. Egemen yaşam biçiminin milli duygular üzerinden daraltarak çeşitli bahanelerle savunma gereği duyduğu fakirliğin zenginlik göstergesidir. Bu sebeple, içine kapanma amaçlı hiç bir girişim istenilen hedefe götürememiştir. Çizilen kültür sınırları da hiçbir zaman gerçekleşmemiş, tektürlülüğü savunan zihniyetler dünya 44 Batı tarihinde geçen hukukun homojenleşmesi, aslında, 1531 yılında Carlo Beşinci emriyle girişilen ve 1732 senesine kadar süren, hegemenleştirilmenin bir neticesi olarak meydana çıkan emperyalizmenin bir gelişimini ifade eder. (bkz. Đurica Krtstić, Pravnİ običaji u prolšlosti i danasGeçmişte ve bugünün adetleri, Podgorica, 1997, s. 93). 161 R. Taç arenasında kendilerini yaşatamamıştır. Kültür ve medeniyet tarihi, bu tür hadiselerle doludur. Toplumun birlikte yaşama alışkanlığı her türlü engelemelere rağmen, milli duygularla beslenen birlikler içinde küçülen kültürel farklılıklar, hiçbir zaman (sahte) ulus bütünüyle barıştırılamamıştır. Tektürlü toplumsal birlik oluşturmaya yönelik zorlamalar, alt yapıyı oluşturan farklılıkların gerçek gösterilerine engel olamamıştır. Buna karşı davranan ulus-devlet olgusu, kültürel zenginliğe dahil edecek imkanlardan uzaklaşarak, telafi edilemeyecek zararlara uğratmıştır.45 Milliyetçilik gibi ideolojilerin kovaladıkları soykırımın sonuçlarına bakıldığında, insanların katlettikleri görünür, fakat tek etnisiteye sahip olan bir toplumsal birliğin daimleştiği bilinmez. Öyleyse, olması mümkün olmayan bir şeyin ölesiye tekrarlamak isteği, ahmaklık olur. Ne acayiptir ki, bunun en acı örneğini Balkanlar birkaç defa, peş peşe yaşadılar, daha doğrusu yaşattılar. Yaşattılar çünkü, Osmanlı'nın gidişinden sonara, Balknalar üzerinde oynanan oyunlar doğru algılanmadı (aynı ideolojiyi paylaşmadılar, aynı rejimde devletlerini şekilendirmediler, ayni yönetim biçimiyle hükümetlerini kurmadılar). Geçmişten gelen tarihi bağların kesildiği söylense de, aslında ilişkiler en kötü günlerini yaşadı. En yakın tarih, bunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi.46 45 19. yüzyılın Avrupası’ nda, birbirlerine yabancı olan kişiler arasında yeni bir dayanışma bağı kurulmuştur. Ama bu suni bağlılık devlet içinde açık ulusallığını ifade etmiş, dışarıya karşı ise kapalı öz benliğiyle kendini belirlemiştir. Ortak köken inancını paylaşma, birbirlerini aynı topluluğun mensupları olarak görmek, kültürel kimliğe dayalı“ biz- bilinci“ ortak çekirdegini oluşturur. Kültür topluluklarının, daha doğal, daha eski kökenleri, daha belli kökleri, daha derin bir bağlılıkları var ve bu unsur asla göz ardı edilemez. Bkz: Jürigen Habermas “Öteki” Olmak “Öteki”yle Yaşamak, İstanbul, 1999, Çev. İlknur Aka, s. 38- 39 46 Son Bosna olaylarında gözüken hile ve kalleşlik tüm çıplaklıklarıyla, birçok açıdan boy vermiştir. Bu savaşta yer alan komşu devletlerin, bu topraklarda genişleyip büyük devlet oluşumlarına izin verilmemiştir; bu topraklarda kalan halkların da ana devletleriyle düşünülen bağ kesintileri gerçekleşmemiştir (BH çizdiği sınırlardan fazla, konton ve diğer bölünmelerle oluşan duvarların daha yüksek oldukları görülmektedir. Binaenaleyh, Bosna Sırplarının Sırbistana, Hersegovina Hırvatların Hırvatistan ile ve Boşnyak Müslümanların Türkiye ile bağlılıkları, içindeki sınırlardan çok daha açık oldukları görülür). Bu ilişkiler savaş öncesinde siğnelerini vermiş, savaş esnasında belirlenmiş ve bu tutum savaş sonrası da kendini göstermiştir. Olaya daha geniş bir perde açıldığında, yerleri olmayan Batı devletleri şemsiyesi altına girmeyi kabul eden, iki komşu ve Balkan devleti olan Yunanistan ve Türkiye, NATO çatısı altında, Bosna’ da savaşın belirtisinin başında, taraftarlıklarını açık saçık bir üslubla belirlemişlerdir. Müslümanlara uygulanan soykırımve bütün bilinen zülumlere rağmen, Yunanistan zalimlere karşı gereken tavrı göstermemiştir. Bunun aksine, aynı asker birliğin üyesi olan Türkiye ise, Batı ülkelerin bu katliama karşı sergledikleri suskunluk karşısında ve olan bitenlere göz yumalarına asla tahammül göstermemiştir. 162 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Yaşanılan ‘geçici sürecin’ belirtilerine bakılırsa, AB'nin bazı Balkan ülkelerini içine alıp diğerlerine gösterdiği ötekilik, geçmişin günümze taşınmasından başka bir anlam vermez. Bir asır boyu Balkanlarda sergiledikleri politika ve aldıkları tavır, bu Yarımadada devletler arası ilişkileri birbirinden kopararak, Batı Avrupa devletlerine bağlı tutmanın bir devamı niteliğindedir. Bu gün de, ‘geçici süreç’ denilen ve zaman içinde test edilen statetransition ülkeleri, sözü edilen devamın kurbanlarıdır. AB genişleme proğramı çerçevesinde yapılan baskılar, bu gelişimin bir göstergesinden ibarettir. Bu açıklığın verdiği sonuçlar, izah edildiği gibi, birliğin gerçek amacından uzak, Avrupa’nın bütünleşmesinin aksine, Batı devletlerinin Balkan ülkelerine doğru genişlemeleri olarak algılamak lazımdır. Şimdiye dek görülen odur ki, bu Yarımadadaki tüm Batı etkinlikleri bunu ifade eder. Sözü edilen güçlerin, yakın geçmişte başlatıkları dar zeminli emperyalizm eylemlerine dayalı ulus-devlet aşamasını tamamladıktan sonra, imperatorluk gücüyle emperyalist güdünü ters yöne çevirip ‘böl yönet’ anlayışıyla, bu Yarımadada çeşitli küçük ülkeler yaratarak gerçek yüzlerini ve amaçlarını açıkça gösterirler. Ayrıca uyguladıkları çifte standardlarla da hedeflerini açıkça gösterirler. Kömür-Çelik Topluluğu ismiyle (Communaute Europeenne du Charbon et de l’ Acier, kısa adıyla: CECA) başlatıkları AB oluşumunun etrafında birleşen Batı,47 küçük Balkan devletlerini büyük göstererk, onları daha da parçalanmaya yönlelmiştir. Batı Avrupada oluşan devlet üslubunun aksine, dağılan eski Yugoslavya Federasyonu topraklarından meydana gelen yeni ulus-devlet yapısı, bu ülkelere, tektürlülüğü ifade edecek bir toparlanma için gerekli izini ve imkânı vermez. Batı'nın amacı, başkalarını bölmek, onları küçültmektir, onların derdi asla bir uniter sistem oluşturmak değildir. Başkalarını parçalamak, tekkültürlülüğü tanımak anlamına gelmez, olsa olsa Balkan ülkelerini birbirden koparmaktır, başka bir anlam da verilemez. Geçmişte olduğu gibi, bu gün de, Balkan devletlerini bir araya getirecek hiçbir hamleye izin vermemişlerdir.48 Peki, henüz eskimemiş, 47 Birbirlerine düşmanlıkla bilinen iki devlet arasında (Fransa ve Almanya), İkinci Dünya Savaşın hemen bitiminde (Ocak 1950’ de) uluslararası pazara çelik üretimini ortaklaşa sunmak bahanesiyle, sözü edilen iki devlet arasında barışın tesis edilmesi için bu anlaşmanın imzalandığı ortaya çıkmıştır. On yıl bir zamandan sonra, sözü edilen ekonomi içerikli anlaşma, 2 yüz yıl süren bir düşmanlığı barıştırmaya başarmıştır. Dolayısıyla, 1963 yılında bu iki devlet resmen barışmışlardır. 48 Teklik sultasına kapılan Sırbistan içinde kalan Voyvodina Özerk Bölgesinde 20 küsur ırka sahip olan bir halk yaşamaktadır, kuzeyinde de Sancak bölgesi olarak bilinen coğrafyası içinde Boşnyak 163 R. Taç yakın geçmişteki devlet federasyonunu teşkil eden cuhmuriyetlerin ayrılmalarıyla oluşan yeni multi etnik devletlerin oluşumularına nasıl bir anlam yüklenebilir. Aldıkları savaş yaralarını henüz tedavi edememiş bu devletler; derin ve onulmaz yaralarla ekonomik çöküşün getirdiği fakirlilik, çürütülen hukuk sistemi, geleceği belli olmayan istikrarsızlık gibi çıkmazlara nasıl aldandılar sorusu sorulmaz mı? Ne yazık ki, verilebilen doğru cevaplar bile, gelinen şu noktada kurtuluş arayışlarına çare olamamıştır. Ancak gelecek açısından bakılırsa, dönüşü olmayan yeni olumsuzlakrdan kurtuluş için bazı yolar ortaya çıkarmıştır denilebilir. Birlik oluşumunu ilke edinen AB'nin, Balkanlara gelince aksi yönde hareket ettiği açıktır. Genişlemeden sorumlu AB yetkilerinin davranışlarına bakıldığında, uyguladıkları çifte standartlar nedeniyle bütünleşmeyi andıran hiçbir genişlemeyi gerçekleştirmemişlerdir. Bu gerçeğin aksi belirlenmedikçe, Balkan ülkeleri üzerinde oynanan oyunlarından teker teker bahsetmeye gerek kalmaz. Bütünleşme, özgür iradeyle bir araya gelme sürecin neticesini tanımlar; bu sürece katılımlar zorlanılamaz, şartalndırılamaz. Bu açıdan bakıldığında, Balkanların AB'ye katılımının bir daha gözden geçirilmesi gerekir. nüfusun çoğulunu teşkil eden Müslümanlar olmak üzere, karmaşık bir kültürün hüküm sürdüğünü kimse inkar edemez. Bosna ve Hersegovina’nın yeni devlet oluşumunda, eski Yogoslavyayla kıyasen 6'da 1 küçülmesine rağmen, yeniden federal prinsibi üzerinde kurulma mecburiyetinden kaçamamıştır. Bu yeni devletin yüzde 40 Müslüman, 32- si Sırplar ve kalan 18 yüzdeliğini Hırvatların oluşturdukları nüfusun bir arada yaşamasından kurtulamayacağını bilenler, Lizbon Konfarasıyla (1992) başlayarak, Londra Konfarasıyla (1992) devam eden, akabinde Vance- Owen ‘Barış Planı’, sonra, yine başarısız Owen- Stoltenberg’in „Üç Bölgeli Barış Planı” (1993), Güvenlik Planı (1994), Washington Antlaşması (1994), Temas Grubu Planı (1994) gibi girişimlerle avutularak, birbirlerine düşmanca saldırarak, Deyton Barış Anlaşmasıyla (1995) bir arada yaşamaya kanmışlardır. O gün gibi bu gün de gündemden düşmeyen soru: kazanan kim, kaybeden kim olduğu sorusu ortada kalmıştır. Yine de bu soruya cevap verme suskunluğuna kıranları hatırlamadan geçmeleyim. Urs Altermant, (Ethnonationalismus in Europa- Etnonacionalizmi në Evropë, Tirana 2002, Arnavutçaya A. Kolshi ve B. Lahi çevirilerine göre, s. 227) ‘Balkan Savaşlarından önce 19911995 (Bosna Savaşı olarak oku) avrupa kamusunda, Türkiye sınırları dışında, Avrupa’ da, bazı köylerde, kasabalarda, şehirlerde ve diğer yerleşim yerlerinde Müslümanların yaşadıklarını bilmezlerdi. Saraybosna’ da hangi milletlerin, ırkların, hangi din mensupların yaşadıkları, bilhasa onlardan yözde kaçı bu şehirde yaşadıkları, kimsenin aklına gelmezdi. Bosna Cuhmuriyeti başkenti olimpiyad oyunları şehri olarak bütün dünyaya kendini tanıtan bir şehir olarak biliniyordu’ diyor. Bu gerçek karşısında niye savaş patlak verdi sorusuna cevabı tamamlamak için, Saraybosna’ da kış olimpiyatları gerçekleşmezden önce (1984), Francis Fukuyama, The End of History and the Las Man (New York, 1992, p. 45, Türkçe çevirisi var; Tarih Sonu ve Son İnsan) yayınladğı kitabında, İslam dünyası Batı değerlere bir tehdit olduğunu ifade eder; Zbigniev Brejinski, Power and Principle (London, 1983, s. 33) yazılarında, İslamın uyanışını ABD gelişmesine engel gösteriyor; Foreing Affais dergisinde ‘The Clash of Civilization’ başlığı altında yazdığı bir dizi makalesinde (1993) İslam dünyası medeniyetler çatışmasını merkezinde bulunduğunu yazıları ekleyerek, tam cevap yerini bulmuş olur. 164 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 AB'ye üye olan devletlerin tecrübelerinden yararlanıp katılım endişesini yaşayan devletlere kulak vererek, bu süreci tekvücut biçiminde, topyekün tavır alarak sonuçlandırmalıdır. Bu yolda atılacak ilk adımlardan biri, ekonomik sorunların giderilmesi için küresel sermayenin çıkarcı hesaplarını tespit ederek, sırf menfaata dayalı emperyalist yatırımların muhasebesini iyi yapmak, alınan sonuçlar değerlendirerek karşılıklı fayda esasına dayalı olarak hareket etmek lazımdır. Bu ilişkiler, gelecek açısından olumlu bir adım olarak değerlendirilirse, karşılıklı güven verici yeni adımlarla dayanışma içinde, birlikte ve beraberce, tüm Balkan ülkelerinin kalkınmalarını sağlayacak yeni bir projenin üretilmesini zorunlulu kılar.49 Bir Balkan ülkesi olan Türkiye gibi büyük bir devletin Avrupa yolunu kesen AB'nin, kendisine üye diğer Balkan devletleri (Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya) ile yeni münasebetler oluşturması içinde bulunduğu zorunluluğu açıkça göstermektedir. AB'nin en yeni üyesi olan Hırvatistan ve Macaristan ile Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Karadağ, Bosna- Hersegovina ve Sırbistan’ın Avrupa’ya ulaşım yolarınının kapatılması bir yana, Türkiye’ye açılmalarının sağlanması; Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ile tıkanılan işlerin aşılmasında büyük faydalar sağlayacaktır. Ayrıca, bu ülkelerin karşılıklı ilişkileri, AB çemberi içinden değerlendirilerek elde edilebilecek diğer imkanların istişare edilmesi de birliğin çıkarına olacaktır. Başta Balkan ülkelerinin birbiriyle kuracakları yakın ilişkiler, Avrupa ile kurulacak serbes hareket etme imkânları onların dünyaya açılmalarında en büyük kapı olacaktır. AB'ye girme hayali, kurdun ağzına düşücek kadar fedakârlık gösterme anlamsızlığıyla bağdaşmaz.50 Değer Batınındır, değerler Batılıdır, değerlendirme 49 Bir yıl önce (4 Aralık 2012’ de verdiği bir demeçte) Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (BTSO)Başkanı Celal Sünmez’ in sözlerine göre, son 10 yılda Yunanistan ile Türkiye arasında ihracatın 5 kat artığı dikata alınırsa ve bu ülkede yaşanan ekonomi krizine çözüm üretmediği AB göz önünde bulundurulursa, Balkan devletleri arasında yeni bir ekonomi açılımı meşalesini yakmış gibi görünüyor. İleven, Türk müteahhitlerin Balkanlarda üstlendiği projeler incelendiğinde ve bunlara ek olarak bu devletin uzatığı yardım elli de nazari itibara alınırsa, geleceğe yönelik yeni bir sayfanın açıldığı kanaatına varabiliriz. 50 ‘Homo homini lupus’ deyimiyle Avrupa insanını tanıtan zamanın ve zamanımızın tanılmış filozofu Niccolo Machiavelli’ yi bütün Balkan Yarımadasında geçerli eğitim sisteminde okunduğuna rağmen, körü körüne Avrupa’ ya bu kadar aşina olmak, akla bağdaşmayan bir şey olsa gerek. Bunun aksini ifade eden kaynaklar gösterildiğinde (aynı davada buluşmadıkları olaylarda, aynı dini paylaşmadıkları durumlarda ve herangi bir farklılığı ifade eden oluşumlardan kaynaklaşan gruplaşmarın birbiriyle barışık ve bir arada nasıl yaşanabileceğini) akıl almaz asılsız engeler önüne koyulur. Niye, çünkü: ‘Sizin diniz size benim dinim bana- Lekum diynüküm ve liye din’ cümlesinin 165 R. Taç de Batılının hakkıdır anlamında oluşturulan görüşün buzları kırılmadıkça, Batının içinde Balkan ülkleri donar kalırlar. Ancak kendi benliğiyle ayakta durabilen Balkan devletleri, birlik içindeki bu değerlere katkı sunabilir, onun gelişmesine ve yükselmesine fayda sağlayabilir. Bu bakımdan Balkan devletleri eşit şartlarda bir partner olarak birbirleryle barışık bir AB hedefine yönlendirilmelidir. Çünkü karşılıklı alacak-verecek unsurlarının oluşturacakları yakınlaşma, ancak, muhabbetin gerçekleştireceği ilişkşlerle sağlıklı olur. Muhabet, bir araya getiren sosyal bir değer olarak, toplumsal hayatı kaynaştıracak kadar farklılıkların barışık yaşamalarını sağlayan bir unsurdur.51 Çıkarlar üzerine kurulan ilişkiler, mutlaka bir gün çatırdayacaktır. KAYNAKÇA Halil Inalcik, Devlet- i Aliyye, I, II, III, 2014- 2015 Hasan Basri Karadeniz, Osmanlilar ve Rumeli Uc Beyleri- Merkez ve Uc, 2015 Mustafa Gunduz, Osmanli Mirasi Cuhmuriyet in Insasi, 2010 Vefa Tasdelen, Felsefe Kulturu, 2015 Česlav Miloš, Zarobljeni Um, 2006 Ahmet Tekin, Kur an ile Ilan Edilen Insan Haklari, 2006 Portha Chatterjee, Miliyetci Dusunce ve Somurge Dunyasi, cev. Sami Oguz, 1996 Zygmund Bauman, Bireysellesmis Toplum, cev. Yavuz Alogan, 2005 Nedim Emin, Kosova Siyasetini Anlama Kilavizu, 2014 özgür iradesiyle tarcih yapmlarına imkân veren ve hürüyet- perver evrensiliğiyle seslen Kur’ nın Kafirun Suresinin bu son pasajı (6. Ayeti) sıf İslam dini kaynaklı olduğu için, Hıristiyan dünyasında ihtibar görmediği bir yana, Müslüman nüfuslu halk bile, ibadet dışında dile getirdikleri pek gürülmez, en azından laik eğitimte yer almadığı söylenebilir. Buna rağmen, Avrupa Birliğine girmeye niyetlenen bütün Balkan halkları, ister ‘Leküm diynuküm ve liye din’ Ayetine ister iman etsinler ister iman etmesinler, fakat bu cümleden ayrılmayarak, dahası onu slogan haline getirerek, kendi benliğini savunacak namına, ilke olarak kabulenme gereğini görüyoruz. 51 Arablar’ ın icadı olarak bostan kuyularında kullanılan su depoları gibi, zaman teknoljisi sayılabilen diğer buluşların (Güney) Fransa’ ya girmeleri nasıl Fransızlar’ ı İslamı kabulenmelerine etkili olmamışsa; Üç yıl kadar bu süre içinde Toledo’ da bulunan Gerbart’ ı, Müslüman olan matematik, astronomi, kimye ve diğer bilim adamların ilimleriyle tahsil edilmesi ve Syvestre II. ünvanıyla ilk Fransız papazı olarak seçilmesine engel olmadıysa, bu gün de Batı dünyasının kaydetiği bilimden yararlanmak, onlara uymak gereğini göstermez. 166 Makroekonomik Belirsizlik ve Risk Altında Yatırım Kararları: Türkiye Örneği52 Dr. Celil Aydın Muş Alparslan Üniversitesi Dr. Fatma Gündoğdu Odabaşıoğlu Atatürk Üniversitesi ÖZET Bu çalışmada belirsizlik ve risk faktörlerinin, Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararları üzerindeki etkileri 2003-2012 dönemi itibariyle araştırılmıştır. Bu amaçla çalışmada, ARCH-GARCH yöntemi ile elde edilen enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri ile ekonomik, politik, finansal ve ülke risk göstergeleri kullanılmıştır. Bu faktörlerin yatırımlar üzerindeki etkileri dinamik panel veri analiz yönteminden hareketle portföy seçim modeli kullanılarak oluşturulan yatırım denklemi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Araştırma sonuçlarına göre belirsizliklerin yatırım kararları üzerinde negatif ve anlamlı bir etkiye sahip olduğu belirlenmiştir. Ayrıca, risk faktörlerinin yatırım kararları üzerinde negatif ve anlamlı etkisi olduğu tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Belirsizlik, Risk, Yatırım Kararları, Dinamik Panel Veri Analizi. 52 Bu çalışma Yrd. Doç. Dr. Fatma Gündoğdu Odabaşıoğlu danışmanlığındaki “Makroekonomik Belirsizlik ve Risk Altında Yatırım Kararları: BRICS Ülkeleri ve Türkiye Örneği” adlı doktora tez çalışmasından türetilmiştir. C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu Investment Decisions under Macroeconomic Uncertainty and Risk: the Case of Turkey Dr. Celil Aydın Muş Alparslan University Dr. Fatma Gündoğdu Odabaşıoğlu AtaturkUniversity ABSTRACT In this study, it was investigated that the impact of macroeconomic uncertainty and risk factors on fixed and financial investment decisions of the firms in real sector in Turkey as the period of 2003-2012. For this aim in study, inflation, exchange and growth rate uncertainties which obtained by ARCH-GARCH method and economic, political, financial and country risks are used. Their impact on investment is assessed by using investment equation that is generated by portfolio choice model, in accordance with the dynamic panel data analysis. According to the results, it was determined that uncertainty has a negative and significant impact on the investment decisions. In addition, it was determined that risk factors have a negative and significant impact on the investment decisions. Keywords: Uncertainty, Risk, Investment Decisions, Dynamic Panel Data Analysis. 168 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ Geleceğin kesin olarak bilinmemesi, yatırım kararı verme yada yatırım yapma aşamasında olan yatırımcıların kararlarında hata yapmalarına sebep olabilmektedir. Bu nedenle yatırımcılar, sahip oldukları bilgiyi kullanarak yatırımlardan elde edecekleri kârı en iyi şekilde tahmin etmeye çalışmakta ve bu tahmine uygun olarak da beklentiler oluşturmaktadırlar. Gelecekle ilgili bir öngörüde bulunulamaması, bu aşamada yatırımcıların karşısına iki önemli sorunu çıkarmaktadır; “Belirsizlik” ve “risk”. Genel olarak belirsizlik ve risk kavramları günlük hayatta birbiri yerine kullanılmasına rağmen bukavramlar farklı anlamlara sahiptir ve aralarında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Belirsizlik ve risk kavramları arasındaki en temel ayırım, yatırımcıların yatırımlardan elde edilecek kârla ilgili olası sonuçlar hakkında iyi tanımlanmış olasılıklara sahip olup olmadıklarına gore yapılmaktadır (LeRoy ve Singell, 1987: 394-395). Bu durum belirsizlik ve risk kavramlarının yatırım kararlarını farklı şekilde etkilediğinin bir göstergesi olabileceğinden dolayı bu iki kavramın yatırımlar üzerindeki etkileri ayrı ayrı incelenmesi gerekmektedir. Belirsizlik ve risk koşulları yatırımcıların geleceğe ilişkin yatırım kararlarını olumsuz etkilemektedir. Artan belirsizlik ve risk ortamı yatırımcıların yatırımlarını ertelemelerine neden olmaktadır. Bu durum ekonominin tümünde etkili olan bir yavaşlamaya yol açabilmektedir (Arslanvediğ., 2012: 2). Belirsizlik ve riskin yatırımlar üzerindeki olumsuz etkisini ve bu etkinin büyüklüğünü belirleyen uygulanan makroekonomik politikalar, sermaye ve para piyasalarının durumu, dışaaçıklık, siyasi ve finansal istikrar gibi birçok factor bulunmaktadır (Pradhan vd., 2004: 2162). Bu bağlamda belirsizlik ve riski oluşturan faktörlerin belirlenmesi ve bu faktörlerin yatırımlar üzerindeki etkilerinin saptanması önem arzetmektedir. Belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların yatırım kararları üzerindeki etkilerini inceleyen literatürde tam bir fikirbirliğinin olmadığı görülmektedir. Literatürde yer alan bazı çalışmalar belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların yatırımlarını arttırabileceğini ileri sürerken diğer çalışmalar ise belirsizlik ve risk altında firmaların yatırımlarının azalacağı fikrini savunmaktadır. Konu ile ilgili literature incelendiğinde belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların yatırım kararları üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığı (Aizenmanve Marion, 1993; Günçav ve Mckay, 2003; Sile, 2003; Demir,2009a;) belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların 169 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu yatırım kararlarını pozitif yönde (Özman, 1996; Karapınar, 2008; Le, 2004; Campos ve Nugent, 2003;) yada negative yönde (AlesinavePerotti, 1996;Özman, 1996; Sile, 2003; Le, 2004; Luintel ve Mavrotas, 2005; Özçiçek, 2007; Karapınar, 2008; Demir, 2009a; Demir, 2009b; Koç ve Değer, 2010; Arestisvediğ., 2012; Escaleras ve Kottaridi, 2014) etkilediğine dair geniş bir literature olduğu görülmektedir. Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarına etki eden faktörleri belirsizlik ve risk koşullarını göz önünde bulundurarak incelemektir. Bu amaç doğrultusunda, çalışmada ilk olarak modern yatırım modellerinden portföy seçim modeli hakkında teorik bilgi verilecektir.Ardından modellerde kullanılmak üzere firmaların sabit sermaye ve finansal yatırımları belirleyen belirsizlik faktörleri için enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri ARCH-GARCH yöntemleri kullanılarak tahmin edilecektir. Ayrıca modelde risk faktörleri olarak ekonomik, politik, finansal ve riskli ülkeler olmak üzere dört farklı endeks değeri kullanılacaktır. Devamında ise belirsizlik ve risk koşullarında firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarını belirleyen faktörler, yatırımların dinamik boyutunu hesaba katan dinamik panel very analiz yöntemlerinden fark genelleştirilmiş momentler metodu (fark GMM)ile tespit edilecektir. Sonuç bölümünde ise yatırımları belirleyen belirsizlik ve risk faktörlerine ilişkin ekonometrik tahminlerden elde edilen bulgular yorumlanacak ve elde edilen bulguların mevcut literature olan uyumu değerlendirilecektir. 2. TEORİK MODEL Bu çalışmada belirsizlik ve risk koşullarında firmaların yatırım kararlarını etkileyen faktörlerin belirlenmesi amacıyla portföy seçim modeli kullanılmıştır. Portföy seçim modelinin teorik yapısı ise Tobin (1965), Huang ve Litzenberger (1988), Tornell (1990), Le ve Zak (2006) ile Demir (2009)’in çalışmalarından yararlanılarak oluşturulmuştur. Bu modele göre firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarını belirleyen modeller sırasıyla denklem (1) ve (2)’de gösterilmiştir: ! ! ! )*+,-∗ ≅ )*/01/ 2,- − 2 3 454 − )*/67,, 4 − )*68,, − )*63,, − )*9(1) 170 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 + ! ! ! )* : , < = ≅ −)*/01/ 2,- − 2 3 454 + )*/67,, + )*63,, + )*9 4 + )*68,, ;, 3∗ +)*;,< 2 3. EKONOMETRİK METODOLOJİ VE MODEL 3.1. Dinamik Panel Veri Analizi Çalışmada belirsizlik ve risk koşullarında Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarını etkileyen faktörler, dinamik panel tahmin yöntemlerinden biri olan Genelleştirilmiş Momentler Metodunun (Generalized Methods of Moments-GMM) Arellano ve Bond (1991) tarafından geliştirilen fark GMM versiyonu ile tahmin edilmiştir. Dinamik panel modelinin en önemli avantajlarından biri dinamik ilişkilerin araştırmacılar tarafından daha iyi bir şekilde anlaşılmasını sağlamasıdır. Dinamik ilişkiler modele bağımlı değişkenin gecikmeli değerinin eklenmesiyle denklem (3)’teki gibi ifade edilmektedir (Duch, 2008). >?, = @>?, + AB? + CD?, + E?, + FG, j=1,2,…,N ve t=1,2,…,T(3) >?, , i’nci firma için t zamanında gözlemlenen bağımlı değişkenin değerini; >?, , i’nci firma için t -1 zamanında gözlemlenen bağımlı değişkenin değerini; D?, , k1x1 boyutundaki vektör, i’nci firma için t zamanında gözlemlenen zaman sürecinde değişen k1 tane dışsal değişkenlerin değerlerini; B? , k2 x1 boyutundaki vektör, i’nci firma için zaman sürecinde değişmeyen k2 tane dışsal değişkenlerin değerlerini; E? , i’nci firma için gözlemlenemeyenfirma etkisinin değerini; FG, , i’nci firma için t zamanında gözlenemeyen hata değerini göstermektedir. Dinamik panel veri yöntemi ile parametrelerin tahmin edilmesi için kullanılan GMM tekniğinin en önemli varsayımlarından biri modelde kullanılan araç değişkenlerin dışsal olması varsayımıdır. Bu varsayımın geçerliliğini sınamak amacıyla çalışmada Arellano ve Bond’un birinci fark modelinde ve sistem GMM tahmininde kullanılan araç değişkenlerin tamamının geçerliliğini sınayan Sargan’ın birinci fark testi kullanılmıştır. Bu testlerin yanında GMM yönteminin diğer bir varsayımı ise birinci fark denkleminden elde edilen hata terimleri arasında ikinci dereceden sıra korelasyonu olmaması varsayımıdır. Bu varsayımın 171 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu geçerliliğini sınamak amacıyla ise Arellano ve Bond (1991) bu varsayımın geçerliliğini sınamak amacıyla geliştirdiği ardışık bağımlılık testi kullanılmıştır. 3.2. Model Fark GMM yaklaşımı ile firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararları üzerinde risk ve belirsizliklerin etkisini gösteren iki farklı model (sırasıyla model A ve B) denklem (1) ve (2)’den hareketle kurulmuştur. Modeller denklem (4) ve (5)’te gösterilmiştir. Model A +?,- = H +?, + H! ;I?, + H" JKLM?, + HN JOPQ?, + HR S?, + T, Model B + F?, (4) +3 : < = = U;?, = H U;?, + H! U;?,! + H" ;?,< + HN JKLM?, ; ?, + HR JOPQ?, + T, + F?, (5) Denklem (4) ve (5)’te i ’nci firmanın t zamanında +?,- , reel net sabit sermaye yatırımlarını; U;?, , finansal yatırımlarının toplam sermaye miktarına oranını; ;I?, , sermaye hâsıla oranını; ;?,< , toplam yatırım miktarını, JKLM?, , getiri oranları farkını; JOPQ?, , belirsizlik ve risk değişkenini; S?, , kontrol değişkenini; T, , gözlemlenemeyen zaman etkisini ve F?, , hata değerini temsil etmektedir. Firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararları üzerinde risk ve belirsizliklerin etkilerini gösteren sırasıyla model A ve B’de, net sabit sermaye 172 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 yatırımları (+?,- ), net sabit sermaye stokunun logaritmik farkı alınarak53; net finansal varlık yatırımları (U;?, ), net finansal varlıkların net sabit ve finansal varlıkları toplamına bölünmesiyle; sermaye hâsıla oranı (;I?, ) dönem başındaki net sabit sermaye stokunun firmanın net satışlarına bölünmesiyle; toplam yatırım miktarı (;?,< ), reel net sabit ve finansal varlık yatırımlarının toplanmasıyla elde edilmektedir (Demir, 2005: 108; Demir, 2009: 12-14). Diğer taraftan, piyasadaki kredi olanaklarının sabit yatırımlar üzerindeki etkisini belirleyebilmek amacıyla model A’da kredi (;J?, ) kontrol değişkeni kullanılmakta ve özel sektöre verilen toplam kredilerin GSYİH’ya oranı şeklinde hesaplanmaktadır. Her iki modelde de ortak kullanılan değişkenlerden getiri oranları farkı, (JKLM?, ), sabit ve finansal varlık getiri oranları farkını temsil etmektedir (2?,- − 2?, ). Sabit varlık yatırım getirisi (2?,- ), firmanın dönem sonundaki faaliyet kârının net maddi duran varlıklara bölünmesiyle hesaplanırken, finansal varlık yatırım 3 3 getirisi (2?, ) ise firmanın dönem sonundaki net diğer faaliyet gelirlerinin nakit ve nakit benzeri değerler toplamına bölünmesi ile hesaplanmaktadır.54 Modellerde kullanılan belirsizlik ve risk değişkenini (JOPQ?, ) enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri temsil etmektedir. Enflasyon (V0*W?, ), döviz kuru (VJX2?, ) ve büyüme hızı (VYPZOℎ?, ) belirsizlikleri sırasıyla yıllık üretici fiyat endeksi, reel döviz kuru ve büyüme hızı verilerinin logaritmik farkı alındıktan sonra ARCH / GARCH modeli kullanılarak tahmin edilmektedir. Diğer taraftan, ekonomik (0J?, ), politik (\J?, ), finansal (UJ?, ) ve ülke (+]JY?, ) risk endeksleri risk değişkenini (JOPQ?, ) temsil eden ve modellerde kullanılan diğer değişkenlerdir. Risk endekslerine ilişkin verilerin olasılık değerleri gibi 53 Net sabit varlık yatırımları = )^K _ ;?, ∆; a= )^K b1 + ?,c; d≅ `; ?,, ?,, ∆;?, + − 9, 9 Yıpranma payını ve ;?, firmanın sahip olduğu net sabit ≅ ?,`; c; ?,, ?,, (duran) varlıkları göstermektedir (Mairesses, Hall ve Mulkay,1998:9) Faaliyet Karı = Net Satışlar-Satılan Malın Maliyeti- Faaliyet Giderler ve Net Maddi Duran Varlıklar = (Dönem başı Maddi Duran Varlıklar +Dönem sonu Maddi Duran Varlıklar ) / 2 şeklinde hesaplanmıştır. 54 173 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu yorumlanabilmesi amacıyla endeks verileri logaritmik dönüştürülme işlemine tabi tutulmakta ve risk endeks değişkenleri elde edilmektedir. 4. VERİ SETİ Çalışmada kullanılan mikro ölçekli veriler elde edilmeden önce ilk olarak Türkiye’de menkul kıymetler borsasına kayıtlı ve 2003:01 ile 2012:12 döneminde kesintisiz olarak en az yedi yıl faaliyet göstermiş firmalar belirlenmiş ve belirlenen firmaların bu yıllara ilişkin yıllık bilanço ve gelir tabloları, dünya borsalarına kayıtlı firmalara ilişkin finansal bilgileri kayıt altına alan ThomsonOne Banker isimli şirketten sağlanmıştır. İlk olarak Borsa İstanbul’da kayıtlı 424 firma belirlenmiş ve bu firmalar faaliyet kollarına göre sınıflandırılmıştır. Sonrasında finansal sektörde yer alan firmalar ile kesintisiz olarak en az yedi yıl faaliyette bulunmayan firmalar çalışmadan çıkarılmıştır. Sonuç olarak elde kalan 219 firmaya ilişkin bilanço ve gelir tablolarından sağlanan veriler 2010 yılına göre uyarlanmış ve modellerde kullanılan değişkenlere ulaşılmıştır. Analizde kullanılan 219 firma içinde 36 firma inşaat, 19 firma gıda ve içecek, 16 firma metal ve metal ürünleri imalatı, 13 firma kimyasal madde imalatı, 11 firma otomotiv, 8 firma petrol, gaz ve kömür ürünleri imalatı, 8 kâğıt sektörlerinde faaliyet gösterirken kalan 102 firma ise diğer sektörlerde faaliyet göstermektedir. Modellerde kullanılan makroekonomik değişkenler OECD, BIS (Bank for International Settlements) ve PRS Group veri tabanlarından alınmıştır. 5. TAHMİN SONUÇLARI 5.1. Genel Trend Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren firmalara ilişkin sabit ve finansal varlık yatırımları getiri oranları farkı (Rgap), finansal varlık yatırımlarının toplam yatırımlara oranı (FK) ve faaliyet karlılığı oranı değişkenlerine ilişkin ortanca değerleri yıllar itibariyle sırasıyla Şekil 1’de gösterilmiştir. Şekil 1’de görüldüğü gibi Rgap değişkenine ilişkin ortanca değeri reel sektörde faaliyet gösteren firmalar için 2003 yılında negatif değer alırken diğer yıllarda ise pozitif değerler almıştır. Diğer taraftan bu değişken 2008 yılında en yüksek değerine ulaşmıştır. Bu durum firmaların gerçekleştirmiş oldukları sabit varlık yatırımlarından elde ettikleri getiri ile finansal varlık yatırımlarından elde 174 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 ettikleri getiri arasındaki farkın en fazla olduğu yılın 2008 yılı olduğunu göstermektedir. Ayrıca 2009 yılına gelindiğinde Rgap değişkenine ilişkin ortanca değerin önemli bir şekilde düşüş gösterdiği görülmektedir. Bu düşüş 2007 yılının ortalarında Amerika Birleşik Devletleri ipotekli konut piyasasında başlayan, türev ürünler aracılığıyla tüm finansal sektörü etkisi altına alan ve dünya geneline yayılarak bütün ülkeleri derinden etkileyen küresel ekonomik kriz ile açıklanabilmektedir. Şekil 1: Ortanca Değer Grafikleri 2003 – 2012 dönemi genel olarak ele alındığında sabit ve finansal varlık yatırımları getiri oranları farkına ilişkin ortanca değerin 0.142 olduğu görülmektedir. Bu durum reel sektörde faaliyet gösteren firmaların gerçekleştirmiş oldukları her 100 TL’lik sabit varlık yatırımından elde ettikleri getirinin, her TL’lik finansal varlık yatırımından elde ettikleri getiriden 14.2 TL daha fazla olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan finansal varlık yatırımlarının toplam yatırımlara oranı ve faaliyet kârlılığı oranına ilişkin ortanca değerlerin sırasıyla 0.181 ve 0.042 olduğu görülmektedir. Bu durum reel sektörde faaliyet gösteren firmaların gerçekleştirdikleri her 100 TL’lik yatırımın 18.1 TL ’sının finansal varlık yatırımı olduğunu ve her 100 TL’ lık satışlarında 4.2 TL faaliyet kârı elde ettiklerini göstermektedir. 5.2. Belirsizlik Değişkenlerine İlişkin Tahmin Sonuçları Modellerde kullanılan belirsizlik değişkenlerini tahmin etmek amacıyla çalışmada ilk olarak enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı verileri 2003-2012 dönemi için aylık endeks serilerinin oluşturulmasında kullanılmıştır. Belirsizlik değişkenleri beş aşamada elde edilmiştir. İlk aşamada enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı endeks serilerinin normal dağılıma sahip 175 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu olup olmadıkları test edilmiştir. İkinci aşamada endeks serilerinin durağan olup olmadıkları tespit edilmiştir. Üçüncü aşamada endeks serilerinde ARCH etkisinin tespit edilmesi amacıyla ARCH - LM (ARCH LagrangeMultiple) testi yapılmıştır. Dördüncü aşamada ortalama denklemlerde ARCH etkisinin varlığı tespit edildikten sonra uygun ARCH ve GARCH tipi modellerin seçimine geçilmiştir. Beşinci aşamada ise modellerde ARCH etkisinin ortadan kalktığını görmek amacıyla yeniden modellere ARCH – LM testi uygulanmıştır. Elde edilen bulgular, enflasyon ve döviz kuru belirsizliklerine ilişkin en uygun modelin GARCH (1,1) modeli olduğunu, büyüme hızı belirsizliğine ilişkin en uygun modelin ise ARCH (1) modeli olduğunu göstermiştir. Enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı endeks serilerinin aylık koşullu varyans değerleri hesaplanmıştır. Belirsizlik değişkenlerinin oluşturulması amacıyla aylık koşullu varyans değerlerinin yıllık ortalaması 2003-2012 dönemini kapsayacak şekilde hesaplanmıştır. 5.3. Dinamik Panel Veri Analiz Sonuçları Çalışmada ilk olarak reel sektörde faaliyet gösteren firmaların sabit ve finansal varlık yatırımlarının belirleyicilerini tespit eden modellerde kullanılacak araç değişkenler, araç değişkenler regresyonu (Instrumental Variables Regression) yöntemi kullanılarak tespit edilmiştir.55 Sonrasında, Borsa İstanbul’da işlem gören ve reel sektörde faaliyet gösteren firmaların belirsizlik ve risk koşulları altında sabit sermaye yatırımları ile finansal yatırımlarını etkileyen faktörleri tespit eden denklem (4) ve (5)’teki iki ayrı model, Arellano ve Bond‟un 1991 GMM tahmincisi kullanılarak tahmin edilmiştir. Reel sektörde firmaların sabit sermaye yatırım kararlarını etkileyen faktörler model A’dan hareketle tahmin edilmiş ve sonuçlar Tablo 1 ve 2’de gösterilmiştir. Tablo 1’de görüldüğü gibi bütün modellerde Rgap değişkeni ile firmaların sabit sermaye yatırımları arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Bu anlamlı ilişki model 1, 3, 4 ve 5’te % 1 anlamlılık düzeyinde, model 2’de ise % 10 anlamlılık düzeyindedir. Rgap 55 Araç değişken regresyon yöntemlerinden GMM metodu kullanılarak elde edilen araç değişkenlerinin geçerliliğini gösteren matrisler, araç değişken regresyon yöntemi kullanılarak elde edilen modellere ait hata payları ile araç değişkenleri arasında bir ilişki olmadığını göstermektedir. Bu durum araç değişkenlerinin geçerli olduğunu göstermektedir. 176 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 değişkeninin % 1 artması firmaların sabit sermaye yatırımlarında % 0.001 ile % 0.019 arasında bir oranda artışa neden olmaktadır. Model 1, 2 ve 3’te enflasyon (Benf), döviz kuru (Brer) ve büyüme hızı (Bgsyih) belirsizlikleri ile firmaların sabit sermaye yatırımları arasında % 1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak negatif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Model 4 ve 5’te firmaların sabit sermaye yatırımları ile özel sektöre verilen toplam kredilerin GSYİH’ya oranı (Kr) ve büyüme hızı (Gsyih) arasında % 5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak pozitif yönlü bir ilişki edilmiştir. Bu durum özel sektöre verilen toplam kredilerin GSYİH içindeki payının ve büyüme hızının % 1 artmasının firmaların sabit sermaye yatırımlarını sırasıyla yaklaşık % 0.16 ve % 0.01 oranında arttırdığını göstermektedir. Tablo 1:Türkiye’de Firmaların Sabit Sermaye Yatırımlarını Belirleyen Belirsizlik Faktörlerine Yönelik Tahmin Sonuçları (Ik) Belirsizlik Modeli (1) k I -1 KO-1 Rgap-1 Benf -0.2467** (0.1154) -0.1216** (0.0596) 0.0185* (0.0069) -79.8589* (21.9237) (2) -0.3384*** (0.1966) -0.2438* (0.0627) 0.0018*** (0.0010) (3) -0.2190** (0.1075) -0.1469** (0.0606) 0.0172* (0.0065) (4) -0.1649* (0.0158) -0.3877* (0.0230) 0.0086* (0.0001) (5) -0.1649* (0.0158) -0.3877* (0.0230) 0.0086* (0.0001) -751.2135* (224.3309) Brer -38.1988* (9.9404) Bgsyih 0.1693** (0.0717) Kr Gsyih 0.0095** (0041) 1150 212 Gözlem Sayısı Grup Sayısı 1150 212 1150 212 1150 212 1150 212 F İstatistiği p-değeri m1 m1 p-değeri 20.17 0.000 -2.72 0.008 33.08 0.000 -1.98 0.048 21.17 0.000 -2.78 0.007 1906.23 0.000 -2.20 0.028 1904.74 0.000 -2.19 0.028 m2 m2 p-değeri Sargan Sargan p-değeri -1.50 0.133 0.08 1.000 -1.55 0.121 6.01 1.000 -1.54 0.125 0.09 1.000 -0.01 0.999 3.22 1.000 -0.59 0.553 7.74 1.000 Parantez içerisindeki değerler standart hataları göstermektedir. (-1) değeri değişkenlerin bir gecikmeli değerini göstermektedir. *, **, *** ; sırasıyla %1, %5 ve %10 düzeyindeki anlamlılıkları ifade etmektedir. Yıllara ilişkin sabit etkiler tabloda gösterilmemiştir. 177 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu Modellerin tamamı dikkate alındığında, firmaların sabit sermaye yatırım kararlarını en fazla etkileyen ekonomik faktörlerin sırasıyla döviz kuru belirsizliği, enflasyon belirsizliği, büyüme hızı belirsizliği ve kredi değişkeni; en az etkileyen faktörün ise büyüme hızı değişkeni olduğu görülmektedir. Tablo 2’de görüldüğü gibi bütün modellerde Rgap değişkeni ile firmaların sabit sermaye yatırımları arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Bu anlamlı ilişki model 1’de % 1 anlamlılık düzeyinde, model 2, 3 ve 4’te ise % 5 anlamlılık düzeyindedir. Rgap değişkeninin % 1 artması firmaların sabit sermaye yatırımlarında % 0.0008 ile % 0.0012 arasında bir oranda artışa neden olmaktadır. Tahmin sonuçları risk açısından ele alındığında ekonomik risk (ER), finansal risk (FR), politik risk (PR) ve ülke riski (ICRG) endeksleri ile firmaların sabit sermaye yatırımları arasında %1 anlamlılık düzeylerinde istatistiksel olarak pozitif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Ekonomik, finansal, politik ve ülke risklerinde meydana gelen % 1’lik bir artış, risk endekslerinin azalmasına neden olarak firmaların sabit sermaye yatırımlarını sırasıyla yaklaşık % 1.35, % 2.48, % 3.05 ve % 3.73 oranında azaltmaktadır. Modellerin tamamı dikkate alındığında, firmaların sabit sermaye yatırım kararlarını en fazla etkileyen risk faktörlerinin sırasıyla ülke riski, politik risk ve finansal risk olduğu; en az etkileyen risk faktörünün ise ekonomik risk olduğu görülmektedir. Reel sektörde firmaların finansal yatırım kararlarını etkileyen faktörler model B’den hareketle tahmin edilmiş ve sonuçlar Tablo 3 ve 4’te gösterilmiştir. Tablo 3’te görüldüğü gibi bütün modellerde Rgap değişkeni ile firmaların finansal yatırımları arasında % 1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak negatif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Rgap değişkeninin %1 azalması firmaların finansal yatırımlarında yaklaşık % 0.0009 oranında artışa neden olmaktadır. Model 1, 2 ve 3’te döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri ile firmaların finansal yatırımları arasında % 5 anlamlılık düzeyinde, enflasyon belirsizliği ile ise % 1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak negatif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Model 4 ve 5’te firmaların finansal yatırımları ile özel sektöre verilen toplam kredilerin GSYİH’ya oranı ve büyüme hızı arasında % 1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir. Bu ilişkinin özel sektöre verilen toplam 178 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 kredilerin GSYİH’ya oranı ve firmaların finansal yatırımları arasında negatif, büyüme hızı ve firmaların finansal yatırımları arasında ise pozitif yönlü olduğu görülmektedir. Bu durum sektöre verilen toplam kredilerin GSYİH içindeki payının % 1 artmasının firmaların finansal yatırımlarını yaklaşık %1.1 oranında azalttığını; büyüme hızının % 1 artmasının ise firmaların finansal yatırımlarını yaklaşık % 0.012 oranında arttırdığını göstermektedir. Tablo 2: Türkiye’de Firmaların Sabit Sermaye Yatırımlarını Belirleyen Risk Faktörlerine Yönelik Tahmin Sonuçları (Ik) Risk Modeli k I -1 KO-1 Rgap-1 ER (1) (2) (3) (4) -0.1220* (0.0193) -0.3378* (0.0330) 0.00084* (0.00026) 1.3541* (0.1427) -0.1330* (0.0218) -0.3283* (0.0381) 0.00124** (0.00048) -0.1341* (0.0253) -0.4558* (0.0585) 0.00123** (0.00058) -0.2478* (0.0119) -0.3920* (0.0213) 0.00084** (0.00033) 2.4812* (0.3345) FR 3.0556* (0.3944) PR 1150 212 1150 212 1150 212 3.7395* (0.2791) 1150 212 F İstatistiği p-değeri m1 m1 p-değeri 145.15 0.000 -2.23 0.026 103.54 0.000 -2.74 0.008 66.45 0.000 -2.39 0.017 450.25 0.000 -2.41 0.018 m2 m2 p-değeri Sargan Sargan p-değeri -0.72 0.470 2.58 1.000 0.30 0.762 0.37 1.000 -1.43 0.152 5.86 1.000 -0.45 0.652 1.07 1.000 ICRG Gözlem Sayısı Grup Sayısı Parantez içerisindeki değerler standart hataları göstermektedir. (-1) değeri değişkenlerin bir gecikmeli değerini göstermektedir. *, **, *** ; sırasıyla %1, %5 ve %10 düzeyindeki anlamlılıkları ifade etmektedir. Yıllara ilişkin sabit etkiler tabloda gösterilmemiştir. Modellerin tamamı dikkate alındığında, firmaların finansal yatırım kararlarını en fazla etkileyen ekonomik faktörlerin sırasıyla enflasyon belirsizliği, büyüme hızı belirsizliği, döviz kuru belirsizliği ve kredi değişkeni; en az etkileyen faktörün ise büyüme hızı değişkeni olduğu görülmektedir. 179 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu Tablo 4’te görüldüğü gibi bütün modellerde Rgap değişkeni ile firmaların finansal yatırımları arasında % 1 anlamlılık düzeyinde istatistiksel olarak negatif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Rgap değişkeninin %1 azalması firmaların finansal yatırımlarında yaklaşık % 0.0009 oranında artışa neden olmaktadır. Tablo 3:Türkiye’de Firmaların Finansal Yatırımlarını Belirleyen Belirsizlik Faktörlerine Yönelik Tahmin Sonuçları (FK) FK-1 FK-2 Ka Rgap-1 Benf (1) (2) Belirsizlik Modeli (3) (4) (5) -0.3874* (0.0135) -0.1806* (0.0090) 0.1080* (0.0335) -0.00085* (0.0001) -281.8671* (91.0128) -0.3733* (0.0136) -0.2002* (0.0089) 0.0996* (0.0342) -0.00089* (0.0001) -0.3912* (0.0140) -0.1781* (0.0092) 0.1204* (0.0358) -0.00086* (0.0001) -0.3912* (0.0140) -0.1781* (0.0092) 0.1204* (0.0358) -0.00086* (0.0001) -0.3728* (0.0136) -0.2009* (0.0089) 0.0989* (0.0342) -0.00089* (0.0001) -137.3118** (66.2703) Brer -219.2422** (106.0273) Bgsyih -1.1018** (0.5328) Kr 0.0125* (0031) Gsyih Gözlem Sayısı Grup Sayısı F İstatistiği p-değeri m1 m1 p-değeri m2 m2 p-değeri Sargan Sargan p-değeri 1541 216 1541 216 1541 216 1541 216 1541 216 2239.67 0.000 -6.15 0.000 2197.81 0.000 -6.06 0.000 2053.41 0.000 -5.98 0.000 2053.41 0.000 -5.98 0.000 2197.37 0.000 -6.07 0.000 0.85 0.393 93.97 0.286 1.41 0.159 92.59 0.321 0.74 0.461 94.03 0.259 0.74 0.461 94.03 0.259 1.43 0.153 92.56 0.322 Parantez içerisindeki değerler standart hataları göstermektedir. (-1) ve(-2) değeri değişkenlerin bir ve iki gecikmeli değerini göstermektedir. *, **, *** ; sırasıyla %1, %5 ve %10 düzeyindeki anlamlılıkları ifade etmektedir. Yıllara ilişkin sabit etkiler tabloda gösterilmemiştir. Tahmin sonuçları risk açısından ele alındığında ekonomik risk, politik risk ve ülke riski endeksleri ile firmaların finansal yatırımları arasında % 1 anlamlılık düzeyinde; finansal risk endeksi ile ise % 5 anlamlılık düzeyinde istatistiksel 180 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 olarak anlamlı ve pozitif yönlü bir ilişki tespit edilmiştir. Ekonomik, finansal, politik ve ülke risklerinde meydana gelen % 1’lik bir artış, risk endekslerinin azalmasına neden olarak firmaların finansal yatırımlarını sırasıyla yaklaşık % 0.49, % 1.4, % 2.5 ve % 1.21 oranında azaltmaktadır. Tablo 4: Türkiye’de Firmaların Finansal Yatırımlarını Belirleyen Risk Faktörlerine Yönelik Tahmin Sonuçları (FK) Risk Modeli FK-1 FK-2 Ka Rgap-1 ER (9) (10) (11) (12) -0.3714* (0.0136) -0.2034* (0.0087) 0.0996* (0.0348) -0.00089* (0.0001) 0.4991* (0.1332) -0.3682* (0.0135) -0.2097* (0.0083) 0.1063* (0.0349) -0.00091* (0.0001) -0.3699* (0.0136) -0.2061* (0.0086) 0.1012* (0.0345) -0.00090* (0.0001) -0.3703* (0.0136) -0.2054* (0.0086) 0.1007* (0.0345) -0.00090* (0.0001) 1.4048** (0.5497) FR 2.4920* (0.7418) PR 1.2125* (0.3496) ICRG Gözlem Sayısı Grup Sayısı F İstatistiği p-değeri m1 m1 p-değeri m2 m2 p-değeri Sargan Sargan p-değeri 1541 216 1541 216 1541 216 1541 216 2199.81 0.000 -6.05 0.000 2220.69 0.000 -6.01 0.000 2205.10 0.000 -6.04 0.000 2203.44 0.000 -6.04 0.000 1.49 0.136 92.44 0.325 1.63 0.102 92.20 0.331 1.55 0.120 92.31 0.328 1.54 0.124 92.34 0.327 Parantez içerisindeki değerler standart hataları göstermektedir. (-1) ve(-2) değeri değişkenlerin bir ve iki gecikmeli değerini göstermektedir. *, **, *** ; sırasıyla %1, %5 ve %10 düzeyindeki anlamlılıkları ifade etmektedir. Yıllara ilişkin sabit etkiler tabloda gösterilmemiştir. Modellerin tamamı dikkate alındığında, firmaların finansal yatırım kararlarını en fazla etkileyen risk faktörlerinin sırasıyla politik risk, finansal risk ve ülke riski olduğu; en az etkileyen risk faktörünün ise ekonomik risk olduğu görülmektedir. 181 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu Tablo 1, 2, 3 ve 4’te görüldüğü gibi bütün modellerde m1olasılık değerleri (p-değeri) 0.05’ten küçük değerler alırken m2olasılık değerlerinin (p-değeri) 0.05’ten büyük değerler aldığı görülmektedir. M1olasılık değerlerinin (p-değeri) 0.05’ten küçük değerler alması % 5 anlamlılık düzeyinde bu modellere ilişkin hata terimlerinde birinci dereceden otokorelasyon olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan modellerin hepsinde m2olasılık değerlerinin (p-değeri) 0.05’ten büyük değerler alması ise % 5 anlamlılık düzeyinde modellere ilişkin hata terimlerinde ikinci dereceden otokorelasyon olmadığını göstermektedir. Ayrıca, modellerin hepsinde sargan olasılık değerleri (p-değeri) 0.05’ten büyük değerler aldığı görülmektedir. Bu durum istatistiksel olarak % 5 anlamlılık düzeyinde modellerde kullanılan araç değişkenlerin geçerli olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır. 6. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Bu çalışmada 2003-2012 dönemi itibariyle, belirsizlik ve risk faktörlerinin Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararları üzerindeki etkileri araştırılması amaçlanmıştır. Bu amaçla, enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı belirsizlikleri ile ekonomik, finansal, politik ve ülke risklerinin firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararları üzerindeki etkileri, dinamik panel veri analiz yöntemlerinden Arellano ve Bond tarafından 1991 yılında geliştirilen GMM tahmin tekniği kullanılarak analiz edilmiştir. Analiz sonuçları özetle şöyledir: Enflasyon, döviz kuru ve büyüme hızı belirsizliklerinin firmaların sabit sermaye ve finansal yatırımları üzerindeki etkisine bakıldığında, döviz kuru belirsizliğinin firmaların sabit sermaye yatırım kararları üzerinde, enflasyon ve büyüme hızı belirsizliklerinin finansal yatırım kararları üzerinde daha güçlü bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Döviz kuru belirsizliğinin azaldığı bir ortamda firmalar sabit sermaye yatırımlarını finansal yatırımlarına göre nispi olarak daha fazla; enflasyon ve büyüme hızı belirsizliklerinden herhangi birinin azaldığı ortamda ise finansal yatırımlarını sabit sermaye yatırımlarına göre nispi olarak daha fazla arttırmaktadırlar. Bu durum makroekonomik belirsizliğin genel olarak etkisinin finansal piyasalar üzerinde etkili olduğunu ve finansal piyasaların kırılgan bir yapıya sahip olduğunu gösterebilmektedir. Ekonomik, finansal, politik risk ve ülke riskinin firmaların sabit sermaye yatırım kararları üzerinde finansal yatırım kararlarına göre daha güçlü bir etkiye 182 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 sahip olduğu görülmektedir. Bu tür risklerin azalması risk endekslerinin artmasına neden olarak firmaların sabit sermaye yatırımlarını finansal yatırımlarına göre sırasıyla yaklaşık 3, 0.8, 0.3 ve 3 kat daha fazla arttırmaktadır. Bu durum risk karşısında reel piyasaların finansal piyasalara göre daha kırılgan bir yapıya sahip olduğunun bir kanıtı olabilmektedir. Ekonomik faktörlerin firmaların finansal yatırımlarını sabit sermaye yatırımlarına göre daha olumsuz etkilemesi birkaç şekilde açıklanabilmektedir. İlk olarak bu faktörlerde meydana gelen artış, ülkeye olan güvenin azalmasına sebep olmaktadır. Güvenin azalması ile birlikte ülkeye giren yabancı sermaye miktarında bir azalış olabileceği gibi ülkede bulunan yabancı sermayenin de ülkeden çıkmasına yol açabilmektedir. Yabancı portföy yatırımlarının doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından daha fazla azalması durumunda, finansal yatırımlar sabit sermaye yatırımlarına göre daha fazla etkilenebilmektedir. İkinci olarak bu durum sabit sermaye yatırımları ve finansal yatırımlar arasındaki yapısal farklılıklardan kaynaklanabilmektedir. Sabit sermaye yatırımları uzun vadeli ve geri çevrilemez iken finansal yatırımlar daha kısa vadeli ve batık maliyeti içermeyen yatırımlardır. Sabit sermaye yatırımlarında uyarlama maliyeti ve tamamlanma gecikmesi söz konusu iken finansal yatırımlar için böyle bir durumun söz konusu olmamasıdır. Diğer taraftan, firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarını belirleyen risk faktörleri dikkate alındığında, risk faktörlerinin firmaların sabit sermaye yatırım kararları üzerinde finansal yatırım kararlarına göre daha etkili olduğu görülmektedir. Riskin arttığı bir durumda sabit sermaye yatırımlarının finansal yatırımlara göre daha olumsuz etkilenmesi uluslararası sermaye hareketleri ile açıklanabilmektedir. Artan risk, ülkeye olan güvenin azalmasına neden olmakta ve ülkeye giren yabancı sermaye miktarını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Bu durum hem sermaye hem de borçlanma maliyeti üzerinde bir artışa sebep olarak firmaların sabit sermaye yatırımlarının azalmasına yol açabilmektedir. Ayrıca, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının azalması sabit sermaye yatırımlarının finansal yatırımlara oranla daha fazla etkilenmesine neden olabilmektedir. Bununla birlikte risk ile getiri arasındaki doğrusal ilişki nedeniyle, riskin artması risk primini arttırmaktadır. Riski seven yabancı yatırımcıların daha yüksek getiri elde edebilmek amacıyla bu ülkede yatırım yapması, riskin finansal yatırımlar üzerindeki olumsuz etkisini azaltmakta ve finansal yatırımların sabit sermaye yatırımlarına göre daha az etkilenmesine neden olabilmektedir. 183 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu Sonuç olarak belirsizlik ve risk faktörlerinin firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarına etkisi beraber analiz edildiğinde, ekonomik ve politik faktörlerin firmaların finansal yatırım kararlarına olan etkisinin, risk faktörlerinin ise sabit sermaye yatırım kararlarına olan etkisinin daha fazla olduğu görülmektedir. Ayrıca firmaların sabit sermaye ve finansal yatırım kararlarında belirsizlik durumunda sergiledikleri tutumu risk karşısında sergilemedikleri görülmektedir. KAYNAKÇA Aizenman J, Marion N.(1993). “Macroeconomic Uncertainty and Private Investment”. Economic Letters, 41(2), 201–210. Alesina, A., vePerotti, R. (1996). “Income distribution, political instability, and investment”.European Economic Review, 40(6), 1203-1228. Arellano, M., ve Bond, S. (1991). “Some Tests of Specifications for Panel Data: Monte Carlo Evidence and Application to Employment Equations”, Review of Economic Studies, 58,(2), pp.277–297. Arestis, P., González, A. R., & Dejuán, Ó. (2012).“Investment, Financial Markets, and Uncertainty” (No. 743).Working Paper, Levy Economics Institute. Arslan, Y., Demirhan, A. A., Hulagu, T., veSahinoz, S. (2012). “Belirsizlik Altinda Yatirim Planlari”Research and Monetary Policy Department, Central Bank of the Republic of Turkey, No: 1213. Baltagi, B. H., (2005), Econometric Analysis of Panel Data, Third Edition, Canada: John Wiley&Sons. Campos, N. F., ve Nugent, J. B. (2003). “Aggregate Investment and Political Instability: An Econometric Investigation”.Economica, 70(279), 533-549. Demir, F. (2009a). “Macroeconomic Uncertainty and Private Investment In Argentina, Mexico and Turkey”.Applied Economics Letters, 16(6), 567-571. Demir, F.(2009b). ”Financial Liberalization, Private Investment and Portfolio Choice: Financialization of Real Sectors in Emerging Markets”.Journal of Development Economics, 88(2), 314-324. Duch, R., (2008), “Longitudinal/Panel Data Analysis: Lecture 3 and 4”, Internet Address: http://www.raymond.duch@nu_eld.ox.ac.uk raymondduch.com/class/paneldata, Erişim Tarihi: 27.11.2014. 184 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Escaleras, M., veKottaridi, C. (2014).“The Joint Effect of Macroeconomic Uncertainty, Sociopolitical Instability, and Public Provision on Private Investment”.The Journal of Developing Areas, 48(1), 227-251 Günçavdı, Ö.,veMckay, A. (2003). “Macroeconomic Adjustment and Private Manufacturing Investment in Turkey: A Time-Series Analysis”. Applied Economics, 35, 1901-1909. Gürsakal, S. (2009). “VaryansKırılmasıGözlemlenenSerilerdeGarchModelleri: Döviz Kuru OynaklığıÖrneği”. ErciyesÜniversitesiİktisadiveİdariBilimlerFakültesiDergisi, 32, OcakHaziran,319-337. Huang, C.,Litzenberger, R.H., 1988. Foundationsfor Financial Economics. Netherlands: North-Holland. Karapınar, G. (2008). Uncertainty and Investment: Evidence From The Panel Data of Turkish Manufacturing Firms(YayınlanmamışYüksekLisansTezi), İstanbul: Marmara Üniversitesi. Koç, H., veDeğer, M.K. (2010). “Döviz Kuru BelirsizliğiVeYurtiçiYatırımlar: TürkiyeEkonomisiÜzerineNedensellikTestleri (1988-2007)”, Atatürk ÜniversitesiİktisadiveİdariBilimlerDergisi, 24(3), 79-93. Le, Q. V. (2004).“Political and Economic Determinants of Private Investment”.Journal of International Development, 16(4), 589-604. Le, Q. V., ve Zak, P. J. (2006).“Political Risk and Capital Flight”.Journal of International Money and Finance, 25(2), 308-329. Leroy, S. F., veSingell, L. D. (1987). “Knight on risk and uncertainty”.The Journal of Political Economy, 95(2), 394-406. Luintel, K. B., veMavrotas, G. (2005).Examining Private Investment Heterogeneity: Evidence From A Dynamic Panel (No. 2005/11). WIDER Discussion Papers//World Institute for Development Economics (UNU-WIDER). Mairesse, J.,Hall, B.H. andMulkay, B. (1998) "Firmlevelinvestment in France andthe United States: an exploration of whatwehavelearned in twentyyears", NBER workingpaper No. 7437 Özçiçek, Ö. (2007). “Nominal Kur Oynaklığı ve Türkiye’de Sermaye Yatırımı Üzerindeki Etkisi”. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7(2), 73-84. Özman, M. (1996).Türkiye Ekonomisinde Belirsizliğin Özel Yatırım Harcamalarına Etkisi (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: OrtaDoğuTeknikÜniversitesi. 185 C. Aydın ve F.G. Odabaşıoğlu Pradhan, G., Schuster, Z., veUpadhyaya, K.P.(2004). “Exchange Rate Uncertainty and the Level of Investment in Selected South-East Asian Countries”. Applied Economics, 36(19), 2161-2165 Poon, S. H., ve Granger, C. W. (2003).“Forecasting Volatility in Financial Markets: A Review”.Journal of Economic Literature, 41(2), 478-539. Sile, A. E. (2003). The Effects of Macroeconomic Uncertainty on Irreversible Investment (Phd Thesis), Georgetown University. Tobin, J.(1965). “Money and Economic Growth”, Econometrica, 33(4), 671-684. Tornell, A.(1990). “Real vs. Financial Investment: Can Tobin Taxes Eliminate the Irreversibility Distortion?”,Journal of Development Economics, 32, 419-444. 186 Bir Kosova Türk Masalı: Çatçat Dağın Suyi Gösterge Bilimsel Çözümleme Denemesi Dr. Lokman Turan Atatürk Üniversitesi Hüseyin Öztürk Artvin Çoruh Üniversitesi ÖZET Bu çalışmada, Kosova Prizren’de derlenmiş olan Çatçat Dağın Suyi masalı gösterge bilimin yöntemleriyle çözümlenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın amacı, geniş bir coğrafyaya yayılmış Türk masallarının yeni bakış açılarıyla incelenmesine ve bu yolla Türkçenin dilden dile aktarılarak günümüze ulaşmış olan metinlerinin anlaşılmasına katkı sağlamaktır. Çalışmaya konu olan masal, Kosova Üniversitesi Priştine Felsefe Fakültesi öğretim üyesi Nimetullah Hafız tarafından bir araya getirilmiş metinlerden oluşan Kosova Türk Halk Edebiyatı Metinleri adlı eserde yer almaktadır. Gösterge bilim, okurun bakış açısını derinleştirmesini gerekli kılan yöntemler teklif etmektedir. Bu yöntemler, metnin anlam katmanlarına nüfuz etmek için okurun metni ayrıştırması ve yeniden inşa etmesini öngörmektedir. Bu maksatla bu çalışmada Çat Çat Dağın Suyi masalı söylem, anlatı ve temel yapı(mantıksal-anlamsal yapı) düzeylerinde analiz edilmiştir. Metnin kişi, zaman ve uzamları tespit edilmiş; metin kesitlere ayrılmıştır. Sonrasında kişilerin olay örgüsündeki işlevleri, A.J. Greimas’ın eyleyenler modeline göre belirlenmiştir. Bu modelin gereği olarak masaldaki kişi ya da kavramlar, işlevlerine göre bir sınıflandırmaya tâbi tutulmuştur. Bu işlevler doğrultusunda ortaya çıkan güç ve iletişim ekseni tespit edilmeye ve anlamı meydana getiren temel soyut yapı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu çalışmanın (ve belki buna benzer çalışmaların) uzak amacı, masalların yapı ve anlam özelliklerinin, çocuk edebiyatını sınıfa taşıyacak olanlar tarafından fark edilmesini sağlamak ve eğitim-öğretimin çeşitli aşamalarında masallara dair bilgilerin işlevsel bir biçimde kullanılmasına imkân tanımaktır. Hem ders kitabı hazırlayıcılarının hem de ders programlarını tatbik eden öğretmenlerin, masalları derinlemesine tanıması, bu edebî türü eğitim-öğretim ortamında daha kullanışlı kılacaktır. Anahtar Kelimeler: Kosova Türk masalı, Gösterge Bilim, Eyleyenler Modeli. L. Turan ve H. Öztürk A Kosovo Turkish Tale: Çatçat Dağin Suyi A Study of Semiotic Analysis Dr. Lokman Turan Atatürk University Hüseyin Öztürk Artvin Çoruh University ABSTRACT This study was attempted to analyse a tale of Çat Çat Dağın Suyi compiled from PrizenKosovo by the help of semiotics methods. The aim this is to examine Turkish tales which was spread over a wide geographical area, from the new viewpoints and in this contributes towards better understanding of the Turkish texts which have survived through oral tradition. The tale analysed in this study is located in the Kosovo Turkish Folk Literature Texts which were put togetger by Nimetullah Hafız who is a member of philosophy faculty of the Kosovo University. Semiotics offer methods which makes it necessary to deepen the reader's point of view. These methods are required from reader to deconstruct and reconstruct the text in ordert o infuse the layers of meaning embedded in the text. For this purpose, the tale Çat Çat Dağın Suyi was analysed in discourse level, narration level and basic structure (logical-semantic structures) level. Characters, tenses and locations of text were identified and the text divided into sections. After that the functions of characters were determined by using the actantial model of A.J. Greimas. As a requirement of this model characters and concepts of this tale were classificated according their functions.Power and communication axis of the was identified. Finally basic structure of the tale that forms meaning was exposed. This research (and perhaps other similar studies) might be useful for people who use the children’s literature in classroom in relation to structural and semantic properties of tales to recognize and enable them to use this information relevant to tales in various stages of education. To recognize folk tales in depth by both teachers who utilise educational program and author of textbooks, this type of literary genre will make it more valuable in the teaching and learning environment. Keywords: Kosovo Turkish Tale, Semiotics, Actantial Model. 188 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ İnsan, hayatı boyunca çok sayıda metnin muhatabı olur. Bu metinlerin çeşitliliği karşısında birtakım okuma yöntemleri geliştirmek kaçınılmazdır.Bu yöntemler geliştirilirken metnin özelliklerini ve üretim sürecini dikkate almak gerekir. Yalnızca metinlerin değil bir bütün olarak insanın hayatındaki anlamların kaynağını sorgulayan gösterge bilim, metinleri anlamlandırma konusunda da teklifler getirmiş; kendine has kavramlarla metinlere nüfuz etmeye çalışmıştır. Gösterge bilim, bunu yaparken dili bir metafor olarak kullanma eğilimindedir(Guiraud, 1994: 11). Nitekim bir dilbilimci olan Saussure, Charles Sanders Peirce ile birlikte gösterge bilimin öncüleriden biri olarak kabul edilmektedir(Rifat, 2009: 30). Metinlerde sözdizimsel bir yapı arama ve metni böylece anlamlandırma çabası da bu eğilimi gösterir niteliktedir(Kıran ve Kıran, 2011: 300). Gösterge bilimin inceleme alanlarından biri de anlatılardır. Anlatılar, hem üretim süreci hem de yapı itibarıyla kendine özgü bir okuma usûlü gerektirir. Bu sebepledir ki bir bilim dalı olarak anlatıbilim ortaya çıkmıştır.56Bütün anlatılar için ortak bir okuma yöntemi belirleme işinin çözülmesi gereken bir mesele olarak ortada durduğunu; bu meselenin çözümü için aceleci davranmamak gerektiğini söyleyen ve “Anlatıların yapısını nerede aramalıyız?” sorusunu yanıtlamaya çalışan Barthes, bu soruya bir cevap vermiş; ardından da bu cevabın geçerliliğini sorgulayan ikinci bir soru sormuştur: “...anlatıların yapısını nerede aramalıyız? Anlatılarda kuşkusuz. Bütün anlatılarda mı?” (Barthes, 2014: 102) Bir türe, bir çağa, bir topluma özgü bütün anlatıları incelemeye ve sonra bir örnekçe tasarlamaya kalkışmanın belki sağduyulu ancak gerçekçi olmayan bir yaklaşım olduğunu belirten araştırmacı, bu savını ispatlamak üzere dilbilimin geçirdiği süreci örnek göstermiştir: 56 Anlatıbilimin (Narratology), bir bilim dalı olarak gelişim süreci için bkz. Dervişcemaloğlu, B. (2014). Anlatıbilime Giriş, Dergâh Yayınları, İstanbul. 189 L. Turan ve H. Öztürk “Karşısında yalnızca üç bin dolayında dil bulunan dilbilim bile işin üstesinden gelememiştir. Sonunda akıllıca davranıp tümdengelimli yaklaşımı benimsemiş ve o tarihten başlayarak da kurulup dev adımlarıyla ilerlemiş, hatta o ana kadar ortaya çıkarılmamış olayları bile öngörmeyi başarmıştır.” (Barthes, 2014: 102) Anlatıların sayısı o kadar çoktur ki onların hepsini tek tek, derinlemesine bir okumaya tâbî tutmak ve sonrasında bir yöntem tespit etmek imkân dairesinde değildir. Bu durumda güncellenmeye açık bir okuma kuramı tasarlanabileceği ve ardından anlatıların bu kurama göre incelenebileceği düşüncesinden hareket edilmiştir. Nitekim göstergebilim, donmuş bir bilim olarak değil bir bilimsel tasarı olarak görülmüştür(Rifat,1996: 14). Barthes, bu durumda dilbilimden yardım almayı akıllıca bulmuş ve bir anlatıyı çözümlemek üzere harekete geçen kişinin durumunu şöyle özetlemiştir: “Anlatıların sınırsızlığı ve bu anlatıların söz edileceği bakış açılarının çokluğu karşısında çözümlemeci, dilin karmaşıklığını gören ve bildirilerin görünürdeki kargaşası içinden bir sınıflandırma ilkesi ve bir betimleme odağı çıkarmaya çalışan Saussure’le aşağı yukarı aynı durumdadır.” (Barthes, 2014: 102) Bu çalışma açısında sınıflandırma ilkesi ve betimleme odağı ifadelerinin altı çizilmelidir. Çünkü bu araştırmada kılavuz olarak kullanılacak olan Greimas’ın eyleyenler örnekçesi, bu konuda önemli bir örnek teşkil etmektedir. Anlatının kahramanları, bu örnekçede birer eyleyen konumundadır ve adlarını işlevlerinden almaktadır. Eyleyenler, yalnızca insan olmak durumunda değildir. Zaman zaman bir nesne ya da kavram eyleyen konumunda olabilir. Greimas, modelini V.Propp’tan esinlenerek hazırlamıştır(Dervişcemaloğlu, 2014: 139). Greimas’ın üretici süreç adını verdiği ve temel yapıdan yüzeysel yapıya doğru ilerleyen metnin oluşum süreci, bütün yapıyı meydana getiren çeşitli ögelerin birbirine bağlanmasını içerir(Kıran ve Kıran, 2011: 183). Söylem, anlatı ve temel yapı düzeylerinde metnin oluşum sürecini görmek ve incelemek mümkündür. Söylem düzeyindeki çözümleme kişi, zaman ve uzamların tespiti ve metnin kesitlere ayrılmasıyla başlar. Metindeki sahneleri birbirinden ayıran durumların belirlenmesiyle devam eder. Sonrasında sahnelerin 190 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı İkinci 17-20 20 Mayıs, 2016 arasındaki benzerlikler ve karş rşıtlıklardan ıtlıklardan yola çıkılarak bir sınıflandırma yapılır(Rifat, 1996: 26-27). Anlatı düzeyinde yapılacak incelemede artık kahramanlar değil de il eyleyenler vardır. Yukarıda da belirtildiği ği gibi eyleyen kavramı kişi ki i ya da kahraman kavramından daha kapsamlıdır. Bir eyleyen, her zaman insan olmak durumunda olmadığıı gibi daima tekil veya daima somut olmak durumunda da de değildir. ildir. Bazen soyut bir kavram, bazen bir nesne de eyleyene dönüşebilir. dönü ebilir. Eyleyen, bir varlıktan ziyade bir bağıntı ıntı unsurudur. Bu anlatılanları somutla somutlaştırmak tırmak için Greimas’ın oluşturduğu eyleyenler şeması işlevsel şlevsel olabilir(Kıran ve Kıran, 2011: 271 271-272). Şema ema 1: Greimas’ın Eyleyenler Modeli Bu şemanın bir örneğii de aş aşağıdaki verilmiştir. Şema ema kısaca yorumlanacak olursa şunlar unlar söylenebilir:Bir anlatı, gönderici tarafından harekete geçirilen öznenin; nesneyi elde etme mücadelesini içerir. Bu mücadele sırasında yardımcılar ve engelleyicilerle karşılaşır. ır. Yardımcıların deste desteğiyle engelleyicileri aşar, ar, nesneye ulaşır ır ve onu alıcıya götürür.Ödüllendirilir ve onurlandırılır. Yapamazsa cezalandırılır. Bu bir şemadır emadır ve bütün anlatıları dört başı ba ı mamur açıklayamaz. Ama anlatılara bir bakış geliştirmede ştirmede tirmede istifadeye açıktır. Zaten göstergebilimin bir metni her yönüyle açıklama iddiası yoktur ancak sınırlandırdığı sınırlandırdı alan lan içinde tutarlı ve bütüncül bir bakış geliştirmek tirmek ister (Yücel, 2012: 94). Bu şemaların emaların ayrıntılandırılması ve açıklanması, eyletim; edim ve edinç; durum sözcesi ve edim sözcesi gibi kavramların yardımıyla metin incelemesi bölümünde örneklerle gerçekleştirilecektir. tirilecektir. 191 L. Turan ve H. Öztürk Şema 2: Greimas’ın Eyleyenler Modeli57 Temel yapı düzeyinde yapılacak incelemede, bir anlatıyı oluşturan olu en temel karşıtlıklar ıtlıklar ele alınır. Bu,bir derin yapı analizidir. Her anlatının birkaç kavramın karşıtlığına ve çatışmasına masına indirgenebileceği anlayışı gereğince bir göstergebilimsel dörtgen oluşturulmuş turulmuştur. Ölüm-yaşam, aşk-nefret, gerçek- yalan, özgürlük-esaret esaret ve daha birçok temel karşıtlık, kar bir anlatının çekirdeğini oluşturabilir. İşte bu çekirdeğin keşfedilmesi şfedilmesi ve şematize edilmesi işi, temel yapı analizini oluşturur. 2. ÇATÇAT DAĞIN SUYİ MASALININ ÇÖZÜMLENMES ÇÖZÜMLENMESİ Masal bir anlatı türüdür. Simgeseldir, ortak hafızadan doğar do ve onu besler. Bu çalışmanın manın konusu olan Çat Çat Dağın Da Suyi masalı, Hafız(1995)’ın Kosova Halk Edebiyatı Metinleri etinleri adlı çalışmasındaki metin esas alınarak incelenmiştir. incelenmi Masal Prizen’de derlenmiştir. tir. Masalın tam metni çalı çalışmanın sonunda yer 58 almaktadır. Bu çalışmada mada çözümleme yapılırken analizin sırası ve akışıkonusunda akı daha önce Türkçe metinler üzerine yapılmış yapılm gösterge bilim çalışmalarından, 59 özellikle masal incelemelerinden istifade edilmiştir. edilmi 57 Şema ema Kaliforniya Üniversitesi’nin internet sitesine ait bu bağlantıdan ba alınmıştır: http://oldsite.english.ucsb.edu/faculty/ayliu/courses/english25/materials/Greimas.gif 58 Metnin özgün hâli ağız özellikleri taşımaktadır. ımaktadır. Prof. Dr. Nimetullah Hafız’ın çalı çalışmasında metin derlendiği kaynaktan olduğuu gibi yazıya aktarılmıştır. aktarılmı Bu durum, bu ağızla ilgili tecrübe ve bilgisi olmayan okuyucuları zorlayacağından ından metin, ağız a özelliklerinden arındırılmış ve ölçünlü Türkiye Türkçesine dönüştürülmüştür. Dönüşüm üm sırasında çalı çalışmanın arkasında bulunan sözlükten istifade edilmiştir. tir. Bazı noktalarda eksik kalan anlam parantez içlerine yazılan kelimelerle tamamlanmı tamamlanmıştır. 59 Bunlardan bazıları: ı: KORKUT, E. Göstergebilimsel Çözümleme: Tembel Adam Masalı., Millî Folklor, 2015, Yıl 27, Sayı 108CAN TÜFEKÇİ, TÜFEKÇİ Dilek. Dünya Güzeli: Gösterge bilimsel Yaklaşım, Türk Dünyası İncelemeleri ncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/2 (Kış (Kı 2012), s.531-552. 192 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Olay örgüsünün bağlantı noktalarını tespit etmek için Rifat (1996)’ın ifadesiyle anlam kavşaklarından yola çıkarak metnin belirli birimlere ayrılması çözümlemeyi kolaylaştıracaktır. Bu sebeple Çatçat Dağın Suyi masalı da kesitlere ayrılarak incelenecektir. 2.1. I. Kesit Dünyada sen ve ben yokken, yeryüzündeki otlar bitişirken, derelerde süt akarken, o zamanlarda bir anayla bir oğlan yaşıyormuş. Bu ana ve oğul çok fukaraymışlar. Akşama yiyecek ekmek bile yokmuş. Komşunun karısı bunları hep gizlice besliyormuş. 2.1.1. Söylem Düzeyi Metnin bu kesitinde kişiler ve zaman açık bir biçimde görülmektedir. Uzam ise bir sonraki kesitte okur/dinleyici ile paylaşılmaktadır. Kişiler, zaman ve uzam söyleme/metne can veren, onu gerçekçi kılan ögelerdir. Sen ve ben zamirleri anlatıcı ve dinleyiciyi temsil etmektedir. Masal kişileri ise bir ana ve bir oğuldur. Bu bilgilerden sonraki kesitlerde olacakları anlamlandırmada istifade edilecektir. 2.1.2. Anlatı Düzeyi Birinci kesit bir durum sözcesidir. Bir hareketi değil bir durumu betimlemektedir. Bir edimin bir hareketin gerçekleşebilmesi için bir durumdan bir başka duruma geçişi arzu etmek ve sonra harekete geçmek gerekmektedir. Bu geçiş durumunu ifade eden sözcelere ise edim sözcesi adı verilir. Fukaralık durumunun değişebilmesi için anlatı öznelerinden birinin bir edim gerçekleştirmesi gerekir. Bu edimi gerçekleştirebilmesi için edince (yeterliliği sağlayacak bilgi ve donanıma) muhtaçtır. Anlatıdaki eyleyenlerin (özne, nesne, gönderici, alıcı, yardımcı, engelleyici) tespitini ilerleyenbölümlerin analizinde gerçekleştirmek, anlatının yapısının daha doğru kavranmasını sağlayacağından bu kesitte gerçekleştirilmemiştir. 2.2. II. Kesit Günün birinde bu çocuğun annesi hastalanmış. O kasabada kimse ilaç bulamamış. Annesini nasıl iyileştireceğini hep düşünmüş. Gözüne gündüz gece uyku girmemiş. 193 L. Turan ve H. Öztürk 2.2.1. Söylem Düzeyi Bir zaman değişikliği ve sağlıktan hastalığa doğru yaşanan bir dönüşüm yukarıdaki bölümün ikinci kesit olarak alınmasına sebep olmuştur. Birinci kesitteki durağan ve geniş zaman, bir olayın gerçekleştiği müşahhas zamana, bir güne dönüşmüştür. Anne hastalanmıştır. Uzamda ise herhangi bir değişiklik yaşanmamıştır. Zaman ve uzam belirtkeleri ile yaşanan dönüşümler, metni kesitlere ayırmada yardımcıdır(Uçan, 2015: 112). 2.2.2. Anlatı Düzeyi Hastalanma edimi, yeni bir durum yaratmıştır. Bu yeni hâl, önceki durumu ortadan kaldırmamakta, önceki durumun üzerine eklenmektedir. Bu anlatının öznesi çocuktur. Arzu nesnesi ise annesinin sağlığıdır. Öznenin bunu elde etme serüveni, anlatıya bir başka eyleyenin dâhil olması ile başlayacaktır. 2.3. III. Kesit Düşünürken kapı vurulmuş, çocuk kapıya çıkmış. Kapıda bir ihtiyar adam, ak sakallı, ayakları tutmuyor hatta konuşamıyormuş bile… Çocuk ihtiyar adama kapıyı açmış ve içeriye almış. İhtiyar adam çocuğa dönmüş ve şunları söylemiş: Duydum senin anan hastaymış, kimse ona ilaç bulamamış. Dinle bunları ben sana ne söyleyeceğim, onları yapacaksın, güzelce dinle! Buradan yedi dağ uzakta olan Çatçat Dağı bulunur. O dağda bir kale var. Onu bir kocakarı bekler. Yanında bir pınar var. O pınarın dibinde kalenin anahtarı saklıdır. Pınarın içine girersin. Onda bir balık vardır. Balığın yüreğinde anahtar saklıdır. Bunu kimseye deme. Yolda ise çok zahmet çekeceksin fakat hepsine dayanacaksın. Anahtarı aldın mı göğsüne koy. Pınardan çıktın mı biraz uzakta yeşil bir taş var. Onu kaldır, altında bir kılıç var. Kılıcı sol elinde tutacaksın. Sakın sağ eline almayasın. Sonra kaleye girmek için harp edeceksin. Kalenin en derin yerinde bir su akar. O sudan alırsın ve suyu dışarıya koyuverirsin. Sonra geriye dönersin. Dediklerimi unutma! O suyu anan içtikten sonra hastalığı geçer. Yolun açık olsun çocuğum. Bunu der ve ihtiyar adam gider. Çocuk içeriye girer. Bunları anasına söyler. Anası da der: 194 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı İkinci 17-20 20 Mayıs, 2016 - Ben sensiz ne yapacağım? ğım? Bana kim bakacak? Çocuk der: - Merak etme ana, ben çabuk dönerim. Eyvallah ana! İyi yi saatinle (güle güle) çocu çocuğum, der anası. 2.3.1. Söylem Düzeyi Yeni bir kişinin inin girmesi ve masalın akı akışına ına devinim getirecek bir anlam kavşağının oluşması ması bu bölümü yeni bir kesit olarak ele almayı gerektirmiştir. gerektirmiştir. Yeni kişi, i, bir ihtiyardır. Bu ihtiyar, bir uzam değişikliğinin de olacağını ını okuyucuya haber vermektedir. Zaman ise annenin ann hastalandığı, ı, ikinci kesitteki o “bir gün”ü müteakip bir zaman dilimidir. 2.3.2. Anlatı Düzeyi Anlatının öznesi olan çocuk, arzu nesnesi olan annesinin sağlığına sa ına (Çatçat Dağın Suyu’na) ulaşmak mak üzere gönderici rolündeki ihtiyar ile bir sözleşme sözleşme yapmıştır. İhtiyarın htiyarın çocuk üzerindeki otoritesi bilgi ve tecrübe kaynaklıdır. Çocuğun bir dönüştürücü edimi gerçekleştirebilmesi gerçekle için gerekenleri öğreten reten ve bu konuda onunla bir sözleşme me yapan ki kişii Greimas’ın eyleyenler modelinde gönderici olarak adlandırılmıştır. ştır. Sözle Sözleşme yapılması işine ise eyletim adı verilmektedir.Göndericinin özne üzerindeki zorlamaya ve kuvvete kuvvete dayanmayan etkisine inandırıcı edim, öznenin bu durumu değerlendirip de erlendirip göndericiye güvenmesine ise yorumlayıcı edim adı verilmektedir(Rifat, 2011). Bu masaldaki eyleyenler, modeldeki yerine koyulunca aşağıdaki a şema ortaya çıkmaktadır. Şema 3: Çatçat Dağın Dağ Suyi Masalının Eyleyenleri Özneyi arzu nesnesinden alıkoymaya çalışan çalı an eyleyene Greimas’ın 195 L. Turan ve H. Öztürk modelinde engelleyici adı verilmiştir. Yardımcı konumundaki İhtiyar’ın anlattıkları engelleyici olarak Dev’i işaret etmektedir. Bir anlatıda birden fazla yardımcı ve engelleyici olabilmektedir. Bunlar, her zaman kişiler olmayıp toplum, doğa, hastalık vb. olabilir(Kıran ve Kıran,2011: 284) . Öznenin getireceği arzu nesnesinin alıcısı annedir. Gönderici, özneye bir işi yapma vazifesi veren, onu yönlendiren ve eksik olan ‘şey’i (Çatçat Dağın Suyu) bulması yönünde teşvik eden kişiyken alıcı, söz konusu ‘şey’den (arzu nesnesinden) faydalanan kişidir. İhtiyar ile yaptığı sözleşme gereği çocuk yedi dağ öteye gidecektir. Bundan sonraki kesitleri belirleyecek olan da çocuğun bu nesneyi elde etmek üzere yapacağı yolcuk sırasında yaşayacağı zaman ve uzam değişiklikleri olacaktır. 2.4. IV. Kesit Çocuk yola koyulmuş. Arkasına bir torba almış. Yürümüş, yürmüş bir dağda karanlık tutmuş(bamış). Orada akşam olunca kargalar kapışmışlar. (Öyle) çok bağrışmışlar ki bütün dağ ötüyormuş. Bu çocuk bilememiş ne yapsın. Bir taşın altına girmiş. Orada istirahat etmiş, yorgun olduğundan (bir) uyku almış. Haçan (ancak) gecenin bir vaktinde bir tilki gelmiş. İçeri girerken bu çocuğu görmüş ve sormuş: - Burada ne arıyorsun sen? Çocuk da cevap vermiş: - Ben uzun yolculuk yapıyorum. Akşam olunca burada kaldım, bilmedim ki senin yuvanmış. Tilki demiş: - Nereye gidiyorsun? - Anam hastadır. Şifa bulmak için derman aramaya Çatçat dağına kadar gidiyorum. - A, orası çok uzaktır, hem oraya kimse gidemez. Bedava yorulacaksın. Beni dinlersen vazgeç o yoldan. 196 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Anamı kurtarmak için her güçlüğe dayanacağım, der ve yoluna yine koyulur. 2.4.1. Söylem Düzeyi Anlatının kahramanı olan çocukla beraber bu kesitte bir de tilki vardır. Zaman ifadesi olarak akşam, uzam ifadesi olarak dağda bir taşın altı (küçük mağara, kovuk) vardır. Kesiti başlatan da bitiren de çocuğun yola çıkması, bir başka deyişle uzam değiştirmesidir. 2.4.2. Anlatı Düzeyi Burada özneyi, arzu nesnesine ulaşmaktan alıkoymaya çalışan bir başka engelleyici tilki vardır. Bu engelleyici fiziki bir çatışmaya girmeyip özneyi sözlü olarak arzu nesnesine yaklaşmaktan alıkoymaya çalışmıştır. Kargalar da çocuğu şaşırtmış, korkutmuştur. Nesneye doğru yaptığı yolculukta bir başka engelleyici de onlar olmuştur. 2.5. V. Kesit Yürmüş yürmüş, bir dereye gelmiş. Onu aşıp geçmenin mümkünü yokmuş. Suya girmiş ve dereyi öyle geçmiş. Çok ıslanmış. Bir dikenliğe gelmiş. Ayağında yamalı potinleri olduğu için ayaklarını dikenler deşmiş. Kanlar akmış, ayakları kabarmış fakat çocuk hiçbir yerde durmamış. Yine yürümüş. Hemen acıkmış. Torbasında bir parça ekmek varmış, onu yemiş. Yanında yabani meyveler varmış, biraz toplamış ve ekmekle yemiş. Biraz istirahat etmiş ve yine yürümüş. Üçüncü dağda akşam olmuş. Orada bir kulübe görmüş. Kulübe açıkmış. İçeri girmiş. Yorgunluktan uyku tutmuş. Gecenin bir vaktinde kurt kulübeye girmiş ve çocuğu uyurken görmüş. Yavaşça çocuğu kaldırmış ve demiş: - Burada ne arıyorsun? Çocuk yarı kapalı gözlerinden kurdu görüyor ve diyor: - Bilemedim ki senin yuvandır. Yorgundum ve burada biraz istirahat ettim. Uzun yolculuk yapıyorum. Annem hastadır, ona derman arıyorum. Ta Çatçat dağına gideceğim demiş. Kurt buna şaşırmış ve demiş: 197 L. Turan ve H. Öztürk - Oraya bugüne kadar kimse gidememiş, hem çok uzaktır. Bilesin ki seni parça parça ederler. Orada dev yaşar. Çok insanları var onun. Vazgeç bu yoldan! Çocuk kurdu da dinlememiş, yol almaya başlamış. 2.5.1. Söylem Düzeyi Bu kesitte iki zaman ifadesiyle karşılaşıyoruz: akşam ve gecenin bir vakti. Dere, dikenlik, üçüncü dağ ve kulübe uzam ifadeleridir. Çocukla beraber anlatıya dâhil olan kişi ise kurttur. 2.5.2. Anlatı Düzeyi Dere, dikenlik ve kurt yeni engelleyiciler olarak anlatıya girmişlerdir. Dere ve dikenlik, çocuğun karşısına fiziki engeller çıkarırken kurt da çocuğu sözlü olarak nesneye ulaşma çabasından alıkoymaya çalışmıştır. Yabani meyveler ise onun açlığını giderip ona güç vermiş, nesnesine ulaşma konusunda onu desteklemiştir. Yabani meyveler de eyleyenler örnekçesinde yardımcılar arasında zikredilebilir. 2.6. VI. KESİT Uzun yol gittikten sonra yine bir yerde oturmuş. Yemek için bir şey yokmuş. Etrafında bulunan otları ve pişmemiş (olgunlaşmamış?) yabani otları yemiş. Yine yola başlamış. Yolda yüreği ağrımış. Fakat oturmamış, hep yürümüş. Hemen birden hava kapanmış. Gök gürlemesi ve şimşekler dört taraftan patlamış. Biraz sonra ip gibi yağmurlar yağmış. Çocuk yoluna işte böyle devam etmiş. Dağları geçmiş, beşinci dağa gelmiş. Burada akşam olmuş. Yine bir yer bulmuş ve taşların içine girmiş. Burada da bir kere uyku tutmuş. Biraz sonra ayı gelmiş. Bunu aynı uyurken bulmuş fakat kaldırmamış, bırakmış (ki) uyusun. Sabah olmuş. Çocuk uyanmış, ayıyı yanında görmüş. Ayı demiş: - He insan kulu, ne arıyorsun (ki) bu viran dağlara gelesin? - Anam hastadır, demiş çocuk. Ona derman aramak için Çatçat dağına gidiyorum. Ayı bunu duyar duymaz yerinden kalkıyor ve çocuğa diyor: 198 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 - Sakın oraya gitme, daha kimse oraya gidememiştir. Yanılırsın. Korkarım ki seni tutarlar, öldürürler. Dev çok kuvvetlidir, hem onun çok askerleri var. Pişman ol, geri dön! - Çocuk bunu da dinlememiş. Dosdoğru yolunu tutmuş. 2.6.1. Söylem Düzeyi Bu kesitte anlatı kişileri arasına ayı da katılmıştır. Uzun yol, beşinci dağ ve taşların içi uzamları; akşam ve sabah ise zamanları oluşturmaktadır. IV ve V. kesitteki gibi çocuğun hareket edip uzam değiştirmesi ve buna bağlı olarak zamanın değişmesi bu kesitin başlangıç ve bitişini belirlemiştir. 2.6.2. Anlatı Düzeyi Tıpkı tilki ve kurt gibi ayı da yeni bir engelleyici olarak anlatıya dâhil olmuştur. Açlık, gök gürültüsü, yağmurlar da çocuğun karşısına birer engelleyici olarak çıkarken yabani otlar, çocuğa tıpkı yabani meyveler gibi yardımcı olmuştur. 2.7. VII. Kesit Altıncı dağı da geçmiş. Yedinci dağa yaklaşırken birden yer sarsılmaya başlamış. Her taraf titremiş. Çocuk bir yerde oturmuş, isitrahat etmiş. Yine yürümüş. Tam o yerde pınarı görmüş. Yavaşça pınarın arkasına gelmiş. Buraya gelince büyük bir gürültü duymuş. Yavaşça pınarı açmış içine girmiş. Dibinde de balığı görmüş. Balığı tutmuş, sıkmış, birden anahtar ağzından çıkmış. Anahtarı göğsüne koymuş. Tekrar yavaşça buradan çıkmış. Çıktıktan sonra kaleden gürültüler duymuş. Şimdi de etrafında o taşı aramış. Biraz ötede görmüş. Taşı yerinden oynatmış ve kılıcı bulmuş. Sol eline alır almaz kaleden bir büyük adam çıkmış. (öyle) Çok bağırmış ki ta göklere sedası çıkmış. Doğru çocuğa hücum etmiş. Çocuk da kılıcı elinde kapıyı tutar, kılıç kılıca harp ederler. Biraz sonra bu adamı keser. Kesince kaleye doğru yürür. Orada bir kocakarıyla buluşur. Bu karı da çocuğa der: Bu kaleye kimse girmemiştir. Sen dünyada çok doğru bir insanmışsın ve ananı babanı seviyormuşsun. Ne mutlu sana. Başladığın yoldan vazgeçme! Kaleye girdiğinde çok zahmet çekeceksin. Fakat korkma, içeri, destur! 199 L. Turan ve H. Öztürk Çocuk anahtarı göğsünden çıkarırken gökyüzü kararmış. Kalenin kapıları titremiş. Büyük gürültüler duyulmuş. Bütün kuşlar havada uçar, mahluklar bağırmış. Çocuk başlamış titremeye. Zelzele gibi her yeri sarsmış. Anahtarı kapıya koyar koymaz kapılar açılmış. Önüne kılıçlarla, bıçaklarla insanlar çıkmış. Bu çocuk da kılıcı kaldırmış, bunlarla harp etmiş. Bütün askerleri kesmiş. İleri gitmiş ve önüne devin kardeşleri çıkmış, ağızlarından yalım atmış. Bu çocuğa hücum etmişler fakat çocuk yine bunları yenmiş. En sonunda devin kendisi de çıkmış ve harp etmiş. Devi tepeledikten sonra içeri girmiş ve o kuyudan su almış. Hem o suyu da koyuvermiş (ki) aksın. Suyu aldıktan da dışarıya çıkar. Ne görsün, bütün hayvanlar, bubaçkalar (böcekler) su içemeye doyamıyorlarmış. 2.7.1. Söylem Düzeyi Altıncı dağ, pınar ve kale bu kesitteki uzamlardır. Anlatı kişileri arasına nine, kılıçlı ve bıçaklı insanlar, dev ve devin kardeşleri, bütün hayvanlar ve böcekler katılmıştır. Beşinci dağdan altıncı dağa varana kadar geçen süreç ve çocuğun karşısındakileri mağlup etme süreci toplamda bu kesitin zamanını meydana getirmektedir. 2.7.1. Anlatı Düzeyi Anlatının bu bölümünde özne/çocuk, göndericiyle/ihtiyarla yaptığı sözleşmenin/eyletimin gereğini yerine getirmiştir. Arzu nesnesini alma edimi için gerekli edinci/yeterliliği kazanmıştır. Kazandığı edinç ile engelleyicileri/dev ve adamlarını mağlup etmiş ve nesneye / Çatçat Dağın Suyu’na ulaşmıştır. III. kesitin incelenmesi sırasında ortaya çıkan tabloya bütün eyleyenler ve işlevleri dâhil edilerek tablo güncellenecek olursa aşağıdaki durum ortaya çıkacaktır. 2.8. VIII. Kesit Çocuk da aynı yoldan geri dönmüş, evine gelmiş. Anası çok hasta iken ona bu suyu vermiş (ki) içsin. Anası suyu içer içmez birden sağ olmuş. Kalkmış ve çocuğunu kucaklamış. Yine yeni bir hayata başlamışlar. Demişler: Çatçat dağının suyu olmasaymış bu dünyada can cin olmayacakmış. 200 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı İkinci 17-20 20 Mayıs, 2016 Tablo 1: Eyleyenler, Oyuncular ve İşlevleri 2.8.1. Söylem Düzeyi Çatçat Dağı’na ı’na giderken takip edilen yol ve çocuk ile annesinin evi son kesitin uzamlardır. Uzam artık başlangıç ba langıç noktasındaki uzamla aynıdır. Anne yeniden anlatıya dâhil olmuştur. tur. Yeni bir hayata başlamış ba olmak, yeni bir zamanın da başlamış olduğuna işaret eder. 2.8.2. Anlatı Düzeyi Özne, nesneye ulaşmışş ve onu alıcıya ulaştırmıştır. Bu edimin neticesinde inde alıcı, hastalık durumundan sağlık ğlık durumuna geçmi geçmiştir. tir. Anlatıların söz dizimi modeli aşağıdaki gibi şematize ematize edilmi edilmiştir(Kıran ve Kıran, 2011: 301) 201 L. Turan ve H. Öztürk Şema 4: Anlatıların Sözdizimi Bu şema göz önünde bulundurularak Çatçat Dağın Suyi üzerinde düşünülecek olursa yukarıdaki kesitler boyunca yapılan açıklamalar biraz daha somutlaşacaktır. I. kesitte fukaralık ve II. kesitte hastalık, başlangıç durumu sözcelerini oluşturmaktadır. Öznenin/çocuğun gerçekleştirmiş olduğu eylemin akabinde yeni bir durum sözceleri ortaya çıkmıştır: sağlık ve yeni bir hayat. Greimas’ın hazırlamış olduğu dörtlü şema anlatının gelişimini kavramayı biraz daha kolaylaştırmaktadır (Kıran ve Kıran, 2011: 301). Şema 5: Anlatının Sözdizimi Öykü Sözleşme ya da Eyletim Edinç Edim Tanınma ve yaptırım Bitiş Durumu Başlangıç Durumu Anlatıdaki ögeler ve bağıntılar bu şemadaki yerine koyulduğu vakit görülecektir ki ihtiyar ile çocuk arasında bir sözleşme yapılmış; ihtiyarın verdiği bilgiler çocuğa bir edinç/yeterlilik kazandırmış; çocuk, kazandığı bu yeterlilik ile bir edim gerçekleştirmiş ve bu edimin yaptırım gücüyle çocuğun annesi hastalık durumundan sağlık durumuna geçmiş; yeni bir hayata başlanmıştır. 202 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 2.9. Matıksal-Anlamsal Düzey Bir anlatı, birkaç temel kavramın bağıntısına kadarindirgenebilir. Bu bağıntı bir karşıtlık, çelişiklik ya da kapsama bağıntısı olabilir. A.J. Greimas bunu,gösterge bilimsel dörtgen adı verilen bir başka şema ile somutlaştırmıştır. 60 Kıran ve Kıran (2011:332), bu şemayı bir örnekle aşağıdaki gibi izah etmişlerdir. Bu tablodaki ilişkiler, anlatıların en derin ve soyut yapısını ortaya çıkarmak; söylem ve anlatı düzeyinin kuruluş mantığını kavramak üzere yapılandırılmıştır. Hem erkek hem kadın, erdişi ya da çift cinsiyetli şeklinde tanımlanan hünsayı, ne erkek ne kadın melek olma durumunu, erkek olmayan ile kadının birleşimi güçlü bir dişiliği, kadın olmayan ile erkeğin birleşimi güçlü bir erilliği ortaya çıkarmıştır. Bir anlatıda bu ilişkilerden bir ya da birkaçı ortaya çıkabilir. Gösterge bilimsel dörtgenin ayrıntılı analizleri için Kıran ve Kıran (2011:332-345) ile Uçan(2015: 124)’ın çalışmalarına bakılabilir. Çatçat Dağın Suyi masalı göstergebilimsel dörtgene göre incelenecek olursa temeldeki karşıtlığın hastalık ile sağlık arasında olduğu görülür. Şema 6: Gösterge bilimsel Dörtgen Örneği Masalın hem söylem hem de anlatı düzeyindeki çatışmalar bütünüyle bu mantıksal karşıtlığı belirlemeye dönüktür. Sağlıklı olan anne hastalanmıştır. 60 Şemanın özgün hâli için bkz: http://www.signosemio.com/greimas/semiotic-square.asp 203 L. Turan ve H. Öztürk Tekrar sağlıklı mı olacaktır yoksa hasta mı kalacaktır sorusu en temel sorudur. Metinde gerçekleşen dönüşüm sağlık ğlık-hastalık-sağlık biçimindedir. Bütün yolculuk bu hastalıktan sağlığa dönüşümü sağlamak ğlamak içindir. Şema 7: Çatçat Dağın ın Suyi Gösterge bilimsel Dörtgende Gösterimi Bunun dışında, ında, çocuk baba olmayan bir evden yola çıkmıştır. çıkmı Metinde açıkça ifade edilmemekle birlikte eksikliği eksikli duyulan bir başka şey, evde yetkin/yetişmiş bir erkin olmayışıdır. şıdır. Bu yolculuk, çocu çocuğun erginleşme sürecine de işaret etmektedir.61 3. TARTIŞMA VE SONUÇ Okuma ve çözümleme yöntemleri, ne kadar tutarlı ve açıklayıcı iseler ancak o kadar işlevseldirler. levseldirler. Elbette çözümleyicinin dikkati, birikimi ve yöntem bilgisi de çözümlemenin geçerliliğini ğini belirleyecektir. Bu çalı çalışmada bir Kosova masalı olan Çatçat Dağın ın Suyi’i söylem, anlatı ve mantıksal-anlamsal mantıksal düzeylerde kavranmaya çalışılmıştır. tır. Metindeki anlam ili ilişkilerini kavramayı kolaylaştırabilmek için bazı değişim şim ve dönü dönüşüm işaretlerinden yola çıkarak anlatı yedi kesite ayrılmıştır. 61 Bkz. IŞIK, IK, N. (2012). TÜRK MASAL KAHRAMANLARININ YOLCULUKTAN OLGUNLUĞA DEĞİŞİM SÜRECİ. Turk Dunyasi Arastirmalari, Arastirmalari (Sayı: 200). Ayrıca dikkate değer bir diğer er ayrıntı da Çatçat Dağ’ın Da Suyu’nun tabiatla buluşturulmasıdır. Bu noktada gösterge bilimin yönteminin dışına dış çıkarak geri dönmek üzere metni terk etmek gerekmektedir. Bkz. TÜRKAN, K. TÜRK DÜNYASI MASALLARINDA SU KÜLTÜ. Millî Folklor, 2012, Yıl 24, Sayı 93. 204 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Söylem düzeyinde yapılan analizler metnin görünen tarafında/yüzeyinde bulunan ilişkileri resmetmiştir. Anne, ihtiyar, çocuk, dev ve diğer kahramanlar; dağ, dere, kale ve diğer uzamlar, anlatı düzeyinde özne, gönderici, alıcı, engelleyici gibi işlevler üstlenmişlerdir. Başlangıç durumu hastalık iken sonuç durumu sağlık olmuştur.Durum sözceleri, ayrışımsal ve bağlaşımsal durum sözcesi olmak üzere ikiye ayrılır. Ayrışımsal durum sözcesi, öznenin nesneden ayrı olduğunu; bağlaşımsal durum sözcesi ise öznenin nesneye sahip olduğunu ifade eder(Kıran ve Kıran, 2011: 274-275). Masalın başında yer alan şu sözce bir ayrışımsal durum sözcesidir: “Günün birinde bu çocuğun annesi hastalanmış. O kasabada kimse ilaç bulamamış.” Arzu nesnesi olan sağlıktan ayrı olma durumunu ifade eder. Masalın sonunda yer alan “Anası suyu içer içmez birden sağ olmuş.” ifadesi de bağlaşımsal durum sözcesidir. Yapılan çözümleme göstermiştir ki metnin derinindeki çatışma hastalık/maraz ile sağlık/esenlik çatışmasıdır. Üretici sürece tersten bakıldığında temel yapıdan yüzey yapıya; soyut kavramlardan somut kişi, zaman ve uzamlara doğru bir geçişe şahit olunmaktadır. Hastalık-sağlık karşıtlığı, bir özne ve edim olmaksızın anlatıya dönüşemez. Anlatının söylem düzeyine gelebilmesi için öznenin ve edimin, müşahhas bir uzam ve zamana yerleştirilmesi gerekir. Bu işleme kişileştirme, zamansallaştırma ve uzamsallaştırma adı verilmektedir(Kıran ve Kıran, 2011: 60-61).Bu aşamada özne ve diğer eyleyenler birer rol üstlenirler. Anne, çocuk, dev, su, ihtiyar vd. masalın söylem düzeyine taşınmasını sağlar. Bu çalışmaya konu olan anlatı, tek bir özne açısından incelenmiştir. O özne, nesneyi bulup getiren ve dönüşümün gerçekleşmesini sağlayan çocuktur. Ancak bazı incelemelerde özne sayısı artırılarak farklı öznelerin gözünden de anlatı değerlendirilmiştir(Rifat, 2011; Tüfekçi Can, 2012). Bu böyle bir değerlendirme yapıldığında şu tablo ortaya çıkmaktadır: Özne 1: Çocuk Özne 2: Anne Özne 3: İhtiyar Özne 4: Dev Öznelerin sayıları artırılabilir. Ancak anlatının genel yapısını kavramak için bu dört özne üzerinden düşünmek yeterli olacaktır. Ö2 ile nesne başlangıç durumunda birbirinden ayrıdır. Bu durum şu şekilde sembolleştirilir: Ö2 U N. 205 L. Turan ve H. Öztürk Özne 1, edimi ( şu şekilde sembolleştirilir: Ö1 (Ö2 U N) ) gerçekleştirir ve Ö2 nesneyi elde eder. Bu durum da (Ö2 ∩ N) Ö3 ile Ö4 arasındaki ilişki güç-iktidar ekseni olarak adlandırılmaktadır. Öyle ki ihtiyarın verdiği bilgilerin sağladığı kuvvet, devin engelleyici gücü ile çatışmaktadır. Bir özne birden fazla eyleyen rolünü üstlenebilir. Bu masalda ihtiyar hem gönderici hem de yardımcıdır. Öte yandan masalda başka yardımcılar da vardır. Bir eyleyen rolünü birden fazla kahraman gerçekleştirebilir ve bir kahraman birden fazla eyleyen rolü üstlenebilir. Greimas’ın eyleyenler örnekçesi, Çatçat Dağın Suyi masalındaki anlam ilişkilerinin kavranması bakımından oldukça işlevseldir. Bu anlatı, izlence bakımından Tüfekçi Can(2012) tarafından gösterge bilimsel incelemesi yapılmış olan Dünya Güzeli masalı ile benzeşmektedir. Dünya Güzeli’nin izlencesi aramabulma-teslim etme biçiminde tespit edilmiştir. Bu izlenceyi Çatçat Dağın Suyi’nde de görmek mümkündür. Korkut(2015), Tembel Adam Masalı’nın gösterge bilimsel incelemesinde başarı için üç gereklilikten söz etmiştir: istemek, bilmek (bilgi) ve yapabilmek (güç). Tembel Adam Masalı’ndaki üretici süreç, isteyen fakat bilmeyen öznelerin kayba uğraması ile neticelenmiştir. Bu bakımdan Tembel Adam’ın izlencesi, Çatçat Dağın Suyi’nin izlencesinden farklılaşmaktadır. Öte yandan güç-iktidar eksenini belirleyen eyleyenin yardımcı olduğu görülmüştür. Çatçat Dağın Suyi’nin yardımcı eyleyeni başarı sağlarken Tembel Adam Masalı’nın yardımcı eyleyeni başarısız olmuştur.Yardımcı eyleyenin belirleyiciliği bakımdan bu iki masalın birbirine yaklaştığı söylenebilir. Rifat(2012) tarafından gösterge bilimsel incelemesi yapılmış olan Üç Bilecenler Masalı’nın genel izlencesi de Çatçat Dağın Suyi ile mukayese edildiğinde benzer bir üretici sürecin takip edildiği görülecektir. Söz konusu masal, varlık-yokluk-varlık (paranın kaybedilip tekrar bulunması) izlencesini takip ederken Çatçat Dağın Suyi de benzer şekilde sağlığın kaybedilip tekrar elde edilmesi izlencesini takip etmektedir. Bu çalışmada incelenmiş olan Kosova masalının, temel yapı olarak başka bölgelerde derlenmiş masallarla birçok noktada benzerliği vardır. Gösterge bilim, metne bir dizge olarak baktığı için anlamların eklemlenişine odaklanmaktadır. Bu 206 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 odaklanış, birbirinden çok uzak coğrafyalarda ortaya çıkmış metinlerin bile üretim süreci bakımından birbirine ne kadar yaklaşabildiğinin fark edilmesini sağlamaktadır. Üretici sürecin çeşitli aşamalarına mercek tutarak burada yapılan çözümlemeyi ayrıntılandırmak, yeni bakış açılarından masal metnini incelemek mümkündür. Bu incelemeler neticesinde yeni sonuçlara ulaşılabilir. Bu araştırmada, gösterge bilimin kavram ve terimleriyle bu masala yaklaşılmıştır. Türkçenin dünyasında vücut bulmuş anlatıların çeşitli açılardan tetkik edilmesi ve anlaşılması, hem geçmişin birikimini bugüne taşımak hem de bu birikimi eğitim malzemesine dönüştürmek açısından daima ehemmiyet arz edecektir. Bu çözümleme denemelerinin, Türkçe metinleri anlamak üzere geliştirilebilecek yeni modellere giden yolda bir adım olarak kabul edilmesi hâlinde bu çabaların değeri artacaktır. KAYNAKÇA Barthes, R. (2014). Göstergebilimsel Serüven: İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Dervişcemaloğlu, B. (2014). Anlatıbilime Giriş, Dergâh Yayınları, İstanbul. Guiraud, P. (1994). Göstergebilim. Ankara: İmge Kitabevi. Hafız, N. (Ed.). (1985). Kosova Türk Halk Edebîyatı Metinleri. Kosova Üniversitesi, Priştine Felsefe Fakültesi. Kıran, Z., & Kıran, A. (2001). Dilbilime Giriş. Ankara: Seçkin Yayınevi. Korkut, E. Göstergebilimsel Çözümleme: Tembel Adam Masalı., Millî Folklor, 2015, Yıl 27, Sayı 108 Can Tüfekçi, Dilek. Dünya Güzeli: Gösterge bilimsel Yaklaşım, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/2 (Kış 2012), s.531-552. Rifat, M. (1996). Homo Semioticus. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Rifat, M. (2007). Metnin Sesi. A. Berktay (Ed.). İstanbul: Türkiye İş Bankası. Rifat, M. (2011). Homo semioticus ve genel göstergebilim sorunları. Yapı Kredi Yayınları. Uçan, H. (2015). Yazınsal Eleştiri ve Göstergebilim. İstanbul: İz Yayıncılık. Yücel, T. (2007). Eleştiri kuramları. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 207 L. Turan ve H. Öztürk ÇATÇAT DAĞIN SUYİ Dünyada sen ve ben yokken, yeryüzündeki otlar bitişirken, derelerde süt akarken, o zamanlarda bir anayla bir oğlan yaşıyormuş. Bu ana ve oğul çok fukaraymışlar. Akşama yiyecek ekmek bile yokmuş. Komşunun karısı bunları hep gizlice besliyormuş. Günün birinde bu çocuğun annesi hastalanmış. O kasabada kimse ilaç bulamamış. Annesini nasıl iyileştireceğini hep düşünmüş. Gözüne gündüz gece uyku girmemiş. Düşünürken kapı vurulmuş, çocuk kapıya çıkmış. Kapıda bir ihtiyar adam, ak sakallı, ayakları tutmuyor hatta konuşamıyormuş bile… Çocuk ihtiyar adama kapıyı açmış ve içeriye almış. İhtiyar adam çocuğa dönmüş ve şunları söylemiş: Duydum senin anan hastaymış, kimse ona ilaç bulamamış. Dinle bunları ben sana ne söyleyeceğim, onları yapacaksın, güzelce dinle! Buradan yedi dağ uzakta olan Çatçat Dağı bulunur. O dağda bir kale var. Onu bir kocakarı bekler. Yanında bir pınar var. O pınarın dibinde kalenin anahtarı saklıdır. Pınarın içine girersin. Onda bir balık vardır. Balığın yüreğinde anahtar saklıdır. Bunu kimseye deme. Yolda ise çok zahmet çekeceksin fakat hepsine dayanacaksın. Anahtarı aldın mı göğsüne koy. Pınardan çıktın mı biraz uzakta yeşil bir taş var. Onu kaldır, altında bir kılıç var. Kılıcı sol elinde tutacaksın. Sakın sağ eline almayasın. Sonra kaleye girmek için harp edeceksin. Kalenin en derin yerinde bir su akar. O sudan alırsın ve suyu dışarıya koyuverirsin. Sonra geriye dönersin. Dediklerimi unutma! O suyu anan içtikten sonra hastalığı geçer. Yolun açık olsun çocuğum. Bunu der ve ihtiyar adam gider. Çocuk içeriye girer. Bunları anasına söyler. Anası da der: -Ben sensiz ne yapacağım? Bana kim bakacak? Çocuk der: -Merak etme ana, ben çabuk dönerim. Eyvallah ana! - İyi saatinle (güle güle) çocuğum, der anası. Çocuk yola koyulmuş. Arkasına bir torba almış. Yürümüş, yürmüş bir dağda karanlık tutmuş(bamış). Orada akşam olunca kargalar kapışmışlar. (Öyle) çok bağrışmışlar ki bütün dağ ötüyormuş. Bu çocuk bilememiş ne yapsın. Bir taşın altına girmiş. Orada istirahat etmiş, yorgun olduğundan (bir) uyku almış. Haçan (ancak) gecenin bir vaktinde bir tilki gelmiş. İçeri girerken bu çocuğu görmüş ve sormuş: -Burada ne arıyorsun sen? Çocuk da cevap vermiş: - Ben uzun yolculuk yapıyorum. Akşam olunca burada kaldım, bilmedim ki senin yuvanmış. 208 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Tilki demiş: - Nereye gidiyorsun? - Anam hastadır. Şifa bulmak için derman aramaya Çatçat dağına kadar gidiyorum. A, orası çok uzaktır, hem oraya kimse gidemez. Bedava yorulacaksın. Beni dinlersen vazgeç o yoldan. - Anamı kurtarmak için her güçlüğe dayanacağım, der ve yoluna yine koyulur. Yürmüş yürmüş, bir dereye gelmiş. Onu aşıp geçmenin mümkünü yokmuş. Suya girmiş ve dereyi öyle geçmiş. Çok ıslanmış. Bir dikenliğe gelmiş. Ayağında yamalı potinleri olduğu için ayaklarını dikenler deşmiş. Kanlar akmış, ayakları kabarmış fakat çocuk hiçbir yerde durmamış. Yine yürümüş. Hemen acıkmış. Torbasında bir parça ekmek varmış, onu yemiş. Yanında yabani meyveler varmış, biraz toplamış ve ekmekle yemiş. Biraz istirahat etmiş ve yine yürümüş. Üçüncü dağda akşam olmuş. Orada bir kulübe görmüş. Kulübe açıkmış. İçeri girmiş. Yorgunluktan uyku tutmuş. Gecenin bir vaktinde kurt kulübeye girmiş ve çocuğu uyurken görmüş. Yavaşça çocuğu kaldırma ve demiş: - Burada ne arıyorsun? Çocuk yarı kapalı gözlerinden kurdu görüyor ve diyor: - Bilemedim ki senin yuvandır. Yorgundum ve burada biraz istirahat ettim. Uzun yolculuk yapıyorum. Annem hastadır, ona derman arıyorum. Ta Çatçat dağına gideceğim demiş. Kurt buna şaşırmış ve demiş: - Oraya bugüne kadar kimse gidememiş, hem çok uzaktır. Bilesin ki seni parça parça ederler. Orada dev yaşar. Çok insanları var onun. Vazgeç bu yoldan! Çocuk kurdu da dinlememiş, yol almaya başlamış. Uzun yol gittikten sonra yine bir yerde oturmuş. Yemek için bir şey yokmuş. Etrafında bulunan otları ve pişmemiş (olgunlaşmamış?) yabani otları yemiş. Yine yola başlamış. Yolda yüreği ağrımış. Fakat oturmamış, hep yürümüş. Hemen birden hava kapanmış. Gök gürlemesi ve şimşekler dört taraftan patlamış. Biraz sonra ip gibi yağmurlar yağmış. Çocuk yoluna işte böyle devam etmiş. Dağları geçmiş, beşinci dağa gelmiş. Burada akşam olmuş. Yine bir yer bulmuş ve taşların içine girmiş. Burada da bir kere uyku tutmuş. Biraz sonra ayı gelmiş. Bunu aynı uyurken bulmuş fakat kaldırmamış, bırakmış (ki) uyusun. Sabah olmuş. Çocuk uyanmış, ayıyı yanında görmüş. Ayı demiş: - He insan kulu, ne arıyorsun (ki) bu viran dağlara gelesin? - Anam hastadır, demiş çocuk. Ona derman aramak için Çatçat dağına gidiyorum. Ayı bunu duyar duymaz yerinden kalkıyor ve çocuğa diyor: 209 L. Turan ve H. Öztürk - Sakın oraya gitme, daha kimse oraya gidememiştir. Yanılırsın. Korkarım ki seni tutarlar, öldürürler. Dev çok kuvvetlidir, hem onun çok askerleri var. Pişman ol, geri dön! Çocuk bunu da dinlememiş. Dosdoğru yolunu tutmuş. Altıncı dağı da geçmiş. Yedinci dağa yaklaşırken birden yer sarsılmaya başlamış. Her taraf titremiş. Çocuk bir yerde oturmuş, isitrahat etmiş. Yine yürümüş. Tam o yerde pınarı görmüş. Yavaşça pınarın arkasına gelmiş. Buraya gelince büyük bir gürültü duymuş. Yavaşça pınarı açmış içine girmiş. Dibinde de balığı görmüş. Balığı tutmuş, sıkmış, birden anahtar ağzından çıkmış. Anahtarı göğsüne koymuş. Tekrar yavaşça buradan çıkmış. Çıktıktan sonra kaleden gürültüler duymuş. Şimdi de etrafında o taşı aramış. Biraz ötede görmüş. Taşı yerinden oynatmış ve kılıcı bulmuş. Sol eline alır almaz kaleden bir büyük adam çıkmış. (öyle) Çok bağırmış ki ta göklere sedası çıkmış. Doğru çocuğa hücum etmiş. Çocuk da kılıcı elinde kapıyı tutar, kılıç kılıca harp ederler. Biraz sonra bu adamı keser. Kesince kaleye doğru yürür. Orada bir kocakarıyla buluşur. Bu karı da çocuğa der: - Bu kaleye kimse girmemiştir. Sen dünyada çok doğru bir insanmışsın ve ananı babanı seviyormuşsun. Ne mutlu sana. Başladığın yoldan vazgeçme! Kaleye girdiğinde çok zahmet çekeceksin. Fakat korkma, içeri, destur! Çocuk anahtarı göğsünden çıkarırken gökyüzü kararmış. Kalenin kapıları titremiş. Büyük gürültüler duyulmuş. Bütün kuşlar havada uçar, mahluklar bağırmış. Çocuk başlamış titremeye. Zelzele gibi her yeri sarsmış. Anahtarı kapıya koyar koymaz kapılar açılmış. Önüne kılıçlarla, bıçaklarla insanlar çıkmış. Bu çocuk da kılıcı kaldırmış, bunlarla harp etmiş. Bütün askerleri kesmiş. İleri gitmiş ve önüne devin kardeşleri çıkmış, ağzılarından yalım atmış. Bu çocuğa hücum etmişler fakat çocuk yine bunları yenmiş. En sonunda devin kendisi de çıkmış ve harp etmiş. Devi tepeledikten sonra içeri girmiş ve o kuyudan su almış. Hem o suyu da koyuvermiş (ki) aksın. Suyu aldıktan da dışarıya çıkar. Ne görsün, bütün hayvanlar, bubaçkalar su içemeye doyamıyorlarmış. Çocuk da aynı yoldan geri dönmüş, evine gelmiş. Anası çok hasta iken ona bu suyu vermiş (ki) içsin. Anası suyu içer içmez birden sağ olmuş. Kalkmış ve çocuğunu kucaklamış. Yine yeni bir hayata başlamışlar. Demişler: Çatçat dağının suyu olmasaymış bu dünyada can cin olmayacakmış. 210 ABD-Suudi İlişkilerindeki Kırılma Dr. Abdullah Kıran Muş Alparslan Üniversitesi ÖZET ABD ve Suudi Arabistan arasındaki işbirliği ve yakınlaşma daha 70 yıl öncesinde, II. Dünya Savaş’ından hemen sonra Başkan Franklin D.Roosevelt döneminde başlamıştı. Bu 70 yıllık zaman zarfında Amerika başkanları ve Suudi krallarının resimleri, her iki ülkede de hep yan yana durdu ve bu durum da aralarındaki ilişkinin stratejik boyutuna işaret etti. Ancak Başkan Obama dönemi ve özellikle de Arap Baharı, ABD ve Suudi ilişkilerini ciddi anlamda olumsuz yönden etkilemeye başladı. Suudi Arabistan’ının bütün çabalarına rağmen, ABD’nin Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin arkasında durmaması, iki ülke arasındaki ilişkileri gerdi. ABD ve Suudi Arabistan ilişkilerinin özellikle beş temel noktada bir kırılmaya uğradığı görmekteyiz. Bunları sırasıyla şöyle sıralamak mümkündür: 1) Arap Baharı 2) İran’ı kuşatma meselesi 3) IŞİD’e karşı mücadele 4) Suriye’nin geleceği 5) Yemen’deki çatışmalar. Bu tebliğde, son dönemde gittikçe yüzeye çıkan ABD-Suudi ilişlerindeki kırılmalar ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: ABD, Suudi Arabistan, İran, Suriye, Ortadoğu. A. Kıran The Breakage in US and Saudi Arabia Relations Dr. Abdullah Kıran Muş Alparslan University ABSTRACT The history of convergence and cooperation in US and Saudi Arabia relations goes backs to the 70 years ago. Right after the Second World War, during the reign of President Franklin D. Roosevelt both countries began to establish their relations. Almost all this 70 years period, the portraits of USA presidents and the kings of Arabia were hanged on side by side and this situation marked the strategic alliances of the both country. But after President Obama came reign, especially during the second term of his presidency, their relations begun to deteriorate and emerge of the Arab Spring, worsened the affairs of both country. Despite of all efforts of Saudi Arabia, US did not stand behind Egypt President Mubarak and thus strained theirs bilateral relations. There are five fundamental issues which raised the tensions between two countries: 1) Arab Spring 2) The issue of containment of Iran, 3) The struggle against ISIS, 4) Clashes in Yemen. In this presentation we will try to illuminate the breakage that appears in US and Saudi relations. Keywords: US, Saudi Arabia, Iran, Syria, Middle East. 212 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. GİRİŞ 1932 yılında kurulan Suudi Arabistan, kurulduğu günden bu yana Saud ailesi tarafından idare edilmektedir. Yüzyıllarca Osmanlı yönetimi altında kalan Arap Yarımadasında yer alan Suudi Arabistan, İslam dünyası nezdinde kutsal sayılan Mekke ve Medine gibi yerleri de içermesi sebebiyle, Osmanlı Devletinin âdemi merkeziyetçi yapısından, en çok istifade eden ülke konumundaydı. Osmanlı Devleti Mekke ve Medine’de vergi toplamak bir yana, İstanbul’dan bu şehirlere ciddi bir para tahsis edilirdi. Bölgede yönetici konumundaki Arap emirler, genişçe bir özerklik ve özgürlüğe sahip olup, iç işlerin yönetiminde tam anlamıyla yetki sahibi idiler(Ismael,2001,s:61). Ortadoğu’da bir Körfez ülkesi olarak bilinen Suudi Arabistan’ın da ekonomisi, daha kurulduğu ilk günden başlayarak, diğer Körfez ülkeleri gibi, ağırlıklı olarak petrol ihracatına dayanmaktadır(Ismael,2001, s:348). ABD’nin Suudi Arabistan ile ilişkileri 1940’larda başlar ve bu ilişkinin temelinde, Suudi Arabistan’ın sahip olduğu zengin petrol yatakları ve Ortadoğu’daki petrol kaynaklarının güvenliği önemli bir yer tutar. II. Dünya Savaş’ından hemen sonra, Başkan Franklin D. Rososevelt döneminde başlamış olanABD ve Suudi Arabistan arasındaki işbirliği ve yakınlaşma 70 yılını geride bıraktı. İki ülke arasındaki ilişki, daha başından itibaren “petrole karşı güvenlik” denklemi üzerine inşa edilmiş ve onlarca yıl devam etmişti(Nazer:2016). Bu 70 yıllık zaman zarfında Amerika başkanları ve Suudi krallarının resimleri, her iki ülkede de hep yan yana durdu. Şüphesiz bu durum, iki müttefik aralarındaki ilişkinin stratejik boyutuna işaret ediyordu. Ancak Kasım ayında görevi devredecek Başkan Obama’nın, 20 Nisan 2016’da Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, geçmişteki sıcak diplomatik ilişkilere nazaran pek verimli ve memnuniyet verici bir görüşme olmadı. Çünkü iki ülke arasındaki kimi sorunlar, hatta “mahrem” niteliğindeki bazı konular dünya medyasında bile yer bulmaya başladı. Kabul etmek gerekir ki, devletler arasındaki ilişkiler her zaman düz bir doğru şeklinde devam etmez. Yaklaşık 70 yıldır süregelen ABD- Suudi ilişkilerinin de kimi inişli çıkışlı dönemleri oldu, ancak özellikle bu sıralar iki kadim dost ülkenin ciddi anlamda ayrıldığı, hatta ayrı düştüğü kimi konular var. Bu ayrılık noktalarının iki ülke ilişkilerinde zaman zaman gerginliklere yol açtığı da sır değildir. Özellikle Başkan Obama döneminde bu uyuşmazlık ve karşılıklı güvensizlik daha da arttı.Aslında Obama yönetimi de, kendisinden önceki 213 A. Kıran yönetimler gibi, başlangıçta Suudi Arabistan’ı, Ortadoğu’da bölgesel güvenliği ve global ekonomik istikrarı sağlama bağlamında stratejik ortak olarak görmekteydi. Ancak nedense Obama ikinci kez başkan seçildikten sonra, ilişkilerde bir soğuma süreci başladı. Kuşkusuz halen ABD ve Suudi ilişkileri ekonomik, siyasi ve eğitim alanında devam etmekte ve Suudi Arabistanlı on binlerce öğrenci Amerika’da eğitimlerine devam etmektedirler. Buna rağmen iki ülke arasındaki ilişkilerin eskisi kadar canlı olmadığı ve kimi temel parametrelerde ayrılıklara düştükleri kabul edilmektedir. İyi ama hep oldukça yakın görünen Suudi Arabistan ve ABD, hangi temel noktalarda ayrılığa düştüler? İki ülkenin yakın dönemde üzerinde anlaşamadıkları konuları şöyle sıralamak mümkündür: 1) Arap Baharı 2) İran’ı kuşatma meselesi 3) IŞİD’e karşı mücadele 4) Suriye’nin geleceği 5) Yemen’deki çatışmalar. 2. ARAP BAHARININ ETKİLERİ 2010’da Tunus’ta başlayan sokak eylemleri, kısa bir süre sonra tüm Arap dünyasını etkisi altına almaya başladı ve kimi ülkelerden nerdeyse 40 yıldır devam eden iktidarların çökmesine yol açtı. Tunus’ta sokak eylemleriyle başlayan ve daha sonra Yasemin Devrimi şeklinde adlandırılan olaylar, kısa bir süre sonra Mısır, Libya, Bahreyim ve Suriye’ye de sıçradı. Batılıların “Arap Baharı,” kimilerinin “Arap Uyanışı” ve İran’ın da “İslami Uyanış” dediği olaylar, Tunus’ta Ben Ali, Mısır’da Hüsnü Mübarek ve Libya’da Muammer Kaddafi rejimlerinin iktidardan düşmesine yol açınca, Suudi Arabistan yönetimi ciddi anlamda panikledi. Suudi yönetimi, bu ülkelerdeki siyasi iktidarlarla aynı kaderi paylaşmamak adına hem içeride ve hem de dışarıda kimi arayışlara girmek durumunda kaldı. İçerde yapılan düzenlemeler, kimi sosyal programlarla daha çok Sünni vatandaşları memnun etmek ve ülkedeki Şii azınlığı sıkı bir denetim altına almaktan ibretti. Ancak Suudi Arabistan açısından dışarda yapılacaklar da, en azından içerde yapılacaklar kadar önemliydi. Çünkü Suudi Arabistan, giderek dalga şeklinde yayılan eylemler ve gösteriler neticesinde düşen her Arap iktidarının, adeta domino etkisi yaratarak diğer Arap yönetimlerini de tehlikeye atacağını ve 214 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 meşruiyetlerini sarsacağını biliyordu. Bunu engellemenin bir yolu da, bu yönetimlere destek vermek ve uluslararası camia nezdinde, bu iktidarlar lehine diplomatik faaliyetler içine girmekti. Kuşkusuz Suudi Arabistan her ikisini de yaptı; hatta bunların da ötesine geçerek, Bahreyn ve Yemen’de askeri güç kullanma yoluna kadar gitti. Arap Baharı ile alevlenen olaylar Bahreyn’de baş gösterdiğinde, Suudi Arabistan derhal harekete geçerek olayların Sünni yönetimini iktidardan düşürmemesi bağlamında siyasi ve askeri tedbirlere başvurmuştur. Zaten başlangıçtan itibaren, Bahreyn’de nüfusun %65’ini teşkil eden Şiilerin, Sünni azınlık tarafından yönetilmesinde Suudi Arabistan’ın büyük bir role sahip olduğu kabul edilmektedir. Hatta Bahreyn’de, Şii “azınlığın” ordu ve diğer hassas makamlarda çalıştırılmamasında da Suudi Arabistan’ın güvenlik politikaları etkili olmaktadır (Ismael,2001, s:358). Ülkedeki Sünni iktidar Şii azınlığa karşı her türlü ayırımcı politikaları uygulamakta, Sünni nüfusu artırmak amacıyla Sünni Müslümanların vatandaşlık başvurularında kolaylıklar sağlarken, Şiileri vatandaşlığa kabul etmemektedir(Efegil, 2016, s:73). Ortadoğu’da, İsrail’den sonra ABD’ye en yakın müttefik olarak kabul edilen Suudi Arabistan, Arap Baharının kavurucu rüzgârından korunmak amacıyla ABD’nin de yanında durmasını istiyordu. Riyad’ın kendisini güvencede görmesi için, Kahire’deki yönetimin de iktidarını koruması elzemdi. Ancak Suudi Arabistan bu noktada ABD’nin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Ne var ki ABD yönetimi de olayları oldukça yakından gözlemliyordu ve gelinen noktada, bir tercihte bulunmak, bir karar vermek durumdaydı. ABD açısından üç seçenek masa üzerinde duruyordu: 1) Hüsnü Mübarek gibi otoriter müttefiklerini desteklemek 2) Olaylar karşında tarafsız bir politika benimsek, 3) Göstericilerden yana tavır takınmak. Bu üç seçenek masa üzerinde dururken, Obama yönetiminin farklı bir beklentisi de, baskıcı rejimlerin, göstericilerin taleplerini dikkate alması ve reformlar yapmasıydı. Zaten olaylar baş gösterdiğinde Başkan Obama, bir başkanlık memorandumuyla, ilgili tüm ülkeler hakkında ayrı ayrı rapor hazırlatmış ve ABD’nin izleyeceği politikayı netleştirmek istemişti. Olaylar Tunus’ta tam zirve noktasına ulaştığında, raporlar hazırlanmış ve Başkan’a sunulmuştu. Sonuç olarak hazırlanan raporlarda, bölgede liberal politikaların ve reformların desteklenmesi, ABD’nin de çıkaranlarına olacağı inancı ağırlık kazanmıştı. Buna rağmen Obama olaylar karşısında temkinli bir dil kullanmayı tercih edecektir(Kitchen, 2012, s:56). 215 A. Kıran ABD ve Suudi Arabistan arasındaki diğer bir uyuşmazlık meselesi de IŞİD’e karşı yürütülen mücadele üzerinde yaşana gelmektedir. Ancak bu kırılma ve güvensizliğin de Arap Baharı ile başladığını unutmamak gerek. 2011’de olayların Mısır’a sıçramasıyla, Suudi Arabistan ABD’den Hüsnü Mübarek’i destekleme amaçlı bir politika benimsemesini istedi veya böyle bir beklenti içine girdi. Tabi bunun sebebi aynı akıbetin kendisinin de yaşayabileceği korkusuydu. Ancak Obama yönetimi Mübarek’in arkasında durmadı ve böylece Mübarek iktidardan düştü. Arap Baharı bağlamında Suudi Arabistan’ı ABD konusunda hayal kırıklığına uğratan ikinci durum da Suriye iç savaşıydı. Obama yönetimi, Suriye’nin bu savaşta kimyasal silah kullanmasını, müdahale etme anlamında kırmızıçizgi olarak belirlemişti. ADB Kongresi’ne danışmadan Libya’ya karşı askeri müdahalede bulunan Obama yönetimi, Suriye’ye müdahale konusunda isteksiz hareket etmiş ve olası bir müdahalenin ancak Suriye yönetiminin kimyasal silahlar kullanmasıyla söz konusu olacağını söylemişti (Hers,2014, s:21-24). Ağustos 2013’te Şam’da sarin gazı kullanılınca, Obama yönetimi 2012’de “kırmızı çizgisi” olarak belirtilen hattın aşıldığı söylemiş ve Suriye’ye karşı bir müdahale hazırlıklarına başlanmıştı. ABD’nin harekete geçmesine iki gün kala, Obama, Kongre onayı alınmaksızın Suriye’ye karşı bir müdahale olmayacağını açıkladı. Ancak daha sonra meselenin Kongre’de konuşulması da iptal edilince Suudi Arabistan ve tabi ki Türkiye’de ciddi anlamda rahatsız oldular. Seymour M.Hers’e göre, ABD istihbaratı, bu saldırının rejim güçleri tarafından değil, Türkiye ve Suudi Arabistan’ının desteklediği El Nusra Cephesi tarafından yapılmış olma ihtimali yüksekti. Zaten daha sonra Esat yönetimi de Rusya aracılığıyla, ülkedeki kimyasal silahların uluslararası denetime açık olacağını söyleyecekti(Hers,2014, s:21-24). 3. SUUDİ ARABİSTAN’IN ABD’DEKİ MEVDUATLARI ABD ve Suudi Arabistan’ı IŞİD ve El- Kaide gibi örgütler konusunda karşı karşıya getiren diğer önemli bir mesele de, bugünlerde ABD’de yeniden konuşulmaya başlanan 11 Eylül 2001 saldırıları ve Suudi Arabistan’ın bu saldırılara doğrudan veya dolaylı yollardan destek olmuş olma ihtimalinin sorgulanmasıdır(D.Shear, 2016). Çünkü 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren 19 Hava Korsanından 15 Suudi Arabistan vatandaşıydı ve sırf bu nedenle olsa bile ABD’nin Suudi Arabistan’dan şüphe duyması abes değildi(Kitchen, 2012, s:54). Ancak Suudi Arabistan, ABD Kongresinin, Suudi Arabistan’ı bu saldırılardan 216 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 sorumlu tutacak bir yasa tasarısını geçirdiği anda, ülkedeki tüm mevduatlarını (aktif varlıklarını) satacağını söylemektedir. Mart ayında ABD’yi ziyaret eden Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil al Zübeyr, ABD meclisinin böyle bir karar geçirmesi durumunda, 750 milyar dolar civarındaki hazine bonolarını ve diğer tüm mevduatlarını satacakları mesajını Suudi Krallığı adına yönetime iletti(Mazetti, 2016). Olaylar üzerine Obama yönetimi yasa tasarının engellenmesi için Kongre’de lobi yapmaya kalkıştı, ancak Suudi Arabistan’ın açık tehdidi; Meclis, Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı arasında yoğun tartışmalara sebep oldu62. 4. İRAN’I KUŞATMA MESELESİ ABD- Suudi yakınlaşmasında İran her zaman önemli bir faktördü. Dün Suudi Arabistan ve ABD’yi yakınlaştıran İran faktörü, bugün iki kadim müttefikin karşı karşıya gelmesinde önemli bir rol oynayabiliyor. ABD İran ile yakınlaştıkça, Suudi Arabistan ile ilişkileri geriliyor. Çünkü İran meselesi, Suudi Arabistan açısından en önemli, en hassas konuyu teşkil etmektedir. İki ülke arasındaki mezhebi rekabetin, nerdeyse ezeli ve ebedi olduğunu bilmeyen yok. 1979 İran devriminden sonra ABD açık bir şekilde Suudi Arabistan’dan yana tavır aldı. ABD, Suudi Arabistan’ın bölgesel güvenliğini sağlamak amacıyla, askeri ve istihbarat alanlarında destek sağladı. Suudi Arabistan da, ABD’nin İran’a yönelik hayata geçirdiği ekonomik ve siyasi ambargoların başarılı olması için her türlü yardımda bulundu. Eylül 1980’de Irak’ın İran’a saldırmasıyla başlayıp 8 yıl devam eden İran–Irak savaşı sırasında da, ABD, Bağdat yönetimini açıkça savunan Suudi Arabistan’ı destekledi63. Ocak 1980’de ABD Başkanı Carter, ülkesinin, Körfez 62 Daha sonra Cenevre’de ABD Dış İşleri Bakanı John Kery ile bir araya gelen Adil al Zübeyr, konu üzerine şöyle bir beyanatta bulundu: “Bu tür yasaların yatırımcılarda güven erozyonuna sebep olacağını söyledim. Suudiler tehdit etti şeklindeki haberler saçmadır.” Bkz. Smith, David“Saudi Arabia labels reports of divestment from US assets 'ridiculous',” The Guardian, Monday 2 May, 2016. 63 Aslında İran- Irak savaşını fitilleyen bir durum da iki ülke yönetimleri arasındaki mezhebi çekişmeydi. Daha önceleri Irak’ta “siyasi” bir mülteci olarak kalan Ayetullah Humeyni,Şah rejimiyle bir güvenlik istişaresi çerçevesinden Ekim 1978 ‘de Irak’tan çıkartılacaktır. Ocak 1979’da İran’daki monarşi rejimi iktidardan düştüğünde, Irak bu durumu sempatiyle karşılamış ve yeni rejimi de kabullenmişti. Ancak kısa bir süre sonra ilişkiler bozulmaya başlayacaktır. Irak’taki Şii lider Muhamed Bekir al Sadr, Tahran’a yaptığı bir ziyaret neticesinde tutuklandığında, Irak’ın Şii bölgesinde olaylar çıkmaya başladı. Başta Ayetullah Humeyni olmak üzere, İranlı önde gelen birkaç Ayetullah, Irak rejimini “despot” ve “suçlu” olarak ilan edip, “Allah’ın gazabı ve Müslümanların öfkesinden” söz edince, Irak rejimi İran’ın aleyhine döndü. 16 Temmuz 1979’da, Saddam Hüseyin 217 A. Kıran bölgesini kontrol altına almaya çalışan “herhangi düşman bir gücü” engellemek amacıyla, tüm askeri kapasitesini kullanacağını söyledi. Bu mesaj ağırlıklı olarak Körfez’deki müttefiki Suudi Arabistan’ı destelemek amaçlıydı. Kuşkusuz ABD’nin rahatsız olduğu bir durum da, petrol fiyatlarında meydana gelen artışlardı. İran Devrimi, Sovyetleri Birliğinin Afganistan’ı işgal etmesi ve son olarak İran- Irak savaşı, dünya petrol pazarını vurmuş ve 1980-81’de ham petrol fiyatları 30 doların üzerine çıkmıştı(Gause,2005, s:276). İran- Irak savaşı sırasında, ABD’den gelip Irak’a gidecek olan silahlar Suudi Arabistan üzerinden sağlandı. 29 Mayıs 1984’te, ABD’den temin edilen 400 Stinger ve fırlatma rampasının ilk kargosu Suudi Arabistan’a ulaştı. ABD’nin Irak’a sağladığı desteğin farkında olan İmam Humeyni, Washington’u uyararak, savaş alanına girecek ABD kuvvetlerine karşı direnip savaşacaklarını söyledi. Humeyni, “eğer Amerikalılar hiçbir şey uğruna Pers Körfezi sularının diplerine batmak istiyorlarsa, o zaman inançları, motivasyon ve kutsal güçleriyle gelsinler” diye tehdit edecektir. Bu arada Körfez’deki Arap ülkeleri için de Humeyni şöyle uyarıyordu: “bu savaşta Saddam’a yardım etmediğiniz sürece tarafsız kalacaksınız. Ancak bize yumruk atan bir komşu, yabancıdan daha tehlikelidir ve sonradan karşılaşacağı tehlikeyle de yüzleşmelidir(Fisk, 2007, s:227).” Buna rağmen, başta Suudi Arabistan olmak üzere, neredeyse bütün Arap ülkeleri, savaş sırasında Saddam’a mali destek sağlamaktan geri durmadı. 1990 yılında Saddam Kuveyt’i işgal ettiğinde, Suudi Arabistan kendi topraklarının Irak’a yönelik saldırılar amacıyla kullanılmasında ikircikli bir politika izlemiş, ancak daha sonra ABD’nin baskısıyla, işgal karşıtı bir politika benimsemiştir. Ağustos 1990’da, Suudi Arabistan Savunma Bakanı Prens Sultan bin Abdülaziz, topraklarımızdan “Iraklı kardeşlerimize yönelik” herhangi bir saldırı gerçekleştirilmeyecektir dediğinde, Başkan Bush, Suudi Arabistan’ının Washington büyükelçisi Prens Bander’i çağırtarak, bu “sapmanın” sebebini açıklamasını istemiştir(Fisk, 2007, s:227). Özellikle petrol üretimi noktasında, Suudi Arabistan uluslararası piyasalarda İran’a olan ihtiyacı ortadan kaldırmak amacıyla, uzun yıllar boyunca Irak Devlet Başkanı seçildi ve Nisan 1980’de Ayetullah Muhamed Bekir al Sadr ve kız kardeşi idam edildi. Bunun üzerine Ayetullah Humeyni Irak halkı ve Irak ordusunu Baas rejimini devirmeye çağırdı ve böylece 8 yıl devam edecek bir savaşın ayak sesleri işitilmeye başlandı. Bkz. Gause, F. Gregory, “The International Politics of Gulf” s. 266-67. 218 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 aşırı bir üretim politikası benimsedi. Suudi Arabistan bugün bile bu politikasında herhangi bir taviz vermiş değildir. Bütün Körfez ülkelerindeki günlük petrol üretimi 26 milyon varil iken, Suudi Arabistan’ın tek başına üretimi 13 milyon varile kadar çıkmaktadır. Tabi burada amaç, baş düşmanı İran’ı zayıf düşürmek ve İran’a olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktı. Ancak bu politikanın iki olumsuz sonucu olacaktır ve galiba Suudi Arabistan da bunu iyi hesaplayamamıştı. Birincisi, petrol fiyatlarındaki düşüşler sadece Suudi ekonomisini vurmadı, petrol üreten diğer bütün ülkelerin ekonomilerinde de ağır, hata onarılmaz hasarlar oluşturdu. Örneğin son yıllardaki Mart ayı petrol fiyatları, dolar bazında şu şekilde seyir etti: 2008: 117, 2009: 53, 2010 :88, 2011:109, 2012: 106, 2013:98, 2014:102, 2015: 48, 2016: 37.9. İkincisi bu tek yönlü strateji, petrol üreten ülkeler arasındaki karşılıklı güveni minimum seviyeye indirdi (Jamesion, 2016). Aslında Suudi Arabistan’ın petrol üreten diğer ülkelerden bağımsız hareket etme alışkanlığı yeni değil ve da önce de mevcuttu. Bilindiği gibi Suudi Arabistan, Eylül 1960’ta Bağdat’ta kurulan Petrol İhraç Eden Ülker Örgütü’nün (OPEC) 5 kurucu üyesinde biriydi. Bu kurucu üye ülkelerden dördü Ortadoğu bölgesinde yer alırken, sadece Venezüella dışardan katılıyordu. Örgütün Ortadoğu’daki dört üyesi İran, Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan idiler. Ancak Örgüt daha sonra genişleyecek, Katar, Endonezya, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvator ve Gabon’da birliğe dâhil olacaktır. Örgüt üyelerinin belirli bir işbirliği kapsamında hareket etmeleri gerekirken, Suudi Arabistan 1985 yılında ekstra gelir elde etmek amacıyla, diğer üyelerin onayını almaksızın üretimini artıracak ve böylece petrol pazarında bir kargaşaya sebep verecektir. Hâlbuki OPEC bir kartel şeklinde hareket edip, tüm üyelerin karşılıklı çıkarlarını göz önünde bulundurarak, petrol piyasasında monopol bir aktör olmayı hedeflemişti(Papê,2005,s:56). OPEC henüz kurulmadan, Sovyetler Birliği hariç, dünyadaki petrol üretimi ve satışların %90’nından fazlası çok uluslu 7 şirket tarafından kontrol edilmekteydi. Bu şirketlerden 5’i Amerikalı, biri İngiliz ve biri de Hollandalıydı. 1973 yılındaki Arap-İsrail savaşında, Batı ülkelerine kısa süreli ambargo uygulamanın amacı, İsrail’i desteklemiş olan ABD’yi hedef almaktan ziyade, “Yedi Kız kardeş” olarak bilinen bu çok uluslu şirketlerin cezalandırılmasıydı. 219 A. Kıran Çünkü 1972 yılında bile, halen petrol pazarının %72’si bu şirketlerin denetimindeydi(Papê,2005,s:51)64. İran ile nükleer antlaşma sağlandıktan sonra, Obama yönetimi 22 Nisan 2016’da İran’ın atomik silahlar geliştirmek amaçlı olarak hazırlamış olduğu 32 ton “ağır suyu” da satın almaya karar verdi. Çünkü nükleer antlaşma gereği İran ilk yıllarda “ağır su” miktarını önce 130 tonun altına, daha sonra da 90 tonun altına indirmeyi taahhüt etmekteydi. ABD’nin İran’dan 8.6 milyon dolara sattın aldığı “ağır su” anlaşması, Viyana’da iki ülke yöneticileri tarafında imzalandı. Bu girişim ile ABD, diğer ülkelerin de önümüzdeki yıllarda İran’dan “ağır su” satın almaları açısından teşvik edici bir rol oynamaktadır. Bu arada Obama yönetimi, İran’ın uluslararası ticarette ABD doları üzerinde alışveriş yapması için yasal engelleri de ortadan kaldırdı. ABD yasaları, ambargolar döneminde Tahran’ın Amerikan finansal sisteminden yararlanmasını engelliyordu. İranlı mevkidaşı Cavad Zarif ile bir araya gelen John Kerry, İran’ın ABD tarafından dondurulmuş miyarlarca dolar değerindeki petrol paralarını kullanabilmesi için de kolaylıklar sağlamaya çalışmaktadır (Solomon,2016). Şüphesiz bütün bu gelişmelerin, Suudi Arabistan’ı ciddi anlamda rahatsız ettiğini söylemeye bile gerek yoktur. 4. YEMEN SAVAŞININ ETKİSİ VE SONUÇ ABD ve Suudi Arabistan ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeye başlayan diğer bir faktör de Yemen savaşıdır. Her ne kadar ABD daha başlangıçtan itibaren Yemen savışında Suudi Arabistan’a istihbarat ve lojistik destek sağlasa da(M.Blanchard, 2009, s:1), savaşın ülkede tam anlamıyla insani bir yıkıma sebep olduğu ve bu felaket ortamında, özellikle Yemen’deki El Kaide örgütünün güçlenerek durumdan karlı çıktığı gözden kaçmıyor. Sırf Yemen savaşı yüzünden, ABD Kongresi’nde Suudi Arabistan’a yapılan silah satışlarında bir kısıtlamaya gidilmesi gerektiği konuşulmaktadır. Oysa Obama yönetiminin, Yemen Savaşı ilk başladığında Suudi Arabistan’ı açıkça desteklediğini de hatırlatmakta yarar var(Hicks, 2015). Bu arada Obama yönetiminin Suudi Arabistan dâhilindeki insan hakları ihlallerinden; özellikle Şii azınlık ve kadınlara yönelik ayırımcı uygulamalardan rahatsız olduğu da sır değil. 64 BM Arap Raporuna göre, 1998’de, petrol üreten ve üretmeyen tüm Arap ülkelerinin GSMH’si 589 milyar dolar olup, dünya GSMH içinde % 2’de kalmaktadır. Aynı dönemde bu ülkelerin nüfusu, dünya nüfusunun %6’sı civarındadır. Bkz. Pappê, age. S.51. 220 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Sonuç olarak ABD-Suudi ilişkilerinde ciddi bir kırılmanın yaşandığı ve Kasım seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Donald Trump’un iktidara gelmesiyle, iki ülke arasındaki bu fay hattının daha kırılgan bir zemine doğru kayacağı tahmin edilmektedir.Donald Trump, ABD Başkanı olarak seçildiğinde, Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin, IŞİD’e karşı savaşmak amacıyla asker sağlamadıkları anda, ABD’nin Suudi Arabistan’dan petrol satın almayacağını söylemektedir(The Guardian,27 March, 2016). Daha da ileri giden Trump, “petrole karşı güvenlik”denklemini de altüst edercesine, “ya Suudi Arabistan kendi kendisini koruyacak veya bizim onları korumalarına karşılık bize ödeme yapacaklardır” diyor. Bu arada Trump, Suudi Arabistan’ı biraz daha korkutmak istercesine, İran’ın nükleer silah geliştirmekten vaz geçmediğini ve 10 yıl içerisinde nükleer bir güç olarak ortaya çıkacağını ileri sürmektedir (The Indian Express,30 March 2016). Şüphesiz Trump’un başkan olup olmayacağını Kasım 2016’da yapılacak ABD seçimleri belirleyecek, ancak bütün bu olup bitenler arasında, galiba Suudi Arabistan’ı en çok endişelendiren durum, İran’a yönelik ambargoların kalkmasıdır. Sanki ABD, İran’ın güçlenmesini belirli bir strateji doğrultusunda desteklemektedir. Acaba bu destek, yarın İran ve Suudi Arabistan’ı, birkaç yıl devam edecek bir savaş içine çekmenin ön hazırlıkları mıdır?Bilemiyorum.Ancak gelinen aşamada, Ortadoğu’daki mezhebi çatışma, artık sadece bölge bağlamında değil, bütün dünya için ciddi bir tehdide dönüşmüş durumdadır. Üstelik bu çatışmanın körükleyici iki başat aktörünün İran ve Suudi Arabistan oldukları sır değil. Arap Baharı, IŞİD ve İran üzerindeki ambargoların kalkması gibi faktörler, ABD- Suudi ilişkilerini yeni bir mecraya doğru çekmektedir. 70 yıl önce “petrole karşı güvenlik” denklemi üzerine inşa edilmiş bu ilişkinin, artık eskisi gibi olmayacağı ve yeni bir “tanıma” ihtiyaç duyduğu aşikârdır. KAYNAKÇA D. Shear, M.(2016), “Amid a chill Obama is set to meet the Saudi King,” International New York Times, April 18 Efegil, E. (2016) “Evaluation of the Arab Spring within the framwork of conflict resolution approach,”Mezhepler, Etnisite veÇatışma Çözümleri, Editor: Reyyan Doğan, Tasam Yayınları, İstanbul 221 A. Kıran Fisk, R.(2007), The Great War For Civilization The Conquest of the Middle East, Vintage Books, New York Gause, F. G.(2005), “The International Politics of Gulf” s. 276, International Relations of the Middle East, Editor: Louise Fawcett, Oxford University Press Hers, S. (2014),“The Red Line and the Rat Line,” London Review of Books, Vol. 36, No:8,, s.21-24, 17 April Hickks, J. (2015) , “Former Intelligence official: Obama’s Middle East Policy is ‘wilful ignorance’,” The Washington Post, March 29 Ismael, Y.T. (2001) Middle Esat Politics, Government and Civil Society, The University Press of Florida Jamesion, P.(2016), “Impact of Saudis’ actions will be felt for years,” Financial Times, 14 March Kitchen, N. (2012), After The Arab Spring: Power Shift In The Middle East? The Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab Spring,” LSE, Research Onlinehttp://eprints.lse.ac.uk/ 43467/1/ After%20the%20Arab%20Spring_the %20 contradictions %20 of%20 hegemony (lsero).pdf Kitchen, N. (2016), “The Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab Spring,” M. Blanchard, C.(2009), Saudi Arabia: Background and U.S. Relations, Congressional Research Service, CRS Report For Congress, Mazzetti, M. (2016), “Saudi Arabia Warns of Economic Fallouts if Congress Passes 9/11 Bill,” The New York Times, April 15 Nazer, F. (2016), “Will US-Saudi 'special relationship' last?” Al Monitor, 8 April Pappê, I.(2005), The Modern Middle East,Routledge, New York and London Solomon, J. (2016) “ U.S. to help Iran’s Nuclear Pullback,” The Wall Street Journal, Monday, April 25 The Guardian, (2016) “Trump tells NYT he would consider halting purchase of oil from Saudi Arabia” 27 March The Indian Express, Donald Trump: Saudi Arabia should protect themselves or they have to pay us - See more at: http://indianexpress.com/article/world/world-news/donald-trumpkorea-iran-nuclear-weapons-saudi-arabia-world-news/#sthash.kYQRFFPy.dpuf 222 Doğrudan Yabancı Yatırımlar ve İhracat İlişkisi: Geçiş Ekonomileri Üzerine Ekonometrik Bir Analiz (1995-2014) Dr. Mustafa Kemal Değer Karadeniz Teknik Üniversitesi Muharrem Akın Doğanay Karadeniz Teknik Üniversitesi ÖZET Bu çalışmanın amacı, Doğrudan Yabancı Yatırım (DYY) ile ihracat arasındaki ilişkileri ele almaktır. Çalışmada 22 Geçiş Ekonomisi için panel veri eş-bütünleşme ve nedensellik analizleri, 1995-2014 dönemi dikkate alınarak gerçekleştirilmiştir. Hem Pedroni hem de Johansen eş-bütünleşeme testleri sonuçlarına göre, geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile ihracat arasında uzun dönemli ilişkiler söz konusudur. Uzun dönemli ilişkilere dayalı yapılan FMOLS regresyon analizleri ise değişkenler arası istatistiki açıdan anlamlı ve pozitif ilişkileri göstermektedir. Kısa dönemli Granger nedensellik analiz sonuçları da bu iki değişken arasında iki yönlü nedenselliğe işaret etmektedir. Elde edilen bu sonuçlar, geçiş ekonomilerine yönelen DYY’ların, hammadde ve işgücü gibi üretim kaynağı arama amaçlı olduklarına yorumlanabilir. Anahtar Kelimeler: Doğrudan Yabancı Yatırımlar, İhracat, Geçiş Ekonomileri, Panel Veri Analizleri. M. K. Değer ve M. A. Doğanay 1. GİRİŞ Son yıllarda üretimin küreselleşmesi ile birlikte ülkeler arası doğrudan yabancı yatırımlar (DYY)’da önemli artışlar ve değişimler yaşanmıştır. Özellikle Çin gibi büyük miktarlarda DYY çeken ülkelerin ekonomik performanslarında görülen iyileşmeler, az gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülkenin DYY çekme yarışına girmelerine yol açmıştır. DYY’lara yönelik bu ilgi, DYY’ların nedenleri ve ülke ekonomileri üzerine etkilerini ele alan akademik çalışmalarda da önemli artışlara yol açmıştır. Bu kapsamda DYY’ların, yatırım alan ülkenin ekonomik büyümesi, istihdam ve ücret düzeyi, teknoloji düzeyi ile dış ticareti üzerindeki etkileri inceleme konusu yapılmıştır. Aynı şekilde DYY’ların nedenlerini araştıran çalışmalarda ise yatırım yapılan ülkelerin pazar ve nüfus büyüklükleri, hammadde, sermaye, teknoloji ve işgücü gibi üretim faktörleri açısından zenginliği, ülkelerde uygulanan yasal düzenlemelerdeki (vergi, çevre ve bürokrasi gibi alanlardaki) farklılıklar, büyük pazarlara yakınlığı, dünya ekonomisine ticari anlamda açıklığı vb. unsurlar dikkate alınmıştır. Bu çalışmanın amacı, DYY’lar ileyatırımın yapıldığı ülkenin ihracatı arasındaki ilişkileri araştırmaktır. Bu amaç doğrultusunda çalışmada 1991 yılından sonra ekonomik ve siyasal özgürlüklerine kavuşan geçiş ekonomileri ele alınacaktır. SSCB, Yugoslavya ve Çekoslovakya’nın dağılması ile birlikte 27 ülke bir yandan katı-otoriter yönetimlerden batı tipi demokrasilere geçişi yaşarken, diğer yandan kumanda sistemlerden serbest piyasa ekonomisine doğru bir dönüşümü de tecrübe etmişlerdir. Dolayısıyla geçiş ekonomileri, 1991 yılından sonra hem sermaye hareketlerine hem de dış ticarete açık ekonomiler haline gelmeye başlamışlardır. Bu gelişmeler ise bu ülkelere yönelik ilginin artmasına yol açmıştır. Bu kapsamda geçiş ekonomilerine yönelik önemli bir miktarda DYY girişleri yaşanmıştır ve DYY girişlerinin geçiş ekonomileri üzerinde önemli etkileri görülmüştür. Çalışmada geçiş ekonomilerindeki DYY’ların iç piyasaya yönelik pazar arayan nitelikte bir yatırım mı, yoksa kaynak arayışı içinde dış pazarlara yönelen dolayısıyla ülkenin ihracatına ivme kazandıran bir yatırım olup olmadıkları ekonometrik testler ile incelenecektir. Bu amaç doğrultusunda çalışma,giriş bölümünü takiben 4 ana başlık altında şekillendirilmiştir. Çalışmanın takip eden başlığında DYY ile ihracat arası ilişkiler teorik ve ampirik olarak irdelenecektir. Veri ve Metodoloji başlığında çalışmada kullanılan değişkenler ve yöntemler tanıtıldıktan sonra Ampirik 224 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Bulgular başlığı altında ise yapılan analizler sonucunda elde edilen sonuçlar verilecektir. Çalışmanın son kısmında ise elde edilen bulgular değerlendirildikten sonra bazı politika önermelerine gidilecektir. 2. İHRACAT VE DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLAR: LİTERATÜR ÖZETİ Teorik ve ampirik literatürde doğrudan yabancı yatırımların ihracat ile olan ilişkisi ve ihracat performansına etkileri önemli bir tartışma konusudur. Ülkelere giren doğrudan yabancı yatırımlar ile bu ülkelerin ihracat performansıarasındaki teorik ilişkiyi destekleyecek kanıt elde etmek için pek çok çalışmayapılmıştır. Bu teorik tartışmalar çeşitli ampirik kanıtlarla da desteklenmeye çalışılmıştır. Literatürde; DYY ve ihracat arasındaki ilişkiyi araştıran ampirik çalışmalar neticesinde,DYY’nin ihracatı olumlu ya da olumsuz yönde etkilediğini belirten sonuçlara ulaşılsa da, bu değişkenler arasındailişki olmadığını ifade eden çalışmalarda mevcuttur. Tablo 1: İhracat ve Doğrudan Yabancı Yatırımlar Hakkında Literatür Özeti Yazarlar Ülke ve Dönemi Slovakya Szkorupováa (2001 (2014) 2010) Hindistan Dash ve (1996 Parida (2013) 2011) Hindistan Saleena (1991 (2013) 2011) Yöntem Bulgular Eş-bütünleşme Modeli Vektör Hata Düzeltme Modeli Eş-bütünleşme Modeli Vektör Hata Düzeltme Modeli Granger Nedensellik Analizi Uzun Dönemde DYY, İhracat ve Büyüme arasında ilişki vardır. Uzun Dönemde DYY, Uluslararası Ticaret ve Büyüme arasında ilişki vardır. DYY, İhracat ve Büyümeyi pozitif yönde etkilemektedir. Sultan (2013) Uzun Dönemde DYY ile İhracattaki artış arasında ilişki Hindistan Eş-bütünleşme Modeli vardır. 1980 - 2010) Granger Nedensellik Analizi Kısa vadede iki yönde de nedensellik yoktur. Babalola ve Diğerleri Nijerya (1960 - Eş-bütünleşme Modeli 225 Uzun Dönemde DYY, Uluslararası Ticaret ve Büyüme M. K. Değer ve M. A. Doğanay (2012) 2009) Temiz ve Gökmen (2011) Türkiye (1991 2010) Iqbal ve diğerleri (2010) Pakistan (1998 2009) 9 Asya Liu ve Ülkesi Diğerleri (1970 (2009) 2002) 27 Geçiş Apergis ve Ekonomisi Diğerleri (1991 (2008) 2004) 7 AB Ülkesi Falk ve Hake (1973 (2008) 2004) arasında ilişki vardır. Eş-bütünleşme Modeli Kısa ve uzun dönemde DYY ile Vektör Hata Düzeltme ihracat arasında pozitif bir ilişki Modeli vardır. Granger Nedensellik Analizi Uzun Dönemde DYY, Eş-bütünleşme Modeli Uluslararası Ticaret ve Büyüme VAR Modeli arasında ilişki vardır. Vektör Hata Düzeltme Modeli DYY ile uluslararası ticaret arasında çift yönlü ilişki vardır. Kısa ve uzun dönemde DYY ile Eş-bütünleşme Modeli ekonomik büyüme arasında Granger Nedensellik Analizi pozitif bir ilişki vardır. Genelleştirilmiş Momentler İhracat DYY'ları etkilemektedir. Modeli 3. VERİ VE METODOLOJİ DYY’lar ile ihracat arası ilişkileri ele alan ampirik çalışmalar son zamanlarda giderek artmaktadır. Bununla birlikte geçiş ekonomileri üzerine DYY ile ihracat ilişkilerini ele alan çalışmalar ise oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla bu çalışmada verisine sağlıklı bir şekilde ulaşılan 22 geçiş ülkesi için 1995-2014 dönemi verileri dikkate alınmıştır. Çalışmada ele alınan geçiş ekonomileri, Merkezi Batı Asya ve Merkezi Doğu Avrupa ülkeleri olarak Tablo 2’de sunulmuştur. Çalışma kapsamındaki ülkelere ait DYY’lar ile toplam mal ihracatı (TMX) verileri, Dünya Bankası “World Development Indicators” isimli veri tabanından elde edilmiş ve yine aynı veri tabanından alınan 2005 baz yıllı tüketici fiyat indeksi ile reelleştirilmiştir. 226 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Tablo 2: Çalışma Kapsamındaki Geçiş Ekonomileri Merkezi Batı Asya Azerbaycan Ermenistan Gürcistan Kazakistan Kırgızistan Rusya Federasyonu Merkezi Doğu Avrupa Arnavutluk Beyaz Rusya Bulgaristan Çek Cumhuriyeti Estonya Hırvatistan Letonya Litvanya Macaristan Makedonya Moldova Polonya Romanya Slovakya Slovenya Ukrayna Çalışmada değişkenler arası ilişkiler, panel veri durağanlık, eşbütünleşme ve son olarak da nedensellik analizleri yardımıyla belirlenmeye çalışılmıştır. Reel serileri dikkate alan ve değişkenlerin logaritmik dönüşümlerine dayalı panel veri analizleri, Eviews9.0 paket programı yardımıyla gerçekleştirilmiştir. 4. AMPİRİK BULGULAR Çalışmada öncelikle 22 geçiş ekonomisi için 1995-2014 döneminde DYY’lar ile toplam mal ihracatında (TMX) yaşanan gelişmeler, tanımlayıcı istatistiklerle verilmeye çalışılacaktır. Daha sonra değişkenler arası basit korelasyon analizi yanında daha ileri ekonometrik yöntemler olan eşbütünleşme ve nedensellik analizlerine yer verilecektir. 4.1. Tanımlayıcı İstatistikler ve Korelasyon Katsayıları 1995-2014 dönemi için 22 geçiş ekonomisinde DYY ve TMX değişkenlerine tanımlayıcı istatistikler Tablo 3’de verilmiştir. Tablo 3’de yer alan bilgilere göre 22 geçiş ekonomisine 1996-2014 döneminde yapılan DYY’lar, ortalama olarak 3.2 Milyar dolar iken, toplam mal ihracat ise ortalama olarak 29.6 Milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. 227 M. K. Değer ve M. A. Doğanay Tablo 3: Değişkenlere Ait Tanımlayıcı İstatistikler Değişkenler RTMX RDYY LRTMX LRDYY Ortalama 2.96E+10 3.27E+09 22.89609 20.73818 Ortanca 1.07E+10 1.03E+09 23.09072 20.74855 Maksimum 2.68E+11 5.96E+10 26.31435 24.81053 Minimum 2.27E+08 6246874 19.24091 15.64759 Standart Sapma 5.02E+10 6.46E+09 1.732975 1.641945 431 431 431 431 Gözlem Sayısı Not: Değişken isimleri önündeki R harfi reel değerleri ve L harfi ise ilgili değişkenlerin logaritmik dönüşümlerini ifade etmektedir. Öte yandan 2003 yılında sadece 6.2 Milyon dolar ile Kırgızistan en düşük DYY çeken ülke iken, 2007 yılında Macaristan 59.6 Milyar dolarlık DYY girişi ile en fazla yatırım çeken ülke olmuştur. Benzer şekilde 227 Milyon dolar ile 1997 yılında Gürcistan en düşük mal ihracatında bulunan ülke iken, 2008 ve 2014 yıllarında 268 Milyar dolar ile Rusya Federasyonu en fazla mal ihracatında bulunan ülke olmuştur. Tablo 4: Değişkenler Arası Korelasyon Analizi Sonucu Değişkenler LRDYY LRDYY 1.000 LRTMX 0.770 (0.000) LRTMX 1.000 Tablo 4. Logaritmik değerleri alınmış değişkenler arası korelasyon katsayısını ve olasılık değerini göstermektedir. 228 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Tablo 4’den açıkça görüleceği üzere geçiş ekonomilerinde ihracat ve DYY’lar arasında oldukça yüksek ve istatistiki açıdan anlamlı ve pozitif bir korelasyon ilişkisi vardır. 4.2. Birim-Kök Sınaması Sonuçları Çalışmada panel veri eşbütünleşme ve nedensellik analizlerine geçmeden önce değişkenlerin birim kök içerip içermedikleri birinci nesil panel veri durağanlık sınamaları ile inceleme konusu yapılmış ve sonuçlar Tablo 5’de verilmiştir. Tablo 5: Değişkenlere Ait Durağanlık Sınamaları Sonuçları (Seviye) Yöntem Levin, Lin &Chu t* Değişken: LRDYY Sabitli ve Sabitsiz ve Sabitli Trendli Trendsiz İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı İstatisti Olasılık k k k k k 0.084 0.533 4.381 1.000 1.446 0.926 Im, PesaranandShin W-stat -1.676 0.047 1.353 0.912 ADF - FisherChi-square 50.612 0.229 32.119 0.908 16.334 1.000 PP - FisherChi-square 101.326 0.000 69.218 0.009 9.313 1.000 Yöntem Levin, Lin &Chu t* Değişken: LRTMX Sabitli ve Sabitsiz ve Sabitli Trendli Trendsiz İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı İstatisti Olasılık k k k k k -5.282 0.000 -0.452 0.326 8.651 1.000 Im, PesaranandShin W-stat -0.900 0.184 -1.259 0.104 ADF - FisherChi-square 59.086 0.064 55.969 0.107 2.226 1.000 PP - FisherChi-square 51.812 0.195 48.627 0.292 1.128 1.000 Tablo 5’de verilen durağanlık sınaması sonuçlarına göre hem DYY’ların hem de toplam mal ihracatı değişkenlerinin her üç durumda (Sabitli, Sabitli ve Trendli ile Sabitsiz ve Trendsiz) da seviye değerlerinde durağan olmadıkları tespit edilmiştir. Dolayısıyla değişkenlerin birinci farkları alınarak yapılan birim kök sınama sonuçları ise Tablo 6’da sunulmuştur. 229 M. K. Değer ve M. A. Doğanay Tablo 6: Değişkenlere Ait Durağanlık Sınamaları Sonuçları (Birinci Farklar) Levin, Lin &Chu t* Değişken: ∆LRDYY Sabitli ve Sabitsiz ve Sabitli Trendli Trendsiz İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı k k k k k k -16.413 0.000 -13.198 0.000 -20.622 0.000 Im, PesaranandShin W-stat -15.781 0.000 -13.047 0.000 ADF - FisherChi-square 276.558 0.000 213.687 0.000 376.846 0.000 PP - FisherChi-square 329.222 0.000 264.307 0.000 389.613 0.000 Yöntem Yöntem Levin, Lin &Chu t* Değişken: ∆LRTMX Sabitli ve Sabitsiz ve Sabitli Trendli Trendsiz İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı İstatisti Olasılı k k k k k k -1.493 0.068 0.813 0.792 -6.670 0.000 Im, PesaranandShin W-stat -4.141 0.000 -2.653 0.004 ADF - FisherChi-square 82.595 0.000 59.355 0.061 94.320 0.000 PP - FisherChi-square 282.009 0.000 263.484 0.000 271.700 0.000 Tablo 6’daki sonuçlara bakıldığında her iki değişkenin bütün modellerde birinci farklarında (∆) durağan olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla birinci farkında durağan hale gelen bu iki değişken arasındaki uzun dönemli ilişkilerin varlığı,Pedroni panel eşbütünleşme testi ile Johansen panel eşbütünleşme testi ile incelenmiştir. 4.3. Eşbütünleşme ve Nedensellik Analizi Sonuçları Çalışmada geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile ihracat arasındaki uzun dönemli ilişkiler, öncelikle Pedroni panel eşbütünleşme testleri gerçekleştirilmiş ve sonuçlar Tablo 7’de verilmiştir. 230 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Tablo 7: Pedroni Panel Eşbütünleşme Testi Sonuçları Sabitli Yöntem Panel v-Statistic Panel rho-Statistic Panel PP-Statistic Panel ADF-Statistic Grouprho-Statistic Group PP-Statistic Group ADF-Statistic İstatisti k 3.956 -4.383 -5.601 -4.207 -1.897 -5.351 -3.908 Olasılı k 0.000 0.000 0.000 0.000 0.029 0.000 0.000 Sabitli ve Trendli İstatist Olasılı ik k -0.185 0.573 -0.766 0.222 -3.733 0.000 -4.693 0.000 1.010 0.844 -3.768 0.000 -3.601 0.000 Sabitsiz ve Trendsiz İstatist Olasılı ik k 7.994 0.000 -6.798 0.000 -6.154 0.000 -6.388 0.000 -2.807 0.003 -6.662 0.000 -6.932 0.000 Tablo 7’de sunulan bulgulara göre geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile mal ihracatı arasında her üç modelde de eşbütünleşik ilişkiler söz konusudur. Daha açık bir ifadeyle uzun dönemde geçiş ekonomilerinde yapılan DYY’lar ile bu ülkelerin mal ihracatı birlikte hareket etmektedir. Öte yanda çalışmada değişkenler arası eşbütünleşme ilişkisi için bir diğer yöntem olan Johansen ve Fisher testi de kullanılmış ve sonuçlar Tablo 8’de gösterilmiştir. Benzer şekilde Johansen-Fisher eşbütünleşme testi sonuçlarıda geçiş ekonomileri özelinde DYY’lar ile mal ihracatı arasında uzun dönemli ilişkilerin varlığına ışık tutmaktadır. Tablo 8: Johansen-Fisher Panel Eşbütünleşme Testi Sonuçları (Doğrusal Deterministik Trendli) Fisher İst. Fisher İst. Sıfır hipotezi r=0 r≤1 Olasılık (Trace Test) 217.600 129.500 0.000 0.000 Olasılık (Max-Eigen Test) 178.300 129.500 0.000 0.000 Geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile ihracat arasındakieşbütünleşme ilişkisininnihai sapmasız katsayılarını elde etmek için Pedroni (2000) tarafından 231 M. K. Değer ve M. A. Doğanay geliştirilen FMOLS (Full ModifiedOrdinaryLeastSquare) yöntemi kullanılmış ve tahmin sonuçları her iki değişken için Tablo 9’da verilmiştir. Tablo 9: Panel FMOLS Sonuçları Değişkenler LRTMX R2 Değişkenler LRDYY R2 Bağımlı Değişken: LRDYY Katsayılar Standart Hata 0.614 0.113 0.769 Düzeltilmiş R2 t-İstatistiği Olasılık 5.453 0.000 0.756 Bağımlı Değişken: LRTMX Katsayılar Standart Hata t-İstatistiği Olasılık 0.280 0.040 6.944 0.000 2 0.938 0.934 Düzeltilmiş R Tablo 9’da verilen tahmin sonuçlarına göre geçiş ekonomilerinde mal ihracatında %1’lik bir artış bu ülkelere yönelen DYY girişlerinde %0.6’lık bir artışa neden olurken, DYY’lardaki %1’lik bir artış ise geçiş ülkelerinin ihracat potansiyellerini %0.28 yükseltmektedir. Dolayısıyla bu iki değişken arasında uzun dönemde istatistiki açıdan anlamlı ve pozitif ilişkiler söz konusudur. Son olarak çalışmada bu iki değişken arası kısa dönemli nedensel ilişkiler Granger nedensellik testi ile araştırılmış ve elde edilen bulgular Tablo 10’da verilmiştir. Tablo 10: Granger Nedensellik Analizi Sonuçları (Gecikme Uzunluğu:3) Sıfır Hipotezi Gözlem Sayısı LRTMALX, LRFDI'ye neden olmaz 350 LRFDI, LRTMALX'e neden olmaz F-İst. Olasılık 6.31164 0.0004 4.06442 0.0074 Tablo 10’daki sonuçlara göre kısa dönemde DYY’lar ile mal ihracat arasında iki yönlü nedensel ilişkiler söz konusudur. Dolayısıyla Geçiş ekonomilerine yönelen DYY’lar bu ülkelerin ihracat potansiyellerinden etkilendiği gibi bu ülkelerin ihracat potansiyellerini etkileyebilmektedirler. 232 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Son yıllarda ekonomik anlamda küreselleşmeye birçok gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin destek vermesi, dünya ekonomisinin hızla gelişmesine ve ülkelerin birbirine daha fazla bağlanmasına ve eklemlenmesine yol açmıştır. Özellikle ticari küreselleşmenin uyardığı ticaret artışı ile finansal küreselleşmenin uyardığı sermaye hareketleri, geçmişte olmadığı kadar ülkeleri birbirine bağımlı hale getirmiştir. Elbette bu küresel rekabet ortamının ülkelere sunduğu önemli fırsatlar söz konusu iken, ciddi tehditleri de bünyesinde barındırmaktadır. Ekonomik anlamda küreselleşmenin uyardığı bu ticari ve finansal ilişkilerin yanında Çok Uluslu Şirket (ÇUŞ)’lerin maliyet azaltma ve gelir artırma düşüncesiyle yatırım ve üretim kararlarını şekillendirirken daha küresel ölçekte imkânlara kavuşması, ülkeler arası DYY’ların hızla gelişmesine ve değişmesine yol açmıştır. Artan DYY’lar, akademik çevrelerde de DYY’ların nedenleri ve etkileri hakkında birçok çalışmanın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Oldukça geniş bir boyuta ulaşan DYY’larla ilgili bu literatürde bazı çalışmalar, DYY’ların ihracat üzerindeki etkileri üzerine odaklanmaktadır. Bu çalışmanın amacı geçiş ekonomileri özelinde nispeten sınırlı kalan DYY’lar ile iharact ilişkilerini ele almaktır. Bu amaç doğrultusunda çalışmada 22 geçiş ekonomisi için 1995-2014 verileri kullanılarak panel veri eşbütünleşme ve nedensellik analizlerine yer verilmiştir. Çalışmada yapılan Pedroni eşbütünleşme testi ile Johansen-Fisher eşbütünleşme testleri, geçiş ekonomilerinde DYY’lar ile bu ülkelerin ihracat arasında uzun dönemli ilişkilerin bulunduğuna işaret etmektedir. Diğer taraftan değişkenler arası kısa dönemli ilişkiler ise Granger nedensellik testi ile araştırılmış ve değişkenler arası geri besleme ilişkisini yansıtacak şekilde DYY’lar ile ihracat arasında iki yönlü nedensel ilişkiler yakalanmıştır. Dolayısıyla çalışmada elde edilen bu bulgular, geçiş ekonomilerinin dünya ekonomisine entegre olma çabalarının DYY girişlerinde artışlara neden olduğunu ve DYY girişlerindeki artışların ise geçiş ekonomilerinin ihracat potansiyellerini artırdığını göstermektedir. Bu nedenle geçiş ekonomilerinin daha fazla DYY çekebilmek için gerekli politik düzenlemeler ile yatırım ortamlarında yapacakları 233 M. K. Değer ve M. A. Doğanay iyileştirmeler, bu ülkelerin dolaylı olarak ihracat potansiyellerine olumlu yansımaları olacaktır. KAYNAKÇA Apergis, N., Lyroudi, K. & Athanasios V. (2008). The Relationship between Foreign Direct Investment and Economic Growth: Evidence from Transition Countries.Transition Studies Review, 15, 37–51. Babalola, S. J., Dogon-daji, S. D. H. &Saka O. J. (2012). Exports, Foreign Direct Investment and Economic Growth: An Empirical Application for Nigeria. International Journal of Economics and Finance, 4(4), 95-105. Dash, R. K. &Parida, P. C. (2013). FDI, Services Trade and Economic Growth in India: Empirical Evidence on Causal Links. Empirical Economics, 45, 217–238. Falk, M. and Hake, M. (2008).A Panel Data Analysis on FDI and Exports. FIW Studien, FIW Research Report, No. 012. Iqbal, M. S., Shaikh, F.M. &Shar, A. H. (2010). Causality Relationship between Foreign Direct Investment, Trade and Economic Growth in Pakistan. Asian Social Science, 6(9), 82-89. Liu, X., Shu, C. &Sinclair , P. (2009).Trade, Foreign Direct Investment and Economic Growth in Asian Economies. Applied Economics, 41(13), 1603-1612. Pedroni, P. (2000).Fully-Modified OLS for Heterogeneous Cointegrated Panels. Advances in Econometrics, 15,93-130. Saleena N. J. (2013). Impact of FDI on Services Export: Evidence from India.Journal of Business Management & Social Sciences Research, 2(11), 34-38. Sultan Z. A. (2013). A Causal Relationship between FDI Inflows and Export: The Case of India. Journal of Economics and Sustainable Development, 4(2), 1-9. Szkorupováa, Z. (2014). A Causal Relationship between Foreign Direct Investment, Economic Growth and Export for Slovakia. Procedia Economics and Finance, 15,123128. Temiz, D. &Gökmen, A. (2011). Foreign Direct Investment (FDI) and Export Relation in Turkey: 1991–2010. Journal of Transnational Management, 16, 157–180. 234 Türkiye’de Dini Oluşumların Varlık Sebepleri ve Bu Oluşumların İç Güvenlik Açısından Değerlendirilmesi Dr. Hüseyin Arslan Polis Akademisi ÖZET Tarihî kökleri oldukça uzun yıllara dayanan tarikatların ve dinî grupların/cemaatlerin Türkiye’nin toplumsal yapısında birer dinî oluşum olarak hatırı sayılır bir etkisi vardır. Bu tesir zaman zaman dönemin siyasi idaresine muhalefet şeklinde zaman zaman siyaset kurumuyla işbirliği halinde kendisini gösterirken, bazen de uluslar arası boyuta da sahip bir iç güvenlik meselesi şeklinde tezahür etmektedir. Bu çalışmada, zikredilen bu dinî oluşumların Türkiye’nin toplumsal yapısında birer fenomen olarak var olmalarının sebepleri ve bunların iç güvenlik açısından değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Tarikat, Cemaat, Dinî Grup ve Güvenlik. H. Arslan 1. GİRİŞ Her şeyden önce belirtmekte fayda vardır ki dini oluşumlardan kastedilen, Türkiye’nin toplumsal yapısında geleneksel bir şekilde varlığını sürdüren tarikatlar ve dinî gruplar/cemaatlerdir. Bu fenomenler kökleşmiş bir halde Osmanlı’dan Cumhuriyete tevarüs etmişlerdir. Bilimsel platformlarda tarihsellikleri ve dinî alandaki faaliyetleri dışında çok fazla tartışılmayan bu oluşumlar, birer olgu olarak Türkiye’de her dönemde gündemi meşgul eden konuların başında gelmektedir. Özellikle son günlerde medyatik olan bazı tarikat veya cemaat liderlerinin ya da kanaat önderlerinin sürekli televizyonlarda arz-ı endam etmeleri ve iletişim araçlarını verimli bir şekilde kullanmaları, kendilerini ön planda tutmalarını sağlamaktadır. Bu sebeple Türkiye’nin toplumsal hayatını ilgilendiren analizlerde, özellikle dinin Türkiye’nin toplumsal yapısının en önemli yumuşak karınlarından, toplumun yapı taşlarından birini oluşturduğunu göz ardı etmeden, dinin bu yapıda oynadığı rolün iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla geleneksellik arz eden tarikatların ve cemaatlerin sosyal birer kurum olarak bu yapıdaki varlıkları, icra ettikleri fonksiyon ve sahip oldukları toplumsal statü bu tahlilin sacayaklarından birini oluşturmaktadır. Osmanlı’da sürekli gözetim altında tutulan bu oluşumların Cumhuriyetle beraber yaşadıkları değişim/dönüşüm ve yeni rejime karşı muhalif olarak sergiledikleri mücadele tarzı, yeni Cumhuriyet idaresinin sıkı tedbirler ve yasaklamalar içeren bazı yasal düzenlemeler yapmasına sebep olmuştur. Millî mücadele dönemini kapsayan 1919-1922 yıllarına bakıp bu yılları söylem, eylem ve bu mücadeleye destek verenler açısından dinî mübin-i İslâm’a hizmet ve hilâfet makamının kurtarılması olarak değerlendirildiği şüphesizdir. Ancak cumhuriyetin ilânıyla beraber başlayan yeni süreçte modernleşme adına pozitivist felsefeye uygun olarak yeni düzenlemelere geçilmesi bu algıyı tersine çevirmiştir. Özellikle 1924’te hilâfetin ilgasıyla başlayan süreçle yapılan köklü değişiklikler, din müessesesinin kendisinde ve kurumlarında hayatiyet kazanan toplumsallığı kamusal alandan dışlamıştır. Osmanlı'da dinî otorite makamı olarak kabul edilen şeyhülislâmlığın kaldırılması, anayasadan devlet dini kavramının 236 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 çıkarılması, tevhid-i tedrisat kanununun yürürlüğe girmesiyle medreselerin ve dinî okulların lağvedilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması vb. uygulamalar, dini resmî/kamu kurumlarının dışına çıkarma, modern bir toplum yaratmak için topluma istedikleri biçimi verme olarak değerlendirilmiştir. Çağın şartlarına uygun modern bir ulus-devlet inşa etmek amacıyla hareket eden yeni cumhuriyetin siyasi kadroları, milleti ve milletin geri kalmışlığının başlıca sebepleri arasında görülen milletin dinî inancını irticaî unsurlardan ve hurafelerden arındırarak aynı homojenlikte eritme gayesi gütmüştür. Ancak bu konuda beklentinin aksine toplumun büyük kesimi kendi inandıkları ve bildikleri hayatı bedel ödemeyi de göze alarak, başka bir ifadeyle dindar olarak yaşamayı tercih etmiştir. Bu tercihin güçlü bir şekilde hayata aktarılmasında dinî oluşumların payı büyüktür. Bu yüzden yeni rejim tarafından yürütülen lâik politikalar doğrultusunda dinin bireyselleştirilmesi ve sadece vicdanlarda yaşatılma çabaları istenilen sonucu vermemiştir. Başta köyler ve kasabalar gibi küçük yerleşim yerlerinde olmak üzere toplumun çoğunluğunda İslâm’a olan meyil ve ona duyulan bağlılık gücünden bir şey kaybetmemiştir. Dolayısıyla yeni cumhuriyet rejiminin, Türkiye’nin toplumsal yapısında dinî aidiyetin, toplumun paylaştığı ortak aidiyet duygularının en başında geldiğini görmezden gelmesi, çoğunluğu Müslüman olan ve dindar bir yaşam tarzını benimseyen toplumun, kendisini devre dışı bıraktığı izlenimi veren modern politikalar eliyle dönüştürerek devlet-millet bütünleşmesini gerçekleştirme çabaları beklenen sonucu vermemiştir. Bu yüzden kendilerini dinî bir aidiyet kimliği içinde tanımlayan tarikat ve cemaat gibi dinî oluşumların cumhuriyetin ilânından beri resmî otorite ile ilişkilerinin sıkıntılı ve sancılı olduğunu söylemek mümkündür. Akademik çalışmalarda ve bilimsel platformlarda genelde bir tarihsellik tarzında dinî yönleri, oluşumları, liderleri vb. özellikleri yüzeysel olarak ele alınmaları hariç bu oluşumların sosyolojik ve ekonomik olarak nereye oturtuldukları, siyaset kurumuyla ilişkileri, güvenlik açısından bulundukları zemin, kısacası dünyevilikleri hakkında detaylı çalışmalar bulunmamaktadır. Bu çalışmada, Türkiye’nin toplumsal yapısında birer olgu olarak hayatiyetlerini sürdüren dinî oluşumların niçin var oldukları, bir başka ifadeyle toplumu din konusunda aydınlatmakla görevli bir anayasal kurum olan Diyanet 237 H. Arslan İşleri Başkanlığı dururken, insanlar hangi sebeplerle dinî tarikatlara ve cemaatlere gitmektedir, sorusuna cevap aranmaya çalışılacaktır. Ayrıca cumhuriyetten itibaren yaşanan süreç dâhilinde bunların iç güvenlik açısından değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Ancak asıl konuya geçilmeden önce, metinde sıklıkla kullanılan tarikat ve dinî grup/cemaat kavramlarının tanımlanmasında fayda vardır. 2. TARİKAT VE GRUP/CEMAAT KAVRAMLARI 2.1. Tarikat Kavramı Kur’an-ı Kerim’de Tâhâ sûresinin 63 ve 104. ayetlerinde ve bazı hadislerde yer alan ve sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş” anlamına gelen tarikat, terim olarak “Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış” şeklinde tanımlanmaktadır.65 Tarikat İslâm dünyasında tasavvufla hemen hemen aynı anlamda kullanılmakta ve dini daha derinden yaşamak isteyenlerin benimsedikleri yol (Arapçası tarîk) olarak kabul edilmektedir. Kısacası dinin daha içten ve daha özel bir yaşanış biçimi olarak kabul edilmektedir. Tarikat zühd şeklinde başlamış, akabinde “tasavvuf” denmiştir. Tasavvufta tarikat, insanların manevî yönlerini geliştirmek için kurulmuş dinî-manevî yol demektir.66 Tarikat kelimesi bilhassa tasavvuf kaynaklarında doktriner olduğu kadar kurumsal göstergeler içeren bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.67Semih Ceyhan’a göre doktriner anlamda tarikat, insanı kendisi ve evren hakkındaki hakikatlere, bu hakikatleri bir bütün halinde kendisinde barındıran Hz. Muhammed’e, ondan da bu hakikatlerin kaynağı ve yaratıcısı olan Allah’a götüren ruhanî yol manasındadır. Ceyhan kurumsal anlamıyla tarikatı ise manevî açıdan Hz. Muhammed’e ve Allah’a ulaşmada rehberlik eden bir mürşide bağlı derviş, mürit vb. kişiler için konmuş manevî, ahlâkî ve sosyal kuralların tamamı ve bu kurallara göre teşkilatlanmış müessese olarak tanımlamaktadır.68 65 Reşat Öngören, “Tarikat”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 40, Ankara 2011, s. 95. Mehmet Demirci, “Türkiye’nin Çağdaşlaşma Sürecinde Tarikatlar”, Türkiye’nin Çağdaşlaşma Problemi ve İslâm, Yay. Haz.: Mehmet Demirci, TDV Yay., Ankara 2000, s. 163. 67 Semih Ceyhan, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015, s. 27. 68 Doktriner ve kurumsal tarikat konusunda geniş bilgi için bkz. Semih Ceyhan, agm., s. 28-29. 66 238 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Türkiye’de tarikatlar konusunda önemli çalışmalara imza atan Mustafa Kara’nın verdiği bilgilere göre, ekol, mezhep, tarikat tarih boyunca bütün din ve sistemlerle iç içe bulunmuş ve günümüze kadar beraber olagelmiştir.69 Erol Güngör, tarikatın lügatta yol anlamına geldiğini belirtirken, İslâm tasavvufunda yola girmenin sufî yöntemleriyle Allah’a yaklaşmayı seçmek anlamı taşıdığını ifade etmektedir. Güngör’e göre, tasavvufta insan yolunu kendisi seçse de o yola kendi başına giremez. Hıristiyan mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasındaki başlıca farklardan birinin tasavvufta rehbersiz hiçbir şeyin yapılamayacağını belirten Güngör, tasavvufun her şeyden önce bir terbiye işi yani hem nefsin hem de ruhun terbiyesi olduğuna dikkatleri çekerken, eğitilmeye muhtaç olan insanın ilk işinin kendisine yol gösterecek bir mürşid-i kâmil bulması gerektiğini vurgulamaktadır. Güngör’e göre tarikata giren kimsenin yol rehberinin adı “şeyh”tir ve bu yola giren kişi kendisini şeyhine teslim etmek, ondan gelen her şeyi kabul etmek zorundadır. Ayrıca mürit ve sâlik ismini alan ve çırak kabul edilen kişinin eğitiminin ne zaman biteceğine bağlı olduğu şeyh karar verir.70 İlhan Ayverdi ise tarikatı, sâlikin/müridin bir mürşide/şeyhe bağlanıp belli şartlara uyarak ahlâkını güzelleştirmeyi, kötülüklerden arınmayı, tevhidin hakikatine varmayı ve Allah’a ulaşmayı amaç edinen tasavvuf yolu; bir şeyhe bağlı olan kimseler için konulmuş olan manevî, ahlâkî ve sosyal kuralların bütünü ve bu kurallara göre teşkilatlanmış kurum olarak tanımlamaktadır.71 Tarikatı, sâliki hakikate götüren yol şeklinde tanımlayan sufiler, dinin zahiri ve şekli kısmı olarak kabul ettikleri şeriatı kabul etmeden ve onun kurallarına uyulmadan hakikate ulaşılamayacağını belirtmişlerdir.72 Tasavvuf ıstılahında tarikat, Allah’a ulaşan yoldur. Şeriat umumi, tarikat ise şeriata nispetle daha özeldir. Tarikat bir disiplindir, tasavvufun, şeriat esaslarına uymakla, dinin özüne varmak için yerine getirilmesi gereken uygulamaların, belli bir disiplin içerisinde gerçekleşmesini amaçlayan bir kuruluştur.73 2.2. Grup/Cemaat Kavramı 69 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yay., İstanbul 1985, s. 191. Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Neşr., İstanbul 1987, s. 97. 71 İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşr., İstanbul 2006, C. 3, s. 3035. 72 Reşat Öngören, agm., s. 95. 73 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Ün. İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1997, s. 312. 70 239 H. Arslan Sosyolojide grup, zor tanımlanan kavramların başında gelmektedir. Bunun sebebi sosyal grupların zaman içinde sık sık şekil ve öz değişikliği geçirmelerindendir.74 Grup denince küme, öbek, takım vb. bir çağrışım uyanmaktadır. Grup, herhangi bir açıdan aralarında benzerlik veya ilgi bulunan şey veya kimselerin meydana getirdiği topluluk anlamına gelmektedir.75 Türkiye'de sosyoloji ve din sosyolojisi alanında yapılan çalışmalarda grup kavramı tanımlanırken en sık müracaat edilen düşünürlerin başında Joachim Wach gelmektedir. Ona göre, geçici, sürekli, dayanıksız, iyi teşkilatlanmış, mütecanis, gayri mütecanis, ister küçük isterse büyük olsun, her toplum sonsuz sayıda grupları içinde barındırmaktadır. Watch, bu grupların kaynakta, yapıda ve amaçta farklı olduğunu aktarmakta ve çoğunlukla bir grubun ahenkliliğini dinî tecrübelerden ileri gelen ve onların dikte ettiği tahrikler tarafından arttırıldığını ve güçlendirildiğini, bazen de teşvik edildiğini belirtmektedir.76 Dinî grup kavramı her toplumda var olan toplumsal grupların özel bir biçimini oluşturmaktadır. Dinî grup kavramı, insanların dine yönelişleri göz önüne alınarak oluşturulmuş bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan kavram, genel olarak yoğun bir manevî hayat sürme isteğinin bir araya getirdiği insan toplulukları şeklindeki tanımlanırsa daha anlamlıdır. Başka bir ifadeyle, insanların din eksenli olarak dinî norm ve değerlerin, kendine özgü bir biçimde şekillendirdiği ve karşılıklı rollerini yerine getirmek üzere bir araya gelmesinden oluşan insan topluluklarına dinî grup denilmektedir.77 Cemaat kavramı ise Arapça bir kelime olup İngilizce karşılığı “community”dir. Etimolojik açıdan birbirine oldukça yakın anlamlar içeren her iki terim, sosyolojinin önem verdiği kavramlardandır. “Toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem’ mastarından gelen ve Arapça bir isim olan cemaat, sözlükte “insan topluluğu” manasına gelmektedir.78 Dinî bir terim olarak da ashap, müçtehit imamlar veya her devirdeki Müslümanların büyük çoğunluğu anlamlarına gelen ve 74 İhsan Sezal, Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar, Birlik Yay., Ankara 1981, s. 64. İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşr., İstanbul 2006, C. 1, s. 1096. 76 Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Çev.: Prof. Dr. Ünver Günay, Erciyes Üniversitesi Yay., Kayseri 1990, s. 65-66. 77 Bkz. Wach, a.g.e., 65-69. 78 Mustafa Uzunpostalcı, “Cemaat”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 7, İstanbul 1993, s. 288; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Yay. Haz.: Aydın Sami Güneyçal, Aydın Kitabevi, Ankara 2006, s. 131. 75 240 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Ehl-i Sünnet için kullanılan bir tabirdir.79 Bir imama uyup namaz kılan Müslümanların bütününü ifade etmek için kullanılan cemaat kavramı, aynı dinden veya aynı soydan olanların meydana getirdiği topluluğu belirtmek için de kullanılmaktadır.80 Sosyoloji sözlüğünde ise cemaat (community), üyelerinin ortaklaşa paylaştıkları bir şeye, genellikle ortak bir kimlik duygusuna dayanan, özel olarak oluşturulmuş bir toplumsal ilişkiler bütünü şeklinde tanımlanmaktadır.81 Modern sosyolojide “cemaat” kavramını tahlil etmeye çalışan sosyologların başında Robert Morrison MacIver ve Charles H. Page gelmektedir. Bu iki sosyoloğun beraber kaleme aldığı ve Âmiran Kurtkan'nın Türkçe’ye tercüme ettiği “Cemiyet” isimli eserde cemaat; küçük veya büyük herhangi bir grubun üyeleri her nerede, şu veya bu bireysel çıkarı değil, fakat ortak hayatın ana şartlarını paylaşacak şekilde bir arada yaşayan grup olarak tanımlanmaktadır. Cemaatin esas kriteri olarak, onun içerisinde bir kimsenin bütün sosyal ilişkilerinin bulunabilmesini şart koşan R. M. MacIver ve Charles H. Page’ye göre, mekân ve müştereklik duygusu da cemaatin şartlarını oluşturmaktadır. Çünkü cemaat üyeleri yüz yüze temas kurabilecekleri aynı mekânı paylaşmak ve ortak bir hayat tarzından daima haberdar olmak için de bir müştereklik duygusu geliştirmek durumundadırlar.82 Diğer semavî ya da büyük dünya dinlerinden farklı olarak hiçbir zaman dini temsil eden kilise benzeri bir kuruma, bir otoriteye yer vermeyen İslâm, tam anlamıyla bir cemaat dinidir. İslâm dini canlı bir organizma gibi toplumun her katmanına sirayet etmiş ve kendiliğinden bir cemaat yapısı ortaya çıkarmıştır. İslâm’ın temel şartlarına, nasslarına ve Hz. Peygamberin sünnetine bakıldığında cemaat hayatının açıkça ön plâna çıkarıldığı ve teşvik edildiği görülmektedir. Şehâdet etmek dışında kalan namaz, oruç, hac ve zekât gibi İslâm’ın beş şartından dördü cemaat hayatına yöneliktir. Cemaat kelimesinin topluca namaz kılan Müslümanları çağrıştırdığı ve Hz. Peygamber’in, “Cemaatle kılınan namaz yalnız kılınan namazdan 27 kat daha sevaptır” şeklindeki hadisi dikkate alınırsa bu kavramın çağrıştırdığı önem daha iyi anlaşılmaktadır. 79 İsmail Karagöz, Dinî Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay., Ankara 2005, s. 92. Ayverdi, a.g.e., s. 468. 81 Marshall, a.g.e., s. 90. 82 Bkz. R. M. MacIver- Charles H. Page, Cemiyet, Çev.: Âmiran Kurtkan, M.E.B. Yay., İstanbul 1971, s. 14-15. 80 241 H. Arslan Tarikat ve dinî grup/cemaat kavramları hakkında bu bilgiler aktarıldıktan sonra, çalışmanın asıl amacına yani, tekke ve zaviyelerin 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla kapatılmasıyla başlayan yasaklamalara, tek parti iktidarı döneminde yapılan sıkı takiplere ve Türkiye’de çok partili sisteme geçildikten sonra da tamamen serbestiyet tanınmamasına ve 28 Şubat 1997 de başlayan süreçle beraber yaşanan fiili duruma rağmen güvenlik boyutu da göz önünde tutularak insanların dini cemaatlere ya da tarikatlara hangi gerekçelerle niçin gitme ihtiyacı hissettiklerini tahlile geçebiliriz. Bütün bu realitelerden hareket ederken, 17 ve 25 Aralık 2013 gelişmelerinden sonra dinî bir cemaatin kuruluş ve varolma sebebinin dışına çıkarak daha önce birlikte yürüdüğü siyasi iktidarla giriştiği mücadelenin artık uluslararası boyuta da ulaşan bir güvenlik boyutu yarattığını göz önüne almak ve bunun yarattığı sıkıntıların dinî oluşumların müntesiplerini her açıdan etkilediğini unutmamak gerekir. 3. TARİKAT VE DİNÎ GRUP/CEMAATLERİN VARLIK SEBEPLERİ Yukarıda ifade edildiği gibi Cumhuriyeti kuran irade tarafından 1924 ve 1925 yıllarında toplumsal dönüşün kapsamında kurumsal anlamda bir dizi radikal değişiklikler yapılmıştır. 3 Mart 1924’te hilâfet kurumu ilga edilmiş ve Türkiye’de toplumu din konusunda aydınlatma görevi anayasal bir kurum olarak ihdas edilen Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiştir. Tarikatlar da Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlanmış, tekke ve zaviye şeyhleri de 1924 yılında çıkarılan 429 sayılı kanunla müftülerce atanmaya başlanmıştır. Ancak 30 Kasım 1925’te yürürlüğe sokulan 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla Diyanet tekke ve zaviyeleri defterlerden silmiştir.83 Ayrıca 677 sayılı kanunla kapatılan tekke ve zaviyelerin mal varlıklarına da el konulmuştur.84 Yeni Cumhuriyet ideolojisi tarafından 1924 ve 1925'te gerçekleştirilen bu radikal düzenlemeler sonrasında hiçbir dinî cemaat, mezhep, tarikat ve meşrep meşru kabul edilmemiş, tek tip bir İslâm/Müslümanlık anlayışı benimsenmiş ve bu 83 Mustafa Kara, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Tarikatlar", Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015, s. 111. 84 Gotthard Jascke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yay., İstanbul 1972, s. 36-37. 242 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 empoze edilmeye çalışılmıştır. Netice itibarıyla da cemaat, tarikat yapıları, mezhep ve meşrepler gayrimeşru ve bozucu, dağıtıcı birer unsur olarak ilân edilmiştir.85 Devlet eliyle bireyin dünyasını inşa etmek, devlet eliyle bireye dindarlığı dayatmak kolay değildir ve birey açısından hiçbir cazibesi yoktur. Bu yüzden Bernard Lewis'in tespit ettiği gibi, tek tip Müslümanlık anlayışı için Sünniliğin canlanmasına sınırlı olsa da gösterilen hoşgörü ve teşviğe karşın tarikatların faaliyetleri yasaklanmış, bu yasağa uymayanların faaliyetleri ise bastırılmak zorunda kalınmıştır.86 Bütün bu yasaklamalara, takiplere ve hukukî yaptırımlara rağmen, geleneksel bir kurumsallığın temsilcileri olan pek çok tarikat ve dinî cemaat yeraltına çekilmiş ve çeşitli yollarla dine hizmet etmeye devam etmişlerdir. Bu da onların toplum tabanında yer bulmalarını ve günümüze kadar gelmelerini sağlamıştır. Cemaatleşmeyi öngören bir dinin müntesibi olan Türk toplumunun dinamikleri itibariyle cemaatçi bir yapıya sahip olması, bahsedilen dinî oluşumlara nasıl hayat verdiklerinin göstergelerinden biridir. İnsanların vazgeçilmez ihtiyaçları bulunmaktadır. İnsanın sosyal bir varlık olarak hayatını devam ettirmek için bazı sosyal ihtiyaçlara gereksinim duyması ve bunları karşılamak üzere çaba göstermesi var olmasının bir tezahürüdür. İşte bu ihtiyaçlar dinî oluşumların beslendiği kaynakları oluşturmakta ve bu yapılar doğrudan bu ihtiyaçları karşılama iddiasıyla ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bir toplumda çeşitli tarikatların, cemaatlerin/grupların olması ve bunların kendi içinde faaliyet alanlarına göre sınıflandırılması doğal bir durumdur. Bir amaç için örgütlenen bu yapıların çeşitli sıfatlar taşımaları, etkinliklerini ve güvenilirliklerini arttırmak amacıyla bazı motifleri kullanmaları daha fazla taraftar toplamak üzere içinde bulundukları toplumsal yapının kendilerine sunduğu imkânlardan faydalanmalarının bir yoludur. Bu açıdan din ortak paydasından hareketle dinî tarikatların ve grupların/cemaatlerin dinî motifler, din ve vicdan özgürlüğü gibi prensipler üzerinden dinî duygulara hitap ederek, dindarlık ortak motifini kullanmaları, içinde bulundukları ve etkilemek istedikleri sistemin doğal akışı içinde ortaya çıkan bir durumdur. Sonuçta bu dinî oluşumlara hayat verenler, onları birer olgu olarak toplumsal yapıda kurumsallaştıranlar, bu müesseselere 85 İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, Dergâh Yay., İstanbul 2008, s. 310. 86 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, TTK Yay., Ankara 1996, s. 15. 243 H. Arslan gidip gelenlerdir. Adına ister müntesip ister mürit isterse şakirt ya da tilmiz densin müdavimlerin bu oluşumlara can verdiği muhakkaktır. İnsanların zikredilen dinî oluşumlara gitmelerinin temel sebepleri konusunda pek çok önemli ve haklı gerekçe öne sürmek mümkündür. Ancak bir tebliğin sınırlarını zorlamamak ve kendimizi kısıtlamak adına bu gerekçelerin öne çıkanlarını, bu konuda çalışan bilim adamlarını da referans alarak 10 madde halinde şöyle özetleyebiliriz. 1. Belirtildiği gibi Türkiye’de toplumu din konusunda aydınlatma görevi anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir. Ancak Diyanet'in resmî bir kurum olması ve resmiyetin getirdiği bazı sıkıntılar, toplumun bir kesimini Diyanet dışında alternatif dinî bir hayatı tavsiye eden kurumlara yönlendirmektedir. Bu durumu en güzel özetleyen satırlar Erol Güngör'e aittir. Erol Güngör’e göre tarikat şeyhlerinin ön plana çıkan en önemli özelliği döneminde yaşanan dinî hayata itiraz etmeleri ve alternatif bir dinî hayat göstermeleridir. Güngör, şeyhin itirazının dine olmadığını, dinin belli yorumlarına karşı olduğunu belirtmektedir. Şeyhlerin amacının dinin esası veya özü dedikleri şeklini yaşamak ve yaşatmak olduğunu ifade eden Güngör, şeyhlerin bazılarının vaiz bir kısmının müderris gibi mesleklerde çalışmaları yüzünden çoğunlukla halka dinî konularda hitap etmeye uygun pozisyonda olduklarını dillendirmektedir. Güngör, bütün tarikat şeyhlerinin kendi çevrelerine göre daha yoğun, daha heyecan verici bir dinî hayat yaşamalarının, aslında onların ortaya çıkmalarının başlıca sebebi olduğunu vurgulamaktadır. Güngör’e göre, bir şeyhin bir din büyüğü olarak kendine cemaat toplayabilmesi için o gün yaşanan dinî hayatın artık insanlara eskiden yaşadıkları heyecanı vermeyecek seviyeye gelmiş ve şekilci bir hal almış olması gerekmektedir.87 Erol Güngör’e göre tarikatlar “halk İslâmı”nın tipik birer örgütleniş biçimi olarak ortaya çıkmaktadırlar. Güngör, tarikatların halk katında ilgi görmesinin nedenini, ulemanın kanundan başka bir şey tanımayan, asık yüzlü, kendisine yaklaşılamayan bir hâkim imajı yaratmasına karşılık, tarikat şeyhinin baba şefkatinin sembolü olmasına bağlamaktadır. Güngör, tarikat şeyhinin “Müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış” prensibinin temsilcileri olduğunu belirtmektedir. Güngör’e göre, tarihimizdeki örneklere bakacak olursak, sosyal gelişmenin belli bir döneminde devlet otoritesine muhalefetin tarikatlar etrafında teşkilatlandığını görmek de 87 Erol Güngör, age., s. 106-107. 244 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 mümkündür.88 Erol Güngör'ün bu tespitleriyle benzer sözler söyleyen Mustafa Kara da Diyanet'in dinî hayatı yönlendiren, yöneten, denetleyen resmî bir kurum olmasına rağmen tarikat çevreleriyle tanışan, dinî ritüelleri Diyanet'ten değil onlardan öğrenen bir kitlenin varlığından bahsetmektedir. Kara'ya göre bu kurumların dinî söylemleriyle Diyanet'in söylemleri birbirini tutmamakta ve ters düşmektedir. Kara, böyle bir durumda da Diyanet ile bu dinî oluşumların birbiriyle mücadeleye giriştiklerini ve bu mücadelenin de bitmeyecek bir mücadele olduğunu ifade etmektedir.89 2. Dinî oluşumların seçkin ve halk kültürleri arasında bir köprü ve kaynaştırma vazifesi icra eden kurumlar olması bu yapılara olan teveccühü arttırmaktadır. Havass ve avam ayrımı Türk toplumunun öteden beri kanayan bir yarasıdır ve bu ayrım toplumu polarize etmede sıkça müracaat edilen nirengi noktalarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kutuplaşmayı önlemek adına tarikatlar, çoğu kez seçkin ve halk (havass-avam) kültürleri arasında bir köprü kurulmasını kolaylaştıran kurumlar olmasının yanı sıra seçkin İslâmı’nın inançlarıyla halkın tabiatüstüne duyduğu inançları arasında bir kaynaştırma vasıtası olarak fonksiyon görmektedir.90 3. Dinî oluşumların bireyin akıl yerine akıl dışı dünyasına hitap eden birer toplumsal kollektivite merkezi olmaları taraftar toplamalarını kolaylaştırmaktadır. Bunlarla halk İslâmı’nın özdeşleşmesi, tasavvufun, akla hitap eden yapay ihtiyaçların karşılayamadıkları ihtiyaçlara, akıl yerine bireyin akıl dışı dünyasına hitap etmeleri canlı karşılıklar bulmasını sağlamaktadır. Gencay Şaylan'a göre, genel olarak tasavvuf ya da sufilik terimleri ile tanımlanan tarikatlar, İslâmî yaşamın önemli kurumlarından biridir ve insanlara ya da daha öznel bir ifadeyle inanç sahiplerine yol gösterme işlevini yerine getiren birer toplumsal kollektivite merkezidirler.91 4. Dinî oluşumların bir kimlik, bir aidiyet kazanmak isteyenler için verimli birer sosyaliteye sahip olmaları bir cazibe merkezi olmalarını sağlamaktadır. Tahir Çağatay'a göre, dinî gruplaşma esasına göre kurulmuş olan dinî cemaatler, sosyal 88 Erol Güngör, age., s. 113-114. Mustafa Kara, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Tarikatlar", s. 111. 90 Necdet Subaşı, Türk Aydınının Din Anlayışı, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1996, s. 279. 91 Gencay Şaylan, Türkiye’de İslâmcı Siyaset, V Yay., Ankara 1992, s. 134. 89 245 H. Arslan gruplaşmalar arasında en önemli oluşumlardan biri olarak kabul edilmektedir.92 Bu tür gruplar “dinî grup/cemaat” kavramını kullanarak, bağlı bulundukları dinin müntesiplerine, dinî norm, ritüel ve değerleri daha yoğun olarak yaşatmakta ve grup içinde oluşan farklı rol ve statülere göre bir kimlik oluşturarak hareket etme amacı taşıyanlara hizmet etmektedirler. 5. Bir güven duygusu aşılamaları, manevî gelişmenin öncüleri olmaları ve fitneye karşı bir sigorta görevi görmeleri bu dinî oluşumlara duyulan ilginin artmasının bir başka sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de, insanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için mevcudiyet kazanan cemaatlerin “dinî” kavramıyla nitelendirilmeleri ve “dindarlık” ortak paydasıyla anılmaları, bu cemaatlerin müdavimleri için oluşan sosyal organizasyondaki güvenin artmasına vesile olmaktadır. Taha Akyol da tarikatların ve dinî cemaatlerin Türkiye’de manevî bir ihtiyacın mahsulü olarak yaygınlaşma eğilimi gösterdiklerini ve bunların hem bir manevî gelişme amili hem de fitneye karşı gerçek bir sigorta görevi üstlendiklerini belirtmektedir.93 6. Dinî oluşumların sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmeleri taraftar sayısının artmasında diğer bir etmendir. Temel insanî ihtiyaçların toplumsal ve sosyal dayanışma içinde dinî duyguların öncülüğünde karşılanmaya çalışılması toplumsal bir reflekstir. Burada topluma aktardığı referanslarla yardımlaşmayı teşvik eden dinî öğretilerin payını inkâr etmek mümkün değildir. 7. Sık sık vurgulandığı gibi İslâm'ın cemaatleşmeyi teşvik etmesi dinî oluşumların önünü açmaktadır. Ergün Yıldırım'a göre, İslâm’ın cemaatçiliği tavsiye etmesi cemaatçi bir toplum yapılanmasını öngören Türkiye’de dinî cemaatlerin varlığını yaygınlaştırmaktadır.94 8. Her zaman dinî oluşumları besleyen müsait bir ortamın bulunması. Cumhuriyetle beraber Türkiye’de yaşanan hızlı modernleşme süreci beraberinde birçok sosyal, ekonomik, dinî vb. alanda sorun ve sıkıntı yaratmıştır. Bu sıkıntılarla uğraşan toplumda meydana gelen sosyal, ekonomik, dinî vb. ihtiyaçların formel ilişkilerle karşılanamaması, toplumsal bazda ciddi problemler 92 Tahir Çağatay, Günün Sosyolojisine Giriş, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987, s. 159. Taha Akyol, Haricilik ve Şia, Kubbealtı Neşr., İstanbul 1988, s. 246. 94 Ergün Yıldırım, “Bireyselleşme SOS Veriyor Cemaatleşme Geri Dönüyor”, Star Gazetesi, 22 Eylül 2008. 93 246 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 yaratmıştır. Özellikle Türkiye’deki toplumsal yapının son derece dinamik olması ve bu dinamik toplumsal yapıda sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi ve dinî alanlarda gelgitler, evrilmeler yaşanması dinî grupların/cemaatlerin beslendiği ana damarı güçlendirmektedir. Yukarıda sayılan alanlarda yaşanan bu sıkıntılardan beslenen dinî oluşumlar, insanların ihtiyaç ve beklentilerine cevap verme iddiasıyla fonksiyonel görevler üstlenmektedirler. Bu da daha ziyade yüz yüze ilişkiyle iletişim kuran dinî oluşumları kuvvetlendirmekte, gerek sayı ve gerekse de faaliyet yönünden büyük bir gelişme ve değişim kaydetmelerini sağlamaktadır. 9. Dinî oluşumların siyaset kurumuyla olan ilişkileri ve siyasete eklemlenebilme kabiliyeti gösterebilmeleri güçlerine güç katmaktadır. Aslında manevî dinamikler olarak siyaset üstü bir konumda hizmetlerini devam ettirmeleri gereken bu dinî oluşumların siyasetle oldukça içli dışlı oldukları bilinmektedir. Ekonomik olarak son derece güçlü sermayeye sahip olan bu dinî grupların ve tarikatların, siyaset alanında boy göstermeleri, ideolojik olarak kendilerini bu gruplara yakın gören partilerle, din adına siyasete soyunan partilerin iştahlarını her zaman kabartmıştır. Özellikle iktidar partileriyle iyi ilişkileri olan ve bu partilerden milletvekili çıkartan dinî oluşumlar elde ettikleri siyasi gücü kendi menfaatleri doğrultusunda kullanagelmişlerdir. 10. Dinî oluşumların günümüzde sahip oldukları belli bir maddî gücün bir getirisi olarak gerek kendi medya organları gerekse diğer kitle iletişim vasıtaları aracılığıyla geniş kesimlere ulaşabilmeleri müntesiplerinin sayısını arttırmaktadır. Özellikle medyatik olan bazı dinî kanaat önderlerinin televizyon ekranlarında sıkça boy göstermeleri, kendilerini ve bağlı olduğu dinî oluşumu bolca reklam edebilmelerini ve güncel kalmalarını sağlamaktadır. Ayrıca son yıllarda yayınlanan dizilerde bu yapılardan sıklıkla bahsedilmesi ve yayınlanan zikir sahneleri toplumun muhafazakâr kesimlerini bu oluşumlara meylettirmektedir. İnsanların bu dinî oluşumlara gitme sebepleri hakkında yukarıda sıralanan 10 madde dışında dile getirilebilecek pek çok sebep saymak mümkündür. Neticede bu tür yapıların varlık sebepleri, her ne amaçla olursa olsun oraya giden, dinin emirlerini yerine getirmek üzere sadaka fitre, zekât, günahların kefareti vb. için maddî yardımda bulunan müntesiplerdir. Gönüllülük esasına bağlı olarak bu oluşumlara biat edenler var oldukça tarikat, dinî grup ve cemaatlerin varlıklarını koruyacağı da muhakkaktır. 247 H. Arslan 4. TARİKAT VE DİNÎ GRUP/CEMAATLERİN AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ İÇ GÜVENLİK Osmanlı'da tarikatlara tarihsel olarak bakıldığında, genelde devlet tarafından desteklendiği fakat aynı zamanda da denetlendiği ve kontrol altında tutulduğu görülmektedir. Bu yüzden tarikatların devlete karşı isyan etme durumu pek yaşanmamıştır. Genel olarak Osmanlı'daki durum selefi Selçuklulardaki gibi olmuştur. Saray idaresinin hâkimiyeti esas olmak üzere devletin tarikatlarla olan ilişkileri müspet manada seyretmiştir. Ancak devletin bekası için görülen lüzum üzerine dönemin ünlü ve büyük nüfuz sahibi Mevlevî tarikatının şeyhi Konya postnişini Ebubekir Çelebi, IV. Murat tarafından idama mahkûm edilebilmiştir.95 Bu oluşumların iç güvenlik açısından Cumhuriyet tecrübesine bakıldığında ise karşımıza karmaşık bir yapı çıkmaktadır. Bu yapıyı ikiye ayırıp ele almak mümkündür. Birinci durumda gerçekten halisane niyetlerle yola çıkarak din adına bir şeyler yapılması gerektiğine inanan ve bu sızıyı iliklerine kadar hisseden tarikat ya da cemaat önderlerinin dönemin iktidarları tarafından sıkı takip altına alınmaları yüzünden karşılaştıkları muameleler ve iç güvenliğe yansıyan uygulamalar bulunmaktadır. Cumhuriyet’in ilânından hemen sonra toplumun ne kadar hazır olduğuna bakılmadan bir dizi modernleşme hareketine geçilmiştir. Bir yandan gerçekleştirilen inkılâplarla toplumsal dönüşüm için hızlı adımlar atılmış, diğer yandan da Osmanlı redd-i miras edilerek geçmişten ve geleneksel İslâmî toplumdan kopulduğu deklare edilmiştir. Yeni rejim tarafından İslâm yeniden tanımlanmaya, dinin birey ile Allah arasında bir ilişki ve yegâne hayat bulacağı yerin vicdanlar olduğu işlenmeye başlanmıştır. Dine, siyasete, hukuka ve eğitime karışmayacak şekilde bir sınır çizilmiş ve din, devlet tarafından sıkı bir denetim ve gözetim altına alınmıştır. Böylece dinin ve temsilcilerinin siyasal, toplumsal ve kültürel alanlardaki yetkilerinin ve güçlerinin ortadan kaldırılması hedeflenmiş, İslâm inanç ve ibadet yönleriyle sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde İslâm, modern Batılı bir ulus devletteki dinin rolüne indirgenmek istenmiştir.96 95 Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yay., İstanbul 1990, s. 301. 96 Lewis, a.g.e., s. 408. 248 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Bu durum karşısında dinden ve manevî değerlerden yoksun bırakıldığı düşüncesine kapılarak sarsıntı geçiren ve kendisini bir değer boşluğu, kimlik ve kişilik krizi içinde gören kişilerin olması normal bir durumdur. İşte bu kitle halisane niyetle yola çıkan ve hemen yukarıda zikredilen tarikat ya da cemaat önderlerinin hedeflediği kitleydi. Fakat bunların içine düştükleri boşluğu “İslâmî olarak bildikleri itikatlara sıkı sıkıya sarılmak” yoluyla halletmek istemelerinin, “resmî kültürün yanında gizlice yaşayan anlamlı bir halk kültürü olduğunu keşfeden ve onu ciddiye alan şıhlara, hocalara ve batıl itikat ticareti yapanlara yarayacağı” da açıktır.97 Tarikatların faaliyetlerinin yasaklanması ve bunların yasadışı ilân edilmesi İslâmî standardizasyonun bir başka versiyonu olmuştur. Yürürlüğe sokulan yasaklamalar, Osmanlı döneminde toplumda önemli bir konumda bulunan tarikatlar ve bunların şeyhleri tarafından pek de memnuniyetle karşılanmamıştır. Nitekim başta yurdun çeşitli yerlerinde yerel tepkiler gösteren tarikatlar, şiddet görmeleri sebebiyle tepki ve protestolarından somut başarı çıkaramayacaklarını anlamışlar ve sonuçta yeraltına çekilmişlerdir. 1950’li yıllara kadar yeraltında kalan, stratejik ve fonksiyonel değişimler gösteren ve gayr-ı resmî olarak faaliyetlerine devam eden tarikatlar, çok partili demokratik hayatın getirdiği popülist yaklaşımlar sonucu kamusal hayatta tekrar neşv ü nemâ bulmaya başlamışlardır. Dinî oluşumları iç güvenlik açısından değerlendirilmesine sebep olan ikinci ayak, bu yapıların dinî kimliklerinden soyutlanarak dünyevî işlere kendilerini kaptırmalarından kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle din ve dinî duyguların yerini dünya işlerine bırakması, dinin geri plâna itilerek yerini hırs, tamahkârlık, rekabet vb. duyguların almasıdır. İşin bu aşamaya vardırılması için ilk günden itibaren bazı tarikat ve cemaatler belirli amaçlar doğrultusunda kullanılmıştır. Bu tür kullanmalar tarikatların yasaklanıp tekke ve zaviyelerin kapatıldığı günlerde de ihtilâl dönemlerinde de sürüp gitmiştir. Toplumsal tabanda belli bir gücü elinde tutan tarikat ve cemaatler, korkutma ya da bir takım imkânlar verme yoluyla istenilen çizgiye çekilebilmiştir. Zaman içinde bu tür yapılanmalarda devlet politikaları gereği gelgitler, sıkıntılar yaşansa da dinî cemaat ve tarikatların özellikle siyasal alana entegre olmak, sistem içinde kendilerine meşru bir zemin bulmak için mücadele verdikleri de göze 97 Mardin, Din ve İdeoloji, s. 110. 249 H. Arslan çarpmaktadır. Bu çerçevede kullanılan en etkili yöntemler arasında, tarikat ve cemaatleri dinî-manevî hallerinden soyutlayıp dünyevîleştirmek vardır. Tarikatların ve cemaatlerin dünyevîleştirmesinin en kolay yolu da varlıklarının ana gayesi dışına çıkarılarak onların siyasete ve ticarete bulaştırılmasından geçmekteydi. Bu şekilde birçok tarikat ve cemaat dünyevîleştirilmiş, aslî misyonundan uzaklaştırılmıştır. Özellikle 12 Eylül’den sonra dinî tarikat ve cemaatlere yönelik olarak yapılan uygulamalara bakıldığında, 1980’ler dinin dönüşümünü görmek isteyenler için olduğu kadar, dünyevileştirilmesini mümkün sayanlar için de ilginç örneklerin çoğaldığı yıllar olarak tarihe geçmiştir.98 Aslında günümüzde yaşanan meselenin esasını Erol Güngör çok iyi bir şekilde tespit etmiştir. Güngör’e göre, bir tarikatın ya da bir cemaatin dinî hayat dışında başka bir takım sosyal fonksiyonları olmakla birlikte bunlar onun kuruluş gayesi ile doğrudan bağlantılı işler değildir. Güngör ayrıca, ikinci derece olarak nitelendirdiği yani bir tarikatın ya da bir cemaatin aslî görevi olmayan bu tür fonksiyonların dinî olandan daha büyük önem kazandığı ve birincil pozisyona geçtiği zamanların varlığından bahsetmektedir.99 Tarikat ve tasavvuf mensuplarının her beşer ve beşerî kurum gibi siyaset ve siyaset adamlarıyla ilişkisinin olabileceği yaşanan tarihsel tecrübe ile sabittir. Ancak bu ilişki mutlaka ve mutlaka doğrudan siyaset sınırlarının dışında olmalıdır. Çünkü tasavvuf siyasî bir faaliyet değildir, tasavvufun mahiyeti ve tarikatların tarihî macerası göz önünde bulundurulduğunda, bunların siyaset-dışı bir yapı gösterdikleri görülmektedir. Bu bakımdan tasavvuf ricalinin siyasî bir beklenti içinde olması da siyasî bir takım endişeler duyması da doğru bulunmamaktadır.100 Türkiye’nin "cemaatçi" topluluklardan oluştuğunu belirten Oral Çalışlar da siyasete bulaşan herkesin kendi cemaatine demokrasi istediğini, kendi cemaatinin egemen olduğu bir sistemde yaşamak istediğini vurgulamakta ve bunun için karşı tarafı da yerin dibine batırmak, toplumsal imkânların dışına itmek 98 Necdet Subaşı, “Din, Aydın ve Meşruiyet”, Türkiye Günlüğü, Cedit Yay., S. 35, Ankara TemmuzAğustos 1995, s. 86. 99 Erol Güngör, age., s. 107. 100 Himmet Konur, “Avrupa Birliği’ne Giriş Sürecinde Türkiye’de Tasavvuf ve Tarikatlar”, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Girişinin Din Boyutu Sempozyumu, DİB Yay., Ankara 2003, s. 557558. 250 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 istediğini ve bu isteğin de olayları nesnel algılamayı ortadan kaldırdığını belirtmektedir.101 Dünyevileşmenin bir getirisi olan bu durumda dinî oluşumlar olarak bilinen bu kurumlar, hiç tanımadıkları, bilmedikleri bir alana kaymakta ve bu alanlarda söz sahibi olan diğer oluşumların denetimi ve yönetimi altına girebilmektedirler. Sonuçta hiç istenmeyen durumlarla karşılaşabilmektedirler. İş öyle bir boyuta ulaşabilmektedir ki mesele iç güvenlik boyutundan uluslararası yani küresel bir boyuta da dönebilmektedir. Halisane duygularla, din kaygısıyla yola çıkan birçok dinî oluşum önderinin sürdürdükleri mücadelenin dönemin siyasi iktidarlarının kurmak istedikleri sisteme uymaması hatta onlara muhalefet etmesi sebebiyle yaptırımlara maruz kalmaları, mahkemelere çıkarılmaları ve hapsedilmeleri hafızalardaki yerini korumaktadır. Bunlar arasında Nurculuğun kurucusu Said Nursi102, Süleymancılığın kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan103 ve Menzil Cemaati'nin kurucusu Muhammet Raşit Erol104 gibi nice önderleri saymak mümkündür. Ancak bu isimlerin yanında başka sebeplerle iç güvenlik açısından takibata uğrayan, hapsedilen, hâlâ süren ve aydınlatılamayan adlî ve hukukî vakalarla isimleri yan yana kullanılan tarikat ve cemaat liderleri ve önde gelenleri de bulunmaktadır. Bu açıdan 28 Şubat döneminin önemli figürleri olan Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı, Fadime Şahin gibi isimlerin unutulması mümkün değildir. 101 Radikal Gazetesi, 30 Kasım 2008. Said Nursi hayatının büyük kısmını mecburi ikametlerle, sürgünlerle ve hapislerle tüketmiştir. Eskişehir, Kastamonu, Denizli ve Afyon'da hapsedilip yargılanırken Nursi, siyasi bir cemiyet kurmak, rejime aykırı neşriyat yapmak ve siyasi bir gaye gütmekle suçlanmıştır. Bkz. Zekeriya Kitapçı, Bediüzzaman Said Nursi ve Anadolu İman Hareketi, Konya 1989, s. 288. 103 Süleyman Hilmi Tunahan 1939 ve 1944 yıllarında tevkif edilmiş, birincisinde tabutluk ismi verilen nezarethanede işkenceli 3 gün geçirmiştir. İkincisin de ise 8 günlük işkenceli tevkifattan sonra kefaletle serbest kalmıştır. Ancak Tunahan üçüncü ve son olarak 1957 yılında Kütahya Tavşanlı nüfusuna kayıtlı Akif ismindeki bir şahsın Bursa Ulu Camiinde elindeki kılıçla Mehdilik iddiasında bulunmasıyla hiç ilgisi olmadığı halde irtibatlandırılmış ve idam cezasıyla yargılanmıştır. Tunahan bu davadan 59 günlük bir hapisten sonra 29 Ağustos 1957'de kefaletle serbest kalmış, 8 Kasım 1957'de de beraat etmiştir. Geniş bilgi için bkz. Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yay., İstanbul 2010, s. 271-274. 104 Muhammet Raşit Erol 1983 yılında merkezî idare tarafından Çanakkale'nin Gökçeada ilçesinde bir süre mecburi ikamete tabi tutulmuştur. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Necdet Tosun, "Nakşibendiyye", Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015, s. 678. 102 251 H. Arslan Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü'nün bağlı olduğu İsmailağa Cemaati ise önce cemaatin şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu'nun damadı ve aynı zamanda veliahtı kabul edilen İmam Hızır Ali Muratoğlu'nun 17 Mayıs 1998’de, daha sonra da İmam Bayram Ali Öztürk'ün 3 Eylül 2006'da öldürülmesiyle gündeme gelmiştir. Her iki cinayet de henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. İç güvenlik açısından yaşanan bütün bu olayları gölgede bırakan ve cumhuriyet tarihi boyunca tarikat ve cemaatleri odak noktasına oturtan en büyük gelişme ise şüphesiz ki 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinden sonra hizmet hareketi olarak bilinen Fethullah Gülen Cemaati ile iktidar partisi arasında yaşanmaya başlanan süreçle alakalıdır. Gülen Cemaatinin din hizmeti adına yaptıklarını bir kenara bırakarak sivil bir darbeye teşebbüs edebilecek kadar dünyevileşmesi ve adının "Paralel Devlet Yapılanması", "Fethullahçı Terör Örgütü" gibi isimlerle hukukî metinlerde geçmesi, bir cemaatin isminin yan yana gelmesinin yakışmadığı bir durumdur. Unutmamak gerekir ki siyasi mücadeleye girişmek bir cemaatin asli fonksiyonu değildir. Bilmediği, asli işlevinin dışında kalan bir alanda da başarı kazanması mümkün değildir. Siyasi iktidarla kavga etmek ya da siyasete yön vermeye çalışmak hiçbir cemaatin kuruluş amacı, yola çıkış tarzı değildir ve kendisiyle çelişmesidir. Dikkat edilirse cemaat bu mücadeleye girdiğinden beri taşıdığı "din" sıfatını bir kenara bırakıp, tamamen dünyevî argümanlarla kendisini savunma pozisyonuna geçmiştir. Zaman ilerledikçe aydınlığa kavuşacak olan ve hukukî mücadelenin sürdüğü bu olayın artık Türkiye'nin bir iç güvenlik meselesi olduğu kadar da küresel bir güvenlik meselesi haline geldiğini söylemek mümkündür. Dinî oluşumların entelektüel tartışmalar üzerine yoğunlaşmak yerine kendileri açısından dar anlamdaki başka uygulamalara yönelmeleri, dinin, gittikçe gündelik hayatın olağan bir parçası olmaktan çıkmasına sebep olmakta ve din, bir toplum teorisinin temel taşı haline gelmektedir. Dolayısıyla din, doğal ve kendiliğinden anlaşılan bir olgu olmaktan çıkarak her gün yeniden tartışılmak, tanımlanmak ve yorumlanmak gereken bir vakıa haline gelmektedir. Çünkü böyle bir durumda din, kendisini toplumsal hayata taşıyan aktörler vasıtasıyla, doğrudan doğruya siyasî faaliyetlerle irtibata geçirilmektedir. Böylelikle siyasallaştırılan din, aslî fonksiyonlarından ve kutsiyetinden yani öteki dünya işlerinden dünyevi ve toplumsal olana yönelmektedir. Bunun sonucunda siyasallaşmış din, insanlara Cennete ulaşmak yerine, bu dünyadaki meseleleri çözüme kavuşturmayı vaat eder 252 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 hale gelmektedir. Farkına varılmadan ahiret işleri ve Allah inancı arka plana itilmektedir. Hâlbuki din ikincisinin birincisinden yani ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu vazetmektedir. Bu durumu izah etmeye çalışan ve tarikatların yerine getirdikleri asli fonksiyonlar arasında siyaseti hiç saymayan105 Mustafa Kara'ya göre, tasavvufî hayatı kendi çıkarları doğrultusunda istismar ederek gününü gün edenler her zaman müşteri bulabilmekte, denetlenmedikleri için içinde bulundukları ortamın tadını çıkartmakta ve kendilerine biçtikleri aktörlüğün geçici hazzı ile kendilerini tatmin etmektedirler. Kara, böyle bir durumda tasavvufi hayatın illegalitenin getirdiği bütün olumsuzlukları taşıdığını belirtmekte ve mürşit konumunda bulunanların çoğunun kaş yaparken göz çıkardığına işaret etmektedir.106 5. SONUÇ Tarikatlar ve dinî gruplar/cemaatler toplumsal birer kurum olarak Türkiye’de bir geleneksellik içinde yaşamaktadırlar. Bu oluşumlar Osmanlı’dan Cumhuriyete miras olarak kalmış, tarihsellikleri ve dinî alandaki faaliyetleri dışında dünyevilikleri hakkında bilimsel platformlarda çok fazla tartışılmamışlardır. Ancak bu dinî oluşumlar her dönemde Türkiye’nin gündemini meşgul eden konuların başında gelmekte ve gelmeye devam edecek bir görüntü çizmektedirler. Çünkü gönüllülük esasına bağlı olan bu oluşumlara biat edenler var oldukça tarikat, dinî grup ve cemaatlerin varlıklarını koruyacağı ve bir güvenlik kaygısına da konu olacakları muhakkaktır. Bunların varlık sebepleri hakkında çok şey öne sürülebilir. Ancak en önemli sebeplerin başında ister halisane niyetlerle isterse bu yapılardan farklı şekillerde istifade etmek üzere oraya giden, maddî ve manevî destek sağlayan müntesiplerin var olmasıdır. Son yıllarda yaşanan gelişmelere bakıldığında ise bu oluşumların aslî fonksiyonlarından uzaklaşıp dünyevileşme yoluna girdikleri gözlenmektedir. Dünyevi hırsların dinî duyguların önüne geçmesi ve bu duyguları örtmeye 105 Mustafa Kara, Teslimiyet ve Samimiyet Örneği Şeyh Şaban-ı Velî, DİB. Yay., Ankara 2015, s. 16-20. 106 Mustafa Kara, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Tarikatlar", s. 105. 253 H. Arslan başlaması, gerek önderlerinin ve gerekse de müntesiplerinin bir güvenlik meselesi olarak toplumsal hafızaya nakşedilmesine yol açmaktadır. "Her kel kızın bir kör alıcısı vardır" şeklinde çok kullanılan bir söz vardır. Bu anlamlı söz aslında saf, halisane niyetli olanlar hariç kendini şeyh, mürşit vb. ilân edenlerin dinî oluşumlar adı altında nasıl müntesip bulduklarını ve temiz duygularla kendilerine gelenleri nasıl sömürüp istismar ettiklerinin özetidir. Yaşanan bu durum tarihî tecrübeyle sabittir. Bu sebeple toplumu din konusunda aydınlatmakla görevlendirilen anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na önemli görevler düşmektedir. Son yıllarda yaptığı hizmetlerle iyi bir ivme yakalayan Diyanet’in kendisini bu konuda sorgulaması, hangi görevi eksik yapması sebebiyle Müslümanların Diyanet’i değil de dinî tarikatları ya da cemaatleri seçtiğini, Müslümanların bu oluşumları niçin bir çıkış yolu olarak gördüğünü ve hangi sebeplerle bu yapılara gittiklerini iyi tespit etmesi gerekmektedir. Türkiye’nin bir dinî oluşum yüzünden yakın zamanda yaşamaya başladığı ve artık bir iç güvenlik meselesinden öteye geçip küresel bir boyut kazanan problemin çözümü ve benzer sorunların bundan sonra yaşanmaması için de topyekûn bir akıl muhasebesi yapılmalıdır. Ayrıca Türkiye’deki dinî oluşumların, kuruluş felsefelerinin ve aslî fonksiyonlarının dışına çıkmasını engelleyecek ve onları topluma hizmete tekrar kanalize edecek bir düzenlemenin de acilen devreye sokulmasına ihtiyaç vardır. KAYNAKÇA AKYOL, Taha, Haricilik ve Şia, Kubbealtı Neşr., İstanbul 1988. AYVERDİ, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşr., İstanbul 2006, C.1- 3. CEYHAN, Semih, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015. ÇAĞATAY, Tahir, Günün Sosyolojisine Giriş, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987. DEMİRCİ, Mehmet, “Türkiye’nin Çağdaşlaşma Sürecinde Tarikatlar”, Türkiye’nin Çağdaşlaşma Problemi ve İslâm, Yay. Haz.: Mehmet Demirci, TDV Yay., Ankara 2000. 254 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Yay. Haz.: Aydın Sami Güneyçal, Aydın Kitabevi, Ankara 2006. ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Ün. İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1997. GÜNGÖR, Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Neşr., İstanbul 1987. JASCKE, Gotthard, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yay., İstanbul 1972. KARA, İsmail, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm, Dergâh Yay., İstanbul 2008. KARA, Mustafa, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Tarikatlar", Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015. KARA, Mustafa, Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yay., İstanbul 1990. KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yay., İstanbul 1985. KARA, Mustafa, Teslimiyet ve Samimiyet Örneği Şeyh Şaban-ı Velî, DİB. Yay., Ankara 2015. KARAGÖZ, İsmail, Dinî Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yay., Ankara 2005. KISAKÜREK, Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yay., İstanbul 2010. KİTAPÇI, Zekeriya, Bediüzzaman Said Nursi ve Anadolu İman Hareketi, Konya 1989. KONUR, Himmet, “Avrupa Birliği’ne Giriş Sürecinde Türkiye’de Tasavvuf ve Tarikatlar”, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Girişinin Din Boyutu Sempozyumu, DİB Yay., Ankara 2003. LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev.: Metin Kıratlı, TTK Yay., Ankara 1996. MACIVER, R. M. – PAGE, Charles H., Cemiyet, Çev.: Âmiran Kurtkan, M.E.B. Yay., İstanbul 1971. ÖNGÖREN, Reşat, “Tarikat”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 40, Ankara 2011. -Radikal Gazetesi, 30 Kasım 2008. 255 H. Arslan SEZAL, İhsan, Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar, Birlik Yay., Ankara 1981. SUBAŞI, Necdet, Türk Aydınının Din Anlayışı, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1996. SUBAŞI, Necdet, “Din, Aydın ve Meşruiyet”, Türkiye Günlüğü, Cedit Yay., S. 35, Ankara Temmuz-Ağustos 1995. ŞAYLAN, Gencay, Türkiye’de İslâmcı Siyaset, V Yay., Ankara 1992. TOSUN, Necdet, "Nakşibendiyye", Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, Ed.: Semih Ceyhan, İSAM Yay., İstanbul 2015. UZUNPOSTALCI, Mustafa, “Cemaat”, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 7, İstanbul 1993. WACH, Joachim, Din Sosyolojisi, Çev.: Prof. Dr. Ünver Günay, Erciyes Üniversitesi Yay., Kayseri 1990. YILDIRIM, Ergün, “Bireyselleşme SOS Veriyor Cemaatleşme Geri Dönüyor”, Star Gazetesi, 22 Eylül 2008. 256 Fransa’nın İzlediği Nükleer Faaliyetler ve Politikaların AB ve ABD Güvenlik Politikalarına Etkisi Yusuf Yıldırım Uludağ Üniversitesi ÖZET Nükleer silahlar, atmosferde ve insanlık üzerinde ciddi etkileri, yıkıcı zararları olan ve kalıcı hasarlar bırakan kitle imha silahlarıdır. Bu silahları ilk kez ABD, 1945 yılında Japonya’ya karşı atom bombası saldırısıyla kullanmıştır. Uluslararası güvenlikte önemli bir caydırma aracı olan bu nükleer silahlara uluslararası sistemdeki başat aktörler Soğuk Savaş boyunca yıllar içinde sahip olmuşlardır. ABD, SSCB, İngiltere’nin ardından Fransa da bu silahlara sahip olmuş ve Fransa 1960 yılında ilk atom bombasını Büyük Sahra’da patlatarak dünyaya mesaj vermiştir. Charles de Gaulle dönemi ile birlikte güvenlik anlamında önemli eylemler gerçekleştiren Fransız yönetimi ulusal bağımsızlık, büyüklük ve nükleer otonomi gibi politikalarla sistemde prestij sahibi, caydırıcı bir devlet olmayı amaçlamıştır. Soğuk Savaş boyunca askeri bir güçten ziyade, ekonomik ve sivil bir güç olan Avrupa Birliği’nde, ABD’ye karşı muhalif bir politika izleyen Fransa, güvenlik anlamında AB’nin kendi güvenliğini sağlaması gerektiğini ifade etmiştir. ABD’nin,ABD ve AB’ye gelebilecek olası bir güvenlik tehdidi karşısındasadece kendi çıkarları ölçüsünde hareket ettiğinive edeceğini iddia etmiştir. Charles de Gaulle sonrası iktidara gelen devlet başkanları da bazen farklı politikalar izlese de genelde De Gaulleci çizgiyi devam ettirmişlerdir. Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemde değişen dengelere paralel olarak nükleer eylemlerini sınırlayan ve daha aktif politikalar izlemeye gayret eden Fransa AB içinde bütünleşmeye gitmiş ve ortak dış ve güvenlik politikasıyla da birlik ülkeleriyle ile uyumlu politikalar izlemeye özen göstermiştir. Soğuk Savaş boyunca ABD ile uluslararası politika anlamında iyi ilişkiler geliştiremeyen Fransa ABD’ye gerçekleştirilen 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası ABD önderliğindeki NATO’nun, değişen stratejik konseptine paralel olarak izlediği politikaları eleştirmiştir. Nicolas Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle birlikte ABD ile güvenlik bağlamında NATO perspektifinde daha pozitif ilişkiler gerçekleştiren Fransa 2009’da NATO’nun askeri kanadına geri dönerek AB güvenliği için ABD ile işbirliği içinde uyumlu politikalar izlemeye özen göstermiştir. Anahtar Kelimeler: Charles de Gaulle, Fransa’nın Nükleer Politikası, AB Güvenlik ve Savunma Politikası, ABD-AB Güvenlik İlişkileri. Y. Yıldırım Impact of Nuclear Activities of France on Security Policies of EU and US Yusuf Yıldırım Uludağ University ABSTRACT Nuclear weapons are the weapons of mass destruction which have serious impacts, destructive and permanent damages on atmosphere and the humanity. For the first time in history, these weapons were used by USA against Japan in 1945 in an atomic bomb attack. Leading players of international system have had such kind of nuclear weapons, which were used as very significant tools in deterrence policies of states in international security area, within several years during the Cold War era. Following the examples of USA, USSR and Britain, France had obtained those weapons and gave message to the world when it blew up its first atomic bomb in Sahara in 1960. Focusing on some crucial steps in security affairs of the country since the period of Charles de Gaulle, France aimed at turning into a prestigious and deterrent country within such strategies as national independence, integrity and nuclear autonomy in world politics. Instead of being a military power, France acted as an economic and civil power during the Cold War period and it conducted hostile policies against USA in the European Union and claimed that the EU was required to ensure its own security. France also claimed that in the case of security threats both against the USA and EU, the USA would and will act in accordance with its own interests. Presidents who came into power in the ‘post- de Gaulle era’, despite little differences, did more or less follow similar principles with De Gaulle, too. In line with changing balances of power in international system during post -Cold War period, having limited its nuclear actions and conducted more active policies, France integrated into the European Union and was careful about conducting similar foreign and security policies in tandem with other EU countries. Being unable to develop good relationship with the US in international politics during the Cold War period, France criticized the policies of NATO which were conducted as in line with changing strategic concerns of USA during post 9/11 period . Since the term of Nicolas Sarkozy, France developed more positive ties with the US in terms of security issues within the scope of NATO and by turning back to the military wing of NATO in 2009, France tried to adopt similar policies with USA for the sake of EU’s security. Keywords: Charles de Gaulle, Nuclear Policy in France, European Security and Defence Policy, USA-EU Security Relations. 258 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 1. NÜKLEER SİLAHLARIN FİKİR AŞAMASI VE YAPIMI 1905 yılında Albert Einstein’in geliştirdiği görelilik teorisindeki çıkarımlarından biri, madde ile enerjinin birbiriyle yer değiştirilebilir yapıya sahip olduğu fikriydi. Bu denkleme göre, kütle ışık hızında muazzam enerji miktarlarına dönüştürebilmekteydi. Çünkü ışık hızı saniyede 186.000 mil yol almaktadır. Bu yüzden ışık hızının çapı kocamandır. İşte Einstein’in bu teorisi, nükleer silah ve nükleer reaktör gücünün temelini oluşturmaktadır. İki elementin nükleer reaksiyon sonucu birleşerek daha ağır bir element oluşturması (füzyon) tepkimesi ilk atom bombasında kullanıldı ve hala da nükleer rektörlerde kullanılmaktadır. Böylece füzyon tepkimesi hidrojen bombası olarak da bilinen termonükleer silah ve nükleer reaktör gelişiminde önemli rol oynamıştır(Siracusa, 2008). Nükleer silahlar ile konvansiyonel silahlar arasındaki temel fark, nükleer patlamaların en geniş konvansiyonel silah patlamasından bile milyonlarca kez daha güçlü olmasıdır. Bununla birlikte her iki silah türünün büyük patlamadaki yıkıcı gücü şiddetlidir. Fakat nükleer patlamaların yaydığı ısı ve enerjinin yayılması,konvansiyonel patlamaların yaymış olduğu enerjiden çok daha yüksek ve geniştir. Bu enerjinin etki kapasitesi de çok çeşitli olup çok uzak mesafede bile çok çeşitli cilt yanıklarına ve çok kapsamlı yıkıcı etkilere neden olabilmektedir. Nükleer patlamaların sonucunda oluşan radyoaktif serpintiler birkaç dakika içerisinde etkisi yıllarca sürecek çok tehlikeli ve kalıcı sonuçlar yol açabilmektedir. Nükleer silahların yüzde 85’i yaklaşık olarak hava püskürtmeli termal enerji olan ısı enerjisi olarak ortaya çıkarken, yüzde 15’i de çeşitli radyasyon türlerinden oluşmaktadır(Siracusa, 2008). ABD’nin İkinci Dünya Savaşı hemen sonrası Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine fırlattığı atom bombasının yıkıcı etkileri de çok şiddetli olmuş ve kalıcı hasarlar doğurmuştur. Bu yönüyle nükleer silahların ciddi etkileri devletlerde korku ve endişeye yol açmış ve nükleer silahlar yıllar boyunca bir caydırma ve prestij aracı olarak kullanılmıştır. Soğuk Savaş döneminde gergin olan iki kutuplu sistemde,Fransa da kendi nükleer gücünü kurarak gelebilecek saldırı tehdidine karşı bizatihi ülkesini ve AB’yi korumayı amaçlamıştır. AB ve kendi güvenlik çıkarlarını maksimize etmeyi hedefleyen Fransa, Soğuk Savaş dönemi sonrasında da bu politikasını devam ettirmiştir. 259 Y. Yıldırım 2. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA FRANSA’NIN NÜKLEER POLİTİKA İZLEMESİNE GİDEN KISA TARİHİ SÜREÇ 2.1. Cezayir’in Bağımsızlığı 1830’da Osmanlı toprağı olan Cezayir’i işgal eden Fransa bu bölgeyi tam bir sömürge alanı olarak idare etmişti ve Fransa Cezayir’le adeta bütünleşmiş gibiydi. Bu yüzden Cezayir’in bağımsızlığını kolay kolay kabul etmeyen Fransa 1954 Kasım’dan itibaren Cezayir’in bağımsızlık ideallerine karşı silahlı mücadeleye girişmiş, 1958 yılında Cezayir’e karşı gerçekleştirilen bu mücadelenin sonuç vermeyeceğini anlayan Fransa Cezayir Milli Kurtuluş cephesi ile anlaşma yoluna gitmişti. Fakat Cezayir gibi uzun yıllar hâkimiyet kurdukları bu bölgeyi bırakmak istemeyen Fransız subayları Fransa’nın karşısında yer almışlardı. Bu subaylar Fransız hükümetine karşı ayaklanmış Cezayir’i kaybetmek istememişlerdi. Sonuçta 1954-1962 yılları arasında sekiz yıl süren bağımsızlık mücadelesinde Cezayir, 1962’de bağımsızlığına kavuşmuştur. Cezayir savaşından ciddi etkilenen Fransa’nın kendi ülkesinde de karışıklıklar meydana gelmiş ve bu zor ve karışık durumdan kurtulmak isteyen Fransızlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük kahramanlıklar sergileyen General Charles de Gaulle’yi işbaşına çağırmıştır. De Gaulle, 1958’de V. Cumhuriyet anayasası denilen bir anayasa ile başkanlık sistemine benzer bir sistem kurmuş ve parlamento tarafından cumhurbaşkanlığına seçilmiştir (Armaoğlu, 1983).İkinci Dünya Savaşında da askeri anlamda adından söz ettiren De Gaulle, iktidara gelmesiyle birlikte askeri kimliği ve yasadığı tecrübelerinde etkisiyle güvenlik eksenli politikalar izlemiştir. 2.2. Süveyş Kanalı Sorunu Mısır’da 1952’de iktidara gelen Cemal Abdül Nasır Arap milliyetçiliğinin kahramanı haline gelmiş ve İsrail’e karşı politikalarında da başarı şansını arttırmıştır. Nasır’ın bu bölgede nüfuzunu arttıran olaylar dizisinde ilk gelişme Bağdat Paktı’nın kurulmasıdır. Türkiye, İran Irak, Pakistan ve İngiltere arasında 1955 yılında kurulan Pakt, Arap devletleri arasında bölünmeye yol açmış ve SSCB’nin Ortadoğu bölgesinde etkin olmasının önünü açmıştır. Bu durum karşısında tepkisiz kalmayan Nasır, İsrail karşısında askeri bakımdan güçlü bir konuma gelmek için Doğu Bloku’ndan ve özellikle Çekoslovakya’dan silah alma yoluna gitmiş ve Mısır’ı ekonomik olarak kalkındırmak için Asvan Barajı yapma fikrini ortaya atmıştır. Nasır bu barajı yapmak için geniş miktarda sermaye ve krediye ihtiyaç duymuştu. Böylece ABD ve İngiltere’den kredi talep etmişti, fakat 260 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 İngiltere ve ABD Ortadoğu’da dengeleri sarsmamak adına bu krediyi vermeyi reddedince, Nasır 1956’da Süveyş Kanalı’nımillileştirdiğini ifade etmişti. Bu durum özellikle başta Fransa olmak üzere İngiltere’yi rahatsız etmişti. Çünkü Nasır’ın izlediği bu strateji, Fransa ve İngiltere için çok karlı olan kanal şirketinin elden gitmesine neden olmuş ve Batı Avrupa’nın petrol yolu artık Nasır’ın denetimine geçmişti (Sander, 2012). Süveyş Sorunu’nu BM’ye taşıyan İngiltere ve Fransa1956 yılında BM nezdinde herhangi bir sonuç alamamıştı. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Nasır’ın izlemiş olduğu politikaları sona erdirmek için İsrail ile birlikte Mısır’a karşı bir komplo hazırlamışlardır. İsrail böylece 29 Ekim 1956’da Mısır’a saldırmaya başlamıştır. Bir taraftan Fransa ve İngiltere de Mısır havaalanlarını bombalayarak Akdeniz’den Süveyş Kanalı’na asker çıkardılar. Kanalı ele geçirmek ve Nasır’ı iktidardan düşürmek isteyen Fransa ve İngiltere’ye karşı Mısır da kanaldaki bütün gemileri batırıp, kanalı tıkayarak cevap vermiştir.İngiltere ve Fransa’nın bu işgalci tavrı SSCB ve ABD tarafından olumlu karşılanmamış ve 1956 yılında SSCB, Fransa başbakanı Guy Mollet’e tehdit dolu mesajlar göndermişti. Böylece bu sert tehditlere tepkisiz kalmayan Fransa ve İngiltere 1957’de Mısır’dan çekilmiş ve kanal temizlenerek trafiğe açılmıştır (Armaoğlu, 1983). Süveyş Kanalı sorunun dünya politikasında önemi, SSCB’nin Arap dünyasında prestijinin artmasından kaynaklanmaktadır. Fransa açısından duruma bakarsak, Batı Blok’unda yer alan ABD’nin Süveyş sorununda Fransa karşısında yer alması Fransa’nın ABD’ye bakışında ciddi güven eksikliği doğurmuştur. Bu durum, Avrupa Devletleri'nin askeri ve siyasi yönden zayıflığını ortaya çıkarmış,yarım yüzyıl öncesinde dünyaya egemen olan Fransa’nın artık ABD’nin askeri desteği olmadan hareket edemeyeceğini ortaya çıkarmıştı. Böylece uluslararası sistemde zayıflığını anlayan ve yalnız bırakıldığını düşünen Fransa, Charles de Gaulle’nin iktidara gelmesiyle birlikteABD’ ye karşı ve Avrupa Topluluğu içinde çok farklı politikalar izlemiştir. 3. CHARLES DE GAULLE DÖNEMİ FAALİYETLERİ VE POLİTİKASI FRANSA’NIN NÜKLEER 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası ilişkilerde önemli bir güç olan Fransa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ciddi şekilde yıpranmıştır. Fransa 261 Y. Yıldırım Charles de Gaulle yönetimiyle beraber eski ihtişamlı günlerine dönmeyi arzulamıştır. 1958’de Fransa’da cumhurbaşkanı olarak seçilen De Gaulle, Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu uluslararası sistemde Fransa’nın güvenlik politikasını üç boyutta şekillendirmiştir. Bunlar: ulusal bağımsızlık, nükleer otonomi ve büyüklük (grandeur) şeklindedir (Ladrech, 1998). Aslında Fransa’nın De Gaulle döneminde izlediği bu politikalar güvenlik stratejilerini de büyük ölçüde şekillendirmiştir. 3.1. Ulusal Bağımsızlık Politikası Charles De Gaulle yönetimindeki Fransa, ABD ve SSCB’nin hüküm sürdüğü düzene karşı bir direnme mekanizması olarak doğmuştur. Ulusal güvenlik ilkesi ABD ve SSCB’ye karşı Fransa liderliği altında kolektif bir Avrupa güvenliğini oluşturmayı öngörmekteydi. Bu politika, Batı Blok’u içerisindeki baskın ABD nüfuz alanına eleştirel bir bakış açısı getirmiş ve 1960’lı yılarda SSCB’ye karşı başlayan yumuşamayla birlikte iki süper gücü dengeleme amacı taşımaktaydı (Ladrech, 1998). Ulus devletin üstünlüğüne ve önemine inanan De Gaulle,Fransa’nın uluslararası arenada bağımsız ve büyük bir rol oynaması gerektiğini ifade etmiştir. Fransa’nın rakipsiz bir lider olması yönünde politikalar izleyen De Gaulle, Fransa’nın bağımsız ve büyük bir güç olmadan Fransa olamayacağı ifade etmiş ve Fransa’nın, uluslararası sistemde gelebilecek ölümcül tehlikeleri engellemek için dimdik ayakta durması gerektiğine vurgu yapmıştır (Balcomb, 1997). Büyük güç olmanın koşulunu bağımsızlığa bağlayan De Gaulle bu bağlamda ABD’nin NATO’yu kendi çıkarları ölçüsünde kullandığını belirtmiş ve ABD’nin hayati çıkarları söz konusu olduğunda AT’ye danışmayacağını ifade etmiştir. Nitekim Küba Füze Krizi’nde de bu durum açıkça görülmüştü (Armaoğlu, 1983). Bu yüzden Fransa, ABD hegemonyasına bir tepki aracı olarak, NATO’dan uzaklaşmış ve 1966’da NATO’nun askeri kanadından çekilmiştir. 3.2. Büyüklük (Grandeur) Politikası Charles de Gaulle’nin dış politikasında ilk amacı, Fransa’nın bağımsızlığını, ihtişamlı büyüklüğünü ve etkisini dünyaya kanıtlamaktı. Hatta De Gaulle için dış nükleer caydırıcılık bile ikincil sıradaydı (Mandelbaum, 1981). Büyüklüğe ve bağımsızlığa bu denli önem veren Fransa’nın, bağımsızlık ve büyüklük politikası,Fransız politikasında geleneksel olarak üstün olma yeteneğineve ulusal bilinç hissinin yoğunluğuna dayanan sembolik bir terim haline 262 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 dönüşmüştür. Fransa’nın büyüklük politikası, Fransa’nın saldırgan ve çağdışı ulusalcı bir politika izleyen devlet değil, bağımsızlığını koruyan ulusal topluluğun gerekliliğini, varlığını savunan ve karşılıklı bağımlılık temelinde kabul edilebilir riskler alabilen dünya politikasında rolünü arttıran önemli bir devlet olması anlayışına dayanmaktadır. De Gaulle Fransa’nın dünyadaki liderlik rolünü üstlenebileceğini savunmuş ve “Fransa büyüklük olmadan Fransa olmaz” sözüyle de Fransa’nın hayati çıkarlarının büyüklük ilkesine bağlı olduğunu belirtmiştir (Ladrech, 1998). De Gaulle Batı ülkelerinin, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, özellikle ABD ve İngiltere’nin liderliğini elinde bulundurduğuAnglosaksonlarınhimayesi altında olduklarını, Fransa’nın bu duruma boyun eğmeyeceğini ve Anglosaksonlara alternatif lider bir devlet olduğunu vurgulamıştır. Fransa’nın liderlik bakımından iç halkanın dışında tutulduğunu ve bunun kabul edilemez olduğunu savunmuştur. Blok sisteminin Avrupalı küçük devletlerin siyasi bağımsızlıklarını olumsuz yönde etkilediğini ifade eden De Gaulle önderliğindeki Fransa, ABD ve SSCB’nin Avrupa’daki nüfuzunun azaltılması gerektiğini savunmuştur. De Gaulle’ye göre Avrupa uluslarının çıkarının gözetildiği, ABD ve SSCB’nin olmadığı bir süreç Avrup’nın geleceği için çok önemli olacaktır. ABD’nin Batı Avrupa’dan ve SSCB’nin de Doğu Avrupa’dan elini çekmesiyle Avrupa’nın kendi şahsiyetini bulacağına inanan De Gaulle, Avrupa’nın bu iki ülkeden bağımsız politika izleyerek “Avrupalı bir Avrupa olması” gerektiğini savunmuştur (Balcomb, 1997). İki kutuplu düzene karşı olan De Gaulle blok sistemini zayıflatmak ve Avrupa’nın iki büyük güç arasında bölünmüşlüğünü sona erdirmek ve ABD’yi denetleme amacıyla SSCB ve onun uyduları ile uzlaşma politikası izlemeye başlamış ve bunun için de önce 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından çekilmiştir. Böylece 1966 yılında blokların rekabetine dayanan bir ilişki yerine devletlerarasında gerçekleşen ve Avrupa düzenini oluşturmayı amaçlayan yeni bir ilişki gerçekleştirmek için Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştirmiştir. İki hükümet, uluslararası sorunları çözmek için düzenli görüşmeler yapmak konusunda uzlaşmaya varmıştır (Balcomb, 1997). Fransa Küba Füze Krizi’nden sonra uluslararası sistemde bir yumuşama dönemi olduğunu iddia ederek, Avrupa’da Sovyet tehdidinin artık azaldığını ileri sürmüştür. Böylece Avrupa güvenliğini çok yoğun tehditler altında olmadığını ileri sürmüştü (Armaoğlu, 1983). Aslında Fransa’nın izlediği bu politikasının başarılı olamayacağı 1968’de SSCB’nin Çekoslovakya’yı işgal etmesiyle ortaya çıkmıştır. Fransa her ne kadar ABD’ye 263 Y. Yıldırım karşı bir SSCB Fransa işbirliği öngörse de bu politikanın yanlış olduğu, SSCB’nin sadece çıkarları doğrultusunda hareket ettiği, iki yıl gibi kısa bir sürede Çekoslovakya’nın işgaliyle anlaşılmıştır. 3.3. Nükleer ÖzerklikPolitikası Fransa’nın büyüklük idealini ve bağımsızlığını gerçekleştirmesi için milli savunmasını kurmasıgerekmekteydi. Böylece bağımsız nükleer caydırıcılığının geliştirilmesi amacıyla Fransa’nın kendi nükleer gücünün olması esasına dayana “vurucu gücü” (force de frappe) gerekliydi. Nükleer özerklik,Fransa için sadece nükleer ulusalcılığı ifade etmeyen, aynı zamanda uluslararası güvenlikte 1960’lı yıllarda kabul ettiği esnek mukabeleyi reddeden ve güvenlikte alternatif Avrupa vizyonunu savunan bir politikaydı (Ladrech, 1998). De Gaule’ye göre, SSCB’nin nükleer anlamda kaydettiği ilerlemelere karşı, ABD’nin artık varlığınıntehdit edilmediği sürece, Avrupa’nın güvenliği için nükleer silah kullanmayacağı anlamına gelmekteydi. ABD için kendi çıkarları haricinde Avrupa güvenliğinin bir önemi yok iddiasını ortaya atmıştı (Mandelbaum, 1981). Bu doğrultuda nükleer faaliyetler başlatan De Gaulle önderliğindeki Fransa ilk atom bombası denemesini 1960 yılında Büyük Sahra’da patlatarak gerçekleştirmiştir. 1963 yılından itibaren de bu bombaların üretimine geçti. Daha sonra bu nükleer testler Güney Pasifik’te devam ettirilmiştir. Ardından Fransa, 1963 yılında Cenevre’ degerçekleştirilen; ABD, İngiltere ve SSCB’nin de katıldığı Cenevre Silahsızlanma Konferansı’nakendi nükleer güç çabalarını askıya alacağı gerekçesiyle katılmamıştır (Haine, 2000). Kendi nükleer gücü “force de frappe” (vurucu gücü) oluşturan Fransa, atom bombası taşıma kapasitesine sahip stratejik bombardıman ve keşif uçağı olan “Mirage IV” olarak adlandırılan uçakların üretimine başlamıştır.1967 yılında ise “62 Mirage” olarak adlandırılan 60 bin tonluk nükleer bomba taşıma ve dağıtma kapasitesine sahip uçak geliştirmiştir. Aynı yıl ilk nükleer denizaltısını yapmıştır. 1968 yılında ise ilk hidrojen bombası denemesini Pasifik’te yapan Fransa, 1 Temmuz 1968’de ABD, SSCB, İngiltere ve 53 devlet tarafından imzalanan ve 1970’te yürürlüğe giren “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı” (Non- Proliferation Treaty) imzalamayı reddetmiştir (Armaoğlu, 1983). 264 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Antlaşmada militer nükleer güçlerin, diğer devletlere nükleer silah transferini, diğer devletlerin nükleer silah elde etmesini ve geliştirmesini engellemek, imzacı bütün devletlerin barışçıl amaçlar için nükleer enerjiden yararlanması ve geliştirmesi konusunda fırsatlardan istifade etmesini beyan etmek ve son olarak uluslararası denetleme sistemi ile devletlerin nükleer faaliyetlerini denetlemek şeklinde kriterleramaçlanmıştır. Çin ile beraber Fransa NPT’ye katılmamıştır.Fransa’nınkatılmama gerekçesi olarak anlaşmada esas itibariyle silahsızlanmanın yayılmasının önlenmesi amaçlandığını fakat anlaşmanın, devletleri nükleer silahları üretmeyi ve bunları biriktirmeyi sürdürmekten alıkoymadığını ifade etmiştir. Sonuç olarak, bu anlaşmanın nükleer sahibi olan büyük güçlerin, nükleer silah sahibi olmayan diğer devletler üzerindeki üstünlüğünü tasdik ettiğini ve büyük güçlerin tekelciliğini daha da güçlendirdiğini, bu durumun nükleer silah sahibi olan ülkeler üzerinde bir ayrıcalık sağladığını iddia etmiştir. Nükleer silahlar konusundaki uluslararası denetimin sadece silah sahibi olmayan devletleri kapsadığını bu yüzden nükleer silah sahibi olan devletlerin nükleer faaliyetlerine devam edeceğini,bu durumun haksız bir duruma neden olacağını ileri sürüp antlaşmaya katılmayı reddetmiştir (Dombey, 2008). Fransa’nın De Gaulle döneminde izlediği güvenlik politikalarıyla nükleer anlamda önemli ilerlemeler kaydetmiş böylece ABD, SSCB, İngiltere’den sonra nükleer silahlara sahip dördüncü devlet konumuna gelmiştir. De Gaulle’nin izlediği bu politikalar uzun yıllar boyunca Fransa’da etkili olmuş ve ilerleyen yıllarda Fransız liderler tarafından da uygulanmaya çalışılmıştır. 4. CHARLES DE GAULLE SONRASI FRANSA’NIN GÜVENLİK BAĞLAMINDA NÜKLEER FAALİYETLERİ VE POLİTİKASI Tarihsel olarak ulusal işlerde önemli rol oynayan askeri güçle ulusal devlete dayanan ve süper güçlerin hegemonyasından bağımsız hareket eden Fransa De Gaulle döneminde de Avrupa’nın doğal lideri olduğunu savunmuştur. De Gaulle, Fransa’nın sahip olduğu “vurucu gücü” ile güvenlik anlamında Avrupa’daer geç çok önemli roller oynayacağına inanmıştır. 1969’da de Gaulle sonrası iktidara gelen Georges Pompidou,“vurucu gücü’’ desteklemekle birlikte,Fransa’nın Avrupa’da önemli bir devlet olduğunu, gücünü ve caydırıcılığını coğrafi ve fiziksel olarak Avrupa kıtası adına kullanması gerektiğini, AB kıtası dışındaki ABD’nin güvenlik çıkarlarına hizmet etmemesi gerektiğini savunmuştur. Fransa’nın kendi bağımsızlığını savunurken aynı 265 Y. Yıldırım zamanda tüm Avrupa’nın bağımsızlığını ve çıkarlarını savunduğunu ifade etmiştir. Pompidou döneminde Fransa, nükleer gücünü askeri caydırıcılıktan ziyade diplomatik bir araç olarak kullanmıştır. Pompidou, Fransa’nın tarihi ve coğrafi konumu itibariyle Avrupa’da her dönem önemli roller üstlendiğini ifade etmiş, gelecekte deFransa’nın Avrupa için caydırıcı bir nükleer güç olacağını iddia etmiştir. De Gaulle ve sonrasında gelen Pompidou da Fransa nükleer gücünün Avrupa güvenliğini sağlamada caydırıcı bir güç olduğu vizyonunu her zaman korumuştur (Gordon, 1993). 1974- 1981 yılları arasında görev yapan Fransız cumhurbaşkanı Valery Giscard d’estaing, De Gaulle’ye kıyasla bireysel ve sosyal hakları destekleyen daha liberal politikalar benimsemiştir.Hükümetin ilk üç yılında beklenmedik yenilik ve değişimler izleyenD’estaing sonraki dört yıl boyunca De Gaulle politikalarına sıkı sıkıya bağlı, kalıplaşmış politikalara dönüş yapmıştır. D’estaing’nin geleneksel Fransız politikasını değiştirmesindeki esas amaç, açık bir şekilde Fransız askeri doktrininin revize edilmesi ve Fransız güçlerinin tekrar yapılandırılmasına rağmen, büyüyen Avrupa’ya ait zorunluluklarla ve ulusal zorunluklara dayanma konusunda gücünün yetemeyeceği hususundaki endişedir. Çünkü Fransa’da ilk kez yeni bir lider kendinden önceki deneyimleri dikkate almayıp, Fransız savunmasının Avrupa’ya uyumsağlama yeteneğini değiştirmeyi göze almıştı. Bu gerçekten zor bir durumdu. Her şeye rağmen kısa süreli de olsa bir değişikliğe giden D’estaing, askeri doktrinini ulusal güvenlikle ilgili üç temel unsura dayandırmıştı. Bunlar; Avrupalılık, Atlantik ve nükleer dışı savunma şeklindeydi. Nükleer dışı savunma kavramı ile savunma tutumunu gereğinden fazla nükleer güce dayandırmama, bunun yerine hareket kabiliyeti yüksek, konvansiyonel savunma gücünün, Fransa’ya güvenlik anlamında yeteri desteği sağlayacağı kanısındaydı. D’estaing’e göre “ya hep yahiç” meseli güvenlik anlamında güvenilir bir politika değildi. Güvenlik anlamında çeşitli seçenekler caydırıcılığı daha da arttırabilirdi. Geçmiş yıllarda izlenen nükleer savunma stratejisi yerine konvansiyonel savaş stratejisinin izlenmesi gerektiğini savunmuştur (Gordon, 1993). Fransa’nın nükleer savunma konusunda nükleer silahlarla mı yoksa konvansiyonel silahlarla mı hareket etmesi gerektiği ilerleyen yıllardaD’estaingsonrası hükümetlerde de bir ikileme neden olmuştur. Fransa’nın ikilemi şöyleydi; eğer ulusun hayati çıkarları tehlikeye girmezse Fransa saldırıyı bertaraf etmek için nükleer saldırıyla tehdit edemezdi. Fakat konvansiyonel 266 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 kapasiteli silahları da, büyük bir saldırıyı bertaraf edecek düzeyde değildi. Bu durum gerçekten de Fransa’yı bir ikileme sevketmiş ve zor durumda bırakmıştır (Yost, 1996). D’estaing sonrası iktidara gelen ve 1995’e kadar bu görevini sürdüren François Mitterand, güvenlik bağlamında ilke olarak silahsızlanmayı desteklemekle birlikte “Fransa’nın nükleer vuruş yeteneğine sahip olması barışın güvencesidir” anlayışıyla hareket etmiştir. Bu dönemde nükleer faaliyetlerine devam eden Mitterand, yedinci nükleer denizaltının yapımı,350 km menzilli karadan karaya “Hades” füzelerinin geliştirilmesi gibi faaliyetler gerçekleşmiştir. İki dönem iktidarda kalan Mitterand ilk döneminde geleneksel çizgiden farklı hareket edeceği politikasıyla iktidara gelmiş ancak ikinci döneminde değişen şartlara bağlı olarak güvenlik anlamında farklı politikalar izlemiştir. (Fırat, 2009)Yine bu dönemde, geçmişte İsrail’le silah ilişkilerinin gerginleşmesiyle üzerine, Ortadoğu’da silah ticaretine önem veren Fransa, Irak nükleer Santrali’nin yapımında da Irak’a destek vermişti. Mitterand döneminde İsrail’le iyi ilişkiler geliştirilse de 1991 yılında Irak Scud Füzeleri’nin Tel Aviv ve Hayfa’yı vurması üzerine İsrail, Fransa’ya sert tepki göstermiş ve Irak’ın İsrail’e balistik füze gönderebilmesinin sorumlusu olarak Fransa’yı göstermiştir.Çünkü Irak’ın nükleer santrali, Fransa’nın desteği sayesinde kurulmuş olduğu gibi, İran-Irak savaşında Irak’a silah satanülkelerin başında da Fransa gelmekteydi (Fırat,2009). İsrail ile bu nedenlerden dolayıtekrar bozulan ilişkiler uzun süre böyle devam etmiş ve Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle beraber ilişkilerde yumuşamalar olmuştur. Fransa’nın, Doğu Bloku ve gittikçe zayıflayan SSCB karşısında uluslararası sistemde tek güçhaline gelebilecek ABD’ye karşı boyun eğmek istememekte ve dünyada söz sahibi olmak istemiştir. Fransa bu yönde ilk olarak nükleer politikalarını yumuşatma yoluna gitmiştir. İlk olarak 8 Nisan 1992’de Pasifikte yapmakta olduğu nükleer denemeleri bir yıl askıya alacağını açıklamıştır. Bu karar üzerine, Fransa’da De Gaulle yanlıları Mitterand’a ciddi tepki gösterse de o, kararından vazgeçmedi ve Fransa’nın o yıllarda Cenevre’de sürmekte olan nükleer denemelerin yasaklanması konferansına katılacağını bildirmiştir. Mitterand’ın nükleer faaliyetlerini askıya aldığını ilan etmesinin ardından ABD de nükleer faaliyetlerini askıya aldığını ifade etmişti. Clinton, Mitterrand’a yazdığı mektupta nükleer denemelerin tümüyle durdurulması antlaşmasının hazırlıklarını hız verilme isteğini beyan ederek Fransa’ dan destek istemiştir (Fırat, 2009). Mitterand döneminde özelikle Soğuk Savaş sonrası dönemde Sovyetlerin 267 Y. Yıldırım dağılmasıyla birlikte değişen dengelere paralel olarak güvenlik anlamında nükleer faaliyetlerin durdurulması konusunda ciddi adımlar atılmış ve Mitterand sonrası iktidara gelen Jacques Chirac da atılan bu adımları daha da ileriye götürmüş ve nükleer eylemlerin sınırlandırılması konusunda ciddi faaliyetler gerçekleştirmiştir. Chirac devlet başkanlığı koltuğunda De Gaulle’nin, “Fransa eğer uluslararası sistemde söz sahibi, güçlü, inanılır ve güvenli bir devlet olmak istiyorsa caydırıcı bir güce sahip olmalıdır” anlayışından hareket etmiştir. Nükleer testlerin amacının güçlü silahlar üreterek Fransa’yı güçlü kılmak ve Fransa’nın caydırıcılığını geçerli kılmayı devam ettirmek şeklinde ifade etmiştir (Moisie, 1995). Aslında bu ölçüde nükleer denemeleri yaygınlaştırmayı düşünen ve 1995’te bir dizi nükleer deneme daha gerçekleştiren Chirac, bu politikasından vazgeçmiş 1992’den beri imzacısı olunan “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasını”1995’te sınırsız uzatmış, 1996 “Kapsamlı Deneme Yasağı Antlaşması” ile müzakerelerde aktif olarak yer almıştır. Ayrıca Fransa Murora’daki nükleer tesisleri söküp, Uluslararası Atom Enerjisi’ni bu bölgedeki radyoaktivite miktarını ölçmek için davet etmiştir. Ayrıca sistemde yaşanan değişikliklere paralel olarak askeri kurumlarla da reformlara giden Fransa, 1966 yılından beri çekildiği NATO’nun askeri kanadına tekrar geri dönme isteğini açıkça dile getirmiştir (Fırat, 2009). 1996 yılına kadar 210 ayrı test gerçekleştiren Fransa’nın, halen yaklaşık 300 adet nükleer başlık bulundurduğu belirtilmektedir(Aljazeera Turk, 2011).Nükleer silahlar konusunda ciddi bir güç olan Fransa, nükleer güç anlamında da dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır. 5. FRANSA’NIN ULUSAL VE ULUSLARARASI DÜZEYDE İZLEDİĞİ NÜKLEER ENERJİ POLİTİKALARI Avrupa’nın en büyük nükleer enerji üreticisi ve kullanıcısı olan Fransa, dünyada da önemli nükleer enerji güçlerden biri olarak kabul görmektedir. Bu yüzden Fransa’nın nükleer konusunda alacağı kararlar Avrupa ve dünya için önem taşımaktadır. De Gaulle dönemiyle birlikte nükleer gücü benimseyen ve ulusal bir politika haline getiren Fransa 1974 yılında “nükleer reaktörler” seçeneğini enerji dar boğazından bir çıkış yolu olarak görmüştü. 1979 yılında ABD’nin Pensilvanya eyaletinde meydana gelen nükleer reaktör kazası akabinde 1989 yılında Ukrayna’da meydana gelen Çernobil faciasında da atmosferde ciddi anlamda 268 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 nükleer kirlenme meydana gelmişti. Bu olaylarında etkisiyle Fransa, 1980’li yılların sonuna doğru yeni ileri nükleer reaktörlerin yapımını ve inşaatını durdurdu. 2002 yılında yayınlanan bir Fransız hükümeti raporunda da nükleer sanayi ve nükleer reaktörlerin öngörüsüz bir şekilde geleceğin canavarı olarak gösterilmişti. Fransız halkı da nükleer enerji politikalarına karşı çıkmaktaydı (FMO, 2011). Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle birlikte uluslararası sistemde nükleer enerji rağbet gören, popüler bir konuma yeniden ulaşmıştır. Özellikle petrol ve doğalgaz temininde yaşanan zorluklar, enerji arz güvenliği ile birlikte küresel ısınma ve küresel iklim değişikliklerinin zararlı tesirleri hakkında Fransız halkında artan kaygılar nükleer teknoloji politikasının değişimi ve nükleerin eski parlak günlerine dönüşümünde önemli rol oynamıştır. Fransa, Sarkozy ile beraber uluslararası sistemdeki nükleer santraller ve enerji lehine olan talep nükleer güç politikası değişimine paralel olarak bünyesinde bulundurduğu nükleer teknolojinin diğer ülkelere transferi konusunda aktif bir siyaset izleme yoluna gitmiştir. Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy nükleer enerjinin ihtiyacı olan yabancı ülkelere pazarlanması diplomasisini Fransa’nın nükleer teknolojik gücü ve ülkesinin ulaştığıendüstriyel başarının bir simgesi olarak görmüştür. Nitekim Sarkozy Devlet Başkanı seçildikten hemen sonra Libya’dan Çin’e kadar yaptığı resmi ziyaretlerde Fransa’nın nükleer enerji teknolojisini ön plana çıkararak ziyaret ettiği pek çokülkede Fransız firmaları adına nükleer reaktörlerin satışı bağlamında anlaşmalar imzalamıştır. Bununla beraber Sarkozy’nin Arap ülkelerine yaptığı ziyaretlerde de sıkça gündeme getirdiği nükleer teknoloji transferi; Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT), taahhütler kapsamında nükleer silahların yayılmasını önleme uzmanları (non-proliferation specialists) arasında endişelere neden olmuştur. Ancak Fransız yetkililer, söz konusu yeni kuşak nükleer güç santralleri yapımları, bu ülkelere yapılacak nükleer teknoloji transferinin çok küçük bir bölümünü kapsadığını ve bunun ciddi bir sorun olmadığını ifade etmişlerdir. Nükleer reaktörlerin ve enerjisinin pazarlanması bağlamında aktif bir politika izleyen Fransa; Brezilya, Çin ve Hindistan gibi ülkelere yapacağı yaklaşık bir düzine yeni kuşak nükleer güç reaktörü satışları anlaşmalarından ciddi kazançlar sağlamaya gayret etmiştir(FMO, 2011). Bugün için en büyük nükleer teknoloji ihracatçısı ülkelerinden biri olan Fransa aynı zamanda elektrik ihracatında da en büyükülkelerden biridir. Nükleer enerjini önemli üreticisi ve ihraççısı olan Fransa’da çalışan reaktör sayısı: 59, 269 Y. Yıldırım devre dışı kalan reaktör sayısı: 11, nükleer enerjinin elektrikteki payı: Yüzde 78’dir (Global Enerji, 2013) 6. AVRUPA GÜVENLİĞİNİ SAĞLAMADA FRANSA, ALMANYA, İNGİLTERE İLİŞKİLERİ VE AB’NİN ORTAK SAVUNMA POLİTİKASI Soğuk Savaş boyunca ABD’yi askeri bir güç ve kendisini de sivil güç olarak gören AB, askeri zayıflıklarını göz ardı ederek daha çok sosyal barış ve ekonomik büyüme üzerine yoğunlaşmıştır. AB’nin arkasında NATO bağlamında bir güvenlik dinamiği olarak duran ABD adeta AB’nin zırhı görünümüne bürünmüştür. ABD bu dönemde Avrupa için güvenlik anlamında yük paylaşımcı (burden sharing) misyonunu üstlenirken AB ise ABD’nin güvenlik anlamında gerçekleştirdiği eylemlerde hazıra konucu (free-rider) bir politika izlemiştir. Ekonomik temelli bir örgüt olarak kurulan AB, ABD’nin güvenlik anlamında kendi yükünü çeken görünümünü,Fransa hariç çok da dert etmemiştir. Aslında Soğuk Savaş boyunca SSCB ve ABD önderliğinde iki kutuplu sistemin varlığı AB’nin işine gelmekteydi. SSCB’nin ABD için dengeleyici rol üstlendiğini düşünen AB,Soğuk Savaş sonrası düzende ABD’nin tek başına dünyada hegemon bir güç olabileceği endişesiyle bu düzene karşı çıkmaktaydı (Calleo, 2003). ABD’nin NATO üzerindeki geniş yetkileri ve baskın hegemonyasını gören Avrupa Topluluğu,Maastricht Antlaşması’yla birlikte AB’ye dönüşmüş ve bu durum ortak dışişleri ve güvenlik politikası bağlamında ortak bir savunmave güvenlik politikası izlemesinin yolunu açmıştır. AB üyesi ülkeler kolektif bir şekilde hareket ettiklerinde ortak çıkarlarını daha kolay koruyacakları konusunda fikir birliğine varmışlardır. Bunun da ancak AB’nin bir askeri güce sahip olmasıyla var olacağını savunmuşlardır. Bu kapsamda NATO bünyesinde AB hegemonyasını sindiremeyen Fransa önderliğindeki AB, 1996 yılında Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK)’yı kurmuştu. AGSK’nın Avrupa’daki yansıması ise,Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (OGDP) ile uyumluydu. 1997 Amsterdam Antlaşması ile OGDP’nin etkinleştirilmesi konusunda adımlar atıldı. AB içinde bir askeri birlik oluşturma fikri 1999 Köln Anlaşması ile yürürlüğe girmişti. OGDP’ye yönelik olarak ilk somut adımlar 1999 Helsinki Zirvesi ile atılmıştır. Zirvede, 2003 yılına kadar politika ve güvenlik komitesi ile ülkelerin Genel Kurmay Başkanlarından oluşan ve onların temsilcilerinden oluşan askeri komiteye sahip olması hususunda kararlar alınmıştır. AB üyeleri, kendi ortak savunma ve güvenlik birliğini oluşturmayı hedeflese de Bosna krizi ve 1990’lı 270 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 yılların sonunda Kosova krizi ile bölgede ABD’nin ve dolayısıyla NATO’nun askeri gücü olmadan ne kadar eksik olduklarının farkına varmışlardı (Kasım, 2002). Soğuk Savaş boyunca ABD İngiliz işbirliği De Gaulle yönetimindeki Fransızları rahatsız etmiş ve Fransa, İngiltere’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’ye 1963’te üyelik konusunda karşı çıkmıştır. Fransa, İngiltere’nin Avrupa’dan çok Atlantik ötesi ilişkilere önem verdiği ve Anglo-Amerikan işbirliğinin bunun göstergesi olduğunu ifade edip İngiltere’yi topluluğa katılımı konusunda veto etmiştir. 1967’de İngiltere’nin AET’ye başvurusunu tekrar veto eden De Gaulle’nin gitmesiyle beraber, İngiltere AET’ye 1973’te üye olmuştur (Brinkley, 1990). De Gaulle dönemi sonrası Fransa İngiltere’nin, Almanya’nın Ostpolitik politikaları ile Avrupa’da aktif politikalar izlemeye başlayacağı endişesi duymuş, bu yüzden İngiltere’yi Almanya karşısında dengeleyici bir ülke olarak gördüğü için topluluğa girmesini kabul etmiştir (Kasım, 2001). Bu durum, AB içinde Soğuk Savaş boyunca güvenlik anlamında farklı politikalar izleyen Fransa, İngiltere ve Almanya arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bir koordinasyon eksikliğine yol açmıştır. Özellikle, İngiliz ve Fransızların AB’nin güvenliğini ABD’nin sağlaması üzerine başlayan tartışmalardan dolayı AB’de ciddi problemler meydana gelmiştir. Bu durum nerdeyse Soğuk Savaş boyunca böyleydi. Soğuk Savaş Sonrası dönemde de özellikle Balkanlardaki çatışmalarda da kendisini göstermiştir. Balkanlardaki krizin çözümünde AB,sorumluluk almayıp güvenlik konularında ABD gibiBalkanlarda etkin rol oynamanın uzağında kalmıştır. Bu durum AB üyesi ülkelerde de rahatsızlığa yol açmış, AB’nin bu konuda daha olgun ve yetkin bir güç olması yolunda üye ülkelerden ciddi çağrılar gelmiştir (Dinç, 2011). Aslında hem Fransa hem de İngiltere, AB’nin çok daha aktif küresel bir askeri rol oynamasını isterken, bunu istemekteki amaçları bakımından birbirileriyle fikir ayrılığı yaşamaktadırlar. Fransa AB’nin Amerikan politikalarından biraz daha bağımsızlaşmasını isterken,İngiltere ise daha aktif bir AB’nin,güvenlik ve savunma konusundaki rollerini küresel düzeyde oynayabilmesi için ABD’nin yanında yer alması gerektiği, böylece ilişkilerin birlikte daha anlamlı hale geleceğini savunmuştur. Fransa ve İngiltere’deki bu fikir ayrılıklarının aksine Almanya’nın tutumu ise tam da bu iki devletin ortasında 271 Y. Yıldırım yer almaktadır. Almanlar Avrupa savunma ve güvenliğinin bölgesel düzeyde olmasını desteklerken, çeşitli tarihsel ve stratejik nedenlerden ötürü ne Fransa’yı incitmek istemekte ne de ABD’yi küstürmek istemektedir (Dinç, 2011). Almanya, ABD’ye karşı izlediği bu iyi niyetli ilişkilerini, ABD’nin 11 Eylül Saldırıları sonrası izlediği güvenlik konusundaki titiz ve abartılı hassasiyetinden dolayı yeniden gözden geçirmiştir. 7. AB’NİN ULUSLARARASI GÜVENLİK BAĞLAMINDA İZLEDİĞİ POLİTİKALARA ABD’NİN BAKIŞI İkinci Dünya Savaşı’nda ekonomik ve askeri bakımdan yorgun bir şekilden çıkan Avrupa, Soğuk Savaş boyunca askeri yapılanmadan ziyade, daha çok ekonomik anlamda bir yapılanmaya gitmiştir. Avrupa, güvenlik konusunda özellikle Sovyet tehdidine karşı, AB önderliğinde kurulan NATO içerisinde yer almış ve böylece Avrupa Topluluğu’nun güvenliği, ABD önderliğindeki NATO tarafından sağlanmaya çalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonundan beri Avrupa Topluluğu içindeki bütünleşme çabalarını destekleyen ABD, Soğuk Savaş sonrası AB’nin ortak savunma ve güvenlik politikaları yönünde attığı adımlara karşı endişe duymuştur.Ayrıca ABD, AB’nin askeri konulara ayırdığı kaynak konusundaki yetersizlikleri de sık sık dillendirmiştir. Avrupa üyesi ülkelerin savunma anlamında kaynakları arttırmamaları, bilakis azaltmaları ABD’yi rahatsız etmiştir (Kasım, 2001). Örneğin, 1988-2010 arasındaki yaklaşık yirmi mali yılda, AB üyesi ülkelerde milli gelir içerisindeki savunma giderlerinin payı, İngiltere’de yüzde 4,1’den2,6’e, Fransa’da % 3,6’dan, 2,3’e; İtalya’da, 2,3’ten, 1,7’e gerilemiştir. Almanya da ise 2,9’dan1,4’e ve gibi çok düşük düzeylere kadar gerilemiştir. ABD ise 5,7’den4,8’e gerilemesine rağmen savunma anlamında neredeyse büyük AB ülkelerinin iki katı harcama yapmaktadır (SIPRI, 2012).Rakamlardan da anlaşılacağı üzere AB üyesi ülkeler güvenlik anlamında Soğuk Savaş boyunca kendi yükünü çeken ABD’ye olan bağımlılığını Soğuk Savaş sonrası dönemde de devam ettirmiştir. Özellikle ekonomik anlamda gelişen AB lokomotifi ülkeler savunma anlamında geri planda durmaktadırlar. Bu durum ABD’nin endişelerinde haklılığını göstermektedir. ABD Soğuk Savaş döneminde Batı Avrupa ülkelerinin bir an önce toparlanıp savaşın yaralarını sarmasını ve demir perde üyeleri karşısında ciddi 272 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 müttefikler olarak kalmasını istemekteydi. Bu yüzden AB’nin bütünleşme çabalarını desteklemiştir. Ekonomik konularda AB’yi güçlü bir aktör olarak gören ABD özellikle İngiltere ile güçlü ilişkiler gerçekleştirmiştir.Güvenlik konularında ise Almanya, Fransa ve İngiltere ile ikili düzeyde ilişkiler gerçekleştirmiştir (Brinkley, 1990).De Gaulle döneminde İngiltere’nin topluluğa katılımı yönünde sürekli veto kartını kullanan Fransa’nın, De Gaulle sonrası Almanya’yı dengeleme adına İngiltere’yi birliğe kabul etmesi durumu, ABD’nin de işine gelmektedir. İngiltere’yi önde gelen müttefiki olarak gören ABD, Fransa’nın NATO’dan bağımsız bir askeri güç oluşturma ve AGSP’yi NATO’dan tamamen ayrı bir yapı olmasını şiddetle arzu etmesi karşısında Almanya’yı dengeleyici bir güç olarak görmekte ve İngiltere’nin de desteğini yakından hissetmektedir. Fransa’nın bu politikasına karşı İngiltere’nin AB içinde aktif bir politika izlemesini isteyen ABD, böylece Fransa’nın güvenlik konusundaki ciddi muhalefetini bastırmak istemeyi amaçlamıştır (Kasım, 2001). ABD, şüphesiz AB’nin en önemli müttefiklerinden biridir. Soğuk Savaş sonrasında da, AB, ABD’nin yardımı olmadan kıtayı ciddi bir tehlike karşısında tek başına savunamayacağının farkına varmıştı. Sovyetlerin dağılmasıyla birliktesistemde bir güç boşluğu oluşmuştu. ABD bu süreçte kendini rakipsiz büyük bir güç olarak görmüştür.Ve özellikle George W. Bush döneminde,ABD’nin, 11 Eylül 2001 saldırıları ile birlikteterörizme karşıtek taraflılık ve düşmanın saldırıyı gerçekleştirmeden önceki eylemlerini denetleyen önleyici vuruş gibi AB’nin barışa dayalı temel değerlerine ters düşen ilkeleri uygulamıştır. Bu durumABD’ye destek konusunda AB’yi endişeye sevk etmiştir. AB, ABD’nin 11 Eylül Saldırıları sonrası politikasından rahatsızlık duymuş ve ABD’nin uluslararası sistemde tek büyük güç olmasına karşı çıkmış, sistemde çok aktörlü düzeni destekleyen politikalar izlemiştir (Kagan, 2002). NATO, Soğuk Savaş sonrası değişen sisteme paralel olarak, peş peşe gerçekleştirdiği stratejik konseptlerle NATO’yu Avrupa dışındaki yeni ‘tehditlere’ uluslararası terörizm ve kitle imha silahlarının yayılmasını önleme gibi eylemlere de müdahale etmesinin önünü açmıştır. Bu kapsamda NATOmisyonu dışında hareket ederek, yani alan dışı faaliyetlerde birçok eylem gerçekleştirmiştir. NATO’nun bu yeni stratejisi İngiltere haricinde Fransa, Almanya gibi eski önemli üyelerden yeterli desteği alamamıştır. Hatta 11 Eylül Saldırıları sonrasında bile AB, ABD’nin Afganistan’a müdahalesinin sınırlı bir askeri eylem olarak kalmasını istemiş ve NATO’ya askeri anlamda çok fazla katkı sağlamamıştır. Bu 273 Y. Yıldırım durum ABD’nin daha da hırçın politikalar izlemesine zemin hazırlamıştır. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası, ABD değişen güvenlik tehditlerine paralel olarak askeri teknolojiye büyük yatırımlar yapmış, AB ise ekonomik anlamda yatırımlar yaparken, askeri harcamalardageri planda durmuştur. Örneğin, Fransa Soğuk Savaş boyunca izlediği ABD’ye muhalif politikasını Soğuk Savaş sonrasında da devam ettirmiş ve NATO’nunbu çok yönlü eylemlerini eleştirmiştir. Geleneksel De Gaulleci politikasından hareketle, AB’nin ABD’den daha bağımsız olması için çabalamış,ABD ise her şeye rağmen sorunları askeri yöntemlerle çözebileceğini iddia etmiştir. 2000’li yıllarda hem özelde Fransa, genelde AB ve ABD kendi stratejilerinde başarılı olamadıklarının; farkına varmış ve bu durumdan iki tarafından da zarar gördüklerinin anladıkları için işbirliğine dayanan daha uyumlu politikalar izlemek istemektedirler (Kagan, 2002). 11 Eylül saldırılarıyla birlikte daha da kötüye giden ABD Fransız ilişkileri, ilerleyen yıllarda Fransa ve ABD iki tarafında çıkarları için aralarında daha uyumlu ve dengeli politika izlenmesi hususunda işbirliğine gitmeleriyle olumlu bir hal almıştır. Nükleer ve güvenlik anlamında aykırı bir çizgi izleyen Fransa, Chirac dönemi ile birlikte nükleer politikasında yumuşamaya gitmiş ve nükleer eylemlerini sonlandırma adına ciddi adımlar atmıştır. Chirac, özelikle 11 Eylül Saldırıları sonrası ABD’nin politikalarından rahatsızlık duymuş ve ABD’yi uluslararası hukuku ihlal etmekle suçlamıştı. Bu yüzden ABD Fransa ilişkileri gergin bir durumdaydı (Fırat, 2009). Chirac sonrası gelen Sarkozy,Chirac ve atalarının izlediği politikalardan farklı birpolitika izlemiştir. Geçmişle kesin ve açık bir kopuş içinde olan Sarkozy önemli bir dönemece girdiğinin ilk işaretlerini seçilmesiyle beraber vermiştir. Sarkozy alt kimliklere karşı Fransız üst kimliğinin üstte yer almasının önceliğini savunarak, Fransız değerlerini öne çıkarmıştır. Ayrıca neo-liberal ekonomik yapılanma sürecine hız vereceğini söyleyerek geleneksel Fransız ekonomisinden farklı bir politika izleyeceğinin sinyalini vermiştir (Mondon, 2013). Sarkozy, 2008’li yıllarda ekonomik sorunlarda, AB’de ekonomik sorunların çözümünde Almanya ile beraber aktif roller üstlenmiş, uluslararası sistemde diplomatik çözüm de rol oynamada da aktif politikalar izlemiştir 2008’li yıllarda Rusya ile Gürcistan arasında patlak veren krizde savaşı durdurmada da ciddi katkılar sağlamış 2011’de de Fransa’nın inisiyatifinde NATO liderliğinde Fransa’nın çıkarlarının korunması adına cesur ve başarılı politikalar izlemeye özen göstermiştir. Ayrıca 1966 yılından beri, NATO’nun askeri kanadından çekilen 274 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Fransa’yı tekrar 4 Nisan 2009 tarihinde NATO askeri kanadını geri sokmuştur (Graffney, 2012). Sarkozy sonrası iktidara gelen François Hollande de ABD ve NATO ile iyi ilişkiler sürdürmektedir. Bununla birlikte, Fransız yönetimine göre,Fransız nükleer politikası nükleer caydırıcılık temelinde şekillenmiştir, nükleer caydırıcılık Fransa’nın egemenliğinin nihai garantisi olması bakımından önem taşımaktadır. Nükleer caydırıcılık, Fransa’nın güvenliğinin, bağımsızlığının, karar verme özgürlüğünün garantisidir. Ayrıca Fransa, ulusal stratejik güvenliğini şekillendirdiği 2013 tarihli Beyaz Kitabı’nda nükleer silahsızlanmaya taraf bir ülke olarak, küresel silahlanmanın niceliksel olarak azaltılması ve niteliksel olarak geliştirilmesi için çaba sarfetmekte bu kapsamda kendi nükleer caydırıcılığını uluslararası stratejik ortamın gerektirdiği en alt düzeyde tutmaya gayret etmektedir (MGK, 2013). 8. SONUÇ İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletlerin güvenlik anlamındaki endişelerinden kaynaklı nükleer silahlara sahip olma isteği, ABD’nin Japonya üzerinde gerçekleştirdiği nükleer saldırılarıyla dünyada endişe ve korku uyandırmıştı. Devletler Soğuk Savaş boyunca hüküm süren çift kutuplu uluslararası sistemde gergin olan ilişkilerinde peş peşe nükleer silahlara sahip olmuşlardır. İngiltere’nin kendi çıkarları kapsamında Avrupa’da egemenlik kurma isteği ve ABD’nin kendi güvenliği bağlamında SSCB’ye karşı izlediği politikalar, Fransa’nın De Gaulle önderliğinde kendi ulusal bağımsızlığını kurmaya ve bağımsız nükleer politika izlemesine zemin hazırlamış ve De Gaulle Avrupa’da ABD’nin olmadığı “Avrupalı bir Avrupa” iddiasını ortaya atmıştır. De Gaulle’nin izlediği bu politikaların Fransa’nın büyük bir nükleer güç olmasına zemin hazırlamıştır. De Gaulle sonrasındaki yönetimler de kısmen sapma olsa da De Gaulle’nin izlediği politikaları izlemişlerdir. Bu durum halk tarafından da kabul görmüştür. AB,Soğuk Savaş boyunca SSCB’nin ABD’yi denetleyici bir mekanizma olduğunu ifade etmiştir. Soğuk Savaş sonrasında SSCB’nin dağılmasıyla değişen uluslararası sistemde ABD’nin sistemde tek hegemonik güç olması Avrupa’yı endişelendirmiş ve özellikle Fransa buna tepki olarak sistemde ABD’nin gücünü kırma adına uluslararası sistemde çok merkezliliği savunmuştur. Böyle bir 275 Y. Yıldırım ortamda nükleer politikalarını yumuşatma yoluna gitmiştir. Bu durum, Fransa’nın 1966’dan beri çekildiği NATO’nun askeri kanadına tekrar dönüşüne uygun ortam hazırlamıştır. Avrupa’da nükleer enerji politikalarında da ilk sırada olan Fransa’nın, NATO müttefikleri tarafından Avrupa Birliğince “Atlantik” ağırlıklı bir güvenlik politikası öngörülmesi, Fransa’nın ABD ve NATO’ya olan bağımlılığı, egemenliğin korunması durumu, Fransız politikacılar tarafından eleştirilmiştir. Fakat Fransa, Almanya ve İngiltere’nin de birlik içinde kendi güvenliklerini sağlama konusunda ABD’ye ihtiyaç duyması Fransa’yı da istemeden de olsa bu politikayı izlemesine zemin hazırlamıştır. ABD’nin, AB’nin güvenliği ve NATO üzerindeki hegemonyası Fransızları rahatsız etmiş ve 2000’li yılların ortalarına kadar, Fransa ABD’nin izlediği güvenlik politikalarını eleştirmiştir. ABD de, AB’nin güvenlik anlamında ve savunma harcamalarında pasif kalmasından rahatsızlık duymuş ve bu rahatsızlığını ifade etmekten de çekinmemiştir. Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle beraber ABD ile güçlü ilişkiler gerçekleştirmek isteyen Fransa, AB ve NATO içinde aktif bir rol izlemiştir. AB’nin güvenlik çıkarlarını gözeterek uluslararası sistemde etkinliğini arttırmak istemiştir. Sarkozy sonrası gelen François Hollande de Sarkozy gibi ekonomiye önem vermiş, uluslararası sistemde Fransa’nın güvenlik anlamında büyük ve caydırıcı bir güç olmasını arzulamış,bunun yanı sıra ABD ile uyumlu politikalar izlemiştir. Özellikle Afrika kıtasında birçok az gelişmiş ülkenin bel bağladığı Fransa’nın izlediği politikaların, AB güvenliği ve ABD ilişkileri bakımından uzun vadede başarılı olup olmayacağını zaman gösterecektir. KAYNAKÇA Armaoğlu, Fahir. (1983). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Avrupa'nın Nükleer İkilemi. (2013). http://www.globalenerji.com.tr/ dergide-bu-sayi/ 2006/9/7/ avrupanin-nukleer-ikilemi Balcomb, Rodeny. (1997). Defence Policy. Sheila Perry (ed.). Aspects of Contemporary France, (ss. 62-83). London: Routledge. Brinkley, Douglas. (Eylül, 1990). Dean Acheson and the 'Special Relationship': The West Point Speech of December 1962. The Historical Journal, 33 (3), 599-608. Calleo, David P. (2003). Balancing America: Europe’s International Duties. International Politics and Society, 1, 43-60. 276 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Dinç, Cengiz. (2011). Sivil Güç - Realist Oyuncu İkileminde Avrupa Birliği’nin Küresel Konumu Üzerine Tartışmalar. Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 7(28), 89-124. Dombey, Norman. (2008). The NPT Aims, Limitations, and Achievements. New Left Review, 52, 39-66. Dünyanın Nükleer Güçleri. (2011). http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/dunyaninnukleer-gucleri Fırat, Melek. (2009). Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası. Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, 64(1), 115-163. Fransa’nın Ulusal Savunma ve Güvenlik Stratejisine İlişkin 2013 Tarihli Beyaz Kitap.(2013). http://www.mgk.gov.tr/calismalar/calismalar/022_fransa_2013_savunma_beyaz_kitabi.pdf Gordon, Philip H. (1993). Certain Idea of France, French Security Policy and the Gaullist Legacy, Westport: Princeton University Press. Graffney, John. (2012). Leadership and Style in the French Fifth Republic: Nicolas Sarkozy’s Presidency in Historical and Cultural Perspective. French Politics, 10, 345-363. Haine, Scott W. (2000). History of France. Westport: Greenwood Publishing Group. http://milexdata.sipri.org/result.php4 (erişim tarihi: 01.12.2014). Kagan, Robert. (2002). Power and Weakness. Policy Review, 113, 3-28. Kasım, Kamer. (2001). Soğuk Savaş Sonrası İngiltere-ABD ilişkileri.(ed. Sedat Laçiner). (265-285). Bir Başka Açıdan İngiltere, Asam Yayınları. Kasım, Kamer. (2002). NATO’ya AB ve ABD İlişkilerine Etkisi Bakımından Ortak Avrupa Dış ve Güvenlik Politikası. Avrupa Çalışmaları Dergisi, 1(2), 87-99. Ladrech, Robert. (1998). Redefining Grandeur: France and European Security After the Cold War.Mary M. McKenzie- Peter H. Loedel (ed.). (ss.85-100). Promise - Reality of European Security Cooperation: States, Interests, Institutions, Westport, Conn : Praeger. Mandelbaum, Michael. (1981). The Nuclear Revolution: International Politics Before and After Hiroshima, New York: Cambrige University Press. Moisie, Dominuque. (1995). Chirac of France. Foreign Affairs, 74(6),18-13. Mondon, Aurelien. (2013). Nicolas Sarkozy’s Legitimization of The Front National: Background and Perspectives. Patterns of Prejudice, 47(1), 22-40. Sander, Oral. (2012). Siyasi Tarih 1918-1994, Ankara: İmge Yayınları. Siracusa, Joseph. (2008). Nuclear Wepons, US: Oxford University Press. Taner, Ahmet Cangüzel. (2011). Fransa’da Nükleer Santraller ve Nükleer Enerji Perspektifleri. http://www.fmo.org.tr/wp-content/uploads/2011/07/Fransa%E2%80%99daN%C3%BCkleer-Santraller-Ve-N%C3%BCkleer-Enerji-Perspektifleri.pdf Yost, David S. (1996, Ocak-Şubat). Nuclear Dilemmas. Foreign Affairs, 75(1), 108-118. 277 Küreselleşen Genç İşsizlik Sorununun, Türkiye’deki Durumunun İstatistiklerle Değerlendirilmesi Dr. Necati Kayhan Konya Karatay Üniversitesi Kübra Sagun Eğitimci ÖZET ILO’nun -2015 raporunda dikkat çekilen yükselen küresel tehlikeboyutundaki genç işsizlik sorunu bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’dede bütün çabalara rağmen önemini korumaktadır. Genç işsizliğin büyüme, iş piyasasına uygun yenilikçive girişimci eğitim modeli,düzgün iş, şehirleşme ve demografik yapı vb.makro nedenlerin yanında, nitelikli işgücü, ücret, iş tecrübesi vb. mikro nitelikte birçok nedenleri bulunmaktadır.Bütün dünyada genç işsizlik sorunun öncelikli olmasının nedeni, çözümünün daha güç ve sonuçlarınınise toplumlara sosyo- ekonomik ve psikolojik olmak üzere birçok boyutlu riskler içermesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda yetişkin işsizliğine göre nispi olarak yüksek oranda seyreden genç işsizlik sorunun sonuçlarıitibariyle sadece ekonomik kayıplara neden olmamakta, toplumların geleceğini tehdit eden riskleri de bulunmaktadır. Belirtilen nedenlerle, önemi gereği araştırma konusu yapılan bu güncel nitelikli çalışmada (genç işsizlik) sorunun önce tanımı ve kavramsal çerçevesi verilmiş. Daha sonra sorunun Türkiye’ye özgü nedenleri ortaya konulup 1980 global kriz sonrası dönem için Dünyadaki ve ülkedeki boyutları ulusal ve uluslararası uzman kuruluşların istatistikleriyle açıklanmaya çalışılmıştır. En son bölümde ise aslında bir avantaj olan genç nüfusun istihdam edilememesinin toplumda yol açtığı maddi ve manevi kayıplar değerlendirilmiştir. Sonuç bölümünde ise gelinen süreçte sorunla mücadelede izlenecek kısa ve uzun vadeli stratejiler tartışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Gençlik, İşsizlik, Genç İşsizlik sorunu, Genç İşsizlikle mücadele politikaları. İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 A Study on the Problem of Globalized Young Unemployment in Turkey through Statistical Data Dr. Necati Kayhan Konya Karatay University Kübra Sagun Educator ABSTRACT The rising problem of youth unemployment which is becoming a global danger and this was highlighted in 2015 report of ILO has kept its importance in Turkey as in the World despite all efforts. Besides such macroreasons as development, innovative and entrepreneurial model of education suitable for the business, steady job, urbanization and demographic structure etc., youth unemployment has some microreasons like qualified labour force, wage, work experience etc. There a son why the global problem of youth unemployment is priority issue through out the world is that the solution is harder and the results comprise multi-dimensional risks, in particular socio-economic and psychologic alones, for communities. In this sense, the problem of youth unemployment which is relatively much higher compared to adult unemployment does not only have economic losses in terms of its results but it also beare risks threatening the future of communities. In the current study that was carried out as it is important as to the causes mentioned, the definition was given first and conceptual framework was drawn for the youth unemployment. Following that, the reason speculiar toTurkey was determined and the problem in the World and in other countries was explained with the statistics of national and international specialist institutions for the period after the global economic crisis of 1980 In the last part, a materialistic and spiritual lossled by unemployment of young population, which is in fact an advantage, on the community was evaluated. As a conclusion, short and middle term strategies were discussed in combating the problem. Keywords: Youth, Unemployment, the Problem of Youth Unemployment, Policies of Struggling with Unemployment. 279 N. Kayhan ve K. Sagun 1. GİRİŞ Konu ile ilgili güncel anket sonuçlarına göre günümüzde Türkiye’nin en öncelikli sorunu; terör den sonraişsizlik olduğu gözlenmektedir. O yüzdendir ki Anayasanın temel ilkelerinden olan Sosyal devlet ilkesi gereği çalışma hakkının yerine getirilmesinde Devlet, gücü oranında sorumlu kılınmıştır. (1982, AY.Md.49) Esasen İnsan Hakları Bildirgesi, Avrupa Sosyal Şartı, UÇÖ gibi temel uluslararası belgelerde bu konunun önemine dikkat çekilerek çözümünde de öncelikle devletin sorumlu tutulduğu gözlenmektedir. (http://www.tbmm.gov.tr.) Ancak gelinen süreçte bütün bu çabalara rağmen, dünyada olduğu gibi Türkiye de de genç işsizlik sorunu artarak devam etmekte ve önemini korumaktadır. Bunun en büyük nedeni; genç işgücü arzının artışına rağmen talebin aynı oranda güçleşen küreselleşme koşulları nedeniyle yetersiz kalmasıdır. Bu yüzden günümüzde genç işsizlik Türkiye’nin en öncelikli sorunları arasında yer almaktadır. Ülkelerin sahip oldukları işgücünün istihdam durumu ve niteliği o ülkelerin ekonomik gelişimlerinin temel göstergelerinden biridir. Ülkeler kalkınmaları için sahip oldukları insan kaynaklarını en etkin şekilde üretime dahil etmesi gerekir. Çünkü işgücü insan gövdesindeki baş gibi, üretim faktörlerinin en kıymetli ve stratejik olanıdır. Ancak belirtilen nedenlerle bugünkü şartlarda ülke kalkınmasında motor gücü oluşturması beklenen gençler, genelde imkansızlıklar yüzünden atıl konumda kalabilmektedir. Ne yazık ki gençler 1980’ de başlayan küresel krizlerle birlikte başta işsizlik olmak üzere birçok sorunlarla mücadele etmekten asli işlevleri olması gereken geleceğe yeterince hazırlanamamaktadırlar. Gençlerin mevcut sorunları, ülkemizdeki yetişkin işsizlerin temel sorunlarından soyutlamak mümkün değilse de ülke geleceğini yakından ilgilendirmesi bakımından daha çok önem arz etmektedir. Çünkü yeteneklerini gerçekleştirme, iş tecrübesi, kendini yenileme bakımından altın çağını yaşayan gençler, iş sahibi olma sürecindedezavantajlı olmalarından ötürü ayrıcalıklı olarak korunması gereken grupların başında gelmektedir. Aksi takdirde gerek birey, gerek toplum için genç işsizliğin bedeli ( sosyal, psikolojik, ekonomik vb boyutta olmak üzere) çok pahalı olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında genç işsizlik problemi sadece gelişmekte olan ülkelerin değil, benzeri konumda olan gelişmiş ülkelerin de üstesinden gelmek zorunda oldukları önemli bir sorundur. Burada vurgulamak gerekirse makro ve mikro nitelikte birçok nedeni olan genç işsizliğin, çözümü de o derece karmaşık olup nedenlerine göre çözüm stratejilerinin belirlenip izlenmesi gerektirmektedir. Aksi takdirde özellikle ne okulda, ne işte atıl durumda olan (NEET)genç nüfusun iradesine rağmen işsizliği, maddi ve manevi boyutlu olmak üzere toplumlarda ciddi tahribata neden 280 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 olmaktadır. Gerçekten yetişkin işsizliğinden hep nispi olarak 1,5-2 kat yüksekte seyreden genç işsizlik sorunu sonuçları itibariyle ekonomik (gelir)kayıpların yanında toplumların geleceğini tehdit edecek nitelikte başta güvenlik olmak üzere gereksiz risklerin yaşanmasına neden olabilmektedir. Çünkü işsiz genç çok kolay bir şekilde topluma yabancılaşmakta, şiddete ve suça alet olabilmekteveya kayıt dışında çalışmak zorunda kalmaktadır. Belirtilen nedenlerle ILO’nun 2015 raporunda da dikkat çekilen yükselen küresel tehlike boyutundaki genç işsizlik sorunu, bütün kötülüklerin anası olduğu için bu makalede inceleme konusu olarakele alınmıştır. Bu çerçevede genç işsizlik konusunun hazırlanmasında başta ILO, TÜİK, İŞKUR, OECD, Kalkınma Bakanlığı İstihdam Raporu başta olmak üzere geniş kapsamda güncel nitelikli bir çok ulusal ve uluslararası araştırma ve veri kaynaklarından literatürtaraması yapılarak faydalanmaya çalışılmıştır. Bunun yanında iş müfettişi olarak; alanda çalıştığım süre boyunca edindiğim gözlem ve tecrübelerimden yararlanarak sorunun Türkiye’ ye özgü kök nedenleri ve çözümlerini analiz ederek inceleme yoluna gidilmiştir. Makalenin planlanması ve dizaynı şu şekildedir: Giriş kısmında genç işsizlik sorununun önemi, 1.Kısımda kavramsal çerçevesi verilmiş, 2. ve 3. Kısımda, Dünya ve Türkiye’ ye özgü neden ve özellikleri ortaya koyduktan sonra Dünyadaki ve ülkedeki sorunun boyutları istatistiklerle açıklanmaya çalışılmıştır. 4. Kısımdaise bir avantaj olan genç işgücünün düzgün bir işe sahip olamadıklarında işsiz kalan bireylerin ve toplumun maruz kalacağı maddi ve manevi maliyeti ile riskleri değerlendirilmiştir. Sonuç bölümünde ise gelinen süreçte sorunun kısa ve uzun vadeli çözüm stratejileri tartışılmıştır. 2. KAVRAMLAR İstihdam; bir ülkede belli bir dönemde çalıştırılan toplam işgücü miktarını ifade eder. Tam istihdam ise bir ekonomide çalışma istek ve yeterliğinde olup da geçerli ücret düzeyinden çalışmayı kabul eden herkesin iş bulabildiği durumdur. Eksik istihdam ise üretim faktörlerinin bir kısmının üretime katılmama durumuna denmektedir. Bunun nedeni talep yetersizliğidir. İşsizlik; 14 yaşından büyük olup çalışmaya engel bir özrü bulunmayan ve çalışma arzusuna sahip kişilerin iş bulamaması durumudur. Genç İşsizlik; ILO, BM ve 4857 sayılı İş Yasasına göre 15-24 yaş grubundaki gençler olarak tanımlanmaktadır. Bu yaş grubunda olup da rayiç ücret düzeyinde aktif iş arama iradesi gösterip referans döneminde bir saatten fazla iş sahibi olunmama durumuna genç işsizlik denilmektedir (TÜİK). Türkiye 281 N. Kayhan ve K. Sagun AB ülkelerine ve ABD’ye göre göreceli olarak oldukça genç nüfusa sahip bir ülke konumundadır. TÜİK’e göre 2012 yılı sonu itibariyle Türkiye nüfusunun %16,6’sını gençler oluşturmaktadır (TÜİK-2013). Mevcut genç ağırlıklı demografik yapı Türkiye için bir fırsat olup 2050 yılına kadar bu fırsat verimli kullanılmadığı takdirde nüfus batı ülkeleri gibi yaşlanma sürecine girmiş olacaktır. Bu dönemde potansiyel avantajını kullanması gerekmektedir(TÜİK, Nüfus Projeksiyonları, 2013 – 2075). İşgücüne Katılma Oranı (İKO) İktisadi faaliyet alanı olarak adlandırılan İKO, toplam işgücünün çalışma çağındaki nüfusa oranlanmasıyla elde edilmekte ve çalışma çağındaki nüfus içinde işgücünün nispi ağırlığını göstermektedir. Türkiye % 50 olan işgücüne katılım yönünden OECD ülkeleriarasında İtalya’dan sonra sondan ikinci durumdadır (https://data. oecd.org/emp/ labour-force-participation-rate. htm-2015). 3. DÜNYADA GENÇ İŞSİZLİĞİN İSTATİSTİKLERLE NEDEN VE BOYUTLARI Dünyada küresel düzeyde genç işsizlik sorununu tetikleyen birçok neden bulunmakla beraber en önemlisi 21.yüzyıla damgasını vuran Dünya Bankası (WB),IMF,Dünya Ticaret Örgütü (WTO) veuluslararası iktisadi kuruluşlar tarafından yönlendirilen neoliberalizm olduğu gözlenmektedir(Stigltz,2004). 1980 yılından sonra yaygınlaşan finans sektörünün kılçıksız balık yemek adına kolay yoldan paradan para kazanmaya öncelik veren stratejilerin, işsizlikte yapısal sorun olarak adlandırılan gerekli istihdamı yaratamadığı gözlenmektedir. Gerçekten çok uluslu şirketler ve küresel sermaye salt kar merkezli hareketi hedeflediği için gittiği yerde spekülatif nitelikli yatırımları tercih etmektedir. Bu gibi üretken olmayan finans politikalarının izlendiği bölge ve ülkelerde genelde istihdam yaratmayan büyümeler söz konusu olmaktadır. Diğer yandan hızlı bilgi ve iletişim teknolojilerinin yol açtığı küreselleşme koşullarında ülke ekonomileri birbiriyle daha çok eklemli,rekabet eder konuma gelmiştir. Bu şartlarda finans sektörünün hâkimpolitikaları yüzünden üretim, büyüme ve uluslararası ticaretin baltalanması ve rekabetin artması emekçilerin ücret ve sosyal haklarında ciddi oranda gerilemeye neden olmuştur. Neticede bu gibi uluslararası finans sektörünün sözkonusu istihdam dostu olmayan salt kar amaçlı stratejileri, dezavantajlı konumdaki vasıfsız gençleri daha fazla etkileyerek gençlerin düzgün iş bulmalarını güçleştirmektedir (ILO,2014). Neoliberalizminyol açtığı artan rekabet koşullarında başta Çin olmak üzere maliyeti düşürmek adına artan ATİPİK çalışma biçimler ipek çok durumda ve pek çok ülkede güvencesizlik, eşitsizlik ve yoksulluk 282 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 oranlarını artırmaktadır. Diğer yandan bu olumsuz eğilimler, kriz sonrası dönemde küresel ekonominin ve pek çok işgücü piyasasının özellikleri olarak öne çıkan yetersiz küresel talep ve büyümedeki yavaşlığın oluşturduğu kısır döngüyü sürekli kılmaktadır.” Bu konuda dünyadaki istihdam dostu olmayan çarpık büyümeye ilişkin tabloya bir örnek olarak günümüzün üretim üssü konumuna gelen Çin ekonomisi ve dünyadaki yansımaları verilebilir. Nitekim yapılan bir araştırmaya göre günümüzde olduğu gibi 2006 yılı itibariyle ÇİN, dünyadaki IPAD üretiminin %30’undan sorumlu iken Çinli işçiler ancak, IPAD üretimi ile ilgili 2006 yılında ödenen ücretlerin sadece %3’ünü almışlardır. Aynı şekilde IPHONE üretiminin büyük bölümü Çin’de gerçekleştiğinden çok sayıda Çinli iş sahibi oluyor fakat bu üretim işleminden en büyük kar sahibi ABD (%58,5) olmaktadır. Çinli işçilere ödenen ücretlerin nihai satış değeri içindeki oranı ancak %1,8’dir. Günümüzde aynı şekilde dünyadaki istihdamın ve üretimin büyük bir bölümü Çin’de yoğunlaşmasına rağmen ücretlerin büyük bölümü ise ABD’de ödenmektedir (Kurnaz,2014).Aynı şekilde neoliberalizmin yaygınlaşması küresel rekabet baskısıyla sosyal devlet anlayışından uzaklaşma, kriz, esneklik,iş gücünün ve sermayenin hızlı dolaşımı gibi etkenlerin yol açtığı aşırı rekabet ortamı en fazla vasıfsız ve tecrübesiz konumdaki genç işgücünü etkilemektedir (Petrol İş,2002; ILO,2014). Sonuçta hâkim küreselleşme koşullarında hem ulusal, hem uluslararası gelir dağılımı çok uluslu şirketler ve gelişmiş ülkeler lehine bozulmaktadır. Bu bağlamda gelinen süreçte 2015 - ILO verilerine göre dünya genel istihdam oranı %60,5 ve işsizlik oranı ve %4,5 iken bu oranlar genç nüfusta %13,1'dir( Tablo:1). Tablo: 1 Dünyada Yetişkin (15+ ve genç işsizlik (15-24) Oranları (2007-2015) 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 Gençİşsizliği(milyon) 70.5 2007 72.9 76.6 75.6 74.4 74.3 73.9 73.3 2015p 73.4 Yetişkinİşsizliği(milyon) 100.5 106.1 121.5 120.8 120.9 123.0 125.7 126.2 128.2 Toplamİşsizlik(milyon) 171.0 179.0 198.1 196.4 195.3 197.3 199.6 199.4 201.6 Gençİşsizliği(%) 11.7 12.2 12.9 13.0 12.9 13.0 13.0 13.0 13.1 Yetişkinİşsizliği (%) 4.0 4.2 4.7 4.6 4.5 4.5 4.5 4.5 4.5 Toplamİşsizlik 5.5 5.7 6.2 6.1 6.0 6.0 6.0 5.9 5.9 Gençişsizliğin/Yetişkinişsizl 2.9 iği 2.9 2.8 2.8 2.8 2.9 2.9 2.9 2.9 Kaynak : :ILO,Trends-2017-2015 Dünyadaki istihdamın durumu ile ilgili diğerbir belirgin özellikise genç işsizlik, bir yandan artarken işgücüne katılımda gittikçe düşmektedir. Genç işsizliğine yol açan diğer küresel bir sorun ise; genç işgücü piyasasına ilişkin arz 283 N. Kayhan ve K. Sagun ve talep taraflarının beklentilerinin örtüşmemesidir. Global rekabet baskı koşullarındaişverenler genelde karlarını korumak adına ucuz, vasıfsız, geçici nitelikte işgücü peşinde iken, gençler ise genelde iyi ücret ve sosyal hakların gözetildiği, güvenlikli, düzgün iş talep etmektedirler. Bu nedenle taraflardaki mevcut farklı beklentiler bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de genç işsizlikle mücadeleyi güçleştirmektedir. Genç işsizlik ile ilgili bütün dünyadaki kök neden ve ortak sorun artan genç nüfusa rağmen yeterince düzgün (kaliteli) iş yaratılamamasıdır. Bu yüzden birçok genç üniversite mezununun beklentileri (düzgün, insan onuruna yakışır iş v.b.) yüksek olduğu için ya çalışmak istememekte ya da düşük vasıflı işlerde istemedençalışmak zorunda kalmaktadırlar. Bu bağlamda okuldan işgücü piyasasına geçişte bir ara dönemi ifade eden ikincil işgücüolarak,alt işverenlikler gibi iş güvencesi ve korumanın düşük olduğu esnek çalışmanın olduğu sektörlerde (informel) çalışılmaktadır (Eurostat,2015).Çünkü genelde vasıfsız konumda olan genç işçiler, işletme içi eğitimden daha az yararlanmış olmaları münasebetiyle işten çıkarılmaları durumunda işletmenin kaybı yetişkin kıdemli işçilere göre daha az olmaktadır. Son giren ilk çıkar(last in firstout) prensibi gereği herhangi bir kriz anında genç işçiler öncelikle çıkarılmaktadır. Günümüz koşullarında düzgün iş bulmak artık çok kolay değildir. Hâlbuki bilindiği gibiMaslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisine göre ideal bir işte insanın tatmin olması için, sadece maddi unsurların iyi olması bileesasen yetmemektedir. Ancak bugünkü şartlarda düzgün iş kıtlığı aşırı rekabet v.bolumsuz koşullar nedeniyle de diğer gerekli olan sevgi, saygı, kendini ifade etme yeteneklerini gerçekleştirmeyev.b manevi unsurların aranmasına çoğu zaman ne yazıkki sıra dahi gelmemektedir. Artık günümüzde çok sınırlı sayıda şanslı gençler ancak belirtilen ideal manada iş imkanına sahip olabilmektedir. Nitekim Avrupa’da dagenç işsizlik oranı oldukça yüksek seyretmektedir. Bu yüzden buradakigençlerin büyük çoğunluğu geçici veya esnek biçimde olmak üzere güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalmaktadırlar (Statista-2015). Çünkü günümüz koşullarında vasıfsız gençlerin kayıtlı, düzgün işler bulması hayli zaman almakta ve işsiz kalma süreleri de uzun olmaktadır. Bunların daha ziyade yoksul ailelerden gelen, okulu erkenden terketmiş, vasıfsız gençler olup büyük oranda sosyal dışlanmaya maruz kaldıkları gözlenmektedir. Belirtilen nedenlerle büyük oranda ailelerinden devir aldıkları yoksulluk kısır döngüsünü uzun dönemde de genelde kıramamaktadırlar (ILO, 2008). Bu konuda ILO’nun genç işsizliğin çözümüne yönelik önem arz eden istihdam politikalarını dört anabaşlıkta toplandığı görülmektedir. Bunlar: a) İstihdam edilebilirlik (geçerli meslek) b) Fırsat eşitliği (kadın-erkek, fakir- zengin) c) Girişimcilik 284 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 ve ç) İstihdam yaratmadır (Erdayı, 2009).Son yıllardaki genç işsizlik sorunun tırmanışı üzerine uluslararası çalışma hayatının önde gelen işçi ve işveren örgütlerinin genç işsizlikle mücadeleye öncelik vererek başa çıkma konusunda işbirliği yapacaklarını beyan ettikleri gözlenmektedir. Bu örgütlenmelerden iki tanesi: Avrupa İş Hayatı Sosyal Ortakları (BUSINESS EUROPE; ETUC;CEEP,UEAPME) ve G-20 ülkelerinin işveren teşkilatlarının kurduğu Business 20(B20) dir. Aynı ülkelerin işçi teşkilatları ise Labour-20 (L-20) yi kurmuşlardır. Ayrıca bu süreçte bu işçi ve işveren temsilcilerinden oluşan komisyonlarca, öncelikli amaçlarının gençlere iş temini olduğubeyan edilmiştir (TİSK,2013). Aynı amaçla 2001 yılında da BM, UÇÖ (ILO) ve Dünya Bankası tarafından genç işsizliği ile etkin mücadele için örnek ülke deneyimlerini derlemek amacıyla Gençlik İstihdam Ağı (YEN) denen bir veri bankası oluşturulmuştur. Amaç, bu kanalla elde edilen veri akışı sayesinde, genç işsizlik sorununu çözmede faydalı olabilecek örnek istihdam modellerini ortaya koymaktır. Türkiye ise bu YEN in öncüsü olan dokuz ülkeden biri olarak bu faaliyetin içinde yer almıştır (Betcherman,2007;ILO,YEN) 3.1. TÜRKİYE’DE GENÇ İŞSİZLİĞİN PROFİLİ VE NEDENLERİ Türkiye, diğer gelişmekte olan ülkeler gibi ciddi boyutta yapısal nitelikte istihdam ve işsizlik sorunları yaşamaktadır. Hatta genel olarak diğer ülkelerle karşılaştırıldığında işsizlik oranı yüksek, istihdam oranı ve özellikle kadın istihdam oranı düşük ülke konumundadır. İstihdamın kalitesi açısından da yapılan karşılaştırmalar, Türkiye’deki istihdam sorununun kronik zayıf yapısına işaret etmektedir.Bu yüzdendir ki Türkiye’ deki gençlerin %50,9’dan fazlası vasıf ve tecrübe yetersizliğinden okul bittiğinde ilk etapta kayıt dışı sektörde çalışmak zorunda kalmaktadır (TÜİK-2012). Bunlar zaman içerisinde yetersizlik nedeniyle kayıtlı sektöre geçiş bile yapamamaktadır. Bu bağlamda ülkemizin istihdama ilişkin öne çıkan özellikleri tarım istihdamı, toplam istihdamın hala dörtte birinden fazladır ve tarımda ise büyük ölçüde verimsizlik söz konusudur. Bunun sonucu ücretli istihdamı düşük, ücretsiz aile işçiliği hala yaygındır. Tarım dışı işsizlik verileri daha da endişe vericidir. Nitekim Türkiye’de en yüksek işsizlik tarım dışı genç kadınlarda görülmektedir. Bu nedenlerle İŞKUR’un kırsal bölgelerdeki örgütlenmesi ve hizmetlerinin güçlendirilmesi çok önem arz etmektedir.Ayrıca işsizliği tetikleyen köyden şehre göçü önlemek için tarım sektörünün her yönden teşvik edilerek cazip hale getirilip rekabet düzeyinin artırılması gerekmektedir.Bu bağlamda kırsal alanlarda mesleki eğitimin nitelik ve niceliğinin artırılması bu 285 N. Kayhan ve K. Sagun alandaki öğrencilerin desteklenmesi, gelir getirici faaliyetlerinin çeşitlendirilmesi, organik tarım, kırsal turizm, modern hayvancılık, su ürünleri yetiştiriciliği, meyve, sebze ve kesme çiçek üretimi, ürün pazarlama ve işleme gibi yüksek katma değer oluşturan faaliyetlerin ve üretici örgütlerinin desteklenmesi ile kırsal kesim gençlerine yeni iş fırsatları sağlanması önem arz etmektedir (İŞKUR,2011). Göç eden kişilere yönelik olarak temel yaşam becerileri, kent yaşamına adaptasyon/entegrasyon konulu pilot uygulamalar yaygınlaştırılmalıdır. Gençlerin, yaygın mesleki eğitim ve iş fırsatları bakımından ilgili yerel resmi ve sivil kuruluşlar tarafından sürekli bilgilendirilme ihtiyaçları bulunmaktadır. Gelinen süreçte, Türkiye ‘de genel işsizlik oranı 2015 yılı itibariyle %10,5 dir. Gelinen süreçte ülkedeki işsizlik oranı son dört yıldır tek haneli iken,tekrar çift haneye çıkmış bulunmaktadır. Öte yandanülkemizde gençler arasında işsizlik oranı yetişkinlere oranla bütün dünyada olduğu gibi genelde iki kat daha yüksek düzeydedir. Son yıllarda Türkiye de G. İşsizlik oranıkısmen düzelme eğiliminde olup 2015’ de,2014 yılına göre düşmüştür. Nitekim 2014 yılında % 19,1 olan genç işsizlik oranı, 2015’te %18,5 gerilemiştir (Tablo:2). Tablo2: Türkiye Mevsim Etkilerinden Arındırılmamış Temel İşgücü Göstergeleri Eylül 2014 - 2015 Kaynak :TÜİK 2014-2015 verileri Türkiye de tarım dışı genç işsizlik oranı;yaklaşık %22,4 olup daha yüksektir(TÜİK HİA Ekim-2015). Diğer yandan, 2015 yılı TÜİK Adrese Dayalı 286 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre, Türkiye de ortalama yaşdüzeyi 31’dir. Mevcut nüfus profili ilehalen Türkiye yoğun bir genç nüfusa sahip olduğundan diğer ülkelere göre, genç işsizlik sorunlarını çok daha ağır yaşamaktadır. Nitekim Türkiye deki genç işsizliği, Tablo- 3 de görüldüğü gibi OECD ortalamalarından daha yüksektir (Tablo:3). Tablo 3: OECDÜlkeleri 15 – 24 Yaş Genç İşsizliği Oranları(%) Ülke AB Ortalaması ABD Almanya Avustralya Avusturya Belçika Birleşik Krallık Brezilya Endonezya Fransa Hollanda İsveç İtalya Japonya Kanada Kore Meksika Norveç OECD Ortalaması Portekiz Şili Türkiye 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 15,9 15,9 20,3 21,4 21,7 23,3 23,7 22,2 10,5 11,7 9,4 9,4 18,8 12,8 10,4 8,8 8,5 18,0 17,6 11,0 11,5 10,7 21,9 18,4 9,7 11,6 9,5 22,4 17,3 8,5 11,4 8,9 18,7 16,2 8,0 11,7 9,4 19,8 15,5 7,8 12,2 9,7 23,7 13,4 7,8 13,3 10,3 23,2 14,2 14,1 19,0 19,5 20,2 21,2 21,1 16,3 16,8 25,1 19,1 7,0 19,2 20,4 7,7 11,2 8,8 6,7 7,3 15,5 23,3 18,6 6,4 20,2 21,2 7,2 11,6 9,3 7,0 7,5 17,8 22,2 23,2 7,7 24,9 25,3 9,1 15,3 9,8 10,0 9,2 21,4 22,9 8,7 24,8 27,9 9,2 14,9 9,8 9,3 9,3 15,3 22,8 22,1 7,7 22,8 29,2 8,0 14,3 9,6 9,8 8,6 14,6 19,6 23,9 9,5 23,7 35,3 7,9 14,4 9,0 9,3 8,6 15,0 21,6 23,9 11,0 23,6 40,0 6,9 13,7 9,3 9,2 9,2 .. .. 23,2 12,7 22,9 42,7 6,3 13,5 10,0 9,6 7,8 12,0 12,7 16,7 16,7 16,2 16,3 16,2 15,0 16,7 14,4 17,8 20,0 16,7 14,0 19,7 20,5 20,3 18,5 22,6 25,3 22,8 16,9 18,6 21,7 30,3 15,2 17,5 18,4 37,9 14,8 16,3 17,5 38,1 13,8 16,1 18,7 34,8 13,7 16,5 17,9 .. Kaynak: EUROSTAT; OECD-2015 Ülkemizdeki genç işsizliğin en önde gelen nedenlerini özetlemek gerekirse:Her yıl artan nüfus ve genç işgücü arzına karşılık yeterli istihdam imkanlarının üretilememesi, sık yaşanan krizler, enflasyon, siyasi istikrarsızlık ve terör nedeniyle işyerlerinin kapanması veya çalışanların işten çıkarılması, köyden kente göçler, mülteci akını, tarımın makineleşmesi sonucu her yıl ortaya çıkan gizli ve sürekli işsizlik, açık işlerin ise yeni kuşakların iş beklentisine uymaması, 287 N. Kayhan ve K. Sagun neoliberalizm anlayışlı yatırım ortamının büyüme hızına ve istihdama olumlu yansımaması, dış ülkelerdeki istihdam imkanlarındaki azalma, yurda kesin dönüş yapan işçi sayısındaki artış, sanayideki makineleşme eğilimi, kar merkezli hareket eden sermayenin uzun vadeli ihracat merkezli üretim yerine inşaat ve ithalat gibi risksiz rant merkezli genelde istihdam dostu olmayan alanlara yatırım yapması gibi unsurlar karşımıza çıkmaktadır. Nitekim son yıllarda imalat sanayiningerilemesiyle birlikte mevcut “işlerin kalitesi” de atipik çalışma biçimlerinin artmasına paralel olarak gerilemektedir. TÜİK verileri 2012’den bu yana sanayide istihdam kayıplarının 100 bin kişiye ulaştığını; “yeni” istihdamın çoğunlukla “eğitim”,“güvenlik”, “konaklama ve yiyecek” ve “perakende ticaret” gibi hizmet sektörlerinde ve geçici nitelikli işlerde olduğunu göstermektedir. Diğer yandan ülkemize dair eğitim kalitesinin OECD, PISA göstergelerine göre hem düşük düzeyde, hem de iş piyasasına uygun olmayışı vb. hususlar dikkat çekmektedir. Okul öncesi eğitimdeki okullaşma ise yine düşük düzeydedir. Yetenekleri ortaya çıkarma ve geliştirmeye yönelik rehberlik hizmetleri yetersiz durumdadır. Türkiye’ye ilişkin belirtilenlerin dışındaki G. İşsizliğinin diğer önemli uluslararası boyutlu nedenleri ise; küreselleşme, teknolojik değişim, işgücü piyasalarında bölünme, a tipik istihdam biçimlerinin yaygınlaşması gibi kavramların birlikte dikkate alınması önem arz etmektedir (Kayhan,2007;TİSK, 2013). Makro plandaki sorunlardan orta gelir tuzağına yakalanmış olan iç tasarrufların milli gelire oranı Türkiye’de yüzde 14 dolayındayken, gelişmiş ülkelerin çoğunda %17’nin üzerinde seyretmektedir. Büyümeyi finanse edecek iç tasarrufun düşüklüğü dış piyasalardan sıcak para aranmasını gerektirmektedir. Günümüzde istihdam yaratan imalat sanayi yatırımı, hem düşük olup, hem de içeriğinde yüksek teknoloji sektörlerin payı% 2-3 düzeyindedir. Gelişmiş ekonomilerde ise bu oran çift haneli rakamlarda seyretmektedir. Mevcut istatistik göstergelerine göre ülke çalışanların neredeyse % 40’nın kayıt dışı olduğu ve kayıt içinde çalışanların ise yarıya yakının asgari ücretten gösterildiği bir ekonomi görünümündedir. Bu yapısal sorunlar ise Türkiye’nin orta gelir grubundan daha üst gelir grubuna çıkmasını halen güçleştirmektedir (http://www.odd.org.tr/ web_2837_1). Ayrıca G. İşsizliksorunun boyutlarını doğru tespit noktasında da sıkıntılar bulunmaktadır. Örneğin; Birleşmiş Milletlerin (BM) standart tanımına göre gençlik, 15-24 arasındaki yaş grubunu kapsamaktadır. Fakat günümüzde y.lisans vb. eğitim süresinin uzaması gibi nedenlerle giderek artan sayıda gencin işgücü 288 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 piyasasına girişi 25 yaşından sonrasına ertelendiği göz önünde bulundurulduğunda, 15-24 yaş aralığının işgücü piyasasına girme yaşı olarak belirlenen istatistiksel tanımının geçerliliğinin kaybolmasına yol açtığı gözlenmektedir. Bu konuda küresel çapta kıyaslamayı kolaylaştıracak ortak gerçekçi kıstasların kullanılmasında ihtiyaç bulunmaktadır. Sorunun doğru tespiti açısından dikkat çeken bir husus, Türkiye deki G. İşsizlik oranı eğitim düzeyine göre incelendiğinde: En fazla işsizlik oranı batıdaki durumun tersine %28,5 ile üniversite mezunu, 2.sırada %19,8 ile genel lise mezunları en son sırada ise %2,5 ile ilkokul mezunları gelmektedir (TÜİK-2012). Aynı konudaki, 2013 TÜİK verilerine göre: Bu tablonun son yıllarda biraz değişmekte olduğu ve 2013 yılının en yüksek genç işsizlik oranını %29,2 ile yükseköğretim mezunlarının bilahare %21,9 genel lise mezunlarında olduğu bunu sırası ile %18,6 meslek lisesi mezunlarının %15,5, ilkokul mezunu olanların %10,9ve en düşük oranın ise %10.3 ile okur-yazar olmayanların teşkil ettiği gözlenmektedir (Tablo: 4) Tablo4:Türkiye’de Cinsiyet Bazında, Eğitim Düzeylerine Göre Genç İşsizlik Oranları (% ) Eğitim Durumu Okuma-Yazma Bilmeyen Okuma Yazma Bilen Fakat Bir Okul Bitirmeyen İlkokul Ortaokul veya Dengi Meslek Okul Genel Lise Lise Dengi Meslek Okul Yüksek Okul veya Fakülte İlköğretim Toplam Kadın 5.9 Erkek 18.3 Toplam 10.3 9.7 19.0 15.5 9.2 13.7 11.7 15.8 10.9 15.1 26.2 25.1 19.1 14.9 21.9 18.6 34.2 23.4 29.2 15.3 21.9 15.6 17.0 15.5 18.7 Kaynak: TÜİK-2013, Eğitim Düzeyine göre Genç İşsizlik Oranları Bu konuda batı ile ayrışan bir özelliğimiz bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerde eğitim düzeyi yükseldikçe işsizlik oranı düşerken bizde bu trend farklı seyretmektedir. Bir başka deyişle Türkiye’de ilköğretim ve lise öncesi okul 289 N. Kayhan ve K. Sagun eğitimini tamamlamış olan 20-29 yaş aralığındaki gençlerin, lise ve yükseköğrenimmezunlarına göre işsiz kalma eğilimi daha düşüktür (YeniTürk, 2007). Bunun nedeni ise; okuldan henüz mezun olmuş yeni iş arayanların deneyimsizlikleri, uygun iş bulmalarının süre alması, lise mezunlarının vasıfsız olması, üniversiteden yeni mezun olanların ücret beklentilerinin yüksek olması gibi faktörlere bağlanmaktadır.Genelde Türkiye’ deyoksul işsiz gençlerin, inşaat, turizm, tekstil ve tarım gibi geçici işlerde ya da kayıt dışı sektörde iş bulabildikleri gözlenmektedir. O yüzden ilköğretimden itibaren iyi bir rehberlik sistemi ile çocukların yeteneklerini keşfedip o doğrultuda mesleki eğitim almalarının sağlanması, gençlerin hem vasıf hem iş bulma sorunlarını kolaylaştıracak hem de kişi sevdiği işi yapacağı için iş tatmini sorunu çözülmüş olacaktır. Çünkü iş piyasasında geçerli bir mesleğe sahip olup alanında çok iyi olan nitelikli bir gencin, işsiz kalma riski çok düşük olmaktadır. Diğer önemli bir konu ise işgücü arzı ile talebin vb. Beklentilerin buluşmaması sorunudur. Bunun en büyük nedeni;Türkiye’de mesleki eğitime yönelik toplumsal ilgi ve algı halen çok zayıf ve düşüktür. Bu durumun ıslahı için, tanıtımın yanında, mezunlar açısından ara işgücü olarak çalışmak cazip hale getirilmelidir. Ayrıca çalışırken de modüler yaklaşımla gençlerin kendini yenileme isteği olması halinde dört yıllık yükseköğrenime geçiş imkanları verilmelidir. Batıda olduğu gibi meslek okullarında, kaliteyi yükseltmek için her türlü önlem(güncel teknolojik donanım ve kaliteli öğretim kadrosu,üniversite ve sanayi ile işbirliği, öğrenci alımında puanın yanında yetenek testi aramak, çalışma ve eğitim şartlarını iyileştirmek vb.) alınmalıdır. Meslek okullarının, orta eğitim genelindeki ağırlığının yanında, eğitim programları ve teknik donanımlarının modüler yaklaşımla geleceğin meslekleri veiş piyasası beklentilerine göre sıkyapılandırılması gerekmektedir. Bu sayede meslek okul mezunlarının artık iş arayan değil de, aranan kalifiye işgücü düzeyinde yetişmeleri mümkün olacaktır. Genel ve genç işsizlikle mücadelede son yıllarda İşKur’un sorunu ve engelleri tespit etmek ve ortadan kaldırmaya yönelik veri toplamak üzere yerel düzeyde iş piyasası araştırmalarını artırması önemli bir gelişmedir. Yine aynı amaçlı TÜİK’ in HİA sonuçlarını yıllık olarak açıklaması işsizlikle mücadelede önemli bir adım olarak kabul edilmesi gerekir. Çünkü sorunla ilgili yeterli veri toplamadan yürütülecek stratejilerin başarısız olacağı açıktır. Ülkedeki gençlerin işgücüne katılmama nedenlerine ilişkin araştırma sonuçlarına göre: Genç kadınların 290 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 İşgücüne katılma oranının düşüklüğü, yüksek öğretimde okullaşmanın yüksekliği kalitenin düşüklüğü, ev işlerinde çalışma, küskünler, meslek eğitiminin beğenilmeyişi vb. hususlar ön plana çıkmaktadır. Benzeri nedenlerle 15-24 yaş arası ne okulda ne işte olan NEET grubuna giren gençlerin oranı ise halen (%25) olup geçmişe göre azalma eğilimindedir. Ancak azalma eğilimine rağmen, Türkiye deki NEET oranı diğer OECD ve AB ülkelerine göre yaklaşık %10 puan daha yüksekte kaldığı gözlenmektedir. Bu gibi NEET grubundaki gençlerin atıl kalmalarının kök nedenlerinin belirlenip çözüm üretilmesi genç işsizlik ile mücadelede büyük önem arz etmektedir (OECD,2015). Bu amaçla bugün TÜİK ve İŞKUR tarafından iş piyasasının, iş gücünden aradığı vasıflar ile açık işlere yönelik güncel nitelikte araştırmaveri sonuçları yayınlanmaktadır (İŞKUR,2016). Yine İŞKUR un, son yıllarda aktif istihdam hizmetleri (AİP) sayesinde artan oranda işe yerleştirme faaliyetlerinden alınan sonuçlar, AİP’nin önemini ortaya koymaktadır (Alabaş Demir,2016). Belirtilen çerçevede değişen iş piyasası şartlarına göre her konumdaki işsiz genci, iş sahibi yapmak amaçlı meslek eğitimi, iş bulmak, girişimci yapmak noktasında, İŞKURUN, araştırma, rehberlik, eğitim, fırsat ve teşvik vermeye yönelik çalışmaları yoğun olarak devam etmektedir. Bu çerçevede, İŞKUR’ un düzenlediği AİP ile 2014-2015 yıllarına ilişkin, iş piyasasında ihtiyaç duyulan kilit personelin, iş başı eğitim ve mesleki eğitim kursları ile sırasıyla 2014 yılında %60 ve 2015 yılında ise %73 oranında karşılanmak suretiyle, hayli olumlu sonuçlar alındığı gözlenmektedir (Aslan,2015). Gençlerin, sermayenin güdümünde yayın yapan medyanın da etkisiyle günümüz refah toplumu koşullarında üretmeden tüketmek vb. sorumluluktan uzak anlayışla genelde sosyalleştikleri gözlenmektedir. Bu gibidisiplin, motivasyon sorunlu ve vasıfsız gençleri hayata hazırlamak, kişisel becerilerini geliştirmek bakımından,sosyal sorumluluk projelerinde rol almalarının teşvik edilmesi önem arz etmektedir. Çünkü günümüzde hızlı değişen çalışma koşulları nedeniyle kendi alanında uzman olmanın yanında, bilgiye ulaşabilen, bilişim teknolojilerini kullanabilen, en az bir yabancı dile hakim, temel muhasebe bilgisi olan değişime ve öğrenmeye açık, analitik düşünen,çözüm odaklı bireylerin yetiştirilmesi gerekmektedir. Nitekim AB’ de benzeri amaçla planlanan, gönüllü faaliyetlere katılan gençleri teşvik için, bu gibi aktivitelerden edindikleri, tecrübe ve beceriyi gösteren bir sertifika verilmektedir. Youthpass denen bu sertifikanın niteliğini kısaca açıklamak gerekirse; AB’nin Gençlik Programı (YIA) kapsamındaki yaygın öğrenimin tanınması ve belgelendirilmesini geliştirmek 291 N. Kayhan ve K. Sagun amacıyla verilen, AB nezdinde geçerliliği olan ve işe girişlerde prestiji olan bir eğitim sertifikasıdır(https:// www.youthpass. eu/ tr/ youthpass/). İş Kurun G. İşsizlikle mücadelede başvurulan AB kaynaklı AİP’den daha etkin olarak sonuç almak bakımından Türkiye’ ye özgü şartların dikkate alarak uygulanmasında fayda görülmektedir. Çünkü AİP’ninseçim ve icrasında, kentleşmenin tamamlandığı, kayıt dışının büyük ölçüde önlendiği, eğitim düzeyinin kısmen yüksek olduğu ve işsizlik sigortası, pasif istihdam politikalarının daha kaliteli durumdaki sosyal yardım, ahlaki,sosyal ve ekonomik yapıları farklı AB ülkeleriyle benzeri koşulları taşımayan Türkiye’nin kendine özgü durumunun gözardı edilmemesi gerekir (Uyanık; Bedir, 2006). Çünkü bu manada günümüzde kısa süreli sübvansiyonlarla sürdürülen AİP’nin etkinliğinin her ne kadar başarılı yönleri varsa da, eleştirilen yönleri de bulunmaktadır. Bunlar: Gençlere geçici sübvansiyonlarla bulunan işler düzgün uzun vadeli iş niteliğinde olmadığı gibi, istihdama ek katkıda sağlayamamaktadır. Çünkü çeşitli teşvikler nedeniyle işverenler yaşlı işçilerden kurtulup genç işçiyi tercih etme eğilimine girmekte, bu durumda ise işsizliğin hacmi değil de profilideğişebilmektedir (Dertli,2007). Sürdürebilirliği güç görünen sübvansiyonlarla genç işsizliği çözme yöntemleri ülkelerin zenginliği ile endeksli yakın denetime muhtaç palyatif bir yöntem olup ikincil derecede öneme haiz bir destekleme politikası olarak ancak değerlendirilebilir. Ayrıca günümüzde maliyeti yüksek olan sübvansiyonların kaldırılması halinde, bunun devlete karşı ciddi bir baskı unsuru olarak kullanılma ihtimalinin yüksek olacağı savunulmaktadır (Gündoğan,1999;Kayalı,2015). Belirtilen çerçevede G. İşsizliğine yönelik stratejilerin belirlenmesi ve uygulanmasında etkinlik için ülkenin konu ile alakalı başta devlet, işçi ve işveren olmak üzere tüm resmi ve sivil kuruluşların eş güdümlü olarak hareket etmesi beklenmektedir. Diğer yandan kriz, durgunluk, terör vb. makro plandaki nedenlerin çözümünde küresel düzeyde de çaba harcamak önem arz etmektedir. Örneğin ülkenin ek bir sorunu olarak günümüz koşullarında ülkemizde zaten mevcut artmakta olan vasıfsız genç işsiz sayısının iş ihtiyacı karşılanmazken birde küçümsenmeyecek sayıdaki Suriyeli mültecilere çalışma hakkının tanınması başka bir handikap olarak kısa vadede G.İ. sorunun çözümünü daha da güçleştirmektedir. Belirtilen nedenlerlesorun ile ilgili olarak G-20 zirvesinin, dünyanın en gelişmiş 20 ülkesinin Devlet ve Hükümet Başkanlarının imzasını taşıyan deklarasyonunda, küresel nitelik arz eden G.İşsizlik sorununa özellikle atıfta bulunularak küresel çapta işsizlikle mücadelede, özellikle gençlere yeni iş imkânları yaratılması konusunda ortak çaba sarf edilmesi gerekliliği vurgulanmıştır. Türkiye de, halen, 292 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 küresel ve yerel iş çevrelerinin bir araya geldiği G-20’nin açılım gruplarından olan Labour-20 de, etkin bir rol üstlenmiş durumdadır. Genç istihdam sorununu merkeze alan bu platformlarda ülkemizin etkin rol alması, ülkemizin genç istihdam sorunun çözümüne ivme kazandıracağı beklenmektedir (Karagöl,2016). 4. GENÇ İŞSİZLİĞİN MALİYETİ Genç işsizlik konusunda insanın insanca yaşaması için sosyal devletin öngördüğü isteme haklarından olan çalışma hakkı yaşamsal öneme haizdir. Bu bağlamda işsizliğin maliyeti çok ağır kayıplara neden olması bakımından insan yaşam kalitesi ile doğrudan alakalı bir olgudur.O yüzdendir ki dezavantajlı gruba giren işsiz gençlerin düzgün bir işe sahip olma hakkı, kişinin diğer temel haklarını insana yakışır kalitede kullanması bakımından da hayati önem taşımaktadır. Nitekim bu manada çalışma hakkı sadece İnsan Hakları Bildirgesi gibi uluslararası belgelerde, Anayasamızda yer almamaktadır (AY.Md.46). Fiiliyatta insanlık tarihi boyunca mevcut olan çalışma hakkı bizim ulusal kültürümüzde de uzun zamandan beri önemsenmekte, dillendirilip yaşatılmaktadır. Bu paralelde kültürel kodlarımızda hep yer almış olan çalışma hakkının önemini teyit için “işsizliğin yol açtığı fakirliğin insanı küfre (isyana) götüreceğini”, “Devleti yaşatmak için önce insanı yaşatmak gerektiği” gibi konuya ilişkin çok anlamlı mesajlar içeren değer yargılarımız bulunmaktadır. Bütün bu ve benzeri ifadelerin varlığı dabize, insanlık tarihinden beri mal ve hizmet üretmeye ilişkin “altın bilezik” denen bir meslek sahibi ve üretici konumda olmanın insanın en doğal hak ve görevi anlayışıyla önemsenerek Türk-İslam kültürünce de hep takdir ve teşvik edildiğini göstermektedir. Diğer yandan günümüzde, çok az gerçek payı olsa da, işsizliğin çok kötü bir şey olmadığını iddia eden, hatta insanı daha verimli ve donanımlı yapacağını ifade eden görüşlerde bulunmaktadır. Ancak işsizlik sorununa biraz empati ile bakıldığında, gerçeğin hiçte iddia edildiği gibi süper olumlu sonuçlara gebe olmadığı hatta işsizliğin genelde bütün kötülüklerin anası olduğu gözlenmektedir. Ayrıca işsizliğin bedelinin sadece fakirlik olmadığı, işsizliğin birey ve toplum için maddi ve manevi birçok ağır sonuçları olduğu görülmektedir. Bu yüzden yaşamsal sosyal hak niteliğinde olan çalışma hakkınınicrası sorunu sadece insanların insafına bırakılmamış, devlete görev olarak da verilmiştir. Çünkü geleceğin teminatı olan gençlerin işsizlik nedeniyle yeteneklerini kullanamaması, özgüvenlerinin yıkılması, yoksulluk ile eğitim sisteminde ki bozukluklar hem genç, hem ülke için maddi ve manevi bakımdan ciddi risk ve yıkım anlamına gelmektedir( Akgeyik, 2000). Ayrıca bu manada gençlerin çalışmaması kadar 293 N. Kayhan ve K. Sagun düzgün olmayan koşullarda çalışması da benzeri bir risk durumu olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda işgücünün iş kaybına ilişkin bir nebze güvencesini sağlayan, iş güvencesi, kıdem tazminatı işsizlik sigortası, ihbar, kötü niyet tazminatı vb. sigorta ve tazminat sistemleri (işsizlik yardımları ve işten çıkarma tazminatı) bulunmaktadır. Bu gibi, işçiyi işsizlikten, iş kaybından kaynaklanan risklere karşı koruyucu tüm yasal düzenlemeler, pasif istihdam tedbirleri (PİP ) niteliğindedir. Günümüzde çok başvurulan PİP ve AİP gibi bugün başta ÇSGB nezdinde G. İşsizleri destek amaçlıyürütülen hizmetlerden hedeflenen sonucu almak bakımındanönem arz etmektedir. Bunun içindeILO’nun öngördüğü gibibu politikaların etkinliğinin sık ölçülüp değerlendirilmesi gerekir. Belirtildiği gibi iş sahibi olmak, sadece maddi ihtiyaçların giderilmesi ile değil evlenme vs. diğer insani sosyal ihtiyaçlarının karşılanmasında da önem arz etmektedir. O yüzdendir ki genç işsizliğin hem katkı, hem kayıp boyutu olan işsiz kişiye ve topluma olan maliyetini ölçmek çok da basit gözükmemektedir. İşsizlik gelirden mahrum olmanın yanında beklenmedik travmalara yol açması bakımından, sağlık başta olmak üzere diğer birçok tahmin edilmedik kayıplara da neden olabilmektedir. Örneğin özellikle geleneksel toplumlarda daha çok görüldüğü gibi, uygun bir eş seçiminde dahi düzgün bir iş sahibi olmak anahtar rol oynamaktadır. Diğer yandan bugünkü şartlarda, işsiz bir genç eskiye oranla her yönden aileye daha bağımlı yaşamakta, bu durum ise işsiz gencin psikolojisini bozmakta kendine olan saygısını ve güvenini ciddi oranda sarsmakta, sosyalleşmesini baltalamaktadır. Ayrıca, konuya ilişkin araştırmalar genelde göstermektedir ki; işsiz bir gencin şiddet ve suça karışma ihtimali daha yüksektir (Gündoğan,1999; Kayhan,2015). Genç işsizliğinin bir başka olumsuz sonucu da,ülke için ciddi bir kayıp niteliğindeki beyin göçüne sebep olmasıdır. Bu nedenle uzun süre işsiz kalan gencin depresyon madde bağımlılığı vb. psikolojik hastalıklara maruz kalabilmesidir. Bu gibi risklerin ise bedeli birey,aile ve toplum için ciddi kayıplar demektir. Diğer yandan, şiddet içeren yasa dışı toplumsal olayların temelinde artan işsizlik, gelir dağılımı çarpıklığı yoksulluk,ekonomik ve sosyal sorunların yer alması da dikkat çekicidir. Çünkü işsizlik, genci bir yandan içinde bulunduğu topluma ve ailesine yabancılaştırırken diğer yandan kayıt dışı sektöre veya yasa dışı örgütlere işgücü (taze kan) taşınmasına neden olmaktadır. Sonuçta; işsiz genç, her yönden adeta saatli bombaya dönüşme potansiyelindedir (Pazarlıoğlu; Turgutlu 2007). Bu konuya küresel düzeyde örnek olarak yakın zamanda tanık olunan gençlerin aktör olarak çeşitli rollerde yer aldığı birçok çarpıcı şiddet olayları verilebilir. Fransa ve İngiltere’ de cereyan eden Afrikalı gençlerin şiddet gösterileri, İstanbul’da başlayan gezi parkı olayları, Diyarbakır’dakiKobaniolayları 294 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 ve Tunus devrimivb.aile içi sokak ve terör şeklinde birçok çeşitli nitelikte şiddet olaylarıverilebilir. Gerçekten bu gibi şiddet olaylarına malzemeolanların genelde, işsiz gençler, üniversite ve lise öğrencileri olması dikkat çekicidir (Kayalı,2015, Kayhan,2015). Son olarak vurgulamak gerekirse işsizlerin çok olmasının bedelini sadece işsizler ödememekte, bu yoksunluk bir işte çalışanların başta vasıfsız gençler olmak üzere ücret iş güvencesi olmak üzere sosyal haklarının erozyonuna neden olmaktadır. Doğal olarak işsizliğin yoğunluğu,genelde kar peşinde olan işverenlerin lehine bir ortam olup, işgücü ikamesi anlamında elini güçlü kılmaktadır. Belirtilenler çerçevesinde anlaşılacağı gibi işsizliğin maliyeti çok boyutlu olup ölçülemeyecek kadar yüksektir. Çözüm için, sosyal devlet merkezli eşitsizlikleri giderecek nitelikte paylaşmacı adil politikalar izlenmesi gerekmektedir. Bu konugenç işsizlerle ilgili ülkemize ilişkin bir sorun olarak nitelikli genç işsizlerin beyin göçünü önlemek açısından da büyük önem arz etmektedir. Burada Edebali‘nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü hatırlamakta fayda bulunmaktadır. Kısacası, gençleri topluma kazandırmak ve sosyal barış için, öncelikle onları iş sahibi yapmak adına devlet ve toplumun (STK) elinden gelen çabayı göstermesi kaçınılmaz gözükmektedir (Kayhan,2009). 5. SONUÇ VE ÖNERİLER Günümüzde bütün dünya da yüksek oranlarda seyreden genç işsizlik (G.İ.) sadece gelişmekte olan ülkelerin değil aynı zamanda gelişmiş ülkelerinde başa çıkmaya çalıştığı sosyal ve ekonomikbir sorundur. Ancak bu sorunun Türkiye gibi gelişmekte olan ülke ve bölgelerdeki maliyet ve tahribatının daha fazla olduğu gözlenmektedir. Sorunun nedenlerinden önde geleni işgücü arzının talepten fazla olmasıdır.Nitekim Türkiye’ de her yıl yaklaşık işgücüne, yeni 1,100-1,400 bin genç kişi katılmaktadır (TÜİK,2015). İşsizlikle mücadelede başarı için her yıl bu rakamın üzerinde yeni istihdam artışının temini gerekmektedir.Ayrıca TÜİK’ e göre ülkemiz nüfusunun yaklaşık %50 ’si 30 yaşın altındadır. Ülke kalkınması için, bu genç ağırlıklı olan nüfus yapısı aslında hem bir fırsat hem de risk olabilecek potansiyeldedir. Özellikle içinde bulunduğumuz bilişim çağının gerektirdiği işgücünün yetiştirilebilmesi açısından bir avantaj olan “ genç nüfus fırsatı ” lokomotif güç olarak algılanıp değerlendirilmesi gerekir.Genç işsizlikle mücadelede başarı için izlenecek stratejinin özeti:Kamu ve özel ilgili kuruluşlarca makro ve mikro düzeyde ihtiyaca göre eşgüdümlü olarak belirlenecek politikaların izlenip ve uygulanmasınıgerektirmektedir. 295 N. Kayhan ve K. Sagun Başarı içingenç işsizlikle mücadelede öncelikle sorunun kök neden ve boyutlarının doğru tespiti önem arz etmektedir.Bu bağlamda bakıldığında global sorun olan genç işsizliğinin en büyük nedeni, insanı göz ardı edenneoliberalizmin salt kar amaçlı politikalarıdır. Gerçektendünya da kontrolsüz güç konumundaki uluslararası sermayenin istihdam dostu olmayan yatırım anlayışı sonucu, işsizlik artmakta, gelir dağılımı, sosyal barış, istikrar ve adalet düzeninin sarsıldığı gözlenmektedir. Bu süreçte sosyal devlet anlayışının zayıflaması, aşırı rekabetin de tesiriyle sermaye karşısındaki emeğin sosyal haklarının hızlagerilediği gözlenmektedir. 1980’den sonra ihracatla büyüme yolunuseçen Türkiye de benzer sorunları yaşamaktadır. Özellikle üretim üssü konumuna gelenÇin merkezli dünyadaki aşırı rekabet koşullarınedeniyle ülkedeki işverenlerde ayakta kalmak, karlarını korumak, maliyetleri düşürmek ve verimliliği artırmak için ilave istihdam yerine işçilik giderlerini oldukça düşük tutmayı tercih etmektedirler. Bu süreçte;temel yasal zorunluluk olmayan sosyal haklar artık göz ardı edilmektedir. Söz konusu olumsuz küreselleşme koşullarından iseen fazla etkilenendezavantajlı nüfus grubu gençler olmaktadır. Bu süreçte gençlerin sorunu sadece düzgüniş bulmadaki güçlük olmamaktadır.Ayrıca bu yaş grubununimkânsızlıktan, insan onuruna yakışmayacak geçici istihdam, düşük ücret, iş doyumu olmaksızın, güvencesiz çalışma ve cinsiyet vb. ayrımcılık gibi kalitesiz iş ortamında istihdamları da ILO normlarına aykırıdır. Onların bu gibi sosyal haklardan yoksun olarak çalışmalarını da genç istihdam sorunu kapsamındadeğerlendirmek gerekir. Çünkü belirtilen olumsuz koşullarda gençliğini tüketen bir neslin geleceğinin de hüsran (kayıp nesil) olması kaçınılmazdır. Bu bağlamda buzdağı misali, karmaşık nitelik arz eden genç işsizlik sorununun çözümü için öncelikle nedenleriniortaya koymak gerekir. Bu durumda karşımıza birçok ekonomik ve sosyal nitelikli sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan iş imkanı yaratmaya yönelik makro nitelikte çözümler genç işsizlik ile mücadelede en etkin yöntem olarak değerlendirilmektedir. Hedef ise, yeni iş yaratma potansiyelinin artırılması konusunda, kısmen de küresel kaynaklı sorunları çözmeyi gerektirmektedir. Bunun için; İş piyasası aktörlerinden resmi ve özel (arabulucu kurumlar, işçi ve işveren sendikaları, özel istihdam büroları, kariyer merkezleri vb.) ve mesleki eğitim veren kuruluşların işbirliği içerisinde hareket etmeleri önem arz etmektedir. Ekonomik büyümeyi sadece rakamsal olarak değil, istihdamı artıracak nitelikte düşünmek gerekir. Ayrıca istihdamın ülke kalkınmasına katkısını sağlamak için, sadece ekonomik değil sosyal ihtiyaçları karşılayacak vasıf ve kalitedebeşeri sermayenin planlanıp yetiştirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.Bunun için neoliberal politikalardan ziyade, devletin öncülüğündeki istihdam dostu politikalar, ancak 296 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 genç işsizlik sorunun çözümünde ihtiyaca cevap verebilir. Aynı şekilde başta Devlet, olmak üzere iş piyasasıaktörlerinin, eşgüdümlü olarak AB standartlarında dengeli bir asgari ücret belirlemesi, kariyer fırsatları imkanı, sendikacılık vb. sosyal hakların hayata geçirilmesi gençlerin iş piyasasına girişini teşvik edecektir. Ayrıca makro sorunlardan, büyümenin düşük istihdam yaratmasının suçlusu olarak küresel sermaye ve otomasyonu suçlamak yerine, bir çıkış yolu olarak finansal sermayenin küresel kazancı üzerinden genç işsizlik ve yoksullukla mücadele için küresel kaynak bulma yoluna gidilebilir.Nitekim halen orta gelir tuzağına yakalanmış olan Türkiye de iç tasarrufların düşüklüğü nedeniyle istihdam için önem arz eden büyümeyi finanse için dış piyasalardan sürekli sıcak para aranmaktadır. Diğer yandan ülkemizde imalat sanayi yatırımı, hem düşük olup, hem de içeriğinde yüksek teknolojinin payı yüzde 2-3 düzeyindedir. Ayrıca ülkemiz çalışanlarının neredeyse yüzde 33’nün kayıt dışı olduğu ve kayıt içinde çalışanların ise yarıya yakının asgari ücretten gösterildiği bir güçsüz ekonomi görünümündedir. Belirtilen nedenlerle Türkiye’nin orta gelir grubundan daha üst gelir grubuna çıkması, eşitsizliklerin giderilmesi içinadı geçenmaruz kaldığı makro plandaki yapısal sorunlarının öncelikle çözülmesi gerekmektedir. G.İ ile başa çıkmak içinmikro planda Aktif İ.P. çerçevesinde mesleki eğitim alan gençlerin aldıkları eğitim doğrultusunda pratik bilgilerini artırıcı kaliteli staj eğitimlerinden sonra, düzgün iş sahibi olmaları sağlanmalıdır. Aynı şekilde özel istihdam büroları, gençlere düzgün iş bulmanın yanında onlararehberlik hizmetleri de sunarak ücret ve kariyer hedeflerine ulaşmalarında yol gösterici olmalıdırlar. Batıda sık başvurulan,güvenceli esneklik istihdam biçimlerinden, Türkiye daha fazla yararlanabilir. Kadınların istihdama katılımını yükseltmek için, kaliteli eğitim, düzgün iş imkanı ve esnek çalışmanın yanında kadın çalıştıran işyerlerinin teşviki büyük önem arz etmektedir. Köyden şehre göçü önlemek adına, kırsal kalkınma aktivitelerinin asla göz ardı edilmemesi gerekir. Devlet gençlerin ilk planda düzgün iş kıtlığı nedeniyle çalışmak zorunda kaldıkları kayıt dışı sektörleetkin mücadelenin yanında, yeşil iş imkanı üretmenin yolları aranmalıdır. Günümüzde bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de nüfus hızla yaşlandığından G-20 sonuç bildirgesinde dile getirilen yaşlı nüfusa yönelik potansiyel işimkanı yüksek olan “gümüş ekonomi” diye adlandırılan bir sektör yükselmektedir. Bu gibi yeni artan birtrend arz eden, sağlık sektörü vb. iş alanlarına yönelik alanlarda beşeri sermaye yetiştirmek her bakımından genç işsizlikle mücadelede güncel bir strateji olarak uygulanabilir (Karagöl,2016). Bize göre makro düzeyde G. işsizliğin ana çözüm yolu ise, Türkiye’nin ihracat merkezli AR-Ge’ ye yeterince önem verip ileri teknoloji üreten ülke konumunu yakalamasından geçmektedir. O 297 N. Kayhan ve K. Sagun yüzden devlet yenilikçiliği, başta ilkokullar ve girişimciler nezdinde olmak üzere her platformda teşvik ve desteklemesi gerekmektedir. BİT teknolojilerini kullanmak kadar üretmeyi de teşvik etmelidir. Çağımızın en büyük özelliği teknolojik gelişmelerin her alanda olduğu gibi çalışma hayatında hızlı değişime yol açmakta olmasıdır. Bu bakımdan A.İ.Politikaları önem kazanmakta yaşam boyu eğitim prensibinintüm topluma benimsetilmesi gerekmektedir. Batıda dayaygın olarak uygulanmakta olan AİP kapsamında G. İşsizlik ile mücadele amaçlı işgücü arzı ile talebini buluşturmaya yönelik çalışmaların, etkinliği ve verimliliği için icra edilen faaliyet sonuçlarının devamlı ölçülmek suretiyle verimliliğinin artırılması gerekir. Ayrıca batıda olduğu gibi insanları ihtiyaçların esiri yapmamak için, pasif istihdam politikası destek düzeyleri artırılırken işsizlik sigortasından faydalanma şartlarını da kişileri atalete yönlendirmeksizin iyileştirmek gerekmektedir. Diğer yandan yoksul ve eğitimini yarıda bırakmış gençlere özel destek verilmesinin yanında, mesleki eğitim, kazandırmak suretiyle yeniden düzgün bir iş bulmada aktif yardım gibi hizmetlerin verilmesi ihtiyaç arz etmektedir. Ayrıca işgücü dışında kalmış gençlerin, sosyalleşmelerini sağlamak için gönüllü toplumsal hizmet faaliyetlerine katılmaları kamu tarafından teşvik ve finansal olarak desteklenmesi gerekir. Burada bir hususu vurgulamak gerekirse AİP hizmetleri arasında yürütülen girişimciliğin teşviki ve girişimcilikkültürünün geliştirilmesinin sorunun çözüm noktasında hayati önem taşıdığı hususu göz ardı edilmemelidir. Ülkemizdeki tek güvenceli iş alanı kamu sektörü anlayışının artık değişmesi gerekir.Bu bağlamda girişimcilik aynı zamanda bayanlara da uygun bir iş imkanıözelliği taşıdığından girişimcilik kurslarının yanında kültürünün de yaygınlaşmasına Kalkınma Ajansı vb. kuruluşların işbirliği ile daha fazla ağırlık verilmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Yine mesleki eğitim özel sektörde çalışmaya ilişkin toplumsal algıher bakımından teşvik edilerek pozitif yönde bir anlayışın geliştirilmesi gerekir. En fazla işsizliğe maruz kalan genel lise ve üniversite eğitimlerinin bu çerçevede geleceğin mesleklerine göre, başta devlet olmak üzere ve iş piyasası aktörlerince, eşgüdümlü olarak yenilenmesi gerekir. Genç yetenekleri kazanmak ve geliştirmek için, MEB tarafından yatay ve dikey geçişlere imkân veren bir rehberlik ve yönlendirme hizmetini içeren bireyin okula, alana-programa, mesleğe ve işe yöneltilmesini etkin kılacak bir sistem oluşturulmalıdır. Sonuç olarak genç işsizlik ve yoksulluğu önlemek için öncelikle ekonomilerde, üretim-tüketim ve ücret üçlüsünün dengesini sağlamak gerekmektedir. Bu nedenle, genç işsizliği ile mücadeleye yönelik makro ve mikro düzeyde yürütülecek tüm faaliyetlerin, genç insanlara balık vermek yerine, balık tutmayı öğretmek amaçlı ve düzgün istihdam odaklı olmasını sağlamak sosyal 298 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 devlet ilkesinin öngördüğü görevlerden en önemlisi olarak değerlendirmek gerekir. Belirtilen nedenlerle, gençleri topluma kazandırmak, önce onları iş sahibi yapmaktan geçmektedir. Bu nedenlerle önümüzde tek çıkış yolu vardır: Ya fabrikalar, ya hapishaneler dolacaktır. KAYNAKLAR AKGEYİK ,T.,(2000). “Teknolojik Değişim Post –Fordist Eğilimler ve Endüstri İlişkilerinde Yeni Arayışlar”,Çimento İşveren Dergisi, Cilt 14,sayı 3, Ankara ASLAN, E.,(2016). “ İşgücü Piyasası Araştırmaları Kapsamında, Aktif İşgücü Hizmetleri Değerlendirmesi” İŞKUR, İstihdam Dergisi, Sayı,18, Ankara,Ocak-2016,s.40 ALABAŞ, A., DEMİR, S., (2016). “İş Kur İstatistikleri” İŞKUR, İstihdam Dergisi,, Sayı,18,Ankara, Ocak-2016, s.78-79 BETCHERMAN, G., vd.(2007);”A Review of Interventıons to Support Young Workers : Fındings Of The Youth Employmenth Inventory”, World Bank Socia lProtectıon Discussion Paper, No. 0715, October,2007 DERTLİ, N.,(2007) “Aktif İstihdam Politikaları, Eleştirel Bir Yaklaşım”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007. ERDAYI, A. U., (2016). Dünya da Gençİşsizliği, Sorunu Çözümüne Yönelik Ulusal Politikalar ve Türkiye” Çalışma ve Toplum Hukuk Dergis,Sayı,22, Erişim: http://calısmatoplum.org/ 22/ Erdayi.pdf.s.112, Eurostat,(2015).”Growth incidence of temporary employment among youth, European countries, 2007−14”,Database of theEuropean Union Labour Force Survey. Gündoğan, N.,(1999) “Genç İşsizliği ve AB ‘ne Üye Ülkelerde Uygulanan Genç İstihdam Politikaları “, AÜ SBF Yayınları, Cilt 54, s. Ocak-Mart 1999, s. 63-79 ILO,(2014). Global Employment Trends,2014,:Risks Of JoblessRecovery ?“ ILO, Geneva,2014 Erişim: http://www.ilo.org ILO,(2011) DecentWorkForYoung People: KeyMessages, http://www.ilo.org/public/english/employment/skills/youth/decent.htm, ILO,(2008). Global Employment Trends,2008,: ILO, Geneva,2014 http://www.ilo.org ILO,YEN.(2016).TheYouthEmployment Network, http://www.ilo.org/ Public/ English/ employmenth/ yen/ about/index.htm İŞKUR.(2016). “İş Piyasası Araştırma Sonuçları(İPA).” İŞKUR, İstihdam Dergisi Sayı:18,www.istihdamda3i.pdfs.50,57,68 İŞKUR,(2011) “ Ulusal Gençlik İstihdam Eylem Planı, http://www.ilo.org 299 N. Kayhan ve K. Sagun KARAGÖL, E. T.,(2016)” G-20 de İşgücü ve İstihdam”, İŞKUR,İstihdam Dergisi Sayı:18,Ankara, Ocak-2016,s.17-18 KAYALI, G. S., (2015) Genç İşsizliği, Türk Metal Yayınları,Ankara,s.150,56 KAYHAN ,N., (2015) Medyadaki Şiddet Kültürünün Çocuklara Etkisi ve Mağduriyetler, Toplum Bilimleri Dergisi• Temmuz - Aralık • 9 (18)Ankara : 61-91 KAYHAN, N.,(2010) Küreselleşme Sürecinde Sosyal Haklarda Geri Çekilme Bağlamında, Türkiye de Yıllık İzin Hakkı ve Bazı Uygulama Sorunları, Tes İş Yayınları, Ankara, 2010,s.20-25 KAYHAN, N.,(2009) 21. Yüzyılda Japonya’da İnsan Kaynakları Yönetimi ve Endüstriyel İlişkiler Sistemindeki Değişim, Karizma Ltd. Şt. Ankara, 2009. KAYHAN, N.,(2007) “AB Sürecinde Türkiye nin Meslek Eğitiminde Verimlilik Arayışları ve İstihdam” Bilgi Çağında Türk Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması-11,Ed.A. Nohutçu,A.BalcıBeta, İstanbul,s.372-395 KAYHAN, N., (2005) “Türkiye'de kadın işgücü, İstanbul İmalat sektöründeki çalışma şartları ve kayıt dışı istihdam, http://www.tuhis.org.tr/upload/dergi/1348753954.pdf KALKINMA BAKANLIĞI,(2014).10.Kalkınma Planı, 2014-2018 İstihdam Raporu: http://www.cka.org.tr/dosyalar/Ozel%20Ihtisas%20Komisyonu%20Raporlar KOSGEB,(2016). “Girişimcilik Destek Programı”, http://www.kosgeb.gov.tr/ Pages/UI/ Destekler.aspx?ref=8, KURNAZ, I., (2014),”Genç İşsizlik” UNDP 2014 İnsani Gelişme Raporu Türkiye Tanıtım Toplantısı TEPAV,,Gazi Üniversitesi,3 EYLÜL 2014,Ankara MURAT, S. - ŞAHİN, L. (2009) Nedenleri ve Sonuçları Bakımından Gençler Arasında Yaygınlaşan Genç İşsizlik-S.Murat G. İşsizlik pdf OECD (2015).Youth not in educationor Employment,2015, (NEET) (Indicator) PAZARLIOĞLU M. V. - TURGUTLU T. (2007). “Gelir, İşsizlik ve Suç: Türkiye Üzerine Bir İnceleme”,Finans Politik & Ekonomik Yorumlar Cilt: 44 Sayı:513 s. http://www.ekonomikyorumlar.com.tr/dergiler/makaleler/513/Sayi_513_Makale_04.pdf PETROL-İş,(2002). “ICFTU : Genç İşsizliği Küresel Sorun”, petrol İş Sendikası Notlar Dergisi, Sayı:15, Ekim: 2002, s.115 STATİSTA (2015). “Youth Unemployment Still Unrelenting” in Europe https://www.statista.com/chart/3644/ youth-unemployment-still-unrelenting-in-europe/ STIGLITZ, Joseph E.,(2002). Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, 3. Baskı,Plan B Yayınları,İstanbul TİSK, (2015)., İşgücü Piyasası Bülteni – EKİM 2015 ,SAYI: 34 10.04.2016 TİSK (2006), İşsizliğin Çözümü: Girişimci Odaklı Yaklaşım, Türkiye İşveren Sendikaları, Konfederasyonu, Yayın No: 267, Ankara, 2006. 300 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 TİSK, 25.Genel Kurul Çalışma Raporu,(2013) https://tisk.org.tr/tr/e-yayinlar/ 333_tisk_calisma_raporu_2013/pdf_333_tisk_calisma_raporu_2013.pdf.s.117-131,152 TÜİK, (2013). Nüfus Projeksiyonları, 2013 –2075,http:// www.tuik.gov.tr/ PreHaber Bultenleri. do?id=15844 TÜİK, (2015). HİA Ekim-2015,http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=15844 YENİTÜRK N.,Başlevent C., (2007). Türkiye de Genç İşsizliği,, Gençlik Çalışmaları Birimi Araştırma Raporu ,Bahçeşehir Üniversitesi ,İstanbul Yentürk,N. ; Başlevent Cem.,Türkiye’de Genç İşsizliği ,http://arsiv.setav.org/ ups/ dosya/ 10409.pdf UNDP, Human Development Report 2009, “OvercomingBarriers: Human Mobility and Development”,http://hdr.undp.org/en/ media/HDR_2009_EN_Complete.pdf, UYANIK, Y., BEDİR, E., (2006), “Rosetta Planının Analizi Ve Türkiye’nin SosyoEkonomik Şartlarında uygulanabilirliği”,ab.calisma.gov.tr/belgeler/Rosetta Plani RaporGazi Universitesi.doc. “Study Shows Psychological Impact of Unemployment”, http://www. businessweek.com/bwdaily/dnflash/content/sep2009/db2009092_page_2.htm1 Paris Riots in Perspective:Suburb Realities Highlight the City'sLess Glamorous Side”, http://abcnews.go.com/International/story?id=1280843 Eurostat ,database of theEuropeanUnionLabour Force Survey. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, http://www.tbmm.gov.tr/ komisyon/ insanhaklari/ pdf01/203-208.pdf https://www.youthpass.eu/tr/youthpass/ 301 Global Risk Algısının Gelişmekte olan Ülke Borsalarına Etkisi Dr.Kemal Eyüboğlu Karadeniz Teknik Üniversitesi Sinem Eyüboğlu Karadeniz Teknik Üniversitesi ÖZET Bu çalışmada, VIX oynaklık endeksi ile gelişmekte olan 5 ülkenin (Türkiye, G. Afrika, Brezilya, Malezya ve Polonya) hisse senedi piyasaları arasındaki ilişki 1.9.201010.03.2016 dönemiiçin incelenmiştir. VIX endeksi ve hisse senedi piyasaları farklı seviyelerden durağan I(0) ve I(1) oldukları için aralarındaki ilişki Sınır Testi ile araştırılmıştır. Sınır testi sonuçları ise VIX endeksi ile G. Afrika, Brezilya ve Polonya hisse senedi piyasaları arasında eşbütünleşme ilişkisi olduğunu göstermiştir. İlaveten kısa ve uzundönemde değişkenler arasında negatif ilişki olduğu tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Finansal Piyasalar, Sınır Testi, VIX Endeksi, ARDL Modeli. JEL Sınıflandırması: G15, G32 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 The Impact of Global Risk Perceptions on Emerging Markets Dr. Kemal Eyuboglu Karadeniz Technical University Sinem Eyuboglu Karadeniz Technical University ABSTRACT This paper examined the relationship among the VIX index and 5 emerging stock markets (Turkey, S. Africa, Brazil, Malaysia and Poland) over the period 1.9.2010-10.03.2016. As VIX index and emerging stock markets used in empirical analysis was different order of integration I(0) and I(1) we employed Bound Test. Bound test results show that there is cointegration among S. Africa, Brazil, Poland stock markets and VIX index. Also in short and long run there are negative relationships between the variables. Keywords: Financial markets, Bound Test, VIX Index, ARDL Model. JEL Classification: G15, G32 303 K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu 1. GİRİŞ Finansal entegrasyonun bir sonucu olarak ülkeler arasındaki ekonomik sınırların ortadan kalkması sermaye hareketlerinin hızlanmasını sağlamıştır. Bu süreç ekonomilerde olumlu etkilerin görülmesinin yanında bazı olumsuz etkilerin de görülmesine yol açmıştır. Şöyle ki, finansal entegrasyon arttıkça riskler çeşitlenip artmakla kalmayıp bir ülkede yaşanan kriz diğer ülkeleri de önemli derecede etkiler hale gelmiştir. Örneğin 1994 Meksika krizi, 1997 Asya krizi ve son olarak ABD konut piyasası kaynaklı kriz diğer ülkelerin finansal piyasalarında beklenmedik hisse senedi fiyat dalgalanmalarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu açıdan global risk algısı büyük önem taşımaktadır. Dünyada global risk algısının ölçütü olarak VIX endeksi kullanılmaktadır. VIX endeksi, Chicago Opsiyon Borsası (Chicago Board of Options Exchange) tarafından vadesine 22 işlem günü kalmış olan S&P 100 endeksi üzerine yazılmış Amerikan tipi alım ve satım opsiyonlarından hesaplanmış ve volatiliteyi hesaplamak amacıyla oluşturulmuş bir endekstir. VIX endeksi 2003 yılına kadar beklenen kâr paylarının zamanını ve de miktarını dikkate alan binominal değerleme yöntemi doğrultusunda hesaplanmıştır. Öte yandan VIX endeksi 2003 yılından sonra S&P 500 endeks opsiyonlarına göre hesaplanmaktadır (Kaya, 2015: 2). Kısaca VIX S&P 500 endeksinin volatilitesi öngörülmesinde ve varlık fiyatlama modellerinde kullanılmaktadır. VIX endeksindeki artış, risk algılamasının yükseldiğini göstermektedir.VIX endeksinin S&P 500 endeks opsiyonlarına göre oluşturulması ve S&P 500 endeksinin dünya piyasaları ile olan ilişkisi sonucu VIX endeksinin diğer piyasalar ile etkileşim içinde olabileceği beklenilebilir (Kaya, 2015: 2). Literatürde VIX endeksi üzerine yapılan çalışmalar genelde VIX endeksi ile gelişmiş ülke hisse senedi piyasaları arasındaki ilişkiyi test etmeye yöneliktir. Bununla birlikte VIX’in gelişmekte olan piyasalar üzerindeki etkisini araştıran çok az çalışma mevcuttur. Bu açıdan çalışmanın literatüreönemli katkıları olacağı düşünülmektedir. Bu amaçla çalışmada VIX endeksinin gelişmekte olan ülkelerin hisse senedi piyasaları ile ilişkisi araştırılmıştır. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde VIX endeksi ile finansal piyasalar arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar özetlenecektir. Üçüncü bölümde ise 304 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 çalışmada kullanılan veri seti ve yöntemler açıklanacaktır. Çalışmanın son bölümünde ise yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular ortaya konulacaktır. 2. LİTERATÜR ÖZETİ Literatürde VIX endeksi üzerine yapılan çalışmalar genelde VIX endeksi ile gelişmiş ülke finansal piyasaları arasındaki ilişkiyi test etmeye yöneliktir. Bu çalışmalardan;Connolly ve diğerleri (2005) 1986-2000 dönemi için VIX endeksi ile hisse senedi ve tahvil getirileri arasındaki ilişkiyi test ettikleri çalışmaları sonucunda tahvil getirilerinin hisse senedi getirilerine oranla VIX’in yükseldiği zamanlarda artışa geçtiğini belirlemişlerdir. Connolly ve diğerleri (2007) 01.01.1992-31.12.2002 dönemi için ABD, Almanya ve İngiltere’deki temel borsa endeksleri ile oynaklık endeksleri arasındaki ilişkiyi test ettikleri çalışmaları sonucunda oynaklığın yüksek olduğu günlerde endeksler arasındaki korelasyonun arttığını ifade etmişlerdir. Hartelius ve diğerleri (2008) Aralık 2002-Şubat 2007 dönemi için 33 ülkenin spreadlerindeki daralmayı, iç faktörler ve dış faktörler ile açıklamaya çalışmışlardır. Çalışmada ülkelerin kredi notları ve görünümleri iç faktörler olarak FED politika faizi ve volatilitesi ile VIX endeksi ise dış faktörler olarak ele alınmıştır. Elde edilen bulgular sonucunda iç faktörlerin spreadlerdeki değişimin %46’sını, dış faktörlerin de %54’ünü açıkladığı belirlenmiştir. İlaveten VIX endeksinin spreadlerdeki değişimin %44’ünü açıklayabildiği, Fed politika faizinin ise %10 ile sınırlı kaldığı vurgulanmıştır. Ciarlone ve diğerleri (2009) Ocak 1998-Aralık 2006 dönemi için 14 gelişmekte olan ülkeyi kapsayan çalışmalarında spreadlerde yaşanan düşüşü açıklayan faktörleri araştırmışlar ve çalışma sonucunda 14 ülkenin ihraçlarındaki düşüşü açıklayabilen tek ortak faktörün VIX endeksi olduğunu belirlemişlerdir. Korkmaz ve Çevik (2009) GJR-GARCH modeli ile VIX endeksinin 15 gelişen ülke hisse senedi piyasası üzerinde etkili olup olmadığını araştırmışlardır. Sonuçlar, VIX endeksinin gelişmekte olan ülkelerin koşullu varyansında kaldıraç etkisinin olduğu, piyasaya gelen kötü haberlerin volatiliteyi artırdığınıortaya koymuşlardır. VIX endeksinin Arjantin, Türkiye, Brezilya, Meksika, Peru, Macaristan, Polonya, Malezya, Tayland ve Endonezya hisse senedi piyasalarının volatilitesini artırdığınısaptamışlardır. 305 K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu Hacıhasanoğlu ve Soytaş (2009) 01.01.2007-31.12.2008 dönemi için VIX endeksinin Türkiye’nin ülke riskinde yaşanan değişimler üzerindeki etkisini incelemişlerdir. Çalışma sonucunda VIX endeksinin Türkiye’nin kredi iflas takası primi, İMKB ve devlet iç borçlanma senetleri piyasalarına kalıcı etkisi olduğu ifade edilmiştir. İlaveten devlet iç borçlanma senetleri piyasasının kredi iflas takası priminden etkilendiği de görülmüştür. Ayrıca çalışmada VIX Endeksi’nden kredi iflas takası primine, İMKB endeksine ve bono piyasasına doğru tek yönlü Granger nedensellik olduğu saptanmıştır. Özatay ve diğerleri (2009) gelişen piyasalar bono endeksi (EMBI) spreadları ile VIX oynaklık endeksi ve diğer bazı değişkenler arasındaki ilişkiyi panel veri analizi ile araştırmıştır. Çalışmadan elde edilen sonuçlar VIX’te meydana gelen artışın EMBI spreadlarını anlamlı ve önemli ölçüde arttırdığını göstermiştir. Mukherjee ve Mishra (2010) Asya ülkeleri ile Hindistan arasındaki volatilite yayılma etkisini incelemişler ve Asya ülkeleri ile Hindistan arasında karşılıklı etkileşim olduğunu belirlemişlerdir. Amira ve diğerleri (2011) 16.10.1984-21.12.2004 dönemi için ABD, Kanada, İngiltere, Fransa hisse senedi piyasaları arasındaki etkileşimde volatilitenin etkisini araştırmışlardır. Çalışmada EGARCH ve GARCH modelleri kullanılmış ve yapılan analizler sonucunda getiri etkisinin dikkate alınmaması durumunda, hisse senedi piyasaları etkileşiminde volatilitenin önemli rol oynayacağını vurgulamışlardır. Shu ve Zhang (2012) 26.03.2004-8.03.2006 dönemi için VIX future fiyatlarının VIX spot endeksi üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırdıkları çalışmalarında Engle-Grangereşbütünleşme testinden yararlanmışlardır. Yapılan analiz sonucunda ise VIX future fiyatlarının VIX spot endeksi üzerinde önemli derecede etkili olduğu belirlenmiştir. Bollerslev ve diğerleri (2013)22.09.2003-31.01.2012 dönemi için Chicago Mercantile Exchange (CME) future kontrat değerleri ile VIX endeksi arasındaki ilişkiyi araştırmışlardır. Yapılan analizler sonucunda iki serinin koentegre olduğunu belirlemişlerdir. Kaya (2015), 02.01.2009-11.01.2013 dönemi için BIST 100 endeksi ile VIX endeksi arasındaki nedensellik ilişkisini test etmiştir. Araştırmada, Johansen- 306 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Jeseliuseşbütünleşme testi ve vektör hata düzeltme modeli uygulanmıştır. Johansen-Juseliuseşbütünleşme testi sonuçları BIST 100 endeksi ile VIX endeksi arasında eşbütünleşme olduğunu göstermiştir. İlaveten hata düzeltme modeli BIST 100 endeksinin VIX endeksinden etkilendiğini ortaya koymuştur. Tablo 1’de literatürde VIX ile finansal piyasalar arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar özetlenmiştir. Tablo 1: Literatür Özeti Yazar(lar) Connolly ve diğerleri (2005) Connolly ve diğerleri (2007) Hartelius ve diğerleri (2008) Ciarlone ve diğerleri (2009) Korkmaz ve Çevik (2009) Hacıhasanoğlu ve Soytaş (2009) Özatay ve diğerleri (2009) Mukherjee ve Mishra (2010) Amira ve diğerleri (2011) Değişken Periyod Sonuç 6 Endeks 1986-2000 Etki var 3 Endeks 33 Ülke Spreadi 14 Ülke spreadi 15 Endeks BIST-100 EMBI Spread 13 Ülke Endeksi 4 Endeks Shu ve Zhang (2012) VIX Future Bollerslev ve diğerleri (2013) Chicago Mercantile Exchange future kontrat Kaya (2015) BIST-100 307 01.01.1992 31.12.2002 2002:12 2007:02 1998:01 2006:12 02.01.2004 17.03.2009 01.01.2007 31.12.2008 31.12.1997 31.12.2006 1997:07 2008:04 16.10.1984 21.12.2004 26.03.2004 8.03.2006 22.09.2003 31.01.2012 02.01.2009 11.01.2013 Etki var Açıklama gücü yüksek Açıklama gücü yüksek Var (10 Ülke) Tek yönlü Nedensellik Var Etki var Eşbütünleşme Var Etki var Etki var Eşbütünleşme Var Eşbütünleşme Var K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu 3. VERİ SETİ VE YÖNTEM 3.1. Veri Seti 1.9.2010-10.03.2016 dönemi için VIX Endeksi ile Türkiye, G. Afrika, Brezilya, Malezya ve Polonya hisse senedi piyasalarını temsil edentemel endeksler(BIST 100, G.Afrika, BOVESPA, KLCI ve WIG20) arasındaki uzun dönem ilişkinin araştırıldığı bu çalışmada borsalara ilişkin dolarbazlı fiyat seviyeleri kullanılmıştır. Dolarbazlı fiyatların belirlenmesinde günlük paritelerden yararlanılmıştır. Genel endekslere ilişkin veriler investing.com’dan elde edilmiştir. VIX endeksi’ne ilişkin veriler ise yahoo.finance.com’danalınmıştır. 3.2. Yöntem Çalışmada VIX endeksi ile 5 ülke borsa endeksiarasında uzun dönem ilişki olup olmadığı araştırılmıştır. Öncelikle kullanılan tüm değişkenlerin doğal logaritmaları alınmış veardından kullanılan serilerin durağan olduğu seviyelerin tespitiiçinGenişletilmiş Dickey-Fuller (ADF) ve Phillips-Perron (PP) birim kök testlerinden yararlanılmıştır. Bu testlerden ADF (1979) yaklaşımında istatistiksel olarak hata terimlerinin bağımsız ve homojen oldukları varsayılırken, PP (1988) yaklaşımında hata terimlerinin bağımlı ve heterojen oldukları varsayılmaktadır. ADF testi için (1) ve (2) numaralı denklemler kullanılmıştır. (1) numaralı denklem sabitli, (2) numaralı denklem ise sabitli ve trendli ADF denklemlerini göstermektedir. ADF denklemlerinde olası otokorelasyon probleminin önlenmesi amacıyla bağımlı değişkenin gecikmeleri denklemin sağ tarafına açıklayıcı değişken olarak eklenmektedir. ADF denklemlerinde bağımlı değişkenin gecikme uzunluklarının belirlenmesi için Schwarz Bilgi Kriteri (SIC) kullanılmıştır. p ∆ y t = β + δy t −1 + ∑ φi ∆ y t − i + ε t (1) i =1 p ∆y t = β + δy t −1 + ∑ φi ∆y t −i + γtrend + ε t (2) i =1 p ∆ y t = δy t −1 + ∑ φ i ∆ y t −i + ε t (3) i =1 308 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 (1), (2) ve (3) numaralı denklemlerde y; durağanlığı incelenen değişkeni β , δ , φ ve γ ; katsayıları, Ԑ; hata terimini ve p ise en uygun gecikme uzunluğunu göstermektedir. δ katsayısının t istatistiği MacKinnon tablo kritik değeriyle karşılaştırılarak serinin durağan olup olmadığına karar verilir. Eğer t istatistiğinin mutlak değeri MacKinnon tablo kritik değerinin mutlak değerinden büyükse seri seviyesinde durağandır. PP testinde bağımlı değişken gecikmeleri söz konusu değildir. Çünkü PP testinde Newey-West bağımlı değişken gecikmelerini tespit eden bir uyarlama tahmincisidir. PP testi için (4) ve (5) numaralı denklemlerden yararlanılmıştır. ∆ y t = β + δ y t −1 + µ t (4) ∆ y t = β + δ y t −1 + γ trend + µ t (5) (4) ve (5) numaralı denklemlerde y; durağanlığı incelenen değişkeni β , δ ve γ ; katsayıları, µ ise hata terimini ifade etmektedir. δ katsayısının t istatistiği MacKinnon tablo kritik değeriyle karşılaştırılarak serinin durağan olup olmadığına karar verilir. Serilerin entegre dereceleri tespit edildikten sonra uzun dönem ilişki olup olmadığı araştırılmıştır.Engle-Granger (1987) ve Johansen-Juselius (1990) tarafından geliştirilen eşbütünleşme testlerinde serilerin seviyelerinde durağan olmamaları hatta aynı derecede farkı alındığında durağan hale gelmeleri gerekmektedir. Bu sorun Pesaran, Shin ve Smith (2001) tarafından geliştirilen Sınır Testi yaklaşımı ile giderilmiştir. Bu yaklaşıma göre serilerin entegre derecelerine yani I(0) veya I(1) olmalarına bakılmaksızın seriler arasında uzun dönem ilişkisinin varlığı araştırılabilir (Narayan ve Narayan, 2004: 102).Bu çalışmada kullanılan seriler aynı derecede entegre olmadığındanPesaran, Shin ve Smith (2001)’in sınır testi yaklaşımı kullanılarak seriler arasındaki eşbütünleşme ilişkisi test edilmiştir. Bunun için ilk önce (6) numaralı kısıtsız hata düzeltme modeli (unrestrictederrorcorrection model UECM) tahmin edilmiştir. ∆Yt =α0 +α1 t + α2 Yt-1+ α3Xt-1+∑?h β? ∆Yg +∑?hk λ? ∆X g +F, 8 8 309 (6) K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu Yukarıdaki (6) numaralı denklemde y; ilgili borsa endeksini, x; VIX endeksini, α0; sabit terimi, t; trend değişkenini, α1, α2, α3, β? ve λ? ; katsayıları, F, ; hata terimini göstermektedir. Sabit ve trendi aynı anda içeren (6) numaralı denklem tahmin edildikten sonra uzun dönem ilişkinin varlığı değişkenlerin birinci dönem gecikmelerine F testi yapılarak belirlenir. Eğer hesaplanan F istatistiği Pesaran, Shin ve Smith (2001) tarafından belirlenmiş alt kritik değerden küçükse değişkenler arasında uzun dönem ilişkinin olmadığını savunan sıfır hipotezi reddedilir. Ancak hesaplanan F istatistiği üst kritik değeri aşıyorsa değişkenler arasında uzun dönem ilişki vardır. Hesaplanan F istatistiği alt ve üst kritik değerler arasında ise uzun dönem ilişki hakkında kesin bir yorum yapılamaz. Değişkenler arasında eşbütünleşme ilişkisi tespit edildikten sonra uzun ve kısa dönem ilişkileri belirlemek için ARDL modelleri kullanılır. Öncelikle bağımlı ve bağımsız değişkenlerin gecikme uzunlukları AIC (Akaike) veya SHC (Schwartz) bilgi kriteri yardımıyla tespit edilir. Daha sonra seçilen ARDL modelinden faydalanılarak uzun dönem katsayıları elde edilir. ARDL modeli (7) numaralı denklemde gösterilmiştir. Yt = α0 + α1 t +∑?h δ? Yg + ∑?hk λ? X g + n, (7) 8 m Son olarak da (8) numaralı denklemde ifade edilen hata düzeltme modeli yardımıyla kısa dönem katsayılar tahmin edilir. 8 8 ∆Yt= α0 + α1 t + α1ECt-1 + ∑?h δ? ∆Yg + ∑?hk λ? ∆X g+o, (8) (8) numaralı denklemde EC (errorcorrection) hata düzeltme terimini temsil etmektedir. 4. BULGULAR Değişkenlerin tanımlayıcı istatistiklerinin yer aldığı Tablo 2’ye göre, en yüksek oynaklığa sahip olan ülke endeksi BOVESPA; en düşük oynaklığa sahip olan ülke endeksi ise G. Afrika endeksidir. 310 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 LBIST100 LGAFRIKA LBOVESPA LKLCI LWIG20 LVIX Tablo 2: Tanımlayıcı İstatistikler Ortalama 10,45 6,04 10,12 6,21 6,59 2,83 Medyan 10,47 6,05 10,17 6,23 6,61 2,79 Maksimum 10,79 6,22 10,68 6,38 6,97 3,87 Minimum 10,03 5,63 9,11 5,86 6,00 2,33 St. Sapma 0,16 0,09 0,37 0,11 0,18 0,27 Çarpıklık -0,28 -1,12 -0,58 -0,92 -0,56 1,06 Basıklık 2,45 Gözlem Sayısı 1390 5,23 1390 2,72 1390 3,15 1390 3,70 1390 4,07 1390 ADF ve PP birim kök testleri ile öncelikle serilerin durağan oldukları seviyeler belirlenmiştir. Tablo 3 değişkenlere ait birim kök test sonuçlarını göstermektedir. Tablo 3’ten görüldüğü üzere borsa endeksleri 1. farkında, VIX endeksi ise seviyesinde durağandır. Bu nedenle VIX ile borsa endeksleri arasındaki uzun ve kısa dönemli ilişki Sınır Testi yaklaşımı ile araştırılmıştır. Tablo 3: Değişkenlere Ait Birim Kök Sonuçları I (0) I (1) ADF PP ADF PP Sabitli Sabitli ve Trendli Sabitli Sabitli ve Trendl i LBIST100 -1,49 -2,02 -1,50 -2,30 -37,07a -37,06a -37,05a -37,03a LGAFRIKA -2,44 -2,70 -2,30 -2,59 -36,64a -36,65a -36,75a -36,76a LBOVESPA -0,09 -2,52 -0,28 -2,84 -34,27a -34,27a -34,48a -34,47a LKLCI -1,23 -1,47 -1,24 -1,46 -35,51a -35,58a -35,51a -35,60a LWIG20 -0,72 -1,91 -0,60 -1,79 -35,81a -35,83a -35,87a -35,89a LVIX -5,05a -5,19a -4,43a -4,58a Değişkenler a %1 anlamlılık düzeyini göstermektedir. 311 Sabitli Sabitli ve Trendli Sabitli Sabitli Ve Trendli K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu 4.1.Eşbütünleşme Testi Sınır testinde ilk olarak AIC bilgi kriterine göre modeller için gerekli olan optimal gecikme uzunlukları tespit edilmiştir. Daha sonrafarklı seviyeden durağan olduğu belirlenen VIX endeksi ile 5gelişmekte olan ülkenin borsaendeksleri arasındaki uzun dönem ilişkinin tahmin edildiği Sınır Testi sonuçları ise Tablo 4’te gösterilmiştir. Tablo 4’e göre sadece3 ülkenin borsa endeksi (G. Afrika, Brezilya ve Polonya) ile VIX endeksi arasında uzun dönem ilişki olduğu belirlenmiştir. Bağımlı Değişken Tablo 4: Sınır Testi Sonuçları F istatistiği Değerleri LBIST100 3.838 LGAFRIKA 7.171a LBOVESPA 6.652b LKLCI 4.028 LWIG20 4.718c Kritik Değerler a, b, c Anlamlılık I0 (Alt Sınır) I1 (Üst Sınır) %10 4.05 4.49 %5 4.68 5.15 %1 6.1 6.73 sırasıyla %1, %5 ve %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir. Tablo 4’te görüldüğü üzere hesaplanan F istatistiği Pesaran’ın üst kritik değerini aştığı için seriler arasında eşbütünleşme ilişkisinin olduğu tespit edilmiştir. Eşbütünleşme ilişkisi tespit edilen durumlar için uzun ve kısa dönem ilişkileri belirlemek amacıyla ARDL (Autoregressive Distribution Lag) modeli tahmin edilmiştir.Gecikme uzunlukları ise AIC kriterine göre belirlenmiştir. Aynı zamanda trend ve sabit terim modelde istatistiksel olarak anlamlı bulunduğundan bu deterministikregresörlerin yer aldığı denklem tahmin edilmiştir. 312 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Tablo 5: Seriler için Hesaplanan ARDL Modeli Tahmin Sonuçları Değişkenler Model Katsayı LGAFRIKA 0.979 LGAFRIKA(-1) -0.060 LVIX 0.068 LVIX(-1) ARDL (1,2) -0.014 LVIX(-2) 0.145 C -3.39E TREND 2 R = 0.980 White=2.177 LM(1)=: 0.068LM(12):10.621 LBOVESPA 0.981 LBOVESPA(-1) -0.046 LVIX 0.031 LVIX(-1) ARDL (1,4) 0.004 LVIX(-2) -0.016 LVIX(-3) 0.018 LVIX(-4) 0.223 C -1.83E TREND 2 R = 0.997 White= 1.675 LM(1)=: 0.279LM(12):17.007 LWIG20 1.009 LWIG20(-1) -0.050 LWIG20(-2) -0.058 LWIG20(-3) 0.088 LWIG20(-4) -0.041 ARDL (4,2) LVIX 0.049 LVIX(-1) -0.015 LVIX(-2) 0.095 C -5.86E TREND 2 R = 0.993 White= 3.915 LM(1)=: 0.703LM(12):15.590 a, b, c sırasıyla %1, %5 ve %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir. 313 T istatistiği 203.372a -11.894a 9.872a -2.812a 4.452a -3.105a 221.237a -6.819a 3.466a 0.460 -1.786c 2.703a 4.313a -4.305a 34.975a -1.246 -1.447 3.116a -7.220a 6.339a -2.704a 3.617a -3.516a K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu 4.1.1. Uzun Dönemli İlişki ARDL modellerinin tahmin sonuçlarına göre hesaplanan uzun dönem katsayıları Tablo 6’da yer almaktadır. Tablo 6: ARDL Modellerinden Elde Edilen Uzun Dönem Katsayıları Değişkenler Katsayı T istatistiği ARDL (1,2) Bağımlı Değişken LGAFRIKA LVIX -0.332 -4.144a -0.0001 -3.281a TREND ARDL (1,4) Bağımlı Değişken LBOVESPA LVIX -0.455 -3.880a -0.0009 -13.509a TREND ARDL (4,2) Bağımlı Değişken LWIG20 LVIX -0.672 -3.018a -0.0005 -4.562a TREND a , %1 anlamlılık düzeyini göstermektedir. Tablo 6’dan görüldüğü üzere elde edilen uzun dönem katsayılarıLGAFRIKA, LBOVESPA, LWIG20 endeksleri ile VIX endeksi arasındaki negatif ilişkinin %1’de istatistiksel olarak anlamlı olduğunu göstermektedir. 4.1.2. Kısa Dönemli İlişki Tablo 7’de değişkenler arasındaki kısa dönem ilişkiyi gösteren ARDL modellerine dayalı hata düzeltme modeli sonuçları gösterilmiştir. Buna göre 3 ülke borsa endeksi ile VIX endeksi arasındaki kısa dönem ilişkiyi yansıtan hata düzeltme katsayısı negatif, 1’den küçük ve aynı zamanda istatistiksel olarak %1’de anlamlı bulunmuştur. Ayrıca kısa dönemde VIX endeksinde meydana gelen bir artışın LGAFRIKA, LBOVESPA ve LWIG20 borsaları üzerinde negatif yönde bir etki yarattığı görülmektedir. 314 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 Tablo 7: ARDL Modellerine Dayalı Hata Düzeltme Modeli Sonuçları Değişkenler Model ∆LVIX ∆LVIX(-1) C ECM(-1) ARDL(1,2) LBOVESPA ∆LVIX ∆LVIX(-1) ∆LVIX(-2) ∆LVIX(-3) C ECM(-1) a LGAFRIKA ARDL(1,4) LWIG20 ∆ LWIG20(-1) ∆ LWIG20(-2) ∆ LWIG20(-3) ∆LVIX ∆LVIX(-1) C ECM(-1) ARDL(4,2) , %1 anlamlılık düzeyini göstermektedir. Katsayı T istatistiği -0.060 0.014 0.145 -0.020 -11.970a 2.827a 4.641a -4.641a -0.046 -0.006 -0.002 -0.018 0.223 -0.018 -6.855a -0.915 -0.300 -2.714a 4.455a -4.471a 0.020 -0.030 -0.088 -0.041 0.015 0.095 -0.010 0.717 -1.067 -3.127a -7.245a 2.709a 4.387a -4.393a Tablo 8: BIST ve KLCIiçin Tahmin Sonuçları Değişkenler ∆LBIST, ∆LBIST,! ∆LBIST," ∆LBIST,N ∆LBIST,R sabit LVIX(-1) LVIX(-2) LVIX(-3) sabit ∆ LKLCI(-1) ∆ LKLCI(-2) ∆ LKLCI(-3) LVIX(-1) LVIX(-2) a, c Katsayılar LBIST100 0.002 -0.013 0.017 0.021 -0.012 0.044 0.009 -0.019 0.009 Wald:4.768 LKLCI 0.521 0.030 0.012 -0.053 -4.873 4.709 Wald:10.363a %1 ve %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir. 315 t-istatistiği 0.400 -0.434 0.578 0.455 0.667 0.128 0.145 0.031 0.158 0.444 1.053 0.419 -1.882c -3.218a 3.115a K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu Uzun dönem ilişki elde edilemeyen BIST ve KLCIendeksleri ile VIX endeksi arasındaki kısa dönem ilişki standart en küçük kareler yöntemi ile tahmin edilerek sonuçları Tablo 8’de gösterilmiştir.Tablo 8’den görüldüğü üzere VIX endeksinin, BIST ve KLCIendekslerini kısa dönemde genel olarak negatif yönde etkilediği görülmüş ancak bu etki BIST endeksi için istatistiksel olarak anlamsız bulunmuştur. 5. SONUÇ Finansal piyasaların bütünleşmesi ülkelere birçok avantaj yanında dezavantajlar da sağlamaktadır. En son ABD konut piyasasında yaşanan gelişmelerle ortaya çıkan krizin tüm ülkeleri etkisi altına alması bu dezavantajlardandır. Ortaya çıkan bu durum uluslararası piyasalardaki risk algılamasının diğer piyasalardaki etkilerini araştıran çalışmalara olan ilgiyi arttırmıştır. Bu çalışmada 1.9.2010-10.03.2016 dönemi için uluslararası sermaye piyasalarında yaşanan yoğun hareketliliğin gelişmekte olan ülke borsaları (Türkiye, G. Afrika, Brezilya, Malezya ve Polonya) üzerinde nasıl ve ne ölçüde etkili olduğu araştırılmıştır. Sermaye piyasalarında oluşan risk algısını göstermek amacıyla Chicago Opsiyon Borsası (CBOE) tarafından piyasaların 30 günlük volatilite beklentisini ölçmek amacıyla hesaplanan ve ABD hisse senedi opsiyonlarındaki zımni dalgalanmayı gösteren VIX endeksi kullanılmıştır. VIX endeksindeki artış, risk algılamasının yükseldiğini göstermektedir. Çalışmada ilgili ülkelere ait borsa endeksleri ile VIX endeksi farklı seviyelerde durağan oldukları için aralarındaki uzun dönem ilişki Sınır Testi yaklaşımı ile incelenmiştir. Bu yaklaşıma göre G.Afrika, Brezilya ve Polonya borsa endeksleri ile VIX endeksi arasında eşbütünleşme ilişkisi olduğu tespit edilmiştir. İlaveten hem kısa hem de uzun dönemde değişkenler arasında negatif bir ilişki olduğu belirlenmiştir. Uzun dönem ilişki elde edilemeyen BIST ve KLCIendeksleri ile VIX endeksi arasındaki kısa dönem ilişki standart en küçük kareler yöntemi ile tahmin edilmiş ve VIX endeksinin, BIST ve KLCIendekslerini kısa dönemde genel olarak negatif yönde etkilediği görülmüştür. Ancak bu etki BIST endeksi için istatistiksel olarak anlamsız bulunmuştur. Yani risk algısında ortaya çıkan artışyatırımların daha güvenilir piyasalara yönelmesine yol açmaktadır. Bu açıdanelde edilen sonuçlar ilgili ülkelerin hisse senedi piyasalarına yatırım yapacak yatırımcılar için yol gösterici olacaktır. 316 İkinci Uluslararası Saraybosna Sosyal Bilimler Konferansı 17-20 Mayıs, 2016 KAYNAKÇA Amira, K. Taamouti, A. &Tsafack, G. (2011). What drives international equity correlations? volatility or market direction?, Journal of International Money and Finance, 30, 1234-1263. Bali, T. G. & Weinbaum, D. (2007). A conditional extreme value volatility estimator based on high-frequency returns, Journal of Economic Dynamics Control, 31, 361-397. Blair, B., Poon, S-H.ve Taylor, S. J. (2001). Forecasting S&P 100 volatility: the incremental information content of implied volatilities and high-frequency index returns, Journal of Econometrics, 105, 5-26. Bollerslev, T. Osterrieder, D., Sizova, N., TauchenGe. (2013). Risk and return: Long-run relations, fractional cointegration, and return predictability, Journal of Financial Economics, 108, 409-424. Ciarlone, A., Piselli P.,&Trebeschi G. (2009).Emerging markets’ spreads and global financial conditions, International Financial Markets, Institutions and Money, 19, 222-239. Connolly, R. A. Stivers, C. &Sun L. (2007). Commonality in the time-variation of stock–stock and stock–bond return comovements, Journal of Financial Markets, 10 192-218. Connolly, R., Stivers, C., & Sun, L. (2005). Stock market uncertainty and the stock-bond return relation, Journal of Financial and Quantitative Analysis, 40(1), 161-194. Engle, R. ve Granger, C. W. (1987). Cointegration and error correction: representation, estimation and testing, Econometrica, 55, 251- 276. Hacıhasanoğlu, E. & Soytaş, U. (2009). Global risk algılamasının gelişmekte olan piyasalara etkisi: Türkiye örneği, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 5(1),39-50. Hartelius, K., Kashiwase, K., Kodres, L. (2008). Emerging market spread compression: is it real or is it liquidity?, IMF Working Paper. http://finance.yahoo.com/q/hp?s=%5EVIX+Historical+Prices, 9.04.2016. 317 K. Eyüboğlu ve S. Eyüboğlu http://www.investing.com/indices/world-indices, 07.04.2016. Johansen, S. ve Juselius, K. (1990). Maximum likelihood estimation and inference on cointegration with applications to the demand for money, Oxford Bulletin of EconomicsandStatistics, 52(2), 169 210. Kaya, E. (2015). Borsa İstanbul (BIST) 100 endeksi ile zımni volatilite (VIX) endeksi arasındaki eş-bütünleşme ve granger nedensellik, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 17(28), 1-6. Korkmaz, T. & Çevik, E. İ. (2009), Zımni volatilite endeksinden gelişmekte olan piyasalara yönelik volatilite yayılma etkisi, BDDK Bankacılık ve Finansal Piyasalar, 3, 87-105. Mukherjee, K. N. & Kumar, M. R. (2010). Stock market integration and volatility spillover: India and its major Asian counterparts, Research in International Business and Finance, 24, 235-251. Narayan, S. &Narayan, P. K. (2004). Determinants of demand for Fiji’s exports: an empirical investigation, The Developing Economies, 42(1), 95-112. Özatay, F., Özmen E., Şahinbeyoğlu G. (2009). Emerging market sovereign spreads global financial conditions and U.S. macroeconomic news, Economic Modeling, 26, 526-531. Pesaran, M.H., Shin, Y., Smith, R.J. (2001). Bounds testing approaches to the analysis of level relationships, Journal of Applied Econometrics, 16, pp.289-326. Shu, Jinghong& Zhang Jın (2012).Causality in the VIX futures market, The Journal of Futures Markets, 32(1), 24-46. 318 Strategija za borbu protiv organizovanog kriminalau BiH Mr.Goran Blagojević Univerzitet u Beogradu APSTRAKT Organizovani kriminal je društveno negativna pojava, koja predstavlјa pored bezbjednosne prijetnje, istovremeno i bezbjednosni rizik i izazov, naročito ako se uobziri činjenica da je ova pojava izuzetno prilagodlјiva u različitim društveno - ekonomskim i socijalno političkim okolnostima i uslovima. U radu će se obraditi mjesto Strategije u odnosu na samu hijerarhijsku osnovu i odnos, te uzročnost Strategije sa drugim politikama, zakonima i podzakonskim aktima, koji su od značaja za borbu protiv organizovanog kriminaliteta. Utvrdiće se i njena povezanost, odnos i usaglašenost sa dokumentima na međunarodnom nivou. Takođe, biće riječi o sadržaju Strategije, te će biti predstavlјeni izazovi, rizici i prijetnje koje se odnose na ugrožavanje same bezbjednosti. Na kraju rada odrediće se i samo mjesto organizovanog kriminaliteta i njegovi pojavni oblici u BiH, te mjere kojima se adekvatno može suprotstaviti. Klјučne riječi: Organizovani Kriminal, Strategija, Oblici Organizovanog Kriminala, Bezbjednost. G. Blagojević 1. UVODNA RAZMATRANJA Spremnost države u borbi sa organizovanim kriminalitetom, u cilјu bolјe koordinacije državnih institucija u sprečavanju i suzbijanju ovih bezbjednosnih prijetnji, rezultiralo je da Vijeće ministara BiH, donese Odluku o uspostavi Radne grupe za izraduProcjene prijetnje od organizovanog kriminala uBiH, Strategije i Akcionog plana za borbu protiv organizovanog kriminalaza razdoblјe 2013–2015. godine.Ova odluka je donesena na 49. sjednici Vijeća ministara BiH održanoj 08.05.2013. godine. u Sarajevu. Tom prilikom definisana je priprema i izradaStrategije i Akcionog plana borbe protiv organizovanog kriminala 2014– 2016.godine. Institucionalni subjekti učesnici su: − − − − − − − − − − − − − − Ministarstvo bezbjednosti BiH, Ministarstvo pravde BiH, Tužilaštvo BiH, Državna agencija zaistrage i zaštitu BiH (SIPA-e), Granična policija BiH, Služba za poslovesa strancima BiH, Direkcija za koordinaciju policijskih tijela BiH, OSA/OBA BiH, Uprava za indirektno oporezivanje BiH, Republičkotužilaštvo Republike Srpske, MUP RS, Federalno tužilaštvo FBiH, Federalni MUP, Policija Distrikta Brčko BiH. Strategijom, Vijeće ministara BiH utvrđuje politikuu oblasti uspostavlјanja učinkovitog sistema za borbu protiv organizovanog kriminala,kojom definiše strategijske cilјeve, uloge i odgovornostsvih učesnika i uspostavlјa okvir zaizradu provedbenih planova.Strategijomse stvaraju dodatni uslovi za učinkovitijeuklјučivanje BiH u regionalni,evropski i svjetski koncept borbe protiv organizovanog kriminala.Strategija je shodno obavezama specifičnim kroz proces stabilizacije i pridruživanja EU, kao i tekućim reformskim procesimau zemlјi, prije svega onim koji sunavedeni u Sporazumu o stabilizaciji i pridruživanju.Ona je u čvrstoj koncepcijskoj i funkcionalnojvezi sa dokumentom Sigurnosnapolitika, 320 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 kao i određenim strategijama u BiH, koje se odnose na različita područja:integrisano upravlјanje granicom, borbu protiv korupcije, sprečavanje pranja novcai finansiranja terorističkih aktivnosti, suzbijanjetrgovine lјudima, kontrolu nedopuštenogprometa opojnih droga, njeno suzbijanje isprečavanje, te suzbijanje ilegalnih migracija“. (Vijeće ministara BiH, 2013). 2. OPIS STANJA NA ZAKONODAVNOM NIVOU Po pitanju definisanja organizovanog kriminaliteta, navest ćemo dva tumačenja koja dominiraju u javnosti.To su stavovi UN i EU. Ujedinjene nacije su 2000. godine u Palermu pokušale doprinijeti definisanju pojma organizovanog kriminaliteta sa aspekta da se taj koncept odnosi na najteža krivična djela, (korupcija, pranje novca i ometanje pravosuđa), uslovlјavajući da se radi o transnacionalnom krivičnom djelu koje uklјučuje organizovanukriminalnu grupu pri izvršavanju ovih krivičnih djela, ali i u njegovim planiranjima i pripremanjima. UN prema čl. 2. Konvencije definišu kriminalnu grupu:“ − − − zločinačka organizacija je organizovana grupa lјudi od najmanje 3 lica koja postoji nekovrijeme, djelujući zajednički sa cilјem da počini jedno ili više ozbilјnih krivičnih djela,predviđenih Konvencijom, a sa namjerom da direktno ili indirektno ostvari materijalnu korist; teški oblik krivičnog djela je radnja koja predstavlјa krivično djelo za koje se može izrećinajviša kazna zatvora u trajanju od najmanje 4 godine ili teža kazna; organizovana grupa označava grupu koja nije slučajno formirana radi neposrednogizvršenja krivičnog dela i čiji članovi ne moraju imati precizno definisane uloge, niti kontinuitetčlanstva, ni razvijenu organizaciju.” (Konvencija UN, 2000). EU je 1994. godine deklarisala svoje viđenje koje je više puta dorađivano. Suština stanovišta EU odnosi se na naglašavanje11 karakteristika, u kojima njih 6 moraju biti ispunjene, pri čemu su 4 karakteristike obavezne, kako bi se određeni krivični slučaj mogao smatrati organizovanim kriminalitetom. Ostale karakteristike su individualne, odnosno zavise od svakog pojedinačnog slučaja. (Toon van der Heijden, 1996). 321 G. Blagojević 3. ZAKONODAVNI OKVIR NA NIVOU BiH Predmetna Strategija utemelјena je na svim važećim zakonima, konvencijama, bilateralnim i multilateralnim ugovorima. Kada je riječ o zakonodavnom okviru BiH, Strategija se temelјi na najvažnijim zakonskim propisima: − − − − − − − − − − − − − − − − − − ZKP BiH, KZ BiH, Zakon o sudu BiH, Zakon o policijskim službenicima BiH, Zakon o Državnoj agenciji za istrage i zaštitu, Zakon o Graničnoj policiji BiH, Zakon oSlužbi za poslove sa strancima, Zakon oDirekciji za koordinaciju policijskih tijela i o Agencijama za podršku policijskoj strukturiBiH, Zakon o sprečavanju pranja novcai finansiranju terorističkih aktivnosti u BiH, Zakon o zaštiti svjedoka pod prijetnjom i ugroženih svjedoka, Zakon o programu zaštite svjedoka u BiH, Zakon o slobodi pristupa informacijama u BiH, Zakon o zaštiti ličnih podataka, Zakon ozaštiti tajnih podataka, Zakon BiH o izvršavanjukrivičnih sankcija, pritvora i drugih mjera, Zakon o osnivanju Zavoda za izvršenje krivičnih sankcijapritvora i drugih mjera, Zakon o međunarodnoj pravnojpomoći u krivičnim stvarima, Zakon o obavještajnosigurnosnoj agenciji BiH. 4. ZAKONODAVNI OKVIR NA NIVOU ENTITETA Nadležnosti i ovlašćenja svih entitetskih institucija, kao i Brčko Distrikta u BiH, u borbi protiv organizovanog kriminala, uređena su većim brojem zakonskih propisa od kojih su najvažniji: − − ZKP RS, ZKP RS, - prečišćeni tekst, 322 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 − − − − − − − − − − − − − − − − − − ZKP RS, KZ RS, KZ RS – Prečišćeni tekst, Zakon o unutrašnjim poslovima, Zakon o izvršenju krivičnih iprekršajnih sankcija RS, Zakon o izvršnom postupku RS, Zakon o suzbijanju organizovanog i najtežih oblikaprivrednog kriminala, Zakon o policijskim službenicima, Zakon o oduzimanju imovinestečene izvršenjem krivičnog djela, ZKP BrčkoDistrikta BiH, Zakon o policiji Brčko Distrikta BiH, Zakon o policijskim službenicima Brčko Distrikt BiH, KZ Brčko Distrikta BiH, Zakon o izvršenju krivičnih i prekršajnih sankcija, Zakon o unutrašnjimposlovima FBiH, ZKP FBiH, KZ Federacije BiH, Zakon o policijskim službenicima FBiH, U Republici Srpskoj, kao lex specialis donesen je „Zakon o suzbijanju organizovanog i najtežih oblika privrednog kriminaliteta“. U Federaciji BiH, to je „Zakon o suzbijanju korupcije i organiziranog kriminala u Federaciji BiH“. Predmetna Strategija, pored ovih, regulisana je i drugim pozitivnim pravnim propisima, zakonskim i podzakonskim aktima koji tretiraju ovu oblast teobuhvatajupitanjauvezisaborbom protiv organizovanog kriminala. U samoj Strategiji u BiH navedeni su, svi zakonski propisi kako na nivou BiH, tako i na nivou entiteta. Odnos Strategije, (naročito ukoliko se radi o nivou BiH), u odnosu na zakonske propise je takav da je regulisan nadležnošću Vijeća ministara BiH. U tom smislu definisani su i nosioci aktivnosti pri izradi strategije. To su: Generalni sekretarijat Vijeća ministara BiH, Ured predsjedavajućeg Vijeća ministara BiH, Institucije BiH, Vijeće ministara BiH. (Vijeće ministara BiH, 2013). Strategija se usvaja po zakonskoj proceduri i na osnovu nje, odnosno, na osnovu konsultacija pri izradi strateškog plana, programa rada i izvještaja o radu, primjenjuju se „Pravila za konsultacije u izradi pravnih propisa“, na osnovu kojih se oni i donose. 323 G. Blagojević Nakon odnosa Strategije i pravnih propisa potrebno je istu pozicionirati u odnosu na ostale bezbjednosne strategije. Nameće se potreba distinkcije bezbjednosne strategije i strategije države. U tom smisluZoran Keković smatra da „Strategija bezbjednosti teoretski uobličava načine, oblike i metode ostvarivanja bezbjednosti, bavi se istraživanjima u oblasti bezbednosti i na taj način doprinosi uopštavanju i razrešavanju doktrinarnih stavova i pogleda. Ona je nižeg nivoa opštosti od strategije države koja se sastoji od posebnih strategija: političke strategije, strategije ekonomskog razvoja, strategije tehnološkog razvoja, vojne strategije i tako dalјe. Strategija države je, zapravo, opšte programsko stanovište za dostizanje i očuvanje najviših nacionalnih (državnih) vrijednosti i interesa. Na sličan način i politika nacionalne bezbjednosti jeste konkretizacija državne politike u sferi bezbjednosti“. (Keković, Z., 2009:9091). Zaklјučuje se da je predmetna Strategija rezultirala prethodnom procjenom institucija o stanju u državi, te je na osnovu analize realne prijetnje i opasnosti, izveden zaklјučak da je neophodno usvojiti ovakav dokument koji daje prioritet subjektima koji će u budućnosti doprinijeti adekvatnom suprotstavlјanju uzrocimai šteti koja se odnosi na organizovani kriminal. Zanimlјiva je i definicija koju daje Mitar Kovač „ Pod strategijom nacionalne bezbjednosti podrazumijevamo sistemkomplementarnihnormi, izdomenadržavnihstrategijakojeseneposrednoodnosenasistembezbjednostiinarealiz ovanjespecifičnihodbrambenihfunkcijadržaveupolitičkoj, ekonomskoj, pravnoj, tehnološkoj, edukativnoj, informacionoj, vojnoj, vjerskojidrugimoblastimafunkcionisanjadržave. Tojecjelovitirelativnotrajanprogram, čijomrealizacijomtrebadaseostvarispolјnaiunutrašnjabezbjednostdržave, umiruiratu, krozefikasnorješavanjebezbjednosnihrizika, izazovaiprijetnji, radizaštitesloboda, imovinskesigurnosti, pravagrađanaidemokratskihtekovina.“ (Kovač, M., 2003:82). Na osnovu iznesenog, shvatamo da su predmetnom Strategijom definisani strateški cilјevi, uloge iodgovornost svih subjekata u državi, te je određen okvir za izradu planova implementacije. Na ovaj način, između ostalog, stvaraju se dodatni uslovi za uklјučivanje BiH uregionalni, evropski i svjetski koncept borbe protiv 324 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 organizovanog kriminala. Ova Strategija je u skladu sa obavezama koje su opisane u specifikaciji samog procesa stabilizacije i pridruživanja EU, kao i aktuelnim reformskim procesima u zemlјi. Te reforme su prvenstveno navedene u Sporazumu o stabilizaciji i pridruživanju. BiH potpisala je Sporazum o stabilizaciji i pridruživanju 16. juna 2008. godine. Potpisivanju je prethodilo parafiranje 04.12.2007. godine u Sarajevu, te pregovori o Sporazumu koji su vođeni od novembra 2005. do decembra 2006. godine. Ona je u čvrstoj koncepcijskoj i funkcionalnoj vezi sa dokumentom Bezbjednosna politika, kao i određenim strategijama u BiH, koje se odnose na oblasti: integrisano upravlјanje granicom; borba protiv korupcije; sprečavanja pranja novca i finansiranja terorističkih aktivnosti; suzbijanje trgovine lјudima, kontrola neovlaštenog prometa opojnih droga, njeno suzbijanje i prevenciju; suprotstavlјanje ilegalnim migracijama. 5. MEĐUNARODNI STANDARDI IMPLEMENTIRANI U BiH ZAKONODAVSTVO Najznačajniji međunarodni dokumenti koji tretiraju oblast borbe protiv organizovanog kriminala su: − − − − Konvencija UN protiv transnacionalnog organizovanog kriminala, (15. 11. 2000. god.); Preporuka Rec (2001) 11 Komiteta ministara državama članicama koja se odnosi na vodeće principe za borbu protiv organizovanog kriminala, (19. 09. 2001. god.); Zajednička akcija o kažnjavanju članstva u kriminalnoj organizaciji u državama članicama EU (21. 12. 1998. god.). Izuzetan značaj za BiH, u smislu harmonizacije propisa s propisima EU, predstavlјa prihvatanje smjernica i standarda zacrtanih u Akcionom planu za suprotstavlјanje organizovanom kriminalu; Predpristupni pakt o organizovanom kriminalu između država članica EU i država kandidata centralne i istočne Evrope i Kipra. Pored ovih, aktuelne su i mnoge konvencije, protokoli i preporukeod strane UN-a, EU i Savjeta Evrope, kao i dokumenti drugih organa i organizacija čijim se poštivanjem doprinosi harmonizaciji propisa, neophodnim u borbi protiv 325 G. Blagojević organizovanog kriminala. BiH je sklopila 16 bilateralnih ugovora o saradnji u oblasti borbe protiv kriminala. Pored toga, potpisan je i veliki broj ugovora o pograničnoj saradnji i o razmjeni bezbjednosnih podataka sa zemlјama u regionu, EU i šire. BiH je u 2014. godini, sa SaveznimMUP-om SR Nјemačke potpisala Zajedničku izjavu o namjerama saradnje u borbi protiv kriminala koja se odnosi, prije svega protiv terorizma, organizovanog kriminala i nezakonite trgovine narkoticima. Najznačajniji sporazumi koje je BiH potpisala iz ove oblasti su sporazumi sa sledećim vladama: − − − − − − − − − − − − − − − − Republike Turske, (2006); Republike Mađarske, (1996); Republike Grčke, (2006); Republike Italije,(2002); Republike Slovačke, (2006); Arapske Republike Egipat, (2006); Švicarske Konfederacije, (2007); Rumunije, (2007); Crne Gore, (2007); Republike Makedonije, (2008); Republike Albanije, (2009); Republike Hrvatske, (2010); Hašemitske Kralјevine Jordan, (2011); Kralјevine Španije, (2011); Republike Moldavije, (2012); Češke Republike, (2013). BiH je ratifikovala Konvenciju UN-a koja se odnosi na borbu protiv transnacionalnog organizovanog kriminala, kao i 3 pripadajuća protokola usvojena u Palermu, 15.11.2000. godine. U svojim aktivnostima BiH ispunjava odredbe „Predprijemnog pakta o organizovanom kriminalu i Pakta stabilnosti – „PAPEG“, te nastoji ispunjavati svoje obaveze doniranja u „Antikorupcionu inicijativu – „SPAI“. U sklopu ovih nastojanja, BiH je 11.07.2013. godine, u Zagrebu, potpisala „Protokol o izmjenama i dopunama Memoranduma o razumijevanju i saradnji u 326 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 borbi protiv korupcije putem Inicijative jugoistočne Evrope za borbu protiv korupcije“. Međutim, realno stanje i praktična primjena borbe protiv organizovanog kriminala i korupcije u BiH pokazuje poražavajuće rezultate.Tako, prema istraživanju Trancparency International BiH, može se zaklјučiti da su u BiH pravosudni organi ostvarili najlošije rezultate u poslјednjih pet godina. Negativne tendencije su prisutne kako u svim fazama krivičnog postupka, tako i na svim pravosudnim nivoima vlasti u BiH. Uzroke za ovako loše rezultate u procesuiranju korupcije treba tražiti u urušavanju nezavisnosti pravosudnih organa na koje su se proširile kompleksne veze između politike, poslovnog sektora i predstavnika medija, koje znatno utiču na rad pravosuđa. Tome u prilog ide i pretpostavka da su u većini slučajeva procesuirana samo krivična djela „sitne korupcije“ (Transparency International BiH, 2014).Jasna je slika institucionalne borbe protiv organizovanog kriminala i potrebe, (barem teoretske), u suzbijanju i sprečavanju. Ono što istraživanja govore i na šta ukazuju je, da se BiH uveliko mora potruditi u nastojanjima za sistematske i doslјedne primjene preuzetih obaveza koje su nastale potpisivanjem različitih međunarodnih akata i sporazuma. 6. PREDMET I SADRŽAJ STRATEGIJE Donošenjem Strategije u BiH, nastoji se osnažiti sistem koji bi doprinjeo efikasnijoj i efektivnijoj borbi protiv organizovanog kriminala, kroz različite oblike, kako na zakonodavnim tako i na institucionalnim nivoima. U Strategiji, od strane Vijeća ministara BiH, definisani su osnovni cilјevi: 1. Usklađivanje pravnih propisa u BiH sa međunarodnim konvencijama,sporazumima, preporukama i dr. standardima koji tretiraju borbu protivorganizovanog kriminala; 2. Harmonizacija pravnih propisa unutar BiH; 3. Unapređenje pravnog i institucionalnog okvira za oduzimanje imovine stečene kriminalom; 4. Jačanje kapaciteta svih subjekata u BiH koji učestvuju u borbi protiv organizovanog kriminala; 5. Proaktivni pristup u borbi protiv organizovanog kriminala; 6. Jačanje i razvoj međuinstitucionalne i međuagencijske saradnje u BiH; 327 G. Blagojević 7. Razvijanje međunarodne saradnje uz intenziviranje učešća u međunarodnim organizacijama, inicijativama, radnim grupama i tijelima, te omogućavanje vođenja zajedničkih istraga kroz formiranje zajedničkih istražnih timova; 8. Jačanje institucionalnih kapaciteta za vođenje finansijskih istraga u sklopu krivičnih istraga i u postupcima oduzimanja nezakonito stečene imovinske koristi; 9. Standardizacija pravnih okvira i institucionalnih kapaciteta za primjenu posebnih istražnih radnji; 10. Osigurati preduslove za efikasnu provedbu mjera zaštite svjedoka u BiH; 11. Izgradnja novih standardizovanih, i razvoj, održavanje i ažuriranje postojećih informacionih sistema i baza podataka agencija za provođenje zakona i kontinuirana informatička edukacija zaposlenih; 12. Unaprijediti pravni okvir u oblasti rada privatnih zaštitarskih agencija u BiH; 13. Razvoj nezavisnih istraživanja i podrška institucijamakoje sebave multidisciplinarnim istraživanjem organizovanog kriminala uz unapređenjesaradnje sa naučnim i akademskim organizacijama; 14. Jačanje saradnje sa organizacijama civilnog društva, podizanje svijesti i edukacijagrađana o rizicima i štetnim poslјedicama koje nastaju organizovanim kriminalom; 15. Jačanje saradnje sa elektronskim i pisanim medijima radi objektivnog iblagovremenog upoznavanja javnosti sa faktorima koji generišu organizovanikriminal; 16. Koordinirati strategiju i njenu implementaciju sa ostalim relevantnim strategijama; Dakle, u samoj Strategiji kao što joj i samo ime govori, fokus je na borbi protiv organizovanog kriminala u BiH. Nјezin sastavni dio čini dinamički/akcioni plan koji sadrži cilј, mjere, navodinosioce i rok realizacije planirane aktivnosti. 7. INSTITUCIONALNI OKVIR ZA BORBU PROTIV ORGANIZOVANOG KRIMINALITETA U BiH Vijeće ministara u BiH je nosilac izvršne vlasti na nivou BiH. Na nivou entiteta i Brčko Distrikta, to su njihove vlade. Odlučnost i sposobnost faktora političkog sistema da se obračunaju sa organizovanimkriminalom,delegira bezbjednosnim 328 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 agencijama uspjeh u borbi. Može se zaklјučiti da za sprovođenje Strategije treba postojati stabilnost političke volјe ali i usvajanje isprovođenje odgovarajućih propisai jačanje saradnje institucija na nivou BiH, entiteta i BrčkoDistrikta. UBiH po ovom pitanju djeluju sledeće institucije i agencije: Državna agencija za istrage i zaštitu (SIPA),djeluje u skladu sa nadležnostima propisanim Zakonom o državnoj agenciji za istrage i zaštitu. (Sl.glasnik BiH br:27/04;63/04;35/05;49/09;40/12) Nјezin rad se odnosi na organizovani kriminal, terorizam, ratnezločine, trgovinu lјudima i dr. krivična djela protiv čovječnosti i vrijednosti zaštićenihmeđunarodnim pravom, te teški finansijski kriminal. SIPA poslove i zadatke obavlјa po naredbi Tužilaštva i Suda BiH. Zasprečavanje pranja novca i finansiranja terorističkih aktivnosti nadležno je Finansijsko-obavještajno odjelјenje (FOO) u sjedištu SIPA-e koje je glavni nosilac aktivnosti u BiH po ovoj problematici. Granična policija BiH, djeluje u skladu sa propisima koji su obuhvaćeni Zakonom o graničnoj policiji BiH. (Sl. glasnik BiH, br: 50/04, 27/07 i 59/09). Aktivnosti obuhvataju provođenje Zakona o graničnoj kontroli, Zakona o kretanju i boravku stranaca iazilu, sprečavanje, otkrivanje i istraživanje krivičnih djela propisanih KZ uBiHkada su ona usmjerena protiv bezbjednosti državne graniceili protiv izvršenja poslova i zadataka iz nadležnosti GP BiH.U organizacionoj strukturi GP BiH djeluje Centralni istražni ured, čija je nadležnost sprečavanje i otkrivanjekrivičnih djela iz oblasti organizovanog prekograničnog kriminala, naročito krijumčarenja lјudi, ilegalnih migracija i krijumčarenja roba. Direkcija za koordinaciju policijskih tijela BiH, u svojoj strukturi obuhvata i Sektor za međunarodnuoperativnu policijsku suradnju, koji u skladu sa nadležnostima, razmjenjujeoperativne i strateške informacije u međunarodnoj policijskoj saradnji, putem saradnje saINTERPOL-om, EUROPOL-om i SELEC Centrom, kao i putem akreditovanih stranihpolicijskih oficira za vezu u BiH. Sud i Tužilaštvo BiH, djeluju na nivou BiH. Nјihovenadležnosti su propisane Zakonima o Sudu BiH i Tužilaštvu BiH. (http://tuzilastvobih.gov.ba).Tužilaštvo BiH je institucija čija je nadležnost određena Zakonom o tužilaštvu BiH. Nadležno je za krivična djela organizovanog kriminala na nivou BiH, te naročito 329 G. Blagojević za krivična djela međunarodnog prometa opojnim drogama, trgovine lјudima, koruptivnim krivičnim djelima gdje su izvršioci predstavnici institucija BiH, kao i za krivična djela ekonomskog kriminala kojima se ugrožava ekonomski integritet i jedinstvo tržišta u BiH. S cilјem što efikasnijeg istraživanja i krivičnog procesuiranja navedenih krivičnih djela, u Tužilaštvu BiH je formiran Posebni odjel za organizovani kriminal, ekonomski kriminal i korupciju. Na nivou entiteta djeluju entitetska, okružna i kantonalna tužilaštva dok u okviru Brčko Distrikta BiH djeluje Tužilaštvo Brčko Distrikta BiH. U Republici Srpskoj formirano je i Specijalno tužilaštvo sa isklјučivom nadležnošću za borbu protiv organizovanog kriminala. OSA/OBA BiH, djeluje kao samostalna agencija za prikuplјanje bezbjednosnoobavještajnih podataka. Direktno je odgovornaParlamentarnoj skupštini BiH, odnosno, Komisiji za nadzor nad radom OSA/OBA. Nadležnosti su propisane Zakonom o obavještajno-bezbjednosnoj agenciji BiH. Pored ostalog, poslovi OSA/OBA obuhvataju prikuplјanje, analizu idistrubuciju podataka o organizovanom kriminalu koji po svom karakteru predstavlјa prijetnjupo bezbjednost BiH i globalnu bezbjednost, naročito u oblastima trgovine drogom, oružjem ilјudima, nezakonitu međunarodnu proizvodnju oružja za masovno uništenje ili komponenti,materijala i uređaja koji su potrebni za njihovu proizvodnju; nezakonitu trgovinu proizvodimai tehnologijama koje su pod međunarodnom kontrolom. Uprava za indirektno oporezivanje BiH, kao samostalna upravnaorganizacija, na nivou BiHprovodi zakonske i druge propise o indirektnomoporezivanju i politiku koju utvrđuje Vijeće ministara BiH na prijedlog Upravnog odbora UIO.Odgovorna je Vijeću ministara BiH.Nadležnost UIO BiH je regulisana Zakonom oUpravi za indirektno oporezivanje, koja se ogleda, između ostalog, u suzbijanju, otkrivanju iistraživanju carinskih, poreskih i dr. prekršaja, te u skladu sa uputstvima nadležnogtužioca, vođenju aktivnosti u vezi s istragom krivičnih djela vezanih za indirektnooporezivanje, putem svog organizacionog dijela Sektora za provođenje propisa. Na nivou BiH, pored Agencije za policijsku podršku, Agencije zaškolovanje i stručno usavršavanje kadrova i Agencije za forenzička ispitivanja i vještačenja,djeluje i Služba za poslove sa strancima.Najvažnija nadležnost u kontekstu ove Strategije je prevencija i suprotstavlјanje ilegalnimmigracijama kao 330 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 potencijalnom riziku, koju Služba provodi kroz operativne aktivnosti upostupcima ovjere pozivnih pisama i odobrenja boravka, prikuplјanjem informacija i saznanjao organizatorima ilegalnog prebacivanja i krijumčarenja lica, utvrđivanju pravaca i rutakretanja ilegalnih migranata, razmjenom prikuplјenih saznanja i informacija sa agencijama zaprovedbu zakona u BiH, inspekcijskim kontrolama kretanja i boravka stranih državlјana tepreduzimanjem represivnih aktivnosti prema istim. 8. INSTITUCIONALNI NIVO ENTITETA I BRČKO DISTRIKTA Pored institucija na nivou BiH, postoje, na nivou entiteta, Federalni MUP, MUP Republike Srpske,Policija BrčkoDistrikta. FEDERACIJA BiH:U okviru Federacije BiH postoji 10 kantona. U svakom djeluje KantonalniMUP. Sastoje se od policijskih uprava formiranihna teritorijalnom i funkcionalnom principu. Policijske uprave se sastoje od dvije ili višepolicijskih stanica (opštinski nivo). Nadležnosti Federalnog MUP-a, (Federalne Uprave policije FMUP-a), propisane su Zakonom o unutrašnjim poslovimaFederacije BiH. (Službene novine Federacije BiHbr: 49/05). Nadležnosti se odnose na suzbijanjeterorizma, međukantonalnog kriminala, stavlјanja u promet opojnih droga, organizovanogkriminala, pronalaženje i hapšenje izvršilaca ovih krivičnih djela. REPUBLIKA SRPSKA:Nadležnosti MUP-a Republike Srpske propisana su Zakonom ounutrašnjim poslovima i Zakonom o policijskim službenicima Republike Srpske. Navedenimzakonima, kao jedan od primarnih zadataka je i suzbijanje organizovanogkriminaliteta i korupcije. Kao jedna od osnovnih organizacionih jedinicaje i UKP, koja u svom sastavu ima Službu za suzbijanjeorganizovanog kriminaliteta i korupcije čiji je prioritetni zadatak vođenje istragaorganizovanog i najtežih oblika privrednog kriminaliteta i korupcije, kao i finansijske istragei istrage pranja novca. U okviru UKP, formirano je Odjelјenje za suzbijanje visokotehnološkog kriminaliteta. U okviru 6CJB, formirana su odjelјenja za suzbijanje organizovanog kriminaliteta i korupcije te zasuzbijanje privrednog kriminaliteta. BRČKO DISTRIKT:Policija Brčko Distrikta BiH ima potpunu, stvarnu i mjesnu nadležnost na području BrčkoDistrikta BiH propisanu Zakonom o Policiji Brčko 331 G. Blagojević Distrikta BiH. (Sl. glasnik Brčko Distrikta BiH, br: 2/00 i 33/05). U okviru Jedinicekriminalističke policije formirani su odsjek za organizovani kriminal, droge i odsjek zaprivredni kriminal i korupciju. 9. ANALIZA KAPACITETA ZA BORBU PROTIV ORGANIZOVANOG KRIMINALA Subjekti u borbi protiv organizovanog kriminala imaju izvijesne nedorečenosti i manjkavosti. Karakteristična je kadrovska nepopunjenost, kako u kvalitativnom tako i u kvantitativnom smislu. Na jednoj strani, primjećuje se odliv kvalitetnih i iskusnih kadrova u druge institucije ali i privatni sektor. Sa druge strane postoji priliv mladih ineiskusnih službenika kojima nedostajeneophodno znanje i vještina. Posmatranjem specijalizacije kadrova u borbi protiv organizovanog kriminala, uviđa se da taj proces nema trajni karakter kroz čiju bi se aktivnost omogućilo sticanje odgovarajućih kompetencija. Ono što je aktuelno ali nedovolјno, jeste organizovanje povremenih seminara, okruglih stolova, određenih studijskih posjeta i slično. Potrebno je usavršavati metode borbe, taktike istraživanja i dokumentovanja savremenih oblika kriminala, primjenespecijalnih istražnih tehnika, sprovođenja finansijskih istraga i efikasnog oduzimanja imovineproistekle izvršenjem krivičnih djela, implementacije međunarodnih standarda, razvijanjapravne regulative i u drugim oblastima. To zahtijeva bolјu koordinaciju i korišćenje obavještajnih podataka i informacija, unapređenje znanja, ali i pojačanu međusobnu saradnju institucija. Efikasnije sprovođenje postojećih zakona i primjena najbolјih iskustava iz prakse ipovezivanje informacionih mreža i baza podataka, kao i razvijanje regionalne saradnje nasvim nivoima, doprinijelo bi efikasnijoj i efektivnijoj borbi protiv organizovanog kriminala. 10. NAJČEŠĆI POJAVNI OBLICI ORGANIZOVANOG KRIMINALA I NEOPHODNE MJERE Neovlaštena proizvodnja i promet opojnih droga: Zahtijeva neophodnost da se usvoji nova strategija i akcioni plan za borbu protiv zloupotrebeopojnih droga, sa akcentom na prevenciju suzbijanja zavisnosti, edukaciji mladih, u cilјu smanjenja potražnje za opojnimdrogama u BiH. Implementacija i sprovođenje zajedničkih aktivnosti na međunarodnom nivou treba da budu jedna od mjera kojim bi se unaprijedilo proaktivno djelovanje.Formiranje zajedničkog operativnog centra bilo 332 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 bi neizbježno ukoliko se saradnja odnosi na BiH i zemlјe okruženja. U pogledu kontrole i nadzora nad komunikacijama članova organizovane kriminalne grupe, potrebno je unaprijediti strateške smjernice. Pojačane kontrole na graničnim prelazima su neophodne. Od velike važnosti je i sprovođenje posebnih istražnih radnji. Neophodno je profesionalizovati posebnu istražnu radnju „prikrivenog istražitelјa“. Pooštravanje kaznene politike i njena strožija primjena, te eventualne izmjene u KZ u smislu pooštravanja sankcija,bilo bi od velikog značaja. Trgovina lјudima: Viktimološki značaj je veoma bitan. U tom smislu potrebno je pozitivno podsticati žrtvei obezbijediti bezkompromisno sprovođenje njihove zaštite u procesnom postupku i u smislu njihove lične zaštite. Pravovremenost razmjene informacija policijskih agencija u BiHi regionalnog nivoatrebalo bi da se ostvaruje putem formiranja Zajedničkog centra za operativnu policijskusaradnju. Krijumčarenje lјudi: Unapređenje operativno-obavještajne aktivnosti na nivou međuregisjke i međunarodne saradnjeje veoma bitno. Potrebno je pojačati granične kontrole, kretanje i boravakstranaca u BiH, razmjenu kriminalističkoobavještajnih informacija i međupolicijsku saradnju. Krađe i trgovina ukradenim vozilima:U cilјu kontrole ilegalnih auto-otpada pojačati mjere inspekcijskihkontrola lokalne samouprave i izvršavati nadzor nad sprovođenjem homologacije vozila su jedni od početnih koraka. Implementaija akcijskog plana za borbu protiv krađe motornih vozila veoma je bitna ali i aktivnosti na pristupu međunarodnim bazama podatakaukradenih vozila i radnih mašina, kao i međupolicijska saradnja na nivou BiH i drugih država. Kao efektan oblik bio bi i pojačavanje kaznene politike i oduzimanje protivpravno stečene imovine. Privredni kriminalitet: Preporuke Savjeta Evrope jasno ukazuju na neophodnost borbe protiv ovih krivičnih djela. Potrebno je intenzivirati razmjenu podataka i međunarodnu saradnju po preuzetimsporazumima. Kao dalјi koraci bili bi pooštravanje kaznene politike u smislu visine zaprijećene kazne, pojačane kontrole prilikom registracije pravnih subjekata, izrada planova integriteta agencija za sprovođenje zakona u BiH safokusom na borbu protiv korupcije kao i međusobna saradnja agencija, pojačane interne kontrole u institucijama za sprovođenje zakona ipravosudnim institucijama, s cilјem suzbijanja zloupotreba. 333 G. Blagojević Pranje novca: Potreba za donošenjem novog zakona o sprečavanju pranja novca ifinansiranju terorizma u skladu sa preporukama Moneyvala, kao i usklađivanje KZ BiH; RS; FBiH; BDBiH ali i potpuna implementacija Strategije za sprečavanje pranja novca ifinansiranja terorističkih aktivnosti su mjere na koje se mora staviti akcenat. Edukacija tužilaca i policije o savremenim oblicima,modusima i tehnologijama u pranju novca, su veoma značajne mjere. Nezakonita trgovina vatrenim oružjem: Neophodno je potpuno ostvarivanje cilјeva Strategije za kontrolu malog oružja i lakog naoružanja BiH 2013-2016., te konkretnih obaveza iz usvojenog Akcionog plana za sprovođenje Strategije. Potrebno je preciznije pravno regulisati oblast koja se odnosi na bezbjednosne agencije u smislu nadzora i kontrole uvoza i izvoza naoružanja preko teritorije BiH, kao i iznalaženje primjene najbolјih međunarodnih iskustava kod rješavanjaviškova zaostalog oružja i vojne opreme u postkonfliktnim zemlјama. Edukacija i podizanje svijesti u obrazovnim institucijama o opasnosti oružja sa cilјem sprečavanja dostupnostioružja i eliminacije „crnog tržišta“ u BiH, predstavlјalo bi učinkovitu mjeru koja bi se u preventivnom smislu odvijala. Krijumčarenje visokotarifnom robom: Da bi se pobolјšala situacija u ovoj oblasti, neophodno jepreduzeti mjere kojima će se smanjiti stopa nezaposlenosti i opšteg siromaštva u BiH, ali i ojačati istražni kapacitetiza otkrivanje i rasvjetlјavanje ovih krivičnih djela. Kompjuterskikriminalitet: Donošenje strateških dokumenata u borbi protiv visokotehnološkogkriminala u BiH i saradnja sa privatnim sektorom kroz razvijanje konretnih sporazuma i podizanje svijesti vezano za sigurnost korištenja IT su od velike važnosti. Potrebno je sprovoditi edukacijupolicajaca, tužilaca i sudija o savremenomvisokotehnološkom kriminalu, modusima i pojavnim oblicima, ali i kontinuirano unapređenje tehnologija koje koriste agencije za sprovođenje zakona u BiH, te opremanje i razvoj sigurnosti kompjuterskih sistema u institucijama uBiH i implementacija međunarodnih direktiva i najbolјih praksi u ovoj oblasti. Korupcija: Implementacija preporuka GRECOi implementacija Strategije i akcionog plana za borbu protivkorupcije sa kombinacijom pooštravanja sankcije za sva koruptivna krivična djela, uz obavezno oduzimanje nezakonitostečene imovine dala bi učinkovite rezultate. Neophodno je jačati internu kontrolu unutar 334 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 agencija za sprovođenje zakona safokusom za borbu protiv korupcije i zloupotrebu položaja. 11. ZAKLjUČAK Organizovani kriminal kao globalni društveni problem višestruko nanosi štetu BiH i predstavlјa ozbilјnu prijetnju kako nacionalnoj privredi i uspostavlјanju demokratskog poretka i vladavine prava, tako i nacionalnoj bezbjednosti zemlјe. Prilikom formiranja radne grupe za izradu Strategije za borbu protiv organizovanog kriminala, BiH je formirala radnu grupu za izradu nove Strategije za borbu protiv organizovanog kriminala i izradu procjene ugroženosti od organizovanog kriminala (OCTA). Radna grupa je dogovorila korištenje Europolove SOCTA metodologije za izradu OCTA uz sudjelovanje obavještajnih analitičara policijskih agencija obučenih za korištenje SOCTA metodologije. (www.europol.europa.eu; & http://www.statewatch.org/news/2013/jan/eu-councilsocta-methodology.pdf). Prema Izvještaju Evropske komisije o napretku BiH, „sudije i tužioci specijalizovani za slučajeve organizovanog kriminala nejednako su raspoređeni, posebno na entitetskom nivou. Uvedena su pobolјšana uputstva za stručnu saradnju između tužilaca i organa za provođenje zakona. Međutim, provođenje sistema istraga koje vode tužioci i dalјe je problem. Slabosti sistematskog prikuplјanja, analize i korištenja obavještajnih podataka od strane organa za sprovođenje zakona, otežavaju strateško usmjeravanje na organizovane kriminalne grupe i aktivnosti. Ne postoji sistematska razmjena obavještajnih podataka između organa za provođenje zakona u cilјu zajedničkog operativnog planiranja. Nepostojanje zakonskih odredbi o tajnim identitetima ograničava angažman istražitelјa na tajnom zadatku i doušnika. Izmjene i dopune Zakona o krivičnom postupku BiH za učinkovitiju primjenu posebnih istražnih mjera su pripremlјene, ali još uvijek nisu usvojene. (Evropska komisija, 2013). U BiH veliki problem predstavlјa nelegalna trgovina naoružanjem. U pogledu borbe protiv trgovine lјudima, usvojeni su nova strategija i akcioni plan za period 2013-2015. Provođenje projekata iz akcionog plana uglavnom finansiraju donatori. 335 G. Blagojević Pravilnik o zaštiti stranih žrtava trgovine lјudima je izmijenjen, čime se sistem BiHdodatno približava EU i međunarodnim standardima. Odsjek za borbu protiv trgovine lјudima u sastavu Ureda državnog koordinatora i baza podataka o žrtvama trgovine lјudima nisu u potpunosti operativni. BiH treba dodatno uskladiti svoj sistem borbe protiv trgovine lјudima s nizom preporuka uklјučenih u poslјednji izvještaj ekspertne grupe za suzbijanje trgovine lјudima (GRETA). U sklopu Savjeta Evrope, takođe je donesen i Akcioni plan za BiH2015-2017. (https://rm.coe.int.). BiH nema ni strategiju ni institucije za rješavanje pitanja cyber kriminala i cyber sigurnosnih prijetnji. Vijeće ministara još nije usvojilo Akcioni plan za formiranje BIH CERT-a (Computer Emergency Response/Readiness Team – Tim za odgovore na računarske incidente). U kontekstu navedenog, izuzećemo činjenicu da na entitetskom nivou, odnosno u Republici Srpskoj u organizacionoj jedinici MUP-a, u sklopu Uprave kriminalističke policije postoji Jedinica za organizovani kriminalitet i Jedinica za visokotehnološki kriminalitet i operativnu podršku. Situaciju dodatno komplikuje činjenica da se organizovane kriminalne grupe iz BiH povezuju i tijesno sarađuju sa organizovanim kriminalnim grupama iz država regiona, naročito iz Srbije, Crne Gore, Makedonije i Hrvatske, kao i van njega, kako bi maksimizirali profit i dobili logističku podršku prilikom izvođenja određenih krivičnih djela, posebno krijumčarenja narkotika i oružja, kao i ilegalnih migranata. Sve ukupno, BiH je postigla ograničen napredak u borbi protiv organizovanog kriminala i terorizma. Posebni napori u borbi protiv trgovine lјudima i dalјe su u ranoj fazi. Nastavlјena je saradnja između organa za provedbu zakona, ali je potrebno objediniti proces sistematičnije razmjene obavještajnih podataka, te uspostaviti mehanizme koordinacije. Potrebno je pobolјšati saradnju između organa za provedbu zakona i tužilaštava kako bi se garantovalo efikasnije vođenje postupaka pred sudom nakon policijskih operacija. 336 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 LITERATURA Evropska komisija, (2013). „Radni dokument osoblјa komisije, Izvještaj o napretku BiH u 2013. prilog uz saopštenje komisije evropskom parlamentu i vijeću, Strategija proširenja i glavni izazovi 2013-2014“Brisel. str.56. Keković, Z., (2009). „Sistemi bezbednosti“, Fakultet bezbednosti Beograd, Srbija., , str.9091. Kovač, M., (2003). „Strategijska doktrinarna dokumenta nacionalne bezbednosti“, Svet knjige, Beograd, Srbija., str. 82 Sl.glasnik BiH br:27/04;63/04;35/05;49/09;40/12; Sl. glasnik BiH, br: 50/04, 27/07 i 59/09; Službene novine Federacije BiHbr: 49/05 Sl. glasnik Brčko Distrikta BiH, br: 2/00 i 33/05 Toon van der Heijden, (1996). „Measuring Organized Crime in Western Europe“, College of Police and Security Studies, Ljubljana, Slovenia; Transparency International BiH. (2014). „Najbolјe prakse u otkrivanju i sankcionisanju korupcije“,Sarajevo, BiH; UN, (2000). „ Konvencija Ujedinjenih nacija protiv transnacionalnog organizovanog kriminala 15. 12. 2000. godine“, Palermo, Italija; Vijeće ministara BiH, (2013). „Strategija za borbu protiv organizovanog kriminala BiH., 2014-2016“Sarajevo, BiH; http://tuzilastvobih.gov.ba.(Pristup:07.02.2016.godine); www.europol.europa.eu; (Pristup:09.02.2016.god.); http://www.statewatch.org/news/2013/jan/eu-council-socta-methodology.pdf. (Pristup:09.02.2016.god.). https://rm.coe.int. (Pristup:09.02.2016.godine). 337 Kriminalistički i krivičnopravni aspekti rasvetljavanja i dokazivanja drivičnih dela iznuda Mr.Mladen Vuković Univerziteta u Novom Sadu APSTRAKT Krivično delo iznuda kao tradicionalni oblik nasilnih imovinskih delikata pobuđuje pažnju stručne i opšte javnosti (građana), kako zbog značaja zaštićenog dobra (objekta zaštite), učestalosti i obilja pojavnih oblika ispoljavanja u svakodnevnom životu, tako i zbog obima i intenziteta prouzrokovanih posledica, odnosno načina i sredstava njegovog izvršenja. Iznuda, zbog samog načina izvršenja koji se sastoji u primjeni sile ili upućivanju pretnje, predstavlja ne samo nanošenje pasivnom subjektu imovinske štete već i izlaganje istog duševnim patnjama. Učinilac ovog djela teži da upozna ličnost i životne prilike pasivnog subjekta kako bi mogao da adekvatnom pretnjom izazove strah kod istog. U kontakt sa pasivnim subjektom učinilac stupa neposredno ili preko posrednika, upotrebom uređaja za komunikaciju, ređe pisanim putem. Učinilac posebno nastoji da demotiviše pasivnog subjekta za bilo kakav otpor, da ga otuđi od bilo koga ko bi mu mogao pružiti pomoć, naročito da odvrati pasivnog subjekta od obraćanja policiji ili organima pravosuđa. U ovom radu će se prezentirati, analizitati i problematizovati kriminalistički i krivično pravni aspekti rasvjetljavanja i dokazivanja krivičnog dela iznude počevši od načina saznanja, mjerama prvog zahvata, uviđaja na licu mjesta kao i primjenu operativno - taktičkih mjera i radnji koje su prilagođene subjektivnim i objektivnim uslovljavajućim faktorima specifičnim za rad policijskih službenika MUP-a RS, Centar javne bezbjednosti Banja Luka, Sektora kriminalističke policije. Ključne riječi: Iznuda, Metodika, Rasvjetljavanje, Dokazivanje, CJB Banja Luka, Operativno-Taktičke Mjere I Radnje. M. Vuković 1. UVODNARAZMATRANJA Krivična dela iznude spadaju u opšti, klasični kriminalitet koje poznaje moderno društvo,posebno kada se radi o zaštiti ličnih i imovinskih dobara i vrednosti. Iznuda predstavlja hibridno krivično delo po svojoj pravnoj prirodi, i u pravnoj teoriji ne postoji jedinstveno i opšte prihvaćeno mišljenje o pravnoj prirodi ovog krivičnog dela.Naime, u pogledu davanja odgovora na pitanje kojoj vrsti krivičnih dela pripada iznuda, u teoriji su se iskristalisala dva suprotstavljena shvatanja. Prema jednom shvatanju, koje prihvataju i zakonodavci u najvećem broj savremenih država, iznuda je, iako krivično delo hibridnog karaktera, ipak imovinsko krivično delo(premaobjektuzaštitenakojijedeloupravljeno, odnosnopremanameripribavljanjaimovinskekoristikojapostojinastraniučiniocadela) . U prilog ovog shvatanja se navode obično dva argumenta, da je tokrivično delo koje za objekt zaštite ima imovinu, pa je stoga ovo krivično delo u najvećem broju savremenih krivičnih zakona (zakonika) sistematizovano u grupu krivičnih dela protiv imovine i daučinilac preduzima radnju izvršenja krivičnog dela iznude rukovođen posebnim subjektivnim elementom, a to je namera pribavljanja za sebe ili drugog protivpravne imovinske koristi.Prema drugom shvatanju, iznuda spada u nasilnički kriminalitet (jer se preduzima upotrebom sile ili pretnje prema pasivnom subjektu). Naime, radnja izvršenja se kod ovog krivičnog dela preduzima na specifičan, zakonom određeni način - upotrebom prinude ili nasilja – dakle, upotrebom sile ili pretnje kojom se povređuje ili neposredno ugrožava telesni (fizički) integritet drugog lica ali sloboda odlučivanja pasivnog subjekta. Radi se zapravo o krivičnom delu koja pobuđuje ne samo pažnju stručne, već i opšte javnosti (građana), kako zbog značaja zaštićenog dobra (objekta zaštite), učestalosti i obilja pojavnih oblika ispoljavanja u svakodnevnom životu, tako i zbog obima i intenziteta prouzrokovanih posledica, odnosno načina i sredstava njegovog izvršenja. Od postanka čoveka, pa do danas, njegovo pravo na neprikosnovenost imovine (imovinskih dobara, prava i interesa), stalno je dobijalo na značaju. Imovina se tako pored života i tela čoveka, javlja kao najveća vrednost ljudskog društva. Stoga je imovina oduvek bila zaštićena, a napad na nju strogo je kažnjavan.Zaštita imovine, posebna je briga čitave društvene zajednice, i to ne samo u pojedinim državama, već i cele međunarodne zajednice. Imovina je ekonomski osnov opstanka svakog čoveka i njegove uže ili šire zajednice. Imovina je takođe ekonomska osnova za postojanje i razvoj celog društva - države. Ovo smo istakli da bi ukazali na sve veću brigu o čoveku, i njegovim zaštićenim dobrima (pravima i slobodama, među kojima se svakako po svom značaju izdvaja 340 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 i pravo na imovinu) i sve veću njihovu zaštitu od različitih vrsta i oblika protivpravnih delatnosti koje ih mogu povrediti ili ugroziti. Sva savremena krivična zakonodavstva danas u strukturi krivičnih dela sistematizovanih u posebnom delu krivičnih zakona (ili zakonika) poznaju više krivičnih dela, koja su upravljena protiv imovine. Tako naše krivično pravo predviđa više oblika i vidova ispoljavanja krivičnog dela iznude za koja su propisane različite vrste kazni, a koja su dela sistematizovana u određenim grupama krivičnih dela shodno grupnom zaštitnom objektu. Društvena opasnost izvršenih krivičnih dela iznuda u osnovnom i kvalifikovanim oblicima uopšte sastoji se u tome što se njima napada, s jedne strane, imovina drugog fizičkog i pravnog lica, čime se nanosi imovinska šteta, a s druge strane, povređuje se sloboda čoveka u pogledu raspolaganja svojom imovinom. Ipak, njihova društvena opasnost nije opredeljena jedino time, jer pojedini fenomenološki oblici ispoljenih iznuda karakteriše masovno i nepotrebno nasilje, zbog svojih posebnih karakteristika (broj, sredstvo, način, mesto), umnogome utiču na visok stepen društvene opasnosti ovih krivičnih dela. Predmet istraživanjaovog rada je kriminalistički i krivično pravni aspekti rasvjetljavanja i dokazivanja krivičnog dela iznude počevši od načina saznanja, mjerama prvog zahvata, uviđaja na licu mjesta kao i primjenu operativno taktičkih mjera i radnji koje su prilagođene subjektivnim i objektivnim uslovljavajućim faktorima specifičnim za rad policijskih službenika MUP-a RS, Centar javne bezbjednosti Banja Luka, Sektora kriminalističke policije. 2. MATERIJALNOPRAVNI POJAM KRIVIČNOG DELA IZNUDA Krivično delo iznuda zauzima istaknuto mjesto u strukturi imovinskih krivičnih djela u svim savremnim krivičnim zakonodavstvima (Kraus, 1957: 562). Za krivična dela iznude krivično gonjenje se preduzima po službenoj dužnosti od strane nadležnog tužioca. Viši sud je nadležan za presuđenje ovih krivičnih dela, odnosno za utvrđvanje krivice njihovih učinilaca i to u redovnom postupku. Iznuda, zbog samog načina izvršenja koji se sastoji u primeni sile ili upućivanju pretnje, predstavlja ne samo nanošenje pasivnom subjektu imovinske štete već i izlaganje istog duševnim patnjama. Učinilac ovog dela teži da upozna ličnost i životne prilike pasivnog subjekta kako bi mogao da adekvatnom pretnjom izazove strah kod istog. U kontakt sa pasivnim subjektom učinilac stupa neposredno ili preko posrednika, upotrebom uređaja za komunikaciju, ređe pisanim putem. Učinilac posebno nastoji da demotiviše pasivnog subjekta za bilo kakav otpor, da ga otuđi od bilo koga ko bi mu mogao pružiti pomoć, naročito da odvrati pasivnog 341 M. Vuković subjekta od obraćanja policiji ili organima pravosuđa. Sa aspekta krivičnog prava, bitna obeležja krivičnog dela iznude su imovina kao zaštitni objekat ovog krivičnog dela, sila i pretnja kao načini vršenja prinude, odnosno radnja izvršenja krivičnog dela, posledica krivičnog dela, direktni umišljaj i namera učinioca kao subjektivna obeležja ovog dela, kažnjivost pokušaja krivičnog dela i teži oblici krivičnog dela. Iznuda je prema pretežnom, prevalentnom dobru ili vrednosti – objektu zaštite koji se njime štiti, predviđena u grupi krivičnih dela protiv imovine, u glavi dvadeset prvoj Krivičnog zakonika Republike Srpske (Đurđić i Jovašević, 2006: 124) u članu 242. Krivičnog zakona. Iznuda iz člana 242. Krivičnog zakonika Republike Srpske prema zakonskom opisu ima pet oblika ispoljavanja: osnovni (stav 1), tri teža (st. 2,3. i 4) i najteži oblik (stav 5). Iznuda iz člana 242. Krivičnog zakona Republike Srpske glasi: ''Ko u nameri da sebi ili drugom pribavi protivpravnu imovinsku korist, silom ili pretnjom prinudi drugog da nešto učini ili ne učini na štetu svoje ili tuđe imovine, kazniće se zatvorom od jedne do osam godina.'' Iznuda, u svom osnovnom obliku, se sastoji u prinuđivanju drugoga silom ili ozbiljnom pretnjom da nešto učini ili ne učini na štetu svoje ili tuđe imovine, a u nameri da se time sebi ili drugome pribavi protivpravna imovinska korist. Takođe delo obuhvata i uterivanje duga ukoliko se to radi prinuđivanjem (Atanacković, 1966: 415). Krivično djelo iznude je po svojim konstruktivnim elementima slično sa krivičnim djelom ucene jer i jedno i drugo sadrži elemenat sile i pretnje, te namera sticanja protivpravne imovinske koristi, ali se kod krivičnog dela ucene pretnja odnosi na ugled i čast pasivnog subjekta, što kod iznude nije slučaj. Takođe u pogledu radnje izvršenja krivično delo iznude ima sličnosti sa krivičnim delom razbojništva, a u pogledu posledice sa krivičnim delom prevare (Stojanović i Perić, 1996: 280). Bitno je naglasiti da sila i pretnja kao supstrati dela, mogu da budu upravljeni prema pasivnom subjektu ali i prema nekom drugom licu ako to može uticati na pasivnog subjekta da preduzme štetna raspolaganja, ali za razliku od drugih krivičnih dela sila može biti upravljena i prema stvarima (Babić i Marković, 2007: 177). Za postojanje dela u dovršenoj formi nije potrebno da je navedena radnja i realizovana, dovoljno je da pasivni subjekt preuzeo štetna raspolaganja u odnosu na svoju ili tuđu imovinu. Pokušaj postoji onda kada je primenjena prinuda (sila ili pretnja) u cilju da se pasivni subjekt prinudi da nešto učini ili ne učini na štetu svoje ili tuđe imovine, a uz postojanje namere pribavljana protivpravne imovinske koristi. Sam pokušaj 342 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 krivičnog djela iznude, prema krivičnom zakoniku Republike Srbije je kažnjiv. Za osnovni oblik propisana je kazna zatvora u trajanju od jedne do osam godina (Ilić, 2006: 184). 3. NAČIN SAZNANjA ZA IZVRŠENO KRIVIČNO DELO IZNUDE Kao i kod drugih krivičnih dela, za izvršeno krivično djelo iznude možemo saznati iz više izvora tj. na više načina od kojih je svaki specifičan na svoj način. Osim uopštene podjele na posredno i neposredeno saznanje, krivična djela iznude možemo saznati zaticanjem na djelu izvršioca tj. „in flagranti delictio“ što je, mora se priznati, veoma rijetko (Brkić, 2002: 176). Za izvršeno krivično djelo iznude može se saznati i neposrednim operativnim radom na terenu, što se u praksi češće dešava nego na predhodno opisan način. Konstantan i intenzivan rad na terenu može da donese samo pozitivne rezultate. Sredstva javnog informisanja i javno pogovaranje takođe mogu biti koristan izvor saznanja da je izvršeno krivično djelo iznude nad određenim objektom – oštećenim (Kovačević, 2003: 231). Prijave građana svakako su jedan od mogućih načina saznanja da je izvršeno krivično djelo iznude. Te prijave se podnose uglavnom putem telefona sa lica mjesta ili iz neposredne blizine. Često se nakon usmenog obavještavanja podnosi i pismena prijava koja mora biti potpisana a prijavitelj obavezno mora biti poučen svim pravima koje propisuje Zakon o krivičnom postupku Republike Srpske. U praksi, osnovni izvor saznanja da je izvršeno krivično delo iznude je prijava oštećenog, odnosno lica nad kojim je izvršeno ovo krivično delo. Kada se radi o osnovnom obliku iznude, onda je najčešći način saznanja prijavva oštećenog lica prema kojem je primjenjena sila ili pretnja u cilju pribavljanja protivpravne imovinske koristi. Kod organizovanog oblika iznude gde se sila grubo manifestuje, a pretnja je očigledna, na strani oštećenog postoji strah da prijavi krivično delo i učinioca, pa je u takvim slučajevima osnovni izvor saznanja operativna delatnost organa unutrašnjih poslova (Bošković, 1995: 156). I u ovakvim slučajevima kod oštećenog postoji želja da prijavi krivično delo i učinioca, ali on to uvek ne čini jer se plaši osvete, što ukazuje na prisustvo ''tamne brojke'' i kod ovoga krivičnog dela. Međutim, kao način saznanja mogu se pojaviti i prijave pojedinih članova porodice ili šire rodbine oštećenog. U slučaju da je krivično delo iznude izvršeno od strane organizovane kriminalne grupe gdje su meta napada bili ugostiteljski ili privatni objekti i vozila koje koristi oštećeno lice ili njegovi bliski srodnici, obično 343 M. Vuković neposredni svedoci događaja ili komšije prijavljuju da je u toku izvršenje krivičnog dela. 4. MERE PRVOG ZAHVATA NAKON IZVRŠENOG KRIVIČNOG DELA IZNUDE Sa oštećenim koji prijavljuje izvršenje ovog krivičnog dela, uz prethodno uspostavljen korektan i profesionalan odnos, treba obaviti detaljan razgovor o svim okolnostima izvršenja iznude, vodeći računa o njegovom psihičkom stanju, uzbuđenosti, uznemirenosti, i prisustvu određene doze straha. Prilikom pribavljanja iskaza od oštećenog neophodno je ispitaniku postaviti pitanja kako bi ispitivač (ovlašteno službeno lica ili tužilac) usmerio komunikaciju u željenom pravcu, saznao i fiksirao činjenice koje su od značaja za rešenje konkretne krivične stvari (Simonović iPena, 2010: 189). Bitne stavke u razgovoru sa oštećenim treba da obuhvate mesto, vreme i način izvršenja krivičnog dela te posebno insistirati na razjašnjenju činjenica koje ukazuji da li je iznuda izvršena pismom, telefonom ili neposrednim putem, na koji način je dostavljeno pismo, na čiju adresu i u koje vreme, na koji broj telefona i u koje vreme se javlja učinilac iznude.U razgovoru posebno obratiti pažnju na oblik ispoljene sile i sadržaj pretnje, te da li oštećeni poznaje učinioca, odnosno ako ga ne poznaje da po mogućnosti da njegov što detaljniji opis. Takođe oštećenom je potrebno predočiti foto album izvršioca nasilnih delikata sa ciljem prepoznavanja lica koje je iznudu izvršilo. U daljem razgovoru sa oštećenim potrebno je da se razjasne okolnosti koliki je iznos protivpravne imovinske koristi koju je pribavio ili zahtjevao učinilac krivičnog djela iznude, te da li je to prvi slučaj davanja novca (Brkić, 2002: 181). Izneta kriminalistička praksa razgovora sa licem koje je oštećeno krivičnim delom iznude, odnosi se kako na slučajeve kada oštećeni sam prijavi krivično delo, tako i na slučajeve kada je krivično delo otkriveno operativnom delatnošću organa unutrašnjih poslova ili nekim drugim izvorom saznanja. U slučaju da je krivično delo iznude izvršeno od strane organizovane kriminalne grupe gdje su meta napada bili ugostiteljski ili privatni objekti i vozila koje koristi oštećeno lice ili njegovi bliski srodnici, na licu mjesta kriminalnog događaja je potrebno izvršiti istražnu radnju uviđaja sa ciljem pronalaska materijalnih dokaza radi dokazivanja i rasvjetljavanja ovog krivičnog dela. Istražnuradnjuuviđaja (Bošković iBanović, 1995: 139)obavljajupopraviludežurnioperativniradnik, odnosnokriminalističkiinspektorzajednodakriminalističkimtehničaremkojiutimuodl azenalicemesraizvršenjakrivičnogdela. Mada ima zakonsku obavezu na to, u 344 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 praksi tužilac izlazi na lice mjesta krivičnog događaja samo u izuzetnim situacijama kao što je ubistvo, teško ubistvo dok na ostala krivična dijela uopšte ne izlazi. Takođe, i u situacijama kada izađu na lice mjesta tužioci imaju ulogu nijemog i pasivnog posmatrača, bez ikakve želje da se aktivno uključe u vršenje uviđaja, tačnije da rukovode istim. U slučaju potrebe za angažovanjem i drugih, stručnih lica tokom vršenja uviđaja, isti se pozivaju da pristupe na lice mjesta te zajedno sa krimiminalističkim inspektorom i kriminalističkim tehničarem razjasne činjenice koje se u trenutku vršenja uviđaja mogu razjasniti (Simonović iPena, 2010: 181). Kada su u pitanju uviđaji krivičnih dela iznuda izvršenih od strane organizovane kriminalne grupe, zbog čestog paljena vozila ili objekata u vlasništvu oštećenog, uviđaju prisustvuju i inspektori za zaštitu od požara koji se pismeno izjašnjavaju o uzroku i načinu nastanka požara. Sudska praksa i struka je saglasna da tragovi, dokazi i rezultati pribavljeni uviđajem imaju veću dokaznu vrijednost od onih koji su pribavljeni drugim dokaznim radnjama (npr.saslušanje svjedoka, prepoznavanje i sl.) zato što se njime postiže objektivna procjena situacije na licu mjesta krivičnog djela, istražuje se, fiksira i po mogućnosti izuzima sa lica mjesta materijalno činjenično stanje i u znatnoj mjeri umanjuje subjektivnost dok se prednost daje nauci (na primjer kod mjerenja, vještačenja). Potrebno je naglasiti da svi tragovi i predmeti pribavljeni uviđajem imaju veliku dokaznu vrijednost jedino ukoliko je radnja obavljena u skladu sa zakonom i uz poštovanje pravila struke – sredstava i metoda rada sa materijalnim nosiocima dokaznih informacija. Dokazni potencijal uviđaja proizlazi iz mogućnosti korišćenja savremenih kriminalističko-tehničkih sredstava kojima se otkrivaju, fiksiraju i izuzimaju sa lica mjesta uviđaja materijalni nosioci dokaznih informacija, koji se šalju na potrebna vještačenja, u slučaju da se ne mogu protumačiti u okviru samog uviđaja. Upravo prilikom vršenja uviđaja potrebno je, između ostalog, posebnu pažnju posvetiti pronalasku, fiksiranju i izuzimanju mikro tragova a naročito mikro tragova biološkog porijekla koji direktno identifikuju nocioca traga. Kao i kod drugih krivičnih djela gdje je moguće izvršiti uviđaj, i ovdje uviđaj ima dvije faze – statičku (“sa rukama u džepovima”) i dinamičku. Obe faze i sam uviđaj uveliko zavise o tome da li je i kako bilo obezbjeđeno lice mjesta te da li je bilo izmjenjeno i ako jeste u kolikoj mjeri. Ovaj podatak se obavezno unosi u zapisnik. U posljednje vrijeme značajnu ulogu, ako se zakonito izuzmu, imaju i snimci videonadzora, kako na samom objektu napada (ako takav posjeduje), tako i na drugim mjestima i objektima u cilju utvrđivanja pravca i vremena bjekstva lica sa mjesta izvršenja. Takve video zapise potrebno je izuzeti na osnovu naredbe suda ili na osnovu dobrovoljne predaje lica (Simović, 2010: 586). Da bi uviđaj bio 345 M. Vuković vjerno prenesen na zapisnik, potrebno je da se opišu pojedine okolnosti i detalji, mjerenja i odnosi tragova i predmeta na licu mjesta. Tek po povratku u službene prostorije postoje tehnički uslovi da se uviđaj opismeni kroz zapisnik o uviđaju. Uviđaj ne treba biti previše štur i površan ali ne smije biti niti preopširan i preopterećen nepotrebnim detaljima. Naći mjeru u zapisniku o uviđaju, osim što je stvar subjektivne prirode, ujedno je i stvar “treninga” i iskustva. U slučajevima gdje je oštećenom ili njemu bliskim licima prilikom iznude novca nanešene teške tjelesne povrede, dužnost policijskog službenika je da sve povrede opiše i fotografiše, a navedeno mora da pravi ljekarski nalaz i mišljenje. 5. OPERATIVNO TAKTIČKE MJERE I DOKAZIVANJA KRIVIČNOG DELA IZNUDE RADNjE S CILJEM Prilikom sprovođenja istrage u vezi sa rasvjetljavanjem i dokazivanjem krivičnog dela iznude, za koju se mora napomenuti da je izuzetno kompleksna i složena, operativna i istražna djelatnost usmjerava se u pravcu razjašnjavanja okolnosti koje mogu doprinijeti otkrivanju izvršilaca i prukupljanju relevantih činjenica u vezi sa deliktom (Jovašević, 2003: 107). Tokom istražne radnje uviđaja, najčešće paraleno, u službenim prostorijama se saslušavaju oštećeni, svjedoci ali i sva druga lica za koja se ukaže potreba da se od istih prikupe određena obavještenja. Navedene radnje se preduzimaju uz konstantnu koordinaciju i vezu sa krim. inspektorom na licu mjesta koji vrši uviđaj, da bi se pojedine činjenice provjerile na licu mjesta. Tako se poštuje i važno načelo a to je načelo planskog postupanja a ne stihijskog kako je to nekada bila praksa.Kod najtežih slučajeva krivičnih djela iznuda, naročito izvršenih od strane kriminalnih organizacija, formira se „ad hock“ operativni štab koji upravlja kompletnom policijskom aktivnošću te koordinira na relaciji policija – tužilaštvo – sud i na osnovu toga izdaje konkretne zadatke za postupanje. Tokom operativno istražne djelatnosti policije, potrebno je staviti akcenat na otkrivanje činjenica koje se odnose na pripremne radnje koje su prethodile napadu na objekat ili privatnu svojinu oštećenog. Zbog toga treba usmjeriti prikupljanje dokaza, podataka, obavještenja i saznanja naročito na period od nekoliko dana koje su prethodila izvršenju krivičnog dela iznude. Treba obaviti informativne razgovore sa oštećenima, svjedocima ali i sa drugim kategorijama lica – ulični prodavci, zaposleni u trafikama, konobari, taksisti i sl. da li su nekoliko dana prije krivičnog dela ili neposredno pred njegovo izvršenje zapazili sumnjiva lica koja su se tu kretala, zadržavala, raspitivala o napadnutom objektu, ili se sumnjivo ponašala, da li su zapazili sumnjivo vozilo i druge bitne okolnosti (Simonović 346 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 iPena, 2010: 107). Takođe, treba se raspitati kod ranije provjerenih i pouzdanih operativnih veza, informatora i saradnika da li su im poznate okolnosti i činjenice u vezi sa krivičnim djelom a naročito da li su im poznati tiperi djela (ako se sumnja da postoje), da li su im poznata lica koja su nabavila i pripremila potrebene predmete (odjeću, vozila, oružje…) i sl. Zatim treba pokušati razjasniti okolnosti samog izvršenja krivičnog djela (Brkić, 2002: 182). Potrebno je utvrditi sve činjenice koje se odnose na izvršeno krivično delo iznude, detaljan opis i oprema izvršilaca. Često u praksi zbog velikog straha oštećeni ne želi da sarađuje, odbija da odgovara na pitanja policijskog službenika, ne želi da izvrši prepoznavanje lica. Shodno tome najbolje da izjavu od oštećenog uzima policijski službenik koji je vršio istražnu radnju uviđaja odnosno policijski službenik koji ima najviše informacija o cjelokupnom krivičnom djelu. U slučaju da je krivično delo izvršeno paljenjem vozila ili imovine oštećenog lica potrebno je izvršiti detaljan uviđaj sa ciljem pronalaska bioloških mikrotragova podobnih za dalje DNK vještačenje. Ako je krivično delo iznude izvršeno upućivanjem prijetećeg pisma ili telefonom potrebno je izvršiti vještačenje spornog pisma sa ciljem pronalaska bioloških tragova koje bi dovele do izvršioca krivičnog dela. U praksi veoma je česta pojava da se krivično delo iznude vrši putem telefona ili poziva sa telefonskih govornica. U slučajevima da je krivično delo učinjeno telefonskim putem, obično imamo situaciju gdje se oštećenom putem telefona sugeriše koliki novac treba da preda i način isporuke tog novca uz obavezno upućivanje pretnji po život i tijelo njega i njegove porodice u slučaju da slučaj prijavi policiji. Shodno tome policijski službenici koji rade na rasvjetljavanju krivičnog dela potrebno je da uz saglasnost tužioca i na osnovu naredbe sudije za prethodni postupak preduzmu posebnu istražnu radnju nadzor i tehničko snimanje telekomunikacija za sporni pretplatnički broj, te listing odlaznih i dolaznih poziva i SMS poruka za sve pretplatničke brojeve koji su se nalazili u spornom telefonu. Kako su izvršiocu krivičnog dela iznude svjesni mogućnosti ''prisluškivanja telefona'' isti u više navrata mjenjaju pretplatničke brojeve ali veoma rijetko mjenjaju mobilne uređaje. Zbog toga policijski službenici koji sporovode ove operativno taktičke mjere i radnje moraju veoma oprezno da vrše posebnu istražnu radnju nadzor i tehničko snimanje telekomunikacija, i da u slučaju navedenih promjena odmah obavjeste tužioca i uz njegovu saglasnost od sudije za prethodni postupak dobiju naredbu za proširenje na nove pretplatničke brojeve. Kako su preteća pisma obično napisana na računaru potrebno je prilikom dokazivanja krivičnog dela pronaći sporni računar i printer te na osnovu vještačenja sa spornim pismom nesporno utvrditi 347 M. Vuković njihovu podudarnost. Kada izvršilac krivičnog dela iznude zahtjeva od oštećenog da na određenom mjestu preda novac, policijski službenici su dužni krajnje oprezno izvršiti operativno taktičku mjeru zasjede i opservacije pomenutog mjesta a sve sa ciljem hvatanja izvršioca krivičnog djela prilikom primopredaje ili preuzimanja novca. Moguće je da se pomenuti novac obelježi ili da se u kovertu sa novcem postavi GPS uređaj a sve u cilju hvatanja učionioca krivičnog dela. Postoje situacije kada je oštećeni primio više prijetnji po život i tijelo ali tome nije pridavao značaja, dolazi do kuliminacije nasilnog izvršenja iznude u vidu razbijanja lokala, paljena putničkih automobila ili nanošenja tešekih telesnih povreda oštećenom. Tada policijski službenici tragaju za nepoznatim izvršiocem krivičnog dela te kada se preduzmu sve mjere prvog zahvata kriminalistički inspektor mora da sačini operativni plan za izvođenje operativno taktičkih i istražnih mjera i radnji a u cilju rasvjetljavanja krivičnog djela iznude. Plan treba da sadrži kratak opis krivičnog djela, neposredna saznanja, opis nepoznatih izvršilaca, kao i preduzete mjere i radnje a nakon toga je potrebno navesti konkretne operativno taktičke i istražne mjere i radnje koje se namjeravaju preduzeti, rok za preduzimanje kao i policijske službenike ili organizacione jedinice koje će navedene radnje i mjere i preduzeti. Prilikom rasvjetljavanja krivičnog djela te otkrivanja i privođenja pravdi nepoznatih izvršilaca primenjuje se, prije svega, indicijalna metoda a paraleno sa njom iskusni operativni radnik formira kriminalističke koje se planiraju u pogledu zlatnih pitanja kriminalistike (Kovačević, 2003: 233). Prilikom provjeravanja planiranih verzija policijski službenici dolaze do lica za koja se opšta sumnja uzdiže do stepena osnova sumnje da je upravo to lice izvršilo krivično djelo ili na drugi način učestvovalo u istom. Jedan dio operativnih radnika svoju pažnju i postupanja usmjeravaju na prikupljanje svih relevantnih informacija u vezi sa licem za koje postoje osnovi sumnje da je izvršilac te se vrši uvid u informacioni sistem kriminalističko obavještajnih analiza sa ciljem dobijanja informacija gdje lice i s kim živi, gdje boravi, gdje se kreće, koja vozila koristi, brojevi telefona, da li se dovodilo u vezu sa drugim krivičnim djelima i bezbjednosno interesnatnim ili kriminogenim licima i ako jeste sa kojim, izvodi iz operativne i kaznene evidencije (Simonović iPena, 2010: 289). Kada se prikupi dovoljno informacija i obavještenja o licima za koja postoje osnovi sumnje da su izvršili ili na neki drugi način učestvovali u krivičnom djelu, pristupa se lišenju slobode lica a kasnijem pretresanju lica, lokacija i vozila. Nakon lišenja slobode osumnjičenog lica i preliminarnog razgovora sa istim vezano sa konkretni događaj, u slučaju potrebe, zahtjevati od postupajućeg suda, a 348 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 uz predhodnu saglasnost tužioca, naredbu za pretresanje stana, ostalih prostorija i pokretnih stvari a sve u cilju pronalska sredstva izvršenja krivičnog djela (oružje, oruđe, sprave i alati), predmeta koji su pribavljeni izvršenjem krivičnog djela (otuđeni predmeti, novac, nakit ), te predmeta na kojima se mogu pronaći tragovi krivičnog djela. Nakon izvršenog pretresa i drugih kriminalističko tehničkih, taktičkih i operativnih radnji, pristupa se informativnom razgovoru tj. saslušanju osumnjičenog lica. Prije same izjave, moguće je osumnjičenom ponuditi poligrafsko ispitivanje ali kako nalaz i mišljenje laboranta nije dokaz koji se može upotrijebiti na sudu smatram da nije nužno nuditi poligrafsko ispitivanje.Ispitivanje osumnjičenog je složena radnja u taktičkom i psihološkom pogledu i predstavlja zakonom regulisan odnos prema osumnjičenom, kako bi ga naveo na davanje istinitog i tačnog priznanja ili na saradnju u pogledu prikupljanja dokaza koji idu u prilog njegove nevinosti (Stojanović, 2012: 306). Ovu radnjutreba sprovoditisa striktnim poštovanjem zakonskih propisa te poštovanjem ljudskog dostojanstva i ljudskih prava. Prema osumnjičenom se ne smiju upotrijebiti sila, prijetnja, obmana, obećanje, iznuda, iznurivanje ili druga slična sredstva da bi se došlo do njegove izjave ili priznanja ili nekog činjenja koje bi se protiv njega moglo upotrebiti kao dokaz (Simović, 2005: 305).Bez obzira na ishod ispitivanja osumnjičenog lica (priznanje, poricanje, šutnja) potrebno je da policijski službenici ispoštuju objektivne uslove za saslušanje lica. Nakon obavljenih mjera prvog zahvata, pretresa, prepoznavanja, razgovora sa svim učesnicima delikta, nakon lišenja slobode izvršioca i uzimanja izjave od istog, te izvršenih mnogih drugih operativno taktičkih, tehničkih i istražnih radnji, ako postoje osnovi sumnje potkrijepljeni određenim kvantumom relevantnih dokaza i neposrednih i posrednih indicija, pristupa se sačinjavanju i podnošenju izvještaja tužilaštvu o otkrivanju izvršioca konkretnog krivičnog djela iznude. Izvještaj o otkrivanju izvršioca krivičnog djela je zakonska obaveza a koje se sastavlja se na osnovu prikupljenih izjava i dokaza, koji su otkriveni i prikupljeni. Uz izvještaj se dostavljaju i predmeti, skice, fotografije, pribavljeni izvještaji, spisi, službene zabilješke, izjave, nalazi i mišljenja, video zapisi i svi drugi materijali koji mogu biti korisni za uspješno vođenje postupka, uključujući sve činjenice i dokaze koji idu u korist osumnjičenom licu. 349 M. Vuković VI. ZAKLjUČAK U ovom radu opisana je metodika rasvjetljavanja krivičnih djela iznuda sa posebnim aspektom na rad policijskih službenika Centra javne bezbjednosti Banja Luka, Sektora kriminalističke policije. Samo iskusni policijskih službenici mogu adekvatno da rasvjetljavaju ovo teško krivično delo. Na osnovu dobro obavljenog razgovora i uzete izjave od oštećenog lica uradilo se ''pola posla'' jer veoma često sam oštećeni poznaje izvršioca krivičnog dela. Naime evidentno je da oštećeni veoma rijetko a skoro nikada prvi put prijavljuje izvršenje ovog krivičnog djela nadajući se da će isplatom novca izvršioci prestati sa prijetnjama ili primenom sile. Ovo je potpuno pogrešno jer sam izvršilac krivičnog dela iznude vješto manipuliše oštećenim istoga uvjeravajući da je to poslednja isplata novca. U situacijama gdje je krivično delo iznude izvršeno od strane organizovane kriminalne grupe i gde je napadnuta imovina oštećenog lica samo na osnovu dobro urađene radnje uviđaja, te nakon toga vještačenja tragova i sredstava koji su pronađani na licu mjesta, te uzetih izjava od svjedoka a nakon toga ispitivanja osumnjičenog u velikom broju slučajeva rasvjetljeno je krivično djelo iznude. Pored ovoga potrebno je da se organi koji se bave otkrivanjem i dokazivanjem ovog krivičnog djela imaju na raspolaganju sve potrebne pravne okvire u kojima će se moći služiti razvojem savremene nauke i tehničkih dostignuća. To podrazumeva kontinuiranu edukaciju i stalno usavršavanje policijskih službenika koji taj posao neposredno obavljaju. Nestručno sprovođenje istrage, podložnost policijskih službenika tužilaca i sudija, korupciji kao i drugi vidovi saradnje sa kriminalnim organizacijama dovodi do jačanja nihovih struktura i konstantnog povećanja izvršenja krivičnih djela. To dovodi do stvaranja nepovjerenja građana ka policiji i drugim organima gonjenja što dovodi da građani kao neposredni svjedoci izvršenja ovih krivičnih djela nemaju razlog za svjedočenje na sudu. Razmjena informacija, saradnja, proaktivne zajedničke istrage,saradnja između pravosudnih organa u istragama i sudskim procesima, kroz zajedničke metodologije krivičnog gonjenja i zajedničke istrage doprinosi efikasnijem suzbijanju i uspešnijem otkrivanju krivičnih djela iznuda. Potrebno je koristiti sve radnje dokazivanja krivičnih djela koje propisuje Zakon o krivičnom postupku a naročito upotrebu posebnih dokaznih mjera i radnji jer krivično delo iznude kao složeno krivično djelo zahtjeva sistemski pristup svakom segmentu njegovog rasvjetljavanja. 350 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 LITERATURA Atanacković, D. (1966). ''Da li je krivično delo učinjeno iz koristoljublja ako je njime pribavljena korist za drugoga'', Beograd, 415-416. Babić, M.& Marković, I., (2007).''Krivično pravo–Posebni dio'', Banja Luka, 177-178. Bošković, M. (1995).''Kriminalistika metodika I'', Beograd, 156-157. Bošković, M. &Banović, B., (1995). ''Kriminalistika metodika'', Beograd, 139-140. Brkić, B. (2002). ''Kaznena djela protiv društvene imovine'', Zagreb, 176-182. Đurđić, V. &Jovašević, D., (2006).''Krivično pravo-Posebni deo'', Beograd, 124-125. Ilić, G. (2006). ''Krivični zakonik Republike Srbije sa napomenama'', Beograd, 184-185. Jovašević, D. (2003).''Krivična dela razbojništva i razbojničke krađe u teoriji'', Beograd, 107-109. Kovačević, V. (2003).''Metodika istraživanja imovinskih delikata'', Novi Sad, 231-233. Kraus, B. (1957). ''Krivična djela protiv društvene i privatne imovine''. Zagreb, 562-563. Simonović,B. & Pena, U., (2010). ''Kriminalistika''. Istočno Sarajevo, 107-109. Simović, М. (2005). ''Komentar krivičnog zakona Republike Srpske'', Sarajevo, 586-587. Stojanović, Z. (2012).''Komentar Krivičnog Zakonika'', Beograd, 306-308. Stojanović, Z. & Perić, O., (1996). ''Komentar Krivičnog zakona Republike Srbije iKrivični zakon Republike Crne Gore sa objašnjenjima'', Beograd, 280-281. 351 Kriminalističko obavještajna djelatnost kantonalnih policijskih agencija u sprečavanju i suzbijanju terorizma Dr. Husein Ljeljak Univerzitet Modernih Znanosti CKM Mostar Dr. Gordan Radić Sveučilište Hercegovina Sandi Dizdarević, mag. Univerzitet Modernih Znanosti CKM Mostar SAŽETAK Inspiracija za rad i problem(i) koji se radom oslovljava(ju): međunarodni socijalno sigurnosni postmoderni ambijent opterećen je brojnim ugrožavajućim fenomenima, od kojih posebnu važnost ima pošast zvana terorizam. U ovom radu, autori su inspirisani željom da primjenom naučnih metoda ukažu na ulogu i značaj krim.obavještajnog rada kantonalnih policijskih agencija u sprečavanju i suzbijanju terorizma. Iako prema zakonu, sprečavanje i suzbijanje terorizma je u nadležnosti državnih policijskih, obavještajnih i sigurnosnih struktura, autori ovog rada smatraju da je prva linija inputnih informacija o potencijalno ugrožavajućim faktorima u vezi s terorizmom, u djelatnosti kantonalnih policijskih agencija. Nepostojanje pravnog okvira kojim bi se ova oblast regulirala na razini kantonalnih policijskih agencija predstavlja prazan prostor koji ovisi o volji pojedinaca, što je nedopustivo kada je u pitanju pošast terorizma. Ciljevi rada (naučni i/ili društveni): ciljevi u ovom radu su dvojaki. Naučni cilj, ovog stručnog rada ogleda se u pokušaju da se kroz deskripciju kriminalističko policijske djelatnosti ukaže na značaj u prikupljanju informacija o potencijalnim terorističkim djelatnostima pojedinaca ili grupa koji se nalaze na teritoriju mjesno nadležne kantonalne policijske agencije. Društveni cilj ovog rada, ogleda se u činjenici da su kantonalni policijski organi prva linija prevencije, ali i suzbijanja različitih fenomena ne/sigurnosti, Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 kroz svoje djelatnosti, s posebnim osvrtom na patrolnu i pozorničku djelatnost, te djelatnost kriminalističko obavještajnog rada. Metodologija/Dizajn: osnovne metode koje su korištene prilikom obrade ove materije jesu metod analize sadržaja, metod deskripcije, metod sinteze i metod interpretacije. Rezultati/Nalazi: stručni rad opisan je temeljem analiza postojećih materijala iz oblasti obavještajnog, kriminalističkog i policijskog postupanja, s nastojanjem da se postojeće spoznaje prilagode sprečavanju i suzbijanju terorizma kroz krim.obavještajni i policijski rad na nivou kantonalnih policijskih agencija. Kako je nadležnost za sprečavanje i suzbijanja terorizma na razinama entitetskih i državnih policijskih agencija, postoji bojaznost da se dio kvalitativnih informacija upravo na mjesnim i lokalnim razinama nije dovoljno istraživao. Generalni zaključak: imajući u vidu da terorističke organizacije djeluju po tzv „ćelijskom principu“, sa jasnom hijerarhijom i subordinacijom, samim tim sprečavanje i suzbijanje ove pošasti ne bi se smjela istraživati samo sa državne razine. Posmatrajući terorističke ćelije kao fragment terorističke organizacije, krim. obavještajni rad kantonalnih policijskih agencija ne smije biti zanemaren, osobito jer kantonalne policijske agencije putem svojih patrolnih i pozorničkih djelatnosti mogu doći do značajnih i ključnih informacija u sprečavanju terorističke djelatnosti. Opravdanost istraživanja/rada: opravdanost ovog rada utemeljeno je kako sa društvenog tako i sa stručnog aspekta, i predstavlja sintezu, analizu i interpretaciju brojnih dosadašnjih spoznaja prevashodno u prevenciji ove pošasti. S druge strane, opravdanost ovog rada utemeljeno je i u činjenici neophodnosti uređenja pravnog okvira koji bi predstavljao osnov za rad kantonalnih policijskih agencija na ovom polju. Ključne riječi: kriminalistički, obavještajni, policijski, sprečavanje, suzbijanje, terorizam. 353 H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević SUMMARY Inspiration and issues addressed by this work: International social security and post modern issues of threats, one of which is terrorism. In this report the autors have been inspired to use scientific methods to use local police agencies to fight crime, gather intelligence, and prevent terrorism. It is in the countries best interests to stop terrorism. Security agenices working together to prevent terrorism by sharing information that involves possible terrorist acts. Ordinary police officers don,t have the legal framework or support to deal with these issuses and to prevent them, it is unacceptable because it leaves an empty space in serurity. Aims of the work (scientifically and/or social): The point of this report is to reflect and to get a description of criminal activity and to also get information on terrorist activity within the country, and within the jurisdiction of local police agenices. The social objective of this work is that these local police agencies are the first line of defense, they combat various security problems and deal with special activities and criminal operations. Methodology/ Construction: The methods used in this report are methods of constant analysis, description, synthesis, and interpretation. Limitations of the research/ work Professional work is described on the basis of analyzing existing materials in the field of intelligence. Through criminal and police conduct, we use existing knowledge to prevent and combat terrorism. Through criminal intelligence and the local level of police agencies, they should have the same responsibilities to prevent and suppress terrorism at the same level as government agencies do. There is also the concern that information on the local end is not being looked at enough by higher level government agencies. General conclusion: Terrorist organizations operate through the ˝cell-principle˝, whether it is a group or a lone individual they operate with a clear hierarchy and subordination, it is difficult to combat these individuals without the support of the local police agenices. They should not ignore terrorist cells or fragments of terrorist organizations, especially since through their patrols they could have vital information that could be the key to preventing terrorism. Justification reseach/ work: the justification of this of this work is based on both the social and professional aspect, and represents a synthesis, analysis, and interpertation of many recent studies to prevent terrorism. On the other hand however, local police agencies need well regulated legal framework that would provide them with the support they need in the field. Keywords: crime, intelligence, law enforcement, prevention, suppression, terrorism. 354 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 1. UVOD Šta je to terorizam? Društvena pojava, sigunosni fenomen, političko oružje, imaginarna pojava ili jednostavno realitet. Terorizam, kao fenomen nastao je u dalekoj prošlosti i svoje moduse ispoljavanja mijenjao je kroz istoriju čovječanstva. Da bi terorizam imao status društvene pojave, on kako ističe Alispahić (2007, s.13) mora ispunjavati barem dva bitna uvjeta: „Mora se manifestovati (neposredno ili posredno) u stvarnosti i drugo, po bitnim odredbama, nužnim i dovoljnim, mora se razlikovati od svih drugih pojava stvarnosti“. Međunarodna društvena zbilja, danas je opterećena terorizmom kao realnom društvenom pojavom, jer prema standardima na koje je ukazao Alispahić, ona se manifestuje kroz elemente koji je čine zasebnom kao cjelinom. Terorizam kao savremeni sigurnosni fenomen, predstavlja realitet kao oblik ugrožavajućeg faktora kako po nacionalnu, tako i po međunarodnu sigurnost. Kao sigurnosni fenomen, terorizam je prema Vukadinoviću (1998, s. 97) „Nemoguće posmatrati kao cjelovit faktor međunarodnih odnosa, nego je riječ o derivatno izvedenom djelovanju koje proizilazi iz raznih drugih elemenata (političkih, ekonomskih, socijalnih) i koji u krajnjoj liniji primjenjuju silu da bi skrenula pažnju na ciljeve ili da bi se postigao neki kratkoročni rezultat“. Pitanjem terorizma i njegovom suprostvaljanju danas se bave mnoge nauke, naučne discipline, dok operacionalizaciju samih mjera sprovode različite službe, u ovisnosti od društvenog i ustavnog uređenja same zemlje. Jedan od najvažnijih zadataka svake države jeste iznalaženje optimalnih rješenja koja bi bila učinkovita u suprostavljanju fenomenu terorizma. Prema Aneksu 6, Ustava Bosne i Hercegovine, država je dužna osigurati najveći stepen međunarodno priznatih ljudskih prava i temeljnih sloboda. Kada je u pitanju terorizam, mišljenja smo da je država, ne deklarativno, već stvarno dužna osigurati pravo na ličnu slobodu i sigurnost. Upravo iz tih razloga, ali i međunarodnih obaveza, Bosna i Hercegovina je terorizam shvatila kao realnu prijetnju, a što je potvrdila donošenjem niza zakonskih dokumenenata. Strateškim dokumentom Bosne i Hercegovine, definirana je opredjeljenost Bosne i Hercegovine, gdje je kroz sigurnosnu politiku istaknuta spremnost za borbu protiv terorizma, organiziranog kriminala i korupcije. U okviru Ministarstva sigurnosti Bosne i Hercegovine formirano je niz policijskih agencija i upravnih organizacija u čijoj nadležnosti je sprečavanje i suzbijanje terorizma. Pored policijskih agencija, na nivou Bosne i Hercegovine, donošenjem Zakona o Obavještajno sigurnosnoj agenciji Bosne i Hercegovine, osnovana je krovna obavještajna civilna agencija, koja je prema odredbama člana 355 H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević 5. istoimenog zakona nadležna za prikupljanje obavještajnih podataka u svezi s prijetnjama po sigurnost Bosne i Hercegovine, njihovo analiziranje i prenošenje ovlaštenim dužnosnicima i tijelima, s posebnim akcentom na prikupljanje podataka o terorizmu, uključujući međunarodni terorizam. Iz opisane zakonske odredbe, vidimo potvrdu da se pitanjem terorizma nastoji i dalje baviti segment državne sigurnosti. Međutim, kada je u pitanju fenomen terorizma, nadležnost za prikupljanje informacija ne treba biti u isključivoj nadležnost službi državne sigurnosti. Odnos demokratskih obavještajnih (državnih) i policijskih djelatnosti mora se promatrati i kroz prizmu kriminalističkih nauka. Kako ističe Vodinelić (1978, s. 1) „Kriminalistika je nauka koja proučava, pronalazi i usavršava naučne i na praktičnom iskustvu zasnovane metode i sredstva, koja su najpogodnija da se otkrije i razjasni krivično djelo, otkrije i privede krivičnoj sankciji učinilac, obezbjede i fiksiraju svi dokazi radi utvrđivanja (objektivne) istine, kao i da se spriječi izvršenje budućih planiranih i neplaniranih krivičnih djela“. Prihvatajući osnovne elemente definicije kriminalistike kao nauke, evidentno je da se ona bavi i sprečavanjem izvršenja krivičnih djela, a to je naučni i stučni osnov za kriminalističko obavještajni rad. Prema mišljenju Matijevića (2002, s. 34) „Kriminalističke metode nisu samo u funkciji operativne djelatnosti javne bezbjednosti, već su tijesno povezane i sa operativnom djelatnošču državne bezbjednosti“. Komparirajući zakonske osnove za djelatnost obavještajnih službi sa kriminalističkim mjerama i radnjama, evidentno je da postoje izvjesne razlike, ali i sličnosti koje obuhvatuju mjere i radnje kriminalističke operative. Savremene demokratske policijsko kriminalističke agencije, poput Bureau of investigation (u daljem tekstu FBI), nadležni su prevashodno za obavljanje najsloženijih kriminalističko policijskih poslova. Prema Masleši (2001, s. 463) „FBI je centralna kontraobavještajna institucija, u čijoj nadležnosti je da prati, presjeca i otkriva namjere i aktivnosti stranih obavještajnih službi na teritoriji SAD (špijunaža, sabotaže, diverzije) i druge nedozvoljene aktivnosti“. Imajući u vidu ustavno ustrojstvo Bosne i Hercegovine, pa time i sigurnosni sistem, uočljiva je podjela nadležnosti prema složenosti krivičnih djela. Sasvim je logično da se policijske, pravosudne i obavještajne agnecije koje su obrazovane na nivou Bosne i Hercegovine bave otkrivanjem, istraživanjem i dokazivanjem najsloženijih krivičnih djela, a time i terorizma, kao prijetnji po nacionalnu sigurnost. Upravo iz tih razloga, analogno sistemu sigurnosti SAD, na nivou Bosne i Hercegovine osnovana je Državna agencija za istrage i zaštitu BiH (u daljem tekstu SIPA). U nadležnosti državne policijske agencije, je i sprečavanje i suzbijanje terorizma, ali i drugih krivičnih djela. Pored silogističkog elementa koji je utemeljen, u 356 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 nadležnosti SIPA-e je i kontraobavještajna djelatnost, koja se sastoji od prikupljanja obavještenja o krivičnim djelima za koje je agencija nadležna, što ukazuje da je kriminalističko obavještajna djelatnost prisutna kako u obavještajnom, tako i u dokaznom smislu. Predhodna komparacija nadležnosti ukazuje i potvrđuje činjenicu na koju je ukazao Matijević ( 2002, str. 34.) „U suprotstavljanju pojedinim oblicima kriminaliteta obavještajno bezbjedonosna služba, isto kao i javna bezbjednost, primjenjuje odgovorajuće kriminalističke radnje“. Jedina distinkcija, koje demokratske obavještajne službe distancira od policijskih u pogledu primjene kriminalističkih mjera i radnji, ogleda se u činjenici što u nekim zemljama, u koje spada i Bosna i Hercegovina, rezultat primjene mjera i radnji od strane obavještajne službe nemaju karakter dokaza, prema odredbama Zakona o krivičnom postupku Bosne i Hercegovine. U složenom sigurnosnom sistemu Bosne i Hercegovine, pored državnih policijskih agencija, s posebnim akcentom na nivo federacije, postoji jedanaest policijskih agencija, podijeljenih na deset kantonalnih, i jednu federalnu. Analizirajući zakonske odredbe federalnih i kantonalnih policijskih agencija, evidentna je zakonska neusklađenost, jer prema odredbama Zakona o unutrašnjim poslovima Federacije BiH, Federalni MUP nadležan je prema članu 3. za sprečavanje i otkrivanje krivičnih djela terorizma, dok prema odredbama kantonalnih Zakona o unutrašnjim poslovima niti u jednom članu nema normi koje bi ukazivale na nadležnost u sprečavanju i suzbijanju pošasti terorizma. U ovom radu nemamo namjeru ukazivati na silogističku nadležnost državnih organa i oduzimanju istih u korist kantonalnih, jer smatramo ispravnim da se dokazivanje krivičnih djela terorizma bave nadležne državne policijske agencije. Međutim, u domenu kriminalističko obavještajnog rada, svrsishodno bi bilo da odjeljenja za kriminalističko obavještajne poslove kantonalnih policijskih agencija imaju propisanu nadležnost za prikupljanje i vođenju evidencija o licima koja se dovode u vezu sa terorizmom. 2. KRIMINALISTIČKO OBAVJEŠTAJNA DJELATNOST Trenutačna opasnost od međunarodnog terorizma, od svake države zahtijeva optimalni trud u iznalaženju adekvatnih riješenja u sprečavanju i suzbijanju ove pošasti. Prema mišljenju Dvoršeka (2012; s. 2) „U kriminalistici i kriminalističkom istraživanju u poslijednjih dvadeset godina nije došlo do nekih revolucionarnih novosti, odnosno promjena“. Kriminalističko obavještajna 357 H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević djelatnost u kriminalističku istražnu praksu uvedena je kroz englesku kriminalističku školu. Jedan od prvih savremenih naučnih radova, koji obavještajnu djelatnost smještaju u kriminalističku praksu susrećemo u monografiji Criminal Investigation, autora Swanson, Chamelin, Territo (2003; s. 243). Prema Swansonu, Chamelin i Territo: „ kriminalističko obavještajna djelatnost (criminal intelligence) se pojavljuje u obavještajnoj djelatnosti, analizi kriminaliteta i obavještajnom ciklusu, koji se razvio u praksi obavještajnih službi, ali je u modifikovanom vidu upotrebljiv i za potrebe kriminalističkog istraživanja“. Na ovakav modifikovani obavještajni rad u kriminalističkom istraživanju postaje sinonim za novi policijski model, u iznalaženju optimalnih riješenja. Prema Pajeviću (2013; s. 98) „Policija shvata potrebu za formiranjem obavještajne kriminalističke službe koja bi održavala dosjee o poznatim ili osumnjičenim kriminalcima koji su povezani sa grupama za organizirani kriminal i kriminalnim poduzećima“. Danas, u sveri različitih sigurnosnih rizika, u kojim terorizam dominira, kantonalne policijske agencije, odnosno njihovi kriminalističko obavještajni odjeli kako od svojih internih organa, poput operativnih odjeljenja, menadžmenta, tako i od vanjskih konzumenata, kao što su partnerske organizacije, ili tužilaštva zaprimaju zahtjeve za dostavljanje informacija o nekom licu ili grupi, koja je povezana sa kriminalnom djelatnošću. Upravo u ovakvim zahtjevima dolazi do temljnih distinkcija u policijskom i kriminalističko obavještajnom radu. Cilj je da temelj policijskih operacija budu kvalitetne kriminalističko obavještajne informacije, odnosno da se temeljem takvih informacija mogu blagovremeno sumnjiva lica staviti pod kriminalističku kontrolu, te da se od samih početnih saznanja, takve informacije mogu procesno pravno formirati u dokaze. Danas, u Bosni i Hercegovini, ne postoji urađeno istraživanje o socijalnom ili kriminalnom statusu osoba koje se dovode u vezu sa terorizmom, ali prema tvrdnjama čelnih osoba vodećih agencija radi se o osobama koje su se u ranijim periodu dovodile u vezu sa nasilničkim ponašanjem, konzumiranju i drugim oblicima zloupotrebi droga. Ukoliko su ovakve tvrdnje tačne, onda se postavlja pitanje kako državne policijske agencije mogu znati o takvim osobama, prije nego se dovedu u vezu sa terorizmom, odnosno želimo kazati da ključne informacije imaju kriminalističko obavještajna odjeljenja kantonalnih policijskih agencija, u čijoj su nadležnosti ovakva vrsta krivičnih djela. Najvažniji razlog, za uvođenje kriminalističko obavještajnog rada u kantonalne policijske agencije ogleda se u potrebi da su dosadašnji načini sprečavanju i suzbijanju kriminaliteta neefikasni. Koliko je danas kriminalističko obavještajni rad značajan, ukazuje i strategija EUROPOL-a, u kojoj ovakav model 358 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 zauzima značajno mjesto. Tako u dokumentu koje koriste Europol Analysis Unit, operativni obavještajni rad brine se da istražni tim dobije hipoteze i zaključke koje se tiču specifičnih elemenata bilo koje vrste ilegalne djelanosti. Kriminalističko obavještajni rad svoje postojanje temelji i na zlatnim pitanjima kriminalistike kao nauke, odnosno operativni timovi svoja istraživanja temelje na pet ključnih pitanja: ko je ključni pojedinac ili grupa (meta), šta su kriminalne aktivnosti kojima se taj pojedinac bavi, kako kriminalni pojedinac (meta) operiše, zašto odnosno koji je motiv pojedinca i kada, odnosno od kada se meta bavi takvom kriminalnom djelatnošću. Prema Europolu radi se o kriminalističko obavještajnim informacijama, gdje se na temelju postavljenih hipoteza nastoje dobiti provjerene informacije, koje analitičkom timu olakšavaju analizu u velikom spektru dobijenih informacija. Drugi i možda najbitniji element kriminalističko obavještajnog rada ogleda se u postojanju analitičkog odjela. Prema Masleši i Pajeviću, (2007; s. 45) „Izvještaji obavještajnih i sigurnosnih službi dobijaju se kao rezultat prikupljanja, procesuiranja i analiziranja informacija“. Analitičko istraživanje predstavlja spoj svih dostupnih resursa, odnosno izvora informacija. Koliko je kriminalističko obavještajna analitika značajna, pokazuje i primjer kojeg su koristili Muratbegović i Maljević (2014; s. 18) ilustrujući aktivnosti policije koje onemogućavaju sagledavanje cjelokupne slike kriminaliteta, na način: „Svaki policijski službenik je previše zauzet odgovoranjem na telefonske pozive, pripadnici kriminalističke policije su fokusirani na konkretne predmete, policijski narednik vrši nadzor nad aktivnostima vezanim za policijski posao na nivou sektora, načelnik operativno komunikacijskog centra policije vrši nadzor nad odzivima policijskih patrola u većim geografskim područjima, komandir, njegovi pomoćnici i inspektori obavljaju poslove rukovođenja i upravljanja“. Cilj kriminalističko obavještajne analitike je podrška istražnim timovima, kako u početnim fazama istrage, tako i u samoj istrazi. Prema mišeljenju Brkića i Obradovića (2016: 8) „Policijske strukture i danas se nalaze pred velikim izazovima i odgovornošću, te traženjem rješenja kako u koordinatama između politike, društva, zajednice, oblikovati policijsku filozofiju i praksu“. Najvažniji analitički alati koje koriste kriminalističko obavještajni odjeli su: „sistemsko razmišljanje, procesno planiranje, SWOT analiza, morfološka analiza, takmičenje hipoteza i druge“. Slično kao i predhodnim alatima, Maljević i Muratbegović (2014; 32) u kriminalističkoj analitici ističu SARA model. Prema istim autorima, SARA je: „Engleski akronim za model čiji su tvorci John Eck i Bill Spelman. Odnosi se na 359 H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević četiri faze rješavanja problema: skeniranje, analizu, odgovor i procjenu“. Temeljem primjene predhodnih alata, nastoji se doći do strateških informacija, pomoću kojih se nastoji odgovoriti na pet ključnih pitanja koje smo već spomenuli u ovom radu. Strateške informacije stvaraju se u okviru strateškog kriminalističko obavještajnog rada (Eurpol Analysis Unit; s. 2) i fokusiraju se na dugoročne ciljeve. Cilj strateškog kriminalističko obavještajnog rada je da prati trenutne i nadolazeće trendove, promjene u kriminalnom okruženju, i drugim bitnim elementima koje se vezuju za kriminal, i osobe sklone kriminalu. 3. RAZVOJ KRIMINALISTIČKO OBAVJEŠTAJNE DJELATNOSTI U OKVIRU KANTONALNIH POLICIJSKIH AGENCIJA Da bi razumjeli razvoj kriminalističko obavještajne djelatnosti kao modela policijskog rada u okviru kantonalnih policijskih agencija, ukratko ćemo se osvrnuti na razvoj ovog modela u praksi nekih od najpoznatijih policijskih agencija. Ulazak kriminalističko obavještajnog modela u policijski sistem, ne znači novitet, već on zapravo predstavlja nadogradnju postojećeg klasičnog modela policijskog rada. Prema mišljenju Stephane Vaney (2010; s. 21) „U tradicionalnom modelu policija je djelovala skoro isključivo reaktivno, odnosno djelovala je tek nakon izbijanja incidentnih situacija“. Međutim, evidentno je da se ovakav model temeljio na post deliktnoj reakciji policije i to isključivo samo prema počiniteljima krivičnih djela i prekršaja. Vremenom, pod uticajem različitih faktora, razvili su se i drugi oblici devijantnih ponašanja, na koje policija nije imala adekvatan odgovor. Nepostojanje odgovora, kod građana se razvijalo nepovjerenje u organe reda. Prema Dvoršeku „Kriminalističko obavještajni rad se najprije razvijo u Engleskoj, i to u okviru nacionalnog kriminalističko obavještajnog ureda (National Criminal Intelligence Service - NCIS). Ovakav model podrazumjevao je stvaranje ureda na različitim nivoima, počev od lokalnog do državnog. Prema Maguire, (2007; s. 199-225) „Ovakav model treba da omogući skupljanje i razmjenu informacija na svim nivoima, pa i izradu strateških produkata za različite nivoe“. To bi značilo da je policija shvatila značaj proaktivnog rada, na način da je svrha informacija bila preventivno djelovanje, a ne post deliktna reakcija represivnog organa. Prema Pajeviću, (2013; s. 98) „Obavještajno kriminalistička služba formira, održava, ažurira, sistematizira dosjee o osobama za koje se zna da imaju sklonost ka nasilju, kao i grupama koje su involvirane u krivična djela i nasilje koje koriste kao sredstvo za učvršćivanje njihovih ciljeva i uzdrmavanje vlade“. Pajević, u svom definisanju kriminalističko 360 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 obavještajne službe obuhvata jedan od bitnijih segmenata koji predstavlja determinantu u genezi na relaciji od kriminalca do teroriste, nasilje kao preduvjet za terorizam. Razvoj kriminalističko obavještajnog rada u Bosni i Hercegovini potrebno je promatrati kroz prizmu kontinuiteta i modifikacije postojećih kriminalističkih policijskih odjeljenja, u okviru kantonalnih uprava policija. Reforma policijskih organa u Bosni i Hercegovini uslovljena je demokratskim promjenama koje su se desila krajem XX i početkom XXI vijeka, i podrazumjevala je njihovo organizacijsko i funkcionalno prilagođavanje novim složenim situacijama. Međutim, ni nakon više od dvadeset godina reformskih procesa, policija nije u potpunosti doživjela afirmaciju. Prama Brkiću i Obradoviću (2016; s. 9) „Policija u Bosni i Hercegovini pati od nekoliko institucionalnih bolesti. Dejtonski mirovni sporazum potvrdio je ratnu podjelu zemlje, i ostavio joj u amanet nefunkcionalnu i decentraliziranu mješavinu organa vlasti, uključujući i policiju“. Kao model analize, u ovom radu uzet ćemo Pravilnik o unutrašnjoj organizaciji Ministarstva unutrašnjih poslova Tuzlanskog kantona. Unutrašnja organizacija Ministarstva, u okviru Sektora kriminalističke policije predviđa postojanje Odjeljenja za kriminalističko obavještajnu podršku, ne ukazujući na unutrašnju strukturu ovog odjela, u smislu da li postoje samo timovi za provođenje operativnih mjera i radnji, analitičkih timova i strateških timova. Ono što je iz pravilnika u najmanju ruku signifikantno jeste da je odjel za analitiku i planiranje izvan odjeljenja za kriminalističko obavještajne poslove, i nalazi se u okviru Sektora za informatiku, telekomunikacije i analitiku. Kako je policija hijerarhijska i subordinacijska organizacija, pored kriminalističko obavještajnih službenika u okviru odjeljenja koji se nalazi u Sektoru kriminalističke policije, postoje i kriminalističko obavještajni službenici zaduženi za prikupljanje informacija na svom mjesno nadležnom području. Na ovakav način uspostavljen je sistem prikupljanja, dostavljanja i analize informacija od najnižih (lokalnih) nivoa prema vrhu policijske strukture nadležne za donošenje krucijalnih sigurnosnih odluka, gdje analitički odjeli mogu imati potpuniju sliku kretanja bilo kojeg oblika devijantnog ponašanja na svom mjesno nadležnom području, s posebnim akcentom na ponašanja koja imaju tendenciju da prerastu u radikalizam, ekstremizam i na kraju terorizam. Radi se o linijskom dostavljanju informacija, podataka i obavještenja, u pravilu od najnižih nivoa (policijski stanica) do najvišeg nivoa (kriminalističko obavještajnog odjeljenja pri Sektoru kriminalističke policije). Kriminalističko obavještajni službenici pri policijskim stanicama imaju nekoliko ključnih uloga: 361 H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević prikupljanje informacija putem patrola i pozornika, putem saznanja službenika kriminalističke policije, pogovaranja. Ovakve informacije se u pravilu dostavljaju putem tzv obrazaca 4x4, koji ujedno služe i kao procjena vjerodostojnosti izvora i informacije.( Europol Analysis Unit; 14) Druga bitna dimenzija ogleda se u blagovremenom dostavljanju višim instancama. Dostavljene informacije postaju dinamične na način da se iste procjenjuju, a prema mišljenju eksperata Europola .( Europol Analysis Unit; s. 6) procjena je: „Važno pitanje i oblast koja je teška, i u nekim slučajevima zbunjujući dio obavještajnog procesa“. U okviru procjene vrši se ocjena pouzdanosti izvora i kvaliteta informacije, a potom upoređivanje i sinteza dobijene informacije sa drugim poluinformacijama, informacijama, podacima. Ponekad su neophodne dodatne informacije o entitetima kako bi dobijena informacija bila vjerodostojna, a ponekad dobijenu informacija predstavlja osnovu za dalje kriminalističko obavještajno istraživanje. Provjerena informacija, postaje kriminalističko obavještajni podatak, koji je prema Abazoviću (2002; s. 208) „Vrsta podatka ocjenjenog i protumačenog tako da može da se upotrijebi kao element za donošenje odluke kojom se ostvaruju politički ciljevi pokreta ili države“. Procjenjeni podatak na kraju se ustupa konzumentu, odnosno odjeljenjima kriminalističke policije ili državnim policijskim organima, tužilaštvima, koji su nadležni za istraživanje i dokazivanje krivičnih djela terorizma. 4. MJERE I RADNJE U PRIKUPLJANJU OBAVJEŠTENJA I INFORMACIJA KRIMINALISTIČKO OBAVJEŠTAJNOG ODJELJENJA Pitanje terorizma, do danas, uprskos brojnim institutima i naučnicima nema jedinstvenu definiciju. Danas savremena nauka ulaže velike napore u pokušaju da definiše terorizam, i da jedinstvenu opće prihvatljivu definiciju. Osnovni razlog u nepostojanju jedinstvene definicije prema mnogim naučnicima, među kojima je i Gađinović (2005; s. 37) su: „dvostruki standardi, i pri tome neke države koriste terorizam kada treba bez angažovanja sopstvenih vojnih snaga izazvati sukobe i nestabilnosti u regionu“. Za potrebe ovog rada, koristit čemo definiciju koju je predložio Alispahić (2007: s. 230) prema kojoj je terorizam: „Historijsko društveno-politička akciona pojava koja nastaje i razvija se u uvjetima dovoljno dubokog i intezivnog sukoba u kome su nosioci – subjekti akteri terorizma specifične organizovane slabije i manje društveno-političke grupe subjekata ili država koje se organizovano i sistemski bore protiv postojećeg društveno-političkog međunarodnog poretka primjenom nelegitimnog i 362 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 nelegalnog, surovog i nepredvidljivog (teško predvidivog) kriminalnog nasilja, koristeći raspoložive metode i sredstva kojima izazivaju masovne i pojedinačne teške nepravedne i nepotrebne ciljane i slučajne žrtve i nanosi velike raznovrsne štete na postižući kao efekt, po pravilu, ostvarenje krajnjeg društveno-političkog cilja“. Opisana definicija ukazuje na nekoliko bitnih elemenata: nelegalno, slabiji aktera koji surovim sredstvima napadaju mete izazivajući pri tome žrtve. Kako istiću Bisić i Ljeljak, (2008; s. 82) „Terorizam je sistemska, tajno organizovana, planirana, pripremana i provođena sistemska nasilna djelatnost (sila ili nasilje) koju provode organizacije, grupe, protiv osoba ili imovine, kako bi se nanijela šteta osobi ili imovini, sa ciljem zastrašivanja, nasilnog ostvarivanja vlastitih, političkih, društvenih ili drugih ciljeva“. Postavlja se pitanje: Kako će kriminalističko obavještajna odjeljenja kantonalnih policijskih agencija boriti se protiv ove složene pošasti? Kriminalističko obavještajna odjeljenja su dio policijskog modela koji se bavi podrškom u sferi sprečavanja, a izuzetno u domenu suzbijanja ove pošasti, dok s druge strane prema zakonskim rješenjima u Bosni i Hercegovini kantonalni organi nisu nadležni za istraživanje ovih vrsta krivičnih djela. Kriminogeneza na relaciji kriminalitet-terorizam, započinje sa različitim oblicima devijacija, koji u određenom životnom trenutku prerastaju u vjersku zasljepljenost, onda možemo kazati da kriminalističko obavještajna odjeljenja kantonalnih policijskih agencija ni u kom slučaju ne treba isključiti u identifikaciji i otkrivanju sumnjivih ponašanja. Polazeći od najnižih nivoa kriminalističko obavještajnog rada, načini prikupljanja informacija u „pravilu“ dolaze iz poznaničkih veza, pogovoranja, prikupljenim obavjestima od građana. Jedan od najčešćih načina putem kojih kriminalističko obavještajni službenici pri policijskim stanicama, ali i višim nivoima dobijaju saznanja o svim vrstama i oblicima devijacija, te vrše procjenu jeste obrazac poznat pod nazivom 4x4. Ovaj sistem prikupljanja i procjene informacija prihvaćen je kao standard, odnosno ustaljena praksa u agencijama za sprovedbu zakona u EU. (Europol Analysis Unit; s. 13) Dobijene informacije procjenjuju se kroz tipologizaciju vjerodostojnosti samog izvora, ali i same informacije, čijim ukrštanjem, odnosno upoređivanjem se može izvesti zaključak. Prednost ovog modela prikupljanja i procjene informacije ogleda se u nekoliko bitnih elemenata. Sam obrazac je anonimnog karaktera, što znači da se čak ne navodi ni ime i prezime policijskog službenika koji dostavlja informaciju. Drugi značajan element ogleda se u standardizaciji, odnosno radi se o jedinstvenom obrascu kojeg primjenjuju sve policijske agencije u EU, pa time i u Bosni i Hercegovini. Treći značajni element odnosi se na sigurnost, kojom se garantira anonimnost izvora. Sam obrazac ne predviđa navođenje generalijskih 363 H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević podataka samog izvora od kojeg su dobijene informacije ili saznanja. Jedan od modela koji se već više od dvije decenije primjenjuje u EU policijama jeste model „Rad policije u zajednici“. Kako ističe Stephane Vaney (2010; s. 13) „Govori se o radnoj filozofiji policije“. Osnovni princip ove radne filozofije sastoji se u odgovornosti kako građanina, tako i države, odnosno policije. Autori Priručnika za rad policije u zajednici (Čutura i saradnici, 2010) ističu: „Danas više nije dovoljno reagiranje na kriminalna djela i nesreće. Naprotiv, moraju se pronaći uzroci koji su mogli dovesti do krivičnih fenomena i opasnosti od nesreća. Prepoznatim uzrocima se mora preventivno pristupiti“. U samoj filozofiji „policije u zajednici“ vidi se prostor za kriminalističko obavještajni rad, jer i jedan i drugi model imaju isti cilj, prevenciju. Mogli bi smo kazati da je upravo temelj kriminalističko obavještajnog rada, primjenjiv kroz model policije u zajednici. Jedan od najčešćih modusa rada putem kojih se dolazi do značajnih saznanja jesu razgovori sa fizičkim i pravnim licima. U okviru filozofije „Rad policije u zajednici“, policajac u zajednici obavlja razgovore sa različitim kategorijama građana, ali i pravnih subjekata poput, škola, vlasnika ugostiteljskih objekata, predstavnika mjesnih zajednica. Kako ističe Vodinelić (1978; s. 48) razgovor je „Akt neformalne prirode, bez procesne vrijednosti, ali je po pravilu, izvanredno značajan za čitav kasniji postupak i njegov ishod“. Policajci zaduženi za rad u zajednici mogu doći do prvih saznanja o eventualnim počecima radikalizacije obavljajući razgovore sa različitim kategorijama građana i pravnih subjekata. S druge strane, većina policajaca koji rade kao pozornici ili u sektorima (patrolama), poznaju veći dio kriminalno aktivnih i devijantnih osoba, te ukoliko ovakve osobe naprasno promjene svoje stavove, i ponašanja postaju fokus pažnje tih policajaca. To ne znači da su te osobe predmet istraga ili da se ne smiju promjeniti, već zapravo da su interesantni sa aspekta sigurnosti. Za razliku od modela „Rad policije u zajednici“, jedan od načina saznanja za događaje sa većom ili manjom vjerovatnoćom tačnosti je javno pogovaranje. Prema Modly, Petroviću i Korajliću ( 2004; s. 52) „U kriminalističkoj znanosti taj oblik saznanja za krivično djelo zove se pronošenje ili prenošenje vijesti (fama est), tj. ide (kola) glas o nekom krivičnom djelu i/ili određenim osobama kao učiniteljima tog djela, a ne zna se da li je vijest tačna i od koga potječe“. Iako se kod javnog pogovora govori o saznanju o krivičnom djelu i potencijalnom učinitelju, postoji realna mogućnost da se i druga saznanja, pa time i iz domena radikalizma, mogu spoznati, i kao takve predstavljati imputna saznanja koja izazivaju znatiželju kriminalističko obavještajnih službenika. 364 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Za raziliku od mjera koje u pravilu primjenjuju pripadnici temeljne policije s ciljem dolaska do informacija, pripadnici kriminalističko obavještajnih odjela u svom radu ovlašteni su i za primjenu specifičnih radnji. Radi se o radnjama koje u svom radu primjenjuju službenici obavještajnih službi. Danas postoji neujednačeno stajalište u pogledu definisanja obavještajne službe. Za potrebe ovog rada, radi lakšeg razumjevanja metoda rada koje je kriminalističko obavještajna služba preuzela od obavještajne službe predstavit ćemo nekoliko stajališta. Prema Abazoviću (2002; s. 203) „Obavještajnu službu čine obavještajna djelatnost i organizacija (aparat) koja tu djelatnost sprovodi. Obavještajna služba u materijalnom smislu obuhvata obavještajnu djelatnost i ciljeve koji se tom djelatnošću ostvaruju, a u formalno organizacijskom smislu organizaciju i sredstva kojima se obavještajna funkcija obavlja“. Abazović, pravi jasnu razliku između obavještajne službe u materijalnom smislu koja je usmjerena prema ciljevima i organizacijskom smislu koja je usmjerena prema sredstvima koje u svom radu koristi. Prema mišljenju Masleše (2001; s. 199) obavještajna služba je „Specifična, specijalizirana, visokoprofesionalna i relativno samostalna institucija društva koja u skladu sa zakonom datim ovlaštenjem i korištenjem posebnih legalnih i tajnih metoda i sredstava na sistemski način prikuplja štičene relevantne obavještajne podatke i druge informacije o planovima i namjerama drugih država ili njihovih pojedinih institucija koji su potrebni za oblikovanje, kreiranje i vođenje globalne politike naručito na vanjsko političkom planu“. Iz definicije koju je dao Maleša, evidento je nekoliko ključnih elemenata, poput specifične službe koju odlikuje tajnovitost, specijaliziranost, službe kojoj su na raspolaganju znanja koja su izvan uobičajnog. Međutim, u definiciji je neprecizno određen element „Posebnih legalnih i tajnih metoda i sredstava“, na šta je ukazao Pajević (2013; 84) koji ističe „Nepreciznim jer navodi na krivi zaključak da obavještajna služba ima neke posebne legalne metode i sredstva za prikupljanje podataka“. Prema postojećem zakonu koji regulira oblast obavještajne službe i njene djelatnosti u BiH, propisani su načini prikupljanja informacija, i to kako iz otvorenih, tj. javnih izvora, tako i primjena tajnih metoda. Na ovaj način, zakonodavac je dao legitimitet obavještajnoj službi da može, pod zakonom predviđenim uvjetima koristiti se tajnim metodama i sredstvima, a da ih pri tome nije definisao posebnim. Kada primjenu tajnih metoda i sredstava obavještajnih službi prenesemo na polje sprečavanja i suzbijanja kriminaliteta, onda zapravo možemo govoriti o kriminalističko obavještajnim radnjama. Dva su bitna momenta u samom preuzimanju tajnih metoda i sredstava u kriminalističko obavještajnoj djelatnosti. Procesni momenat odnosi se prevashodno da se takve metode legaliziraju i 365 H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević predvide pozitivnim zakonodavstvom, kojim se reguliše dio policijskih ovlaštenja, što je učinjeno izmjenama i dopunama Zakona o krivičnom postupku iz 2003. godine. Navedenim zakonskim rješenjima propisane su posebne istražne radnje, kao i uvjeti pod kojim iste mogu sprovoditi ovlaštena službena lica, a radi se o radnjama i sredstvima koja imaju karakter tajnosti. Drugi bitan momenat, koji je ujedno i razlika od primjene ovakvih radnji od strane obavještajnih službi u Bosni i Hercegovini sastoji se u činjenici da rezultat primjene ovakvih radnji, ukoliko su poduzete u skladu sa zakonom imaju karakter dokaza u krivičnom postupku. Obzirom da se radi o radnjama koje zahtijevaju specifična znanja, ali tehniku, postavlja se logično pitanje: Da li kantonalni kriminalističko obavještajni odjeli raspolažu ovakvim znanjima i tehničkim sredstvima? Kada su u pitanju znanja, kantonalna kriminalističko obavještajna odjeljenja raspolažu sa dovoljno personalnih kapaciteta, prolazeći niz specijalističkih obuka iz ovog domena, ali isto tako i tehničku opremljenost, koja je u velikoj mjeri donirana od strane međunarodnih agencija za pružanje podrške. Međutim, u ovom dijelu dolazi do jasne zakonske regulative kojom je regulisana nadležnost za istraživanje i dokazivanje krivičnih djela terorizma, odnosno nenadležnost kantonalnih policijskih organa. 5. ZAKLJUČNA RAZMATRANJA Opredjeljenost Bosne i Hercegovine, kao države u sprečavanju i suzbijanju terorizma, kako u međunarodnom doprinosu tako i na unutrašnjem planu je eksplicitna. Iako se za Bosnu i Hercegovinu vežu određena ratna naslijeđa po pitanju radikalnih vehabijskih skupina, u postdejtonskoj Bosni i Hercegovini, donijet je čitav set zakonskih riješenja kojima je regulirana opredjeljenost u sprečavanju i suzbijanju ove pošasti. Na ovakav način državne institucije Bosne i Hercegovine terorizam su shvatile kao realnu prijetnju integritetu, ali i međunarodnom sigurnosnom ambijentu. Pitanje nadležnosti otkrivanja, istraživanja i dokazivanja krivičnih djela terorizma, u Bosni i Hercegovini uređeno je na način da se istim bave isključivo kada je u pitanju međunarodni terorizam državne policijske i obavještajne agencije, dok je pitanje unutrašnjeg terorizma u nadležnosti entitetskih organa. Iako se danas u stručnom i naučnom smislu nastoji izbjeći podjela terorizma na unutrašnji i međunarodni, osobito kada je u pitanju savremeni terorizam, jer su oni međusobno uslovljeni i povezani, u Bosni i Hercegovini je takva podjela prema 366 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 zakonskim riješenjima očigledna, što otvara prostor neuređenosti u praktičnom smislu. Praktični primjer koji potvrđuje predhodnu tezu je teroristički napad na ambasadu Sjedinjenih Američkih Država, (u daljem tekstu SAD-e) 10.08.2011. godine, kada je došlo po operativne dezorganizacije policijskih agencija. Teroristički napad na ambasadu SAD-a u Sarajevu u stručnom smislu nije samo pitanje nadležnosti istrage, već i ozbiljan obavještajni propust. U radu je ukazano na značaj nekoliko modifikovanih modela koje su kriminalističko obavještajne službe preuzete od obavještajnih agencija, i koje u svom radu putem patrolnih, pozornih i drugih modela primjenjuju. Također, u radu je ukazana zakonska neusklađenost kada je u pitanju otkrivanje, istraživanje i dokazivanje krivičnih djela terorizma (unutrašnji i međunarodni), ali i pitanje heurističke djelatnosti kantonalnih policijskih agencija. Imajući u vidu ustavnu i složenu strukturu policijskog sistema u Bosni i Hercegovini, pitanje heurističke djelatnosti kada je u pitanju terorizam treba biti djelatnost kriminalističko obavještajnih odjeljenja kantonalnih policijskih agencija. Analizirajući pozitivne pravne propise ukazali smo na mjesnu nadležnost kantonalnih policijskih organa, ali samo do domena istrage, kada bi se prikupljena saznanja, informacije morale predati državnim policijskim tijelima koji imaju stvarnu nadležnost za istraživanje i dokazivanje krivičnih djela terorizma. U radu je ukazano na zakonska riješenja, odnosno prestanak djelatnosti kantonalnih kriminalističko obavještajnih odjeljenja, i to ne samo zbog ne/nadležnosti kao najbitnijeg elementa, već zapravo i zbog kriminalističko obavještajne svrhe. Ovdje je jasna distinkcija između heuristike i silogistike, odnosno da kantonalne policijske agencije putem svojih kriminalističko obavještajnih odjeljanja su zakonski dužna da otkrivaju sva krivična djela, pa i terorizma, kao i prikupljanje saznanja o stanju sigurnosti na svom području djelovanja, a što jasno proizilazi i iz zakonskog rješanja. Na ovaj način sa aspekta identifikacije i otkrivanja sumnjivih ponašanja na lokalnim nivoima zadovoljen je kriterij decentralizacije. Međutim, imajući u vidu da fenomen terorizma prevazilazi lokalni nivo, onda je više nego potrebno da kriminalističko obavještajna odjeljenja kantonalnih policijskih agencija sva saznanja dostave višim policijskim organima (državnim policijskim organima, tužiteljstvu, obavještajno sigurnosnoj agenciji), koji ta saznanja mogu dovesti u vezu sa drugim licima, modusima djelovanja, finansiranju, drugim grupama i na takav način olakštati put procesno pravnog formiranja tih saznanja u dokaze koji bi se koristili 367 H. Ljeljak, G. Radić i S. Dizdarević u daljem toku krivičnog postupka. S druge strane, blagovremenim dostavljanjem informacija višim nadležnim instancama koji se bave istraživanjem i dokazivanjem krivičnih djela terorizma, bili bi ispunjena svrha kriminalističko obavještajnog rada, odnosno rano djelovanje, tj. onemogućavanje izvođenja terorističkog napada. LITERATURA Abazović, D. M. (2002). Državna bezbjednost: Sarajevo, Alispahić, B. (2007). Terorizam šta je to; Sarajevo, Bisić, M. I Ljeljak, H. (2008). Terorizam i civilna zaštita, Mostar Brkić, K. I Obradović, V.(2016). Reforma policije za rad u zajednici; Sarajevo, Gađinović, R. (2005). Terorizam; Beograd, Matijević, M. (2002). Kriminalistička operativa: Banja Luka, Maljević, A. I Muratbegović, E. (2014). Kriminalistička analitika za praktičare – do rješenja problema kroz 60 malih koraka; Sarajevo, Masleša, R. (2001). Teorije i sistemi sigurnosti; Sarajevo, Modly, D. I Petrović, B. I Korajlić, N. (2004). Uvod u kriminalistiku: Sarajevo, Pajević, M. (2013). Savremene obavještajne teorije; Mostar Vaney, S. (2010). Rad policije u zajednici u Bosni i Hercegovini-priručnik, Sarajevo, Vodinelić, V. (1978). Kriminalistika: Beograd, Članci Abazović, D.M. (2007). Bosna i Hercegovina-Fundamentalizam i terorizam: stvarnost i stereotipi; Kriminalističke teme, 85-94, Dvoršek, A. (2010). Kriminalističko obavještajni rad i njegove perspektive u kriminalistici, Europol. (2007). Kurs operativne analize, Sarajevo, 26-30 Zakonski i podzakonski akti Zakon o krivičnom postupku Federacije BiH, ("Službene novine F BiH", br.9/99, od 11.02.2009. godine), Zakon o Obavještajno sigurnosnoj agenciji BiH, Zakon o unutrašnjim poslovima TK, Pravilnik o unutrašnjoj organizaciji Ministarstva unutrašnjih poslova TK Internet izvori www.balkans.aljazeera.net 368 Regulae iuris u presudama Evropskog suda za ljudska prava Dr. Dževad Drino University of Zenica Benjamina Londrc University of Zenica APSTRAKT Primjena acquis communautaire, odnosno pravne tečevine Evropske Unije kao osnovnog oblika evropeizacije nacionalnih pravnih sistema podrazumijeva i primjenu acquis commune, općih pravnih načela tradicionalnog evropskog općeg prava ius commune, koje se najjasnije izražava tradicionlnim latinskim izrekama i maksimama rimske jurisprudencije. Tako Evropski sud za ljudska prava često koristi maksime i regule rimskog prava, navodeći ih izvorno, na latinskom jeziku; u vrijeme cara Justinijana, opća pravna pravila su bila od izuzetnog značaja, a ostala su sačuvana zahvaljujući kompilatorima u pedesetoj knjizi Digesta, „De diversis regulis iuris antiqui“. Prema mišljenjima romanista, različiti su razlozi primjene regula u savremenom pravu, od toga da se koriste u čisto retoričkom smislu, radi uljepšavanja odluka i stavova, do tvrdnji o zadržavanju starog ius commune-a u osnovama evropskog prava. Cilj ovoga rada jeste da izdvajanjem primjene različitih rimskih regula pokaže njihovu upotrebu kroz presude Evropskog suda za ljudska prava. Tako, u presudama slučajeva Blečić v. Hrvatska, Scoppola v. Italija, Puricel v. Rumunija i drugima, dolazi do citiranja pravila „Tempus regit actum“ (za poduzimanje akta mjerodavno je pravo koje važi u vrijeme njegova poduzimanja). Bitnu stavku u presudama slučajeva Marguš v. Hrvatska, Rohlena v. Češka, Maktouf i Damjanović v. Bosna i Hercegovina predstavlja rimski princip „ne bis in idem“ (ne dva puta o istom). Ništa rjeđe nije korišteno načelo „In dubio pro reo“- u sumnji treba suditi blaže (slučajevi Lammana v. Austria, Rehbock v. Slovenia, Ajdarić v. Hrvatska i drugi). U radu se predstavlja korijen i historijat nekoliko navedenih regula rimskog prava, te njihova primjena u savremenom pravu i presudama Evropskog suda za ljudska prava. Ključne riječi: Acquis commune, Evropski sud za ljudska prava, Rimsko pravo, Tradicija. JEL Classification: K19 Đ. Drino i B. Londrc 1. UVOD Car Justinijan je već na početku vladavine, 527. godine odlučio kodificirati cjelokupno rimsko pravo koje se dijelilo na ius ileges. Posebna pažnja je usmjerena na kodifikaciju pravničkog prava (ius). Nakon intenzivnog rada od od tri godine, i pregledanih oko 2.000 knjiga različitih rimskih pravnika, krajem 533. godine konstitucijom Tanta proglašene su Digesta ili Pandectae, sačinjene od 50 knjiga. One čine najveći zbornik pravničkog prava u kojem je većina tekstova preuzeta od pravnika kao što su Ulpijan, Paul, Papinijan, Scevola, Pomponije, Julijan, Gaj i drugi. U Digestama su se našla različita pravna pravila rimskog prava, nastala tokom vise vjekova, a koja se nalaze u djelima klasičnih pravnika. Kompilatori su apstrakcijom iz citata koji se nalaze u različitim dijelovima Digesta, izdvojili oko 211 kratko formulisanih općih pravila i smjestili ih u 50. knjigu (tit. 17) “De diversis regulis iuris antique”. Sič (2006) Takva pravna pravila (regule) uglavnom ni danas nisu izgubile svoju vrijednost i zato je namjera ovog rada da kroz praksu Evropskog suda za ljudska prava podsjeti na njihovu vrijednost i upotrebljivost u današnjem pravu. Rimske regule predstavljaju izraz općeprihvaćenih civilizacijskih vrijednosti koje su se iskristalisale kroz viševjekovno rimsko pravno iskustvo i koje stoje i u temeljima moderne evropske i svjetske kulture. (Sič, 2006) Rimske regule nude logička pravila zaključivanja koja se mogu koristiti kao argumentacija, kao objašnjenje pojedinih pojmova i instituta, te kao pravila o tumačenju ali ikao detaljnije norme koje upućuju na to kako treba postupati u određenim slučajevima. Kroz primjere regula vidljivo je da nisu zastarjele, osim onih koje se tiču statusnog prava i koje oslikavaju vlasnički i patrijarhalni karakter rimskog prava, i da mogu naći put primjene u savremenim pravnim sistemima. 2. ZNAČAJ I PRIMJENA RIMSKIH REGULA Naslov “De diversis regulis antique” počinje Paulovim fragmentom o prirodi regula: D.50, 17,1. “Regula est, quae rem quae est breviter enarrat”, što u prevodu znači “Regula je kratak sažetak suštine stvari”, a zatim nastavlja: “Non ex regula ius sumatur, sed ex iure quod est regula fiat”, u prevodu “Pravo ne potiče iz regule nego od poštovanog prava/pravila postaje regula”. (Stojčević & Romac, 1989) To bi značilo da nije bilo dovoljno samo napamet znati regule, nego je bilo potrebno poznavati njihovo pravo značenje. To se može otkriti odgovorom na pitanje zašto ikako su nastale, koji slučajevi su doveli do nastanka pravnog pravila 370 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 koje se kasnije sažima u njenu kratko formulisanu srž. (Sič, 2006) Peter Štajn ukazuje na činjenicu, da su kompilatori dobili instrukciju od cara Justinijana da obrate pažnju na pravna stanovišta koja se mogu iz konteksta fragmenta izdvojiti kao opšta pravila.(Štajn, 1988) U tom kontekstu, pravila sabrana u zadnjem titulu Digesta (D. 50.17) počela su dobivati novo značenje. Primjer za to su pravila da niko ne smije steći imovinsku korist na steti učinjenoj drugome (CD. 50.17.206), da niko ne može prenijeti na drugoga više prava nego što ga sam ima (D. 50.17.54), da onaj ko se koristi svojim vlastitim pravom ne postupa prijevarno (D. 50.17.55), da onaj ko svojom vlastitom krivnjom pretrpi štetu, ne smatra se da je oštećen (D. 50.17.203), te da u slučaju istih uvjeta posjednik sporne stvari treba imati povoljniji položaj pred sudom (D.50.17.128) itd. (Štajn, 2007) Mnoga od tih načela klasični su pravnici postavljali kao opravdanje za neku konkretnu odluku, a poslije su postala općim pravilom na način što ih se izvuklo iz njihovog izvornog konteksta. Prema riječima Štajna „u takvom osamostaljenju ona su iskazivala istine kojima nije trebalo nekog posebnog opravdanja“. (Štajn, 2007) Na prostorima Balkana, najveći doprinos izučavanju i primjeni rimskih regula u savremenom pravu dala je prof. dr. Magdolna Sič. U djelu “Trajne vrijednosti rimskog prava” ističe važnost rimskih regula u smislu tumačenja ius communea, ali i u kontekstu stvaranja novog evropskog pravnog sistema. Postoje različite teorije o razlozima korištenja rimskih regula u modernom pravnom sistemu. Tri su najčešće: 1. Rimske regule se koriste u čisto retoričkom smislu, radi uljepšavanja odluka i stavova, te u znak sjećanja na rimsko pravo; 2. Latinske regule su izraz opšte prihvaćenih pravnih principa Evropske Zajednice, koje se primjenjuju u slučaju pravnih praznina; 3. Korištenje regula je posljedica zadržavanja starog ius communea u osnovama evropskog, prije svega privatnog prava. (Sič, 2006) Bez obzira na navedena tumačenja, neosporna je činjenica da su rimski pravnici bili prije svega praktičari i slijedili pravilo „Da mihi factum, dabo tibi ius“, u prevodu „Daj mi činjenice, daću ti pravo“, što daje najprecizniju uputu za savremenu primjenu regula rimskog prava. (Romac, 1973) U svrhu razumijevanja potrebno je ne baviti se isključivo teoretisanjem i učenjem latinskih maksima, nego praktičnim primjerima i korištenjem izvora rimskog prava shvatiti meritum i iskoristiti ono najbolje za savremeno pravo. Izučavanje rimske historije i rimskog prava koji čine korijene zajedničke evropske pravne tradicije, sigurno mogu doprinijeti unaprjeđenju kako Evropske savremene, tako i pravne nauke u cjelini. 371 Đ. Drino i B. Londrc 3. RIMSKE REGULE U PRAKSI EVROPSKOG SUDA ZA LJUDSKA PRAVA Evropski sudovi prilikom rješavanja slučajeva u kojima ne postoji jasno pravilo komunitarnog prava, često svoje odluke zasnivaju na maksimama ili izrekama koje potiču iz rimskog ius communea, i to na latinskom jeziku. Magdolna Sič, izučavajući djela Franciska Santosa, izdvaja nekoliko slučajeva primjene regula rimskog prava na Evropskom sudu pravde ali i drugim evropskim tribunalima: 1. U slučaju Grifoni I & II (1990- 1994.) evropski sud je osudio EUROATOM da tužiocu nadoknadi štetu na osnovu zaključka generalnog pravobranioca-„alterum non laedere“. 2. U slučaju Rudolf Miset v.Council (1987) korištena su i citirana stara pravila rimskog prava – dies a quo non computatur in termino- i, dies ad quem computator in termino.. (Sič, 2006) Prema riječima jednog od sudija Žalbenog organa evropskog suda za patente, latinska pravna pravila koja su izvedena iz zajedničke pravne historije, dovela su nekada do veće saglasnosti članova nego propisi nacionalnog zakonodavstva. (Knütel, 1996)Cilj ovoga rada jeste da izdvajanjem primjera primjene različitih rimskih regula pokaže njihovu upotrebu u presudama Evropskog suda za ljudska prava. Za pretraživanje presuda Evropskog suda za ljudska prava korištena je zvanična elektronska arhiva suda, HUDOC. Rezultat istraživanja je izdvajanje najčešće citiranih pravila rimskog prava, u izvornom obliku, na latinskom jeziku: 1. „Tempus regit actum“ (za poduzimanje akta mjerodavno je pravo koje važi u vrijeme njegova poduzimanja). Tako u presudi u slučajuBlečić v. Hrvatska, podnositeljica zahtjeva navodi kako joj je zbog otkaza stanarskog prava povrijeđeno pravo na poštivanje njenog doma i pravo na uživanje vlasništva. Sud, u obrazloženju presude od 8. marta 2006. godine pod tačkom 80. navodi kako se miješanje države u određeni postupak može smatrati zakonitim jedino ako je ratificirana Konvencija o ljudskim pravima. Pružanje pravne zaštite obično pretpostavlja utvrđenje da je miješanje 372 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 države bilo nezakonito na temelju prava koje je bilo na snazi kada se miješanje dogodilo (tempus regit actum). Slučaj Scoppola v. Italija pokrenut je na temelju zahtjeva Francca Scopole, zbog povrede člana 34. Evropske konvencije o ljudskim pravima i temeljnim slobodama.Aplikant navodi kako su mu izricanjem kazne doživotnog zatvora povrijeđena prava zagarantovana članovima 6. i 7. Konvencije. U tačkama 21, 84, 110 presude, citirano je izvorno pravilo tempus regit actum na latinskom jeziku, kao jedno od „glavnih postupkovnih pravila“. U slučaju Puricel v. Rumunija, u tačkama 9 i 18, sud takođe citira pravilo „tempus regit actum“. Evropski sud za ljudska prava u odluci navodi da podnositeljica zahtjeva nije dokazala da je imala materijalno pravo primati penziju za razdoblje u koje je bilo u pitanju, jer je za poduzimanje akta mjerodavno pravo koje važi u vrijeme njegova poduzimanja. 2. Bitnu stavku u presudama slučajeva Evropskog suda za ljudska prava predstavlja pravilo „ne bis in idem“- „ne dva puta o istom“ U slučaju Marguš v. Hrvatska, od 27. maja 2014. godine- podnositelj zahtjeva Fred Marguš posebice je naveo da je njegovo pravo na pošteno suđenje povrijeđeno time što je isti sudac sudio u oba kaznena postupka protiv njega te da je bio udaljen iz sudnice na završnoj raspravi u drugom postupku. Također je prigovorio da mu je prekršeno pravo da mu se ne sudidva puta. Tokom izlaganja slučaja i presude, pravilo ne bis in idem se spominje čak 22 puta. U slučaju Maktouf i Damjanović v. Bosna i Hercegovina, pritužbe aplikanata tiču se krivičnog postupka pred Sudom Bosne i Hercegovine (“Sud BiH”) tokom kojeg su proglašeni odgovornim i kažnjeni prema odredbama Krivičnog zakona Bosne i Hercegovine iz 2003. godine za zločine protiv civilnog stanovništva koje su počinili tokom rata 1992-95. Oni su se žalili da je zbog odbijanja Suda BiH da primjeni Krivični zakon bivše Socijalističke federativne republike Jugoslavije (“bivša SFRJ”) su iz 1976. godine, koji je bio na snazi u vrijeme počinjenja ratnih zločina, povrijeđeno pravilo zabrane retroaktivnog kažnjavanja sadržano u Članu 7 Konvencije. Član 7. stav 1. Evropske konvencije, pored toga što ne zabranjuje retroaktivnu primjenu zakona, ne uključuje princip ne bis in idem. 373 Đ. Drino i B. Londrc 3. Korišteno je i načelo „In dubio pro reo“- u sumnji treba suditi blaže U slučajuRehbock v. Slovenia- Prema verziji podnositelja zahtjeva prilikom njegovog hapšenja korištena je neopravdana upotreba sile. U svom podnesku Vlada je objasnila da je podnositelj zahtjeva bio uhapšen u kontekstu akcije koje su bile planirane od strane nadležnih tijela na temelju svojih operativnih podataka. Kodorganizacije hapšenja tim vlasti imao u vidu činjenicu da je podnositelj zahtjeva, za kojega se sumnjalo da je diler, bio je iznimno snažne konstitucije i da su iz tog razloga korištene veće mjere predustrožnosti. U obrazloženju presude Evropskog suda za ljudska prava, istaknuta je važnost primjene načela in dubio pro reo, kao pravila koje je već prisutno u praksi, iako u „nerazvijenom obliku“. U presudi slučajaAjdarić v. Hrvatska sud ističe načelo in dubio pro reo kao jedno od temeljnih načela krivičnog prava. Sud nalazi da u ovome predmetu odluke do kojih su došli domaći sudovi nisu bile odgovarajuće obrazložene. Podnositelj zahtjeva osuđen je za saučesništvo u ubistvu (u oktobru 1998. tri su osobe, ubijene u svojoj kući uKutini, Hrvatska, a iz kuće je uzet iznos od najmanje 960.000 hrvatskihkuna), na osnovu izjave svjedoka koji je načuo razgovor iz kojeg je zaključio da je podnositeljzahtjeva bio saučesnik ovih zločina. Evropski sud za ljudska prava u presudi ističe da se u navedenim okolnostima možereći da odluke domaćih sudova nisu poštovale osnovni zahtjev krivičnogpravosuđa, da tužitelj mora izvan razumne sumnje dokazati optužbu, te nisubile u skladu s jednim od temeljnih načela krivičnog prava, i to načelom indubio pro reo (vidi, mutatis mutandis, Barberà, Messegué i Jabardoprotiv Španjolske, 6. decembar 1988., stav 77., Serija A br. 146; Laventsprotiv Latvije, br. 58442/00, stav 125., 28. novembar 2002. i Melich i Beckprotiv Republike Češke, br. 35450/04, stav 49., 24. juli 2008.). Iz navedenih presuda evidentno je kako korištenje rimskih regula ne predstavlja puko uljepšavanje teksta i podsjećanje na rimsko pravo. Regule rimskog prava su sredstvo harmonizacije i unifikacije evropskog prava, te najbolji pokazatelj kako se vrijednosti iz zajedničke evropske pravne historije mogu inkorporirati u moderno pravo. (Sič, 2006)Pravna pravila i jesu ono što određenu stvar ukratko izlaže, što ne treba značiti da iz pravila treba izvlačiti pravo, nego obrnuto, da pravilo nastaje iz prava koje postoji. Romac (1988) Postojeće pravo 374 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 definitivno ostavlja prostor za korištenje pravila rimskog prava kao izvora na kojem se temelji moderni pravni sistem. Osnovu ius communea u velikoj mjeri čini recipirano rimsko pravo, u čijem procesu recepcije su značajnu ulogu odligrale pravne škole, na čelu sa Bolonjskom. Civilno pravo Evrope formirano je na ovim osnovama. (Zimmermann, 1996) Primjena acquis communautaire, odnosno pravne tečevine Evropske Unije kao osnovnog oblika evropeizacije nacionalnih pravnih sistema podrazumijeva i primjenu acquis commune, općih pravnih načela tradicionalnog evropskog općeg prava ius commune, koje se najjasnije izražava tradicionalnim latinskim izrekama i maksimama rimske jurisprudencije. Pravo je nauka koja odgovara razumu i kao takvo nalazi primjenu rimskih regula apsolutno svrsishodnom i opravdanom. (Štajn, 2007) 4. ZAKLJUČAK Na osnovu izloženog, može se reći da rimsko pravo, kao najveći pravni sistem antike, i danas ima značajnu ulogu u Evropi, koja na neki način nosi duh i pravnu kulturu zasnovanu na rimskom pravu. (Drino, 2014)U prilog ovoj tvrdnji ide i savremena primjena rimskih pravnih pravila (regula), koje nisu izgubile vrijednost i upotrebljivost u današnjem pravu. Neophodno je da se u novim okolnostima i novim kriterijima pristupi oživljavanju instituta rimskog prava, kako bi se shvatila njegova veličina i značaj, ali i oplemenili budući koraci u pravnoj nauci.(Drino & Londrc, 2014). Ugledni rimski pravnici su ostavili izreke o pravu u kojima su izražene opće ideje o pravu, pravičnosti i pravnoj nauci. Ulpijan daje jedno od temeljnih načela prava „honeste vivere, alterum non laedere, suum cuique tribuere“- „pošteno živjeti, drugoga ne vrijeđati, svakome dati ono što mu pripada“, dok Celzo ističe kako je „ius est ars boni et aequi“- „pravo je umjetnost dobrog i pravičnog“. (Romac, 1973) Ove izreke najbolje predstavljaju etički karakter prava, koji čini osnovu svakog pravnog sistema na svijetu. Izučavanjem rimskog prava ostvaruju se nove mogućnosti za bolje razumijevanje mnogih pitanja, kako u prošlosti, tako i u današnjem savremenom pravu. Sigurno je da isključivo prakticistički pristup modernom pravu može biti štetan i da proučavanje temelja modernog prava, u prvom redu rimskog prava, nije puki dug historiji prava. Zato je Labriola u vezi sa rimskim pravom rekao da „prava znanost o pravu može biti samo povijest razvitka samog prava“. (Boras & Margetić, 1980) Korištenje i oživljavanje rimskih regula samo je jedan od načina na koji rimsko 375 Đ. Drino i B. Londrc pravo može doprinijeti unaprijeđenju modernih pravnih sistema. U tu svrhu potreban je zajednički rad nauke i struke i preplitanje različitih grana prava, u kako bi do izražaja došletrajne vrijednosti koje nisu izgubile mogućnost praktične primjene od antike do modernog doba. 5. SUMMARY The application of acquis communautaire, that is, the legal order of the European Union as the basic form of Europeanization of national legal systems encompasses the application of acquis commune, general principles of law of traditional European general law ius commune, which is best expressed through the traditional Latin proverbs and maxims of Roman jurisprudence. In that way, the European court of human rights often uses maxims and regules of the Roman Law, introducing them by their origin, in Latin; during the reign of the emperor Justinian, general legal rules were of the great importance, and these remained preserved by the virtue of the compilers in the fifth book of Digest „De diversis regulis iuris antiqui“. According to the opinions of Romanists, there are different reasons for the application of regules in the modern law, from their use in the purely rhetorical sense, through the embellishment of decisions and paragraphs, to the assertion of retaining old ius commune in the basis of European law. The aim of this paper is to show the use of the regules in the judgments of the European court of human rights by exemplifying different Roman regules. Therefore, in the judgments for cases Blečić v. Croatia, Scoppola v. Italy, Puricel v. Romania, and others, the rule „Tempus regit actum“ is asserted (for performing any act, a right that is valid at the time of its performance is applicable). An important aspect in the judgments for cases Marguš v. Croatia, Rohlena v. Czech Republic, Maktouf and Damjanović v. Bosnia and Herzegovina is the Roman principle „ne bis in idem“ (not twice in the same thing). Nothing less than that, the principle „In dubio pro reo“ is used - when in doubt, favor the accused (in cases Lammana v. Austria, Rehbock v. Slovenia, Ajdarić v. Croatia, and others). This paper presents the root and history of several mentioned regulas of Roman law, as well as their application in the modern law and judgments of the European court of human rights. 376 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 LITERATURA Drino Dž. & Londrc B. (2014). Proces euromediteranizacije i rimsko pravo. Zbornik radova sa međunarodne naučne konferencije "Javni i privatni aspekti nužnih pravnih reformi u BiH: Koliko daleko možemo ići?". Tuzla: Pravni fakultet Univerziteta u Tuzli, Centar za društvena istraživanja Internacionalnog Burč univerziteta, 275. Drino Dž. (2014). Istorija pravnih institucija. Gradiška: Visoka škola „Primus“. Knütel R. (1994). Rechtseinheit in Europa und Römisches Recht. Zeitschrift für Europäisches Privatrecht, 2, 244-276. Knütel R. (1996). Ius commune und Römisches Recht vor Gerichten der Europäischen Union. Juristische Schulung, 36, 768-778. Romac A. (1988). Minerva : florilegium sententiarum latinarum- florilegij latinskih izreka. Zagreb : Latina et Graeca. Romac, A. & Stojčević D. (1989). Dicta et regulae iuris : latinska pravna pravila, izreke i definicije sa prevodom i objašnjenjima. Beograd: Savremena administracija. Romac, A. (1973). Izvori rimskog prava. Zagreb: Informator. Sič, M. (2006). Trajne vrednosti rimskog prava. Zbornik radova Pravog fakulteta u Splitu, god. 43, 3-4, 383-401. Slučaj Ajdarić v. Hrvatska (2011, 13. decembar). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int/ eng?i=001-107989 Slučaj Maktouf i Damjanović v. Bosna i Hercegovina (2013, 18. juli). http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-122716 Preuzeto sa: Slučaj Marguš v. Hrvatska (2014, 27. maj). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int/eng ?i=001-144276 Slučaj Puricel v. Rumunija (2011, 14. juni). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int/eng ?i=001-105436 Slučaj Rehbock v. Slovenija (2000, 28. novembar). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int /eng ? i=001-59052 Slučaj Scoppola v. Italija. (2012, 22. maj). Preuzeto sa: http://hudoc.echr.coe.int/ eng?i=001-111044 Stein P. The Digest title, De diversis regulis iuris antiqui, and the general principles of law. The character and influence of the roman civil law, Historical essays, London i Ronceverte, 54-72. Stein, P. (2007). Rimsko pravo i Evropa. Zagreb: Golden marketing-Tehnička knjiga. Zimmermann R. (1996). The Law of Obligations, Roman Foundations of the Civilian Tradition. Oxford: Clarendon Press. 377 Uticaj Reforme javne uprave na demokratizaciju institucija BiH Mr. Ljiljana Aulić Nezavisni Univerzitet Banja Luka Dr. Zoran Kalinić Nezavisni Univerzitet Banja Luka SAŽETAK Evropskiadministrativniprostorzahtijevaadministrativnupouzdanostkojajeneophodnazavlada vinuprava, djelotvornuimplementacijujavnihpolitikaiekonomskirazvoj. Autori razmatraju uticaj reforme javne uprave na demokratizaciju institucija u Bosni i Hercegovini. Javna uprava i dobro upravljanje predstavljaju izuzetno važno pitanje za Bosnu i Hercegovinu, sa aspekta savremene političke, pravne i ekonomske misli, ali i empirijskih generalizacija. U radu bismo ukazali na osnovne principe reforme javne uprave u Bosni i Hercegovini, koristeći metodu kvalitativne analize sadržaja dokumenata i odabranog naučnog fonda koji se bavi pitanjem evropeizacije i demokratizacije postkomunističkih zemalja. Na kraju smo dali zaključke. Ključne Riječi: Reforma Javne Uprave, EAS, Demokratizacija, Dobro Upravljanje. JEL Klasifikacija: K, M L. Aulić i Z. Kalinić 1. UVOD U postkomunističkim zemljama, demokratizacija je proces koji je rezultirao uspostavljanjem demokratskog političkog sistema kroz fazu tranzicije (prelazak iz jednog u drugi politički sistem) i fazu demokratske konsolidacije. Konsolidacija demokratije je proces koji obuhvata osnivanje novih demokratskih institucija, usvajanje demokratskih pravila i procedura i prihvatanje opštih demokratskih vrijednosti. Ključno pitanje je mogu li postkomunističke zemlje ispuniti sve političke i ekonomske uslove EU na putu od demokratske tranzicije do demokratske konsolidacije? U kandidatskim zemljama se u najvećoj mjeri reforme stimulišu kroz uslovljavanje. Bosna i Hercegovina pripada grupi zemalja Zapadnog Balkana, gdje se uslovljavanje Evropske unije primjenjuje uz sljedeće alate: 1.Opšti kriteriji iz Kopenhagena (1999) i Madrida (1997); 2.Regionalni pristup (1997); 3.Proces stabilizacije i pridruživanja (1999); 4. uslovi koji se odnose na pojedinačne projekte i davanje finansijske pomoći i kredita; 5.uslovi koji proizilaze iz mirovnih sporazuma i političkih kriterija.Krajnji cilj uslovaljavanja EU koja često podsjeća na „pokretnu metu“ (Grabbe,2006), je integracija u EU. Koncept evropskog upravnog prostora, kako navodi Stevan Lilić, nastaje kao odgovor na pitanje šta treba da posjeduje jedan sistem uprave u organizacionom i funkcionalnom smislu da bi bio sposoban da ispuni zadatke koje nameću standardi ekonomije, socijalne pravde, bezbjednosti, dostignuti dugotrajnim integracionim procesima prije svega najrazvijenijih zapadnoevropskih zemalja. Iako se često govori o tome da EU ima normativnu moć koja uz pomoć uslovljavanja može pritisnuti domaće političare da implementiraju potrebnu Reformsku agendu za BiH, autori zapažaju da rezultati veoma često odu u suprotnom smjeru. Razlog vide u fazi tranzicije BiH, koja je jedinstven proces. Smatraju da je za uspješnu tranziciju prema efikasnijem demokratskom društvu, potrebna reorganizacija i prilagođavanje institucija, odnosno javne uprave. Reforma javne uprave, u cilju modernizacije države i dobrog upravljanja, je temelj za ostvarenje strateških ciljeva, a njena implementacija se razlikuje od zemlje do zemlje. "Dobro upravljanje" je termin koji se koristi od strane međunarodnih organizacija kao što je Svjetska banka (WB), Međunarodnog monetarnog fonda (MMF) i Ujedinjenih nacija (UN). To je širok pojam koji uključuje vrijednosti i prakse, kao što su zakonitost, pravdu, povjerenje u zakone i 380 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 institucije, učinkovitost, odgovorno budžetiranje, upravljanje ljudskim potencijalima i upravljanje krizom. Dobro upravljanje je uglavnom politički termin kojeg bivši generalni sekretar UN-a Kofi Anan opisuje kao silu koja osigurava poštovanje ljudskih prava i vladavine zakona, jačanje demokratije, promivisanje transparentnosti i kapaciteta u javnoj administrarciji. Od skora je upotreba ovog termina proširena na višestranačke izbore, parlament i pravosuđe. Termin dobro upravljanje odnosi se na koji način javne institucije sprovode javne poslovei upravljaju javnim resursima, uključujući proces donošenja odluka i njihovu realizaciju. Dakle, funkcionalna država i administrativni kapaciteti su ključna poluga dobrog upravljanja. Reforma državne uprave, unapređenje procedura politike, transparentnost i decentralizacija, povećavaju kapacitet države da pruža javne usluge i dobra na efikasan i pouzdan način. To je jedna od ključnih varijabli za razlikovanje između "uspješnih" i "neuspješnih" društava. Dakle, rad se oslanja na podatke istraživanja iz postojećih dokumenata: Izvještaja o napretku Bosne i Hercegovine u EU, kojim želimo ispitati ostvareni napredak reforme javne uprave. Za procjenu demokratizacije smo koristili analizu Svjetske banke „World Development indicators 2015“. 2. KVALITATIVNA ANALIZA SADRŽAJA Izvještaj o napretku Bosne i Hercegovine je najeksploatisanija referentna tačka u okviru učinjenog napretka i potrebnih budućih koraka. U Tabeli 1. prikazujemo kvalitativnu analiza Izvještaja o napretku BiH od 2008. do 2015.godine. Fokus analize se stavlja na reformu javne uprave. Imajući u vidu da Izvještaj o napretku Bosne i Hercegovine, mjeri napredak u ispunjavanju prioriteta i posebnih uslova u okviru Sporazuma o stabilizaciji i pridruživanju, izdvojeni dio analize sadržaja govori da političko uslovljavanje i normativni aspekti nisu ostvarili napredak u reformama javne uprave. Iako, reforma javne uprave ima vrlo ograničen aspekt EU uslovljavanja. Evropska komisija traži poboljšanje resursa u Kancelariji koordinatora za reformu javne uprave, da se unaprijede procedure zapošljavanja zasnovane na objektivnim i kvalitetnim kriterijima, uz osiguranje transparentnosti i 381 L. Aulić i Z. Kalinić kvalifikovanih državnih službenika, zatim usklađivanje zakona o državnoj službi koji bi izgradio odgovornu i efikasnu državnu službu. Tabela 1: Izvještaj O Napretku Bih- Reforma Javne Uprave 2008-2015 Years Bosnia and Herzegovina Progress report 2008 Sveukupno gledano, bilo je izvjesnog napretka u području javne uprave. 2009 Sveukupno gledano, bilo je određenog napretka u području javne uprave u pogledu koordinacije i kapaciteta. 2010 Sveukupno gledano,, malo napretka je postignuto u području reforme javne uprave. 2011 Sveukupno gledano, u oblasti javne uprave je postignut ograničen napredak javne uprave 2012 Sveukupno gledano, u oblasti reforme javne uprave ostvaren je mali napredak. 2013 U cjelini gledano, postignut je veoma mali napredak u reformi javne uprave. 2014 Sveukupno gledano, postignut je veoma ograničen napredak u reformi javne uprave i poboljšanju njenih kapaciteta u smislu ispunjavanja zahtjeva evropskih integracija. 2015 Nije bilo napretka u proteklih godinu dana. Nedostatak sveobuhvatne političke podrške za reforme u cijeloj zemlji i rascjepkanost javnih usluga ugrožavaju napore u provođenju institucionalne i zakonodavne reforme. I dalje u velikoj mjeri nedostaje sistematski pristup razvoju politika i koordinacija, a politizacija državne službe još uvijek predstavlja problem. Analiza Svjetske banke za nacije u tranziciji daje ocjene i prosječne ocjene za Bosnu i Hercegovinu. Izdvojeni period posmatranja je od 2008 do 2015.godine. Skala ocjenjivanja se kreće od 1-7. Na ljestvici 1 je najveći nivo demokratskog razvoja, a 7 je najniži nivo. Dakle, uzimajući u obzir indikatore koji pokazuju nivo demokratije u Bosni i Hercegovini, jasno govore da je upravljanje na nacionalnom-državnom nivou ocjenjeno najnižom ocjenom 5,75 od mogućih 7. 382 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Tabela 2: Indikatori Svjetske banke za BiH za 2015 2008 Izborni proces Civilno društvo Nezavisnost medija Demokratsko upravljanje nacionalni nivo Demokratsko upravljanje lokalni nivo Pravosudni okvir korupcija Demokratija- 2009 2010 2011 2012 2014 2015 3,00 3,50 4,25 3,00 3,50 4,50 3,25 3,50 4,50 3,25 3,50 4,75 3,25 3,50 4,75 2013 3,25 3,50 4,75 3,25 3,50 4,75 3,25 3,50 4,75 5,00 5,00 5,25 5,25 5,50 5,50 5,75 5,75 4,75 4,75 4,75 4,75 4,75 4,75 4,75 4,75 4,00 4,25 4,11 4,00 4,50 4,18 4,00 4,50 4,25 4,25 4,50 4,32 4,25 4,50 4,36 4,25 4.75 4,39 4,25 4,75 4,43 4,50 4,75 4,46 3. REZULTATI Na osnovu sljedećih rezultata: obavljene analize navedenih dokumenata došli smo do • izgradnja i jačanje institucija je ključni faktor u procesu reformi, a bez reformi nema povoljnog okruženja za investiranje u realnom sektoru, novih radnih mjesta i ekonomskog razvoja; • Evropske norme i vrijednosti su u sukobu sa vrijednostima i normama BiH; • jasna demonstracija političke volje i posvećenosti, definisanog plana reformi, akcionog plana, zatim finansijskog okvira političkih i administrativnih mahanizama i mehanizama za praćenje implementacije; • Projektovanju reforme javne uprave, a polazeći od gore navedene analize, potrebno je prići sa stanovišta uprave kao složenog sistema, da bi se uhvatio korak sa savremnim svijetom i savremenom javnom upravom. 4. ZAKLJUČAK Evolutivni razvoj državne uprave uvijek je dijelio sudbinu značajnih društvenih promjena. U razvijenim demokratskim sistemima i ekonomski prosperitetnim društvima ovladalo je opredjeljenje za postepeno formiranje dobre administarcije (efektivne, efikasnne i ekonomične).Dobra i efektivna vladavina 383 L. Aulić i Z. Kalinić pretpostavlja postojanje profesionaalne i efikasne birokratije, koja direktno utiče na stepen demokratije u jednoj državi.Javna uprava Bosne i Hercegovine će zasigurno ostati pod pritiskom i uticajem institucija visoke politike, odnosno centara političke moći, ali uz blago slabljenje politizacije državnih struktura. Personalne grupe ,politička i administrativna elita, političari, javni funkcioneri, svakako najneposrednije uslovljavaju karakter i prirodu vladavine i javnog upravljanja, a imajući u vidu budućnost javne uprave i upravljanja dolazi nova faza ,marketizacije javnog sektora“ gdje će biti promovisana filozofija novog menadžerijalizma. LITERATURA Anastasakis, O. & Bechev,D.(2003), EU Conditionality in South East Europe: Bringing Commitment to the Process. Oxford: St. Antony’s College Goetz, K. H.( 2002) Europeanisation in West and East: A Challenge to Institutional Theory. Paper prepared for 1st Pan-European Conference on EU Politics, Bordeaux, September 26–28, Grabbe, H. (2001) “How does Europeanisation affect Governance? Conditionality, Diffusion and Diversity.” Journal of European Public Policy 8, 4: 1013–1031. Grabbe, H. (2002): “European Union Conditionality and the Acquis Communautaire.” International Political Science Review 23, 3 249–269. Grabbe, H.( 2003) “Europeanisation goes East: Power and Uncertainty in the EU accession process.” In The Politcs of Europeanisation, ed. Kevin Featherstone and Claudio M. Radaelli. Oxford: Oxford University Press,. Hughes, J., Gwendolyn, S.and Claire G.(2004) “Conditionality and Compliance in the EU’s Eastward Enlargement: Regional Policy and the Reform of Sub-national Government.” Journal of common market studies, 42, 3: 523–552. Hughes, J., Gwendolyn S. and Claire G.( 2005 ) Europeanisation and Regionalization in the EU’s Enlargement to Central and Eastern Europe: The Myth of Conditionality. Basingstoke: Palgrave Macmillan,. Moravcsik, A. and Milada A. Vachudova.(2003) “National Interests, State Power, and EU Enlargement.” East European Politics and Societies, 17, 1 :42–57. Lilić,S.Pravne teme (2013), Čigoja,Beograd 384 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Sedelmeier, U.(2006) “Europeanisation in new member and candidate states.” Living Reviews in European Governance, 1, Available at http://europeangovernance. livingreviews.org/ Articles/ lreg-2006-3/ (28 October 2011). Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2008.Brisel, 05.11.2008. SEC (2008)2693 final, {COM(2008)674} Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2009.Brisel, 14.10.2009. SEC (2009) 1338, {COM(2009) 533} Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2010.Brisel,9.11.2010.godine SEC (2010) 1331, {COM(2010) 660} Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2011.Brisel, 12.10.2011.,SEC (2011)1206 Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2012.Brisel,10.10.2012., SWD (2012) 335, (CQM(2012) 600}Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2013.Brisel, 16.10.2013. godine ,SWD (2013) 415 final, (COM(2013) 700 final} Progress Report Bosnia and Herzegovina, 2014.Brisel, 8.10.2014.SWD (2014) 305 final SIGMA, Priorities www.sigmaweb.org Bosnia SIGMA, Assessment Bosnia www.sigmaweb.org and and Herzegovina, (2013, May), Retrieved from Herzegovina (2013, April), Retrieved from SIGMA, Civil service professionalization in the Western Balkans, SIGMA paper No.48 (2012, September) GOV/SIGMA(2012)1 385 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Geopolitika migracija u suvremenom svijetu Dubravka Bošnjak Univerzitet u Sarajevu Marko Šilić Univerzitet u Sarajevu Mia Zmijarević Univerzitet u Sarajevu SAŽETAK Razvijanje i potenciranje migrantskog pitanja omogućilo je promjene paradigmi na političkom planu kako u zemljama Europe tako i u zemljama Zapadnog Balkana. Definirajući povijest kao i tokove kretanja migrantskih ruta prezentira nam se mogućnost geopolitičkog sagledavanja utjecaja kretanja stanovništva na unutarnje političke prilike nacionalnih država. Iz perspektive zemlje relativno nedodirnute migrantskim problemima u stanju smo objektivizirati probleme s kojima se susreće Europska unija prilikom bavljenja ovim pitanjem. Rad se bavi analitičkim promatranjem promjene paradigmi u zemljama područja koje geografski nazivamo Europa s primarnom tendencijom na zemlje Zapadnog Balkana. Osim refleksije na politike onih koji upravljaju nacionalnim državama dodirne točke se mogu pronaći i u popularnoj geopolitici pa se tako rad osvrće i na brojne radove iz filozofske, sociološke i psihološke škole mišljenja u namjeri klarifikaciji efekta kojeg migracija prouzrokuju na planu javnih rasprava. Pored toga, bitno je sagledati da li migracije sa sobom povlače transnacionalnost određenih organizacija ili se povratak nacionalnim državama dešava i na planu onih koji bi trebali zastupati stav kozmopolitskog načina življenja. Sa svim predstavljenim analizama i teorijama ultimativni cilj je predstaviti pozadinu i potencijale globalno-političkih rasprava u jeku migrantskog pitanja, sagledati granice utjecaja ideologija na procese rješavanja izbjegličke krize te odrediti mogući smjer djelovanja, kao i način primjene politike supsidijarnosti unutar nacionalnih država. Rad je plod mjeseci istraživanja pod vodstvom profesora Nerzuka Ćurka čijoj ideji zahvaljujemo naslov a predstavlja tri različita pristupa pitanju migracija s geopolitičkog stajališta. Ključne Riječi: Migrantsko Pitanje, Paradigme, Geopolitika, Transnacionalnost, Ideologije, Supsidijarnost, Izbjeglička Kriza; JEL: Y6, P, N 387 D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević 1. POVIJESTMIGRACIJA I RAZVOJ MIGRANTSKOG PITANJA U EUROPI Povijesno, prve migracije se vežu za migracije homo-sapiensa iz Afrike u ostale dijelove svijeta. Te prve migracije uključuje i istrebljenje onih koji su obitavali tu (uključujući i neandertalce). Nakon neolitske revolucije na Bliskom istoku, razvojem gradova i država i povećanjem naseljenosti, ljudske populacije sa tih područja, ali i Sjeverne Afrike naseljavaju veliki dio europskog kontinenta. S razvojem poljoprivrede ali i prvo-državnih sustava dolazi do kretanja stanovništva na Afričkom kontinentu. Kada se promatra Američki kontinent, pretpostavke su da su prve ljudske populacije prošle iz istočnog Sibira preko Beringovog tjesnaca na Aljasku. Skupine onih koji su koristili proto indoeuropske jezike počeli su se širiti s područja Crnog mora (Ukrajina i Rusija). Periodom velikih migracija smatra se period nakon pada Rimskog Carstva, kada u zapadnu Europu dolaze germanska, sarmatska i hunska plemena. Velika seoba naroda, poznata kao Seoba naroda ostavila je demografske, kulturne ali i političke posljedice kako na europsku, tako i na svjetsku povijest. Prvenstveno se odnosi na naseljavanje germanskih naroda u zapadnoj i slavenskih naroda u Centralnoj i jugoistočnoj Europi, odnosno Pad Rimskog Carstva na čijim će se ruševinama stvoriti politički entiteti zameci budućih nacija, te konačni kolaps antičke kulture koju će zamijeniti srednjovjekovna u periodu koji se popularno naziva Mračno doba. Nekolicina historičara ove seobe dijele na dvije faze. Drugom fazom smatraju period u kojem se Bizantsko Carstvo našlo pod udarom Slavena na Balkanu i Langobarda u Italiji. Važno je imati na umu i dalekosežnost migracija zbog religijskih razloga (period 14. do 16. stoljeća) Istjerivanje Židova iz Španjolske, migracija protestanata iz španjolske Nizozemske u Nizozemsku republiku, istjerivanje potomaka muslimana iz Španjolske i istjerivanje Hugenota iz Francuske. Ranomoderni period i suvremeno doba obuhvaćaju kolonizacija od 16. do 20. stoljeća. Naseljavanje u Amerike, Južnu Aziju, Subsaharsku Afriku i Australiju ali i uvoz robova iz Afrike čiji vrhunac se dostiže u 18. stoljeću. Dok 19. stoljeće obilježava industrijalizacija u toku koje u jugoistočnu Aziju dolazi 50 milijuna migranata iz Indije i Kine. A prema nekim podacima još 50 milijuna u Mandžuriju, Sibir, Centralnu Aziju i Japan, također iz Kine, ali i Rusije i Koreje. 388 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Nakon Drugog svjetskog rata oko 16.5 milijuna Nijemaca je protjerano iz Istočne Europe na Zapad, a stotine tisuća Poljaka, Ukrajinaca, pripadnika baltičkih naroda Bjelorusa – na istok u SSSR.Promatrano kroz povijest, može se ustvrditi da su razlozi za migracije bili šaroliki i različiti. Od primarne potrage za hranom i prostorom za život, do naprednih poriva kao što su trgovina, osvajanje ali i ratno izgnanstvo, vjerski razlozi, politički sustavi i nemiri, do klimatskih prilika. Ovi uvjeti rezultirali su (osim samim migracijama) i mnogobrojnim tipologijama i pojmovima vezanim za migracije. Neki pojmovi nisu do kraja definirani – množina i različitost ljudskih motivacija i razloga za preseljenjem ne mogu se jednostavno konceptualizirati. Promatrajući geopolitičku sliku svijeta u kontekstu migracija, neophodno je (bar pokušati) povući paralelu između dešavanja današnjice i onih prethodnih desetljeća. U fokusu su svakako migracijski procesi vezani za Europu koji mijenjaju njenu političku, društvenu i ekonomsku kartu. Posebno ako se zna da su u usporedbi sa stanovništvom drugih kontinenata, Europljani najviše selili. Važno je promatrati duži vremenski period i sam kontekst migracija. Period nakon završetka Drugog svjetskog rata smatra se periodom sa najvećim migracijama. Zbog promjena državnih granica Njemačke, Poljske i bivše Čehoslovačke došlo je do prisilnih migracija. U Zapadnu Europu je ušlo oko petnaest miliona ljudi, od kojih se samo nekolicina vratila u zemlje porijekla. (Stakler, 2002; 152). Pedesete i šezdesete godine prošlog stoljeća su obilježile migracije koje su sezale i preko oceana i mora. Europu je napustilo skoro tri miliona ljudi, ali kao protuteža, u Europu su se useljavali stanovnici Indije, Alžira, Angole i Mozambika, koje su bile kolonija Velike Britanije, Nizozemske i Francuske (Fassmann, Muenz, 1994;4). Prvi, veliki, migracijski val je zahvatio Europu tik nakon pada „željezne zavjese“. Naglo otvaranje mogućnosti i prilika, putovanja, izmjene politika a posebno ekonomske politike prelaskom na tržišnu ekonomiju, stvoreni su uvjeti za migracije. Šezdesete i sedamdesete godine su obilježile migracije zbog posla. Veliki broj „gostujućih radnika“ kako su im kreirali naziv Nijemci, a sve s ciljem da se ti isti ljudi koji su im čistili, kuhali, njegovali bolesne i stare, ne bi osjećali kao kod kuće, je uselio u Europu. Procjene su da je 70tih godina čak dvanaest miliona imigranata bilo u Zapadnoj Europi, a od toga oko tri miliona u Njemačku (Castels, 2000:55). Kao po nepisanom pravilu, imigrantska politika Europe se mijenja sa smjenom desetljeća. Tako 80tih umjesto pomoćnih radnika, Europa vapi za stručnjacima, a već 90tih naglo raste broj tražilaca azila. 389 D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević Razlozi poznati. Sukobi na Balkanu, valovi izbjeglica koji traže sigurno sklonište, s naglaskom na trajni ostanak. Paralelno tome, odvijaju se migracije ljudi iz Istočnog svijeta u Zapadni, koji nakon nestanka zavjese, žele da se dokopaju novih sloboda, a da se istovremeno izbjegnu političke, socijalne ali i sve veće etničke tenzije. Prema podacima iz `89 godine, više od 1,3 miliona ljudi je emigriralo iz zemalja bivšeg Varšavskog pakta107(Jelena Z.Winter:2004; 161-170). Ipak, promjenom razloga migracije, mijenja se i karte Europe. Novi val prisilnih migracija preplavljuje Europu –ratom raseljene osobe, izbjeglice i tražitelji azila, i pri tom mijenja i socijalnu i ekonomsku sliku. Umjesto radnika i onih koji podižu ekonomiju i privredu, slijeva se novi broj onih koji vape za pomoći. Bolesni, stari, djeca, - nove su kategorije ljudi o kojima treba preuzeti brigu. Krajem 90tih javlja se potpuno novi problem – ilegalne migracije posebno u Mediteranskim zemljama (Italija, Grčka, Španjolska, Portugal). Ljudi bez imena i broja dolaze i nastanjuju se u zemljama čija se politička, socijalna i ekonomska stabilnost sve više potkopava. Javlja se i novi fenomen. Zemlje koje su nekada bile sjemenište radnika najamnika, postaju sve interesantnije migrantima iz trećeg svijeta. Zemlja gost postaje zemlja domaćin – primjeri Poljska, Češka, Mađarska. U cijelom svijetu je prema podacima UN-a za 2015.godinu oko 60 miliona ljudi izbjeglo iz svojih domicilnih država, što je najviše od perioda Drugog svjetskog rata108. To naravno ima utjecaja i na ukupan broj izbjeglica u europskim zemljama. Ilegalne migracije su poprimile jedan sasvim drugi oblik, prijetnja od prisilnog uključivanja u vojsku su razlozi koji samo doprinose težini situacije. U pravilu, izbjeglice nemaju mogućnosti da dođu legalno u Europu, iako mnogi od njih mogu platiti kartu za dolazak avionom ili brodom. Većina ih nema dokumente neophodne za putovanje, ali i za podnošenje zahtjeva za vizu, te im stoga preostaje jedino da se predaju u ruke ilegalnih krijumčara ljudima. Izuzetci su tvz. kontingenti izbjeglica, koje europske zemlje formiraju direktno u kampovima u Libanonu i tu im dodjeljuju dokumente. Diskutira se o tome koje mogućnosti još postoje, kako bi izbjeglice već u svojoj domovini ili susjednoj zemlji podnijeti 107 80.000 tražitelja azila (Poljska i Jugoslavija), 150.000 Sovjetski Savez (uglavnom židovi), 720.000 Nijemaca (DDR, Poljska, druge istočno europske zemlje (Appleyard, 1991:30). 108 Status za 2015 godinu. 390 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 zahtjev za azil, i da već tamo mogu nabaviti dokumente za putovanja, i posebno ako se procijeni da njihov zahtjev u Europi može biti prihvaćen. To posebno važi za izbjeglice iz Sirije, Iraka i Eritreje. Iako se u svijetu jednak broj žena i muškaraca nalazi u izbjeglištvu, većina izbjeglica koji dolaze u Europu su muškarci. U Njemačkoj ih je u 2015 godini bilo više od dvije trećina, a više od polovine ovog broja su muškarci između 18 i 35 godina. Za neke zemlje, ovaj odnos muškaraca i žena izbjeglica je još i veći – posebno iz Somalije i Eritreje. Ako se usporedi sa podacima o tražiocima azila sa područja Zapadnog Balkana dolazi se do podatka da se u ovom slučaju radi o ujednačen broju i muškaraca i žena, tražilaca azila. Više od četvrtine ljudi, koji su u Njemačkoj tražili azil u 2015, su bili djeca i omladina ispod 18 godina. U 2014. je registrirano oko 4.400 djece koja su stigla bez pratnje roditelja. Bez roditelja je pak stiglo oko 11.600 djece u 2015. Oni su pod kontrolom Ureda za Mlade (Jugendamt), ali još uvijek se ne ubrajaju u zvanične tražioce azila. Razlozi zbog kojih npr. iz Sirije dolazi više muškaraca nego žena i djece su različiti. Veliki broj izbjeglica dolazi na način da plati put ilegalnim krijumčarima. Veliki broj obitelji ima potreban novac za samo jednog člana. Često se bira muškarac, jer je bijeg za žene i djecu još opasniji i nosi više rizika. Oni pak ostaju u izbjegličkim kampovima u Turskoj ili Libanonu. S druge strane muškarci se nadaju da će nakon dolaska u Europu i stjecanjem statusa azilanta imati i legalno pravo i sigurniji put da dovedu svoju obitelj. Ali i u tim izbjegličkim kampovima prijete opasnosti ženama, posebno nasilje i seksualni napadi. Važan podatak za sveobuhvatnije shvaćanje cjelokupne situacije je i podatak da Njemački Savezni ured za migrante i izbjeglice (BAMF) propituju azilante i o njihovom obrazovanju – izjave su dobrovoljne, pa stoga se ne uzimaju u statističke reprezentativne podatke. Ali, prema raspoloživim podacima, oko jedne šestine onih koji su dali podatke je pohađalo univerzitet ili neku od viših škola. Jedna četvrtina ih je pohađala osnovnu školu, a oko osam procenata tvrdi da nikada nisu pohađali školu. Zbog čega su ovi podaci bitni? Evidentno je da ove migracije koje mnogi smatraju privremenim, u određenom procentu imaju tendenciju postati stalnom slikom svijeta. Oni koji ostaju u Europi, uskoro će biti ravnopravni stanovnici Europe, koji će znatno mijenjati njenu kulturu i identitet. 391 D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević 2. POSLJEDICE RAZVIJANJA MIGRANTSKOG PITANJA NA POLITKE NACIONALNIH DRŽAVA Geopolitika je pojam koji trenutno najbolje koordinira s pojmom migracija u suvremenom svijetu. Termin koji je skovao Rudolf Kjellen i u svojim začecima je korišten u svoj svojoj širini kako bi se definirali odnosi između geografije, države i politike svjetskih sila. Danas više nego ikad pojam geopolitike pokazuje infiltracijske sposobnosti da obogati naše rječnike u brojnim akademskim disciplinama. Ono što pojam geopolitika vrlo jasno pretpostavlja za nositelja subordinirajućeg pojma migracija je činjenica da se i ovaj potonji pojam (migracije) ne može smjestiti u jednu jasno određenu znanstvenu granu koja bi se tim problemom mogla baviti bez da se zahtjeva interdisciplinarnost. Ako išta, pojam migracija obuhvaća većinu modernih znanstvenih disciplina što i dokazuje uključenost ekonomista, sociologa, politologa, teologa u teorijskoj raspravi oko svrstavanja pojma migracija. Ako problemu migracija priđemo s pozicije kritičke geopolitike (što nam se otkriva kao jedna od najshodnijih mogućnosti) otkrivamo posebnost kritičke geopolitike unutar globalnih teorijskih rasprava. U skladu s time ovaj moj rad će se na pitanje migracija u suvremenom svijetu osvrnuti s pozicija kritičke geopolitike, pritom ne favorizirajući niti jedan od ideološki pretpostavljenih pristupa ovom pitanju. Ono što će obilježiti rad je način na koji se pitanje migracija uspjelo pojaviti unutar globalnih političkih diskursa te na koji način je suvremeni svijet reagirao na to pitanje. Pitanju ću također, pristupiti vodeći se mogućnostima stvaranja nadnacionalnih, transnacionalnih i kozmopolitskih država onako kako je to shvaćanje definirao Ulrich Beck u svojim strategijama obesprostorenja države i strategijama smanjenja konkurencije među državama u kontekstu svjetske gospodarske politike. Rad će tako retroaktivno otkriti položaj stvaranja takvih ideja u svijetu oblikovanom globalizacijskim procesima i sve većim migriranjem stanovništva. S mojeg stajališta „Moć protiv moći u doba globalizacije“ je djelo koje se vrlo lako može uvrstiti u postulate kritičke geopoltike i globalnog uzrokovanja/rješavanja pitanja migracija. 392 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Također vodeći se pristupima Gerard-a O. Tuathaila pokušati ću pojasniti ulogu kritičke geopolitike u stvaranju globalnog shvaćanja pitanja migracija te pokušati isti kontekstualizirati obzirom na situaciju u suvremenom svijetu. Kroz rad veoma bitno će biti iskustvo doživljeno iz prve ruke a onakvo kakvo ga predstavlja Jeremy Harding unutar svoje knjige „Keeping Migrants Out of the Rich World“. Iako je djelo efekt bavljenja s nešto ranijim migrantskim krizama univerzalan je u svojim promišljanjima što ujedno pokazuje cikličnost migrantskih dilema. Od velike pomoći je bio i esej Williama Waltersa pod nazivom Reflections on Migration and Governmentality, koji mi je omogućio da svoje pretpostavke uvođenja pojmova iz dekonstrukcije i psihoanalize povežem direktno s pitanjem migranata u suvremenom svijetu. Radf je zapravo oblik interakcije s djelima ovih autora no i djelima i idejama produciranim u globalnom političko-socijalno-ekonomsko diskursu koji uzima primat u mainstream raspravama. Obzirom da je plod različitih izvora rad će pokazati raznovrsnost ideoloških pristupa pitanju svrstavanja migracija unutar globalnih političkih pitanja te će pokazati pluralizam europskih i svjetskih osvrta na ovo pitanje u namjeri da se jasno iskaže nemogućnost uniformnog, jednodimenzionalnog teoretiziranja o pitanju položaja migracija u suvremenom svijetu. 2.1. Novi Realizam I Reprodukcija Migrantskog Pitanja Unutar Nacionalnih Država Osim ideologije kao pozadinskog obilježlja refleksija na migrantsko pitanje kao temeljna reperkusija infiltracije migrantskog pitanja u društvene rasprave te samim time i one političke pojavljuje se pomjeranje granica(igra riječima) na frontu liberalno protiv konzervativnog razmišljanja. Neki će reći kako je u tijeku kulminacija povratka konzervativnome, koja je započela nakon otpočinjanja rata protiv terorizma(War on Terror) na globalnom planu no na drugoj strani ima i onih koji će ustvrditi( s jakim empirijskim podacima) kako je upravo War on Terror zaslužan za liberalizaciju društva Europe. Bili pobornici jednog ili drugog moramo se složiti da je pokretanje serije dešavanja pod nazivom War on Terror bila točka prekretnica nakon koje smo naučili da kao individue sudjelujemo u globalnim geopolitičkim diskursima, štoviše da je naš mozak bitan cilj usmjeravanja ideoloških pretpostavki te da u konačnici kao osobe imamo pravo reći svoje mišljenje o svjetskim dešavanjima. Partikularizirajući ove rasprave na primjeru Nizozemske Jerenmy Harding objašnjava: 393 D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević Jednom kada se činilo da 11/9 potvrđuje da je prošao moment za diskreciju, ista pozicija je zauzeta s ukusom od strane Geerta Wildersa, Pyma Fortuyna, Thea van Gogha i drugih. Filozofkinja Baukje Prins('Drskost da se razbiju tabu-i') nazvala je ovaj prevrat u razgovorima 'novi realizam', čak iako je ona propitkivala njegovu osnovu u realnosti: njegova moć, ona je slutila, leži u njegovoj privlačnosti 'običnom' Nizozemskom građaninu, utopljenom u zdrav razum, čije su brige godinama ignorirane od strane lijevo-liberalne elite; Harding (2012:66/67) Iako sugerirajući polarnost u društvenim stavovima s pozicije globalne geopolitike ili pak geopolitike europskih sila sa svim svojim podentitetima s kojim surađuje, u mogućnosti smo definirati moment u kojem zapravo produkcija polarnosti nagovještava njen kraj.. Ne dešava se polarnost pod pritiskom globalizacije i s njime povezanim pitanjima nego se brišu ideološki pretpostavljene dualističke ili unističke slike društva. Simplicistički rečeno, jedino što je (p)ostalo univerzalno je univerzalnost političkih opcija. Što to znači za migrantsko pitanje? Pitanje migracija je funkcioniralo kao faktor u transformaciji jasnosti političkih i ideoloških određenja jer reakcija mišljenja na migrantski problem više ne može biti svrstana unutar jedan kontekst bio on liberalan ili tradicionalan. 2.2. Međudržavni Odnosi Po Pitanju Migracija Forme suradnje i kooperacije koje su trebale obilježiti ovu krizu zamjenili su oblici susjedskog optuživanja, pokazivanja i uperivanja prstom, oštrih retorika i u konačnici zatvaranja granica. Pitanje toliko multidimenzionalno koliko je to pitanje migracija moralo se rješavati multidimenzionalnošću i prevencijom u pristupu tom pitanju. Možemo si postaviti pitanje zašto i postoje oblici međunarodne suradnje kada se u pitanju migracija do samog dolaska izbjeglica na granice pojedinačne države nije znalo koliki broj istih dolazi? U konačnici, ne čudi stoga da su države odgovorile na ovaj problem zatvarajući granice(poneke) i povratkom na jednodimenzionalnost pristupa. Takav odgovor je posljedičan stoga ne čudi njegova radikalnost. 394 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Harding nudi pragmatičnu apologiju razloga za potrebu osobe da postane ekonomski migrant. U najmanje razvijenim zemljama, poruka globalizacije je sasvim konstantna: ostanite na mjestu pod svu cijenu; pomoć je na putu. No kad sredstvu treba puno više da proradi nego što su doktori predvidjeli, potrebi da se pokrene postaje teško odoljeti, jer globalizacija uzdiže kontradikciju između obećanja, koje je sve-prisutno, i realnosti koja je onakva kakva je i bila. Ako se spasenje ne pojavljuje nad obroncima brijegova, možda je vrijeme da se napusti ravnica. Siromašni počinju shvaćati da trebaju slijediti novac, nakon što ih isti nije uspio pronaći; Harding(2012:123) Vodeći se praksom novog realizma i ne shvaćajući isti kao političku opciju možemo li u navedenoj apologiji pronaći i apologiju za povratke i porast tradicionalnih, konzervativnih razmišljanja unutar država efektivno pogođenih pitanjem izbjeglica. Nije li poruka za te zemlje bila: ostanite na mjestu, nitko vam neće poremetiti idilu vašeg življenja niti trebate strepiti za vaš status unutar vaše države ? Onda kada se uz raširenu medijsku tiradu oko migrantskog pitanja stvorio dojam da je ovo ona strana globalizacija za koju nam nitko nije govorio ona nasilna i strašna, čudi li da je reakcija bila povratak onim sigurnim metodama, metodama koje su dosad osiguravale kakvu takvu ugodu unutar životnih okolnosti? Vodeći se analogijski s Hardingovom parabolom: ako se percipira da je nesigurnost na obroncima brijegova, je li vrijeme da se spasi ravnica? 2.3. Pristup Pitanju Migracija U Drugim Organizacijama U praksi države su pokušale odgovoriti na pitanje migracije preusmjeravanjem problema negdje drugdje. Državama poput Katara, Ujedinjenih Arapskih Emirata, Saudijske Arabije, Kuvajta, Omana i Bahreina zamjeralo se ne uzimanje pod svoje okrilje niti jednog jedinog migranta109 Ono što prvo primjećujemo sagledavajući ovaj uvid je definitivni jaz u pristupu prema zemljama Zaljeva. Naime, ne sagladavajući ukupnost problemske situacije na arapskom poluotoku pristup preusmjeravanja problema izbjeglica i migranata vrlo često je 109 Vidjeti: amnesty.org, Facts & Figures: Syria refugee crisis & international resettlement, 05.12.2014 395 D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević sekundarno-invazivan, na način da one pogođene problemom niti ne upitamo osjećaju li se oni ugodnima da navedeno rješenje problema bude naneseno njima na takav određeni način. U svoj svojoj liberalnosti takvog pristupa, zapadni mislioci i aktivisti čine upravo ono što je specifično za prevladavajući diskurs prebacaju problem negdje drugdje ne sagledavajući kako je temeljno pogrešno ga nadograđivati u zemlje koje pokazuju jasnu nevoljnost smještavanja tih izbjeglica. Ovakvim se raspravama generirala slika birokratskog režima koji producira ilegalnost kao nesiguran objekt i status; (Walters, 2012), slika koja je poslužila kao kamen temeljac za povratak kontroli granica pri oblikovanju državnih teritorija. Objektiviziranjem problema izbjegava se potreba za subjektivnim djelovanjem. Umjesto fiksiranja na partikularne koncepte poput suverenosti, države, vladavine, moramo razmišljati na način koji je uvijek otvoren prema onome što se dešava i što je u procesu transformacije. Vlast sama je u riziku da postane fiksirana, da postane stvar; Walters (2012: 4) Svaka rasprava o konceptima koji su objekti u naddržavnim organizacijama i javnim diskursima promašuje svoju bit. Ti oblici organizacija su stvoreni kako bi se subjektiviziralo djelovanje država. Presumjeravanje pitanja izbjeglica i migranata omogućilo je distanciranje od uključenosti država u rješavanje istoga. Na ovaj način upravo oni pokreti i stranke koje su najaktivnije zagovarale veću uključenost zemalja Zaljeva pravile su uslugu onima kojima je ovo pitanje već u startu predstavljalo nešto udaljeno, nešto čime se oni kao nacionalna država ne moraju baviti. Neosjetljivost takvog pristupa kao i nejasnost situiranja nadležnosti povodom sve veće krize otvorila je jasan put za moralnu supsidijarnost pristupa pitanju. A kad se moralna supsidijarnost reflektira unutar zajednice koja objektivizira pitanje s kojim se suočava, za posljedicu mora imati udaljavanje zajednice u svoju zonu ugode. Primarno, problem ovakvog pristupa nije zatvaranje granica u svoje zone, nego globalnost objektiviziranja pitanja migranata i izbjeglica. Ne mogu a da ne podsjetim na uvid Slavoja Žižeka u svom naslovu članka za inthesetimes: In the Wake of Paris Attacks the Left Must Embrace Its Radical Western Roots(U Jeku Napada u Parizu Lijevica Mora Usvojiti Svoj Radikalno Zapadnjački Korijen) gdje je zanimljiv ovaj dio prihvaćanja svojih radikalnih zapadnjačkih korijena. Kada ovakvu tvrdnju modificiramo na ono što se dešava unutar globalnih europskih rasprava jasno se nameće, što se propušta uvidjeti u članku, da one stranke koje pretpostavljaju 396 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 lijevo orijentirani spektar politike vrlo često(kao na primjeru preusmjeravanja rješavanja pitanja migranata na zemlje Zaljeva), nesvjesno, upravo usvajaju taj radikalizirani zapadnjački korijen preuzimajući tu ulogu od onih koji bi tradicionalno taj diskurs trebali zastupati. Time primarno mislim upravo na tradicionalnije stranke, one desnih političkih pogleda kako se to još uvijek voli nazivati unutar kolokvijalnosti političkih rječnika. Ovakvi događaji i djelovanja su omogućila radikalnu zamjenu teza, zamjenu uloga tih političkih strana. To je novi realizam na naddržavnom planu. Ako shvatimo migracije kao produkt globalizacije, globalizacije koja nije produkt naknadne historizacije određenih događaja ovakav slijed događaja vizionarski je prognozirao Tuathail prilikom definiranja osnova kritičke geopolitike. Iako je važno ne preuveličavati stupanj globalizacije i deteritorijalizacije, ove i druge materijalne transformacije su naglasile krutost modernih socioprostornih trijada međudržavnog Sistema (državna suverenost, teritorijalni integritet i identitet zajednice) kao sve problematičnijima. Ova duboko mitologizirana trijada država-teritorij-zajednica nije nikad bila u potpunosti postavljena i stabilna ni u jednoj zemlji ali njena nestabilnost i nesigurnost postaju sve više i više naglašeni kako se mjesta denacionaliziraju i globaliziraju putem transnacionalnih kretanja... No svaka deteritorijalizacija kreira uvjete za reteritorijalizaciju poretka koristeći dijelove vjerovanja, običaja, praksi i narativa starog polomljenog svjetskog poretka. Iz iskustva vrtoglavice, novo kreirane vizije države, teritorija i zajednice se projektiraju u namjeri da se restabilizira i reteritorijalizira identitet usred globalnih tokova. Dok se jedan poredak prostora otkriva, novi poreci se stvaraju kako bi se retriangulirali lokalni prvi planovi nasuprot globalnih pozadina u novu produkciju globalnog prostora;Tuathail (2005:180/181) 3. FILOZOFSKI OGLEDI O MIGRANTSKOM PITANJU: POMJERANJE GRANICA NA INTELEKTUALNOM PLANU 397 D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević U političkoj geografiji analiza prostora (analysis of space) smatra se izrazom pozitivističkog pristupa, dok se analiza mjesta (analysis of place) smatra fokusom postmodernoga konstruktivističkog pristupa. Kroz dihotomiju proučavanja prostora i proučavanja mjesta povlači se opreka između parohijalnoga (Gemeinschaft) i kozmopolitskog (Gesellschaft) (Agnew 2011:320). Prostor stoga predstavlja kategoriju univerzalnoga, a mjesto kategoriju partikularnoga. Suvremena politička geografija ima i svoj svjetonazorski problem te se i sama pita treba li proučavati prostor kao polje budućnosti ili mjesto kao nešto što je okovano prošlošću. (Agnew 2011:320). 'U svijesti čovjeka sa Balkana postoje dvije mape njegove zemlje. Jedna je realna politička mapa koju ne voli, jer ona simbolizira sve nepravde koje je njegovoj naciji nanijela historija. Druga je mapa historijskih pretenzija njegovog naroda, koju on potajno, a često i otvoreno obožava. Na toj mapi etničke granice presijecaju političke. One su dokaz nepravdi koje su Oni nanijeli Nama. Tu se krije i razlog zašto većinske nacije na Balkanu nisu u stanju da poštuju prava svojih manjina' ( Maleski,2009). No recimo kako ono što u ovom uvidu vrijedi za Balkan vrijedi i za druge regije svijeta: svuda figurira dvostruki odnos prema granicama –nezadovoljstvo, što manifesno, što prigušeno, odgođeno postojećim kao nepravednim granicama i- što eksplicitno,a što pritajeno žuđeno –htijenje ispravljanja tih i takvih granica. Figurira međutim, još jedna osebujna podvostručenost u vladajućim geopolitičkim percepcijama državnih granica, njihovog značenja i njihovih svrha ':.sve češće , upravo u ime slobode i ugroženog suvereniteta, građani zahtijevaju jačanje granica ili, odlučno njihovo zatvaranje… I pored ostvarivane modernizacije i tehničkog napretka, kao i uznapredovanog procesa ujedinjavanja Europe..nitko ozbiljan ne govori o potpunom ukidanju granica na našem kontinentu. Tehnika je učinila veoma mnogo, ali bespomoćna je prema strahu članova zajednice od potpunog otvaranja granica' (Čiževski,2010:56). Situirajući se u kontekst dominirajućih geopolitičkih kultura morala bi, zapravo normativno orijentirana demokratska teritorijalna politika neprestano raditi na amortiziranju destruktivnih konzekvencija navedenihpodvostručenosti i, 398 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 uz to, na kultiviranju geopolitičkih mentaliteta, a u tom sklopu na afirmiranju novog shvaćanja granica te civiliziranju odnosa nacionalnih politika spram sukoba oko granica. (Zgodić, 2012:421) Bez obzira koliko se međunarodnim pravom i zakonima države granica htjele postaviti kao, stvarni, materijalni, objektivni entitet, granica jeste i doživljajni entitet, stvarnost koja se na različite načine iskušava, percipira i doživljava o čemu profesorica iz Beča Andrea Komlozi uvjerljivo govori: 'Sloboda putovanja i kretanja je sasvim različita i danas kao i jučer za različite grupe stanovništva. Za jedne granice su izgubile značaj, drugi su pak izloženi novim preprekama i barijerama kako unutar,tako između država. Granica postaje na taj način socijalni doživljaj , iskustvo koje zavisi od socijalne i financijske situacije lica koje putuje ili imigranta koji želi da se pojavi na tržištu rada EU, ali prije svega od pripadnosti državi i međunarodne uloge njegove domovine. Granice imaju i psihološku komponentu. One su temelj imaginacije, one postavljaju i pitanje osobnog prostora (granica unošenja u osobni prostor), ali i pitanje nacionalnog prostora. Emocije koje su često vezane za dnevnopolitičke rasprave o granicama posljedica su sakralizacije granica i nacionalnog teritorija za vrijeme romantizma i nacionalizma 19 stoljeća (Anderson 1996:3). Sakralizacijom granica i nacionalnog teritorija stvorena je percepcija o bezvremenosti i primordijalnosti nacionalne države kao dominantnog oblika političkoteritorijalnog organiziranja u posljednjih dvjestotinjak godina (Anderson 1996:5). Granice koje dijele politički prostor na spoljni i unutrašnji stvaraju koordinatni sistem u kojem se naizmjenično mijenjaju tok, karakter uslovi prijelaza i kontrole. To stvara utisak da taj sistem u podjednakoj mjeri, u danom trenutku, važi za sve učesnike. Međutim, granice povezuju prostore na kojima postoje različiti socijalni uslovi, različiti nivoi blagostanja, nejednaki politički ustavi i zakoni. Različita ekonomska i politička moć određuje mogućnost vladama da postavljaju uslove za prijelaz granice, za ulaz u zemlju i izlaz iz zemlje. Istovremeno istu granicu iz različitih individualnih perspektiva svaki pojedinac doživljava sasvim različito,' (Komlozi,2005:123) Pod svojevrsnom smo iluzijom da je u uvjetima hegemonijske globalizacije omogućen apsolutno slobodan protok ljudi i proizvoda. U to će nas razuvjeriti migranti: dok se financijski kapital kreće slobodno i brzo, isto kao i 399 D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević materijalna dobra (premda i to ovisi o podrijetlu robe jer, primjerice, Palestinci ne mogu obavljati slobodnu trgovinu s lokalnim proizvodima u vlastitoj zemlji), radna snaga utjelovljena u ljudskim subjektima mora se suočavati s nekoliko prepreka da bi se pomakla iz jednog konteksta u drugi. Prepreke variraju od mučnih viznih procedura i odbijenica, preko prihvatnih centara, zatvorenih i otvorenih, da bi na koncu imigranti ovisili o hirovima sigurnosnih službi, koji osciliraju između odbijenica i gledanja kroz prste novopridošlicama – kada to, dakako, odgovara vlastima u namjeri da smanje lokalnu cijenu rada. No, čak i u slučaju potonjeg scenarija, zakoniti ili nezakoniti imigranti ciljano su lišeni državljanstva te zemlje, zbog čega su podvrgnuti eksploataciji, na koju pristaju zbog bojazni od deportacije u matične zemlje. Teško je zamisliti i gori trenutak da se o toj najvećoj socijalnoj dislokaciji 21. stoljeća raspravlja posve racionalno. S jedne strane, akutna situacija traži neposredno rješenje zbrinjavanja izbjeglica i migranata. U tim uvjetima vlade zemalja zahvaćenih valom djeluju spontano i bez posve jasne ideje o tome kako riješiti problem, i u toj "spontanosti" samo bi čudo moglo spriječiti da se dogode "greške". S druge strane, ekonomska kriza u Europi i neriješena interna ekonomska i socijalna pitanja Unije, interne i međudržavne tenzije nastale zbog neujednačenosti ekonomskog stanja pojedinih država članica, loša su predispozicija za stvaranje rješenja, bilo da je riječ o zajedničkoj vanjskoj politici, ili o raspodjeli kvota za izbjeglice. Ali, gotovo je najveći problem što se ujedinjenje Europe temeljilo na dvije-tri ideje koje izbjeglički tsunami nemilosrdno ruši pred sobom. Prva je ideja nacionalne države: ideja da su države članice odgovorne za svoje blagostanje, a potom, Schengenskim sporazumom i još konkretnije Dublinskom ili EURODAC regulacijom - i za rješavanje problema slobode kretanja ljudi, odnosno izbjegličkih kriza. Države članice obuhvaćene spomenutim sporazumima dužne su spriječiti "nelegalno" useljavanje stanovnika, zbrinuti ih, a potom, prema određenom planu ili dogovorenoj kvoti, transferirati ih u ostale zemlje članice. Druga je ideja socijalne države: zemlje članice Europske unije potpisale su brojne dokumente kojima svojim građanima garantiraju minimum socijalnog i radno-pravnog standarda. Izbjegličkom krizom narušavaju se temelji "socijalnih garancija" za građane jer se obećani ekonomski minimum za vlastite građane naoko vrlo teško može održati u posve drugom i drukčijem demografskom miljeu. Potencijalno narušavanje ovih garancija najviše pogađa najsiromašnije građane 400 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Europske unije, pa se već postojeća neizvjesnost i strah, zbog postojeće ekonomske krize ili nezaposlenosti, lako mogu pretvoriti u oblike ksenofobije, u društvene i povijesno poznate konflikte koje bi svi vrlo rado izbjegli. Naposljetku, tu je i treća ideja o kojoj se nerado priča: ideja da je Europa nastala na kršćanskim temeljima ili barem na nekim zajedničkim "europskim vrijednostima". Toj bi se ideji Europljani, čini se, vrlo rado suprotstavili, kada istodobno ne bi bili pod utjecajem fizičkih dokaza koji svjedoče da brojni stanovnici Europe vjeruju u neke druge životne vrijednosti, u drukčije oblike prava i kulturnog ponašanja, u kojima, da spomenemo samo neke, životi sugrađana ne igraju onako veliku ulogu kakvu, navodno, imaju u njihovima. Riječ je, naravno, o instancama terorizma, ili o zagovaranju ideja na kojima se temelje režimi iz kojih izbjeglice dolaze. (Polšek, 2015). Taj novi rasizam razvijenih na neki je način brutalniji od rasizma prošlosti. Njegovo implicitno opravdavanje niti je naturalističko (prirodna superiornost razvijenog Zapada) niti je više kulturno (mi na Zapadu također želimo da održimo naš kulturni identitet), nego je drski ekonomski egoizamtemeljna podjela između onih koji su uključeni u područje (relativnog) ekonomskog prosperiteta i onih koji su iz njega isključeni. (Horvat, Žižek, 2014: 23). Rješavanje izbjegličke krize zahtjeva političku volju, bolju koordinaciju i financijska sredstva svih zemalja članica, odnosno nešto oko čega europske članice teško postižu kompromis. Većina europskih zemalja izbjegava ozbiljno i sustavno bavljenje problemom Mediteranskog bazena ili mu pristupa već kad izbije kriza, što se pokazuje kao izrazita slabost Europske unije (Kuntć2015). Današnji migracijski fenomen proizvod je globalnih realnosti: neoimperijalnih ratova, etničke i vjerske fragmentacije, porasta nejednakosti i nestabilnosti u određenim svjetskim regijama, transnacionalnoga terorizma te neuspjeha ideje međunarodne solidarnosti. Migracijski fenomen, čija je dobra ilustracija slučaj u Lampedusi, postavlja pitanje svim nacijama svijeta o budućnosti njihovog povijesnog i kulturnog nasljeđa, što duboko zadire u njihovu sigurnosnu stabilnost te etničku i kulturnu koheziju. Ako je 20. stoljeće bilo stoljeće ideologija, 21. stoljeće moglo bi biti stoljeće etnija, plemena i neofeudalizma.(IGSI, 2015). 401 D. Bošnjak, M. Šilić i M. Zmijarević Globalizacija i transformacija suverenosti razgrađuju teritorij samo ako teritorij shvaćamo kao nešto što je usko povezano isključivo s nacionalnom državom (Agnew 2009:29). Njemački socijologUrlichBeck razložno tvrdi, potencira i upozorava: 'Nacionalna je ideja nesposobna ujediniti Europu. Veleeuropskasuperdržava utjeruje strah ljudima. Ne vjerujem da Europa može nastati na ruševinama nacionalnih država. Ako postoji ideja koja bi danas mogla ujediniti Europljane, to je ideja kozmopolitske Europe jer ona Europljane oslobađa straha da će izgubiti identitet, koja postavlja kao cilj konstitucijsku toleranciju u međusobnom ophođenju mnogih europskih nacija i, ujedno otvara nove prostore političkoga djelovanja u globaliziranome svijetu. Što se Europljani osjećaju sigurnijima i u svome nacionalnom dostojanstvu priznatijima, to će im manje biti potrebna nacionalna država i ukoliko će se odlučnije zalagati za europske vrijednosti u svijetu i izjednačavati se sa sudbinom drugih. Rado bih živio u takvoj 'kozmopolitskoj' Europi, u kojoj ljudi imaju korijenje i krila' (Beck,2008:137) Nije, dakle, ni u stvarnosti, ni u dominirajućim geopolitičkim kulturama, na djelu kraj teritorija, kraj granica ili kraj geografije: naprotiv, i na tlu procesa globalizacije svijeta života tek dolazi doba vitalnih opsesija teritorijama i novog uzleta teritorijalnih politika- sami procesi, ustvari, mimo post modernih uobraženja, objava i očekivanja, oblikuju, oblikovati će, to nadolazeće doba. (Zgodić, 2012:497). REFERENCES Agnew, John A. (2011). Space and Place. U: Agnew, John A. i Livingstone, David N. (ur.) The SAGE Handbook of Geographical Knowledge. London, Thousand Oaks, CA, New Delhy i Singapur: Sage, str. 316-330. Agnew, John A. (2009). Globalization and Sovereignty. Lanham, MD: Rowman & Littlefield Publishers. Anderson, Malcom (1996). Frontiers: Territory and State Formation in the Modern World. Cambridge: Polity Press. Beck, Ulrich: Moćprotivmoći u dobaglobalizacije – nova svjetskopolitička ekonomija, Školskaknjiga, Zagreb, 2004, Čiževski, Kšištof (2010) Etospograničja, Beograd: Biblioteka xx vek. 402 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Fassmann Heinz, Mȕnz Rainer (eds), European Migration in the Late Twentieth Century Historical Patterns, Actual Trends, and Social lmplications, Aldershot: Edward Elgar; Laxenburg: International Institute for Applied Systems Analysis, 1994, XIV,. Migracijsketeme 11(1995), Harding, Jeremy. Keeping Migrants Out of the Rich World, Verso Books, London, 2012, HübschmannZuzanna; Migrant Integration Programs: The Case of Germany Global Migration Research Paper N 11│2015 Horvat S, Žižek S, (2014) 'Što Europa želi? Beograd, Laguna. Komolozi, Andrea (2005) Migracija i slobodnakretanja, Beograd: Filip Višnjić. Kuntić Dario, (2015) Hoće li geopolitička previranja slomiti Europu? http://www.banka.hr/komentari-i-analize/hoce-li-geopoliticka-previranja-slomiti-europu (pristupljeno 03.02.2016). IGSI (2015) Institut za geopolitiku i strateška istraživanja http://institut-geopolitikasi.hr/migracije-kao-geopoliticko-oruzje/ (pristupljeno 03.02.2016). Maleski, Denko (2009) Granice, Beograd:Peščanik.Net Polšek, Darko, (2015) Ekonomija masovnih migracija, http://forbes.hr/ekonomija/ekonomija-masovnih-migracija Refugee Facts; Migration Policy Institute; Oct 2015 SergejevičMeteljov, Igor 2011; Omskiinstitut RDTEU, Omsk: Specifičnosti fenomena migracija u savremenomdruštvu Tuathail, Gearoid: Critical Geopolitics, Francis & Taylor E-Library, 2005, Zgodić, Esad (2012)Teritorijalni nacionalizam ,Sarajevo, Dobra knjiga. Zlatković Winter Jelena; 2004; Suvremena migracijska kretanja u Europi; Migracijske i etničke teme Zorko, Marta 2011; Politička Misao, Pojam granice u postmodernoj geopolitici Walters, William: Reflections on Migration and Governmentality, U: movements. Journal fürkritische Migrations- und Grenzregimeforschung 1(1), 2012, 403 M. P. Kodrić Tradicionalno razumijevanje putopisa i putopisne proze Mirzana Pašić Kodrić Internacionalni Univerzitet u Sarajevu SAŽETAK Putopis je jako dugo posmatran kao književnost manjih estetskih dometa, „rubni žanr“, a što će reći žanr koji je manje značajan za razvoj i historiju književnosti, te je nespretno, gotovo zbunjujuće svrstavan u historijske izvore, pedagoško-didaktične spise, čak i u puke geografske orijentire, vodiče i sl., najjednostavnije rečeno tekstove koji nikako ne mogu pronaći svoje odgovarajuće književno mjesto, pogotovo u smislu jasnog žanrovskog literarnog definiranja, a samim tim i književnoteorijske relevantnosti i književnohistorijskog izučavanja i vrednovanja. Ovako posmatran, rubni, ali, ipak koristan za kasnija proučavanja i „granični“ karakter putopisa i putopisne književnosti općenito, možda i nesvjesno, bio je razlog za nepravedno zanemarivanje svega onoga što, u najširem smislu, danas podrazumijeva putopis i putopisna književnost šire posmatrana. Ključne riječi: Putopis, Putopisna Literatura, Žanr, Rubni Žanr, Granični Žanr. 404 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 1. UVOD Tradicionalno razumijevanje književnosti kao „lijepe književnosti110“ insistiralo je na trijadnom sistemu književnih rodova111 s podjelom na epiku, liriku i dramatiku. Ovakvo shvatanje književnosti, zasnovane na nepromjenjivim vrijednostima ljepote, istine i uzvišenog, podijeljeno na književnost i zabavnu literaturu za razliku od naučne i stručne literature, uskratilo je mnoga znanja o putopisu, koji je u ovom smislu, svoje mjesto pronašao negdje između zabavne i stručne literature. U prilog ovoj konstataciji ide nepregledan niz definicija putopisa u književnoteorijskoj literaturi, koje, ovakav ili sličan, svakako, tradicionalni karakter, su uspjele održati, nažalost, sve do današnjih dana, posebno u užbeničkoj literaturi za učenike srednjih škola, ali i u ozbiljnijoj stručnoj literaturi. Tu je putopis, uglavnom, uz umjetničku reportažu, biografiju, autobiografiju, memoare, dnevnik i esej, svrstavan u skupinu književnoznanstvenih proznih djela, pisan znanstveno-popularnim stilom gdje su povezani i isprepleteni elementi umjetničkog i znanstvenog iskaza.112 110 Usp. Rečnik književnih termina, Nolit, Beograd, 1985, str. 393. „LEPA KNJIŽEVNOST – Također i beletristika (fr. belles letters) od 18. veka oznaka za onaj deo književnosti koji obuhvata pesništvo i zabavnu literaturu za razliku od naučne i od stručne literature. Ponekad se naziv (na primer već u Geteovom Verteru) upotrebljava i u devalvirajućem smislu za, zabavnu književnost, otuda i beletrist – pisac koji piše za zabavu. U Francuskoj inače naziv 'belles letters' obuhvata pesništvo (koje može biti epsko, lirsko ili dramsko) i retoriku, zajedno sa esejistikom i književnom i retoričkom teorijom, za razliku od stručne literature; pripovedačka proza je zauzimala minorno ili sporedno mesto, a roman se ubrajao u 'proste' žanrove. Bitne razlike između pojmova l. k. i literatura, iako su mnogi sadržaji isti, jeste u tome što literatura, iako su im mnogi sadržaji isti, jeste u tome što literatura podrazumeva socijalnu dimenziju, a ne samo estetsku. Literatura podrazumeva obeležje epohe i nacije (M. De Stal, Šeling, Monteskije, a kasnije i Ten), istorijski je uslovljena i podleže zakonima evolucije, dok pojam l. k. podrazumeva ustaljeni obrazac zasnovan na nepromjenjivim vrednostima kao što su lepota, istina i uzvišeno.“ 111 Usp. Lešić, Zdenko: Teorija književnosti, Sarajevo Publishing, Sarajevo , 2005, str. 357. 112 Usp. Galić, Stjepan: Književno-jezični pojmovnik: Priručnik za učenike i studente, Znanje, Mostar, 2005, str. 111. „PUTOPIS – Specifična, posebna prozna vrsta u kojoj su povezani i isprepleteni elementi umjetničkog i znanstvenog iskaza, izražavanja. Putopisac otkriva svoje osobno (subjektivno) viđenje krajeva, zemalja, ljudi, običaja, povijesti i kulture. Osim subjektivnog viđenja, u putopisu se pojavljuju i tzv. objektivni (znastveni) podaci iz 405 M. P. Kodrić Dakle, putopis se svrstavao u „mješovite književne vrste“, kako je određen u tradicionalnoj klasifikaciji književnih žanrova113, ili, pak, „dokumentarni oblik“114 tj. naročiti „rubni žanr“115 u nešto novijoj i daleko ozbiljnijoj stručnoj literaturi. Posebno je zabrinjavajuća činjenica da se ovakav tradicionalni pristup definiranju putopisa općenito, ne susreće, dakle, samo u starijim interpretacijama povijesti, etnografije, geografije i sl. Oni se izražavaju znanstvenim (znanstvenopopularnim) stilom. Zbog dvostrukosti svoje prirode putopis svrstavamo u skupinu književno-znanstvenih proznih djela. Osim putopisa toj skupini pripadaju: umjetnička reportaža, životopis (biografija), autobiografija, memoari, dnevnik, esej.“ 113 Usp. Živković, Dragiša: Teorija književnosti sa teorijom pismenosti, Zavod za udžbenike i nastavna sredstva, Beograd, 1988, str. 150, 151. Same „mješovite književne vrste“ Dragiša Živković određuje na sljedeći način: „Ono što takva dela čini književnim delima jesu one odlike koje su uopšte svojstvene književnosti: prikazivanje ličnosti i pojava u konkretnim slikama, emocionalnost, tropičnost i figurativnost jezika, ritmičnost rečenice, šire misaono značenje, a ono što ih približava nauci jeste predmet prikazivanja: istorijski, filozofski, sociološki, geografski, etnografski itd. [...] U svim tim mešovitim književnim vrstama rad piščeve mašte prilično je ograničen. Pisac tu ne izmišlja pojave i događaje, već objektivno i verno iznosi ono što je stvarno video i doživeo. On nam tu ne daje izmišljenu sliku života, već opisuje stvarni život kakav se on objektivno pokazao pred njim. Razlika između ovakvih dela i pripovedaka i romana je u tome što pripovedač i romansijer svojom maštom stvaraju izmišljene likove i događaje koji su karakteristični za sredinu i život koji se u njihovim pripovetkama i romanima opisuju, dok pisac dnevnika, ili putopisa, ili biografije itd. u samoj stvarnosti otkriva karakteristične ljude i događaje, što ga prinuđuje da svoju maštu što više ograniči i da samo objektivno tačno i verno zapisuje ono što je video. [...] Ukoliko su njegovi opisi slikovitiji, njegova interesovanja za ljude humanija, njegov stil emocionalniji i subjektivniji, utoliko se njegov putopis više približava književnom delu.“ 114 Usp. Popović, Tanja: Rečnik književnih termina, Logos Art / Edicija, Beograd, 2010, str. 591. „PUTOPIS, dokumentarni oblik koji opisuje događaje, ljude i utiske koje je pisac sreo i doživeo na nekom putovanju. P. je izrazito otvorena forma i u njemu se mogu naći najrazličitiji tipovi diskursa, od istorijskog i esejističkog, do posve lirskog i emotivnog. Raznovrsnost se primećuje i u žanrovskom pogledu, pa se p. ponekad piše u obliku pisama, dnevnika ili memoara, ponekad je povezan sa opšteobrazovnom literaturom (vodiči, bedekeri) a može se transformisati i u romanesknu formu, pa čak i u epsko-lirsku vrstu (npr. Bajronova Hodočašća Čajlda Harolda).“ 115 Usp. Duda, Dean: Priča i putovanje, Matica hrvatska, Zagreb, 1998, str. 11. „Iako se sa stajališta opće, svjetske ili nacionalne povijesti književnosti može ubrojiti među rubne žanrove, putopis ipak zauzima posebno mjesto u okviru komparativnoga proučavanja književnosti.“ 406 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 svega onoga što je putopis, već i u aktuelnim i npr. internetskim stranicama116, čijem sadržaju, nažalost mnogo mlade i neupućene populacije najčešće prvobitno i pristupa, jer, opet nažalost, u nekim popularnim teorijama književnosti putopis nije ni spomenut117. Naime, klasična književnoteorijska škola upravo je insistirala na rubnom karakteru putopisa i putopisne književnosti, najčešće nepravedno akcentirajući njen didaktičko-pedagoški karakter, historijski značaj te uopće edukativni karakter. Putopisna književnost značajna je kako s literarnog tako i sa kulturnoistorijskog stanovišta; ona deluje didaktičnopedagoški time što prenosi geografska znanja, što uči kako se posmatraju ljudi, pa i nevezanim nizanjem humorističkih i satiričkih zapažanja.118 Upravo zbog ovakvog, gotovo isključivog određenja, a koje, istina, priznaje njegove literarne domete, putopis je jako dugo posmatran kao književnost manjih estetskih dometa, „rubni žanr“, a što će reći žanr koji je manje značajan za razvoj i historiju književnosti, te je nespretno, gotovo zbunjujuće svrstavan u historijske izvore, pedagoško-didaktične spise, čak i u puke geografske orijentire, vodiče i sl., najjednostavnije rečeno tekstove koji nikako ne mogu pronaći svoje odgovarajuće književno mjesto, pogotovo u smislu jasnog žanrovskog literarnog definiranja, a samim tim i književnoteorijske relevantnosti i književnohistorijskog izučavanja i vrednovanja. Ovako posmatran, rubni, ali, ipak koristan za kasnija proučavanja i „granični“ karakter putopisa i putopisne književnosti općenito, možda i nesvjesno, bio je razlog za nepravedno zanemarivanje svega onoga što, u najširem smislu, danas podrazumijeva putopis i putopisna književnost šire posmatrana. 116 Usp: Wikipedia: http://hr.wikipedia.org/wiki/Putopis „Putopis je prozna književna vrsta u kojoj su putovanje i izgled proputovanih predjela ili zemalja povod za umjetničko oblikovanje zapažanja, dojmova i razmišljanja o svemu što je putopisca zaokupilo na putovanju. Putopis može biti napisan književnoumjetničkim, znanstvenopopularnim ili novinarskim (publicističkim) stilom. Obično se dijele na poučne i zabavne putopise.“ 117 Usp. Lešić, Zdenko: Teorija književnosti, Sarajevo Publishing, Sarajevo , 2005. 118 Rečnik književnih termina, Nolit, Beograd, 1985, str. 623. 407 M. P. Kodrić Iako je klasična književnoteorijska škola upravo insistirala na rubnom, ali i „pograničnom“ karakteru putopisa i putopisne književnosti, najčešće nepravedno akcentirajući njen didaktičko-pedagoški karakter, historijski značaj te uopće edukativni karakter, ta „graničnost“ upravo će biti jedan od temeljnih razloga za drugačiju interpretaciju putopisa i putopisne književnosti općenito. Naime, iako tek usputno spominje putopis u skupini „apoetskih tekstova“, Ivo Tartalja, tipični tradicionalni teoretičar književnosti, pišući o onom što naziva „književnošću izvan pesništva“, nudi zanimljivu smjernicu za poticajno razmišljanje o navedenoj grupi tekstova, grupirajući ih pritom prema segmentima kulture kojima se približavaju, i to u smislu široke pogranične oblasti između pjesništva (tj. književnosti uopće u njegovom razumijevanju) i svih susjednih područja kulture i civilizacije. Jedna im je osobina sa svim drugim spomenicima književnosti zajednička: kao sve umetničke tvorevine, i apoetska književna dela imaju moć dočaravanja. Ona mogu pred čitaocem da vaspostave predeo, minule dane, čovekovu situaciju, raspoloženje. A da li će književno delo biti poetsko, ne zavisi od njegovog žanra. 119 Iako je ovo svrstavanje putopisa u „apoetske tekstove“, na prvi pogled u smislu naziva, možda i najrogobatnije, ono je, barem na našim prostorima, dalo ogroman doprinos za buduća proučavanja putopisa i putopisne literature općenito, i to upravo zbog ideje grupiranja takvih žanrova prema segmentima kulture kojima se približavaju, kao i zbog sugeriranja da poetičke odlike jednog djela ne zavise od njegovog žanra, no o tome će u narednom poglavlju biti više riječi. Pogrešna interpretacija svega onoga što jeste putopis nije se odnosila samo na gotovo zbunjujuće žanrovsko svrstavanje putopisa u sve o čemu je već bilo riječi, već i na poistovjećivanje autora putopisa sa njegovim naratorom/naratorima. Ovakav, vrlo prisutan i generalno dominantan opis položaja i uloge autora/pisca koji opisuje događaje, ljude i utiske koje je sreo i doživeo na nekom putovanju120 uskraćivao je jedna od najdominantnijih osobina putopisa – njegovu 119 Usp. Tartalja, Ivo: Teorija književnosti, Zavod za udžbenike i nastavna sredstva, Beograd, 2000, str. 226. 120 Usp. Popović, Tanja: Rečnik književnih termina, Logos Art / Edicija, Beograd, 2010, str. 591. 408 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 pripovjedački karakter, potpuno ravnopravan sa drugim proznim književnim tekstovima, i u smislu uloge te vrste pripovjedača. Pisac tu ne izmišlja pojave i događaje, već objektivno i verno iznosi ono što je stvarno video i doživeo. On nam tu ne daje izmišljenu sliku života, već opisuje stvarni život kakav se on objektivno pokazao pred njim[...] Kada pisac postavi sebi za cilj da opiše neku zemlju i sredinu onako kako ih je on video i doživeo putujući kroz tu zemlju, dobijamo putopis. Putopis se sastoji od opisa prirode, naselja i istorije te zemlje, opisa ljudi i načina njihova života, opisa događaja koji su se desili piscu u toj zemlji i razmišlnjanja koja je pisac povodom toga imao. Prema cilju koji je putopisac sebi postavio, putopis može biti geografski, kulturno-istorijski, etnografski itd.121 Ovakav pristup ne samo da se u skladu sa novijim književnoteorijskim i naratološkim znanstvenim saznanjima pokazao potpuno pogrešnim, već je, nažalost bio, i jeste još uvijek, uzrok mnogim interkulturalnim i drugim ozbiljnim i opasnim predrasudama i neistinama. Upravo iz razloga ako čitalac „vjeruje“ tekstu koji „graniči sa stručnom literaturom“, te iz tog aspekta „ne sumnja, ili malo sumnja u njenu istinitost,“ a uz sve navedeno, s druge strane, riječ je djelimično i o zabavnoj vrsti diskursa, što mu dodatno omogućava „intenzivnije sjedinjenje s tekstom.“ Da bi se što bolje shvatio i u potpunosti uobličio tradicionalni paradoks ideje da je putopis stručna i zabavna literatura, dovoljno je samo uporediti „dvije istine dva različita putopisca koji opisuju isti grad Kairo“. Ali poredsvih neprestanih prikaza na zemlj, i hiljadama fantoma ognja na Nilu, Egipat ostaje pre svega zemlja smrti. To je smrt koja stvarno ispunjava svaki deo ovog prostora, i svaki trenutak pustinjskog vremena. Smrt se ovde na svakom koraku ispreprečila između sveta i čoveka: smrt tiha, rezignirana, bezmerena, osunčana. [...] Ali i pored večite opsesije smrti, ovde je i vera bila velika utopija čovekova.122 121 Živković, Dragiša: Teorija književnosti sa teorijom pismenosti, Zavod za udžbenike i nastavna sredstva, Beograd, 1988, str. 150. i 151. 122 Dučić, Jovan: Gradovi i himere: Pismo iz Egipta – Kairo, Biblioteka kulturno nasleđe, Svjetlost, Sarajevo, 1969, str. 313. i 314. 409 M. P. Kodrić Tek pred zalazak sunca mnogi od ovih sirotih ljudi počnu ozbiljnije da misle na zasluženi mir i odmor. I tada nastaje prava seoba naroda, invazija i zaposjedanje svih zelenih površina u gradu. Skverovi, travnjaci i trotoari pretvaraju se u ljudski mravinjak. Stotine i hiljade ljudi, uglavnom u impozantnoj porodičnoj formaciji sa tucetom djece, svastika, pašenoga (i kakvih sve zamršenih rođačkih kombinacija) kreće prema obalama Nila, centru grada, gradskim perivojima.123 U južnoslavenskim književnim okvirima, tradicionalno shvaćen, putopis je, nažalost, ponekad tumačen i kao žanr koji je služio kao „zamjena za naučno znanje“124 Svakako da je takav vid tumačenja putopisa rezultirao izvjesnim netačnostima, ograničenostima i zadatim „zadaćama“ putopisa koje nisu, nažalost, proizvele samo čitav niz aktivnih te potencijalnih kulturalnih nerazumijevanja, već su doprinijele i marginalizaciji pitanja njegovog žanrovskog određenja, njegovog proučavanja te, možda i nesvjesno, ograničile njegov pristup čitalačkoj populaciji. Tako se npr. u tekstu Putopisi i spisi (Paradigma povijesnih činjenica) navodi: Sigurno je kako putopis, rekao bih oduvijek, zauzima posebno mjesto u književnosti, a njegove sudbine su počesto doživljavale rubne verifikacije, prvenstveno kao prozni tekstovi, iako mnogi imaju značajne umjetničke, znanstvene, povijesne, doživljajne, antropološke, te određene istinosne vrijednosti bilježenja što im je u prvom redu zadaća. Nije li u dugostoljetnoj povijesti književnosti slavni ep Gilgameš u nekom žanrovskom obliku blizak putopisnoj formi. Taj junački put u potrazi za travom zaborava, nije li naslutio i Dean Duda kada spominje kraljevske žanrove.125 123 Džumhur, Zuko: Pisma iz Afrike i Evrope: Ljetni dan po podne, Oslobođenje, Sarajevo, 1991, str. 132. 124 Usp. Lazarević-Radak, Sanja: Slika o drugima, http://www.malinemo. rs/wp/2011/08/05/ imagologija-v/ 125 Bilosnić, Tomislav Marijan: Putopisi i spisi, (Paradigma povijesnih činjenica), http://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:WHfm1cAOuhwJ:amac.hrvatiamac.com/index2.php%3Foption%3Dcom_content%26do_pdf%3D1%26id%3D1470+Put opis+%C5%BEanr&hl=en&gl=ba&pid=bl&srcid=ADGEESgxH8STtw_FaSltWeFWUc7N 410 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Iz navedenog odlomka možemo zaključiti kako je npr. u južnoslavenskoj kulturnoj tradiciji, koja za razliku od anglo-američke nema razvijenu, široku historiju postkolonijalnog putopisa, putopis često imao prvenstveno „zadatak“ da bilježi „istinosne“ vrijednosti te da je upravo zbog navedene „funkcije“ zaslužio status kraljevskog žanra. U istoimenom tekstu se dalje također navodi: Istina bi trebala biti temeljnom vrijednošću putopisa, ili pisanja uz put, u kratkim očarenjima s predahom od novih prizora. Kada su u pitanju činjenice povijesnih znakovitosti, a koje čuvaju interese naroda, ovdje hrvatskoga puka, onda treba biti krajnje uporan, znanstveno pokaziv i neumoran.126 Ako se uzmu u tek površno razmatranje, tekstovi poput navedenoga ukazuju na čitav niz ne samo književnoteorijskih, već i mogućih kulturalnih neistina koje, nažalost, u kontekstu svega onoga što je historija južnoslavenskih naroda mogu pokrenuti čitav niz nacionalnih, političkih, religijskih i sl. netrpeljivosti. Upravo navedena karakteristika jedna je od polaznica i za određenje južnoslavenskih putopisa, što, svakako, predstavlja jedno od najizazovnijih pitanja u istraživanju putopisne proze južnoslavenskog putopisnog konteksta. Primarno, zadatak svih „rubnih žanrova“ jeste što bolji odgovor zahtjevima umjetničkog teksta i sad već umjetnosti općenito, jer se na dokumentarizmu spomenutih tekstova, pa i putopisa, najčešće insistira samo u granicama opće kulture i informiranosti, a sve drugo predstavlja izuzetne oglede individualnog književnog stvaranja, tj. jedinstvene interžanrovske poetike određenog pisca i njegove općenite složene umjetničke realizacije. ZqddauZBDgeh6xE4G0_NosjTXTuUUnS4HNo0GfrTMNnw-edULa_V5uMoZhFwgFgluLqtnoZf-RgXZ33Y9BDEhquaS6x-vED68jebJo-B17p8sq&sig=AHIEtbQiaC8mI1n0eiFRZ0yGft4t8kr5Yg. 126 Bilosnić, Tomislav Marijan: Putopisi i spisi, (Paradigma povijesnih činjenica), http://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:WHfm1cAOuhwJ:amac.hrvatiamac.com/index2.php%3Foption%3Dcom_content%26do_pdf%3D1%26id%3D1470+Put opis+%C5%BEanr&hl=en&gl=ba&pid=bl&srcid=ADGEESgxH8STtw_FaSltWeFWUc7 NZqddauZBDgeh6xE4G0_NosjTXTuUUnS4HNo0GfrTMNnw-edULa_V5uMoZhFwgFgluLqtnoZf-RgXZ33Y9BDEhquaS6x-vED68jebJo-B17p8sq&sig=AHIEtbQiaC8mI1n0eiFRZ0yGft4t8kr5Yg. 411 M. P. Kodrić Nema tekstova koji se ne bi mogli čitati i kao neknjiževni i kao književni. Ima samo takvih kojih je sadržaj, kad se ostvari u stvarnim situacijama, nezanimljiv, a kad ga ostvarimo u cjelovitosti životnoga iskustva, govori najskrovitijim dubinama našega bića, pokreće u nama nove mogućnosti i otvara nova obzorja.127 Stavu o iznimnoj popularnosti putopisa i putopisne literature danas ide u prilog i čitav niz novijih knjiga, ponekad i prvenstveno komercijalnog te pomalo i trivijalnog karaktera, koje čitaoce navode kako da proučavaju, pišu, ali i prodaju svoje putopise.128 Knjiga L. Peata O' Neila Travel Writing samo je jedna u nizu sličnih knjiga ove vrste, gdje čitaoci, po primjerima zadatih vježbi na principu: Vježba broj 1: Razmislite koja je vaša omiljena destinacija? Zašto? Opišite kako Vam se čini dato mjesto. Gdje ste se vratili opet nanovo?,129 mogu čak po predloženim obrascima vježbati i pisanje putopisa te kasnije prodavati svoje knjige. No, i u tom smislu mišljenje Milivoja Solara da postoje čitaoci koji sve što pročitaju mogu razumjeti jedino u okvirima trivijalne književnosti130 pronalazi svoje mjesto i u iščitavanju trivijalnih putopisa. Sve to govori o ozbiljnoj važnosti proučavanja „graničnih književnih žanrova“, a tako i putopisa te putopisne literature u njenoj cjelokupnoj, pa čak i komercijalnoj te trivijalnoj prirodi. Naime, postavljajući pitanje opće prirode žanra, odnosa fikcije i fakcije, intertekstualnosti, intermedijalnosti, interkulturalnosti te niza drugih pitanja, uopće „graničnosti“ teksta te njegovih uvijek novih i neotkrivenih značenja, postmoderna kritička misao otvorila je nova vrata i putopisnoj književnosti i putopisu, tom 127 Katičić, Radoslav: Književnost i jezik, Ima li književnih i neknjiževnih tekstova?, u: Škreb, Zdenko – Stamać, Ante: Uvod u književnost, Nakladni zavod Globus, Zagreb, 1998, str. 121. 128 Spisak knjiga vidjeti na internetskoj stranici: http://www.amazon.co.uk/Travel-WritingGuide-Research-Selling/dp/1582970009. 129 Usp. O'Neil, L. Peat: Travel writing, Guide to Research, Writing and Selling, Writer's Digest Books, Cincinnati, 2000, str. 14. 130 Usp. Solar, Milivoj: Postoji li trivijalna književnost?, Laka i teška književnost, Matica hrvatska, Zagreb, 1995, str. 75. 412 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 zanemarenom i umnogome raznolikom žanru drevne starine131, koji je konačno – čini se – dobio zasluženo mjesto proučavanja i vrednovanja. S druge strane, postmodernoj kritici sve su to omogućili vrsni putopisi te njihovi u širem kontekstu značajni autori iz različitih književnosti, te se spomenutoj vrsti tekstova konačno uspjelo prići s dozom većeg uvažavanja i uvijek novih mogućnosti interpretacije. S razlogom se konačno počelo postavljati pitanje zašto su se (i) putopisom upravo bavili mnogi značajni pisci te, otud, kakvo mjesto zauzima putopisna literatura, ali i sam motiv putovanja u književnosti. LITERATURA I IZVORI Bilosnić, Tomislav Marijan: Putopisi i spisi, (Paradigma povijesnih činjenica), http://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:WHfm1cAOuhwJ:amac.hrvatiamac.com/index2.php%3Foption%3Dcom_content%26do_pdf%3D1%26id%3D1470+Put opis+%C5%BEanr&hl=en&gl=ba&pid=bl&srcid=ADGEESgxH8STtw_FaSltWeFWUc7 NZqddauZBDgeh6xE4G0_NosjTXTuUUnS4HNo0GfrTMNnw-edULa_V5uMoZhFwgFgluLqtnoZf-RgXZ33Y9BDEhquaS6x-vED68jebJo-B17p8sq&sig=AHIEtbQiaC8mI1n0eiFRZ0yGft4t8kr5Yg. Duda, Dean: Priča i putovanje, Matica hrvatska, Zagreb, 1998. Dučić, Jovan: Gradovi i himere: Pismo iz Egipta – Kairo, Biblioteka kulturno nasleđe, Svjetlost, Sarajevo, 1969. Dictionary of literary terms & literary theory, Penguin Reference, London, 2000. Džumhur , Zuko: Pisma iz Afrike i Evrope: Ljetni dan po podne, Oslobođenje, Sarajevo, 1991. Katičić, Radoslav: Književnost i jezik, Ima li književnih i neknjiževnih tekstova?, u: Škreb, Zdenko – Stamać, Ante: Uvod u književnost, Nakladni zavod Globus, Zagreb, 1998. Galić, Stjepan: Književno-jezični pojmovnik: Priručnik za učenike i studente, Znanje, Mostar, 2005. Lazarević-Radak, Sanja: Slika o drugima, http://www.malinemo.rs/wp/ 2011/08/05/ imagologija-v/ Lešić, Zdenko: Teorija književnosti, Sarajevo Publishing, Sarajevo, 2005. 131 Dictionary of literary terms & literary theory, Penguin Reference, London, 2000, str. 937. 413 M. P. Kodrić O'Neil, L. Peat: Travel writing, Guide to Research, Writing and Selling, Writer's Digest Books, Cincinnati, 2000. Popović, Tanja: Rečnik književnih termina, Logos Art / Edicija, Beograd, 2010. Rečnik književnih termina, Nolit, Beograd, 1985. Solar, Milivoj: Postoji li trivijalna književnost?, Laka i teška književnost, Matica hrvatska, Zagreb, 1995. Tartalja, Ivo: Teorija književnosti, Zavod za udžbenike i nastavna sredstva, Beograd, 2000. Živković, Dragiša: Teorija književnosti sa teorijom pismenosti, Zavod za udžbenike i nastavna sredstva, Beograd, 1988. 414 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Credit Rating Evaluation of Customers Using the Expert System Dr. Azra Branković International University of Sarajevo Dr. Savo Stupar University of Sarajevo ABSTRACT The aim of this paper is to demonstrate the significance of using an information technology tool in order to shorten decision making time and improve the quality of business decisions, through an example of a prototype expert system that will be created for this purpose using a deductive approach. The research presented in this paper attempts to identify a universal credit application form, which could be used in most banks. This research also attempts to present the development process of expert systems using a deductive approach. In order to achieve the aims of the paper, a universally applicable decision model needs to be created, to be used when granting credit, the basic ideas of which will be embedded the knowledge base of the expert system, along with the knowledge formalization and structuration rules of Shell’s Doctus Knowledge Based System. In order to develop the prototype expert system for evaluating the creditworthiness of bank clients, we will use the knowledge about credit-granting decisionmaking of several experts in this field from several banks. Thus, we will use the methodology of the deductive approach to the development of the expert system, where the knowledge of several experts from the field of creditworthiness evaluation is applied to individual cases of awarding credit, on the basis of the expert system’s deductive reasoning. Key words: Credit Worthiness of Clients, Decision Making, Expert System, Doctus. JEL.: M150 415 A. Branković i S. Stupar 1. UVOD Ekonomska kriza i trend globalne kompjuterizacije svih poslovnih procesa, posebno u bankarskom sektoru, doveli su do potrebe da banke iznalaze načine za davanje što kvalitetnijih i bržih odgovora na zahtjeve klijenata za odobravanjem kredita. Da bi to bilo moguće potrebno je poboljšati način donošenja odluka i proces ocjene kreditne sposobnosti klijenata, što se može učiniti korištenjem ekspertnog sistema, koji će brzo i efikasno davati prijedloge odluka, koje će u 80% do 90% svih slučajeva biti valjane u trenutku kad stignu pred kreditni odbor banke. Kreditni odjeli u bankama i njihovim filijalama su zainteresovani za ekspertne sisteme koji vrše evaluaciju kreditne sposobnosti, zbog rastućih troškova rada na odobravanju kredita, što čini obradu i odobravanje kreditnih zahtjeva za relativno male kredite manje isplativim. Kreditni odjeli banke vide u primjeni ekspertnih sistema mogućnost standardiziranja i efikasnijeg upravljanja procedurama odobravanja kredita zahvaljujući činjenici da su pravila za odobravanje kredita veoma striktna i rijeđe se mijenjaju u poređenju sa nekim drugim vrstama poslova. Osnovni cilj istraživanja, koje je prethodilo pisanju ovog rada je izgradnja prototipa ekspertnog sistema, koji će na osnovu ugrađenog ekspertnog znanja o načinu (procesu) donošenja odluke, te pravila zaključivanja uz pomoć deduktivnog metoda, sugerisati kvalitet svake donesene odluke. Ovako izgrađen prototip ekspertnog sistema, može se koristiti i za evaluaciju kvaliteta budućih odluka, te sugerisati na šta posebno treba obratiti pažnju prilikom donošenja poslovnih odluka, da bi one bile što kvalitetnije. Sporedni cilj ovog istraživanja je bio da se prilikom izgradnje prototipa ekspertnog sistema, preko konkretnog slučaja postupka formaliziranja znanja o procesu donošenja odluka, pokaže postupak strukturiranja, odnosno formaliziranja ekspertskog znanja uopšte, odnosno postupak izgradnje baze znanja ekspertnog sistema, koja predstavlja osnovu za donošenje odluke i eksplikaciju postupka donošenja odluka uz pomoć ekspertnog sistema. Metodologija istraživanja koja je korištena u ovom radu je izgradnja i primjena ekspertnog sistema, uz čiju će se pomoć procjenjivati bonitet klijenata banaka za dodjeljivanje kredita.. Metoda koja je korištena da bi se došlo do 416 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 rezultata istraživanja, nije baš uobičajena u naučnoj praksi. Naime, radi se o metodi koja uz pomoć ljuske (shell) ekspertnog sistema Doctuskoja omogućava izgradnju ekspertnog sistema, koji će sugerisati rješenje problema. Prema Baračkai, Velencei and Dorfler (2005), postoje dva osnovna pristupa pri izradi projekta. Prvi je deduktivni pristup i koristi se u slučajevima kada treba iznaći originalno rješenje (donijeti originalnu odluku) i kada nema dovoljno iskustva u rješavanju takvog tipa problema, ali postoji dovoljno ekspertskih znanja o problemskom području. Ovaj pristup je korišten u ovom radu. 2. IZGRADNJA PROTOTIPA EKSPERTNOG SISTEMA ZA OCJENU KREDITNE SPOSOBNOSTI Deduktivni pristup se koristi u slučaju kada treba donijeti orginalnu odluku, odnosno kada nema dovoljno iskustva u rješavanju takvog tipa problema, ali postoji dovoljno ekspertnih znanja o domenama problema. U tom slučaju eksperti u saradnji sa moderatorom znanja oblikuju svoje znanje i u obliku pravila ga pohranjuju u bazu znanja. Ishode koje generiše takva baza znanja trebaju u potpunosti odgovarati rezultatima koje dobivaju eksperti rješavajući isti problem. Prednosti koje ovaj pristup osigurava (uz uobičajene prednosti ekspertnog sistema) u prvom redu predstavlja transparentnost (jasnoća i razgovijetnost) ekspertnog znanja čime je lako objasniti razloge donošenja odluke ili prihvaćenog rješenja problema. Isto tako, s obzirom na ogromni opseg ekspertnog znanja, moguće je otkriti nove međuzavisnosti unutar takvog znanja ili pak prepoznati one atribute koji su irelevantni za donošenje dotične odluke ili rješavanje problema, isključiti ih i na taj način pojednostaviti proces donošenja odluka. Prema Stupar (2008.) pod pojmom ekspertni sistem, ranije se podrazumijevao softverski sistem, koji je mogao da se “ponaša” kao čovjek ekspert u rješavanju određenih problemskih situacija, dok se danas pod pojmom ekspertni sistemi, podrazumijevaju informacioni sistemi, razvijeni primjenom raznih tehnika vještačke inteligencije. Zbog toga se gotovo svi sistemi izgrađeni primjenom alata (ljuska ili shell) za kreiranje ekspertnih sistema, nazivaju ekspertnim sistemima, iako veoma često sadrže toliko ograničeno znanje o nekom problemskom području, da teško mogu predstavljati konkurenciju ljudima, ekspertima iz te oblasti. 417 A. Branković i S. Stupar Prema Harmon and King (1985) softverske sisteme, koji uspješno konkurišu ljudima ekspertima, a u koje je ugrađeno preko 2000 pravila zaključivanja iz problemske oblasti, nazivaju ekspertnim sistemima, dok za manje softverske sisteme, koji sadrže do 200 pravila zaključivanja iz problemske oblasti i koji su razvijeni uz pomoć tehnika vještačke inteligencije, koriste termin sistemi zasnovani na znanju (Knowledge Based Systems). Ako se doslovno pridržavamo te klasifikacije, onda smo u našem radu uz pomoć Knowledge Based System Shell alata Doctus napravili prototip sistema za ocjenu kreditne sposobnoti. 2.1. Definisanje atributa kriterija odlučivanja U ovom projektu je pripremljena pojednostavljena verzija gdje je odobravanje kredita od strane uprave banke i odjela rizika definisano sa 10 osnovnih faktora od kojih svaki ima određeni uticaj na odluku o odobravanju kredita od strane banke prema pravnim licima. Želila bih naglasiti da je proces odobravanja kredita pravnim licima u stvarnosti detaljan i obiman proces. U stvarnoj životnoj situaciji koristilo bi se puno više kriterija, podataka i pokazatelja. U nastavku slijede odabrani faktori sa kraćim objašnjenjima: Pokazatelj rentabilnosti ukazuje na profitabilnost operativnog poslovanja tj. procenat ili maržu koja se ostvaruje iz poslovanja nakon svih redovnih troškova, ali prije troškova finansiranja i poreza te izvanrednog poslovanja. U ovom djelu se analizira i trend poslovanja u smislu da li je negativan ili pozitivan. Rentabilnost preduzeća prikazuje povećanje vlasničke strukture kapitala na dugi rok ostvarene iz poslovanja. Zasniva se na zahtjevu da se uz što manje uloženih sredstava u procesu poslovanja ostvari maksimalna dobit i prinos. uvwx yz{g |z}~z |g g.~ x100 z}~zg |gzyg Skala vrijednosti atributa: slab – solidan – vrlo dobar – odličan Koeficijent opšte likvidnosti mjeri sposobnost preduzeća da podmiri svoje dospjele kratkoročne obaveze,tj. koliko je veća ili manja kratkotrajna imovina od kratkoročnih obaveza. Ovaj pokazatelj svakako bi trebao biti iznad 1 te ukazuje na ročnu usklađenost bilansa. 418 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 z{ }y} zzč z{ x 100 ili obrtna sredstva – kratkoročne obaveze Skala vrijednosti atributa: nezadovoljavajući – zadovoljavajući – vrlo dobar - odliča Pokazatelj zaduženosti ili pokazatelji upotrebe poluge (eng. leverage ratios) pokazuju strukturu kapitala i načine na koje preduzeće finansira svoju imovinu. Oni predstavljaju svojevrsnu mjeru rizika ulaganja u preduzeće, odnosno određuju stepen korištenja posuđenih finansijskih sredstava. Preduzeća sa značajno visokim stepenom zaduženosti gube finansijsku fleksibilnost, mogu imati probleme pri pronalaženju novih investitora, te se suočavaju s rizikom bankrota. Ipak, zaduženost nije nužno loša. Ukoliko je stepen zaduženosti pod kontrolom i redovno se prati kroz vrijeme, a posuđena sredstva se koriste na pravi način, zaduženost može rezultirati porastom povrata na investirano. Skala vrijednosti atributa: Prezadužen – Više zadužen – Manje zadužen – Nezadužen Najčešće korišteni pokazatelji zaduženosti su: a) b) c) d) e) koeficijent zaduženosti koeficijent vlastitog finansiranja odnos duga i glavnice stupanj pokrića I. stupanj pokrića II. a) Koeficijent zaduženosti pokazuje koliko je procenat imovine preduzeća nabavljen zaduživanjem tj. koliko se preduzeće finansira tuđim sredstvima. Što je veći odnos duga i imovine, veći je finansijski rizik, a što je manji, niži je finansijski rizik. U pravilu bi vrijednost koeficijenta zaduženosti trebala biti 50% ili manja. | z{ | gzg = koeficijent zaduženosti Skala vrijednosti atributa: Visok – Srednji – Mali – 0 (nula) 419 A. Branković i S. Stupar b) Koeficijent vlastitog finansiranja govori koliko je imovine finansirano iz vlastitog kapitala (glavnice) a njegova vrijednost bi trebala biti veća od 50%. Izračunava se prema dole navedenoj formuli. ~g = | gzg koeficijent vlastitog finansiranja c) Odnos duga i glavnice |g y z{ = | ~g odnos duga i glavnice Gornja granica odnosa duga i glavnice je najčešće 2:1, s udjelom dugoročnog duga ne većim od jedne trećine. Visoka vrijednost ovog pokazatelja ukazuje na moguće poteškoće pri vraćanju posuđenih sredstava i plaćanju kamata. Skala vrijednosti atributa: Visoka vrijednost – Srednja vrijednost – Mala vrijednost d) Stupanj pokrića I i stupanj pokrića II ~}gg |g~ kk yz gzg = stupanj pokrića I ~}gg |g~yzzč z{ kk yz gzg = stupanj pokrića II Stupanj pokrića I. i II. govore o pokriću dugotrajne imovine glavnicom (stupanj pokrića I.), tj. glavnicom uvećanom za dugoročne obaveze (stupanj pokrića II.). Oba pokazatelja se računaju na temelju podataka iz bilansa. Potrebno je istaknuti da kod vrijednost pokazatelja stupanj pokrića II. treba (mora) biti veći od jedan. Ova tvrdnja proizlazi iz činjenice da dio dugoročnih izvora, zbog održanja likvidnosti, mora biti iskorišten za financiranje kratkotrajne imovine. Samim tim, pokazatelje stupnja pokrića moguće je istovremeno razmatrati i kao pokazatelje likvidnosti. Skala vrijednosti atributa: Loš – Zadovoljavajući – Vrlo dobar – Odličan Pokazatelj ekonomičnosti ukupnog poslovanja mjeri odnos prihoda i rashoda. Ukoliko je vrijednost pokazatelja ekonomičnosti manja od 1, to znači da preduzeće posluje s gubitkom. 420 ||gzy | }zy Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 = koeficijent ekonom.ukupnog poslovanja Skala vrijednosti atributa: Nezadovoljavajući – Zadovoljavajući – Vrlo dobar - Odličan Pokazatelj profitabilnosti mjere povrat uloženog kapitala. Oni pokazuju odnose koje povezuju profit sa prihodima iz prodaje i investicijama. Analiza profitabilnosti preduzeća svrstava se u najvažnije dijelove finansijske analize. z{g z z|zg | gzg = koeficijent profitabilnosti Skala vrijednosti atributa: Nezadovoljavajući – Zadovoljavajući – Vrlo dobar - Odličan Kolateral je sredstvo obezbeđenja banaka pri kreditnim poslovima. Može biti u novčanom ili nenovčanom obliku. Skala vrijednosti atributa: Rizičan – zadovoljavajući – Manje siguran – Siguran Hipoteka je instrument obezbjeđenja kredita, putem kojeg banka u slučaju neredovne otplate kredita može zapljeniti imovinu klijenta kako bi naplatila svoja potraživanja. Žirant ili jamac je osoba koja zajedno s korisnikom kredita solidarno jamče banci za redovnu otplatu te daje suglasnost da u slučaju neredovne otplate kredita, banka može od njega naplatiti svoja potraživanja. Pokazatelji aktivnosti upućuju na brzinu cirkulacije imovine u poslovnom procesu, a računaju se na temelju odnosa prometa i prosječnog stanja. Visok iznos akumulirane amortizacije u odnosu prema iskazanoj dugotrajnoj imovini može biti indikator zastarjelosti i potrebe unapređenja, a značajan porast stanja novca može sugerirati da je sredstava previše. Pokazatelji aktivnosti izražavaju, u različitim oblicima, relativnu veličinu kapitala koja podržava obujam poslovnih transakcija. Ako je poznat koeficijent obrta, tada je moguće izračunati i prosječne dane vezivanja sredstava, tj. prosječno trajanje obrta. Svi nabrojani pokazatelji utvrđuju se na temelju podataka iz bilansa i računa dobiti i gubitka, a 421 A. Branković i S. Stupar općenito pravilo govori kako je bolje da je koeficijent obrta što veći broj, tj. da je vrijeme vezivanja ukupne i pojedinih vrsta imovine što kraće. 2.2. Definisanje odnosa među atributima Prilikom izgradnje ekspertnog sistema (redoslijed aktivnosti je prikazan na slici 1), koji se prezentira u ovom radu, upotrebljena je tehnika skupova uređenih parova tipa atributi-vrijednosti, inače jedna od najčešće korištenih tehnika predstavljanja činjeničnog znanja, a koja se sastoji u tome da se problem koji se rješava (problem odlučivanja) razbije na više atributa (kriterija) od čijih vrijednosti zavisi ishod konačne odluke. (Bohamec and Rajkovič, 1990) smatra da atributi na koje se problem odlučivanja dekomponuje, grade model rješenja problema odlučivanja, odnosno grade tzv. Stablo atributa odlučivanja, gdje je svaki atribut čvor tog stabla, a korijen strukture stabla, predstavlja rješenje problema odlučivanja. Za svaki atribut definišu se moguće konkretne vrijednosti, koje on može poprimiti (tzv. domen atributa), najčešće u kvalitativnom obliku (loš, osrednji, dobar i sl.). Postupak definisanja mogućih vrijednosti atributa otpočinje od listova strukture (atributa, kojima nijedan drugi atribut nije podređen). Na ovaj način se u bazu znanja pohranjuju činjenice, koje predstavljaju temelj znanja čovjeka eksperta. Kreiranje sistema počinje konsultacijama moderatora znanja sa nosiocima znanja (ekspertima) prilikom kojih se definišu atributi i moguće konkretne vrijednosti koje oni mogu poprimiti (domen atributa) najčešće u kvalitativnom obliku. Slika 1: Redoslijed aktivnosti pri izgradnji ekspertnog sistema deduktivnom metodom Nakon što je pokrenut Doctus otvorena je nova prazna baza znanja. U dijelu Attributes navedeni su atributi i njihove vrijednoti i ishodi koji su potrebni za definisanje procesa. U bazu znanja prvo se unosi ishodišni atribut. U konkretnom slučaju to je ocjena kreditne sposobnosti. Nakon toga se unose vrijednosti tog atributa u ordinalitetu, najčešće od najnepovoljnije vrijednosti do najpovoljnije (neuspješna, loša, dobra, veoma uspješna). U našem slučaju mogući ishodi su „nije kreditno sposoban“ i „kreditno sposoban“. S obzirom da je ovo ishodišni atribut, korištenjem opcije Edit, dodatne opcija je Set to Decision Attributes. Vrijednost ishodišnog atributa su prikazane u sivoj podlozi za razliku 422 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 od ostalih atributa. Zatim se unose ostali atributi (slika 2. i slika 3.), kao i njihove vrijednosti prema utvrđenoj hijerarhiji. Prije unosa vrijednosti, potrebno je razmisliti o odnosima među vrijednostima, tako što treba utvrditi koja je vrijednost bolja, a koja lošija, koja poželjnija, a koja manje poželjna. Slika 2: Unos atributa 423 A. Branković i S. Stupar Slika 3: Unos atributa i njihovih vrijednosti Nakon unosa atributa i svih njihovih vrijednosti iz domena atributa, potrebno je definisati odnose među atributima, odnosno modelirati stablo atributa odlučivanja. Grafički prikaz tog modela, zove se Rule Based Graph (Grafik 1). U “korjenu” grafa (root attribute) uvijek se nalazi ishodišni atribut. U ovom slučaju to je atribut ocjena kreditne sposobnosti. Svi ostali atributi (prvog, drugog i trećeg nivoa) određuju kakav će biti ishod, pa ih treba vezati na atribut ocjena kreditne sposobnosti. 424 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Grafikon 1: Definisanje odnosa među atributima (Rule Based Graph) 2.3. Definisanje pravila Sljedeći korak u izgradnji sistema zasnovanog na znanju (kao što se vidi na slici 1) je unos pravila (Rules). Za predstavljanje relacija, koje povezuju činjenično znanje, upotrijebljena je tehnika proizvodnih pravila (IF … THEN …) što konkretno znači da se za sve nadređene atribute, pored konkretnih vrijednosti koje mogu poprimiti, definišu i proizvodna pravila, koja dodjeljuju vrijednosti, koje atributi poprimaju zavisno od konkretne kombinacije pojedinačnih vrijednosti njima podređenih atributa. Za unos pravila, preglednije je koristiti pogled na pravila u dvije dimezije. Uključivanjem opcije za ovaj pogled na kartici Rules, dobićemo prikaz kao na slici 3. Pravila koja su ovdje prikazana, odnose se na ishodišni atribut ocjena kreditne sposobnosti, a atributi, kojima je ovaj atribut neposredno nadređen su: Pokazatelj uspješnosti poslovanja, pokazatelj 425 A. Branković i S. Stupar zaduženosti, pokazatelj aktivnosti i obezbjeđenje kredita. Kao što se na slici vidi, označena ćelija, čiji je sadržaj „Kreditno sposoban“, znači da je ocjena kreditne sposobnosti. Da bi se definisala pravila, potrebno je za sve kombinacije vrijednosti podređenih atributa, definisati odgovarajuću vrijednost ishodišnog atributa. Prema tome, onoliko, koliko ima kombinacija vrijednosti atributa, toliko ima i pravila. Nakon što su definisani svi atributi, njihove vrijednosti i odnosi među atributima, ostvareni su svi preduslovi za unos pravila, što se radi korištenjem opcije 2 dimension u tabeli Rules. Prikazana tabela u zaglavlju redaka i stupaca sadrži sve vrijednosti svih devet atributa. Sve vrijednosti su navedene prema „poželjnosti“ koje su definirane u predhodnom koraku. Tabela pokriva sve kombinacije ulaznih atributa, odnosno sve slučajeve. Svaka ćelija unutar tablice predstavlja ishod jednog pravila. Unos ishoda vrši se odabirom željene ćelije tablice nakon čega se klikom desnog dugmeta miša otvara pomoćni izbornik na kojem se odabira željena vrijednost. U procesu definisanja pravila, s obzirom da je definisan redoslijed atributa, od manje poželjnog prema više poželjnim, Doctus je na osnovu toga dao prijedloge ishoda za ostala pravila poštujući konzistentnost znanja. Pri tome je prihvaćen veći dio prijedloga, dok su za neke ručno unešeni ishodi. Slika 4: Unos pravila za atribut Ocjena kreditne sposobnosti (2D prikaz) 426 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Slika 5: Unos pravila za atribut Pokazatelj uspješnosti poslovanja (2D prikaz) Slika 6: Unos pravila za atribut pokazatelj zaduženosti (2D prikaz) 427 A. Branković i S. Stupar Slika 7: Unos pravila za atribut Obezbjeđenje kredita 2D prikaz) 2.4. Unos slučajeva i korištenje znanja Nakon što su definirana sve pravila i automatski provjerena konzistentnost baze znanja, mogu se unositi slučajevi iz prakse, odnosno vršiti konsultacije sa sistemom zasnovanom na znanju. Unos slučajeva se vrši uz pomoć tabele (kartice) Cases u kojoj će svi slučajevi ostati evidentirani. Svaki slučaj se unosi pod nazivom (slučaj 1, slučaj 2..) ili pod identifikacionim brojem. Kod deduktivnog pristupa , koji je ovdje korišten, unose se samo konkretne vrijednosti nezavisnih atributa, koje se odnose na slučaj koji se trenutno obrađuje, a ne unose se vrijednosti zavisnih atributa i ishodišnog atributa. Nakon unosa jednog ili svih slučajeva (u našem primjeru 3 slučaja), bira se komanda Reason, ili se na meniju Knowledge management izabere komanda Dedudctive reasoning. 428 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Slika 8: Unos vrijednosti nezavisnih atributa za slučajeve iz prakse Ovom komandom se pokreće mehanizam zaključivanja sistema zasnovanog na znanju, koji na osnovu unesenih pravila, automatski generiše vrijednosti nezavisnih atributa, kao i vrijednost ishodišnog atributa. Kao sto se vidi na slici 2, u prvom slučaju, vrijednost ishodišnog atributa Zahtjev za kredit je nije kreditno sposoban, u drugom kreditno sposoban, u trećem kreditno sposoban a u četvrtom nije kreditno sposoban. Iako je svrha korištenja ekspertnog sistema, povećanje efikasnosti budućih odluka, na ovaj način se može provjeriti valjanost (učinkovitost) bilo koje već donesene odluke, za koju se već zna da li je bila uspješna ili ne. Stepen validnosti i relevantnosti znanja o procesu odlučivanja (načinu donošenja boljih odluka) ugrađenog u ovaj prototip ekspertnog sistema, može se procjenjivati na osnovu toga da li se rezultati već donesenih odluka, za koje se zna ishod, slažu sa rezultatima koje sugeriše ekspertni sistem. Ako se ovi rezultati podudaraju, to znači da se radi o visokom stepenu validnosti, odnosno relevantnosti znanja ugrađenog u ekspertni sistem, pa se na osnovu objašnjenja (explain komanda) uz pomoć ekspertnog sistema donose odluke, koje pokazuju pravila na osnovu koji se predlaže baš ta konkretna odluka (isto kao na slici 3). Ako npr. želimo objašnjenje, zašto je odluka sa nazivom „slučaj 1“ nije kreditno sposoban, uz pomoć komande explanation dobićemo odgovor koje je pravilo (kombinacija vrijednosti neposredno podređenih atributa) korišteno da bi se ta odluka donjela (slika 9). Na slici je to pravilo boldirano. Ako želimo saznati 429 A. Branković i S. Stupar koja su pravila korištena za odluku po nazivom „slučaj 2“, i to samo za atribut kolateral, taj ćemo atribut označiti na Rule Based Graph-u, a zatim birati komandu Explain (slika 10). Na slici su boldirane vrijednosti neposredno podređenih atributa, na osnovu čije kombinacije, je određena vrijednost atributa kolateral. Slika 9: Pravilo koje je korišteno da bi se dobio rezultat odluke za „Slučaj 1“ (Explanation) 430 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Slika 10: Pravilo koje je korišteno da bi se dobio rezlutat odluke za „Slučaj 2“ (Explanation) Vrijednosti ishoda moguće je provjeriti aktiviranjem naredbe Explain. Ova naredba označit će pravilo koje je korišteno za donošenje navedenog ishoda. Potpuni pregled svih slučajeva i njihova objašnjenja moguće je dobiti i na Rule based graph-u, prilagodbom prikaza (naredba View -> Customize): Slika 11: Provjera vrijednosti ishoda 431 A. Branković i S. Stupar Slika 12: Meni za izbor slučaja za objašnjenje dobijenih rezultata Za objašnjenje ishoda potrebno je kliknuti desnim dugmetom miša te odabrati naredbu Explain i naziv slučaja za koji tražimo objašnjenje. Nakon toga otvara se kartica Rules s označenim pravilom koje je aktivirano za zatraženi slučaj. Nakon unosa većeg broja zahtjeva moguće je generirati i Case Based graph pomoću kojeg je moguće otkriti koja su pravila najčešće korištena, kao i neke skrivene i neartikulirane odnose između atributa odluke. Slika 13: Objašnjenje rezultat za „Slučaj 1“ (Explain) 432 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Slika 14: Pravilo koje je aktivirano za zatraženi slučaj tj. „Slučaj 1“ 2.5. Prezentiranje baze znanja na Web-u Sastavljena baza znanja može se publicirati u HTML obliku kako bi bila lakše dostupna većem broju sudionika u procesu odlučivanja. Za ovu namjenu koristi senaredba File -> Export. Slika 15: Prvi korak publiciranja znanja Na dijaloškom prozoru moguće je odabrati više varijanti HTML dokumenta (jedna stranica ili više, različite boje i sl.) Nakon aktiviranja pritiskom na dugme OK, potrebno je navesti ime datoteke ukoju će se sačuvati dokument. 433 A. Branković i S. Stupar Slika 16: Export knowledge - Single page Slika 17: Export knowledge – Multiple pages Otvaranjem HTML datoteke omogućen je pristup za upisivanje slučajeva. U prikazu s više stranica dugme Next koristi se za prelazak na sljedeći atribut. Na 434 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 posljednjoj stranici ispisuje se donesena odluka kao i tekst opisa ako je bio uključen u bazu znanja. U prikazu s jednom stranicom potrebno je upisati sve poznate atribute i zatim pritisnuti dugme Reason. U slučaju da nema dovoljno podataka ishod glasi unknown. 3. REZULTATI ISTRAŽIVANJA 3.1. Prikaz sažetog modela odlučivanja za ocjenu kreditne sposobnosti Sažeti model ekspertnog sistema za ocjenu kreditne sposobnosti najbolje možemo pojasniti iz Rule Based Graph-a (Grafikon 1), koji smo dobili deduktvnom metodom. Deduktivnu metodu koristimo kada imamo dovoljno informacija i znanja da donesemo originalnu odluku. Te informacije u našem slučaju predstavljaju faktore koji su bitni da bi se kvalitetno ocjenila kreditna sposobnost pravnog lica. Da bi rezultat istraživanja bio pozitivan tj.da bi kredit bio odobren, potrebno je da obavezno je zadovoljiti slijedeće faktore: pokazatelj uspješnosti poslovanja, pokazatelj zaduženosti, pokazatelj aktivnosti i obezbjeđenje kredita, kao i većinu podfaktora nevedenih faktora. Pokazatelj uspješnosti poslovanja daje uvid u likvidnost, rentabilnost, profitabilnost i ekonomičnost podnosioca zahtjeva. Pokazatelj zaduženosti predstavlja strukturu kapitala podnosioca zahtjeva. Pokazatelj aktivnosti predstavlja efikasnost korištenja raspoloživih sredstava u ostvarivanju prihoda preduzeća. Obezbjeđenje kredita može biti hipoteka, žirant i mjenica, s tim da je hipoteka najpouzdanija od navedenih,pogotovo kada su u pitanju veći iznosi. 435 A. Branković i S. Stupar 3.2. Prikaz rezultata primjene prototipa ES za ocjenu kreditne sposobnosti pravnih lica na konkretnim podacima Slika 18: Primjer sa konkretnim podacima kada se kredit odobrava Sa slike 17. se vidi da je zahtjev za kredit odobren. Ako posmatramo parametre koji su upisani, možemo primjetiti da je većina parametara pozitivna. Samo jedan od parametara i to koeficijent opšte likvidnosti je „zadovoljavajući“. U ovom primjeru je pokazatelj rentabilnosti „odličan“, što znači da je podnosioc zahtjeva imao odličnu dobit uz minimalno uložena sredstva. Pokazatelj opšte likvidnosti je „zadovoljavajući“ što znači da podnosioc zahtjeva u mogućnosti izmiriti većnu kretkoročnih obaveza. Sljedeći pokazatelj je koeficijent vlastitog finansiranja, je 50 %, što implicira da je polovina imovine finansirana iz vlastitog kapitala, a 50 % iz tuđihz sredstava, poželjno je 50 % i više vlastitog kapitala. 436 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Odnos duga i glavnice u našem primjeru je srednje vrijednosti, što predstavlja da je podnosioc zahtjeva trenutno u mogućnosti vraćati posuđena sredstva. Stupanj pokrića I i stupanj pokrića II su vrlo dobri, iz čega možemo zaključiti da se većina dugoročnih izvora podnosioca zahtjeva koristi za finansiranje kratkotrajne imovine.Koeficijent zaduženosti je u ovom slučaju je mali, što znači da je podnosioc veoma malo svoje imovine nabavio zaduživanjem. Veoma dobar pokazatelj ekonomičnosti znači da podnosioc zahtjeva ima dobar omjer prihoda nad rashodima. Pokazatelj profitabilnosti indicira da podnosioc zahtjeva ima odličan povrat uloženog kapitala.U ovom slučaju obezbjeđenje kredita je sigurna hipoteka i mjenica potpisana od strane dva fizička lica. Pokazatelj aktivnosti u ovom slučaju je odličan, što govori da podnosioc efikasno koristi raspoloživa sredstva. Slika 19: Primjer sa konkretnim podacima kada se kredit ne odobrava Sa slike 18. može da se vidi da zahtjev za kredit nije odobren. Ako posmatramo parametre koji su upisani, možemo primjetiti da je većina parametara negativna, neprihvatljiva za odobravanje kredita. 437 A. Branković i S. Stupar U ovom primjeru je pokazatelj rentabilnosti „slab“, što znači da je podnosilac zahtjeva imao slabu dobit iz sredstava koja je uložio. Pokazatelj opšte likvidnosti je „nezadovoljavajući“ što znači da podnosioc zahtjeva nije u mogućnosti izmiriti većnu kretkoročnih obaveza. Sljedeći pokazatelj je koeficijent vlastitog finansiranja, je 20 %, što implicira da je dvadeset % imovine finansirana iz vlastitog kapitala, a 80 % iz tuđihz sredstava, poželjno je 50 % i više vlastitog kapitala. Odnos duga i glavnice u našem primjeru je visoke vrijednosti, što predstavlja da je podnosioc zahtjeva trenutno nije u mogućnosti vraćati posuđena sredstva. Stupanj pokrića I je zadovoljavajući, a Stupanj pokrića II je loš, iz čega možemo zaključiti da se jako malo dugoročnih izvora podnosioca zahtjeva koristi za finansiranje kratkotrajne imovine. Koeficijent zaduženosti je u ovom slučaju veoma visok, što znači da je podnosilac zahtjeva za kredit, mnogo svoje imovine nabavio zaduživanjem. Zadovoljavajući pokazatelj ekonomičnosti znači da podnosilac zahtjeva ima loš omjer prihoda nad rashodima. Pokazatelj profitabilnosti indicira da podnosilac zahtjeva ima nezadovoljavajući povrat uloženog kapitala. U ovom slučaju obezbjeđenje kredita je hipoteka, koja je slaba i sopstvena mjenica. Pokazatelj aktivnosti u ovom slučaju je nezadovoljavajući, što govori da podnosioc loše koristi raspoloživa sredstva. 4. ZAKLJUČAK Za izgradnju prototipa ekspertnog sistema za ocjenu kreditne sposobnosti, ali i budućih poslovnih odluka, u ovom radu korišteno je znanje eksperata tj. kreditnih referenata iz više banaka u Bosni i Hercegovini. Radi se o jednom univerzalno primjenljivom modelu odlučivanja, čije su osnovne ideje, uz primjenu pravila formaliziranja i strukturiranja znanja Doctus Knowledge Based System Shell-a, ugrađene u bazu znanja ekspertnog sistema, se dođe do što tačnije procjene kreditne sposobnosti. Korisnost ovako izgrađenog ekspertnog sistema je višestruka. 438 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Kao prvo, on pomaže donosiocima odluka u vremenskom skraćenju procesa odlučivanja, jer im nudi pouzdanu metodologiju za donošenje kvalitetnijih odluka. Drugo, kod evaluacije već donesenih odluka bez računarske podrške (gdje se zna ishod, odnosno kvalitet odluke), ekspertni sistem pruža mogućnost donosiocima poslovnih odluka da uporede način donošenja odluke i dobivene ishode bez podrške ekspertnog sistema sa načinom donošenja odluke i dobivenim ishodima, uz pomoć ekspertnog sistema i da eliminišući greške iz prošlosti, stalno unaprjeđuju proces donošenja odluka. Treće, na osnovu uočenih grešaka ili nesavršenosti, može se unaprijediti i sam ekspertni sistem, koji će uz novu (potpuniju) bazu znanja, više i kvalitetnije pomagati donosiocima odluka u njihovim budućim odlukama. Upravo to predstavlja četvrti, a možda i ključni aspekt u poboljšanju kvaliteta odlučivanja uz podršku ekspertnog sistema. I na kraju, peti aspekt korisnosti ekspertnog sistema, jeste mogućnost uočavanja (nakon velikog broja unesenih slučajeva) nekih skrivenih i neartikuliranih odnosa između atributa odluke, odnosno mogućnost otkrivanja tzv. prećutnog (tacit) znanja. U procesima donošenja odluka, računari i ljudi se prirodno dopunjavaju, na taj način što su kompjuteri nenadmašni u obradi mase podataka (pogotovo kad je u pitanju simultana i paralelna obrada podataka), dok su ljudi nezamjenjivi u komuniciranju zasnovanom na nepotpunim podacima, prosuđivanju i sl. Međutim da bi se kompjuteri mogli neposredno upotrijebiti u podršci procesu odlučivanja, donosioci odluka (menadžeri) moraju znati kako se rješava problem odlučivanja, a postupak rješenja problema odlučivanja, mora se moći izraziti putem algoritma, da bi se nakon toga mogao isprogramirati na kompjuteru. U svim ovakvim slučajevima procedura rješenja problema odlučivanja, ili tačnije donošenje odluke, u potpunosti je definisana i unosom podataka u kompjuterski isprogramiran model rješenja problema, automatski se donosi odluka. Ekonomska ograničenja su ograničenja mogućnosti konsultovanja stručnjaka različitih profila, da bi se donijela kvalitetna odluka. Pored direktnih cijena usluga pomenutih stručnjaka, povećava se i cijena njihove međusobne 439 A. Branković i S. Stupar komunikacije i koordinacije. I na kraju, vremenska ograničenja su jedan od mogućih uzroka grešaka u procesu odlučivanja, a odnose se na nemogućnost razmatranja svih potrebnih informacija, te nemogućnost uspješnog rješavanja svih relevantnih problema u zadatom roku. LITERATURA Baračkai Z., Velencei J., & Dorfler, V. (2005). Reductive Reasoning. Montenegrin Journal of Economics, 1(1), 59-66. Baračkai,Z. (2003). (2009, August 27). Podrška inteligentnog poslovnog odlučivanja, Dostupno na http:www.doctus.hu. Bohanec, M., & Rajkovič, V. (1990). Decision Support using DEX, an Expert system shell for Multi-Atribute Decision Making. U M. Andrić (urednik), Ekonomika i izgradnja informacionih sistema, Mostar, svibanj 1990, Ekonomski fakultet u Mostaru, Ekonomski fakultet u Sarajevu, Sarajevo. Bratko I. (1980). Inteligentni informacijski sistemi., (skripta), Fakulteta za elektrotehhniko v Ljubljani, Ljubljana. Harmon, P., & King, D. (1985). Expert Systems: Artificial Intelligence in Business. John Wiley & Sons, New York. Stupar, S., (2008). Evaluacija kvaliteta poslovnih odluka uz pomoć ekspertnog sistema zasnovanog na ljusci Doctus, (engl. „Quality evaluation of manager’s decisions by using expert system shell Doctus“). Zbornik radova ekonomskog fakulteta u Sarajevu, 28/2008, Ekonomski fakultet u Sarajevu, Sarajevo. Vlahović, N. (2003/2004, January 27). DoctuS-tutorial, Ekonomski fakultet Zagreb, dostupno na http://www.odluka.com/Doctus/Doctus_download.asp. 440 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 The Use of Social Media Advertising by B&H Companies Dr. Azra Branković International University of Sarajevo Dr. Savo Stupar University of Sarajevo Mirza Muhić University of Sarajevo ABSTRACT The aim of this paper is to demonstrate whether Bosnian and Herzegovinian companies advertise their products and services through social networks, how often, to what extent and what do they gain from it. Companies operating in today’s dynamic and turbulent conditions must promptly react to impulses received from their operating environments, constantly changing due to competition, globalization, legislation and the introduction of new production technologies, amongst other things. One important factor for the operations of any company is the marketing environment, which, during the past few decades, has become a field which companies must pay special attention to. Since advertising represents the most visible and tangible aspect of marketing, the focus of the research will regard such activities. Historically, the media, which have been the means for advertising or sending marketing (commercial) messages, have changed along with technological advancements. The advertising pioneers were print media (newspapers, magazines and posters), but as technology developed, new media were used, such electronic media (radio and television) and in more recent time the internet - websites and social networks, the popularity of which at this moment is soaring. The contribution of this paper in theory and practice is relevant for the entire production and service sector, and it will help BiH’s companies to see the significance and advantages of advertising through social networks, and improving the quality of such process. Key words: Internet Advertising, Social Networks, Competitiveness of B&H Companies. 441 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić 1. UVOD Kompanije koje posluju u savremenim i vrlo promjenjivim uslovima moraju brzo reagovati na impulse koje odašilje okruženje u kojem posluju. Konkurencija, globalizacija, zakonske regulative, uvođenje novih tehnologija u proizvodnji samo su neki od faktora koje okruženje čine takvim. Jedan od bitnih faktora u poslovanju kompanija je marketinško okruženje koje u posljednjih nekoliko decenija predstavlja područje na koje kompanije moraju obratiti posebnu pažnju. Pošto oglašavanje predstavlja najvidljiviji i najopipljiviji dio marketinga, fokus istraživanja će biti u vezi s tim aktivnostima. Marketinško okruženje se danas jako brzo mijenja, a kompanije koje ne mogu da se prilagode tim promjenama zauvijek nestaju sa biznis mape. Kroz istoriju su se sa napretkom tehnologije mijenjali i mediji putem kojih se vršilo oglašavanje, odnosno slanje marketinških/ reklamnih poruka. Pioniri u oglašavanju bili su printani mediji (novine, magazini i plakati) a kako je tehnologija napredovala tako su korišteni i novi mediji poput elektronskih (radio i televizija) te u novije vrijeme internetskih medija; web stranice i društvene mreže koje su relativno nov izum i čija je popularnost ovog momenta doseže svoj vrhunac. Ovaj rad treba da pokaže da li bosanskohercegovačke kompanije vrše oglašavanje svojih proizvoda i usluga na društvenim mrežama, te koliko često i u kojem obimu to čine te kakvu korist stiču na osnovu toga. Doprinos ovog rada je relavantan i važan za cjelokupan proizvodni i uslužni sektor privrede i pomoći će BH kompanijama da uvide značaj i prednosti oglašavanja na društvenim mrežama. Istraživanje će pokaziti koje kompanije u Bosni i Hercegovini i u kojoj mjeri koriste društvene mreže kao medij za oglašavanje te razloge zbog kojih se kompnije oglašavaju, odnosno ne oglašavaju na društvenim mrežama. 2. ONLINE OGLAŠAVANJE Nastankom interneta kao globalne kompjuterske mreže otvorio se prostor za nastanak potpuno novih kanala marketing komuniciranja. Već na samom početku pojavila su se i pravila i uslovi korištenja interneta a samim tim i pravila kada je riječ o online oglašavanju. U početku reklamiranje i bilo kakve komercijalne i ekonomsko-propagandne poruke bile su zabranjene. Dvije američke kompjuterske mreže koje su bile preteča interneta, ARPANET i NSFNet zabranjivale su bilo kakve komercijalne aktivnosti profitnim organizacijama (National Science Foundation, 1988). Ova odluka ukinuta je 1991. godine. Te godine nastaje i prva web stranica a ubrzo počinje i online oglašavanje koje manje- 442 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 više u istoj formi postoji i danas, bar kada je riječ o oglašavanju na web stranicama. Online oglašavanje danas predstavlja brzo rastući biznis čija se vrijednost mjeri u milijardama, pa je tako ukupna vrijednost online oglašavanja u prvoj polovini 2013. godine iznosila 20,1 mlijardu američkih dolara što je porast od 17,8% u odnosu na isti period 2012. godine (IAB, 2013). Rast koji internet oglašavanje ima kao industrijska grana u prosjeku iznosi oko 15% na godišnjem nivou. Web oglašavanje odnosno oglašavanje na web stranicama ili „display advertising“ kako se još u literaturi može naći je jedan od najzastupljenijih i najvidljivijih načina online oglašavanja. Danas su web stranice koji ne sadrže neki vid oglasa zaista rijetkost jer njihovi vlasnici, iako možda nemaju za cilj ostvarivanje profita moraju pokriti troškove održavanja koji se ogledaju u redovnom ažuriranju i plaćanju web hostinga i domene. Web oglašavanje najizraženije je na informativnim i sportskim portalima, međutim, i ostale vrste web stranica nisu „pošteđene“, bez obzira da li se radi o stranicama koje su napravljene u profitne ili neprofitne svrhe. Pored web oglašavanja, razvio se i jedandrug kanal online marketing komuniciranja, a to je e-mail advertising odnosno reklamiranje putem elektronske pošte. Prvi primjer oglašavanja putem e-maila seže u 1978. godinu kada je marketar kompanije DEC (Digital Equipment Corporation), Gary Thuerk poslao pismo većini korisnika ARPANET mreže sa zapadne obale SAD-a u kojem je reklamirao novi model kompjutera koji proizvodi DEC (Templeton, 2014). Vrlo brzo e-mail je bio jedan od glavnih alata kompanija kada je u pitanju ne samo oglašavanje već i cjelokupno marketing komuniciranje sa svojim klijentima. Reklamni mail može biti poslan nasumično i bez ciljanja kada kompanije od merketing agencija otkupljuju kontaktakte kupaca pa samim tim i mail adrese. Tada se zbog niskih troškova kompanije odlučuju na takav potez, međutim, doseg je upitan jer većin takvih mailova najčešće prolazi kroz filtere servisa koji nude email usluge te ta pošta završi u folderu junk mail koji služi za odvajanje neželjene i sumnjive pošte. Da bi se takvo nešto izbjeglo kompanije danas prave baze podataka svojih kupaca u kojima obavezno pored osnovnih informacija upisuju i e-mail adrese svojih kupca koji su pristali da budu pretplatnici na novosti iz kompanije, tj. pristaju da budu obajveštavani o akcijama, popustima, promocijama i sl. 443 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić Danas se e-mail oglašavanje jednim dijelom veže i za web oglašavanje, a to je najčešće u slučajevima registracije korisnika na web portale koji se bave kupoprodajom. Najbolji primjer takvog oglašavanja u Bosni i Hercegovini je ekupon.ba, stranica namjenjena grupnoj kupovini koja ponude šalje putem e-maila svim registrovanim korisnicima pored toga što su iste objavljene i na web stranici. Na taj način, e-kupon povećava moućnosti da informacije dođu i do korisnika koji ne tako često otvaraju njihovu web stranicu u potrazi za ponudama za kupovinu. Dalji razvoj informacionih tehnologija otvorio je još neke kanale online marketing komuniciranja. Razvoj mobilne tehnologije donosi i mobilni marketing. Postoje 4 vida mobilnog oglašavanja a to su: oglašavanje kroz SMS, pretraživanje, web i aplikacije. Počeci mobilnog marketing počinju razvojem GSM mreže. Tada su kompanije u saradnji sa telekom operaterima slale velike količine SMS poruka svojim kupcima i potencijalnim kupcima do čijih bi brojeva stigli kroz primarne ili sekundarne baze podataka. Nastankom smart telefona i razvoj sofisticiranijih softvera dolazi do postepenog izbacivanja iz upotrebe SMS oglašavanja. Najčešći vid ispoljavanja mobilnog oglašavanja vrši se kroz oglase u vidu bannera unutar Android i IOS aplikacija. Iako postoje aplikacije za čiju upotrebu je potrebno platiti određeni iznos novca, mogućnost oglašavanja dovela je do pojave velikog broja besplatnih aplikacija za mobline telefone čiji su autori pronašli mogućnost pokrivanja troškova održavanja ali i pristojne zarade. Četvrti vid online marketing komuniciranja i oglašavanja kao njegovog najvidljivijeg dijela odnosi se na društvene mreže. Ovaj kanal realtivno je nov; društvene mreže u obliku u kakvom ih danas poznajemo postoje svega desetak godina. Iako su društvene mreže relativno nova pojava veliki broj internet korisnika je prisutan na njima. Prema podacima Pew Research Centre-a, čak 74% punoljetnih ineternet korisnika koristi Facebook koji trenutno predstavlja najpopularniju društvenu mrežu, dok Twitter koristi oko 19% od ukupnog broja punoljetnih internet korisnika (Pew Research Center, 2014). Ukupan broj korisnika društvenih mreža u svijetu prema podacima portala „Statista“ iznosi preko 1,82 milijarde6. Imajući u vidu da društvene mreže koristi više od petine ukupnog svijetskog stanovništva nameće se zaključak kako je ovo veoma jako i sofisticirano marketinško sredstvo čije se mogućnosti iz dana u dan unapređuju. 444 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Slika 1: Primjeri mobilnog oglašavanja Source: Innovative Solution, 2014 3. OGLAŠAVANJE NA DRUŠTVENIM MREŽAMA Društvene mreže imaju nekoliko uloga u današnjem društvu. Prva uloga je ona zbog koje su i nastale a to je povezivanje ljudi, bilo da se radi o obnavljanju starih prijateljstava ili sklapanju novih. Od sredstva besplatne komunikacije, društvene mreže tokom svog razvoja poprimale su i ulogu mjesta zabave, mjesta na kojem korisnici mogu podijeliti svoje slike i videa, mišljenja kao i igrati igrice. S obzirom na kompleksnost i njihovih potreba za održavanjem kao i potencijala koje nude, društvene mreže dobile su jednu sasvim novu ulogu. Naravno, radi se o njihovoj komercijalizaciji koja se samo po sebi nametnula zbog gore navedenih razloga. Samo je pitanje vremena bilo kada će biznis prepoznati društvene mreže kao poligon koji omogućava njegovo proširenje i napredovanje. Kao i svaki medij i sredstvo javne komunikacije, i društvene mreže postale su mjesto na kojem su marketing, prodaja i PR žestoko aktivni. Dakle, društvene mreže osim zabavne i komunikacijske uloge imaju i komercijalnu ulogu koja je dobijena zahvaljujući stručnjacima iz oblasti marketinga koji su prepoznali ogromni potencijal društvenih mreža za predstavljanje svojih biznisa i oglašavanje kao i ostale vidove marketing komuniciranja. Koliko je zapravo uloga društvenih mreža u svrhu biznisa pokazuje i Forbesovo istraživanje provedeno 2012. godine u SAD-u ističući nekoliko činjenica: 445 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić • • • • • 94% svih biznisa koji imaju odjeljenje marketinga koriste sruštvene mreže kao marketinšku platformu 60% marketara posvećuje ekvivalent cjelodnevnom radu u razvoju i održavanju marketinga na društvenim mrežama 43% ljudi starosti 20-29 godina provodi više od 10 sati sedmično u korištenju društvenih mreža 85% od ukupnog broja kompanija prihvata društvene mreže kao dio marketnig strategije, a broj ovih kompanija ima rastući trend 58% kompanija koje su koristile društvene mreže u protekle 3 godine su zabilježile porast prihoda Ipak, postoje određena mišljenja o negativnom sociološkom uticaju društvenih mreža. Profesor Steven Strogatz sa univerziteta Cornell tvrdi da društvene mreže stvaraju stvaraju lažan osjećaj povezanosti te da je sve teže naći razliku između cyber odnosa i odnosa u pravom životu što dovodi do toga da odnosi među ljudima ubrzano slabe. Pored toga, još jedna od negativnih pojava na društvenim mrežama je „cyber bullying“ što u doslovnom prevodu znači nasilništvo u viralnoj realnosti. Jeff Glor, novinar američke televizijske kuće CBS News u prilogu objavljenom 29.10.2014. iznjeo je podatak da je čak 42% mladih izloženo nekom obliku nasilja kojeg dolazi preko društvenih mreža (CBSNews, 2014). Postoje destine optužbi na račun društvenih mreža pripisivajući ima razne negativne sociološke efekte, međutim, optužbe o narušvanju privatnosti koje se iznose redovno od njihovog nastanka pa do danas nije svijtsku javnost ostavilo ravnodušnom. Najviše se zamjera tvorcima društvenih mreža koji ili nisu omogućili dovoljno dobre sigurnosne postavke ili svoje korisnike nisu adekvatno upoznali sa istim. 4. ISTRAŽIVANJE OBIMA I VRSTE OGLAŠAVANJA BH KOMPANIJA NA DRUŠTVENIM MREŽAMA 4.1. Plan istraživanja Kako je i navedeno u uvodnom dijelu rada, rad ima za cilj da prikaže koliko bosansko-hercegovačke kompanije koriste društvene mreže u cilju oglašavanja, razloge zbog kojih to čine, te koliku direktnu i indirektnu korist ostvaruju od toga. Sumirano, nastojalo se ispitati koje su to kompanije koje se oglašavaju, iz kojih sektora dolaze, na kojim društvenim mrežama se oglašavaju, te koje od ponuđenih usluga koriste i u kojem obimu. 446 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Prvi dio istraživanja odnosi se na profiliranje kompanija te ispitivanje njihovih stavova po pitanju društvenih mreža i oglašavanja na istim. Drugi dio istraživanja odnosi se na kompanije koje već imaju iskustva u oglašavnju na društvenim mrežema ili se trenutno oglašavaju, ispitujući vrste usluga kojima se koriste, obim oglašavanja, te da li postoje mjerljivi ili nemjerljivi (nevidljivi) efekti kao posljedica oglašavanja. 4.2. Analiza i ocjena dobijenih rezultata Pripremljeni upitnik upućen je u preko 140 kompanija, sa očekivanim povratom od 75 procenata. Nakon većeg proja ponovljenih dostava upitnika, te odbacivanja nepopotpunog i neprihvatljivog materijala, za potrebe istraživanja uzet je uzrak od n=100 kompanija. Od tog broja, njih 47% pripada malim preduzećima, 38% srednjim i 15% velikim preduzećima. Grafikon 1: Struktura uzorka prema veličini preduzeća Prema vrsti djelatnosti kojom se bave preduzeća uzeta za istraživanje 52% otpada na uslužna preduzeća, 30% na trgovinska i 18% na proizvodna preduzeća. Procentualni odnos djelatnosti u strukturi uzorka uveliko odovara strukturi privrede Bosne i Hercegovine. 447 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić Grafikon 2: Struktura uzorka preduzeća prema djelatnost Kada je riječ o samoj promociji, neupitno je da se bosanskohercegovačke kompanije svjesne važnosti marketinške promocije. Sa tvrdnjom da „za uspjeh u biznisu nisu samo dovoljni kvalitetni proizvodi i stručno osoblje, potrebna je i adekvatna marketinška promocija“ apsolutno se slaže 85% ispitanih dok se sa ovom tvrdnjom djelimično slaže njih 12%. Grafikon 3: Važnost adekvatne marketinške promocije 448 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Kada je u pitanju reputacija kompanije i imidž koji grade, 80% anketiranih kompanija apsolutno se slaže sa tvrdnjom da je važno šta njihovi klijenti i šira javnost misli o njima. Njih 14% djelimično se slaže sa tom tvrdnjom, dok svega 6% nema stav. Grafikon 4: Važnost reputacije kompanije Kod poređenja klasičnih kanala komunikacije sa internetom kao kanalom komunikacije sa kupcima mišljenja su podijeljena. Čak 40% ispitanika djelimično se ne slaže sa tvrdnjom da je internet kao kanal marketinške komunikacije efikasniji od klasičnih, dok se djeli– mično 35% slaže sa ovom tvrdnjom. Među ispitanicima je 12% onih koji se apsolutno slaže sa ovom tvrdnjom, te 7% onih koji se apsolutno ne slažu sa ovom tvrdnjom, dok 6% njih nema stav. Grafikon 5: Internet kao kanal markentiške komunikacije 449 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić Manji broj učesnika istraživanja, njih 39% djelimično se slaže sa tvrdnjom da društvene mreže predstavljaju dobar poligon za predstavljanje njihovih proizvod ili usluga, dok je situacija po pitanju mišljenja o mogućnosti izgradnje svijesti o brendu drugačija, jer čak 60% ispitanika se djelimično ne slaže sa tvrdnjom da „društvene mreže predstavljaju alat pomoću kojih je moguće vršiti brendiranje proizvoda/usluga“, dok ih se svega 17% djelimično slaže sa ovom tvrdnjom. Grafikon 8: Društvene mreže kao poligon za predstavljanje novih proizvoda/usluga i alat za brendiranje Ispitujući pristunost kompanija na internetu, istaživanje je pokazalo da 78% kompanija koje su obuhvaćene istraživanjem posjeduje vlastitu web stranicu. Istraživanje je pokazalo da bosanskohercegovačke kompanije imaju iskustva kada je u pitanju oglašavanje u digitalnim kanalima komunikacije (ne računajući društvene mreže u ovom dijelu istraživanja). Čak 79% ispitanika je odgovorilo da je njihova kompanija bar jednom u toku njenog postojanja koristila web stranice, portale, forume ili aplikacije za mobilne telefone za oglašavanje vlastitih proizvoda/usluga. 450 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Ključno pitanje ovog istraživanja odnosi se na to koliko zapravo bosanskohercegovačke kompanije koriste ili su koristile društvene mreže za oglašavanje ili druge vidove marketing komunikacije. Činjenica je da se 48% kompanija bar jednom u toku svog postojanja okušalo u oglašavanju na društvenim mrežama. Međutim, broj kompanija koje su u momentu sprovođenja ovog istraživanja imale aktivne kampanje ili neke akcije na društvenim mrežama nešto je niži. Njih 42% je odgovorilo da trenutno koristi neku od usluga oglašavanja na društvenim mrežama. Kada je riječ od društvenim mrežama koje su korištene, apsolutnu prednost ima Facebook, kojeg je koristilo 77% preduzeća. Slijede ga YouTube sa 45%, Twitter sa 15%, Google+ sa 6 i Linkedin sa svega 2%. Na ovo pitanje odgovarali su svi firme - ispitanici koji imaju neko iskustvo sa društvenim mrežama, bilo da ih sada koriste ili su ih nekada koristili. Ostale društvene mreže koje su bile ponuđene u odgovorima nisu korištene od strane preduzeća koja su obuhvaćena uzorkom. Grafikon 9: Procenat korištenja društvenih mreža Među onima koji su koristili društvene mrže najviše je koristilo bannere koje vode na njihove stranice, njih čak 85%; Google Ads 72%, unaprijeđenje besplatnih vidova promocije 41%, te video oglase 32% ispitanika. 451 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić Grafikon 10: Korištenje usluga na društvenim mrežama Istražujući vremensko prisustvo bosansko-hercegovačkih kompanija na društvenim mrežama jasno se da zaključiti kako je upotreba društvenih mreža u svrhe biznisa u Bosni i Hercegovini relativno nova pojava, te se da naslutiti da će se u budućnosti prisustvo bosansko-hercegovačkih kompanija u budućnosti rapidno povećavati. Svega 8% ispitanika tvrdi da je njihova kompanija na društvenim mrežama prisutna preko 3 godine, dok 12% ispitanika tvrdi da je njihova kompanija prisutna na društvenim mrežama do 3 godine. Na preiod prisutnosti do 2 godine izjasnilo se 32% ispitanika, dok na preiod prisutnosti do jedne godine otpada 38%. Grafikon 11: Vremensko prisustvo bosanskohercegovačkih kompanija 452 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 U ovom istraživanju u obzir su uzeti i budžeti koje kompanije na mjesečnom nivou izdvajaju za digitalno oglašavanje. Većina ispitanika, njih 35% na mjesečnom nivou za digitalno oglašavanje koje pored oglašavanja na društvenim mrežama ubraja i oglašavanje na drugim web stranicama, portalima, forumima i sl. izdvaja 1.000 do 3.000 konvertibilnih maraka, što na godišnjem nivou iznosi 12.000 do 36.000 konvertibilnih maraka. Grafikon 12: Iznos mjesečnog budžeta za oglašavanje na društvenim mrežama Samo 23% kompanija tokom cijele godine sprovodi kampanju oglašavanja na društvenim mrežama. Najviše je onih kompanija koje se oglašavaju u vrijeme praznika i godišnjih odmora (41%), te onih kompanija koje oglašavanje vrše sporadično tj. u rijetkim prilikama kada su u toku popusti i akcije (28%). Grafikon 13: Vremenski period oglašavanja na društvenim mrežama 453 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić Treba napomenuti da su u rad komapnija po pitanju oglašavanja uključene i marketinške agencije koje u 39% slučajeva rade posao pripreme, odabira mreža, savjetovanja i postavljanja sadržaja na društvene mreže. U 46% slučajeva kompanije taj posao obavljaju samostalo, dok se preostalih 15% odnosi na kompanije koje kombinuju rad svojih uposle– nika i marketinških agencija. Grafikon 14: Struktura uključenosti subjekata u poslovima oglašavanju na društvenim mrežama Kada su u pitanju ciljevi koje kompanije žele da postignu, većih odstupanja nema. Iz rezultata se da zaključiti da većina kompanija ima više ciljeva koje želi ispuniti dok je mali broj njih fokusirano na samo jedan cilj. Grafikon 15: Ciljevi oglašavanja na društvenim mrežama 454 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Daljnji predmet ovog istraživanja bio je ispitivanje stavova vezanih za kvalitet usluga koje nude društvene mreže te ispunjenje ciljeva koji proizilaze iz kampanja oglašavanja. Sa trvdnjom da društvene mreže koriste jasne alate koji su pristupačni svim vrstama korisnika djelimično se ne slaže čak 43% ispitanika, dok se njih 18% apsolutno ne slaže sa ovom tvrdnjom. Da se zaključiti da uposlenici većine kompanije imaju problema sa razumje– vanjem načina rada alata, a ti problemi proizilaze iz nedovoljnog poznavanja stručne terminologije na engleskom jeziku, upotrebom terminologije koja je u određenim slučaje– vima jasna samo kreatorima alata te korištenju velikog broja skraćenica. Grafikon 16: Pristupačnost alata na društvenim mrežama (Alati koji društvene mreže nude jasni su i pristupačni su svim korisnicima?) Gledajući društvene mreže kroz finansijsku prizmu 37% ispitanika djelimično se slaže sa tvrdnjom da su iste povoljnije u odnosu na klasične kanale komuniciranja poput radija, televizije i novina. Uzimajući u obzir i druge stavove može se reči da je mišljenje podije– ljeno po pitanju finansijske povoljnosti. Ipak, kada govorimo o postizanju zadatih ciljeva, može se reći da su oglašivači u neku ruku zbunjeni jer njih čak 43% ne može sa sigurnošću reći da li su njihovi ciljevi ispunjeni niti koji su to ciljevi ukoliko se radi o kompanijama koje su sebi u kampanji oglašavanja postavili više ciljeva. Razlog ovakvog mišljenja leži u nedovoljnom poznavanju rada sa analitičkim alatim i 455 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić nemogućnošću povezivanja eventualnog rasta prodaje ili prihoda od prodaje sa izvorima istih, tj. kompanije nisu sasvim sigurne da li to povećanje dolazi kao posljedica oglašavanja na društvenim mrežama i uticaja na svijest kupca ili to povećanje dolazi zbog nekih drugih faktora kao što su oglašavanje kroz klasične kanale oglašavanja, sniženje cijene proizvoda, povećanje životnog standarda njihovih kupaca ili nekih drugih faktora. Da ima uspješnih slučajeva pokazuje i to da se 20% ispitanika djelimično slaže sa tvrdnjom da je oglašavanje na društvenim mrežama pomoglo u ispunjenju cilja/ciljeva. Grafikon 17: Finansijska povoljnost oglašavanja (Oglašavanje na društvenim mrežema je sa finansijske strane povoljnije je od oglašavanja kroz klasične kanale komunikacije?) Prema iskustvima ispitanika možemo doći do zaključka da je dosadašnje oglašavanje bosanskohercegovačkih kompanija bilo poprilično uspješno. Da je oglašavanje bilo djelimično uspješno samtra 46%, dok je njih 35% oglašavanje svoje kompanije ocijenilo kao uspješno. Što se tiče ekstrema samo 1% ispitanika ocijenilo je oglašavanje kao jako neuspješno, nasuprot 11% njih koji su oglašavanje ocijenili kao apsolutno uspješno. Ipak,77% ispitanika smatra da bi se prilikom oglašavanja u budućnosti kroz kreiranje novih kampanja i redefinisaninjem zadatih parametara taj uspjeh mogao povećati. 456 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 Grafikon 18: Postizanje ciljeva kompanije (Oglašavanje na društvenim mrežama pomoglo je u postizanju ciljeva kampanje?) 4.3. Predviđanje budućih tendencija Istraživanje je pokazalo da su bosanskohercegovačke kompanije djelimično upoznate sa društvenim mrežama i načinom na koje one funkcioniraju. Također, rezultati su pokazali da kompanije u određenoj mjeri koriste društvene mreže kada je upitanju oglašavanje, ali da i dalje ne shvataju u potpunosti mogućnosti koje nose društvene mreže, bilo da se radi o plaćinim ili besplatnim vidovima promocije. S obzirom na sve veću upotrebu informacionih tehnologija i društvenih mreža u poslovanjima kompanija možemo očekivati da će se broj kompanija koje se oglašavaju na društvenim mrežama povećati kao i iznosi budžeta predviđenih za ovakve tipove aktivnosti. Takva očekivanja proizilaze iz činjenice da je veliki broj ispitanika u istraživanju smatra da se u budućnosti njihove kapmanje mogu bolje pripremiti i organizovati. 5. ZAKLJUČAK Ovaj rad se bavi oglašavanjem bosansko-hercegovačkih kompanija na društvenim mrežama. Glavno problemsko područje ovog rada može se podijeliti u dvije oblasti. Prva oblast odnosi se na oglašavanje bosanskohercegovačkih kompanija na društvenim mrežama i njihov izbor, dok se druga 457 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić oblast bavi razlozima oglašavanja kompanija na društvenim mrežama, ciljevima njihovih kampanja te njihovom uspješnošću. U uvodnom dijelu, postavljeni su ciljevi ovog rada: • • • • Ispitati u kojoj mjeri se koriste društvene mreža kao medij za oglašavanje Ispitati kojim intenzitetom se oglašavaju te koliko ulažu u digitalni marketing Steći uvid u listu najpopularnijih mreža Ispitati zadovoljstvo kompanija i ispunjenje njihovih ciljeva Grafikon 19: Ocjena uspješnosti oglašavanja na društvenim mrežama Kroz istraživanje je dokazano da bosansko-hercegovačke kompanije nedovoljno koriste društvene mreže za oglašavanje, te da nije moguće pouzdno izmjeriti u kojoj to mjeri utiče na poslovanje tih kompanija, tj. nije moguće sa sigurnošću ocijeniti koji su to mjerljivi i nemjerljivi efekti za kompanije koje su koristile ovaj vid oglašavanja. Pored toga, dokazano je i da bosanskohercegovačke kompanije, društvene mreže percipiraju kao dobar poligon za predstavljanje i promociju njihovih proizvoda/usluga, dok znatno manji broj njih 458 Druga internacionalna konferencija društvenih nauka u Sarajevu 17-20 Maj, 2016 koristi društvene mreže za oglašavanje. Kao razlog za to pripisuje se nedovoljno izdvajanje sredstava za te svrhe te veće povjerenje u klasične kanale marketing komuniciranja. Dalje, društvene mreže se jako malo koriste u svrhe jačanja brenda, bilo da se radi o proizvodnom ili korporativnom brendu. Još uvijek, prednost se daje promociji. Nakon ovoga možemo dati odgovor na ciljeve postavljene na početku ovog istraživanja: • • • • Društvene mreže se u nedovoljnoj mjeri koriste za oglašavanje. Kompanije koje koriste usluge oglašavanja na društvenim mrežama najčešće nemaju kontinuirano oglašavanje već se oglašavanje sprovodi u rijetkim trenucima kao što su vrijeme praznika, akcija, popusta i godišnjih odmora. Najpopularnije društvene mreže među oglašivačima su one koje i i na globalnom planu privlače najveći broj korisnika. Kao najpopulanija društvena mreža pokazao se Facebook, a zatim ga slijede YouTube, LinkedIn i Twitter. Kompanije su djelimično zadovoljne jer su i uspješnost svojih kampanja najčešće ocjenjivali takvom ocjenom. Činjenica da se količina zadovoljstva ne može izjednačiti sa količinom mogućnosti koje pruža oglašavanje na društvenim mrežama može se pripisati i nedovoljnom poznavanju alata koje mreže nude oglašivačima, njihovoj kompleksnost te nedovoljnom angažovanju stručne pomoći u vidu marketinških agencija. Preporuka ispitanicima je da u budućem vremenu, ukoliko ne oglašavanju, onda posvete više pažnje besplatnim vidovima promocije vlastitih biznisa i proizvoda / kroz alate kao što su recimo Facebook page preko kojeg je moguće vršiti dvosmjernu komunikaciju sa svojim kupcima. Također, bosanskohercegovačke kompanije trebale bi postepeno da preusmjeravaju budžetska sredstva namjenjena klasičnim kanalima oglašavanja ka digitalnim knalima te u mnogo većem stepenu koristiti profesionalnu pomoć marketinških agencija kako bi se smanjio rizik od pojave neuspješnjih kampanja koje ne daju nikakvu korist i kampanja kod koji nije moguće ispuniti zadate ciljeve. 459 A. Branković, S. Stupar i M. Muhić LITERATURA CBSNews (2014). Cyberbullying Continued after Teens Death. Retrieved from http://www.cbsnews.com/news/cyberbullying-continued-after-teens-death Forbes (2012). The Developing Role of Social Media in the Modern Business World. Retrieved from http://www.forbes.com/sites/moneywisewomen/2012/08/08/thedeveloping-role-of-social-media-in-the-modern-business-world/, (2014, September 5) IAB Internet advertising report (2013). First Six Month Results. Retrieved from: http://www.iab.net/media/file/IAB_Internet_Advertising_Revenue_Report_HY_2013.pdfb Innovative Solution (2014). Types of Mobile Advertising. Retrieved http://www.innovative-solution.net/wp-content/uploads/2014/06/Types-of-MobileAdvertising.jpg from: National Science Foundation (1988). Information Policies: A Compilation of Position Statements, Principles, Statutes, and Other Pertinent Statements. Retrieved from http://old.cni.org/docs/infopols/NSF.html Pew Research Center (2014). Social Networking Fact Sheet. Retrieved from http://www.pewinternet.org/fact-sheets/social-networking-fact-sheet Templeton, B. (2014). Reflections on the 25th Anniversary of Spam. Retrieved from http://www.templetons.com/brad/spam/spam25.html 460