DÜŞÜN Elmadağ Lisesi Felsefe Kulübü Dergisi Ocak 2003 Yıl: 4 Sayı: 7 Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez İÇİNDEKİLER 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. Felsefe Kulübümüz ve DÜŞÜN ........................... DÜŞÜN Yazı Kurulu Bir Ağıt Olarak İnsan ....................................................... Ahmet İNAM “Cennetin Doğusu” ......................... Felsefe ve Edebiyat Öğretmenleri “Martı”.......................................................... I. Edebi Metin Sunu Grubu “Küçük Prens”............................................ II. Edebi Metin Sunu Grubu “Keşanlı Ali Destanı” ............................. Tiyatro Değerlendirme Grubu “Sokrates’in Savunması” .......................................... Sokrates Grubu “Ekim Düşü” ............................................ I. Film Değerlendirme Grubu Ankara Felsefe Kulüpleri Platformu ..................... . Neslihan ATEŞÇİ İnsanlığın Felsefi Serüveni ( Felsefe Tarihi – VII ) ......... Demokritos Ödüllü Bulmaca ............................................................ Özlem ALTUN Mutluluk Üzerine ( Felsefecilerimizden) ......................Füsun AKATLI Çağımızın Gerçekleri .................................................... J. P. SARTRE FELSEFE KULÜBÜ ve DÜŞÜN’DEN DÜŞÜN YAYIN KURULU Bu öğretim yılında Felsefe Kulübü olarak çalışmalarımızı yeniliklerle zenginleştirme kararı aldık. Kulüp çalışmalarını “Çarşamba Etkinlikleri” adı altında her hafta Halk Eğitim Merkezinde tüm öğrenci ve öğretmenlere açık olarak yürütüyoruz. Halk Eğitim Merkezindeki tamirat işleri bu aralar çalışmalarımızı biraz aksattı. “Sokrates’in Savunması” adlı etkinliğimizi kütüphanemizde sıkışık koşullarda yapmak zorunda kaldık. Ocak ayı sonuna doğru yeniden Halk Eğitim Merkezini kullanmaya başlayabileceğiz. Bu imkanı bize sağladığı için Kaymakamlık, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve İlçe Halk Eğitim Merkezine teşekkür ediyoruz. Öncelikle Kulüp üyelerimizin bütününü 9. ve 10. Sınıflar oluşturdu. Bunun iki nedeni vardı: Felsefeyle daha erken tanışmak ve gelecek senelerde Felsefe Kulübü çalışmalarını daha kurumsal ve gelişkin hale getirmek. Geçen senelerde Kulüp çalışmaları daha çok son sınıf öğrencilerine dayanıyordu. Bu ise her sene çalışmalara yeni baştan başlanmasına yol açıyordu. Felsefeyle ilk kez karşılaşan kişiler olarak kuşkusuz zorlanıyoruz ama her etkinlikle felsefeyi daha iyi kavrıyor ve seviyoruz. Gelecek sene daha gelişkin faaliyetleri gerçekleştirebileceğiz. Bu sene etkinlilerimizin çeşitli sunumlar, gösteriler, söyleşiler ve ardından herkesin katılabileceği tartışmalar şeklinde yürütülmesini düşündük. Verimli olduğunu gözlüyoruz. Sene başında bu öğretim yılında yapacağımız tüm çalışmaların genel planını yaptık. Konularımızı çok çeşitli alanlardan seçtik: Etik, bilim, sanat, insan, tarih, toplum, eğitim vb. Amacımız, felsefenin ne türden bir etkinlik olduğu, ne tür soruları konu edindiği ile ilgili genel bir kavrayışa ulaşmak oldu. Felsefe Kulübü, yeni üyelere her zaman açıktır. İsteyen öğrenci bundan sonraki etkinliklerde yer alabileceklerdir. Bizler Felsefe Kulübü çalışmalarının okulumuz öğrencileri için önemli bir fırsat olduğunu görüyoruz. Öncelikle kendimizi ifade etme fırsatı buluyoruz. Gönüllü bir bilgisel etkinliğe yaratıcılığımızı geliştirerek katılıyoruz. Doğru diye bildiklerimizi sorguluyor, yeni fikirlerle tanışıyor ve yeni dünyalara yelken açıyoruz. Çeşitli gruplar oluşturduk aramızda. Her bir grubun bir hafta etkinlik düzenlemesini planladık. Yaptığımız etkinlikler bu tarz çalışmanın bizim koşullarımıza uygun olduğunu gösterdi. Sizler de bizlere katılmaz mısınız? 2 Felsefe Kulübümüzün II. Dönemdeki programı aşağıdadır: 19 Şubat “Gülün Adı” filminin gösterimi – Ortaçağ ve Tarih üzerine sohbet “Toplum – Birey / kişi konulu tartışma ve özgürlük” 26 Şubat Bir şairle söyleşi – 14 Mayıs Bir psikologla “Gençlik çatışması” konulu söyleşi 5 Mart Bir Jeologla söyleşi – “Deprem ve Bilim” konulu tartışma 21 Mayıs Bir psikologla “Duygusal / Çoklu Zeka” konulu söyleşi 12 Mart Bir Uzay Bilimci ile söyleşi – “Uzay ve Bilim” konulu tartışma 28 Mayıs “Eğitim felsefesi tartışma 19 Mart “Tarih nedir? - Tarihe nasıl bakmalı?” konulu söyleşi – “Tarih felsefesi” üzerine tartışma 4 Haziran Felsefe Kulübü Şenliği ve kuşak sorunları” konulu Felsefe Kulübümüz, yıllık programını planlamış olmakla birlikte bazı ufak değişikliklere de açık bir esneklikte olacaktır. 24 Mart Bir sosyologla söyleşi – “Yabancılaşma” konulu tartışma Düşün dergimiz, bundan sonra da bir yandan Felsefe Kulübü etkinliklerini yansıtacak diğer yandan da isteyen herkesin görüşlerini dile getirebileceği, birikimlerini hepimizle paylaşabileceği bir platform olacaktır. 2 Nisan Bir Antropologla söyleşi – “Küreselleşme ve kültür” konulu tartışma 9 Nisan “İletişim ve Medya” konulu tartışma Her türlü konuda görüşlerinizi, önerilerinizi bize ulaştırırsanız seviniriz. 16 Nisan “İnsan ve İnsan Doğası” konulu tartışma Benim de diyeceklerim var diyen öğrenci ve öğretmenler! Kalemleriniz çalışsın 30 Nisan “İnsan Haklarının felsefi temelleri” konulu tartışma Yazılarınızı bekliyoruz. 7 Mayıs 3 Felsefe Kulübümüz geçen dönem okulumuzda Ahmet İnam’la bir söyleşi düzenledi. Söyleşi, hafta boyunca “Felsefenin neliği – gereği” konusunda okul içinde tartışmalara yol açtı. Ahmet İnam ayrıca dergimizde yayınlanmak üzere aşağıdaki yazıyı gönderdi. Kendisine teşekkür ediyoruz. BİR AĞIT OLARAK İNSAN Ahmet İNAM ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı Kim yitirmiyorum derse, çoktan yitirmiştir. Yaşamak yitirmektir. Yitiriyorsak, “elimizde” yitirdiğimiz var demektir. Bizde bir şey var ki yitiriyoruz. Yitirirken var olduğumuzu, var olmuş olduğumuzu duyuyoruz. Ölürken yaşadığımızı anlıyoruz. Oysa, yaşarken ölmekte olduğumuzu anlayanımız pek az. Ağıtlama gücüm bir ağıt oluşumdan geliyor. Gelsin ne gelecekse, gelen her acı, hoş geldi sefa geldi, ağırlarım. Acılarımı ağırlarım. İnsanım ben. Gerçeği ağırladığım için, ağıtım! İnsan çevresindeki sorunlarla başedebilmek için, bir homofaber olarak üretir. Alet yapar. Teknolojiyi oluşturur. Bilim gözüyle anlamaya, seyretmeye (theoria) koyulur. Üreten, meydana getiren, ortaya ürün koyan varlık olarak homopoesis dir. Yitirdiğimizi anlayınca, ağıyor yitirme duygusu, bir ağu gibi içimize ya için için ağlıyor ya ağıt yakıyoruz. Ağlamak edilgin, üstümüze üstümüze gelene karşı, olağan sayılabilecek tepkilerden biri. Ağıtsa, yitirilene karşı duruş: Bir etkinlik. Ağıt yakıyorum, başıma gelenler, karşılaştıklarım, yitirdiğimi düşündüklerim, şiirlenmeye değer demek ki. İnsan kaybını şiirleştirebilirse, ağıtlayabilir. Gerçeklilik üstüme gelirse kaçmam: Dururum karşısında. Ben insanım. Şiirleyen insanım. Ağıtlayan. İnsan yalnızca fiziksel anlamıyla alet üretmez, düşler, kavramlar, düşünceler de üretir. Diliyle ortaya koyar ürünlerini. Diliyle üretir. Uğradıklarının altında kalmamaya çalışır. Çırpınır. Bir çırpınma biçimi olarak üretim, var olma çabalarından biridir insanın. İşte şiirleme eylemi de dünyaya karşı dünya koyarak, çırpınma biçiminde bir üreterek varolma 4 biçimidir. Dünya içine gömülerek, onda eriyerek değil, dünyanın sunduğuna bir karşı sunu olarak yaşar insan. Dünya içinde erise bile, örneğin bir bilge tutumu olarak dünyayla, doğayla bütünleşme çabası içindeyken, kendi rengiyle katılır dünyaya. Rengi, evrendeki renkler içinde çok güçsüz görünse bile, o, rengini anlamaya uğraşan, sorgulayan, dönüştürmeye çabalayan bir varlıktır. Dünyayı anlatır, eleştirir, sorgular, dünyayı duyar. Duyurur, şiirler. karşılayabilme gücünü gerektirir. Evreni karşılayabilme gücü: Şiirlemenin ilk adımı. Karşıda duranı, karşılayabilme duyarlılığı bizi ahlak alanında, karşımızda durana direnebilme gücünü taşımamızdan dolayı teşekkürü gerekli kılar. Varız. Karşımızda olanlar var. Karşıda duran bir evren. Bu evreni karşılayabiliyoruz: Şükür ki karşılayabiliyoruz. Yok olmak yerine var olduğumuz için borçluyuz. Yaşamak borçlu olmaktır. Yaşadığı dünyanın kendisine haksızlık yaptığını, sürekli olarak yaşamdan alacağı olduğunu sananlar yanılıyorlar. Karşılaştıklarımızı karşılayabilmeliyiz. Budur borcumuz. Yaşama, var oluşa şükran borcumuz bundandır. İç dünyamızda keşfettiğimiz sonsuzluğa duyduğumuz şükran, bizi şiirlemeye götürür: Varlıkla karşılaşabilirim, evrenle. Karşılaşabiliyorsam, içimde karşılama gücü vardır. Bu güçle içimdeki sonsuzluğu duyarım. Bu gücü borç aldığımı anlarım, karşılaştıklarımdan. Bu gücün emanet olduğunu. Öyleyse şiirleyen bir insan olarak, emanete karşı, borç aldıklarıma, bana verilenlere karşı, duyarlılığımı, “şiirde” ortaya koyarım. Şiirlemenin altında insanın onto-etik yapısının bulunmasının anlamı budur: Şiirlemek borç ödemektir. Var oluş bizi şiirleyenlerden bunu bekler. “Beni şiirle” der. Şiirleyerek borcumuzu ödemeye çalışırız. Varlığın, “şiirleyerek borcunu öde” uyarısına şiirle karşılık veririz. Güveniriz çünkü, varlığın çağrısına. Yaşarken varlığın çağrısını duyarız; bu çağrı bir buyruk gibi gelir bize: “Borcunu öde”. “Şiirleyerek öde.” Şiirleme, Husserl çizgisindeki fenomenoloji anlamında bir anlam verme (noesis) değildir. Şiirleme salt bilinç sınırları içinde gerçekleşmez. Yalnızca noetik bir edim değildir. İnsan varlığının onto-etik yapısından kaynaklanır. İnsan aklının bir özelliğidir. İnsan şiirleyen bir akla da sahiptir. Şiirleme “ben varım” çığlığıdır. Varlığını duyurmadır. Bunu “sözle” yapar. Müzikle. Resimle. Sanatla. Bilimle. İnanç düzenleriyle. Kültürüyle. Elbette her insan yaratısı, her kültür ürünü şiirleme ile oluşmaz. Şiirleme, bir tavrın, bir tutumun, bir yönelişin adıdır. İnsan, şiirlemeden üretebilir. Çağımız bunun sayısız örnekleriyle doludur. Dünyayla, evrenle, insanla karşı karşıya olduğu duygusunu taşımadan, körü körüne çabalarla gerçekleştirilen kültür ürünlerinde şiirleme çabası yoktur. Şiir yoktur. Bilimde, düşüncede, sanatta, giderek şiirde bile şiirin görünmemesi, şiirleme çabasını unutmuş insandandır. İnsan, yaşamındaki şiiri, aklındaki şiirleyen bileşeni, ürünlerini ortaya koyarken unutmuşa benziyor. Şiirleme dünyayla, evrenle karşı karşıya olma duygusu ve tavrıyla başlar. Bu karşı karşıya oluş, karşıda olanı 5 Borcumuz olduğuna inanır, varlığa güveniriz. Varlığın şiirden anladığına, bizim şiirlememize yardımcı olacağına. Varolmayı karşılayabilenin, varlıkla karşı karşıya kalanın hanesine borç yazılır. Yaşadıkça borcumuz artar. Kime? Yaşamaya, insana. İçimizdeki sonsuzluğa. Borcumuz artar. Borcumuz, yaşam bize verdikçe artar. Ödemenin yollarından biridir, şiirleme. İnsan çok yüksek şiirleme gücüyle, tüm borçlarını öder de, alacaklı duruma erişebilir mi? İçimizdeki küçük sonsuzluk, dışımızdaki büyük sonsuzluğu yenebilir mi? Hiçbir zaman! Şiir, insanın tüm borcunu ödeyemez. İnsanın eksikliği oradadır. İnsanın bir olanaklar varlığı olduğu açık. Olanaklarının sundukları, arkada kalır hep. Önde ise, olanakları tüketen bir yaşam vardır. İnsanın eksikliği, borçluluğu buradan kaynaklanır. Borcunu şiirle ödeyenler şiirleyenlerdir yaşamlarını. Başka türlü nasıl ödenir borç, bilmiyorum. Borç hanesini şiirle silemeyenlerin borcu yazılmaya devam edecek diye düşünüyorum. (Şiirin en genel anlamıyla) alacaklılık duygusu, dünyaya karşı bir hınç duymasına yol açıyor. Başına gelenleri haksızlık olarak görüyor. “Yitirdim, demek ki borcum arttı” diyemiyor. “Yitirdim, geri verin bana” diyor. Yitirmeleri sonucu ağıtın oluşamasının ardında olan da odur. Ağıtan değil, dağıtan bir insan olmasının. Ağıtan insan yitirdikçe borcunun arttığını düşünendir. Borcum arttıkça defterimdeki borç, şiirlememi ister benden. Borcum artıyor duygusunun, Hıristiyanlıktaki “günah”, “suçluluk” kavramlarıyla ilgisinin olmadığını düşünüyorum. İktidardaki güçlerin, insanlara haksızlık edip, onları sömürerek, onların “borçluluk psikolojisinden” yararlanabileceklerini düşünebiliriz. Evet, isyan; isyan da bir borç ödemedir: Borcumuz şu ya da bu kuruma, şu ya da bu insana değil, varlığın kendisinedir. Var oluşumuzu duyurmak, evrenin bize verdiğinin altında kalmamak, varlıklar arasında dinelip, ayağa kalkarak, “ben varım” çığlığı atmak; var olduğunu göstermek için şiirlenmiş ürünler ortaya koymak, şiirlemek. Şiirleyen insanı sömüremezsiniz. Belki öldürüp yok edebilirsiniz. Şiirini yakabilirsiniz. Şiiri, varlığın şiire açık kulağında, belleğinde duracaktır. Evrende, şiirleyen varlıklar olacaktır. Şiirleyerek varolan evrenin sesini, yine evrendeki şiirleyen varlıklar duyacaktır. Şiirleme, sürekli yaratım sürecidir. Evrendeki devinmedir. Devinmenin bilinçli, duygulu biçimidir. Zaten borçlu olan bir varlığın, ontoetik yapısıyla eksik kalmaya mahkum, bu eksikliği varlığa güvenerek şiirleme çabasıyla gidermeye çalışırken, yitirdiğini görüyoruz. Eşyasını, sevdiklerini, duygularını, toplumsal konumunu, ilişkilerini, bilgisini, sezgisini, umudunu, sevincini yitiriyor. Yitiğine yitik katıyor. Eksiğine eksik. Yitiriyor. Daha da borçlu olacağını düşüneceğine, alacaklı olduğunu ileri sürüyor. Dünyanın kendisine, istediğini vermediği için nankör davrandığını, vefasızlık ettiğini ortaya atıyor. Bu Bir ağıt olarak insan, bu devinimi yaşayan, bu devinim olan insandır. Yitirmenin doğallığını yaşar. Yitmiş olana karşı, yitecek olanı koyar. Ama koyar. 6 Başına gelenden korkmaz. Acı çeker elbette. Devinim, duygudan yoksun yaşanamaz. Acısının altında kalmaz. Acısının altında kalmak yakışmaz insana. Bir ağıt olan insana. Ağıttır çünkü, ağıt yakar, ağıtlar dünyayı, başına gelenleri ağırlayarak. Buyur eder acıları. Onları konuk ederek. İsyan bir dirence, şiirlemeye dönüşmüştür. Yitirdim, demek ki yapacak çok işim var, üretecek çok şey var. Yitirdim, borcum arttı; dövünmem, yerinmem, kendimi kahretmem, kendimi oymam, doğru değil. Sesimi duyurmalıyım. Yitirdim. Yitirdikçe, ağıtlama gücüm artmalı. Yitirdikçe ağmalıyım evrene doğru. Başımıza geldiği anda dağıtıyoruz, ağıtma yerine. Şiir sonradan geliyor. Diğer insanlara yakabiliyoruz ağıtı, çoğunlukla. Kendimize yakamıyoruz. Sonradan ve diğerleri için. Ağıt yakan, yitiğe şiir sunan insan, tüm insanlar, tüm duyan, anlayan, bilinçli varlıklar adına ağıt yakıyordur. Ağıt, yazgıya bir kafa tutma, bir kuru isyan, karşı çıkış değil, bir teşekkürdür. Elbette böyle yapamıyoruz. Geri dönülemez bir yitim gibi görülen ölüme karşı, ölürken nasıl şiirleyebiliriz? Ağır hastalıklarda, doğal afetlerde, yıkımlarda, bunları yaşamakta olan biri olarak ağıtı nasıl gerçekleştirebilirim? Her insanın ağıtı ayrıdır. Doğrusu, borç hanesi farklıdır. Borç hanesi ondan, borcuna yakışan şiirlemeler bekler. Şiirlemesini gerçekleştiren ağıtını oluşturur. Ağıtlar. İnsan ne zaman ağıt olmayı öğrenecek? Yitirmeyi, yitirebilmeyi öğrenebildiğinde. Ağıt olmayı başarabildiğinde! Sisifos’un kayası bir teşekkür sonucunda çıkıyor oraya. Orada durması ya da durmaması ağıt olan insan için çok da farklı değil. Dursa da borç bitmiyor ki! Sisifos deviniminin özelliği o. Ağıtı o. Yanağımdan düşen her gözyaşı Yüreğimde açılan her yara Beni biraz daha yaklaştırıyor Sonu gelmeyen yolculuğa Hilal BAŞAR ( 10 STM ) 7 Çarşamba etkinlikleri “CENNETİN DOĞUSU” Sunanlar: Zehra BOLATBAŞ ( Edebiyat Öğretmeni ) Huriye ALTINTAŞ ( Felsefe Öğretmeni ) Yaşar KÜPELİ ( Felsefe Öğretmeni ) Edebi metinlerde felsefe problemlerini tartışma toplantılarının bu ilk örneğinde öğretmenlerimiz John Steinbeck’in “Cennetin Doğusu” adlı eserini sundular. Önce yazarın ve romanın kısaca tanıtımı yapıldı. Ardından sunumcular roman hakkında değerlendirmelerini yaptılar. Değerlendirmeler iki konuda yoğunlaştı: Kişilerin karakter özellikleri ve kişi eylemlerinin etik yapısı. Etkinlik diğer katılımcıların da görüşlerini dile getirdiği canlı bir tartışma ile devam etti. İşte sizlere bu sayımızda keyif alarak okuduğum tadı damağımda kalan bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Amerikalı yazar J. Steinbeck’in ünlü romanlarından biri olan Cennetin Doğusu. Kitap hakkında yazmak istediğim çok şey var ancak bunların hepsini yazmaya kalksam herhalde bütün dergiyi bana ayırmaları gerekecek! (İçinizden iyi ki de mümkün değilmiş dediğinizi duyar gibi oluyorum.) Kitabın tanıtımına geçmeden önce yeri gelmişken benim için önemli bir hususa değinmek istiyorum. Hatırlarsınız bu kitabı ben ve iki öğretmen arkadaşım Felsefe Kulübü çalışmaları içinde, öğrencilerle birlikte tanıtmıştık. Başkalarını bilmem ama ben bu etkinlikten büyük keyif almıştım. Umarım bu çeşit faaliyetler devam eder, öğrencilerimiz de varlıklarıyla bu tür etkinlikleri onurlandırırlar. Sunumculara etkinlikle ilgili olarak dergimizde dile getirmek istediklerini sorduk: Huriye ALTINTAŞ Hani Türkçemizde ‘tadı damağımda kaldı’ diye bir deyim vardır. Bu deyim lezzetli yenilen bir yemeğin arkasından söylenir ve yenilen yemeğin bizim o yemeği ne kadar beğendiğimize ilişkindir. Ben bu deyimi okuduğum kitaplar için kullanıyorum. Eğer okuduğum kitap bana gerçekten keyif verdiyse ve benim üzerimde derin izler bıraktıysa, bu deyimi kullanıyorum: ‘kitabın tadı zihnimde kaldı’. Daha fazla uzatmadan gelelim asıl konumuza yani kitabın tanıtımına. Bir kitabın tanıtımı yapılırken herhalde en zor olanı tanıtımı yapan kişi için bu kitabın nasıl tanıtılacağıdır. Çünkü bence asıl önemli olan hikayede anlatılan olaylar 8 değil, olayların gerisinde yatan anlamdır. Cennetin Doğusu bu açıdan bakıldığında oldukça fazla anlamlandırmalar yapabileceğimiz, hayatımızı sorgulayabileceğimiz, birçok dersler alabileceğimiz bir kitaptır. sizler tarafında ediyorum. okunmasını tavsiye Zehra BOLATBAŞ İnsanlar diğer insanları kendisi gibi düşünür; oysa her insan birbirinden farklıdır. Cennetin Doğu’sunu okuduğumda bu gerçeği tekrar hatırladım ve her insanı tek başına değerlendirmenin gerekli olduğuna daha çok inandım. Romandaki olaylar Amerika’nın Kuzey Kaliforniya eyaletindeki Salinas vadisinde geçmektedir. Tarihi oldukça eskilere dayanan bu vadi, kahramanlarımızın ortak hayatlarının kesiştiği noktadır. Bu kahramanların özellikle ikisi (S. Hamilton, Çinli uşak) bilge kişilikleriyle ve iyilikseverlikleriyle bize çok önemli mesajlar vermektedir. Zaten romanın asıl konusu iyi ve kötünün mücadelesi. Bu mücadelede insanların diğer insanlara kolayca nasıl kötülük yapabildiklerini ve buna rağmen iyinin galip gelişini yazarımız ortaya koymaya çalışmıştır. İyi olan karakterlerin yanı sıra kötü karakterimiz olan Liza da oldukça kötü bir insan. Öyle ki istediklerini elde etmek için aklınıza gelebilecek bütün kötülükleri gözünü kırpmadan yapan biri. (Evden kaçabilmek için evi yakıp anne ve babasını öldürebilecek kadar.) Romanda, Liza’nın diğer insanlara yaptığı kötülükler, Salinas vadisinde insanların doğayla ve diğer insanlarla mücadeleleri oldukça çarpıcı ve akıcı bir üslupla yazarımız tarafından ele alınmıştır. Roman, sevmeyi bilmeyen insanların ne kadar kötü olabileceklerini çok iyi anlatıyor. Eser, insanın doğuştan mı yoksa sonradan mı kötü olduğunu sorgulamamızı sağlıyor. Yaşar KÜPELİ Romanda çok sayıda kahraman vardır ve her biri bir başka dünyaya sahiptir. İnsan karakterlerinin ve eylemlerinin zenginliği ile karşılaşıyoruz. Romanın tüm kahramanlarının hatta aynı ailenin – örneğin 11 üyeli Hamilton ailesinin – fertlerinin benzersizliğinin özel olarak vurgulanması yazarın bunun altını çizme gayreti olsa gerek. Her bir insanın, doğumundan itibaren tüm çevre koşullarıyla birlikte farklı yaşam serüveni dile getiriliyor. Ancak roman tüm bu farklılıkları bir noktada yoğunlaşarak tartışmaya açıyor: İyilik-Kötülük problemi Sonuç olarak iyiyle kötünün mücadelesinde ibaret olan hayatımızda, bazı şeylerin gizeminin çok küçük ayrıntılarda gizli olduğu hissini uyandıran ve yanı başımızda duran bu şeylerin farkına çok sonraları birdenbire varabildiğimiz, işte o zaman da hayatın gerçekliğini kavrayabildiğimiz bu kitabın İnsan yaşamının en önemli problemini, “kişinin, içinde sürekli savaş halinde olan iyi ve kötünün kavgasında alacağı tavır” olarak görüyor roman: “Her bir insan farklı oranlarda iyi ve kötü eğilime sahip olarak dünyaya gelir ve 9 yaşam, bu eğilimlerin mücadelesi olarak devam eder. Karşılaştığı olaylar, diğer insanlar, kişinin bu iç mücadelesini önemli ölçüde etkiler. İyi ve bilge insanlar, karşısındakini olduğu gibi gören – onların dünyasından bakabilen ve eylemlerinde karşısındakini gözetenlerdir” diyor roman. Çarşamba etkinlikleri “MARTI” Sunanlar: Gülşah ZİYADE ( 9 Süper ) Neslihan ERDOĞAN ( 9 Süper ) Elçin ASLAN ( 10 TMC ) Müzeyyen ERDOĞAN ( 10 STM ) Berna UĞURLU ( 10 STM ) Semiha KARAKÜLAH ( 10 STM ) Martı Johanthan’ın öyküsünü konuştuk. Herkes gibi olmanın getirdiği rahatlığı tartıştık. Bu tür rahatlığın insandan götürebileceklerini de konu edindik. “O, sürüsünün diğer martılarına hiç benzemiyordu. Onun amacı, diğerlerinden farklı olarak yemek değil, uçmaktı; neler yapıp yapamayacağını öğrenmekti. “O gene de yılmaz. Zorluklarının nedenlerini araştırır ve yeni denemelere girişir. Yeni olanaklar keşfeder.” Sürüsünün tepkisiyle karşılaştı: Bir martının yapacakları belli idi, yeni adetler çıkarmak tehlikeli olabilirdi.” İnsanların soru sormaları ile yeni ufukları görmesi ve yaratıcı olması arasındaki ilişkiyi tartıştık. Bu noktada, insanın kendi potansiyellerini keşfetme çabasının değerini tartıştık. “Onun bu çabaları, yaşama bakışını iyice değiştirmişti. Daha da önemlisi, yaşamın anlamını kendisi seçmişti: Yaşam ne çok olanak barındırıyordu! Bunları arayabilir, özgür olabilir, uçmayı öğrenebilirdi.” “Uçma denemeleri zorluklarla doluydu. Bir ara Jonathan, sıradan bir martı olmanın ne kadar rahat olduğunu düşündü.” Yaşamın amacı üzerine tartıştık. Biz mi tayin ediyorduk ? Tayin ettiğimiz ölçüde mi özgür oluyorduk? 10 “Öğrendiklerini sürünün diğer martılarıyla paylaşmayı ister. Bunları öğrendiklerinde sevinçten çılgına döneceklerini düşünür. Ama sürü daha da sert bir tepkiyle karşılar: Sürüden kovulur.” “Jonathan buna üzülür ama yolundan dönmez: Ona göre yaşamda en önemli şey, kendini aşmaktır. Bir şey öğrenemezsek, gelecekteki dünyamız da şimdikinin bir eşi olur, hep aynı.” karar verirler. Eski sürüsüne kendisini kovdukları için kızan Martı Fletcher’e, Jonathan şöyle cevap verir: <<Seni kovmakla yalnızca kendilerine zarar verdiler. Bir gün gelecek, onlar da görecekler senin gördüklerini. Onları bağışla ve gerçeği anlamalarına yardımcı ol.>>” “Martı sürülerine gerçeği göstermek için çok çabaladılar. Sadece lafla değil, bir martının neler yapabileceğini uçarak gösterdiler. Sürünün bazı martıları gözlerinin önündeki perdelerini aralamaya başladı zamanla. Gene de kendilerine güvenemiyorlar ya da bu uçmanın tüm hünerlerini gösteren martıları olağanüstü güç sahipleri olarak görüyorlardı. Çoğunluktan farklı düşünmenin zorluklarını tartıştık. “O gün geçtikçe yaptıklarının doğruluğundan daha da emin oluyordu: Yetkin hız uğruna tüm varlığını ortaya koyanlar her yere gidebilirlerdi, hem de istedikleri anda. En uzağı gören martı da, en yüksekten uçabilendi.” Kişinin farkında olma bilincinin, ne büyük bir güç olduğunu konuştuk. Bu durumda Jonathan şunları söyler: <<Beni tanrılaştırmayın. Sizler gibi bir martıyım ben. Tek farkımız şu: Ne olduğumun ve olacağımın farkına varmış olmam ve bunu yaşamaya başlamam. Belki ... uçmayı seviyorum.>>” “Jonathan, kendisi gibi olan ama kendinden daha yetenekli martılarla karşılaşır sürgün yaşamında. Onların karşılıksız yardımlarıyla daha da geliştirir uçmasını. Kendisinden daha az yetenekli martılara da yeni şeyler öğretmekten mutluluk duyar. Dostluğu yaşarlar birlikte. Onlardan ayrılmak zorunda kaldığında dostlukla ilgili şunları söyler: <<Eğer dostluğumuz zaman ve uzaklıkla sınırlıysa o yok demektir. Zaman ve uzaklıkla sınırlı olmayanı yaşıyoruz biz. Uzaklığı yenince hep aynı yerdeyiz, zamanı yenince hep aynı anın içindeyiz.>>” Başkaları ve biz, insan doğası – bencillik, fedakarlık konularında konuştuk. Martı ile ilgili sunumu gerçekleştiren arkadaşlarımıza, dergimiz DÜŞÜN için yazmak istediklerini sorduk. Gülşah ve Neslihan arkadaşlar, aşağıdaki yazılarını dergimizde yayınlanmak üzere bize ulaştırdılar: Gülşah ZİYADE: Dostluk üzerine konuştuk. İçinde bulunduğumuz toplumda kişiler aslında gerçek benliklerinin dışındadırlar. “Bir grup martı ile eski sürülerine ulaşmaya ve onlara gerçekleri anlatmaya 11 Yani yapmak istediği şeyleri çevrenin tepki göstereceğini düşünerek yapamaz. Buna yaşadığımız çevreyi örnek verecek olursak, birilerinden farklı olmak, çevre tarafından çok dikkat çeker. O da farklı olmak isteyen kişiyi bir şekilde rahatsız ve mutsuz hissettirir. Neslihan ERDOĞAN: İnsanlar hayat boyu birçok şeye ihtiyaç duyar. Bunların başında hava, su ve yiyecek gelir. Ama şöyle bir düşünüldüğünde dostluğun ve sevginin de insanın temel ihtiyaçlarından olduğu görülür. Kendi açımdan düşünürsem, herkes gibi olmak bana rahatlık getirir. Çünkü herkesin yaptığı şeyleri yapmak çevre tarafından tuhaf karşılanmayacaktır. Bu da bana rahatlık getirecektir. Dostluk sadece insanın mutluluklarını paylaşması değil acı gününde de beraber olmasıdır. Bu durumda gerçek dostluk gelişmiş olur. Bir gün bakarsınız ki hayat şartları yollarınızı ayırmış. Üzülürsünüz. Onu bir daha göremeyeceğinizi düşünürsünüz. Fakat bir de bakarsınız ki; sevindiğiniz zaman kucak kucağa sevinç çığlığı atıyorsunuz, üzüldüğünüz zaman birlikte ağlıyorsunuz. Yani farkında olmasanız bile aranızda hep güçlü bir dostluk bağı oluşmuş. Bu durumu diğer bir yönden düşünecek olursak kişi kendi gerçek benliğini ortaya çıkaramaz. Yapmak istediği şeyi yapamaz. Ve belki toplum için yararlı olabilecek bir kişi bu şekilde kendini artık çıkaramaz. Böylece toplum tarafından yok edilmiş olur. İşte dostluklarda ayrılık, aranızda hafif bir rüzgarın bir ateşi söndürmesi, daha şiddetli bir rüzgarın ise ateşi kuvvetlendirmesi gibidir. Gerçek anlamıyla herkes gibi olmak rahatlığın yanında kişi ve toplumun gelişmesini engeller. MARTI’dan 12 “ Yetkin hızı küçümseyen martıların hiçbiri hiçbir yere ulaşamıyorlar. Yetkin hız uğruna tüm varlığını ortaya koyanlar ise her yere gidebiliyorlar, hem de istedikleri anda” “Bu işin ilkesi, öz varlığının her yerde, evrenin ve zamanın da ötesinde, henüz adlandırılmamış bir yetkinlikle yaşadığının bilincine varmaktır.” “Uçmak bir martının en doğal hakkıdır. Özgürlük ise, var oluşun bir parçasıdır. Boş inançlar olsun, gelenek olsun özgürlüğü kısıtlayan ne varsa, kaldırıp atmak gerek” “Tek gerçek yasa özgürlüğü sağlayan yasadır.” Çarşamba etkinlikleri “KÜÇÜK PRENS” Sunanlar: Kezban GÖKTAŞ ( 10 STM ) Ceyda KARACA ( Hazırlık ) Özge ÇAVDAR ( 10 STM ) Ayşe ŞIK ( Hazırlık ) Eda DEMİR ( Hazırlık ) 13 Eda DEMİR: 1. Kaçımız hayatın anlamının farkındayız? 2. Hangimiz başkalarının bize yüklediği sorumlulukları değil de, kendi seçtiğimiz sorumlulukları yerine getiriyoruz? 3. Hangimiz gözleri görmeyen ve karanlıkta hiç durmadan uçan bir kuş gibi durmadan kanat çırpıyoruz? 4. Kaçımız – ölecek bile olsak – durmadan dost arıyoruz? 5. Kaçımız istediğimiz kadar özgürüz ve mutluyuz? Yazarın yetişkinlerle ilgili görüşleri de çok olumlu değildir: <<Yetişkin insanlar rakamları çok severler. Onlara yeni bir dosttan söz etseniz asla öze değin bir şey demezler. Hiçbir zaman şöyle demezler: “Ses tonu nasıl?”, “Hangi oyunları sever?”, “Kelebek koleksiyonu yapar mı?” Hep şöyle sorarlar: “Kaç yaşında?”, “Kaç kardeşi var?”, “Kaç kilo?”. Onu ancak bu sorularla tanıyacaklarını sanırlar. Yetişkinlere “Pembe tuğladan bir ev gördüm, pencerelerinde sardunya çiçekleri, çatısında güvercinleri vardı” deseniz, o evi bir türlü hayal edemezler. Fakat “Yüz bin franklık bir ev gördüm” derseniz, “Ay ne güzel ev!” diye çığlık atarlar. İşte “Küçük Prens” bu sorulara yanıt aramamı sağlayan ve aynı zamanda bu soruları sormamı sağlayan bir kitap. Yazar bu yetişkinler dünyasından uzaklaşır. Çölde Küçük Prens’le karşılaştığında gönül gözüyle bakmasını bilen bir arkadaş bulmuştur artık. Bizler hayatımızı çoğu zaman başkalarına yaranmak üzere kuruyoruz ve hayatımızın bir bölümünde dostlarımızı unutuyoruz. Özge ÇAVDAR: Küçük Prens dünyaya geldiğinde bir tilkiyle karşılaşır. Tilkinin “dostlukla”, tilkinin deyimiyle “kendine alıştırma” ileilgili söyledikleri onu çok etkilemiştir: Daha sonra karşılaştığı gül bahçesindeki güllere şunları söyler: Küçük Prens’in bize anlattığı en önemli kavramlardan biri de “dostluk” kavramı. Bu kitapta dostluk mekanla, zamanla ve maddi şeylerle kısıtlanmıyor. Mutluluğu dostlukta, dostluğu da küçük bir çiçekte ya da bir yudum suda bulabiliyor insan. İnsan hayatının amacı da bu olmalı. “Susuzluktan ölecek bile olsam, insanın yanında dostu olması, insanın içine serinlik verir” diyor yazar. “Benim gülüme –kendi gezegeninde bıraktığı gülünden bahsediyorbenzemiyorsunuz. Üstelik hiçbir şey değilsiniz daha. Kimse sizi alıştırmamış kendine, siz de kimseyi alıştırmamışsınız. Benim tilki eskiden nasıldıysa öylesiniz. Ama şimdi o, dünyada bir tane. Güzelsiniz ama boşsunuz. Hiç kimse ölmez sizin uğrunuzda. Benim gülümü gören herhangi bir onun size benzediğini sanabilir. Ama tek başına hepinizden Ceyda KARACA: Yazar altı yaşında kendinde bir resim yeteneği keşfetmiştir. Ama resimle uğraşmasına yetişkinler hep tepkiyle yaklaşırlar. “Bu çocuk daha hayatın anlamını bilmiyor” derler sürekli. 14 daha önemli o. Çünkü onu ben büyüttüm. Yalnızca onu koydum cam fanusun içine. Yalnızca onu korudum. Yalnızca onun tırtıllarını öldürdüm. Yakınmalarını, böbürlenmelerini dinledim. Çünkü o benim gülüm.” getiriliyor. Öyküye göre gene de bir imkan var yetişkinler için: Her yetişkinin içinde saf ve masum bir çocuk var; yeter ki kişi bununla buluşmasını bilebilsin. Böylelikle yaşam daha değerli ve anlamlı olacaktır. Kezban ÖZTAŞ: Küçük Prens öyküsü kişiyi, yaşamın anlamı ve yaşamın anlamını bilmenin önemi üzerine düşündürüyor. Küçük Prens sevdiği gülünün, diğer güllerden farklı olduğunu düşünüyor. Gülünü farklı kılan; Küçük Prensin onun için emek harcaması, çabalamasıdır. Onun zarar görmesini istemiyor ve ona gözü gibi bakıyor. Uğrunda zaman harcıyor. O, gülünü - tilkinin deyimiyle “evcilleştirdiğini” ve öyle ise her zaman ondan sorumlu olduğunu düşünüyor. Ben yaşamı bir labirente benzetiyorum. Bu labirentte kaybolmamak için yaşamın anlamını bilmek gerekir. Yaşam, silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır. Yaşamda mutlu ve güçlü olun ki silgi kullanmaya gereksiniminiz olmasın. Eğer Küçük Prens gibi düşünürsek; “benim” dediğimiz şeylere – arkadaşımıza, dostumuza, kedimize, annemize, çocuğumuza, okulumuza vb.sahipliğimizin anlamı, “onlar için” bir şeyler yapmak oluyor. Bu türden bir sahiplenme ilişkisinin kendisi değerli oluyor. Dışarı çıktığımızda yüzünde mutluluğun görüyoruz? kaç kişinin tebessümünü Yaşamı her zaman yendiğimizi düşünürüz. Fakat yaşam, biz farkına bile varmadan, tıpkı bir girdap gibi bizi içine çekmeye başlar. Ve bu girdabın içinde önce kaybolmaya başlar, daha sonra da yok olup gideriz. Oysa bu girdaba kapılmamak bizim elimizdedir. Yani yaşamak, ruhumuzun derinliklerinde hapsettiğimiz o duygularda gizlidir. Bunların açığa çıkması için sadece ve sadece “kendimiz olmak” yetecektir. Ayşe ŞIK: “Küçük Prens” öyküsünde beni en çok dostluk, sorumluluk ve insan yaşamını değerli kılan şeyler üzerine söylenenler etkiledi. Şu kısacık hayatımızda dost kazanmanın ne denli önemli olduğu, dostluğun sorumluluğu beraberinde getirdiği vurgulanıyor öyküde. Çocuklarla yetişkinleri karşılaştıran bölümleri de çarpıcı. Çocukların gönül gözüyle baktıkları ve kalpleriyle düşündükleri; büyüdükçe bunu unuttukları, gözlerine perde geldiği dile Duygularınızı özgür bırakın! Yaşamı, yaşamak için yaşayın ve unutmayın ki yaşam duygularımızı bastırmamıza izin vermeyecek kadar kısa!!! 15 KÜÇÜK PRENS’ten “Önemli olan gözle görülmez. Bir yıldızda bulunan bir çiçeği seviyorsan, geceleyin gökyüzüne bakmak güzeldir. Bütün yıldızlar çiçek açar. Geceleri yıldızlara bak. Benimki sana gösteremeyeceğim kadar küçük. Böylesi daha iyi. Benim yıldızım tüm yıldızlardan biri olacak senin için. Bütün yıldızları seyretmeyi seveceksin o zaman. Senin dostun olacak hepsi. ..... Kimseninkilere benzemeyen yıldızların olacak senin. Geceleyin gökyüzüne baktığında, ben onların birinde yaşıyor olacağım. Onlardan birinde güleceğim. Yıldızların hepsi gülüyormuş gibi gelecek sana. Gülebilen yıldızların olacak. Ve artık üzüntünü unuttuğunda beni tanımış olmak kıvançlandıracak seni. Hep dostum olarak kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Kimi kez, öylesine, zevk için pencereni açacaksın. Dostların yıldızlara bakarak güldüğünü görünce şaşıracaklar. Sanki sana yıldız yerine gülmesini bilen bir sürü küçük çıngırak vermişim gibi olacak.” Çarşamba etkinlikleri “KEŞANLI ALİ DESTANI” Sunanlar: Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü Öğretmenler Tiyatro Topluluğu Röportaj ve Değerlendirme: Görkem SAĞLIK ( 10 SF ) Çağla GÖÇEN ( 10 SF ) 16 Esra ALTIPARMAK ( 10 SF ) Felsefe Kulübümüzün davet ettiği Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü Öğretmenler Tiyatro Topluluğu, İlçemiz Halk Eğitim Merkezinde okulumuz öğrenci ve öğretmenlerine Haldun Dormen’in “Keşanlı Ali Destanı” oyununu sahnelediler. - topluluğun gösterisi bizleri büyüledi. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Oyunun ardından topluluk üyeleri, seyircilerin sorularını cevaplandırdılar. Gönüllülüğe dayalı özverili çalışma içinde olduklarını, amatör bir ruhu hep diri tuttuklarını öğrendik; yaptıkları işi ne kadar çok sevdiklerini gözlemledik. Oyunu ve Topluluğu tanıtan küçük bir broşürde, Topluluğun yönetmeni Ercüment Çamlı, şunları söylüyor: DÜŞÜN olarak topluluğu daha iyi tanımak, ve tanıtmak istedik. Merak ettiğimiz konuları bazı topluluk üyelerine sorduk: “ Keşanlı Ali Destanı, Haldun Taner Hoca’nın Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ders vermek için Ankara’ya gelip gittiği dönemlerde Altındağ’daki yaşamdan etkilenerek yazdığı, halkın nasıl kahramanlar yaratıp ona taptığını, 60’lı yıllarda gecekondu insanının yaşamını, umutlarını, sevinç ve kaygılarını anlatan bir oyundur. Ercüment ÇAMLI (Yönetmen) - - Ülkemiz tiyatrosu açısından önemli bir köşe taşı olan “Keşanlı Ali Destanı”, epik tiyatronun önemli ve en çok sahnelenen oyunlarından biridir. Öğretmenler Tiyatro Topluluğu olarak Haldun Hoca’ya saygı ve Ankara’da yaşıyor olmamız nedeni ile Keşanlı Ali’yi birde biz sahneleyelim istedik. ” Kendinizi ve Grubunuzu tanıtır mısınız? Grubunuz ne amaçla, nasıl oluştu? Adım Ercüment Çamlı. İlköğretmen okullarının son mezunlarındanım. 1976 tarihinde öğretmenliğe başladım. 1978 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girdim. 1980 yılında bu okuldan atıldım. 1981 yılında A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdim. 1985-1986 öğretim yılında mezun oldum. Evli ve bir çocukluyum. “Öğretmenler Tiyatro Topluluğu” Ankara Okullararası Tiyatro Şenliği çalışmaları içinde şekillendi ve doğdu. Soran, sorgulayan, çağdaş, halkını seven nesiller yetiştirmeyi hedefleyen ve sanatı seven öğretmenlerce oluşturulan topluluk; öğrenme, öğretme ve eğitmede hep Yönetmen ve ışıkçısından oyunculara kadar herkesin öğretmen olduğu aralarında iki ilköğretim öğrencisi de vardı 17 yenilenmeyi amaç edinmiş ve bu nedenle de tiyatroyu seçmiş öğretmenlerin ürünüdür. Öz Oyunun öyküsünün çözümlenmesi Oyun kişilerinin çözümlenmesi Oyunun teması Topluluğumuzu oluştururken okullarda çalışan öğretmenlerimize topluluğumuza katılmaları için yazı çıkardık. Başvuran tüm arkadaşlarla beraberce çalışıyoruz. Tiyatro çalışmasında herkese yapılacak bir iş mutlaka bulunur. - Biçim Olaylar dizisi Oyunun dili - Teatral dili - Yazım dili Oyun hazırlanırken yönetmen neler yapar? Öncelikle oynanacak oyunu seçer. Oyun seçerken şunlara dikkat etmelidir: Oyunu çok sevmeli. Oyun, oyuncu kadrosuna uygun olmalı. Oyun, çevre olanaklarımıza (sahne, sahne yapısı, ışık vs.) uygun olmalı. Oyun, olası seyirci kitlesinin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısına uygun olmalı. Oyun güncel (evrensel) olmalı. Oyunun çözümlenmesi ile “Ne diyeceğiz?”, “Ne zaman diyeceğiz?”, “Nerede diyeceğiz?”, “Nasıl diyeceğiz?” soruları netleşmiş olur ki, bu da oyunun sahnelenmesinde belirleyicidir. Masabaşı çalışmalarında, - Çalışma ve oyun planı yapılır. - Oyun çözümlenir. - Rol dağılımı tasarlanır. Yönetmen hangi oyunun oynanacağına karar verdikten sonra, oyuncu kadrosunu toplar. Onların oyunu yeniden seçmelerini, oyunu sevmelerini sağlar. Daha sonra dekorlu kostümlü prova, ışıklı prova, genel prova, seyircili genel prova alınır ve oyun sahnelenmeye hazır hale gelir. Sahne çalışmaları başladığında, - Rol dağılım netleştirilir. - Sahnede ezber yapılır. - Hareket planı çıkarılır. Tiyatro topluluğunun grup olabilmesi çok önemlidir; tek tek topluluk üyeleri birbirini çok iyi tanımalı, anlamalı ve bir koordinasyon sağlayabilmelidir. Topluluk grup olabildiği, birbirini anlayabildiği ölçüde iyi üretebilir. Masabaşı çalışmalarında oyuncular, dekor tasarımcısı, ışıkçı, müzik gerekiyorsa müzik yaratıcısı ile oyunu yeniden çözümler. Oyunu çözümlerken, oyunun özü ve biçimi üzerinde durulur: 18 - - - - Ne tür zorluklarla karşılaşıyorsunuz? Bu zorlukları nasıl aşıyorsunuz? Grubumuz çalışan öğretmenlerden oluştuğu için, ancak hafta sonları çalışabiliyoruz. Uygun ve sürekli kullanabildiğimiz mekanımız (sahnemiz) yok. Ve en önemlisi kendi başımıza, bağımsız hareket edemiyor olmamız. Bunun dışındaki zorlukları hoşgörü, anlayış ve doğru iletişimle çözebiliyoruz. Milli Eğitim Kültür Bölümü Tiyatro Komisyonunda görev yapıyorum. Öğretmenlik yıllarımda görev aldığım okullarda öğrencilerle tiyatro sahneledim. Öğretmenler Tiyatro Topluluğunda üç yıldır çalışıyorum. Keşanlı Ali Destanı’nı bir yıldır sahneliyoruz. Geçen yıl “Midas’ın Kördüğümü” adlı oyunu sahnelemiştik. - Sizce sanatın, özel olarak tiyatronun insan etkinlikleri içindeki önemi nedir? Her oyun bir yaşantıdır. Oyun izleyen insan dünyada kendi sorunlarından başka insanların da sorunları olduğunu fark eder. Kendi sorunlarının ne kadar küçük olduğunun farkına varırı ve yaşamına daha sıkı sarılır, yaşamla mücadele etmenin yollarını bulur. - Sanat yaşamımızı kolaylaştırır. Sanat disiplinlerinin doğuş temellerinde toplumların yararcılık ilkesini gözeterek yaptıkları ritüelleri görüyoruz. Tiyatro insanı toplumsallaştırır. Diğer sanatlardan farklı olarak insana insanı insanla anlatır. Teknolojiden çok az etkilenir. - Kenan OLPAK (Keşanlı Ali) - Kendinizi tanıtır mısınız? Evliyim, iki çocuğum var. Boş zamanlarımda ney üflüyorum. Milli Eğitimde önce sınıf öğretmeni sonra da kimya öğretmeni olarak görev yaptım. 2002-2003 Öğretim yılında İl - 19 Tiyatro oyunculuğu nasıl bir şey? Neler hissediyorsunuz? Tiyatro insanı insana insanla anlatan bir araçtır. Oyunculuk sadece bir araçtır. İnsanlara duyguları, düşünceleri, hayata bakış açılarını ve hayata ait her şeyi sahnede yansıtır. Oynan tip ve karakteri, oyuncu adeta bir gömlek gibi giyer. Sahnede o tip ya da karakterdedir. Bunlardan dolayı tiyatro kişiye insanları tanımayı, insanların duygularını anlamayı, iletişimde daha duyarlı olmayı kazandırır. Oyuncu olmak öğretmenlik mesleğinizi nasıl etkiliyor? Özellikle öğrencilerle empati kurma becerisini kazandırıyor. Öğrenciyi tanımak, öğrencilerle duyarlı ve sıcak ilişkiler kurmak, öğrenciye eğitimle ilgili bilgilerin kolay aktarılmasını sağlar. Öğretmen bunu yaparken vücut dilini kullanmak, etkili konuşma yöntemlerini kullanmak gibi tiyatrodan kazandığı becerilerden yararlanır. Öğrencilere tiyatro ile ilgili söylemek istediğiniz neler var? - Öğrencilerin tiyatroya izleyici veya oyuncu olarak katılmaları, onlara insanların duygu ve düşüncelerini daha kolay anlamalarını ve dünyalarında yeni ufuklar açılmasını sağlar. Kendilerini daha rahat ifade etmelerini, özgüvenlerini geliştirmelerini sağlar. Arkadaşları ve çevresi ile kolay iletişim kurmalarına yardımcı olur. Etkili konuşma becerileri gelişir. Onlara okuma alışkanlığı kazandırır. da çocukların karşısında daha rahat hissediyor. Hele öğrencilerin senin bu yönünü biliyor, sahnede izliyorlarsa onlar da etkileniyor, hevesleniyor, istek duyuyorlar bu uğraşa. Ancak sıkıntılar da yaşıyoruz. Hem öğretmenlik hem de tiyatroculuk yapmak insanın zamanını alıyor, yorucu oluyor. Çok fazla ayrıntılı plan yaparak bu sorunun üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Gülsen ( BEKTAŞ) KIZILTAN ( Şerif Abla) - - - - Kendinizi tanıtır mısınız? 1961 İzmir doğumluyum. Öğretmenliğe 1883 yılında Sivas’ın bir dağ köyünde sınıf öğretmeni olarak başladım. Halen Ankara’da görev yapıyorum. Tiyatro oyunculuğu nasıl bir şeydir? Tiyatro oyunculuğu, kişinin kendini ifade etme sanatıdır; kendini sahnede ifade etme sanatı. Tiyatro oyuncusu olmak, öğretmenliğinizi nasıl etkiliyor? Oyuncu olmak bence mesleki açıdan insanı rahatlatıyor. Çünkü bir yerde kendini ifade edebilen insan, sınıfta Oyuncu olarak, öğrencilere neler söylemek istersiniz? Okullarında mutlaka topluluklar kurarak sanatın bir alanıyla uğraşmalarını öneririm. Bu bir müzik topluluğu olabilir, bir tiyatro topluluğu olabilir. Ama mutlaka bir yerden başlamalılar. Olanakları ölçüsünde bir şeyler yapabilirler. Keşke Milli Eğitim bu olanakları bütün okullara sunabilse... Ama her zaman bir yerden başlamak mümkündür. Beklemesinler olanakları; yaratsınlar, yaratabileceklerini düşünsünler. Güzel şeyleri isteyenlerin ve kendine güvenenlerin başaramayacakları şeyler olmadığına inananlardanım ben. Çarşamba etkinlikleri “SOKRATES’İN SAVUNMASI” Sunanlar: Serap AĞAÇAYAK ( 9 Süper ) 20 Buket ALTUNER Cansu SEYMEN Mehmet PEKMEZ Soner CANLI Sokrates Grubumuz, önce Sokrates’in savunma yaptığı mahkemeyi canlandırdılar. Ardından da Sokrates’in bilgi ve etik alanındaki görüşlerini değerlendiren grubumuz, sunumlarının sonunda aşağıdaki görüşleri tartışmaya açtılar: ( 9 Süper ) ( 9 Süper ) ( 10 SF ) ( 10 STM ) Sokrates mahkemede kendini savunurken; hem kendisini hem de Atina’daki toplumsal koşulları ve egemen düşünce dünyasını tanıştırdı bize. Annesi ebe, babası heykeltıraşmış. Felsefesinin merkezine insanı koymuş: İnsanlara ruhlarına önem göstermelerini salık veriyor ve mutlu bir yaşama ancak bilgiyle ulaşabileceklerini göstermeye çalışmış. Düşüncelerine uygun yaşamış; yaz kış çıplak ayakla ve ince bir entariyle dolaşarak insanlarla bu konuları tartışmış. ‘Bilgiçleri’ kızdırmış; gençleri etkilemiş. Sonunda gençleri baştan çıkardığı ve yani tanrılar icat ettiği gerekçesiyle suçlanmış ve mahkeme edilmiş. O, ne cinayet işlemiş ne de hırsızlık yapmış; yalnızca düşünmüş ve düşüncelerini açıklamış. Onun ilk filozof şehit olduğu söyleniyor. Serap AĞAÇAYAK Sokrates Atinalı diğer insanlara hiç benzemiyor. Onun amacı; gençlerin doğru bilgiye ulaşmasına yardımcı olmak, insanlara iyi ve kötünün bilgisine isterlerse ulaşabileceklerini göstermek. O, hayatını buna adamış. Çok da alçakgönüllü. Üstün bir zekaya sahip olduğunu kabul etmiyor, herkesin ulaşabileceği bilginin ötesinde bilgiye sahip olamayacağını savunuyor. “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyor. Bu bilgiye önem veriyor. Çok şey bildiğini sanan kişilere, aslında hiçbir şey bilmediğini göstermek istiyor. Bu amaçla “Bilgeliğe açılan ilk adım, bilmediğini bilmektir.” “Kendini bil, kendini tanı” “Kişi bilgiye, başkalarının aktardıkları ile değil, kendi çabasıyla ulaşılabilir.” “Her insan bilgiye ulaşma potansiyeline sahiptir.” “Doğru bilgiye ulaşmakla kişi, erdemli ve dolayısıyla mutlu yaşamanın anahtarını ele geçirmiş olur.” “Bilgi erdemdir” “Kötülüğün kaynağı bilgisizliktir.” Tartışmalar, bilgi alanında Sokrates’in “Çürütme Yöntemi”, “Doğurtma Yöntemi”, “Eğitim” görüşlerinde; etik alanında ise daha çok “İnsan doğasının iyiliğikötülüğü”, “Mutluluk” konularında yoğunlaştı. “İnsan Doğası” konusunun ilerideki bir toplantıda tartışılması önerisi kabul gördü. Sokrates grubundan bazı arkadaşlara, dergimiz için yazmalarını istedik. Bize aşağıdaki görüşlerini ulaştırdılar: Buket ALTUNER 21 onlara sürekli sorular sorarak, kişinin verdiği yanıtları arasındaki çelişkileri açığa çıkarıyor, kişinin bilgi diye ileri sürdüklerinin temellerini sorgulamasını amaçlıyor. Bu tür bir çürütme yöntemi ile kişinin bilgisizliğini kavramasını istiyor. Zira Sokrates, insanların bilgi isteği ve araştırma arzusu duyabilmeleri için bilgisizliklerini görmeleri gerektiğini düşünüyor. Cansu SEYMEN Sokrates’in cesur bir insan olduğu çok açık. Ölümü pahasına görüşlerini dile getirmekten çekinmemiş. Beni en çok etkileyen yanlarından birisi de, okuma yazma bilmeyen bir köleye, yalnızca sorular sorarak geometri problemini çözmesine yardımcı olması oldu. Burada sanıyorum, isteyen herkesin doğru bir tarzda sorular sorarak ve kendi araştırmasına dayanarak bilgiye ulaşmasının mümkün olduğunu göstermek istiyordu. “Bilgi bir başkasının aktarmasına değil, kendi çabanıza dayanmalıdır ” diyor. Bir başkasıyla tartışmayı, diyalog kurmayı dışlamıyor, hatta önemli görüyor ama asıl kişinin kendi etkin çabasını zorunlu görüyor. Bu yaklaşım bize, eğitim alanında, öğretmen ve öğrenci rolleri açısından pek çok dersler veriyor. Yalnızca aktarmaya ve ezbere dayalı bir eğitim anlayışının yanlışlığını sergiliyor. Çarşamba etkinlikleri SOKRATESİN SAVUNMASI’ndan “ Değeri olan bir kimse, yaşayacak mıyım yoksa ölecek miyim diye düşünmemelidir. Bir iş görürken yalnızca doğru mu eğri mi; yürekli bir adam gibi mi yoksa tabansızca mı davrandığını düşünmelidir.” “Ben Tanrının, devletin başına sardığı bir at sineğiyim. Her gün her yerde sizi dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum” “...Seni serbest bırakacağız ama filozofluk etmeyeceğine söz vermek koşuluyla derseniz; derim ki, ömrüm ve gücüm yettikçe felsefe ile uğraşmaktan, herkesi buna yöneltmekten geri durmayacağım.” “Artık ayrılık zamanı geldi, yolumuza gidelim. Ben ölmeye sizler yaşamaya. Hangisi daha iyi? Bunu Tanrı bilir. “EKİM DÜŞÜ” 22 Sunanlar: Gizem ÇERİ Duygu ASLAN ( 10 SF ) ( 10 SF ) Rabia HASKILIÇ ( 10 SF ) Felsefe Kulübü üyelerimiz “Ekim Düşü” adlı filmi birlikte seyrettiler ve ardından film üzerine tartıştılar. Tutkuyla çalışmaya başlar. karıştırır, denemeler yapar. “Ekim Düşü” Amerika’da küçük bir maden kasabasını anlatır. Yıl 1957. Kasabanın geçim kaynağı madendir ve maden ocağı her kasaba erkeğinin kaderidir sanki. Yaşamlarını değiştirecek başka bir alternatif yoktur, eğer lisede spor alanında başarılı olup, üniversitelerin dikkatini çekip burs kazanma gibi oldukça zor bir işi başarmazsanız – ki bunu başaran da henüz yoktur - yapacağınız tek bir şey kalıyor: Madende çalışmak. Kasabalılar için zaten yaşam da budur. Ta ki lise öğrencisi genç Hommer’ın düşüne kadar. Kitaplar Önceleri eğlence olarak ona yardım eden arkadaşlarını kendi düşüne ortak olmaya ikna eder. Hep birlikte çalışırlar artık. Başka insanların da desteğini almaya başlar: Öğretmeni Bayan Rayli, Maden ocağının kaynakçısı Mike gibi. Ama kasabalıların çoğu boş iş olarak görürler: Başta da maden ocağında şef olan babası John ile okul müdürü. Yüzlerce başarısız deneme onları yıldırmaz. Ancak orman yangınına yol açtığı iddiası ile karakolluk olurlar ve çalışmaları bırakırlar. Aynı günler John’un maden göçüğünde yaralanmasına denk gelir ve Hommer babasının yerine madende çalışmaya başlar. Hommer derslerle arası iyi olmayan sıradan bir lise öğrencisidir. Serseri bir arkadaş grubu ile zaman geçirmektedir. Hommer’ın kasabayı aşan bir düşe sahip olması, Sovyetler Birliğinin Sputnik adlı bir roketi uzaya gönderdiği günde olur. Bütün gazete ve radyolar bu olaydan bahsetmektedir. Kasabalılar o gün Sputnik’i gökyüzünde uzaya doğru yol alırken çıplak gözle görürler. Hommer diğerlerinden farklı etkilenir bu olaydan. Roket yol alırken kararını vermişti bile: “Ben de bir roket yapacağım”. O kasabalılardan farklı bir gözle bakmıştı Sputnik’e. “Sputnik çok güzeldi” onun için. “Dünyanın her yerinden herkesin gördüğü bir şey”di o. Bu olayla Hommer, kasabanın o dar dünyasından kopmaya yeni ve daha büyük dünyalar oluşturmaya başlamıştı sanki. Ama aklı düşlerindedir hep. Orman yangına roketin yol açmadığını düşünür hep ve sonunda bunun mümkün olmayacağını gizlice çalıştığı matematik ve fizik bilgilerinden kavrar. Bunu hem okuluna hem de kasabalılara da kavratma fırsatı bulur. Madeni tek edip çalışmalarına devam eder. Destekçileri de artmıştır. Sonunda başarır. Gönlünü kazandığı okul idaresinin de yardımlarıyla bilim fuarına katılırlar ve arkadaşlarıyla birlikte burs kazanırlar. 23 Yarışma süresinde tüm kasaba onların düşüne ortak olmuştur: düş kasabanın düşü haline gelmiştir artık. maden dünyasının lideridir aynı zamanda. İşini sever, onu iyi bilir ve herkes onu dinler. Hommer için babası bir kahramandır, kendisi için bir model. Ancak Hommer’un amaçları farklıdır. John dünyaya yalnızca kendi gözleriyle bakmaktadır. Yalnızca kendi doğruları vardır. Kendisi gibi olmasını istediği Hommer’un düşlerine en son ortak olan odur. Ta ki Hommer’un düşlerinin güzelliğini ve olabilirliğini inanılmaz inatçılığıyla herkese gösterdiği anda. Oysa öğretmeni Rayli daha başta onları desteklemişti ve şöyle söylemişti: “Sen kendi içini dinle. Çünkü sen başka planlar yaptın. Seninle gurur duyuyorum; neyi seçersen seç” Bu noktada “ben ve karşımdaki”, “iletişim ve empati”, “kuşak çatışmaları” konularını tartıştık. Sonunda Hommer NASA’da, arkadaşları da önemli başka işlerde çalışabilme imkanına kavuşurlar. Gerçek bir yaşam öyküsünü anlatan Ekim Düşleri, “Amerikan Rüyası”, Sınderalla türü bireysel çabalarla kurtuluş öykülerini anlatan klasik Amerikan filmlerinin kimi ögelerini taşısa da kişiler arası ilişkileri, toplumsal koşulların cendereye aldığı insanları, kuşak çatışmalarını gerçekçi bir temelde yansıtan ve sorgulamamızı sağlayan bir film. Filmi değerlendirirken öne çıkan konular, yaşamın anlamı, amaçlarımızın değeri, eğitimin amaçları gibi genel konular ile filmdeki kişiler arası ilişkilerdeki etik sorunlar oldu. Öğretmeni Rayli , Hommer’a “Bilim matematik ister, sense matematiği sevmezsin” demişti. Ama aynı Hommer roket aşkıyla matematiği ve fiziği okul müdürünü hayran bırakacak ölçüde iyi bilen birisi haline geldi. Matematiği ve fiziği öğrenmeye çalışmak onun için bir zevkti. Eğitimi tartıştık uzun uzun. Biz yaşarken çeşitli amaçlara sahip oluyoruz. Ama ciddi olarak hiç sorduk mu? Aklımıza hiç geldi mi?: Amaçlarımızı biz mi tayin ettik? Başka hedeflerimiz olamaz mı? Hangi olanaklara sahibiz? Film öncelikle bu soruları sormamızı sağlıyor. Bu soruları biz de tartıştık. Hommer’ın gönül maceralarını da tartıştık. Gönlünü kaptırdığı kızın ona yalnızca ünlü olduğunda yaklaştığını gören Hom-mer’ın, seçimini kendisini zor günlerinde destekleyen kızdan yana koymasını değerlendirdik. Monteigne “Dünyadaki en muhteşem eser, bir amaç doğrultusunda yaşamaktır” diyor. Biz buradaki amacı, kendimizin bulduğu ve uğruna pek çok şeyi göze alabileceğimiz kadar istediğimiz hedefler olarak anlıyoruz. Daha pek çok konu tartıştık. Bu filmi izlemenizi öneriyoruz. Belki yaşama bakışınızı sorgulayacak, belki de yaşamda amaçlarınızı değiştirecek olanaklar bulacaksınız Ekim Düşü’nde. Bir başka tartışma konumuz, Hommer ile babası John arasındaki ilişkiler oldu. John için tek bir dünya vardır: maden. Bu 24 Yağmur gibi düştün yüreğime Ve rüzgar gibi bir anda çekip gittin Nedenini sordum söylemedin Sebep dedim gülüp geçtin Bir gün bir yağmur damlası konduğunda yanağına Beni hatırlayacaksın Üzüleceksin, ağlayacaksın Ama sen dememiş miydin bana “Hayatta hiçbir şey ağlamaya değmez” diye Karanlığın ortasında seni bekliyorum Birden aklıma geliyorsun, Yaptıkların aklıma geliyor. Acıyorum sana, sadece acıyorum. Sen anlamazsın benim halimden, Zaten hiç anlamadın ki Hayat sensiz nasıl olur bilmiyorum Bilmek de istemiyorum doğrusu Korkuyorum seni kaybetmekten Beni hayata bağlayan o küçücük umut ışığını Kaybetmekten korkuyorum Hilal BAŞAR 10 STM ANKARA FELSEFE KULÜPLERİ PLATFORMU Neslihan ATEŞÇİ ( 10 Sosyal ) Ankara’da Felsefe Kulübü kurmuş olan okullar eylül ayında bir araya gelerek “Ankara Felsefe Kulüpleri Platformu”nu oluşturdular. Platformda şu anda 25 Elmadağ Lisesi, Batıkent Lisesi, Gölbaşı Lisesi, Dr Binnaz Ege – Rıdvan Ege Anadolu Lisesi, Cumhuriyet Lisesi, İncirli Lisesi, Ankara Güzel Sanatlar Lisesi, Fethiye Kemal Mumcu Anadolu Lisesi, yer almaktadır. Okulların felsefe öğretmenleri temsilcileri ile Felsefe Kulübü üyesi öğrenci temsilcilerinin oluşturduğu bu platformda Felsefe Kulübü kurmak üzere hazırlık çalışması yapan okullar da yer almaktadır. çerçevelerini, konuya hazırlanmalarını sağlayacak kaynakları, hazırlık çalışmalarının biçimlerini tartıştılar. Okulumuz Felsefe Kulübü üyeleri bütün gruplarda yer alıyorlar. Bu okullar arası ortak faaliyet bizleri geliştiren ve keyifli bir faaliyet. Çalışmalara katılan arkadaşlarımızın hepsinin felsefe dersi görmemiş Lise 1 ve Lise 2 öğrencileri olması önemli bir handikap. Zorlanıyoruz. Ancak zaten biz bu faaliyetleri göstermelik olarak değil, gelişmemizin aracı olarak görüyoruz. Bu zorlanmalar kendimizi geliştirmemizin sancıları. Önümüzde yeni ufuklar açılıyor. Ben “Batılılaşma Grubu”nda yer alıyorum ve hazırlık çalışmalarında doğru diye bildiğimiz pek çok kalıp düşüncelerimizin enine boyuna tartışılması, incelenmesi gerektiğini fark ettim. İnsan soru sordukça, bu soruların cevabını ciddi olarak bulmaya çalıştıkça gelişiyor. Yapılan ilk toplantıda Platform toplantılarının yöneticiliğinin öğrenciler tarafından yapılması kararlaştırıldı ve uygulamaya geçildi. Platform, 2002-2003 Öğretim Yılının temel etkinliği olarak mayıs ayında merkezi bir okulda hafta sonu iki gün sürecek tartışma toplantıları planladı. Tartışma konularının okullardan gelecek önerilere göre tespit edilmesi kararlaştırıldı. Bir sonraki toplantıda okullardan gelen öneriler değerlendirildi ve; “Batılılaşma”, “Savaş ve Etik”, “Tek tipleşme” ve “Aşk” konuları seçildi. Bu platform çalışmasının bir diğer güzel yanı da gönüllü ve diğer okullardaki arkadaşlarla ortak bir ekip çalışması olması. Ankara Felsefe Kulübü Platformunun İnternet iletişimin de oturmasıyla daha da zengin bir olanağa kavuşmamız söz konusu olacak. Bakalım bu çalışma bizi nerelere götürecek? Bu konulara ilgi duyan Felsefe Kulübü üyeleri Dr Binnaz Ege – Rıdvan Ege Anadolu Lisesinde buluştular. Konulara göre gruplara ayrıldılar ve ayrı sınıflarda hazırlık çalışmasına başladılar. İlk toplantılarında gruplar, tartışma İnsanlığın Felsefi Serüveni - VII Bu sayımızda DEMOKRİTOS ile tanışacağız: 26 Söylentiye göre Demokritos, Trakya’daki Abder şehrinde doğmuştu. Babası Damasip’in büyük itibarı vardı. Bir gün İran Şahı Keyhurev, Damasip’in zengin ve konuksever evinde kalmıştı. Oradan ayrılırken de hep yanında bulundurduğu ve o zamanın bilim adamları olan büyücülerden bazılarını Damasip’in çocuklarını okutmak için bırakmıştı. Demokrit onlardan dersler aldı. Zerdüşt dinini yayan bu İranlı büyücüler, tanrılara inananları ahmak sayarlardı. Onlara göre iki dünya vardı: Büyük dünya ( evren) ve küçük dünya (insan). vardı ama o, servetini yabancı ülkelerde bir mirasyedi gibi savurmuştu. Mahkemeye verildi. Yargıçların huzurunda bağışlanmasını isteyeceğine, büyük bir ruloyu açıp yazdığı eseri okumaya başladı. Eserin adı “Büyük Evren Düzeni” idi. Yargıçlar önce şaşırdılar; ne alakası vardı şimdi bunun? Fakat eserde tasvir ettiği evren, o kadar güzel ve görkemli idi ki, davacılar suçlamalarını unuttular. Yargıçlar, bin talant harcayan Demokritos’un başka bir servetle döndüğüne karar verdiler: bilgi. Demokritos öğretmenlerinden, Hint filozoflarının öğretisini de işitmiş olabilirdi: Tüm eşyalar zerreciklerden, yani noktalardan meydana gelmiştir. Nokta hareket ederek çizgi, çizgi hareket ederek yüzey, yüzey hareket ederek cisim olmuştur. Karar şöyle idi: Demokritos’a beş yüz talant verilsin, sağlığında bronz heykeli dikildin, öldükten sonra şehir hesabına gömülsün. O yine durmadı; bilgi peşine düştü. Bu defa Atina’ya ve diğer Yuna şehirlerini dolaştı. Bir çok filozof tanıdı. Anaksagoras’un görüşlerini beğenmemişti. Bir ‘Yüksek Akıl’ var olamazdı ona göre. Evrenin harekete geçmesi için bir yüksek güce ihtiyacı yoktu. Evren sonsuzdu. Hareketin bir başlangıcı olmadığına göre, başlangıçsız bir şeyin başlangıcından söz etmekte bir anlam var mıydı? Demokritos’un bir öğretmeni daha vardı: dostu Levkipos. Ondan, Milaslı filozofların teorilerini, yani evrenin aslını maddenin sağladığını öğrenmişti. Babası öldüğünde Demokritos itibar ve nüfus sahibi olarak rahatça yaşayabilirdi. Arhont, yani devlet başkanı seçilmiş, şerefine üzerinde kendi adıyla ve bir saz resmiyle para kesilmişti. Ama o, yurdunda kalmadı. Bilgi peşinde dünyayı dolaşmaya çıktı. <<Bilge kişiye tüm yeryüzü açıktır>> diyordu. Mısırlı kahinlerle, Babilli büyücülerle ve Hintli felsefe hocalarıyla konuştu. İhtiyar filozoflar, meclislerine kabul etmemişlerdi onu. Ama her sözünü can kulağıyla dinleyen gençler az değildi: - Bir kaba su doldurup sımsıkı kapayın. Sonra ateşe koyup kaynatın. Su kabı patlar. Sebebi neydi bunun? Çünkü dünyadaki her şey gibi su da atomlardan meydana gelmiştir. Pek küçük oldukları için atomları göremeyiz. Peki göremediğimizi nereden biliyoruz? Ama başöğretmeni doğaydı. Yurduna döndüğünde tüm servetini harcamış haldeydi. Abder halkı öfkeden küplere biniyordu. Ona büyük saygıları 27 Akıl ne güne duruyor? Akıl bize “su kaynarsa atomlar genişler ve çevresini parçalar” diyor. Uçsuz bucaksız uzayda atomlar uçuşuyordu. Düzensiz karmakarışık bir uçuştu bu. Aynı cinsten atomlar da birbirini çekiyordu. Ağır atomlar, evren kasırgasının merkezinde toplanmış, hafifler de kenara itilmişlerdi. Ağırlar dünyayı meydana getirdiler. Etraflarına daha hafif olan su atomları yerleşti. Daha hafif olan havaysa merkezden çok uzaklaştı. ilk hayvanlardan çoğu yok olmuştu. Yaşayanlar içinden insanlar da meydana geldi. Başlangıçta insanlar hayvan gibi yaşarlardı. Çıplaktılar, evleri barkları yoktu, ateşi bilmezlerdi. Ömürleri hep yiyecek peşinde geçerdi. Hakkında efsaneler söylenen bir altın çağ, mutluluk çağı olmamıştır geçmiş zamanda. İnsan çok çekmişti o zaman. Zayıflar kırılmış, ancak kuvvetli olanlar kurtulabilmişti. İnsanlar vahşi hayvanlardan korunmak için birleşmeye, yardımlaşmaya başladılar. Acı tecrübeler sonrasında mağaralara sığınmayı, meyveleri stok yapmayı öğrendiler. Ateşi elde ettiler zamanla. Çeşitli zanaatlar bellediler. Örümcekten dokumayı, kırlangıçtan ev yapmayı, bülbülden türkü söylemeyi öğrendiler. Zamanla insanlar arasında kıskançlık ve kavgalar çıkmaya başladı. Birbirlerinin mal ve mülküne göz dikenler çıkmaya başladı. Bunun önünü almak için yasalar çıkarmak gerekti. Demokritos, devlet işlerini çok önemli görüyordu. Herkes düzenli bir devlet için çaba harcamalıydı. Refahı ancak düzenli bir devlet getirebilirdi. Demokritos eşitlikten yanaydı ama, egemenliğin <<toplumun en alt tabakalarına>>, <<tayfalara>> geçmesine karşıydı. Ona göre, yalnız atomlar aleminde değil, devlette de baş yer güçlülerin olmalıydı. Bütün zengin köleciler gibi Demokritos da böyle düşünüyordu. Daha ötelerde başka dünyalar vardı. Evrende birbirine benzeyen iki dünya bulunamazdı, birbirine benzeyen iki kişi bulunamadığı gibi. Bazı dünyalar aysız ve güneşsizdi, karanlıktı. Öyleleri vardı ki, gökyüzünde iki güneş doğuyor, geceleyin de bir çok ay parlıyordu. Dünyalar da çarpışıyor; daha büyük olan dünya galip geliyordu. Küçük olanlar dağılıyor paramparça oluyordu. Bu parçalardan yeni dünyalar, yeni güneşler oluşuyordu. Öğrenciler <<yeryüzünde canlılar nasıl doğdu?>> diye sorduklarında derdi ki; <<Dünya daha sıcaktı, iyice katılaşmamıştı. Şişip tümsek tümsek oluyordu. Tümsekler, ağaçlardaki tomurcuklar gibi patlayıp açılıyor, içinden hayvanlar çıkıyordu. Ağır olan toprak atomları fazla gelen varlıklar karaya yerleştiler. Su atomları daha fazla olan hayvanlar da kanatlanıp havalandılar. Bu Ödüllü Bulmaca Hazırlayan: Özlem ÖZEL 11 TMA 28 SARMAL BULMACA - KELİME AVI Bu sayımızda, ünlü Fransız filozofu Jean Paul Sartre’ın bir sözünü bulmanızı istiyoruz. Yapacağınız şey, aşağıdaki kelimeleri tablomuzda bulmak, üzerini çizmek ve üzeri çizilmemiş olarak kalan harfleri yukardan başlayarak, soldan sağa birleştirip cümleyi oluşturmaktır. Sarmal bulmacanın bir özelliğini hatırlayalım: Kelimeler, harflerin sol veya sağ ya da üst veya alt komşu kareleri izlenerek aranmalıdır. Doğru cevabı kapalı bir zarfla Özlem ALTUN arkadaşımıza ulaştıranlar, ödül çekilişimize katılabileceklerdir. S E Ü A V E Y M S O L N E K Ö L N P T L E L L E K Z İ M İ Z T İ ETİK KONSEPTÜALİZM ÖZGÜRLÜK VARLIK ÖDEV İNNEİZM EGO DOĞRU REALİZM O M Z İ V E S L Ü L P Z E M Ü Y K R D I R E N Ö Ü R S İ N N T İ İ E E R A A E Z G L E İ N C E İ L A İ Z S M D B İ R N L O G O R İ Z M M L A D E L M İ D S O D Ö A N Z M A N O U G E R İ Y Z E İ HAZ MADDE BELİRLENİM ÇOKLUK İYİ AHLAK DİYALEKTİK DÖNGÜSELLİK DEİZM T E İ R M T K İ İ L Ç L A Ö V A İ T E İ Z I L L K K E E K T G H A N N H A R E S Ö R U U L İ A L D S U E N D G Ü S O M L L K K K O Ğ R Z L Ö N Ş N Ü E R K Ç E İ LOGOS SORUMLULUK ERDEM KÖTÜ TEORİ ÖZ NOMİNALİZM PANTEİZM Felsefecilerimizden MUTLULUK ÜZERİNE 29 R L D Ü İ V A R O Z M D N O E T İ İ K N L İ I L M İ N E M K L R B A O G E K K U İ L A D Ö E U K GERÇEKLİK EYLEM BİRLİK EVRENSEL RASLANTI DÜZENLİLİK SOLİPSİZM ATEİZM Füsun AKATLI Felsefeci – Eleştirmen Mutluluk sorunu insan kadar eski olsa gerektir. Bir o kadar da yaygın ve ilgi toplayan bir sorun. Ne sözler söylenmiştir mutluluk üzerine, ne yazılar yazılmıştır! Ona kavuşma tutkusu nasıl coşkuyla dile getirilmiştir. Kimiler, “Yakalayıp yakalayıp elimizden kaçırdığımız ey esatiri kuş! Seni ne zaman göğüs kafesimize hapsedebileceğiz? İçimizde çırpınan kanatlarının sesini duyacağımız günle gelecek mi?” gibilerden adeta gizemci bir özlemi haykırırken, kimileri de; “İnsan için mutluluk yoktur. İçimizi dolduran sadece acıdır ve bu acıdan kurtulma çabaları boşunadır. Çünkü çabaladıkça daha çok acı duyarız” diyerek çevrelerine kötümserlikten bir ağ örmüşlerdir. Mutluluk türlü felsefelerin olduğu kadar, gündelik yaşamın da sorunu olagelmiştir hep. Mutluluk üzerine söylenenler, yazılanlar, verilen formüller, reçeteler öyle çok ve çeşitlidir ki, bunları şöyle bir toparlayıp üzerlerinde düşünmek insana neredeyse olanaksız gelir. Oysa bir çırpıda sıralanabilecek birkaç söze değgin sorunun cevabını ararken bu karmaşık ve karanlık durumdan sıyrılabilir kişi. Örneğin; mutluluk bir yaşama biçimi midir, bir tavır alış mıdır? Anlık mıdır, sürekli midir? Durgun mudur, atılımlı mıdır? Kavramsal mıdır, olgusal mıdır? ve giderek amaç mıdır, yoksa araç mıdır? Bunlara bir cevap ararken düşüncemizi daldan dala konmaya bırakmaz da, bir yönteme sokarsak ilkin şunu söyleyebiliriz: İki türlü mutluluk vardır. Daha doğrusu birbirine hiç benzemeyen iki durum vardır ki, her ikisine de mutluluk adı verilmektedir. İşte sözünü ettiğim bu iki mutluluğun sahte olanı; gerek kişilerin, gerekse kitlelerin önüne amaç olarak yerleştirilen bir aldatıcı ve uyuşturucu balondur. Bu balon; tuzu kuru olmayı, gününü gün etmeyi, sorumsuzca gevşemeyi, bana dokunmayan yılan bin yaşasın düsturunu şiar edinmeyi ve bu türden erdemsizlikleri kapsar. İnsana insanlığını yadsıtacak böylesine yoz bir mutluluğun üstünü çizelim bir kez. İçi hepten boşalmamış, kafası ve yüreği yozlaşmamış bir insan için değildir bütün bunlar. İnsanın özüne aykırı bir hazıra konuculuk ve orada duruculuktur. Mutluluk üzerine en kolay bir yana atılacak, bununla birlikte çok da yaygın olan bu anlayışı, ya da anlayışsızlığı geçelim hele. Öbürüne gelelim. Bu da ana çizgileriyle, insanın içinde bulunduğu bütün çelişkileri, çatışmaları aşıp, bir uyuma varması, kendisini tedirgin edip duran sorunlara birer çözüm, ya da en azından birer çözüm yolu bulması durumudur. Şimdi biraz daha içine girelim bu tanımın. İnsanın çelişkileri, çatışmaları nelerdir? Bunları saptayalım önce. İnsanın doğayla çatışması vardır, olagelmiştir bir kez. Sonra toplumsal çelişkileri vardır, sınıfsal çelişkileri vardır. Nihayet kendi kendisiyle çelişir kişi, iç çatışması vardır. Öyleyse insanın yaşamı birkaç yönlü bir mücadele, bir savaştır. Hem de öyle bir savaş ki, alanların sınırları kesin çizgilerle çizilmemiş, karşılaşılan bu çelişkiler 30 birbirinden bağımsızca birer çerçeveye alınmamıştır. Yani kişi, “Dur hele, önce doğayla çatışmamı bir halledeyim, sonra sınıf mücadelemi vereyim, onu da bir iyice sonuca bağlayayım, sonra toplu8msalm kurumlarla ilişkilerimi düzenleyeyim, ondan sonra da kendi iç çatışmamı çözümler, sonunda da derin bir oh çekerim” diyemez. Bu alanlar birbirleri içine girmiş, aralarında zorunlu bağıntılar ve etkileşmeler olan bir bütündür ve kısacası hepsi kül olarak yaşamdır. İnsan tekinin kendi önündeki sınırlı zaman süresi, bu mücadelelerin adımlarından oluştuğu gibi, insanlık tarihi de aynı mücadelelerin aşamalarından oluşur. Nasıl toz pembe bir tarih yoksa, toz pembe bir yaşam da olmayacaktır. Olmamalıdır da. Çelişkilerin, çatışmaların olmadığı bir durum, bir adımın atılamayacağı bir durumdur, durağan bir durumdur, yapay bir durumdur. Akla da, olgulara da aykırıdır. Yine tanımımıza dönelim; mutluluk kişinin her türlü çelişkisini aşması, çatıştığı şeylerle (bu ister doğa, ister toplum, ister kendi benliği olsun) bir uyuma varması ise, demek ki sonsal (nihai) ve sürekli bir durum değildir. Bir aşama, deyim yerindeyse, bir uğrak noktasıdır. Sonra bu nokta bir başlangıç olacak, yeni bir atılım, yeni bir mücadele doğacak ve bu böyle sürecektir. İşte insanın vazgeçilmez değeri olan yaratıcılık, bu sürecin ürünüdür. Bilimde olsun, sanatta olsun, eylemde olsun ne yapılmışsa, bu sürecin itici gücü ve yaratıcı atılımıyla yapılmıştır. Bilimsel kuramların, sanat yapıtlarının, her türlü devrimin oluş yasası budur. Bu, akılla kurulmuş, gerçeğe izdüşümü olmayan, kavramsal bir kurgu da değildir. Yaşanan olayların, tarihsel akışın izlenmesinden çıkarılan ve hep tekrarlandığı saptanan düzenli bir yasalılığın iskeletidir. Başlangıç, onun yadsınması, sonra bir atılımla bunların bir biçimde birleştirilmesi, sonra varılan sonucun yeniden başlangıç olması! İşte bu süreç, yaratıcı ve devrimci bir süreçtir. Mutluluk dar anlamda; atılımların sonunda bir yere varıldığında duyuluyorsa, geniş anlamda; insan, özüne uyan işlevini yürüttüğü sürece, yani bütün mücadelesi boyunca mutludur. Çünkü her adımda kendini gerçekleştirmekte, aşmakta, yeniden yaratmakta, yabancılaşmalarından biraz daha, biraz daha sıyrılmaktadır. Bütün bunlardan sonra başlangıçtaki sorularımıza cevaplar getirmenin sırası gelmiştir sanırım. Mutluluk, dinamizmini kendi içinde taşıyan, atılımcı, yaratıcı bir süreci yaşayan kişinin, somut gerçeklerle ve yaşamla bağını koparmaksızın özünü gerçekleştiren, kendini yeniden ve tekrar tekrar yaratan kişinin etkinliğidir. Böyle bir yöntemle bakıldığında, artık bir “zümrüdü anka” olmaktan çıkmış, somut bir yaşama biçimi, yaşama karşı elle tutulur bir tavır ve sağlıklı, erdemli bir amaç olarak tanımlanmıştır. PUSULAMIZ FELSEFE – Füsun AKATLI ( VARLIK / DENEME - 1995 ) 31 Yüzyılımızın Düşünürlerinden ÇAĞIMIZIN GERÇEKLERİ Jean Paul SARTRE ( 1905 – 1980 ) BAŞ SORUN: İNSAN büyüksemekle suçlandırılmam daha mantıklı olur. Edebiyatın güzelliği, her şey olmak isteğinden gelir, kısaca güzellik aramaktan değil. Yalnız her şey olan bir şey güzel olabilir. Beni anlamayanlar ne derse desinler, sanat adına çatmadılar bana, kendi bağlı oldukları inanç adına çattılar. İnsan her şeyi istemeli ki, bir şey yapabilsin. Ben bugün felsefeyi bir dram gibi düşünüyorum. Bugün artık mesele, ne ise o olan özlerin durgun halini seyre dalmak değil, bir olaylar zincirinin kurallarını bulmak da değil artık. Bugün mesele insandır, hem etken, hem bir aktör olan insan. Çünkü o dramını hem yazıyor hem oynuyor, durumunun çelişmelerini yaşıyor, kişiliğini harcıyasıya ya da düğümlerini çözesiye. Bir tiyatro oyunu (Brecht’inki gibi destansı ya da dramsı) bugünün insanını sahnede göstermenin (yani düpedüz insanı göstermenin) en uygun yoludur. Felsefe de, bir başka bakımdan, bu insanla uğraşma kaygısındadır. İşte bunun için tiyatro felsefemsi ve felsefe de dramsıdır bugün. EDEBİYAT VE ALDATMACA Susan yazarlar (günün sorunları üstünde düşüncelerini açıkça ortaya koymayanlar) öteki yazarları tedirgin eden bir çelişmeyi sürdürüyorlar. Bir yazarın elinde, cebinde saklısı olamaz. Kumarda açık kağıtla oynamak gibi bir şeydir onun işi, oynanmak değil. Yazarlığın büyülü bir dünyası olduğu sanısını veren bütün o kandırmacalardan nefret ediyorum. Bu yolu tutan yazarlar edebiyata girenleri aldatıyorlar. Yazarların ilk işi göz boyacılıktan, kandırmacadan vazgeçmek olmalıdır. Edebiyatta kendini bir büyücü, bir canlı gibi göstermek, bir bakıma kendini çok büyük görme, bir bakıma da çok küçük görmedir. Ne istediklerini, ne yaptıklarını söylesinler. Eleştirmenler yazarlara, isteklerini ve araçlarını, başkalarına – ve hele kendilerine – hiçbir zaman açmamayı öğütlüyorlar. Eski romantik anlayışa BAĞIMLILIK Edebiyat her şey değilse, üstünde bir saat bile durmaya değmez. Ben bağımlılıktan bunu anlıyorum. Edebiyatı yalnızca sorumsuzluğa, türkülere indirirseniz, durduğu yerde kurur. Yazılı her söz, insanın ve toplumun bütün ortamlarında yankılar uyandırmazsa, hiçbir anlamı yoktur. Bir çağın edebiyatı, edebiyatın içine sindirdiği çağın kendisidir. Beni, edebiyatı küçümsemekle, onu politikanın buyruğuna vermekle suçlandırıyorlar. Oysa ki, edebiyatı 32 saplanıp kalmışlar: En iyi yazar, kuş öter gibi yazardır. Yazar bir kuş değildir. altına alamazlar; hiçbir konu önceden edebiyat sanatının dışında sayılamaz. ... Giraudoux demiş ki: <<Bütün mesele üslubu bulmakta, düşünce sonradan gelir.>> Ama, aldanıyordu Giraudoux. Düşünce gelmedi. Tersine, konuları, her zaman kapıları açık meseleler, çağrılar bekleyişler diye görürsek, sanatın, bir düşünceye bağlanmaktan hiçbir şey kaybetmeyeceği, kazanacağı anlaşılır. Nasıl ki fizik, matematikçilere yeni sorunlar getirir ve onları yeni bir sembol bulmaya götürürse, toplumsal ya da fizik dışı gerçeklerin durmadan yenileşen isterleri, sanatçıyı yeni bir dil ve yeni teknikler bulmaya zorlar. Biz bugün XVIII. Yüzyıldaki gibi yazmıyorsak, Racine’in ve Saint-Evremont’un dili lokomotiflerden ve işçi sınıfından söz etmeye elverişli değil de ondan. Ama, biçimciler tutup bize lokomotiflerden söz etmeyi yasak edeceklermiş, etsinler. Sanat hiçbir zaman biçimcilerden yana olmadı. Mademki bizim için yazmak bir işe girişmektir, mademki yazarlar birer ölü olmazdan önce yaşayan kimselerdir, mademki kitaplarımızda haklı olmayı denemek gerekir diyoruz, mademki, çağlar bizi sonradan haksız da görse, önceden kendimizi haksız görmek zorunda değiliz, mademki, yazarın eserlerinde bütün varlığı ile bağımlı olmasını, kötülüklerini, dertlerini, güçsüzlüklerini öne sürerek iğrenç bir nemelazımcılık içinde kalmasını değil, her birimizin yaşarken vardığımız bir kararı isteme, bir seçmeye, bir toptan yaşamaya bağlanmasını istiyoruz, sorunu en başından ele almamız ve kendi kendimize şunu sormamız gerekir: İnsan niçin yazar? BAĞLILIK SANATI ÖLDÜRÜR MÜ? İnsan bir şey söyleyeceğim diye yazar olmaz, o bir şeyleri belli bir biçimde söylemek için olur. Üslup elbette yazının değerini yapan şeydir. Ama, göze batmamalıdır. Kelimeler saydam olduklarına göre, bakışı geçirdiklerine göre, aralarına buzlu camlar koymak saçma olur. Yazıda güzellik, okşayan, kendini belli etmeyen bir güçtür. Güzellik bir resimde yekten göze çarpar, bir kitapta gizlenir, bir sesin, bir yüzün büyüsü gibi inandıra inandıra kazanır insanı, zorla değil, farkına vardırmadan kendine çeker sizi. Görmediğiniz bir büyünün etkisine kapılarak ileri sürülen düşüncelere kapılırsınız. Dinin törenleri, dinin kendisi değildir, ona destek olurlar; kelimelerin düzeni, güzelliği, kelimelerin dengesi, okurun duygularını farkına vardırmadan hazırlar, dinin törenleri gibi, müzik gibi, dans gibi onları düzene sokar; okuyucu yalnız onlara dalarsa, anlamı kaybeder, sıkıntılı uyumlar içinde kalır. Yazıda güzelliğin tadı hesapta olmadan gelirse, katıksızdır, temizdir. Bu kadar basit gerçekleri hatırlatmaya utanıyor insan, ama bugün bunlar unutulmuşa benziyor. Yoksa, gelir bize, niyetiniz edebiyatı öldürmektir, ya da bir düşünceye bağlılık, yazma sanatına zarar verir derler miydi? Şiirle karışık bir çeşit yazı eleştirmenlerin düşüncelerin düşüncelerini bulandırmamış olsaydı, biz yalnız özden bahsederken kalkıp da bir biçim adına çatarlar mıydı? Biçim üzerine önceden hiçbir şey söylenemez, biz de bir şey demedik: herkes biçimini kendi bulur ve sonradan yargılar. Gerçi, konular bir üsluba götürür; ama onu buyrukları 33 Çağımızın Gerçekleri – J. P. SARTRE (Çan Yay–1961) Çeviren: S. Eyüboğlu- V. Günyol 34