Atatürk’ün Müzik Kongresinden Kültür ve Turizm Bakanlığının I. Müzik Kongresine yansıyan gerçekler (1934-1988) Cevad Memduh ALTAR “Bir ülkenin iyi yönetilip yönetilmediğini ve iyi eğitilip eğitilmediğini mi öğrenmek istiyorsunuz O ülkenin musikisini dinleyiniz!” Konfüçyus Uygarlıkta en ileri aşamalara ulaşma çabasında olan ülkelerin, Konfüçyus’un (M.Ö. 551-479), yazımın başında geçen iki bin beş yüz yıl önceki inancını gönülden paylaşmış olmaları gerektiğine inanmamak mümkün mü? Nitekim Türkiye’mizde de özellikle Cumhuriyet döneminin hemen her yönetimi de bu büyük gerçeğe -değişik anlayışlarda da olsa- el koyma zorunluluğuna inanmış, Cumhuriyetin ilk ve II. Müzik Kongreleri ise, arada geçen yarım yüzyıllık bir mesafeye rağmen, ön planda sanat müziğimizin çağdaş doğrultuda çoksesliliğe dönüşümü çabasına geniş ölçüde katkıda bulunmuştur. Ve açıkça görülmektedir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bir yıl sonra (1924’te) Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal’in enerjik inisiyatifleriyle kurulmuş olan Musiki Muallim Mektebi’ni (Müzik Öğretmen Okulu’nu) bu isabetli hareketin başlangıcı olarak nitelemek yerinde olacaktır; çünkü bilimsel ve kültürel fonksiyonunu 64 yıldır başarıyla sürdürmekte olan bu kuruluşun temel amacı, okul çağındaki evlatlarımıza, çağın okul müziğini sunacak yetenekli pedagogların bir an önce yetiştirilmeleri idealine yönelik özgün bir uğraş olmanın niteliğini taşımaktaydı ve halen de taşımaktadır. İşte böylesine zengin ve renkli bir reform dönemi içinde Atatürk’ün 1934’teki ilk Müzik Kongresi’nin çoksesli çağdaş Türk sanat-müziğinin oluşumuna katkısı, en azından 54, hattâ Müzik Öğretmen Okulu ile birlikte 64 yıl sonra, Kültür ve Turizm Bakanlığının I. Müzik Kongresi’ne kıvanç verici gerçeklerin devrine imkân sağlamıştır ve böylesine anlamlı bir dönemin üstlenmiş olduğu büyük amacı ise, kanımca aşağıda olduğu gibi yorumlamak yerinde olur: Cumhuriyet döneminde başlayan çoksesli Türk sanat müziği ile ilgili hareketlerin bugüne kadar erişebilmiş olduğu noktadan daha ileri aşamalara ulaşabilme yolunda tazelenip yenilenmeleri için, geniş boyutlu reorganizasyon hareketlerinin bir an önce başlatılması zorunludur; Kültür ve Turizm Bakanlığınca yerinde ve tam zamanında (14-18 Haziran 1988 tarihinde) düzenlenen I. Müzik Kongresi, işin gereğine inançla yön veren bu büyük ihtiyaca geniş boyutlu ve anlamlı bir yanıt olmanın önemini taşımaktadır. Şimdi bu noktada Atatürk’ün ilk Müzik Kongresinin, Kültür ve Turizm Bakanlığının I. Müzik Kongresine yarım yüzyıl sonra neler devretmiş olduğunu ana hatlarıyla sıralamayı zorunlu görüyorum; şöyle ki: 1- Türkiye’nin 1924’te Ankara’da kurulan ilk Müzik Öğretmen Okulu (Musiki Muallim Mektebi), 64 yıllık faaliyetini halen Gazi Üniversitesinin bir birimi olarak başarıyla sürdürmektedir. 2- İstanbul’da padişah II. Mahmut zamanında Giuseppe Donizetti tarafından 1828 yılında kurulan Saray Orkestrası, 1923 yılında Ankara’ya taşınarak Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na dönüştürülmüş, 1936 yılında Batının tanınmış müzik genel müdürlerinden ve orkestra şefi Dr. Ernst Praetorius’un katkısı ve Devlet Konservatuvarı mezunlarıyla yeniden düzenlenen kurum, çağdaş Türkiye’mizi yurt dışında da başarıyla temsile tam anlamıyla yetkili bir senfoni orkestrası olarak çalışmalarını sürdürmüş, halen de sürdürmektedir. 3- Ankara’da, Paul Hindemith ve Carl Ebert gibi dünyaca tanınmış müzik, tiyatro ve opera uzmanlarının ve akademik öğrenimlerini Batıda tamamlamış kültürlü bestecilerimizin (Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kâzım Akses, Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin) katkılarıyla 1935/36 yılında Türkiye’mizin Ankara’da hayata gözlerini açan ilk Devlet Konservatuvarı, zamanla dünya çapında tanınmış besteci ve icracılar yetiştirmiştir; Cemal Reşit Rey gibi büyük bir besteci ve icracımız ise, faaliyetini İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda sürdürmüştür. Ankara Devlet Konservatuvarının Kompozisyon Bölümünde çoksesli müziğin gereği olan bilim dalları yanında teksesli model musikimizin bilimsel öğrenimine de önem verilmiş ve programda yer alan “Örneklerle Klasik Türk Musikisi Tarihi” dersini, rahmetli Ruşen Ferit Kam ve Mesut Cemil Tel gibi uzmanlarımız okutmuştur; halen de böyle olması gerekmektedir. Çoksesli profesyonel koro geleneği de memleketimide ilk olarak Ankara Devlet Konservatuvarında başlamıştır. 4- Zamanla İzmir’de ve İstanbul’da da Devlet Konservatuvarları ile Devlet Senfoni Orkestraları ve Devlet Opera ve Baleleri ve çoksesli korolar kurularak faaliyete geçirilmiş bu kurumlarımızda da kültürlü ve yüksek yetenekli genç kuşak sanatçıları yetişmiştir. 5- Ülkemizin zengin folklor kaynaklarından yararlanılabilmesi için memleket çapında derleme gezilerine çıkılmış ve Ankara Devlet Konservatuvarında ilk olarak bir Folklor Arşivi’nin temeli atılmıştır (1937). Ne yazık ki bu çok önemli inisiyatif günümüze dek gereğince geliştirilememiştir. 6- Güzel sanatlarımızın bütün kollarında ileri derecede yetenekli çocuklarımızın yurt içinde ve dışında yetiştirilebilmelerini sağlamak amacıyla 6660 sayılı kanun yürürlüğe girmiş ve bu sayede, uluslararası forumda bile tanınmış virtüozlarımız alkışlanmıştır. Ne var ki bu kanun da, her sağduyulu aklın tahmin edebileceği bir nedenle kullanılamaz hale sokulmuş, yakın geçmişte yürürlükten kaldırılmış olan kanunlarla birlikte belki de büsbütün yok edilmiştir; ve yana yakıla yaptığımız yazılı şikâyetlerimize ise hiçbir yönetim dönüp bakmamıştır. 7- Devlet Konservatuvarlarımızda, hattâ İstanbul Belediye Konservatuvarında yetişen sanatçılarımızdan bazıları, yurt dışına bile taşıdıkları faaliyetleriyle, Milano’daki La Scala Tiyatrosu dahil, dünyanın birçok yerinde hararetle alkışlanmışlardır. Buraya kadar çoksesli müziğimizle ilgili olarak sayıp döktüklerim, güzel sanatlarımızın öteki dallarında da elde edilen ilerlemelerle birlikte göz önüne alındığı takdirde, Atatürk Türkiyesi’nin son elli yıl içinde erişmiş olduğu aşamaları açık seçik görmemeye imkân yoktur; ve yapılan işler, Kültür ve Turizm Bakanlığının I. Müzik Kongresine devredilen Atatürkçü gerçekler olmanın önemini taşımaktadır. Şurasını da açık yürekle itiraf etmek gerekir ki, son elli yılın çağdaş-müzik hareketlerinde baş gösteren yavaşlamanın, ancak Kültür ve Turizm Bakanlığının I. Müzik Kongresinde ortaya konacak gerçekler tam bir dinamizm içinde ele alındıkları takdirde hızla giderileceği kesindir. Bakanlığın yayınladığı “Türk Müziği Politikası, Kısım 2 - Araçlar” başlıklı broşür, hızla yapılması gereken işlere değinmektedir ve Bakanlığın bu broşüre verdiği adın oluşturduğu felsefeden şöyle bir ilke de yansımaktadır: “Yönetim düzenine objektif doğrultuda yardımcı olan kültür, sanat ve bilimle ilgili uğraşların, gene yönetimin ilgili birim ve kurumlarının ancak ortak işbirliğiyle değerlendirilebilmeleri mümkündür”. Şurası da bir gerçektir ki, uygar ülkelerin tümünde kültüre ve sanatlara yönelik bir politikanın uygulanmasına yardımcı olacak yazılı bir kanun genellikle yoktur; ülkelerin kültür politikaları ancak yönetimlerin yardımı ve halkın ilgisiyle oluşur ve gelişimini kendiliğinden sürdürür; bunun bizde de böyle olması gerekir. Ne var ki yapılması gereken işlerin en önemlileri için gerekli kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin yürürlükte olmaları lazım geleceği de herkesçe bilinen bir gerçektir. Onun için Kültür ve Turizm Bakanlığı bu çok önemli broşür ile, çağdaş Türk sanat-müziğine yönelik sağlam bir politikanın bir an önce oluşabilmesi için ön planda ilgili resmî birim ve kurumlarla neler yapılması gerektiğini açıkça göz önüne sermekte ve ilgili kurumları çok geciken bir işbirliğine davet etmektedir. Ulusal müziğimizin her türü ile ilgili olarak yıllardır sürüp giden karşılaşmalar, hattâ anlamsız çekişmeler, bileni de bilmeyeni de -ister istemez- anlamsız hesaplaşmalara sürüklemiştir. Unutmamalıdır ki, her ülkenin müziği bir “bütün”dür; ve bu müziğin dünü, bugünü, yarını, geleceği ve daha sonraki gelecekleri vardır; ülkenin müzik tarihleri, oluşum süreçlerini böylesine dinamik bir uğraş içinde sürdürmeye devam etmektedirler. O halde geleneksel makamlarımıza bağlı düzeni tek ses halinde sürdürmekte olan klasik musikimizin, yani monodik-modal “Muhalledat”ımızın üstat eserleri, zamanında üstün seviyeli eşsiz güzellikler yaratmıştır. Klasik musikimizin temelini oluşturan bu büyük çaptaki eserlerin ve halk müziğinin etkisiyle meydana gelen, ya da alabildiğine serbest esinlenişler halinde oluşan çağdaş çoksesli sanat-müziğimiz de ulusal-evrensel nitelikte yeni bir müzik edebiyatı oluşturmuştur ve böylesine anlamlı bir süreci halen de başarıyla sürdürmeye devam etmektedir. Şimdi de üzerinde titizlikle durulması gereken konumuzla ilgili çok acı bir gerçeğe değinmek istiyorum: Müzik tarihimiz ve geleneksel musikimiz ya da çoksesli çağdaş müzik türlerimizle ilgili olarak bilimsel açıdan kaynak olabilecek nitelikte ve resmî kurumlarca oluşturulmuş, Nota ve Belge Arşivleri, Ansiklopedi, Müze, Meslek Dergileri ve nihayet resmî Nota Basımevinden henüz tamamen yoksun durumdayız. Hattâ müzik konusunda yazılarıyla tanınmış kalem sahiplerince yapılan araştırma ve incelemeler bile, şüphesiz değerli uğraşlar olmalarına rağmen, sübjektif görüşler ve anlayışlar olmaktan ileri gidememektedir. O halde ne yapılmalıymış da yapılamadığı için gecikilmiştir ve geciktirilmişliğini acımasızca sürdürmektedir? İşte günümüzde hâlâ yaşamakta olduğumuz bu üzücü durum, Batıda, Rusya’da, hattâ Birleşik Amerika’da yüz yıla yakın bir süre içinde yapılmış ve halen de yapılmakta olan resmî ve ciddi inisiyatiflerle tamamen önlenmiş ve bu sayede -ilk aşamalarda bile- ileri derecede verimli sonuçlar elde edilmiştir; şöyle ki: 1914’te, Almanya’da Leipzig Üniversitesinde Müzik Bilimleri Araştırma Enstitüsü faaliyete geçirilmiştir; 1918’de, Almanya’da Bückeburg’ta Müzik Bilimi Arşivi adlı resmî bir derginin yayınlanmasına başlanmıştır; 1920’de, Almanya’da Leipzig Üniversitesinde ilk Müzikoloji Kürsüsü faaliyete geçirilmiştir; 1920’de, Almanya’da Breslau, Heidelberg ve Bonn Üniversitelerinde Müzikoloji Kürsüleri kurulmuştur; 1921’de, Sovyet Rusya’da Moskova’da Müzik Bilimi Devlet Araştırma Enstitüsü kurulmuştur; 1924’te, müzikoloji alanında sürdürülen çalışmalarla, Müzik Tarihi, Müzik Fizyolojisi ve Müzik Psikolojisi konularıyla ilgili araştırma ve incelemelerde olağanüstü ilerlemeler elde edilmiştir; 1930’da, halk müziklerine özgü yöresel türler ve özellikler, hemen her ülkede sanat-müziği bestecilerinin ilham yeteneklerini geniş ölçüde etkilemiş ve bu durum özellikle 30’lu yıllarda, Batıda müzik literatürünün zenginleşmesine geniş ölçüde katkıda bulunmuştur; Batıda sanatmüziği ya da bilimsel-müzik olarak da nitelenen ciddi müzik türleri, kültürel, bilimsel, filozofik, estetik ve teknik niteliklerindeki üstünlük bakımından zengin bir anlatım gücünün meydana gelmesine imkân sağlamıştır; 1930’da, Birleşik Amerika’da Ithaka Üniversitesinde Müzikoloji kürsüsü kurulmuştur; 1933’te, İngiltere’de Cambridge’de Müzikoloji Derneği faaliyete geçirilmiştir. Halen dünyanın belli başlı üniversitelerinin hemen tümünde Müzikoloji Kürsüleri ve Müzik Bilimleri Enstitüleri bulunmaktadır. Birleşik Amerika’daki üniversitelerde Müzikoloji Kürsülerinden başka, bu sanatın pratik yönleriyle ilgili konservatuvar faaliyeti de ayrıca yer almış bulunmaktadır. Bizde de YÖK kanunu ile, bazı üniversitelerimizde müzik sanatının bilimsel yönleriyle ilgili öğretimin yanında ayrıca konservatuvarın gereği olan pratik çalışmalara da yer verilmiştir. Yukarıdan beri belirtmeye çalıştığım uğraşlar karşısında, Atatürk’ün 1934’teki ilk Müzik Kongresi’nden 54 yıl sonra, Kültür ve Turizm Bakanlığınca düzenlenen I. Müzik Kongresi’ne devredilen özlü reformları görmezlikten gelen bir anlayışın var olabileceğini düşünmek istemiyorum; bugüne kadar içtenlikle değerlendirilmiş olan çabaları, şu aşağıdaki yorumla özetleyebiliyorum: Geleneksel “makam”larımızdan güç alan klasik musikimizin üstat eserlerini ve Anadolu’muzun özlü folklorunu büyük bir hassasiyetle değerlendirmeye özen gösterilmesi, üniversitelerimizde ulusal müziğimizi, hattâ dünya müziğini de her yönüyle araştırıp inceleyen Müzikoloji Kürsülerinin bir an önce kurulmalarını zorunlu kılmaktadır; ve üniversitelerimizde gene aynı yoldan faaliyete geçirilmeleri gereken “Collegium Musicum” seansları, müziğimizin tarihsel gelişimi ile ilgili araştırma, inceleme ve icra safhalarına yönelik uğraşların en doğru şekilde tanıtılabilmesine de imkân sağlamış olacaktır ki, böylesine bilimsel bir uğraş içinde çoksesli çağdaş Türk sanat-müziğinin tanıtılması gibi çok önemli bir gerçek de gereğince değerlendirilebilecektir; müziğimize yönelik en doğru ve en bilimsel iletişimin de ancak bu yoldan sağlanabileceği kanısındayım. İşte bu tür inisiyatiflerle, yüzyıllar boyu Uzak Doğudan Batıya uzanan “Müzik Yolu” doğrultusundaki yörelerde yer yer araştırma ve inceleme merkezlerinin kurulabilmesi de mümkün olabilecektir; böylesine anlamlı bir inisiyatifle, bilgili, geniş kültürlü ve evrensel müziği de her yönüyle yakından tanıyan müzikologlarımızın ve Etno-Müzikoloji uzmanlarımızın yetişebilmeleri de gene bu yoldan sağlanmış oalcaktır. Bütün bu gerçekler, hiç şüphe yok ki çoksesli çağdaş Türk sanat-müziğinin her türünün gereğince oluşum ve gelişimine de yardımcı olacaktır. Onun için varlığını ulusal olduğu kadar uluslararası doğrultuda da sürdürmesi gereken çağdaş müziğimizin yapısal özelliği, ancak şöylesine özet bir formülle açıklanabilmektedir. “Ulusal Ruh + Uluslararası Evrensel Teknik”. Klasik sanat-müziğimizin monodik-modal yapısına özgü bilimsel zenginliğinden olduğu kadar, halk müziğimizin yerel özelliklerinden güç alarak, hattâ alabildiğine serbest esinlenişleri değerlendirerek, senfoniler, konçertolar, operalar, oratoryolar, eşlikli ve eşliksiz korolar, solistik eserler, baleler ve başka türlerden eserler de vermiş ve halen de vermekte olan çağdaş bestecilerimiz, uluslararası evrensel sanata eşdeğerde eserler yazmışlar ve böylece dünya müzik literatürüne yeni ve taze eserler, renkler ve izlenimler katmakta da başarılı olmuşlardır. Kültür ve Turizm Bakanlığının I. Müzik Kongresi için basılan “Türk Müziği Politikası” adlı broşürün 2. Kısmında, seçkin dinleyici, hattâ eleştiricinin yetişebilmesini sağlama yolunda gerekli inisiyatiflere başvurulması gerçeğine de yer verilmektedir. Ne var ki Batının ünlü sanat felsefesi uzmanları da bu konuyu olağanüstü ilgiyle yorumlamaktadırlar. Hattâ ünlü filozof ve estetikçi Eduard von Hartmann’ın güzel sanatlara ve özellikle müziğe bu bakımdan yaklaşımı da çok ilginçtir; Hartmann şöyle demektedir: “…[müziğin ve sanatın] güzelliği, akılsal ve ruhsal içeriği, kendimize göre bir anlayıştır; ve bütün bunları, sanatın dışında oluştururuz ve hiç farkına varmadan sanatın içinde de varmış gibi benimseriz. Bizler, bilgi, yetenek, tutku, deneyim ve duyarlılık kapasitemize göre müziği, sanki benliğimizin yaşantısıymış gibi yaşarız, ya da yaşanmamış bir müzik olarak benliğimizden atarız…”. Eduard von Hartmann’ın yukarıdaki görüşü de apaçık ortaya koymaktadır ki, hazırlıktan yoksun bir düşünün (tefekkürün), müziklerin en üstününü bile, yaşanmamış bir müzik olarak benliğinden uzaklaştıracağı, çok acı bir gerçek olduğu kadar, doğal bir sonuçtur da. Düşüncelerimi burada noktalarken, bundan sonra da yönetimlerce uygulanmaları gereken müzik kongrelerinin, Kültür ve Turizm Bakanlığının “Türk Müziği Politikası, 2. Kısım” başlıklı broşürünün 46. sayfasında özellikle belirtilmiş olduğu gibi, söz konusu kongrelerin “uzmanlar ve bilim adamları ile” iletişime süreklilik kazandırmaya yönelik bir araç olarak tanımlanması fikrine bütün gönlümle katılır ve gelecek kongrelere, dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de bilim insanlarımızın, müzikologlarımızın ve etnomüzikoloji uzmanlarımızın katılmaları gerektiğine olan inancımı bundan böyle yitirmemek isterim.