DOKSANÜÇ HARBİ 1877-1878 yıllarında meydana gelen, Rûmî 1293 senesine rastladığı için Doksanüç harbi olarak anılan Osmanlı-Rus harbi. Osmanlı Devleti üzerindeki asırlık emellerini gerçekleştirmek, Osmanlıları Avrupa’dan atmak, İstanbul’u ele geçirerek sıcak denizlere inmek isteyen Rusya, Balkanlardaki hıristiyanları, özellikle Slavları korumak bahanesiyle Osmanlı Devleti’ne karşı isyân ettirmekte, zaman zaman Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaktaydı. Kendi varlığının devamını sağlamak için Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını millî bir hedef kabul eden Rusya, daha önce Kırım Hanlığı’nı ilhak etmiş, Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarını almış, Volga boylarındaki Türk ülkelerini istilâ ederek, Türkistan’a ilerlemiş ve kuzey kısımlarını elde etmişti. 1853 Kırım harbi mağlûbiyeti bu emellerini bir müddet için durdurduysa da, Ruslar, bu yenilginin intikamını almak için faaliyete geçtiler. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne en çok tarafdâr gözüken Fransa’nın 1870’de Prusya karşısında ağır mağlûbiyete uğraması üzerine, kuvvetler dengesinin Osmanlılar aleyhine bozulduğunu fırsat bilen Rusya, Kırım harbi sonunda imzalanan Paris andlaşmasında yer alan Rusya’nın “Karadeniz’de donanma ve tersane bulundurmaması” hakkındaki maddelerini tanımadığını resmen îlân edip, Londra konferansında tescil ettirdi ve Karadeniz’de kuvvetli bir donanma meydana getirmeye başladı. Bu arada panislavizm fikirlerini Balkanlarda yaymak için Moskova’da bir konferans topladı. Bu konferansda alınan kararlardan sonra Rus panislavistleri, Bosna-Hersek ve Bulgaristan Slavlarını ayaklandırmak için Balkanlarda yoğun bir propagandaya giriştiler. Romanya ve Karadağ’da birer teşkîlât kurdular. Bu sırada İstanbul’da sultan Abdülazîz Han tahttan indirilerek şehîd edildi. Devletin bu güçsüz durumundan istifâde etmek ıstiyen Bosna-Hersek eyaletindeki hıristiyanlar ayaklandı. Bu isyân bastırılmadan Rus tahrikiyle hareket eden Karadağlılar ve Sırplar da ayaklandılar. Sultan beşinci Murâd Han’ın kısa süren pâdişâhlığından sonra tahta geçen sultan İkinci Abdülhamîd Han durumlarla ilgili bâzı tedbirler aldı. Rusya’nın İstanbul büyükelçisi İgnatiyef’in tehdidkâr sözlerine karşı; “Devletin yükselmesini, Osmanlı ülkesine huzur ve asayişin te’minini, Rus imparatorluğundan ziyâde ben arzulamak mevkiindeyim. En büyük emelim, milletimin saadetini tem’in etmektir” diyerek hâdiseler karşısındaki tavrını açıkça ortaya koydu. Serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Nâdir Paşa idaresinde gönderilen ordu, 17 Ekim 1876’da Sırb ordusunu hezimete uğratarak isyânı bastırdı. Osmanlı ordusunun Sırbistan’da ilerlemesi karşısında telâşa kapılan Rusya, 31 Ekim 1876’da Bâb-ı âlîye bir nota vererek, bütün cephelerdeki harekâta şâmil olmak üzere altı haftalık müddetle kayıtsız şartsız bir mütâreke istedi. Eğer 48 saat içinde harb harekâtı durdurulmazsa, İstanbul’daki elçisini gerî çekeceğini bildirdi. Yeni bir Osmanlı-Rus savaşının felâketle neticeleneceği düşünülerek, 1 Kasım 1876’da iki ay müddetle mütâreke kabul edildi. Sırp harekâtının devamı sırasında Osmanlı Devleti’nin müşkil durumundan istifâde etmek isteyen Bulgaristan’da da bir isyân kımıldanışı oldu. Bunun bastırılmasından sonra muhtemel bir savaştan çekinen Avrupa devletleri, Balkan mes’elesini görüşmek üzere İstanbul’da bir konferans toplanmasını teklif ettiler. Rüşdî Paşa’nın istifasından sonra, 19 Aralık 1876’da sadrâzamlığa getirilen Midhad Paşa ve arkadaşları, Kânûn-i esâsînin hazırlanması için çalıştı. Bu sırada hazırlıkları tamamlanan konferans, 23 Aralık 1876’da Haliç Tersânesi’ndeki Bahriye nezâreti binasında toplandı. Aynı gün Osmanlı Devleti, konferansın çalışmalarını etkilemek için Kânun-i esâsîyi îlân etti. Çalışmalarına devam eden Tersane konferansına; Osmanlı Devleti’nden başka; İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Almanya ve İtalya katıldı. Yabancı delegeler önceden hazırladıkları metni Osmanlı” delegelerine verdiler. Buna göre Osmanlı askeri, Karadağ ve Sırbistan’dan çekilecek, Bulgaristan’da doğu ve batı Bulgaristan adı ile iki ayrı eyâlet kurulacak, Bosna-Hersek’le birlikte bu iki eyâlete de muhtariyet verilecekti. Rus başvekîli Gorçakof’un da hâzır bulunduğu konferansa katılan hâriciye nâzırı Safvet Paşa, Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda uyguladığı siyâsetin haklılığını anlattı. Osmanlı Devleti’nin ileri sürülen şartları kabul etmemesi üzerine, konferans dağıldı. Bu tavır, Osmanlı-Rus savaşının biraz daha yaklaşmasını sağladı. Sadrâzam Midhat Paşa, çıkacak bir savaşta, hayranı olduğu Avrupa devletlerinden yardım göreceğini zannediyordu. Çıkacak bir savaşı önlemek için çok gayret gösteriyormuş gibi gözüken İngiltere’nin Hindistan nâzırı Lord Salisbury, Midhat Paşa’nın aksine, bir savaş çıktığında İngiltere’nin ve diğer Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletine yardım etmeyecekleri kanâatindeydi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’la görüşerek durumun vehâmetini îzâh etti. Memleketin ahvâlini düzeltmek için uzun bir sulh dönemine ihtiyâç olduğuna inanan sultan İkinci Abdülhamîd Han, savaş istemiyordu. Fakat savaş isteyen devlet adamlarının baskısı altındaydı. Bunların başında sadrâzam Midhat Paşa, harbiye nâzırı vekîli Müşir Redif Paşa geliyordu. Bu sırada Midhat Paşa ve tarafdârlarının teşvîkiyle kandırılarak sokaklara dökülen medrese talebeleri; “Biz Rumeli’ye ilk defa geçen kahraman Osmanlıların çocuklarıyız. Kanımızla zapt ettiğimiz bu yerleri sonuna kadar müdâfaaya yeminliyiz. Yabancı devletlerin tekliflerini kabul etmiyoruz. Konferans dağılmalıdır. Harb istiyoruz” diye bağırarak sarayın önüne kadar gelip tekrar; “Harb isteriz” diye bağırdılar. Midhat Paşa tarafdârlarından Hoca Şâkir Efendi’nin sevk ettiği kalabalık, sefarethâne önlerinden geçti ve hâdise çıkarmadan dağıldılar. İngiliz delegesi Lord Salisbury, 14 Ocak 1876’da sultan İkinci Abdülhamîd Han’a gelerek, Tersane konferansında Bâb-ı âlînin ısrar ettiği bâzı noktaların değiştirildiğini, eğer bu haliyle de konferans maddeleri kabul edilmezse elçilerin İstanbul’u terk edeceklerini bildirdi (Bkz. Tersane Konferansı). Bunun üzerine sultan İkinci Abdülhamîd Han o akşam bütün vükelâyı saraya davet ederek; asker, iaşe, mühimmat hususlarının tedkîk edilerek hükümetin karârının kendisine bildirilmesini istedi. Toplantıdan sonra sadrâzam Midhat Paşa tarafından Pâdişâh’a şu karar bildirildi: “Böyle tekliflerde harb etmek için askerin kuvvetine bakılmaz. Biz Anadolu’ya 400 atlı ile geldik, 400 kişi kalıncaya kadar harbederiz.” Peşin hükümlü olan Midhat Paşa hükümetinin ölçülüp tartılmadan alelacele aldığı bu karârın, kurulacak geniş kadrolu bir mecliste bir kere daha görüşülmesini isteyen sultan İkinci Abdülhamîd Han, târihî harb mes’ûliyetini yüklenmemek için gayret etti. Rusya için de büyük fedâkârlıklar îcâb ettiren bu savaşı, Rus çarı da istemiyordu. Ancak onun da etrafını savaş tarafdârı devlet adamları sarmıştı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın bu isteği üzerine, Midhat Paşa tarafından kurulan; müşirler, ferikler, yüksek mahkeme reisleri, devlet şûrası üyeleri, nâzırlar, saray ileri gelenleri ve gayr-i müslimlerin temsilcilerinden meydana gelen mecliste, Tersane konferansının kararları görüşüldükten sonra tekrar reddedildi. Devlet hazînesi boş, ordu Sırp, Bulgar ve Karadağ hâdiseleri yüzünden yorgun ve dağınık, mühimmat, silâh ve subay kadroları yetersiz olduğu hâlde bile bile harbe girmeye teşebbüs etmek; Osmanlı Devleti’nin ölüm fermanını imzalamaktı. Bu şartlar altında sultan İkinci Abdülhamîd Han kesin olarak harbe girilmesini istemiyordu. Fakat daha önce îlân edilen Kânûn-i esâsiye göre mecbur olduğu için istemiyerek tasdîk etti. Sadrâzam Midhat Paşa ile hâriciye nâzırı Safvet Paşa tarafından hazırlanan Bâb-ı âlînin cevâbı, devletlerin murahhaslarına bildirildi. Bu karâr üzerine devletlerin murahhas ve elçileri İstanbul’u terk ettiler. Midhat Paşa, Mahmûd Celâleddîn Paşa ve tarafdârları harbin kaçınılmaz olduğunu düşünerek sevindiler. Konferans tekliflerinin reddi üzerine bir Osmanlı-Rus harbinin kaçınılmaz olacağını gören sultan İkinci Abdülhamîd Han, işlerin iyi sevk ve idare edilmediğini görerek bâzı tedbirler almağı lüzumlu gördü. Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesinde başlıca âmil gördüğü, akşamları bâzı kimseleri ve gençleri içki masasına toplayarak devlet sırlarını açıkladığını tesbit ettiği ve yine onun, “Osmanlı hânedânından ümid kesilmiştir, pâdişâhı tahtından indirmelidir” dediğini tesbit ettiği, başka garib hareketlerini gördüğü Midhat Paşa’yı 5 Şubat 1877’de Kânûn-i esâsînin 113. maddesine göre sadrâzamlıktan azledip sürgüne gönderdi. Ertesi gün Ethem Paşa sadrâzamlık makamına getirildi. İstanbul Tersane konferansı karârının reddedilmesi üzerine, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı harb açacağı iyice belli oldu. Çıkacak bir harbde Sırpların ve Karadağlıların düşman birer kuvvet kalmasının uygun olmayacağını düşünen sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu iki prenslikle andlaşma yapılması için görüşmeleri başlattı. 27 Şubat 1877’de Sırbistan’la barış andlaşması imzaladı. Fakat Karadağ ile yapılan görüşmeler, Karadağlıların mânâsız istekleri üzerine netîceye bağlanamadı. Bu sırada Kânûn-i esâsîye göre kurulan Meclis-i meb’ûsân 19 Mart 1877’de açıldı. Meclis-i meb’ûsânın açılışını tâkib eden günlerde de, Talebe-i ulûm kisvesi altındaki kötü niyetli kimseler, harbe girmenin lehinde tezahüratta bulundular. Memleketin çok sıkıntılı durumda olduğu bu günlerde, Karadağla yapılan mütâreke müddeti de sona erdi. Karadağ Prensliği, Osmanlı ülkesine tecâvüz için askerî hazırlıklara başladı. Bu sırada, çıkacak bir harbe mâni olmak için Avrupa devletleri tekrar araya girdiler. Osmanlı-Karadağ mütârekesini 13 Nisan’a kadar uzattılar. Avrupa devletleri Londra’da tekrar bir konferans toplayarak, Tersane konferansında alınan kararları biraz değiştirdiler (Bkz. Berlin Andlaşması). Alınan karârı da 31 Mart 1877’de Bâb-ı âlîye tebliğ ettiler. Hâriciye nâzırı Safvet Paşa, Bâb-ı âlî hükûmetinin aldığı red karârını 10 Nisan 1877’de ilgili devletlere bildirdi. Böylece sulh yolu iyice kapandı. Avrupa devletlerinin savaşa mâni olma teşebbüsleri bu şekilde akamete uğradı yâni netîce alınamadı. Bâb-ı âlînin, tekliflerden hiç birini kabul etmiyeceğini kesin olarak anlayan Rusya, bir harb vukuunda İngiltere’nin takınabileceği muhtemel vaziyeti hesaba katarak isteklerinde bir adım gerilediyse de, sadrâzam Edhem Paşa’nın ve Meclis-i meb’ûsânın, Rus isteklerinin Osmanlı görüşüne yaklaştığı bir sırada bunları da şiddetle reddetmeleri üzerine, 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân etti. Aynı gün harb îlân notasını Bâb-ı âlîye veren Rus maslahatgüzarı Nelidoff ve bütün sefaret erkânı İstanbul’u terk etti. Osmanlı Meclis-i meb’ûsânında harb îlânı notası okununca, büyük sevinç ve tezahürata sebeb oldu. “Yaşasın harb” sesleri arasında harb karârı alındı. Bu harb notası, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a sunulunca; “Böyle bir harbi asla istememiştim. Fakat başımıza geldi. Artık ilâhî takdîr ne ise o olur. Bu andan îtibâren şeref ve haysiyetimizi korumak için her şeyimizi fedaya hazır olmalıyız” dedi ve son bir çâre olarak harbe mâni olmak için Avrupa devletlerinin arabuluculuğunu isteyen bir telgraf çekilmesini emretti. Bu telgraf karşısında Fransa, İngiltere, İtalya ve Avusturya tarafsızlıklarını îlân ettiler. Bu şekilde devam edecek bir harbin Osmanı Devleti lehine netîcelenmiyeceğini düşünen sultan İkinci Abdülhamîd Han, dış siyâsetteki dehâsını kullanarak, devletlerin menfaatleri arasındaki zıddiyetten istifâde etmeye çalıştı. Avusturya hâkimiyetinden memnun olmayan Macarları kazanabilmek için, hazîne-i hümâyûnda bulunan vaktiyle Türkler tarafından ele geçirilmiş eski Macar krallarından Mathyas’a âid kıymetli 25 cild kitabı Macaristan’a göndererek, Macar milleti adına Peşte Üniversitesi’ne hediye etti. Bu hareket, Macar milleti üzerinde iyi bir te’sîr bıraktı ve Macarlar, Osmanlı Devleti lehine kazanılmış oldu. Daha sonra İngiltere’nin doğudaki çıkarlarını, Rusya’nın yayılmacı politikasına karşı kullanmayı plânladı. Diplomatik yollarla ağır ağır bu mevzûyu işlemeye devam etti. Nitekim İngiltere hükümeti Rusya’ya; “İngiltere hükümeti, Osmanlı-Rus harbi dolayısıyla Hindistan yolunun ve İstanbul’un Rusya tarafından tehdîd edilmesi karşısında haraketsiz kalamaz” şeklinde bir telgraf çekti. Rusya ise, Kırım harbinde olduğu gibi bir Avrupa-Osmanlı anlaşmasından çekindiği için, İngiltere’nin bu ihtarına karşı yumuşak davranmaya mecbur kaldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han bundan sonra da, İngiltere’yi îcâb ettiği vakit diğer devletlere karşı kullandı, hiç bir zaman İngiliz siyâsetinin peyki olmadı. Bütün gayretlere rağmen mâni olunamıyan, Rusya’nın da, Osmanlı Devleti’nin de bütün kuvvetlerini seferber ettikleri Doksanüç harbi, Tuna ve Kafkasya cephelerinde cereyan etti. Tuna cephesi başkumandanı serdâr-ı ekrem Müşir Abdülkerîm Nâdir (Abdi) Paşa idaresinde üç orduya ayrıldı. Bunlardan garb ordusunun başında Müşir Osman Paşa, şark ordusunun başında Müşir Ahmed Eyyûb Paşa, cenûb (güney) ordusunun başında ise Müşir Süleymân Paşa bulunuyordu. Bu cephedeki kuvvet dengesi Osmanlıların aleyhine idi. Osmanlı kuvvetlerinin toplamı 186 bin olup; top, silâh ve mühimmat bakımından kâfî derecede teçhiz edilememişti. Rus ordusu başkumandanı, çarın veliahdı ve biraderi Grandük Nikola Nikolayeviç’ti. Emrinde 250 bin asker mevcûdlu yedi kolordu vardı. Top, silâh ve mühimmat bakımından da Osmanlı ordusundan üstündü. Harbin fiilen başlamasından sonra Sirbistan, Romanya ve Karadağ prenslikleri de Rusya’nın yanında yer almışlar ve Yunanistan da düşmanca bir tavır içine girmişti. Romanya hudutlarını geçen Rus orduları, Tuna nehri üzerinde bulunan 240 metre uzunluğundaki Baboşi köprüsünün, serdâr-ı ekrem Müşir Abdülkerîm Nâdir Paşa’nın ihmâl ve gafleti sebebiyle yıkılmaması üzerine Tuna nehrini geçip ilerlemeye devam ettiler. Ayrıca Müşir Abdülkerîm Paşa’nın ihtiyarlığı, hastalığı ve kumanda kudretinden mahrum oluşu sebebiyle Osmanlı ordusunda kumanda birliği olmadığından, yerli azınlıklardan da destek alan Rus ordularının ilerlemesi kolay oldu. Kahraman ordularımızın binbir güçlük ve sıkıntılarla verdikleri şanlı direnişlere rağmen ilerleyen Rus birlikleri, 7 Temmuz’da Tırnova, 16 Temmuz’da Niğbolu’yu alarak Şıpka geçidine hâkim oldular ve Balkan dağlarını aşmaya başladılar. Abdülkerîm Nâdir Paşa’nın başarısızlıkları sebebiyle azl edilip yerine çok genç müşir Mehmed Ali Paşa’nın başkumandan tâyin edilmesi, ordu içinde bâzı memnuniyetsizlikler ile ayrılıklara yol açtığı gibi, harbin kaybedilişine de sebeb oldu. Müşir Süleymân Paşa, Şıpka geçidini ele geçirmek için gece-gündüz demeden bir hafta müddetle taarruzda bulundu. Ancak muvaffak olamadı. Bu defa Şıpka’yı geçmek için Müşir Mehmed Ali Paşa taarruza geçti. Ayazlar, Karahasan, Ablova ve Kasılova meydân muhârebelerini kazandı ise de devamlı takviye alan Rus kuvvetlerini yerinden söküp atamadı. Müşir Osman Paşa savunma savaşına yeni prensipler getirerek, Plevne’de düşmanı üç defa mağlûb etti. Üçüncü Plevne zaferinden sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Gâzi ünvânı verildi. Yeni takviyelerle güçlenen Rus orduları karşısında Osman Paşa yardım alamadığından Plevne de düştü (Bkz. Plevne müdâfaası). Plevne’nin düşmesiyle Rus birlikleri serbest kaldılar. Bu sırada Sırplar Niş’e girdiler. Karadağlılar ise İşkodra çevresine kadar ilerlediler. İleri harekâta devam eden Ruslar; Sofya, Niş ve Vidin’i aldıktan sonra, Edirne’ye ve burayı da alıp Ayastefanos’a (Yeşilköy) ulaştılar. Grandük Nikola sulh şartlarını dikte etmek üzere umûmî karargâhını burada kurdu. Böylece Tuna cephesindeki savaş, Osmanlıların aleyhine neticelendi. Doksanüç harbinin ikinci cephesi ise Kafkasya’da idi. Tuna cephesi kadar mühim olmamakla beraber, burada da pek çok savaşlar oldu. Cephe kumandanı Ahmed Muhtar Paşa idi. Bu cephedeki ordumuzun toplamı 60 bin askerdi. Üç tümeni Kars, bir tümeni Ardahan, bir tümeni Eleşkirt, bir tümeni de Doğu Bâyezîd ve Van’da olan bu ordunun, Erzurum’da da bir miktar ihtiyat kuvveti vardı. Batum’daki kolordunun başında ise Müşir Derviş Paşa bulunuyordu. 125 bin kişilik Rus ordusunun başkumandanı ise, ermeni asıllı Melikof’du. Devamlı takviye alan Ruslar, 30 Nisan’da Doğu Bâyezîd’i ele geçirdiler. Ahmed Muhtar Paşa, Ruslara karşı 21 Haziran’da Halyaz, 25 Haziran’da Zivin ve Gedikler meydan muhârebelerini kazandı. Ahmed Muhtar Paşa’ya zaferden sonra Gâzi ünvânı verildi. 4 Ekim 1877’de Yahniler meydan muhârebesi de kazanıldıysa da takviye alan Rusları durdurmak mümkün olmadı. 15 Ekim 1877 Alacadağ meydan muhârebesi Kafkas cephesinin dönüm noktası oldu. Ahmed Muhtar Paşa daha fazla zâyiât vermemek için Erzurum’a çekildi. Kars açıkta kaldığından, 18 Kasım’da Rusların eline geçti. Fakat Ruslar, Erzurum halkının da katıldığı destanlaşan müdâfaalar karşısında Erzurum’u alamadılar (Bkz. Aziziye müdâfaası). Bu sırada, Rumeli cephesindeki felâketlerin birbirini tâkib etmesi ve Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesi üzerine; müdâfaa tertibatı almak için Ahmed Muhtar Paşa İstanbul’a çağrıldı. Yerine Müşir Kurt İsmâil Paşa getirildi. Daha sonra Rus tazyikine karşı dayanmakta devam eden Erzurum, mütâreke imzalanmasından 21 gün sonra Ruslara teslim oldu. Böylece Doksanüç harbi, Osmanlı Devleti’nin ağır mağlûbiyeti ile neticelendi. Rusların ve Bulgarların büyük katliâmı ve Anadolu’ya göç sebebiyle Rumeli’deki Türk nüfûsu azınlığa düştü. Son asır Türk târihinin en büyük göç faciası vuku buldu. Balkanlardan Anadolu’ya uzanan yollar göçmen kâfileleriyle doldu. Bu göçmenlerin büyük bir kısmı yine Ruslar ve Bulgarlar tarafından imha edildi. Rusların Yeşilköy’de karargâh kurmalarından sonra, Bâb-ı âlî 19 Ocak 1878’de Rusya’dan mütâreke (ateşkes) istedi. 9 ay 7 gün süren savaşa 31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne mütarekesiyle son verildi. 3 Mart 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) andlaşması imza edildi. Ancak sultan Abdülhamîd Han’ın siyâsî ve diplomatik dehâsı sebebiyle yürürlüğe girmedi. Avrupa devletlerinin de iştirakiyle 13 Temmuz 1878’de tertiplenen Berlin andlaşmasıyla daha önceki andlaşmanın şartları hafifletildi. Ancak Osmanlı Devleti, bu andlaşmaya göre bugünkü Türkiye’nin üçte birine yakın toprak ve bugünkü nüfûsun beşte birine yakın nüfûs kaybına uğradı. Ayrıca 800 milyon Franklık savaş tazminatı ödemek mecburiyetinde bırakıldı. Balkanlarda ise Sırbistan, Karadağ ve Romanya birer bağımsız devlet oldular (Bkz. Berlin Andlaşması). HAZİN GÖÇ!.. Doksanüç harbinde; Plevne ordusu esir düşmeden önce, Balkanların öbür tarafında, Rusların istilâsına uğrayan Servi, Lofça gibi kasabalar ve köylerin müslüman halkı toplanıp Sofya’ya gelmişlerdi. Ayrıca Plevne elden çıkınca, Osman Paşa’nın oradan çıkardığı müslümanlar da, yine canlarını Sofya’ya atmışlardı. Bunu müteakib düşman, Orhâniye geçitlerini tutarak her taraftan Sofya’yı sarmıştı. Öte yandan, Kumarlı ordusu bozulmuş, Sofya’da ise asker kalmamıştı. Oralarda zâten bir rezalet ve şaşkınlık içinde yığılıp kalmış olan yüzbinlerce müslüman ailesine Sofyalılar da eklenince, mahşer gününü andıran bir manzara meydana gelmişti. Hâdiseyi nakledenler, hakkıyla anlatmaktan âciz kalmışlardır. İşte o elem ve ızdırab dolu günlerde, artık devletin Sofya için yapacak bir şeyi kalmamıştı. “Düşman geliyor” sedaları bu zavallı halkın kulaklarını çınlatıyordu. Bu durum karşısında maneviyâtları tamamen sarsıldığından, varlarını yoklarını yollara atıp, çocuklarını da önlerine katarak, feryâd içinde göç etmeye başladılar. Kışın olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü ve her tarafın kar ve buzlarla kaplı olduğu bir zamandı. Nereye gideceklerini bilemeyen muhacirler, Sofya’yı Köstendil üzerinden Üsküb’e bağlayan anayolda toplandılar. O kadar kalabalık olmuştu ki, cadde üzerinde dört sıra halinde bir konvoy teşkil eden arabaların hareket etme imkânı kalmamıştı. Bu itibârla bir araba, dışardan konvoya girmek için on iki gün beklemiş, bu yüzden binlerce insan arabalar içinde donup kalmıştı. Mahmûd Celâleddîn Paşa, Mir’ât-ı Hakikat kitabında diyor ki: “Sözüne îtimâd edilir biri şöyle anlattı: “Sofya dışındaki kabristanda, bir muhacir kadın gördüm. Yanında iki kızı ve yedisekiz yaşlarında bir oğlu vardı. Kadın, etrafa seslenip; “Ben şu kızlarla başımın çâresine bakayım, bu oğlanı benden alacak bir hayır sahibi yok mu?” dedi. O esnada biri; “Ben kabul ederim” diye cevap verdi. Zavallı kadın, oğlanı ona doğru gönderirken ensesine şiddetli bir tokat indirdi. Orada bulunanlar; “Be kadın, niçin çocuğu dövüyorsun?” dediklerinde; “Ben onu artık bir daha öbür dünyâda göreceğim. Acısı yüreğinde kalsın da, yaşadığı müddetçe anasını unutmasın diye bu tokadı vurdum” cevâbını verince, işitenlerin yüreği sızlamıştı.” İşte bunu okuyacak olan bizden sonraki nesiller, Sofya muhacereti sırasında müslümanların neler çektiğini düşünsünler. Esir düşen Türklere gelince, şiddetini artıran kış ortasında yedi gün açık havada bekletildikten sonra, Rusya içlerine doğru yaya olarak sevk edildiler. Vücûdları yarı açık, ayakları çıplak, kar üstünde yürümek zorunda bırakılan askerler hakkında; “Tuna Nehri Akmam Diyor” adlı kitabında Rubert Furneaux, Rus barbarlığını şu cümlelerle ifâde ediyor: “Ruslar, kara kış ortasında ellerine düşen bu aç ve perişan insan kitleleri için hiçbir şey yapmadılar. Plevne’yi kahramanca savunan bu cengâver ordu, en hunharca muameleye mâruz kaldı.” Balkanlar, târihinin en büyük depremini yaşıyordu sanki. Kırk bine yakın esir Türk askeri Rus dipçiği altında Bükreş’e doğru yürütülüyordu. Türklerin Romanya içlerinde geçen bu ölüm yürüyüşünü tasvir etmek için insanın olağanüstü bir çaba ile hayal gücünü zorlaması yetersiz kalabilirdi. Sıfırın altında 15-30 derece soğuk havada yürütülmeye mecbur edilmek, elbetteki ölüme mahkûm edilmekti. Nitekim Plevne ile Bükreş arasındaki 200 kilometrelik yolda 5.000 kişinin ölmesi, bunu yoruma ve tarafgirliğe mahal bırakmayacak surette gözler önüne sergilemektedir. Savaş Ressamı Frederic Villiers; “Türk esirlerinin ölüm yürüyüşü!..” adlı tablosunda bu durumu resmederken; “Gördüğüm en fecî sahne!..” diyordu. Plevne’nin kahraman cengâverleri, Rusya’ya ulaştıklarında, 25.000 arkadaşını karla kaplı topraklar üzerine bırakmışlardı. Başka bir deyişle Plevne ile Rusya arasındaki yolculuk 25.000 Türk’ün ölümüne sebeb olmuştu. Rubert Fernaux haklı olarak; “Plevne kahramanları, insanın insana olan insafsızlığının kurbanı olarak yok olup gittiler” demektedir. Plevne ordusundan 15.000 kişi Rusya’da ayakları üzerinde kalabilmişti. Bu 15.000 Türk’ten 3.000’i daha Rus kıyıcılığına kurban gittikten sonra, Türkiye’ye ulaşanların sayısı 12.000 civarında idi. Demek oluyor ki, Türkler Plevne’de silah bıraktıktan, sonra, 29. 340 Türk yok olup gitmiştir. 1) Mir’ât-ı Hakîkat: sh. 310 2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-13, sh. 61 3) Öncesiyle ve Sonrasiyle Doksanüç Harbi (Turhan Şahin, Ankara-1988) 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 216 5) Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri 6) Bir Darbenin Anatomisi 7) 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi (Oğuz Turan-1978) 8) Türk Silahlı Kuvvetleri Târihi Osmanlı Devri, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi (Genelkurmay Başkanlığı Yayını) 9) Rumeli’den Türk Göçleri (Bilâl Şimşir) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 141 10) Osmanlı Târihi (E.Z. Karal); cild-8, sh. 40 11) Başımıza Gelenler (M. Ârif) 12) Sergüzeşte-i Hayâtımın Cild-i Sânîsi (A, Muhtâr Paşa) www.ehlisunnetbuyukleri.com