ORTADOĞU COĞRAFYASI Yrd. Doç. Dr. Okan TÜRKAN Orta Doğu'nun Adı ve Yeri Dünyanın veya belli bir parçasının coğrafya bakımından araştırması yapılırken genelde bölgesel coğrafya yöntemlerine göre konu ele alınarak incelenir. Dolayısıyla böyle çalışmalar belli bir coğrafi birlikteliğe bağlı olur. Daha genel ifadeyle incelemeye alınan sahanın coğrafya bakımından ortak özelliklere sahip olması dikkate alınır. Bu tür ortak özelliklere sahip olan alanlara da orayı hemen akla getirebilecek bir ad verilir ki bu da bölgesel coğrafyanın görevidir. Ancak, çoğu kez verilen adlar değişik açılardan araştırılan sahanın tümünü kapsamadığından değişik adlar altında, bazen daralan bazen genişleyen özellikler de taşır. Orta Doğu da aynı özelliktedir. İnsanlık tarihinin ve insanın oluşturduğu uygarlıkların beşiği durumundaki Orta Doğu'ya, Eskiçağ'dan zamanımıza kadar değişik isimler verilmiştir. Bu bakımdan sahaya verilen adları bir ölçüde kronolojik olarak aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür. • 1- Akdeniz Dünyası • 2- Ön Asya • 3- Ön Batı Asya • 4- Batı Asya • 5- Güneybatı Asya • 6- Arap Asyası • 7- Yakın Doğu • 8- Orta Doğu • Bu isimlere bakıldığında bugün de sınırlarının kesin olarak belirlenmiş olanına rastlanmaz. Farklı adlar, bu sahalar için ilgisi olan farklı ülkeler tarafından kullanılır. Eskiçağ'ın "Akdeniz Dünyası" günümüzdeki Orta Doğu'nun batısında genel hatlarıyla Doğu Akdeniz kıyılarını ifade etmektedir. Hatta bazen Akdeniz'in doğu kısımlarına "Mezopotamya" da ekleniyordu. Böylece Akdeniz Dünyası Anadolu yarımadasını ifade eden "Küçük Asya", Akdeniz'in doğu kıyısındaki ülkeler ile "Mezopotamya" ve "Mısır" dan oluşuyordu. Mezopotamya dışındaki alanlar coğrafi yönden ortak özelliklere sahip bir alan olduğundan bu ad coğrafidir. Daha sonra, özellikle tarihçiler tarafından uzun süre kullanılan "Ön Asya" ve "Ön Batı Asya" adlarının ön plana çıktığı görülür. Ön Asya Anadolu yarımadası, Kafkaslar, İran'ın batısı ve Arabistan yarımadasının kuzeyini içme almaktadır. Buna karşılık "Ön Batı Asya", yukarıda Ön Asya için verilen alanlara İran'ın tümü ve Afganistan ile Pakistan'ın da katıldığı bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere bu adlar da sınırları kesin olmayan alanları ifade etmektedir. Bu bakımdan coğrafi bir özellik taşımazlar. Bu arada bazı coğrafyacılar da "Batı Asya" adını kullanmaya başladılar. Bu ismin kapsadığı alanlar, genel olarak Himalaya dağlarından batıya doğru uzanarak Akdeniz kıyılarında son buluyordu. Oldukça geniş bir sahayı içine alan bu ad, Asya'nın bu kısmının kuzeyindeki sahaların Asya'nın batısında olduğu halde kapsamı içine almıyordu. Bundan dolayı kullanılan bu ad coğrafi bir birlik oluşturmaktan uzaktır. Sahaya XIX. Yüzyılın sonu ile XX. Yüzyılda yapılan araştırmalarda çoğunlukla coğrafi özelliklere sahip bulunan "Güneybatı Asya" adı verilmiştir. Güneybatı Asya doğal olarak Asya kıtasının güneybatısına olduğundan özellikle coğrafyacılar tarafından bu ad sık olarak kullanılmıştır. Ancak bu ad, siyasi olarak fazla önem taşımadığından, özellikle Avrupa ülkeleri tarafından ilgi görmemiştir. Güneybatı Asya, Anadolu ve Arabistan yarımadaları ile İran'dan oluşan çok geniş bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Söz konusu bu iki yarımadadan, Anadolu kuzeydoğuda Kafkas Dağları ile Avrupa kıtasına, Anadolu ve Arabistan ise doğuda İran ile Asya kıtasına Arabistan yarımadası ise Sina üzerinden Afrika'ya bağlanmıştır. Bu bağlanmaların dışında Güneybatı Asya etrafı denizlerle çevrili durumdadır. Güneybatı Asya, kuzeyde Hazar denizi ve Karadeniz, batıda Ege, Akdeniz ve Kızıldeniz, güneyde Hint Okyanusu ile çevrelenmiş bir sahadır. Güneybatı Asya, sınırları sabit bir özelliğe sahip olduğundan coğrafi bir ad olarak ortaya çıkmaktadır. Bu arada "Arap Asyası" adı da çok fazla olmamakla birlikte kullanılmıştır. Sadece Arapların yaşadığı Asya'yı veya Arabistan yarımadasını içine alan bu isim kavram olarak batı dünyasının düşündüğü sahayı içine almadığından pek kullanılmamıştır. Coğrafi olmayan bu adla bazı yayınlar yapılmış olup onlar da fazla ilgi görmemiştir. 1939 yılına kadar dar ve kapalı bir anlam taşıyan Ortadoğu (The Middle East) deyimi bundan sonra İngiltere Hükümetinin resmi kaynaklarında kullanılmaya başlanmıştır. Aynı yıllarda, Ortadoğu bölgesi toplam 24 ülkeden oluşan Eski Dünya Karalarının (Avrupa-Asya ve Afrika) birleştiği orta bölümünü oluşturmaktadır. Ortadoğu ülkelerini oluşturan 24 ülkeden, Malta, Libya, Sudan, Eritre, Habeşistan ve Somali, daha sonraları bölge sınırları dışına çıkarılmıştır; Bu arada zaman zaman Afganistan ve Pakistan gibi ülkeler de, Ortadoğu Bölgesi içinde varsayıldığı görülmektedir. Bugün için, Malta, Libya, Sudan, Eritre, Habeşistan (Etiyopya), Somali, Afganistan ve Pakistan gibi ülkeler, Ortadoğu Bölgesi'nin yakın çevresi olarak kabul edilmekte ve zaman zaman siyasi bakımdan bu ülkelerden biri veya birkaçı bölge içinde sayılabilmektedir. Öte yandan Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve diğer Kafkasya ülkelerini de Ortadoğu ülkeleri arasında olduğunu iddia edenler de vardır. Bu görüş son derece yanlıştır. Çünkü Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve diğer Kafkasya ülkeleri, çok farklı bir siyasi oluşum içindedirler. Eski Sovyetlerin dağılmasından sonra bile, bu ülkeler eskisine benzer bir siyasi oluşum olan Bağımsız-Devletler Topluluğu (BDT) içinde yerlerini almışlardır. Zaten, coğrafyacılar bu bölgeye Kafkasya adını vermekte ve bu ad hem fiziki ve hem de siyasi anlam taşımaktadır. Fiziki yönden, Kafkas dağları bir bütünlük arz ederken ve Ortadoğu bölgesinden tamamen ayrılırken, siyasi yönden de benzer özellikler göze çarpmaktadır. Birinci ve İkici Dünya Savaşları arasında bu sahaya Yakın Doğu ve Orta Doğu adlarının verildiği görülmektedir. Ancak, daha önce verilen bazı adlarda da olduğu gibi son olarak kullanılan bu adların kapsadıkları alanların sınırları da kesin değildir. Sahaya verilen bu adların siyasi olduğu, bu adları kullanan ülkelerin saha için aynı sınırları kullanmamalarından da anlaşılmaktadır. Oysa coğrafi adlarda sınırlar aynı olmak durumundadır. Sahayla yakından ilgilenen ve söz konusu adları veren İngilizlere ve Amerikalılara göre Yakın Doğu ile Orta Doğu bazen ortak fakat çoğunlukla birbirinden farklı alanları göstermektedir. “Yakın Doğu” (Near East) Balkan Yarımadası ile Asya'nın Akdeniz kıyıları ve Mısır'ı içine alan bir sahadır. Avrupa'ya en yakın olan Asya toprakları ile Avrupa'nın doğusunu ve Kuzey Afrika ülkelerinden yine Akdeniz kıyısındaki Mısırı içine almakta olan bu ad İngilizler tarafından verilmiştir. Çünkü konum itibariyle burası Asya kıtasının, kendilerine en yakın olan kısımlarıdır. "Orta Doğu" (Middle East), bazı kesimlere göre Libya’dan başlayarak Afganistan'ı da içine alacak şekilde doğuya kadar uzandığı gibi, bazılarına göre de Libya ve Afganistan'ı dışında tutan geniş bir sahayı ifade etmektedir. İngiliz kaynakları, özellikle de resmi yayınları, Orta Doğu'ya Habeşistan ve Somali gibi Afrika ülkelerini de katmaktadır. İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra İngilizler, Orta Doğu olarak kabul ettikleri bu geniş sahada oluşan yeni politik ortamlara uygun olarak, kendilerine göre bazı değişiklikler yapmak zorunda kalmışlardır. Buna göre Somali ve Habeşistan Orta Doğu ülkeleri listesinden çıkarılmıştır. İngilizlere ait kaynaklarda Orta Doğu kapsamına giren ülkeler konusunda çoğunlukla bir birlik yoktur. Bu durum Amerika Birleşik Devletleri'nde yayımlanan kitap ve dergilerde de kendini gösterir. Nitekim Amerika'daki yayınlarda, yukarıda adları verilen Orta Doğu ülkelerine, Kuzey Afrika ülkelerinin tümü ile Hint ülkeleri de eklenmiştir. Son zamanlara kadar yapılan yayınlarda Orta Doğu ülkeleri içinde Türkiye, Mısır, Arabistan yarımadası ülkeleri, Kıbrıs Adası ve İran hep yer almıştır. Günümüzde ise bazı kaynaklarda Arabistan yarımadası ülkeleri ile İran Orta Doğu olarak ele alınmaktadır. Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki Orta Doğu'nun yeri ve sınırları ile bu sınırlar içine giren ülkeler henüz tam olarak kesinlik kazanmamıştır. Bu da, söz konusu Orta Doğu adının tamamen politik olduğunu ve gelişen politik olaylara bağlı olarak sınırların ve içindeki ülkelerin de zamana bağlı, politik koşullar doğrultusunda değişeceğini göstermektedir. Aynı zamanda bu değişiklik, genellikle Orta Doğu üzerine politik, ekonomik ve bilimsel yönlerden ilgi duyan ülkeler tarafından yapıldığı için sürüp gidecektir. Ancak, dikkatlerden kaçmayan önemli husus ise Orta Doğu kapsamına Balkanlar'ın hiçbir zaman dahil edilmemiş olmasıdır. Günümüzde ise Yakın Doğu adının hemen hiç kullanılmadığı görülmektedir. Orta Doğu adı, özellikle II. Dünya Savaşı'ndan günümüze, sahanın politik ve ekonomik önemlerinin artarak ön plana çıkmasından dolayı, bütün dünyada tutunarak kullanıldığı gibi en çok İngilizler, Amerikalılar, Arap devletleri, Türkiye ve İsrail devletlerinin yanında Birleşmiş Milletler ile diğer milletlerarası kuruluşlar da kullanmaktadır. Yakın Doğu ve Orta Doğu kavramları nereye göre ortaya çıkmıştır? Bu sorunun yanıtını alabilmek için kavramların ortaya çıktığı yerleri göz önüne almak gerekir. Genel hatlarıyla I. Dünya Savaşı öncesinde bu kavramların İngilizler, Fransızlar ve Almanlar tarafından kullanılmaya başladığı görülür. Çok azda olsa kullanılan bu kavramlar iki dünya savaşı arasında yerini bulmuş ve özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra oturmuştur. Bu arada Yakın Doğu kavramı etkisini zamana bağlı olarak yitirirken Orta Doğu yerini sağlamlaştırmıştır. İngiltere, Fransa ve Almanya Avrupa ülkeleri olup bunlar özellikle geçtiğimiz yüzyılın dünya siyasetine damga vurmuş ülkelerdir. Bu ülkelerin coğrafi konumuna göre Asya kıtası doğudadır. Kendilerinin siyasi yönden ilgi duydukları alanlar da Asya kıtasının batısındadır. İşte bu saha için siyasi ve ekonomik emelleri olan ve üzerinde güneşin batmadığı bir imparatorluğa sahip bulunan İngiltere, o devirde Asya'nın bu batı kısmına bir ad vermek gerektiğini düşünmüştür. Buna bağlı olarak XIX. Yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başında, bilhassa İngiltere adına yapılan tüm araştırmalarda, bulundukları yerden Asya'nın doğusuna kadar uzayıp giden yerlere Yakın Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu adları verilmiştir. Fakat bu adların kapsadıkları alanlar İngiltere ve Fransa'nın coğrafi konumları yerine Avrupa'nın coğrafi konumu düşünüldüğünde biraz daha doğuya kaymıştır. Bundan dolayı aynı sahaya Amerikalılar Yakın Doğu derken, Avrupalılar Orta Doğu adını kullanıyorlardı. Yine buna bağlı olarak saha içine giren devletler ve sahanın sınırları da çeşitli kesimlere göre farklılık gösteriyordu. Ancak son zamanlarda bu karışıklığın ortadan kalkması için Orta Doğu diğer adların yerini alan tek bir ad haline gelmiş, bunu birçok ülke de kabul etmiştir. 1 Ortadoğu Yakındoğu Uzakdoğu Güneybatı Asya Bahreyn Birleşik Arap Emirlikleri Bahreyn Brunei Sultanlığı Azerbaycan Çin Halk Cumhuriyeti Bahreyn Batı Sahra Doğu Timor Birleşik Arap Emirlikleri 3 Birleşik Arap Emirlikleri Filistin 4 G.K.R.Y. Cezayir Endonezya Filistin 5 Irak Fas Filipinler G.K.R.Y. 6 İran Filistin Güney Kore Irak 7 İsrail G.K.R.Y. Japonya İran 8 Katar Irak Kamboçya Katar 9 K.K.T.C. İran Kuzey Kore K.K.T.C. 10 Kuveyt İsrail Laos Kuveyt 11 Lübnan Katar Makao Özel Yönetim Bölgesi Lübnan 12 Mısır K.K.T.C. Malezya Suriye 13 Suriye Kuveyt Moğolistan Suudi Arabistan 14 Suudi Arabistan Libya Myanmar Türkiye 15 Türkiye Lübnan Rusya Federasyonu (Asya Rusya’sı) Umman 16 Umman Mısır Singapur Ürdün 17 Ürdün Moritanya Tayland Yemen 18 Yemen Suriye Tayvan (Çin Cum.) 19 Suudi Arabistan Vietnam 20 Tunus 21 Türkiye 22 Umman 23 Ürdün 24 Yemen 2 ORTADOĞU'NUN TARİHİNE GENEL BİR BAKIŞ Yeryüzünde insanın yaşamaya başladığı sahaların doğal özelliği coğrafya bakımından uygun iklim, su, besin ve korunaktan oluşan dört koşula bağlıdır. Bu uygun coğrafi koşulların hüküm sürdüğü alanlar ekvator kuşağında olmalıdır. İşte buradan insanların kuzey ve güneye doğru yayıldıkları düşünülür. Bu durumda kuzeye doğru yayılan insanlar, konumuz olan Orta Doğu ülkelerinden Mısır'a önce ulaşacaklardır. Buradan Sina üzerinden Arabistan yarımadasına özellikle Akdeniz kıyıları ile Mezopotamya'ya oradan da Anadolu yarımadası ile İran'a geçeceklerdir. Böylece Orta Doğu Prehistorik devirlerden günümüze insanın yaşam alanı olmuştur. Uzun süre bu alanda insanlar yaşamış olduğundan bilgi birikimleri ve deneyimleri artmıştır. Dolayısıyla Orta Doğu, çeşitli insan topluluklarının gelişmesi ve büyük uygarlıklar kurarak değişik kültürler oluşturmasına ve bunların yayılmasına beşiklik etmiştir. Bu kültürlerin yeryüzüne dağılışında Orta Doğu'nun Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği yerde olması birinci ve ana nedendir. Bu bakımdan Orta Doğu'nun önemi her şeyden önce onun coğrafya konumundan ileri gelmektedir. İnsanlık tarihinin en eski ve yüce uygarlıkları Orta Doğu üzerindeki Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve İran'da ortaya çıkmıştır. Devlet geleneği, bilim ve kültürün temelleri burada atılmış olup, yazı ve para da burada icat edilmiş, üretim ve ticaret burada gelişmiştir. Mısır, Mezopotamya ve Anadolu'da günümüzden 2300 yıl önce dünyanın yuvarlaklığı ispatlanmış ve bunun delilleri ortaya konulduğu gibi dünyanın büyüklüğü yani, çapı ve çevresi de bilimsel olarak hesaplanmıştır. Diğer taraftan Orta Doğu toprakları üzerinde Mısırlılar, Hititler, Sümerler, Asurlular, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi birçok önemli devlet ve imparatorluk kurulmuş ve tarihe karışmışlardır. İlkçağ devletlerinden firavunlar ülkesi olan Mısır, Doğu Akdeniz kıyıları ile Mezopotamya'yı da içine alacak şekilde genişlemiş ve Hititlere komşu olmuştur. Sümerler ve Asurlar, Basra körfezinden Doğu Akdeniz kıyılarına kadar uzanan sahayı egemenlikleri altına almışlardır. Anadolu'da ise Hititler büyük bir imparatorluk kurmuşlardır. Daha sonra Persler, doğuda Amu Derya nehri ile batıda Ege denizi, kuzeyde Aras Nehri ile güneyde Yukarı Nil vadisi arasında kalan çok geniş bir sahayı yönetmişlerdir. Bu durumuyla Persler Hazar denizi, Karadeniz, Ege denizi, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu ile çevrelenen alana sahip bulunuyorlardı. Büyük İskender'in doğuya doğru olan istila hareketi ile bugünkü Orta Doğu'nun büyük bir bölümü bütünüyle Makedonyalılar tarafından zapt edilmiştir. Bu imparatorluğun sınırları batıda Yunanistan'dan başlayarak Mısır'ın güneyine, doğuda Türkistan'a ve İndus nehrine kadar genişlemiştir. Romalılar, İtalya ve Yunanistan'dan başlayarak doğuya doğru Anadolu, Mısır dışında Doğu Akdeniz kıyıları ile kuzeyde Karadeniz ve Hazar Denizi'nin batısına kadar olan sahalar ile güneyde Mezopotamya'ya uzanan sahaları yönetimleri altına almışlardır. Milattan sonra ise Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrılan Roma İmparatorluğunun doğu kısmına genellikle Bizans adı verilmektedir. Ortaçağ'da da doğu ile batı arasındaki bu istila hareketleri sürmüştür. Ancak, İslamiyet'in yayılmaya başlamasına bağlı olarak doğu ile batı arasında bu defa da dini boyutlu seferler yaygın hale gelmiştir. Emeviler Arabistan yarımadası, Anadolu'nun güneydoğusu, İran üzerinden Horasana ve güneyinde İndüs ovasına kadar uzanan saha, Kuzey Afrika’nın Akdeniz kıyılarındaki toprakları ile Fransa’ya dayanacak şekilde İber yarımadasını egemenliği altına almıştır. Abbasiler ise Mezopotamya merkez olacak şekilde Arabistan yarımadasının tümü, Anadolu’nun doğu ve güneydoğusu, doğuda Horasan'a kadar İran, Kuzey Afrika'da Mısır ve Libya'nın Akdeniz kıyılarına kadar hakimiyet sahalarını genişletmişlerdir. Selçuklular Anadolu'ya 1071'de girdikten sonra, bugünkü Orta Doğu'dan batılılar tümüyle çıkarılmış oldular. İşte bundan sonra Orta Doğu Hristiyanlık ve Müslümanlık dinlerine bağlı insanların uzun süren çatışma sahası olmuştur. Uzun süren Haçlı seferlerine rağmen, İslam dünyasının tümüyle kontrolü altına girmiş olan Orta Doğu, Müslüman Arapların, Türklerin ve İranlıların egemenliği altında kalmıştır. Osmanlı devletinin güçlü olduğu dönemde uzun bir süre batı ile doğu arasında büyük bir hareket olmamıştır. Ancak, Napolyon'un Mısır seferi ile bu çatışma yeniden başlamıştır. Bunu takiben, özellikle Osmanlı devletinin zayıflaması ve denizlerdeki gücünü yitirmesi sonucu, Avrupa devletlerinin eski çağlardan beri doğuyu elde etme ve egemenlikleri altına alma güdüleri, birden bire Orta Doğu'yu siyasî ve ekonomik yönden kontrolleri altına alma girişimi halini almaya başlamış ve bu amaçları günümüze kadar kesintisiz sürmüştür. Bunda da, özellikle Arap ülkelerini I. Dünya Savaşı'ndan sonra siyasi ve ekonomik yönlerden etkileri altına alarak başarılı olmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti, İran, İsrail ve Kıbrıs hariç tutulacak olursa, Ortadoğu'nun geniş bir kısmında yer tutan diğer ülkeler, Arap devletlerini oluşturur. Arap Ortadoğu'su adı da verilen bu bölge, Osmanlı Devleti hakimiyetinin sona ermesinden günümüze kadar geçen devrelerde, dünyanın siyasi bakımından en hareketli bölgesi olmuştur. Bu hareketliliğini, bugün de devam ettirmektedir. Arap Ortadoğu'sunun büyük bir kısmı, 16. yüzyıldan Birinci Dünya Savaşı'na (1913-1914) kadar, Osmanlı İmparatorluğunun idaresinde kalmıştır. İmparatorluk bu kadar geniş ve büyük sahada, büyük kısmı göçebe olan halkı idare etmekte zaman zaman güçlük çekmiştir. Bu güçlük, zaman zaman baş gösteren, göçebe halkın başkaldırışlarıdır. Sürekli hareket halinde olan bu toplumları, bir düzen altında tutmak, bugün de mümkün olamamaktadır. Osmanlı hakimiyetinde iken, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin topraklarını içeren bölge; İmparatorluğun doğrudan doğruya merkeze bağlı vilayetlerini kapsıyordu. Asıl Arap yarımadasında ise, İmparatorluk kadrosu içinde bir takım Şeyhlikler ve Emirlikler bulunuyordu. Bunlar arasında Necid ve Hicaz Emirlikleri en önemlileridir. 19. yüzyılın ilk yarısından sonra Ortadoğu'da Batılı devletlerin müdahaleleri başlamıştır. Bu müdahalelerde en büyük rolü, İngiltere ve A.B.D. oynamıştır. A.B.D, İngiltere, Fransa gibi Batılı devletler, Ortadoğu'da, misyonerlik çalışmalarının ardından, ticari, siyasi ve askeri harekâtlara giriştiler. Hint ve İran körfezine ulaşan denizyolu ticaretini kontrol altına almak için, Osmanlı sınırları dışında kalan Arap yarımadasının kıyılarına yerleşmeye başladılar. Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasını fırsat bilen İngilizler; 1878'de Mısır'ı, 1887'de Kıbrıs adasını ele geçirdiler. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce ve özellikle savaş yıllarında, Arap Ortadoğu'sunda yaptığı bu askeri harekâtın yanında, geniş ölçüde siyasi manevralar da yapmıştır. Bu manevralar daha sonra meydana gelecek hadiseler üzerinde çok derin tesirler yapmıştır. Bu faaliyetlerin en önemlileri şunlardır; 1. Osmanlı İmparatorluğu içinde, Hicaz'da hüküm süren Haşimi ailesine mensup Şerif Hüseyin bin Abdullah vasıtasıyla, Kahire'de İngiltere Yüksek Komiseri Lord Kidsener ile temasa geçilmiştir. Savaşlar sırasında, İngilizlerle Arapların, Türklere karşı bir isyana girişmelerini ve böylece de İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmaları şartıyla, Hüseyin bin Abdullah'a Büyük Arap Krallığı'nın tahtını vaat etmişlerdir. 2. 1916'da İngiltere, müttefiki olan Fransa ile bir antlaşma imzaladı. Buna göre Ortadoğu'nun merkezi kısımları, bazı bölgelere ayrılıyordu. Lübnan ve Suriye'yi oluşturan Mavi Bölge; Fransa'ya, Filistin, Ürdün ve Irak'ı (Musul hariç) içine alan Kırmızı Bölge; İngiltere'ye veriliyordu. Rusya, bu antlaşmayı, Anadolu'da bazı isteklerinin gerçekleşmesi şartıyla destekliyordu. Bu antlaşma, İngiltere'nin Şerif Hüseyin bin Abdullah'a yaptığı vaadin tam zıddı idi. Yukarda işaret edilen bölgenin İngiltere ve Fransa arasında bu şartlar altında taksim edilmesi, Büyük Arabistan projesini pratik olarak yok etmiştir. 3. Doğu Akdeniz ve Ortadoğu üzerine çeşitli antlaşmalar yapan İngiltere, Fransa ve İtalya'nın, aslında politikalar ve amaçlar üzerinde birbirleriyle ayrılığa düştükleri görülür. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce T.H.Lawrence, Ocak 1915'de, ülkesine yazdığı özel mektupta; "Suriye açısından esas düşman Türkiye değil, Fransa'dır." diye yazmıştır. Öte yandan İngiltere'nin, savaşın son günlerinde, Musul'u hızla ele geçirmesi, Fransızları kızdırmıştır. Çünkü antlaşma gereğince, Fransızlar; Musul bölgesinin zengin petrol yataklarının kendilerinde kalmasını ümit ediyorlardı. Yine İtalya, İngiltere'nin Yunanistan'a büyük destek vermesini ve Yunanlıların Batı Anadolu'ya asker çıkarmalarını istememiş ve karşı çıkmıştır. Ancak, çıkar çatışmaları ile birbirlerine düşen bu üç müttefik ülkeyi, yine üstün menfaatler birleştirmiş ve Ortadoğu'daki işgaller gerçekleşmiştir. İngiltere'nin bir başka teşebbüsü, izledikleri Ortadoğu siyasetini daha karmaşık bir hale soktuğu gözlenir. 1897'de bölgede toplanan Siyonist Kongresi'nde, Theodor Herzl tarafından ortaya atılan ve ecdatlarının eski topraklarında bir Yahudi merkezi kurmak fikri, dünya Yahudileri tarafından büyük ilgi ile karşılanmıştır. Dünya Siyonist Konseyinde belirlenen bu siyaset, Haim Weizmann tarafından geniş ölçüde yayılmaya başlanmıştır. 1917 yılında konseyin icra planı, Royd Sid'e verilmiş ve Sid de, planı İngiliz hükümetine sunmuştur. İngiltere, Kasım 1917'de verdiği cevapta, Filistin'de Yahudi merkezinin kurulmasını kabul etmiştir. Balfour Deklarasyonu adı ile bilinen İsrail'in kurulmasında ilk ciddi adım atılmış oluyor. Bu bildirge, daha sonra ortaya çıkacak olan birçok karışık meselelerin bir başlangıcıdır. Çünkü Müslüman topluluğun haklarına zarar vermeden bir Yahudi merkezinin kurulması imkânsızdı. Nitekim Filistin'de cereyan eden kanlı olaylar, 2 milyonu aşkın Filistinli Arap mültecilerin durumu, İsrail devleti ile komşu Arap ülkeleri arasında devam eden anlaşmazlıklar bunun tabii bir sonucudur. 4. 5. Ortadoğu siyasetinde, önemli rol oynayan bir etken de petroldür. Özellikle, bölgede geniş petrol rezervlerinin keşfedilmesinden sonra, başta İngiltere, ABD ve diğer Batılı ülkeler, bölge içinde çeşitli entrikalarla pay alma yarışına girdiler. Petrol şirketleri, Ortadoğu'nun çeşitli haritalarını çizmeye başladılar. Bu haritalar, bugün bile, henüz tam bir istikrara kavuşmamıştır. Özellikle, Batılı ülkeler, 1960'lı yıllardan sonra, petrol çıkartmak için, bölge ülkelerini birbirine düşürmeye başladılar. Bunların en önemlileri, İran-Irak Savaşı ve Kuveyt krizidir. 6. Ortadoğu'nun yakın tarihinde, meydana gelen en büyük siyasi ve askeri olay, İran-Irak Savaşı ile Körfez Krizidir. Bu olayların tarihi seyri ise şöyledir; 22 Eylül 1980 tarihinde, Irak Batı Ülkeleri'nden aldığı destekle, İran topraklarına saldırmıştır. Aralıksız sekiz yıl süren ve 20 Ağustos 1988'de bir ateşkes ile sona eren savaşta, sadece maddi kaybın, Türkiye bütçesinin 60 katını aştığı iddia edilmektedir. Hala Irak ve İran halkının; "Bu savaşın amacı neydi? Bu kadar uzun süren savaşın sonunda ne elde ettik?" diye sorguladığı bu savaşın maliyeti gerçekten dehşet vericidir. İran-Irak savaşından sonra, görüldü ki Batılı Ülkeler, her iki ülkeye silah satmıştır. Hatta ABD'yi sık sık sevmediğini dile getiren İran bile, ABD'den silah satın almıştır. O halde, savaşın tek nedeni olmalı. O da, petrol zengini olan bu iki ülkeyi, ekonomik yönden çökertmek ve ellerinde bulundurdukları petrolü kolaylıkla sömürmek. Batının Ortadoğu'yu sömürme düzeni, İran-Irak Savaşı ile yeterli görülmemiş ve bu defa, hedef saptırması yaptırılarak, Irak'ın Kuveyt'i işgali öngörülmüştür. Batılı ülkelere olan borçlarını ödeyebilmek için Irak, 2 Ağustos 1990'da, Kuveyt'i işgal etmiştir. Bunun sonucu olarak, Kuveyt ve Suudi Arabistan, Batılı dostlarından yardım istemiştir. ABD ve müttefiki ülkeler, Kuveyt'i kurtarma harekâtını gerçekleştirmişler ve harekât 26 Şubat 1991'de, Irak askerlerinin Kuveyt'i terk etmesiyle sona ermiştir. Ancak Irak askerleri, Kuveyt'i terk ederken, tüm petrol kuyularını ateşe vermiş, petrol stoklarını Basra körfezine boşaltmış ve Kuveyt şehirlerin yakıp yıkarak, ülkeyi bir harabeye çevirmiştir. Söz konusu bu harekâtın sonucu da bellidir. Kuveyt kurtarılmıştır. Amma aynı zaman da, Ortadoğu'da yer alan İslâm ülkelerinin elindeki zengin petrol rezervleri de, büyük ölçüde ipotek altına alınmıştır. Anthony Sampson,"Petrol Oyunu" adlı kitabında şunları yazar; "Bugün Ortadoğu'nun iki haritası vardır. Biri, çoğu yeni olan ülkeleri gösterir. Diğeri ise, değişik renklerle ayrılmış, petrol şirketlerinin nüfuz bölgelerini, petrol arama, üretme ve satma haklarını belirler. Bu değişik renklere ayrılan bölgelerin üzerinde IPC, KOC, ARAMCO, AOC gibi sözcükler vardır. Bunlar petrol şirketlerinin birleşmesiyle kurulmuş anonim ortaklıkları simgeler." İşte, Batı'nın Ortadoğu üzerine söylediği kırk tane türkü vardır. Bu türkülerin kırkı da petrol üzerinedir. ORTADOĞU'NUN JEOPOLİTİK ÖNEMİ Yeryüzünün çok yönlü araştırılması demek olan jeopolitik, aynı zamanda Siyasi Coğrafya ile büyük ölçüde benzerlik gösterir. Jeopolitiğin kurucusu sayılan, Münih ve Leipzig üniversitelerinde Siyasi Coğrafya hocalığı yapmış bir Alman bilim adamı olan Profesör Friedrich Ratzel (1844 - 1904) diyor ki; "Devlet, bir hücreden meydana gelen bir organizmadır. Devlet, gelişme ve yayılmayı arzu eder. Devletin yayılmacı politikası, ilkel ve küçük devletlere dışarıdan istilâ yoluyla mümkün olur." Hatta Ratzel, daha da ileri giderek; "Bu küçük gezegende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur." diyerek siyasi görüşünü ortaya koymuştur. Bu görüş, öncelikle Almanya'da benimsenmiş ve daha sonra bütün Avrupa ülkelerinde kabul görmüştür. Ratzel'in görüşlerinin bir kanaviçe gibi işlendiği o günün Avrupa'sında, dünyaya hakim olma fikri geniş yankılar uyandırmış ve dünya Birinci Cihan Harbine doğru yol almıştır. Ratzel'in fikirleri, kendisinden sonra gelenleri büyük ölçüde etkilemiş ve çeşitli jeopolitik görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ratzel'den etkilenenlerin başında, Münih Üniversitesi'nde Siyasi Coğrafya ve Askeri Tarih dersleri okutan Karl Haushofer (1869 - 1946) gelir. 1924'de "Zeitscrift Für Geopolitik" dergisini çıkaran Haushofer; "Devletin konum alanını, en önemli güç unsuru" olarak görür. Görüşleri 2. Dünya savaşında, Hitler'in politikasında etkili olmuştur. Haushofer'in çağdaşı olan ve Londra Üniversitesi'nde Coğrafya profesörlüğü ile İngiliz Kraliyet Coğrafya Cemiyeti İkinci Başkanlığını yürüten, Halford Mackinder (1861-1947); dünya savaşlarının çıkışına yol açan ve yaklaşık 12 milyondan fazla insanın öldürülmesine sebep olan "Kara Hâkimiyet Teorisini " ortaya atmıştır. Mackinder, görüşlerini; 1919'da yayımladığı "Demokratik İdealler ve Gerçek" adlı eserinde sunmuştur. Görüş şu şekilde özetlenebilir: Doğu Avrupa ile Sibirya bölgesi, dünyanın "Heartland'ı (Kalp Sahası)"nı oluşturur. Heartland'ın çevresindeki Balkanlardan Çin'e kadar uzanan saha ise "İç veya Kenar Hilâl" ya da "Rimland" kuşağıdır. Bunun dışında kalan Amerika - Afrika - Avustralya-Japonya hattı ise "Dış veya Kenar Hilâl" ya da "Dünya Adasının Peykleri" olarak kabul edilir." Mackinder, dünyayı bu şekilde tasnif ettikten sonra, teori oluşturan görüşünü şu şekilde geliştirmiştir; "Doğu Avrupa'ya hükmeden bir devlet Heartland'a hakim olur. Heartland'a hükmeden ise öncelikle İç-Kenar Hilâl'e ya da Rimland'a hükmeder. Sonra da Dış-kenar Hilâl'e yani bütün dünyaya hakim olur." Haushafer ve Mackinder'in görüşleri, özellikle Hitler tarafından kabul görmüş ve 2. Dünya Savaşı ile uygulama aşamasına geçirilmiştir. "Kara Hakimiyet Teorisi" olarak bilinen bu görüşte, Ortadoğu bölgesinin "İç veya Kenar Hilâl" kuşağı içinde yer aldığını görmekteyiz. Adolf Hitler'i; "Dünyanın anahtarını, Tanrıya teslim edeceğim" dedirten güç, bu teoridir. Sanırız, Almanya'nın Osmanlı İmparatorluğu ile dostane ilişkiler kurması, bu görüşün uygulanmasıyla ilgilidir. Her şeyden önce Almanya, Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyeti altında kalan Ortadoğu bölgesinde petrol aramak için bazı imtiyazlar sağlamış olması, bu teorinin uygulamaya konulmasında bir aşamadır. Mackinder'in bu görüşüne karşıt görüşler geliştirilmiş ve bu konuda Amerika Birleşik Devletleri'nde, özellikle; "Kenar Kuşak Teorisi", "Deniz Hakimiyet Teorisi" ve "Hava Hakimiyet Teorisi" ortaya atılmıştır. A.B.D Yale Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler Profesörü Nicholas J. Spykman (1893 - 1943), Mackinder'in görüşlerinden yola çıkarak, karşı bir başka görüş geliştirmiş ve "Kenar Kuşak Teorisini" ileri sürmüştür. Bu görüşte, hakim güç Heartland değil, Dış-Kenar Hilâl üzerindeki ülkelerdir. Bunların başında A.B.D gelir. Ancak Heartland'a ulaşmak için, İç-Kenar Hilâl'in ele geçirilmesi şarttır. İçKenar Hilâl'in merkezi kısmında ise, Ortadoğu bölgesinin toprakları bulunmaktadır. Spykman'ın teorisinden başka ileri sürülen görüş, A.B.D'de yaşayan Amiral Mahan (1840 - 1914) tarafından ortaya atılan "Deniz Hakimiyet Teorisidir". Bu görüşe göre; Bir milletin dünya hakimiyetini elinde tutabilmesi için, güçlü bir deniz gücüne sahip olması gerekir. Bu görüşün ateşli savunucuları İngiltere ve A.B.D'dir. İngiltere ve A.B.D'nin tüm Ortadoğu'yu kontrol altına alabilmeleri için, Akdeniz'de ve Hint Okyanusunda, askeri deniz filoları bulundurmasında, bu görüşün büyük bir payı vardır. Albay Hausy Scitaklian ve birçok A.B.D'li havacı tarafından ileri sürüle “Hava Hakimiyet Teorisine” göre; havada üstünlük sağlayan ve önemli hava gücüne sahip olan bir millet, tüm dünyaya hakim olur. Genelde Beşeri güç kaynağına dayanan Deniz ve Hava Hakimiyet teorileri, A.B.D ve İngiltere tarafından benimsenmiş ve uygulamaya konmuştur. Uygulama; özellikle 2.Dünya Savaşı ile birlikte başlamış ve günümüzde devam eden ve 3. Dünya Savaşı diyebileceğimiz bölgesel savaşlar ile halen yürürlüktedir. ABD ve yandaşı olan Avrupa ülkeleri, Ortadoğu bölgesinde, Irak-Kuveyt krizi esnasında, Deniz ve Hava Hâkimiyet Teorilerinin uygulamasını yapmışlardır. Yukarda belirtilen siyasi teorilerin özü şudur. Şüphesiz, dünyaya hakim olmak için, önce Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu bölgesini (İç Kenar Hilal i) işgal etmek gerekir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın ve bundan sonra çıkan bölgesel savaşların önemli bir bölümünün Ortadoğu bölgesinde cereyan etmesi, hep bölgenin sahip olduğu jeopolitik öneminden kaynaklanmıştır. Yine son yıllarda, Avrupalı siyasi coğrafyacılar tarafından ortaya atılan bir görüşe göre; dünyanın kalesi ve kalbi olarak Avrupa kabul edilmektedir. İleri sürülen bu görüşe göre; "Avrupa'ya sahip olan bir millet, tüm dünyaya hakim olur" denmektedir. Avrupa kıtası üzerinde yer alan milletlerin tek bir çatı altında birleşme çabaları, kaleyi sağlamlaştırmak ve siyasi gücü artırmak içindir. Bu görüşün uygulanabilmesi için, yani Avrupa'nın dünya hâkimiyetine soyunması için, özellikle ilk hamlede Asya ve Afrika'ya yönelmesi gerekir. Bu yönelişte, en kestirme yol; Ortadoğu bölgesinden geçmektedir. Ortadoğu bölgesinin jeopolitik önemini kat kat artıran çok neden vardır. Bunlar arasında, eski kara kütlelerinin kavuşum noktasında oluşu, tüm dinlerin çıkış noktası olmasından ötürü bütün dinler açısından kutsal toprakların bu bölgede yer almış olması ve son yüzyılı damgasını vuran petrolün zengin rezervler içermesi gelir. Öte yandan dünya ticaretinde, bölge tam bir kilit noktasını oluşturmaktadır. Yani Uzakdoğu ülkelerinin, Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin tüm ticari malları, Ortadoğu bölgesinde sergilenir ve buradan dünya pazarlarına sunulur. Ticari yönden Ortadoğu bir bakıma dünya panayırı gibidir. Yeryüzünde coğrafyanın ve jeopolitiğin çizdiği kavram ve ölçüler çerçevesinde sağlam bir kale yani dünyanın kalbini aramak gerekir. Konu bütünüyle ele alınıp incelendiğinde, "Anadolu Yarımadası" bütün ölçülere uygun düşmektedir. Çünkü Anadolu; Asya, Avrupa ve Afrika eski kara kütlelerinin birleşme noktasında yer almaktadır. Yarımadanın üç tarafı denizlerle çevrilidir. Asya ve Afrika'ya bitişik olduğu kesimlerde aşılması zor sıradağlar yer almaktadır. Bütün bu genel özellikleriyle, Anadolu; tam bir kaleyi andırmaktadır. Kalenin Asya'ya açılan burcu Malazgirt, Avrupa'ya açılan burcu İstanbul'dur. "Merkezi (Türk) Hakimiyet Teorisi" adını verebileceğimiz bu görüşe göre; "Anadolu Yarımadası Heartland, Heartland'ı çevreleyen Balkan yarımadası, Kafkaslar, İran, Arabistan ve Kuzeydoğu Afrika; kısacası Balkanlar ve Ortadoğu, dünya kalesini çevreleyen iç çemberi meydana getirir. Bunun dışındaki kara parçaları ise, dış çemberi ya da dünya adasını oluşturmaktadır. Bu görüş çerçevesinde şöyle bir sonuca varabiliriz; Dünya Kalesi'ni (Anadolu'yu) elinde bulunduran bir millet, iç çembere hükmeder. İç çembere hükmeden bir millet ise, dış çembere yani dünyaya hakim olur. Ortadoğu, tarih boyunca stratejik bir öneme sahip olmuştur. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren geliştirilen ve dünya hâkimiyetini hedefleyen jeopolitik teorilere göre Ortadoğu, Afroavrasya ana kıtasının merkezini ve kesişim alanını oluşturur. Kara jeopolitiği açısından bakıldığında dünya hâkimiyetinin tesisi için Avrasya'ya hâkim olmak gerekmektedir. Ortadoğu ise Avrasya kuşağının merkezinde bulunmaktadır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin Ortadoğu'ya yönelik stratejilerini etkileyen bir görüş Türkiye-Irak-İran-PakistanAfganistan kuşağına hâkim olan gücün Avrasya'ya, Avrasya'ya hâkim olan gücün dünyaya hâkim olacağı tezidir. Deniz jeopolitiği açısından Ortadoğu deniz eksenli güçlerin Afroavrasya stratejilerinin merkezinde bulunmaktadır. Ortadoğu, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi deniz ağırlıklı strateji güden güçler için rakip güçlerin hâkimiyetine bırakılmaması gereken bir savunma hattıdır ve aynı zamanda Avrasya içlerine ve kıyı denizlerine yönelik stratejik egemenlik için gerekli bir üs konumundadır. Dünyada birinci derecede önemli dokuz stratejik deniz geçiş yolundan beşi (İstanbul ve Çanakkale boğazları, Süveyş Kanalı, Aden ve Hürmüz geçişleri) bu bölgede yer almaktadır. Hava jeopolitiği bakımından da Ortadoğu merkezî bir konumda bulunmaktadır. Ortadoğu'yu stratejik açıdan önemli kılan bir diğer faktör tarihî derinliğin oluşturduğu jeokültürel özelliklerdir. İnsanlığı etkileyen en köklü dinî ve kültürel oluşumlar Ortadoğu'da zuhur etmiş, bölge tarihin ilk zamanlarından itibaren medeniyetlerin ve semavî dinlerin beşiği olmuş, diğer bölgelerde gelişen çeşitli medeniyetlerin, kültürlerin ve dinlerin yayılmasında kavşak görevi yapmıştır. Bölgenin Doğu ile Batı arasındaki kavşak rolü sebebiyle sadece malların değil din, medeniyet ve kültürlerin transferleri de bu bölgeden gerçekleşmiştir. Bu sebeple sanayi devrimine kadar olan dönemde dünya tarihini etkileyen büyük gelişme ve değişmeler burada meydana gelmiştir. İslâm medeniyetinin bütün Ortadoğu'ya hâkim olması sonucu bölgenin jeopolitik bütünlüğü ile jeokültürel bütünlüğü iç içe geçmiş, Ortadoğu jeopolitik hattı tarihî ve kültürel düzeyde İslâm dini etrafında bir bütünlük arzetmiştir. Batı merkezli tarih ve coğrafya yorumlarında bölgenin Doğu ve İslâm ile özdeşleştirilmesi, Ortadoğu'yu Doğu-Batı, İslâm-Hıristiyan karşılaşmasının odağı haline getirmiştir. Jeoekonomik bakımdan bütün büyük medeniyet havzalarının doğduğu ılıman iklim kuşağının merkezinde bulunan bölge, antik dönemden itibaren tarım potansiyeli ve ana ticaret yolları hattı olarak önem kazanmıştır. Tarih içinde gerek Mezopotamya ve Nil havzalarının gelişmiş tarım toplumları, gerekse Afroavrasya ana kıtası içindeki bütün ulaşım ve ticaret yollarının bölge ile doğrudan ya da dolaylı biçimde ilişkili olması Ortadoğu'yu uluslararası ekonomi-politiğin merkezi yapmıştır. Doğu-Batı istikametinde Akdeniz havzası ile Çin arasında, kuzey-güney istikametinde Karadeniz'in kuzeyindeki steplerle Akdeniz ve Mısır arasında yürütülen ticaret Ortadoğu'yu ekonomi-politik bir eksen haline getirmiştir. Çin ve Hint ile Mısır ve Doğu Afrika'yı birbirine bağlayan ticaret yolları da Ortadoğu bölgesinin güney sahilleri üzerinden geçmiştir. Ortadoğu bölgesinin Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz ve Basra sahillerinde gelişen liman şehirleriyle kara ticaretinin seyrettiği Avrasya boyunca kavşak noktalarını oluşturan ticaret şehirleri, Afroavrasya ölçekli bu ekonomik yapılanmanın aktarım hatlarını ve atardamarlarını oluşturmuştur. XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa'da meydana gelen büyük dönüşümler sonucunda ortaya çıkan modern devletler sistemi Ortadoğu'yu da doğrudan etkilemiştir. Bu süreçle birlikte yükselmeye başlayan Avrupalı büyük güçler kendi aralarındaki siyasî, askerî rekabeti ya doğrudan Ortadoğu'ya taşımışlar veya Avrasya ve Uzakdoğu'da giriştikleri rekabet Ortadoğu'yu da etkilemiştir. Osmanlı Devleti'nin XVII. yüzyıla kadar Avrupa karşısında baskın konumu sebebiyle Ortadoğu uzun süreli bir istikrar ve barış dönemi yaşamıştır. XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti'nin gerilemeye başlamasıyla birlikte dış güçler Ortadoğu'ya müdahale etmeye başlamış, bir yandan Rusya'nın Osmanlı Devleti aleyhine genişlemesi, diğer yandan Napolyon'un 1798'de Mısır'ı işgali ile başlayan süreç bugüne kadar kesintisiz devam etmiştir. Bütün stratejik faktörler bakımından özel bir önem taşıyan Ortadoğu, Fransız İhtilali ve sanayi devrimi sonrası dönem dışında tarih boyunca merkezî konumunu sürdürmüştür. Bölge İlkçağlardan itibaren Avrasya steplerinden kopup gelen kuzey-güney ve doğu-batı istikametindeki kavim göçlerine sahne olmuş, dışarıdan gelen tesirlerden sürekli biçimde etkilenmiştir. Jeostratejik, jeokültürel ve jeoekonomik önemi dolayısıyla dünyaya hâkim olmak isteyen her devlet ya da devlet adamı Ortadoğu'ya sahip olmak istemiştir. Bu hâkimiyet mücadelesi sonucunda meydana gelen büyük savaşlar ve göç dalgaları hem dünyayı hem bölgeyi sürekli biçimde şekillendirmiş ve değiştirmiştir. Antik dönemde Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve İran merkezli devletler ve imparatorlukların hâkimiyet mücadelelerine sahne olan Ortadoğu, Büyük İskender ve Roma imparatorlukları döneminde büyük ölçekli siyasî bütünlüğe kavuşmuştur. İslâm medeniyetinin doğuşu ve yayılışıyla tekrar siyasî bütünlüğe kavuşan Ortadoğu İslâm medeniyet havzasının coğrafî bütünlük alanı haline gelmiştir. XIX. yüzyılda sömürgeciliğin gelişmesi ve Asya'ya yönelmesi Ortadoğu'nun jeoekonomik önemine yeni boyutlar katmıştır. Ortadoğu bu yeni süreçte endüstriyel Avrupa ile sömürgeleştirilen Doğu arasında ham maddelerin ve doğal kaynakların aktarım hattı haline gelmiştir. Ortadoğu'nun bu jeoekonomik özelliği bölgenin sömürge rekabetinden en çok etkilenen bölgelerin başında gelmesine yol açmıştır. XX. yüzyıl başlarından itibaren bölgedeki petrolün ortaya çıkarılması ile Ortadoğu merkezî bir stratejik önem kazanmıştır. Petrolün stratejik rolündeki olağan üstü artışla birlikte Ortadoğu jeoekonomik bakımdan stratejik bir rekabet alanı haline dönüşmüş, uluslararası ilişkiler sisteminin önemli bir parçası durumuna gelmiştir. Ortadoğu, XIX. yüzyıldaki gibi ticarî ve doğal kaynak aktarım hattı olarak değil başlı başına bir doğal kaynak havzası olarak stratejik bir konum ve önem kazanmıştır. Ortadoğu'nun bugün itibariyle dünyadaki kanıtlanmış petrol rezervlerinin yaklaşık % 65'ine ve doğal gaz rezervlerinin üçte birine sahip olması, bölgenin küresel aktörler bakımından gelecekteki stratejik önemini koruyacağının en büyük göstergesidir. Soğuk savaşın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte Kafkasya ve Orta Asya ile Ortadoğu'nun jeostratejik açıdan bütünleşmesi, Ortadoğu'nun enerji kaynakları ve enerji nakil hatları bakımından gelecekteki stratejik önemini arttırmıştır. • XIX. yüzyılın başından itibaren bölge büyük güçlerin diplomatik, askerî, ekonomik, kültürel ve dinî mücadele alanı haline gelmiştir. Avrupalı büyük güçler arasında XVIII. yüzyılın sonundan başlayarak 1. Dünya Savaşı ile birlikte nihayete eren, Osmanlı Devleti topraklarının kaderi hakkındaki stratejik rekabet "Şark meselesi" olarak adlandırılmıştır. • Osmanlı Devleti'nin XVII. yüzyıldan başlayarak askerî ve ekonomik bakımdan zayıflaması ve sürekli toprak kaybetmesi, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rusya karşısında sürekli yenilmesi, XIX. yüzyılın başından itibaren gayri müslim azınlıkların milliyetçilik cereyanlarıyla başa çıkamadığının görülmesiyle birlikte Osmanlı Devleti'nin çökmesi ya da parçalanmasının mukadder olduğu ve bunun sonucunda Avrupa'nın hassas siyasî dengelerinin nasıl etkileneceği ciddi bir mesele haline gelmiştir. • Bu mesele Avrupa'nın büyük devletleri arasında rekabete, krizlere ve yer yer savaşlara yol açmıştır. XIX. yüzyıl boyunca İngiltere ve Rusya arasında İran, Kafkasya, Orta Asya, Afganistan coğrafyası üzerinde devam eden stratejik rekabet "büyük oyun" olarak adlandırılmıştır. • Büyük oyun sadece İran ve Basra körfezi bölgesi sebebiyle değil rekabetin Boğazlar'ı ve Süveyş Kanalı'nı ilgilendiren boyutları dolayısıyla da Ortadoğu'yu doğrudan etkilemiştir. 1890'lardan itibaren Almanya'nın Ortadoğu'ya nüfuz etmeye başlamasıyla stratejik bakımdan yeni bir sürece girildi. 1914 sonunda Osmanlı Devleti'nin Almanya'nın yanında savaşa girmesiyle birlikte bütün Ortadoğu bölgesi 1. Dünya Savaşı'nın cephelerinden biri haline geldi. Almanya karşısında ittifak kuran Şark meselesinin baş aktörleri İngiltere, Rusya ve Fransa savaş sırasında Ortadoğu'yu çeşitli gizli anlaşmalarla paylaştılar. 1917 Bolşevik İhtilâli sonucu Rusya'nın çekilmesine rağmen savaşın galipleri İngiltere ve Fransa bu anlaşmaları uygulamaya çalıştılar. I. Dünya Savaşı'nın ardından yapılan antlaşmalarla Türkiye ve İran hariç bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika Fransız ve İngiliz hâkimiyeti altına girdi. 1930'ların ikinci yarısında Almanya ve İtalya bu hâkimiyete karşı çıkmaya başladıysa da başarılı olamadı. İngiltere'nin XIX. yüzyıldaki stratejik çıkarları Hindistan'ı, dolayısıyla Hindistan'a ve diğer sömürgelere giden ulaşım hatlarını korumak ve ticarî üstünlüğünü devam ettirmekti. Bu amaçlara ulaşmak için Osmanlı Devleti ve İran'ın Rusya karşısında bağımsızlığını ve bütünlüğünü savunmak, tampon devletler olarak kalmalarını temin etmek gerekiyordu. İngiltere, Hindistan yolunu garantiye almak için Malta, Aden ve Kıbrıs'ı ele geçirdi, 1875'te Süveyş Kanalı hisselerini satın aldı, 1882'de Mısır'ı işgal etti. 1869'da Süveyş Kanalı'nın açılmasından sonra İngiltere için Boğazlar bir ölçüde hayatiyetini kaybetti ve Mısır stratejik bir önem kazandı. İngiltere'nin diğer bir temel çıkarı ise Basra körfezine hâkim olmak ve Süveyş'in doğusunda başka hiçbir gücün askerî ya da ticarî hâkimiyetine izin vermemekti. Bu amaçla XIX. yüzyılın başından itibaren Basra körfezindeki emirliklerle bir dizi anlaşma imzaladı. Yüzyılın sonunda Almanya'nın Ortadoğu'ya girişini engellemek için Bağdat demiryoluna karşı çıktı. XX. yüzyılın başında bir İngiliz şirketinin İran'da petrol çıkarmasıyla başlayan süreç İngiltere'nin stratejik çıkarlarını derinleştirdi. 1871 'de Almanya Devleti'nin ortaya çıkmasıyla birlikte değişen Avrupa dengesi Doğu sorununu ve "büyük oyun"u da etkiledi. Almanya'nın stratejik bakımdan dengelenmesi ihtiyacıyla oluşturulan İngiltere-Rusya ittifakı sonrası İngiltere'nin Ortadoğu politikası değişmeye başladı. 1907'de yapılan bu ittifakın Ortadoğu'yu ilgilendiren en önemli sonucu İran'ın İngiltere ve Rusya arasında paylaşılmasıdır. Bu anlaşmadan sonra İngiltere için Osmanlı'nın bütünlüğü ve bağımsızlığı önemini yitirmiş, 1. Dünya Savaşı sırasında bir yandan Şerif Hüseyin isyanını desteklerken diğer yandan Ortadoğu'nun paylaşılmasına dönük antlaşmalara imza atmıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nin XIX. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyılın ilk yarısında Ortadoğu'daki çıkarları ve ilgisi Protestan misyonerlerinin faaliyetlerinden ibaretti. Amerika Birleşik Devletleri'nin Ortadoğu'daki stratejik çıkarları II. Dünya Savaşı sonrasında başlamıştır. II. Dünya Savaşı'nın bitiminde Ortadoğu'da önde gelen büyük güçler İngiltere ve Sovyetler Birliği idi. Fransa zayıftı, Almanya ve İtalya yenilmişti, Amerika Birleşik Devletleri ise henüz ne yapacağına karar vermemişti. 1945-1946'da Sovyetlerin Kuzey kuşakta amacı tıpkı Doğu Avrupa ve Balkanlar'da olduğu gibi kendilerine bağımlı tampon devletler oluşturmaktı. Daha savaş bitmeden Sovyetler Birliği, Türkiye üzerinde kontrol sağlamaya teşebbüs etti. Montrö Antlaşması'nın yenilenmesini, Boğazlar ‘da üs ve doğu sınırında toprak istedi. Sovyetler Birliği'nin kontrol altına almaya çalıştığı ikinci ülke İran'dı. 1941'den beri İran'ın kuzeyini işgal altında tutan Sovyetler Birliği savaşın bitiminde anlaşmaya rağmen askerlerini çekmedi ve işgal bölgelerinde etnik milliyetçiliği destekledi. Ancak bu politikaları çıkarlarının tersine sonuçlar verdi. Türkiye ve İran siyasî ve askerî bakımdan hızla Amerika Birleşik Devletleri'ne yakınlaştı. İngiltere’nin Sovyetler Birliği karşısındaki stratejik boşluğunu Amerika Birleşik Devletleri doldurmaya başladı. Ortadoğu'da 1960'lardan 1980'lerin sonuna kadar çeşitli boyutlarda devam eden ve 1970'lerde Basra körfezine yayılan Amerika Birleşik DevletleriSovyetler Birliği stratejik rekabeti, İran İslâm Devrimi (1979) ve Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgaliyle birlikte yoğunlaştı. Bu tarihten itibaren Basra körfezine yoğunlaşmış gözüken Ortadoğu'daki stratejik hesaplaşma yerel bölgesel aktörlerin de katıldığı bir dizi savaş, işgal ve çatışmaya dönüştü. Amerika Birleşik Devletleri 1991 'de soğuk savaşın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Ortadoğu'da tek hâkim güç olarak kaldı. Amerika Birleşik Devletleri, başta enerji kaynaklarının ve enerji nakil güzergâhlarının güvenliği olmak üzere temel stratejik çıkarlarını gerçekleştirmek için bölgede kendisine tehdit olarak gördüğü rejimlere karşı mücadele etmeyi günümüzde de sürdürmektedir. Son yıllarda dünyanın en gerilimli ve sorunları bir türlü bitmeyen bölgesi durumundaki Ortadoğu'nun en önemli sorunu İsrail Devleti ile Filistin ve komşu Arap devletleri arasındaki çatışmadır. Bölgede iç savaşla yıpranmış Lübnan, iki parçaya ayrılmış Kıbrıs ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'a müdahalesi gibi başka sorunlar da vardır.