Açık Akıl: Kendi Ayakları Üzerinde Durmak

advertisement
NULLIUS IN VERBA
Tosun Terzioğlu - Açık Radyo Konuşmaları
Açık Akıl: Kendi Ayakları Üzerinde Durmak. - 6
Bugünkü konuşmama, bir dernekten söz ederek başlamak istiyorum. Bu dernek eski bir
dernek. İsmi, kısa ismi daha doğrusu, “Royal Society”. Bir İngiliz derneği, kraliyet derneği
anlamına geliyor. Resmi kuruluş tarihi, 1660. Resmi kuruluş tarihi diyorum çünkü derneğin
ilk kurucuları belki bu tarihten 20 yıl kadar önce yani 1640’larda biraraya gelmeye
başlamışlar. Esas ismi ise “Royal Society of London for the Improvment Natural
Knowledge”. Türkçesi, “Doğabilimini İlerletmek İçin Londra Kraliyet Derneği”. Kısa
olarak bugün bile, Royal Society olarak bilinir bu dernek. 1660’da kurulan, o zamanın İngiliz
Kralı olan II. Charles’ın da onayını almış olan bu dernek, tarih boyunca birçok önemli
başkana sahip olmuş. Mesela Isac Newton bunlardan bir tanesi. Şu günlerde de başkanı
değişmek üzere. Bu Derneği kuranlar, esas olarak, skolastik yönteme sadece otoriteye,
dogmaya ve ideolojiye dayanarak akıl yürütmeye karşı olan kişiler.
Skolastik yöntemden söz ettim. Dogma, ideoloji ve bunların ortaya çıkardığı dar koridorlarda
sadece koridorun sağında dogmalar, ideolojiler, solunda başka yasaklar var. Sadece bu
karanlık ve oldukça dar koridorda akıl yürütebilirsin.Bunun dışında dogmayı irdeleyemezsin,
ideolojiyi irdeleyemezsin.. Bir anlamda yeniliklere açık değildir skolastik yöntem. Skolastik
yöntem genelde otoriteye dayanır. Bu otorite kişilerin otoritesi olabilir yani “Aristo böyle
dedi”, “üstadımız şu şeyhülislam şöyle buyurdu demek ki bunlar doğrudur” veya “şu
kutsal metinde böyle bir ifade geçmektedir dolayısıyla bu doğrudur, bunlar artık
tartışılamaz”. Başka otoriteler de vardır, denir ki devletimizin ulusal çıkarları bu konuların
tartışılmasını uygun görmüyor. Böylece bir dogma doğar ve bu dogma giderek kurumsallaşır.
Katolik kilisesinin kurumsallaşması olabilir, Osmanlı İmparatorluğu’nda şeyhülislamlığın
kurumsallaşması gibi olabilir ve bu kurumsallaşma sonrasında, aklın oyun alanı olarak
giderek darlaşan koridorlar kalır. Burada da sadece skolastik yönteme dayanarak akıl
yürütülür. Aristo gerçekten öyle mi demişti? Aristo öyle demişti ama acaba Apollionis başka
birşey mi demişti? Eski otoriteye dayanılarak skolastik yöntemle birşeyler yapılmaya çalışılır.
Royal Society’nin kurucuları ise, buna tamamen karşılardı. Yani skolastik yönteme ve
felsefeye karşı açık içerikten bahsediyorlardı. İngilizce “open content” dedikleri birşey var.
Açık içerik de, bir hipotez, bir teori, bir fikir ortaya attığımızda, bu fikir, bu bilimsel teori, bu
hipotezin nereden geldiğini, neden böyle düşündüğümüzü açıklamak durumundayız. Açık
içerikten kastettiğimiz bu. Bir deney mi yaptık, nasıl bir deney yaptık? Bir test tüpünün
içerisine falanca tozdan 2 gr. koyup üzerine 5 ml. hangi asiti koyduk, kaç dereceye kadar
ısıttık? Bunun sonucunda çıkan buharın yeşil olduğuna nasıl karar verdik? Bunları açık açık
belirtmemiz lazım. Ondan sonra ortaya çıkan yeşil buharın yorumunu yapabiliriz. Veya başka
bir şey. Evren sistemimiz, güneş sistemimiz için bir teori ortaya atıyoruz. Neden bu teoriye
vardığımızı, hangi gözlemlere dayandığımızı, o gözlemleri ne zaman yaptığımızı, sonuçlarını
belirtip oradan hangi matematik teorisini kullanarak hangi hesaplamaları yaparak sonuca
vardığımızı açık açık, herkesin anlayabileceği şekilde, gizlisi saklısı olmadan ortaya
koymamız ve ondan sonra kendi teorimizi ortaya atmamız gerekir. Ptolemeos böyle diyordu,
böyle diyorsa doğrudur veya Aristo bunu iddia etmişti, bu doğrudur veya İncil’de böyle
yazıyordu bu doğrudur değil, ona karşı verileri ortaya koyarak, deneyleri yaparak, hesaplama
yöntemlerimizi gayet açık bir şekilde belirterek, bir anlamda, bugün artık bilimsel yöntem
dediğimiz akıl yürütmenin nelere dayandığını belirterek, yeni teoriler, yeni bulgular ortaya
atma yöntemi. Skolastik yönteme tam karşı olan yöntem bu.
Royal Society’nin kurulduğu dönem ilginç bir dönem. Çünkü kraliyetin tekrar İngiltere’de
kurulması dönemine rastgeliyor, II Charles’ın dönemi. İngiltere Cromwell dönemini yaşamış
ondan sonra yeniden krallığa dönmüş ve II. Charles da onun ilk kralı. Royal Society’nin kendi
sloganı da var. Bu Latince slogan “Nullius in Verba”. Çevirmesi biraz güç bu Latince
sloganı, aşağı yukarı şu anlama geliyor.. Başkasının ya da herhangi birinin sözüne güvenme, o
söze dayanma yahut biraz daha eski bir deyim kullanırsak, “kimin kelamı olursa olsun
kelama güvenme”. Kendi aklını kullan, kendi deneyini yap, kendi verilerini topla ve akıl
yürüt, hesap yöntemini belirt ve açık içerik sonucunda ortaya birşeyler koy. Nullius in Verba,
bir anlamda skolastik düşünceye inanma, bir anlamda onu dışla demek isteyen bir slogan.
Royal Society’nin üyeleri ki, Kral II. Charles’ın fermanı var bu derneğin kurulmasına ve
çalışmasına izin veren, hakikaten dernek gibi örgütlenmiş idi. Burada toplananlar devamlı
olarak birtakım deneyleri yapıyorlar, bu deneylerin sonuçlarını irdeliyorlar, akıl yürütüyorlar
ve bu şekilde doğa biliminin ilerlemesi için çalışmalarda bulunuyorlar. Bu derneğin
başkanları arasında, daha sonraki yıllarda meşhur Isaac Newton da var,. Bu dernek otoriteyi,
eski kaynakları, dogmayı, ideolojiyi ve skolastik yöntemi dışlıyor. Derneğin etkisi hemen
bütün topluma yayılmıyor ama önemli bir aşama ve Nullius in Verba bizim de, Latince de
olsa, unutmamız gereken birşey.
Türkiye’de, hepimizi ilgilendiren birtakım konularda, biz son yıllarda bilimle biraz tanıştık,
kimi zaman da çatıştık. Bunlardan bir tanesi, deprem. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi
hakikaten hepimizi büyük acılara boğdu. Çok sayıda insanımızı kaybettik, büyük maddi
zararlar ortaya çıktı. İlk baştaki yaklaşımımız şu idi; bu işten birileri suçlu olmalı, hemen
suçluları bulalım. Örneğin birtakım müteahhitler, belediyeler, onları mahkum edelim. Doğru.
Birtakım binalar mutlaka deprem yönetmeliğine aykırı yapılmıştı. Onları bilinçli olarak aykırı
yapan müteahhitler varsa, ki var anlaşılan sonraki soruşturmalarda bu ortaya çıktı, onlar
cezalandırılmalı. Bunda yadırganacak hiç birşey yok. Ama ilginç olanı şu idi. Biz toplum
olarak Marmara Depremi’nin geleceğini biliyor muyduk? Bilmemiz gerekirdi çünkü bizim
jeologlarımız, yerbilimcilerimiz, jeofizikçilerimiz yıllarca önce Marmara’da büyük bir
deprem beklenmesi gerektiğini yazdılar, çizdiler, raporladılar. Bu raporlar nerelere gitti? İlgili
mercilere gitti, bilimsel dergilerde makaleler yayınlandı. Hatta bırakalım hepimizin
ulaşmasının zor olduğu bilimsel dergileri, ulaşsak bile bilim insanı değilsek veya yerbilimci
değilsek okuyup anlamakta zorluk çekeceğimiz bilimsel makaleleri, mesela TÜBİTAK’ın
Popüler Bilim Teknik Dergisi’nde olası bir Marmara depremi daha depremden 3-4 yıl önce
kapak konusu idi. O tema etrafında gayet değerli bilim insanlarımız Marmara’da bir deprem
beklenildiğini, bunun büyük zarara yol açabileceğini hepimizin anlayabileceği bir dille
yazmışlardı. Hepimizin derken Türkçe okuması yazması olan hepimizin. Başbakanlar da bunu
anlayabilir, Bayındırlık Bakanları da anlayabilir, hepimiz bunu anlayabilirdik. Ama onu bir
tarafa bıraktık, unuttuk. Deprem bizi hazırlıksız yakaladı, sürpriz yakaladı. Büyük bir
sürprizdi.
Büyük bir sürpriz değildi. Bilim daha önce bizi, Marmara’da deprem olabilir diye uyarmıştı.
1999 Ağustos’undaki bu depremden sonraki birkaç ayı hatırlarsak hakikaten hepimiz büyük
bir üzüntü içindeydik. Toplumca iyi kötü seferber olduk depremin yaralarını sarmak için.
Hayatta kalanların acılarını paylaştık. Ama öbür taraftan bir de tartışma başladı. Başka
depremler olacak mı? Çünkü bir yandan artçı depremler oluyordu ve toplum olarak ilk defa
yerbilimcilerini dinlemeye başlamıştık. İstanbul’da büyük bir deprem olabilir mi, bu ne
zaman, ne büyüklükte olur, fay hatlarının durumu nedir? Televizyonlarda ardarda programlar
yapıldı. Değişik yerbilimci, jeofizikçi, değişik bilim insanları bu açık oturumlara, panellere
katıldılar, kendi görüşlerini söylediler. Bilim, yerbilimleri bir anlamda toplumla yüzyüze
geldi, karşı karşıya geldi. Toplumun istediği şey, birçoğumuzun da istediği şey şu idi: “Bana
ne olur çabucak ve kesin olarak söyleyin, İstanbul’da deprem ne zaman olacak, ne
büyüklükte olacak, ben nasıl etkileneceğim? Benim içinde oturduğum apartman katı,
gecekondu veya işyerim ne olacak?”
Bilim insanlarımızın hepsi şunu anlatmaya çalıştı: “insanlığın bugünkü bilgisi ile
depremlerin ne zaman olacağını tahmin etmek imkansız.” O kadar bilgimiz yok. Bu ilk
başta şöyle anlaşıldı: demek ki biz Türkler her konuda olduğu gibi bu konuda da geriyiz. Biz
bilmiyoruz, Türk bilim insanları bilmiyor. Hayır, o değildi mesele. İnsanlığın
yerbilimlerindeki bilgisi, çok ilerlemiştir eskisine göre ama, hala bize nerede, ne zaman
deprem olacağını önceden kestirmeye izin verecek seviyeye ulaşmamıştır. Buna ulaşır mı, ne
zaman ulaşır, bunu bilemiyoruz ama sorunumuz da o değil.
Marmara’nın fay hatları, Marmara Denizi’nin altında kalan fay hatları değişik yöntemlerle,
değişik aletlerle, gemilerle, değişik gruplarca incelendi. Bunların sonuçları açıklandı. Kimi
yerbilimcimize göre Marmara Denizi’nin altında olan fay hatları uzun olarak kırılmayacaktı,
bütün olarak kırılmayacaktı ve dolayısıyla çok aşırı derece yıkıcı olan bir deprem
beklememize de gerek yoktu. Aşırı derece yıkıcı olmayan deprem diyoruz ama yine Richter
ölçeğine göre 7 civarında bir deprem olasılığı da yüksekti. Kimi yerbilimcilerimiz ise, hayır
bu fayların bir seferde uzun bir şekilde kırılması ihtimali çok yüksektir. Bu da Richter
ölçeğine göre 8’e kadar, çok yıkıcı bir depreme yol açar deniyordu. Yerbilimcilerimiz bu
konuları televizyonlarda tartışıyorlardı. İnsanlarımız biraz sinirlenmeye başladı. Denildi ki,
“Bilim, bilim diyorsunuz bunun tek bir doğrusu vardır. Biriniz otorite olun. Söyleyin
hanginiz otorite, biz de ona inanalım, geri kalanına inanmayalım.”
Ama mesele o değil. Bilim tartışılarak ortaya çıkar. Hiç bir bilimadamı konusunda herşeyi
kesin bildiğini iddia edemez. Bilim devamlı gelişen bir şeydir. Eskisine göre çok daha
gelişmiştir ama bir araştırmanın sonuçlarını, yine örneğimizde olduğu gibi Marmara
Denizin’deki fay hatlarının araştırmasının sonuçlarını, değişik yerbilimciler birbirlerinden
biraz daha farklı değerlendirebilirler. Onun için giderek televizyonlardaki tartışmalar, fay
tartışmalar,ı Marmara Denizi ile ilgili olarak sanki bilim dışına çıkmaya başladı. Biraz da
toplumun etkisi ve isteği ile, bir anlamda yıldız falına benzetirsek eğer, fay falı ortaya
çıkmaya başladı. Yani “şurada oturuyorum son araştırmalara göre benim fay falım ne?”
Ama bütün insanlarımızın söylediği birşey vardı. İstanbul ciddi bir deprem tehlikesi eşiğinde.
Bu deprem ne zaman olacak, ne büyüklükte olacak tam olarak bilmiyoruz. Bugünkü bilgimiz,
bilimin bugünkü bilgisi, bunu söylemeye, önceden kestirmeye imkan vermiyor. Ancak ciddi
bir deprem tehlikesi var. Dolayısıyla 7 mi 8 mi olacak bu deprem, 10 yıl içerisinde mi olacak,
yarın mı olacak, 7 büyüklüğünde mi olacak, 20 yıl sonra mı olacak bütün bunları tahmin
etmeyi ikinci plana bırakalım. Yerbilimcilerimiz, jeofizikçilerimiz, matematikçilerimiz
başkaları bu konuda çalışmaya devam etsin.
Sadece bizim değil bütün dünyanın ilgisini çeken bir konu bu. Ama öbür taraftan biz bu
depreme hazırlıklı olmalıyız. Bu olası deprem, ümit ediyoruz çok büyük olmayacak, ümit
ediyoruz mümkün olduğu kadar geç olacak ki daha iyi hazırlanmış olalım. Bu hazırlığı
mutlaka yapmamız lazım. Fay falını unutalım. O ancak yıldız falı kadar geçerli. Onu
unutalım. Evet Marmara Denizi’nde fay var, bu fayların bir deprem üretme ihtimali çok
yüksek. Ciddi deprem üretme ihtimali çok yüksek ve buna karşı hazır olmamız gerek. Bilim
bunu söyledi, bu fevkalade önemli. Buna göre hazırlık yapmamız lazım. İnşaat
mühendislerimiz devreye girmeli, zemin etüdleri yapılmalı, İstanbul gibi büyük bir
metropolde olacak bir büyük depreme karşı hazırlıklarımız, afet yönetimimiz gözden
geçirilmeli ve bunlar devamlı bir şekilde yapılmalı. Yani bugünden yarına şu kadar para
bulalım, bunu düzeltelim. Bu imkansız bir şey. Hangi mali kaynağı bulursak bulalım,
bulabileceğimiz mali kaynak ne olursa olsun, İstanbul’u ciddi bir deprem tehlikesine karşın
tam hazırlıklı hale getirmek imkansız bir şey. Bu bir süreç ama hemen hazırlıklara
başlanılması, planlı bir şekilde yürütülmesi gereken bir süreç. Bilimsel zorunluluk bunu
söylüyor bize. Deprem ne zaman olacak, hangi büyüklükte olma olasılığını daha fazla tahmin
yapma işini bir tarafa bırakalım. Bunu bilimadamlarına bırakalım. Onlar mutlaka çalışıyorlar.
Evet Marmara Denizi’ni daha fazla araştıracağız, mutlaka oradaki fay hattı haritasını daha iyi
anlamaya çalışacağız. O işi de biz bilimadamlarına bırakalım. Ama bilimadamlarının bize
verdiği çok önemli bir mesaj var “deprem tehlikesi var, ne zaman, ne büyüklükte
bilmiyoruz”. Ama ciddi bir tehlike. Bu kadarı yetmez mi bizim için? Bence yetmeli.
Bir yerden çıkıp depreme geldik. Deprem sırasında söylenen şeyler de vardı. “Bu tartışmalar
dursun, halkımızın morali bozuluyor.” Neden? Ciddi bir tehlike işaret ediliyor. Bir deprem
tehlikesi hepimizi ilgilendiren bir tehlike. Hatta İstanbul’da oturalım veya başka bir ilimizde
oturalım, yine bizi ilgilendiren. Çünkü İstanbul bizim en büyük kentimiz, metropolümüz,
iktisadi hayatımızın çekirdeği. Dolayısıyla Ağrı’da oturan vatandaşımızı da, hiç akrabası
olmasa bile, İstanbul’da olacak bir deprem ilgilendiriyor. Halkın morali yanlışlarla bozulmaz.
Halkın morali, belki bu fay falına dönüşen tartışmalar çok uzadı, onunla da bozulmaz. Ama
biz insanlarımızdan kendi bilgimizi, bilimsel bilgimizi bir şekilde halkımız anlamaz diye
gizlersek, işte o zaman onun sonuçlarında sadece moral bozulması değil bambaşka şeyler de
çıkar.
Hatırlayın Çernobil olayını. Bugün Ukrayna’da olan Çernobil’de nükleer santralde bir kaza
sonucu radyoaktif sızıntı atmosfere çıktı ve Türkiye’nin de belli yörelerini etkiledi. Daha
sonra İsveç’i belki daha fazla etkiledi. Ama o zamanki yetkili kişilerimiz, bilimadamlarımız
“bu tartışmaları çok uzatmayalım, halkımızın morali bozulmasın. Halkımız bekerelden,
radyasyon ölçüsü, ne anlar onu bir tarafa bırakalım. Benim söylediğim doğrudur çünkü
Türkiye Atom Enerjisi Başkanı’yım veya fizikçiyim benim söylediğimi aynen doğru olarak
kabul edin.” Bu bir bilim insanına asla yakışmayan tam anlamıyla bir skolastik yaklaşımdır.
Bu, Türkiye’ye gelmiş olan radyoaktif bulutun, serpintilerin sonuçlarının ne olabileceğinin,
ölçümlerin ne olduğunu, nerelerde ne tedbirler alınması gerektiğini açıkça söylemek yerine
“ben söylüyorum, ben bu konuda otoriteyim, hiç bir tehlike yok” demek tam anlamıyla
skolastik yönteme, dogmaya, ezberciliğe geri dönüştür.
Royal Society’ye dönerek konuşmamı bitireyim. Bilim, bu dogmaların kırılması, ideolojilerin
dar kalıplarının çatırdaması, insanlığın ezberletilmiş şeyleri artık yeterince kabul etmemesi,
bunları sorgulaması sonucunda çıktı. Sorgulama, yeniyi arama, yeniyi ararken tartışma bunlar
bilimin yöntemleridir. Aklımızı bu yönde kullandığımız zaman ortaya çıkan sonuçları da
duyurmak, işte akademik özgürlük de budur. Sonuçları saklamak, halkımız anlamaz demek,
ben otoriteyim, otoriteye güvenin demek, Royal Society’nin sloganıyla tam bir çatışma
içerisinde. “Nullius in Verba” yani biraz daha değiştirelim, “boş lafa güvenme.”
Download