Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi Bayram Ünal* Öz: Mekȃn, kavramsal olarak üzerinde anlaşılamayan bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu sorun sadece mekȃnın anlamı üzerine değil mekȃnın oluşumu üzerinedir de. Bu oluşum mekȃnın işlevlerinin ne olduğunun tartışılmasını zorunlu kılmaktadır.Çalışma mekȃn aracılığıyla egemen ideolojinin yeniden üretilmesine ve sosyal hafızanın bu yeniden üretiminde hegemonyanın önemine odaklanmaktadır. Bir yandan, mekȃna atfedilen pasif değerlerin yanı sıra mekȃnın aktif bir kültürel özne durumu olması tartışılırken, diğer yandan mekȃnın kendisinin toplumsal ve kültürel değişme anlamında bir oluş olduğunu da tartışmak istiyoruz. Bu aslında mekȃnın bir kültürünün, tarihinin veya ideolojisinin olduğunu iddia etmek yerine mekȃnın kendisinin bir kültür, tarih ve ideoloji olduğunun söylenmesidir aynı zamanda. Anahtar Kelimeler: Mekȃn, sosyal hafıza, hegemonya, politika, kültür Importance of Space in Reproducing Administrative Legitimization Abstract: Space is a conceptual issue without a consensus. This issue is not only about the meaning of space, but also about the formation of space, further entailing the discussion on what the functions of space are.This paper focuses on the reproduction of dominant ideology and on the importance of hegemony in reproduction of social memory. While the space has been discussed as an active state of subject and of object, we also want to highlight the space as a form of societal change itself meaning itself a culture, history and an ideology other than it has its’ own culture, history and ideology. Keywords: Space, social memory, hegemony, politics, culture Doç. Dr., Fernand Braudel Center, SUNY B Research Afiliate, Ömer Halisdemir Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Bor Yolu, Niğde/Türkiye. * Makale gönderim tarihi: 24.03.2016 Makale kabul tarihi: 08.08.2016 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49, Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. 42 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. Giriş Karmaşık ve çok yönlü içeriği göz önüne alındığında mekȃn ve mekȃnın kullanım politikaları, içerisinden çıkıp geldiği toplumsal ilişkilerin hem öznesi hem de nesnesi olarak, “egemen sistemin ideolojik aygıtlarının” önemli bir bileşenidir.1 Toplumsal ilişkilerin temel dinamiklerinin anlaşılması ve bu ilişkilerin siyasal-kültürel olarak kurgulanması açısından, mekȃnın ve kullanım politikalarının içerdiği tarihsel, sosyal, kültürel, politik vb. işlevlere bütüncül bir perspektif ile bakmak zorunludur. İkinci olarak, bu bütünsel yaklaşımın, tek tek bilimlerin ideolojik-paradigma sınırlarını aşan bir disiplinlilik gerektirmesi gibi, nedensellik boyutunda da çok yönlülüğü içerisinde barındırmasını gerektirmektedir. Bu iki tespit, en basit ifadeyle sosyal bilimlerde hakim paradigma olarak beliren pozitivizmin sorgulanması anlamına gelmektedir. Pozitivizmin öngördüğü haliyle toplumsal olguları, kendisi değişmeye dirençli iken bireyi kolaylıkla değiştirebilen birer özne olarak algılamak, olguyu verili olarak kabul etmek ve tercih edilen bir tarihsellik içerisinde dondurmak demektir. Bu da Georg Simmel’in (2003) öne sürdüğü üretilmiş bilgi (form) ile yaşam arasında kurulması gereken aktif ilişkinin gözden kaçırılması anlamına gelmektedir (Simmel, 2003). Kültürel-tarihsel-olgusal olanın ilişkiselliği, tek taraflı bir belirlenimcilik üzerinden açıklanamaz (Geuses, 2013). Dolayısıyla, “gündelik yaşam üzerinden sosyal hafızanın yeniden üretildiği ve bunun mekȃn dolayımıyla yürütüldüğü” tezi çalışmamızın kuramsal çerçevesini oluşturmaktadır. Mekȃna atfetmeyi istediğimiz stratejik önem de bu noktada kendisini göstermektedir.2 Mekȃn dolayımı, sadece Louis Althusser’in “toplumsal değişimin bilincine varma” (Althusser, 2003) ve “insanın kendisini yaratan ideolojinin öznesi olabilmesi” (Althusser, 2008) tezleri ile sınırlı kalmamakta, ayrıca “tarihin politikalar ekseninde yeniden kurgulanabilmesi” tezini de kapsamaktadır (Althusser, 2007). Bizim açımızdan bu tez, pozitivizmin kutsanmasına dönük güçlü bir eleştiri niteliğindedir. Verili bir tarihteki mekȃn içeriğinin, sosyal hafızayı sürekli ve yeniden kurgulamada yetersiz kalacağı kabulü, akademi içerisinde öfke ve arzularımızın ötesine geçebilme Mekȃnı, Devletin İdeolojik Aygıtları’ndan biri olarak Althusser’in listesine ekleme nedenimiz, Althusser’in ideolojik aygıtlara yüklediği işlevlere uygunluk ile ilgilidir (Althusser, 2003). Mekȃn, toplumsal kurgunun basında gelir ve Althusser’e göre toplumsal uygulamalar bir yandan bireyin özelliklerini belirler ve bir yandan da sahip olabilecekleri özelliklerin derecesi ve her toplumsal uygulamanın sınırları hakkında kişiye fikir verir. Lefebvre’ye göre kent başta olmak üzere hayatın tüm yönlerinin üretimini ve yeniden üretimini içerir (Lefebvre, 2014). 2 Mekȃnın stratejik önemini iletişimsellik ve planlama açısından görmek isteyen okur, Erkan Polat’ın Stratejik Mekȃnsal Planlama çalışmasına bakabilir (Polat, 2010). Burada mekȃn-politik işlevsellik açısından bir tartışma yürütülmektedir. 1 Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi 43 kapasitemizi artıracaktır. Salt belge tercümanlığına odaklı hissi olan tepkilerden beslenerek politize edilen Türkoloji ve romantize edilen Tarih’in ötesinde, kültür alanının bütüncül-çok yönlü bir analizi gerekmektedir. Zira romantik olarak kurgulanıp politize edilen veya politik olarak kurgulanıp romantize edilen tarihin sosyal hafızanın tek başına temel dinamiklerini oluşturduğu tezi yeterli olmayacaktır. Tarih okumasına konu olan kültür, kan bağından daha çok maddi hayatın yeniden üretimi ile şekillendiğinden, kültürün ve tarihin de yeniden üretime dayalı bir çerçeveye yerleştirilmesi gerekmektedir. Bu bağlam içerisinde, bu çalışma, mekȃn üzerinden egemen ideolojinin sosyal hafızayı, dolayısıyla rızanın (meşruiyetin) oluşumunu nasıl şekillendirebileceğine ve kendisini nasıl yenileyebileceğine dair eleştirel bir katkı sağlamayı amaçlamaktadır. ‘Bilincinde olunan’ kültür ve tarihin gündelik hayatımıza farkında olunmaksızın aktarılmasını mümkün kılan mekȃnın işlevleri, ancak mekȃnın sosyal ve politik-hegemonya3 üretimine ve işlevlerine katkısının araştırılması ile açığa çıkarılabilecektir. Çalışmanın iddiası ve gözlemi şudur ki; “mekȃnın sosyal-politik üretimi” ve “hegemonyanın mekȃn üzerinden içkinleştirilmesi” ile açığa çıkan toplumsal içerik, eşzamanlı, dönüşümsel ve çevrimsel bir niteliktedir. Bu niteliğin temel dinamikleri ve bileşenleri konusu, henüz üzerinde anlaşılabilmiş bir mesele olmaktan çok uzaktır. Ama pozitivizmin öngördüğü basit nedensellikten çok daha farklı bir nedensellik ile karşı karşıya kaldığımız muhakkaktır. “İçeriğin nasıl oluşturulduğu” meselesi, disiplinler arası değil ama disiplinler ötesi-bütüncül bir yaklaşımı zorunlu kılar. Bunu yapabilmek için ise, hali hazırdaki sınırları çizilmiş bilimsel paradigmaların tanımladığı kavramsal çerçeveler yeniden sorgulanmalıdır. Herhangi bir bilimin/disiplinin verili paradigması üzerinden geliştirilen kavramsal çerçeve ve bu tanımlanmış çerçeveye bağlı olarak geliştirilen kuramsal bütün, bir taraftan bilimleri disipline ederken, öte yandan branşlaşan alanın diğer alanlarla ilintisinin anlaşılmasında ve geliştirilmesinde de köklü engeller (Wallerstein, 1991), ve epistemolojik kopuş teşkil etmektedir (Althusser, 2006).4 Bu anlamda bilimsel paradigmaların niteliğine bağlı olarak, Kavram, toplumbilim literatürüne olduğu gibi, gündelik kullanıma ise egemenlik kavramı ile girmiştir. Bu çalışmada kavram, toplumbilimsel bir çerçevede ele alındığından, başat, meşru, ve baskın gibi çoklu anlamlarda kullanılmaktadır. Burada kavram karmaşasına neden olmamak için, kavram; toplumbilimsel olarak kullanıldığında hegemonya (hegemony), gündelik anlamı ile kullanıldığında egemen kavramı ile ifade edilecektir. 4 Bu, bir disiplinin başka bir disiplin alanını dair bilmediği çok şey olduğunu varsaymamızı, böylece çok disiplinlilik durumunun, bütün bilmeyen bilim alanlarının bir araya getirilerek bilmedikleri alanda bir şeylerin bilinebileceği iddiasını getirmektedir (Althusser, 2006). 3 44 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. mekȃn çalışmaları da farklı disiplinler içerisine farklı kavramsal çerçevelerle hapsedilecektir. Kavramsal çerçevenin içeriği tartışılırken iki temel noktanın göz önüne alınması gerekmektedir. Birincisi dar anlamı ile mekȃnın, geniş anlamı ile de coğrafyanın, zamandan (tarihselliğinden) soyutlanarak mutlak bir geometriden ibaret kılınan ve salt fiziki yapıya (yapı mimarlığına) indirgenerek içerisinden çıktığı toplumsal ilişkilere yabancılaştırılan marjinal içeriğinden kurtarılması gerekmektedir. Zira, mekȃn sadece ve sadece üzerindeki sosyal, ekonomik, kültürel ve politik ilişkilerin aracılığıyla ve içerik olarak somutlaşacaktır (Jones vd., 2004:99). Marjinalliğini pozitivist paradigma geleneğinden alan yaklaşımlar, mekȃnı ve onun işlevini başta zamanın olmak üzere yapısal faktörlerin gölgesinde bırakmıştır (Kaygalak, 2011). Bu anlamı ile mekȃn olgusu, Braudel’in tartıştığı gerek yapısal zaman gerekse sosyal zaman kavramları ile birlikte düşünülmelidir (Braudel, 1980). Bu sayede, mekȃnı sadece fiziksel içeriği ve anlamı ile değil, üretim ilişkilerine paralel, hegemonyanın kurgulandığı ‘tarihsel’ bir zaman (Longue Durée) ve yapı olarak da ele almamız mümkün olacaktır (Jessop, 2005). İkinci olarak, mekȃnın oluşumunun ve takiben anlamlandırılmasının pasif bir oluşum olmadığından hareketle, mekȃnı gerek toplumsal ilişkilerin gerekse hegemonyayı kurgulayan politikanın hem öznesi hem de nesnesi olarak ele almamız gerekmektedir. Bu anlamı ile de mekȃn, gerek sosyal gerekse politik sistemin içkin ve meşru bir yapıtaşı olma özelliğine sahiptir. Dolayısı ile mekȃnın sunumu ve sunumun mekȃnı olarak mekânsal pratikleri (Lefebvre, 1991), toplumsala dair bağdaşık karşılıklılıkların çok yönlülüğü olarak göz önüne almak zorundayız. Bu bağdaşık karşılıklılıkların hayattan kopuk salt bir bilgi formu (Simmel, 2013) olarak ele alınması, kültür, edebiyat, sanat vb. gibi sosyale dair olan (societal) her şeyin yenilenememesi, yani ölmesi anlamına gelecektir. Burada ilk bölümde mekȃnın ne olduğuna dair tartışmalar ele alınacak, ikinci bölümde politikaya konu olan mekȃnın anlamlandırılması ve üçüncü bölümde ise söz konusu anlamlandırmanın toplumsal hafızaya aktarılmasının (Hegemonik meşruiyet) temel dinamikleri tartışılacaktır. Mekȃna Yaklaşım Sosyal bilimler kapsamında-bütüncül bir temelde yeterli ilgiyi görmediğini düşündüğümüz mekȃn çalışmalarında, kabul görmüş yaygın bir mekȃn yaklaşımından bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Mekȃn, dar anlamı ile bilimsel branşlaşma içerisinde marjinalleştirilmiş, ve ilk elden yapısal-fiziki bir olgu olarak kavramlaştırılmıştır. Zaman zaman sosyal ve politik bir oluşum (uzam) olarak algılanmış olmasına karşın, nedensellik üzerine yoğunlaşan çalışmalarda daha çok sembolik içeriğine vurgu yapılarak (içkinleştirilmiş Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi 45 [embedded] özelliğinden dolayı) (Backhaus vd., 2009) verili bilgi niteliğinde, toplumsalın statik bir öznesi olarak ele alınmıştır (Bourdieu, 1989). Mekȃnın kültür olarak ele alınması ise bütüncül bir yaklaşımı zaruri kılmaktadır. Henri Lefebvre'nin sosyal uzam kavramlaştırmasına kadar, mekȃn çalışmalarının tam olarak üretim süreçleri ile çok yönlü bir ilişki üzerine odaklandığı söylenemez. Mekȃn aracılığı ile üretim ilişkilerinin başat kılındığı politikalar ekseninde kurgulanan bir tarih yerine, daha çok sosyal ilişkilerin kendi doğası içerisinde, sosyal hafızayı kendiliğinden içselleştirmiş verili bir mekȃn kavramlaştırmasına gidilmiştir. Mekȃn aracılığı ile toplumsalın dönüştürülmesine yönelik çalışmalarda, mekȃnın hegemonik kurgusu, meşru dolayısı ile verili bir değer olarak sabitlenmiştir. Bu tartışmalarda en belirgin iddia, mekȃnın yapısal tonda ele alınarak, bu yapının failler üzerinde belirleyici bir gücünün olduğunun varsayılmasıdır. Bu durumda, mekȃna dönük çalışmaların en büyük sorunsallarından birisi, kaçınılmaz olarak mekȃnın ne olduğu ve nasıl tanımlandığı olmuştur. Bunun en önemli sebebi, ilk başlarda konunun sosyal ve kültür bilimcilerinden daha çok mekȃna modernist bir çerçeveden yaklaşan mimarlık alanındaki uzmanların ilgisini çekmiş (Dandekar vd., 1998) ve kısmen şehir plancılığı gibi özel bir alanın aracılığı ile de sosyal bilimlere aktarılmış olmasıdır. Mimari merkezli ortaya çıkan çalışmalardaki mekȃn algısına karşı ortaya konulan eleştirel çıkış, haklı olarak mekȃnın sadece yer veya yapı anlamında ele alınamayacağı düşüncesi üzerine olmuştur (Goonewardena vd., 2008). Bu tartışmada, mekȃn, kentsel yaşamda fiziksel ihtiyaçların giderildiği herhangi bir Yer’den ibaret değildir. Dolayısı ile, mekȃn üzerine odaklanan çalışmalar, mekȃnın fiziki olmayan niteliklerine atfettikleri önem oranında, gündelik yaşamın yeniden üretilmesi noktasında mekȃn ile toplumsal ilişkiler arasında, dolayısı ile de politika arasında bağlantı kurabilecektir. Eğer mekȃn üreten ve üretilen bir gerçeklik olarak çıkarsa karşımıza (Harvey, 1973) yönetilebilir bir somutluk ve ilişkisellik olarak ele alınması zorunludur. Mekȃnı tanımlayan sosyal, politik, ekonomik, kültürel ve tarihsel çerçevelerin çalışmalara entegre edilmesi ile mekȃnın, kendisini var eden ve sosyal yaşamı yeniden şekillendirebilecek dinamik-aktif kültürel içeriğine, işlevlerine (Algeo, 1985: 140) ve yönetimsel gücüne de vurgu yapılabilecektir. Söz konusu aktif kültür içeriği, verili-mekânsal bir özellik olmayıp, mekȃn dolayımıyla yeniden üretim/yönetim süreci olarak değerlendirilmelidir (Castell, 1978). Yapı odağından kurtarılarak daha sonra ağırlıklı olarak insan coğrafyası veya politik coğrafya çerçevesinde ele alınan mekȃn olgusu, Anthony Giddens’ın ifadesi ile kurumsal ve bireysel pratiklerin yapısal olan ile ilişkiye girerek herhangi bir yerelin üretilmesinde temel unsur (Giddens, 1979: 198), Lefebvre'nin ifadesi ile üretim süreçlerine bağlı sosyal bir bütünlük (Lefebvre, 46 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. 1991), Denis Cosgrove’ın (1998) ifadesi ile sosyal yaşamın kurgulanmasında temel çerçeve ve Sassen’in (2012) ifadesiyle baskın koşullar olarak yeni özne ve kimlik yaratabilme kapasitesi olarak ele alınmaya başlanmıştır. Fakat, yaşamı şekillendiren boyutu, mekȃnın sosyal hayatın hem öznesi hem de nesnesi olabileceği gerçeği üzerinden değil, daha çok sosyal ilişkileri verili haliyle yansıtan ve somut olarak bu ilişkileri ortaya koyan ve barındıran verilimeşru işlevleri üzerinden değerlendirilmiştir. Sosyal öznenin mekânsal dizilişi, mekȃnın kısıtlılıklarına zorunlu olarak bağlıdır. Fakat, mekȃnın da öznenin dizilişine göre şekillenebileceği göz ardı edilmiştir (Urry, 1991). En genel ifadesiyle, mekȃn sosyal ilişkilerin somutlaşmasını mümkün kılarak bu ilişkilerin meşrulaştırılmasını sağlamaktadır (Azeryahu, 1996:319). Bu meşrulaştırma, mekȃnın sosyal hayata dair ideolojik, politik ve kültürel tercihleri normalleştirip gündelik hayatı sosyal ve kültürel sembollerle tanımlaması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, bunları sosyal hafıza içerisinde görünmez kılmaktadır (Azaryahu, 1996; Bar-Gal, 1989; Duncan ve Duncan, 1988:123). Mekȃn, farkına varılmadan hissedilebilen, doğal ve sorgulanmaksızın öğrenilerek içselleştirilen sosyal bütünlüğün kendisi olarak ortaya konulmaktadır (Bedarida ve Sutcliffe, 1980: 379-386). Fakat, bu içkinleştirilmiş boyut ve işleve uygun olarak mekȃnı oluşturan ve anlamlandıran bütünlük, mekȃnın durağan, kendiliğinden ve mutlak bir oluşum olduğunun değil (yapı-structure), tam tersine mekȃnın sosyal ve kültürel bir süreç olarak dinamik bir gerçeklik olduğunun göstergesidir. Dolayısı ile mekȃn üzerine yapılacak bir çalışmanın kavramsal çerçevesi, mekȃnın ve mekȃna atfedilen anlamların ne olduğundan önce referans kaynaklarının neler olduğunun tespiti ile başlamalıdır. Mekȃnın Anlamlandırılması ve/veya Üretimi Bir çok çalışmanın kendi disiplini içerisinden elde ettiği bulgulara dayanarak, mekȃnın sadece fiziki bir gerçeklik değil tarihsel, sosyal, kültürel ve politik bir bütünlüğü olan olgusal bir oluşum olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Bu da, basit bir ifadeyle mekȃn üretimine değil mekȃnların üretimine odaklanmayı zorunlu kılmaktadır. Bu ayrım, kelime oyunundan öte, fiziki yapı üretimini sosyal-kültürel yapının üretimi ile eklemleme çabasının ilk adımı olarak ele alınmalıdır. Burada, tarihsel-sosyal ve politik yapının hem öznesi hem de nesnesi olarak mekȃnın işlevsel anlamda yeniden yaratılmasına dönük bir vurgu söz konusudur. Bu vurgu, öncelikle Lefebvre'nin (Lefebvre, 1991) “her şeyden önce Yer’i insanoğlunun anlamlandırma yoluyla tanımladığı” tezi ile kuramsal bir temel kazanmaktadır. Buradaki kuramsal kalkış noktası mekȃnın tarihsel, kültürel ve sosyal algı çerçevelerine göre farklı kesimlerce farklı anlamlandırılabileceğidir. Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi 47 Lefebvre’nin Diyalektik Kurgusu: Mekȃnın Yaratılması Lefebvre’nin yukarıdaki tespiti, salt maddeci-belirleyicilik öğretisinin mutlak kurgusu içerisinde ele alınmamalıdır. Lefebvre, bir taraftan tarihsel maddecilik öğretisine dayanarak mekȃnın sosyal üretimi tezini geliştirmiş, bir taraftan da maddeci-belirleyicilik paradigmasına yapılan eleştirilere bir katkı niteliğinde, üst-yapı ögelerinin de anlamlandırma aracılığıyla mekȃnın üretilmesinde etken olduğunu vurgulamıştır. Lefebvre’ye göre mekȃnın üretimi, son tahlilde sosyokültürel, ekonomik ve politik bir meseledir. Burada söz konusu olan yalıtık bir mekȃn üretimi değil, kendisi üretim ilişkilerinin parçası olan mekȃnların, yani sosyo-politik ve kültürel bütünlüğün oluşumudur. Lefebvre’nin deyişiyle asıl olan kendisi süreç olan mekȃnın sunumudur. Bu bütünlük, bir taraftan toplumsal, kültürel ve politik ilişkilerin içerisinde yer alan mekȃnın oluşumunu doğal etkenlerle ortaya çıkan mekȃn oluşumundan ayırmakta, diğer taraftan mekȃnın üretilmesinde üretim ilişkilerinin önemine vurgu yapmaktadır. Lefebvre’ye göre üretim ilişkilerine paralel olarak üretilen sosyo-politik bir mekȃn, söz konusu üretim ilişkilerinin de bağlı olduğu diyalektik bir referansa tabii olacaktır. Bu diyalektik süreçte mekȃn, her şeyden önce politikanın nesnesi olarak kurgulanacak (sunumun mekȃnı) ve bir sonraki aşamada toplumsal değişimin öznesi olarak meşrulaşacak (mekȃnın sunumu) ve meşrulaştıkça da gündelik hayata içkinleşecektir (mekȃnsal pratik). Söz konusu meşrulaşma elbette otomatik ve durağan değil, tam tersine dinamik ve gelişmenin motoru olan anti-tezin tetikleyicisi niteliğindedir. Süreçte, sosyal hafızanın kurgulanan politikaya göre şekillenmesine karşı kaçınılmaz olarak sosyal/politik ve kültürel bir direnç de gelişecektir. Bu direncin politik gücüne bağlı olarak, mekȃnın taşıdığı politik içerik hegemonya üzerinden güç çekişmesine dönüşecektir. Bu çekişme, her durumda, mekȃnın yeniden tanımlanmasını ve politik-kültürel içeriğinin yeniden anlamlandırılmasını getirecek ve mekȃnın bir öncekine göre farklı bir politikanın nesnesi olarak yeniden kurgulanması ile, yani yeni bir sentez ile sonuçlanacaktır. Kültürün gündelik yaşam üzerinden kendisini yeniden üretebilmesinin arkasında bu dinamiğin olduğunu söyleyebiliriz. Bir kültür ve politik yapı olarak mekȃnın üretimine diyalektik bir yöntem ile yaklaşılması, mekȃnın alt-yapı olgusu ile olan karşılıklı ilişkisini de açığa çıkaracaktır. Kelimenin basit anlamı ile mekȃn, sadece üretim ilişkilerinin bir yansımasından ibaret değildir. Sınıfsal çerçeveye bağlı ekonomik faktörler dışında sosyal ve özellikle kültürel faktörlerin toplumsal yaşamda önemli bir rol oynadığı fikri daha sonra Bourdieu ile güçlü bir destek bulur (Bourdieu, 1995). Bir başka deyişle, toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkilerin temellendiği üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinde sosyal-kültürel-politik değerlere ve normlara bağlı olarak şekillenen bir içerikten bahsetmek mümkündür. Mekȃn kendi 48 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. içeriği üzerinde düşünümsel5 pratiklerin nesnesi olarak karşımıza çıkar. Zira kendisini dönüştürecek anti-tezi de içerisinde barındıran karmaşık ilişkisel bir kurgudur. Bu düşünümsellik, değerlerin ve anlamların mekȃnı üretirken aynı zamanda sosyal ve politik olarak kendisinin de yeniden üretilmesi anlamına gelmektedir. Mekȃn çalışmaları kapsamında ele aldığımızda, toplumsalın yeniden üretimi, mekȃnın yeniden üretiminden -veya tam tersi- soyutlanamayacaktır. Bu iki sürecin birbirinden bağımsız olamayacağı aşikardır. Her iki süreç de, bir diğeri ile karmaşık ve dönüşümlü bir özne-nesne ilişkisi içerisindendir ve belirleyicilik salt kendiliğinden değil, tarihsel ve politik koşullara göre derecesi değişmekle birlikte eşzamanlı ve karşılıklıdır.6 Dolayısı ile mekȃnın üretimi, her şeyden önce toplumsal ilişkilere damgasını vuran bir başatlık ve başatlığın devam ettirilebilmesi ile doğrudan ilintilidir. Lefebvre’nin, “üretilen sosyal mekȃnın bir düşünceye ve eyleme hizmet ediyor olduğu” tezini mekȃn çalışmalarına uyarlayan Azeryahu’ya göre (Azaryahu, 1996) mekȃn üzerinde değil ama “mekȃn üzerinden anlamlar haritası” yaratılmaktadır. Bu ilişki, ister istemez mekȃnı nesneleştiren politik anlamın, onu üreten ilişkilerin kontrolünde olduğunu ve bu gücün politik-sınıfsal başatlığına paralel olarak mekȃnı tanımladığını öne çıkarmaktadır. Söz konusu gücün başatlığı ile mekȃnın üretilmesi arasındaki ilinti, Türkiye’de tarihsel kırılma/değişim dönemlerinde ortaya çıkan mekȃnın yeniden üretilmesi örneklerinde daha somut olarak gözlenebilmektedir. Yeni Osmanlıcılık geleneğine karşıt olarak ortaya çıkan Erken Cumhuriyet döneminde, mekȃn oluşumu ve düzenlenmesinde, devlet aracılığı ile yaratılan tarihsel kırılma, bir örnek olarak ele alınabilir. Bu dönemde, mekȃnın oluşumuna damgasını vuran modernleşme eğiliminin devlet eliyle desteklendiği ve geliştirildiği bilinmektedir (Bozdogan, 2001). Mekȃnın toplumsal ilişkileri politik olarak dönüştürücü etkileri, modernleşme sürecinde Sümerbank ve Şeker Fabrikaları üzerinden de incelenebilir. Nurol’un (2015) Sümerbank üzerine Ereğli’de yürüttüğü çalışma, fabrikanın işçileşme sürecine katkılarının ötesinde, ilişkisel bir mekȃn olarak gelenekselden moderne doğru bir sürecin kültür olarak içkinleştirilmesinin de baş aktörü olduğunu gösteriyor. Nurol’a göre Sümerbank, sahip olduğu fabrika ve diğer mekȃnlar aracılığıyla “modern bir sınıf kültürü yaratılması doğrultusunda belki de en az üretim süreci kadar önemli bir rol oynamıştır” (Nurol, 2015: 547). Söz konusu ilişkisel mekȃnlar aracılığıyla, egemen yapı kendi meşruiyetini de yerleştirmektedir. İkinci Kavram Bourdieu’dan alınmıştır. Karşılıklılık, etki faktörünün eşitliğine (bilateral veya reciprocal) değil, ilişkilerin içeriğine vurgu yapmak için kullanılmaktadır. Özellikle, İletişimsellik, toplumsal içerik ile birey arasındaki ilişkiyi anlamamızda anahtar kavramlardan bir tanesi olarak karşımıza çıkar. Simmele’e göre iletişimsellik toplumsalın sürekli yenilenen içeriğidir (Lichtblau, 2011). 5 6 Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi 49 Cumhuriyet Dönemi olarak değerlendirilen modernleşme sürecinde de, Cumhuriyet’in temsili ve ideolojinin mekȃna yansıtılması noktasında yaratılan en önemli mekȃnların başında Dolmabahçe Sarayı ve Anıtkabir düzenlemesi gelmektedir. Bu mekȃn düzenlemesi, Cumhuriyet kültür ve tarihi’nin sosyal hafızaya işlenmesi adına büyük bir etkiye sahiptir (Wilson, 2016). Gelenekselmodern aksındaki bir başka gerilim, Ankara’da Kocatepe Camii yapımı ve mekȃn düzenlemesinde görülmektedir. Saydam Kıblesi ve kubbesiz-minaresiz gövdesi ile, modern olduğu düşünülerek 1960’larda başlanan proje, 1987’de dönemin muhafazakar yönetimi tarafından değiştirilerek, geleneksel formları barındıracak şekilde yeniden düzenlenmiştir (Hasol, 1987). Örneklerde görüldüğü gibi, mekȃnın üretilmesi veya yeniden üretilmesi, öncelikle gündelik hayatın içerisine eklemlenmiş ve toplumsal ve kültürel ilişkilere yön veren güç olgusuna ve onu temsil eden ideolojiye olan vurguyu öne çıkartmaktadır. Fakat söz konusu güç olgusu, örneklerden de anlaşılacağı gibi her zaman politik bir baskı ve dayatma projesi olarak karşımıza çıkmamaktadır elbette. Bizatihi gündelik hayata eklemlenerek meşrulaştırılan ve toplumun geneli tarafından kabul edilen değer ve normlar üzerinden bu güç ilişkileri yürütülmektedir. Toplumun üyelerine baskın (overwhelming) ve başat (dominant) kılınan bu değer ve normlar, bireyin toplum ile ilişkisini ve toplumsallaşma sürecini kontrol eden hegemonyanın bizzat kendisidir (Gramsci, 1971). Gramsci’de Hegemonya Kavramı: Mekȃn Üzerinden Toplumsal Hafıza Kurgusu Lefebvre’nin modeline dayanarak mekȃnın, verili bir üretim biçiminde, başat değerlerin toplum tarafından içkinleştirilmesinde ve bu başatlığın sosyal hafıza formu içerisinde meşrulaştırılmasında etken bir işlev üstlendiği sonucuna varmıştık. Gramsci’nin hegemonya kavramlaştırması ile, egemen düşüncenin mekȃn aracılığı ile başat ve baskın olarak toplumsal ilişkilere aktarılmasının temel dinamikleri çok daha analitik olarak incelenebilecektir. Gramsci’ye göre bu, salt fiziki bir baskıya bağlı, rastgele veya üretim ilişkilerinden bağımsız değildir. Garmsci’ye göre, baskınlık, fiziki şiddet/eylem/den daha çok, hegemonyanın üzerine kurulduğu başat ideolojinin meşruluğu ve kanıksanmışlığı ile ilintilidir. Basit anlatımıyla Rıza’nın oluşumudur bu. Hegemonya bu noktada üst yapının oluşum sürecinin temel dinamikleri ile ilgilidir. Bu süreç, Gramsci’ye göre sınıfsaldır; yani verili bir ekonomik sistemin üretim ilişkilerinde başat olan sınıf tarafından belirlenir ve üretim ilişkilerinin meşruluğunu sağlayan ideolojinin kanıksanması sayesinde sistemin devamlılığını sağlar. Hegemonya, bu ideolojinin salt kendisi olmamakla birlikte, başat sınıfın ürettiği toplumsal ve kültürel değerlerin, normların ve 50 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. fikirlerin/ideolojinin meşruluğunun ve başatlığının toplamı olduğundan, bu alan doğrudan mücadele alanı olarak karşımıza çıkar. Toplumun geneli tarafından başat değerlerin içselleştirilerek, bu değerlerin kültür formunda idealize edilmesine, ve bu değerlerin/normların genel geçer doğru-normatif olarak algılanmasına neden olur. Keyder’in tartıştığı (1999) “burjuva toplumunun değer belirleyici ve diğer sınıflara değer dayatıcı gücü”, tartışıldığı gibi bir kültür modellemesinden değil, tam tersine hegemonyanın sınıfsal meşruiyetinden kaynaklanmaktadır. Tartışılmaksızın kabul edilen değerler üzerinden başat sınıf, her zaman sosyal sistemi ekonomik sisteme angaje ederken, toplumsal ve kültürel değerleri kendi kabulleri çerçevesinde ideolojik bir içeriğe kavuşturur. Genel doğrular olarak ortaya konulan bu değerler sistemi, toplumsal ilişkilere indirgendiğinde, bireyin toplumsallaşmasında egemen ve belirleyici bir baskı ortaya koyar. Yapısal ve işlevsel kuramların toplumsal olguya olan vurgusunu Gramsci’nin yaklaşımından ayırmak gerekir. Bilinçlilik durumu yapısal belirleyici bir anlatı ile açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Her şeyden önce insanoğlunun kendi çabasına bağlı bir edimden bahsedilmektedir. Bir başka deyişle bu çaba, nesnel yapıları yeniden üretebilen toplumsal pratikleri içermektedir (Bourdieu, 1992). Mekȃnı toplumsal pratik olarak değerlendirme isteğimiz tam da bu nedenledir. Mekȃn sadece yapısal ve fiziki değil aynı zamanda kültürel ve sosyal pratiklerin alanıdır. Mekȃn, bir taraftan toplumsal dönüşümün nesnesi olarak bireyi şekillendiren pratikleri barındırırken, diğer taraftan da bireyin toplumsal değişimin öznesi olarak eyleme geçmesi için gerekli sosyal alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Hegemonya aracılığı ile egemen ideolojinin üretilmesi noktasında, mekȃn, toplumsal hafızayı şekillendiren bir pratiğe dönüşür. Bu pratik çoğu zaman kimlik olarak kavramlaştırılarak görünmez kılınır. Topluluklar belirli bir coğrafya üzerinde kümelendiklerinde ve ortak hareket bilinci geliştirme noktasına geldiklerinde, mekȃn önemli bir sosyal, kültürel ve siyasal kaynağa dönüşebilmektedir (Ünal, 2012). Topluluğun simgesel kuruluşunda, güçlü bir sosyal ağ olarak kendisini gösterir. Topluluğun simgesel kuruluşunda, sadece ideolojinin varlığını değil, bu ideolojinin sosyal hafızayı oluşturan başatlığını da (Gramsci, 1977) sorunsal olarak ele almamız gerekmektedir. ‘Sosyal hafıza’ kavramlaştırılmasında başatlık sorunu ile mekȃn ve hafıza arasındaki ilinti, sadece bireysel ve yapısal düzeyde ele alınamaz. Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi 51 Beşeri Hafızadan Toplumsal Hafızaya: İletişimsel Hafıza Üzerinden Bir Eleştiri Hafızanın7 beşeri-sosyal ve politik dinamiklere dayanarak tartışılması, mekȃnın salt bireysel tüketime tabii bir yapı yerine, sosyal, kültürel ve politik bir kurgu olarak ele alınması açısından önem kazanmaktadır. Zira sosyal hafıza, mekȃnın sosyal ve politik içeriği ile şekillenirken aynı zamanda mekȃn da sosyal hafızada sembolik anlamını bulur (Backhaus vd., 2009). Fakat bu genellemeler arasında faillerin gündelik yaşam dolayımıyla kurulan mekȃn ilintisi gözden kaçırılmakta ve mekȃn ile hafıza arasındaki ilişki ya mekȃna tarihselliğini veren sosyal hafızaya yada mekȃna güncelliğini veren bireysel hafızaya indirgenmektedir. Tarihsellik Formu: Sosyal Hafıza Halbwachs'ın Durkheim'cı yaklaşımı ile birlikte, hafızanın sosyal dinamikleri öne çıkarılarak kolektif hafıza kavramlaştırılmasına gidilmiş ve bu kavramlaştırma birçok çalışmanın kuramsal hareket noktası haline gelmiştir. Halbwachs, her ne kadar hafızanın kaynağının toplum içerisindeki zihinsel aktiviteler olduğunu dolayısı ile taşıyıcısının birey olduğunun altını çizse de (Halbwachs, 1992: 38), mekȃna dair hafızanın taşınabilirliğinin, ancak üretimin sosyal ilişkileri içerisinde kolektif bir durumun oluşması, yani hafızanın öncelikle tarihselleşmesi ve böylece genel bilincin bir formu olarak paylaşılması ile mümkün olacağını söylemektedir. Hafızanın ancak sosyal bir nitelik kazandığında toplumsal eylemin kaynağı olabileceği gibi büyük bir iddia: pozitivizm söz konusudur burada (Durkheim, 1964 ve Halbwachs, 1992). Durkheim ve Halbwachs'ın yaklaşımları, mekȃn-politikalarında mekȃna atfedilen ve birey kökenli olmayan baskın bir dinamiğin oluştuğunu ve bu hafızanın sosyal ilişkilerin içerisinde bulunduğu anın üretimi kadar, geçmiş ile gelecek arasında kurulmuş bir bağ üzerinden de yeni nesillere aktarıldığını göstermesi sebebiyle sosyal bilimler açısından son derece önem arz etmektedir. Hafızanın birey merkezli başlamakla birlikte sadece bireye özgü ve tamamı ile öznel olmadığının kabulü (Halbwachs vd., 1992; Remmler, 1997; Zerubavel, 1996) mekȃn ve sosyal hafıza arasındaki ilişkinin anlaşılmasında önemli bir tespit olacaktır elbette. Ama mekȃn ve hafıza arasındaki ilişkinin birey üzerinden kurulmuş olduğu kabulü, hafızanın anlamlandırılma çabasında sosyal ve tarihsel yapının öneminin göz ardı edilmesi anlamına gelmeyecektir. Hafıza, yalın ve kendiliğinden bir bütünü değil, karmaşık bir bütünü ifade eder ve bireyin de kendisini anlamlandırdığı sosyal bir bütünlüğün içerisinde anlam Hafıza kavramı yazılı olan (bilim, edebiyat ve sanat) ve olmayanı (kültür, politika) kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. 7 52 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. kazanır. Weber’in Toplumsal Eylemi’nde anlamlı ötekiler ile girilen ilişkilerin tanımlayıcı unsurudur bu bütünlük (Özlem, 1999). Bireysel Hafıza Formu Bu ilişki mekȃnı anlamlandıran unsurlar arasında bireyin ve birey üzerinden yürütülen anıların önemi üzerinden öne çıkarılmaktadır (Remmler, 1997). Bu yaklaşımda, mekȃnı kullananların mekȃnı gözlemlemesi ve gündelik yaşamlarına dahil etme çabaları önem kazanmaktadır. Kendisi de “bir ürün olan” ve “süreç içerisinde yaratılarak anlamlandırılan” mekȃn, kendisine yüklenen kültürel ve politik anlam üzerinden bireysel tüketime tabii olmak zorundadır. Bu tüketim ise ilk değerlendirmede, ancak ve ancak bireysel hafıza aracılığı ile mümkün olmaktadır. Weber’i takip ettiğimizde nesnel gerçeklik olarak karşımızda duran kültürün, ancak öznel olarak ilişkide bulunan failler tarafından içselleştirmesi ile sosyal eylem içeriğine kavuşacağı görülmektedir. İçselleştirme ediminin kendisi, bir etkileşimi nedensel olarak öngördüğünden tek başına yalıtılmış bir bireyden bahsetmemiz de mümkün olmamaktadır. Bu açıkça, hafızanın sosyal bir nitelik kazanmasının, ancak eyleyen kişinin eylemlerinin başkalarının eylemlerine bağıntılı olması ile mümkün olacağı anlamına gelmektedir (Weber, 1978). Bir başka deyişle, Weber, mekȃnın üretilmesinde ve sosyal hafızaya dönüşmesinde bireysel hafızanın değil bireyler arası etkileşimin öznesi ve nesnesi olan bir hafızanın önemine işaret etmektedir. Bireyler Arasılık: İletişimsel Hafıza Başkalarının anlamasında gerçeklik kazanan toplumsal eylem fikri bizi, kendisi de bir içerik olan mekȃnın sadece bireysel hafıza ile anlatılamayacağı sonucuna götürmektedir. Weber’in bireyler arası bağıntılılık eleştirisi Simmel’in eşzamanlılığı ile birleştiğinde, sosyal ile bireysel arasındaki gerilimi zamansal ve mekȃnsal olarak kavramlaştırabileceğimiz yeni bir hafıza formuna götürecektir bizi: İletişimsel Hafıza. Bu kavramla, Jan Assmann, Halwbach’ın Sosyal Hafıza kavramını kültürel ve iletişimsel olarak ikiye bölerek test edilebilir bir içeriğe dönüştürmektedir (Asmann, 2008). Asmann kavramlaştırmasında, öncelikle kültürel hafızayı sosyal özelliğini ancak genel tarafından paylaşıldığı sürece koruyabilen, bireyin dışında, kurumsal ve sembolik olarak varlığını sürdüren bir içerik olarak ayrıştırır. İletişimsel hafızayı ise kurumsal olmayan dolayısıyla genelin bilincinde korunmaya alınmayan form olarak öne çıkarmaktadır. İletişimsel hafızanın en önemli niteliği, zamansal ve içerik olarak gündelik yaşamın sınırlılıklarına bağlı olarak yaşamasıdır (Assmann, 2008:111). Yaşanmışlıktan ziyade yaşayan bir hafıza kavramsallaştırmasına odaklanmak, ilişkisel olarak Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi 53 kurulan mekȃnın politik çıkarlar ve güç dengeleri ekseninden yeniden ve sürekli yeniden kuruluşunu öne çıkarmak anlamına gelmektedir. Bu yüzden Assmann’ın iletişimsel hafıza kavramlaştırmasının, mekȃn dolayımıyla egemen ideolojinin ve hegemonyanın yeniden üretimi sorunsalında kilit bir öneme sahip olduğunu düşünmekteyiz. Halwbach’ın sosyal hafızası üzerinden konuya yaklaştığımızda, mekȃnın gündelik yaşamda yeniden kuruluyor olduğu gerçekliğini gözden kaçırmaktayız. Öte yandan, ancak ve ancak hafıza aracılığı ile anlamlandırılan mekȃnı, sadece bireyin edimlerine indirgeyerek de tartışamıyoruz. Bir başka deyişle, mekȃnı hafızanın bir biçimi olarak göremeyeceğimiz gibi hafızayı da sadece bireyin mekȃn ile olan teması içerisinde birey merkezli bilme ve öğrenmenin kalıcı bir hal alması olarak ele alamıyoruz. Mekȃn ve hafıza arasındaki ilişki, Assmann’ın yaklaşımı sayesinde sadece ‘geçmiş veya şimdiki zamanda’ yer alan bir ilişki olmaktan çıkarılmış, mekȃnda ‘içselleştirilmiş hafıza’ olarak sosyal ilişkilerde yaşayan başat/baskın bir özne haline getirilmiştir. Böylece mekȃndan bahsederken, onun kültürel, sosyal ve özellikle tarihsel içeriğinden ve mekȃnın ortak paylaşımı yolu ile kuşaklar arası bir hafıza akışından bahsedilebilmektedir. Assmann’ın kavramlaştırması, mekȃn politikalarına konu olan hafızanın sadece içerisinde bulunduğu sosyal ilişkiler aracılığı ile üretilmediğini ama hafızanın akışkanlığının ve içselleştirilmiş (tarihsel) niteliğinin de olduğunu bize göstermektedir. Bu kavramlaştırma ile, mekȃn ile ilintilendirilen hafızanın sosyal bir bütünlük içerisine yedirilmiş bir iletişim olduğu dolayısıyla görünmez ama aktif bir hafıza olarak da değerlendirilebileceği görülmektedir. Dolayısı ile iletişimsel hafıza, hegemonyanın temel unsurlarından birisi olarak, egemen bütünün başat ve baskın gücünün ilişkiler aracılığıyla somutlaşmasıdır denilebilir. Bu başat ve baskın güç (hegemonya), bir yandan mekȃn dolayımıyla toplumsal/politik kimliklerin oluşumunu sağlarken (Edensor, 1997; Tilly ve Ardant, 1975), diğer yandan mekȃnı ve sosyal hafızayı üretim ilişkilerinin baskın bir iletişim dili olarak karşımıza çıkarmaktadır. Zira her toplumsal bütünlüğün veya ilişkinin bir dili8 ve anlam haritası mevcuttur (Ives, 2004). Bundan hareketle, kendisi de sosyal bütünün bir parçası veya kendisi olan her mekȃnın, kendisini oluşturan bir dilinin olduğunu kabul edebiliriz. Ve söz konusu dil üzerinden, her mekȃn kendi hafızasını yönetimsel hegemonyanın bir parçası olarak sosyal, ekonomik ve siyasal yaşama katmaktadır. Bu kurguda mekȃn, sosyal ilişkilerin anlamlandırıcısı ve anlamıdır. Ayrıca mekȃnı Toplumsal ilişkilerin kompleks yapısı içerisinde, birey olarak bağımsız bir dile sahip olunabileceği ve dilin yeniden üretilerek kullanana tabi olacağı oldukça önemli yanılgılardan birisidir. Dil, Gramsci’ye göre, gerçeğin salt basit bir ifadesi de değildir. Aksine, toplumsal ilişkilerin nasıl organize edildiğinin ifadesidir. 8 54 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. anlamlandıran dil, söylem ve müzakerenin sosyal ilişkilerde baskın ve başat olarak içselleştirilmesini sağlar. Sonuç Üretimin sosyal/tarihsel ilişkilerine bağlı olarak mekȃnın üretiminden (mekȃnın nesne olarak kurgulanması), mekȃnın sosyal ilişkileri üretmesine geçiş (mekȃnın gündelik hayatın öznesi durumuna gelmesi), görünür olmamakla birlikte, hegemonyanın devamlılığında ve meşruluk durumunda-kültür formunda içseldir. Bir içerikten ve amaçtan hareket edilerek yaratılmış mekȃnın meşrulaşan hali-hazırdaki politik içeriği, onu yaratan hegemonyanın meşruluğu ile at başı gidecektir. Mekȃna atfedilen her içerik ve bu içeriğin meşruluğu, hegemonyanın gücüne bağlı olarak, farklı politik bir misyonu üstlenebilir. Tarihselliği içerisinde bir kez oluşturulmuş ve kronolojik olarak tarihte yerini bir kez alabilecek mekȃn/lar/dan değil, sürekli değişime tabii ve farklı zamanları tanımlayan bir çok mekȃndan bahsedebilmemiz gerekmektedir. Mekȃna önceden atfedilen anlam/lar/ın, mekȃnın içinde bulunduğu zaman ve bu zamanı tanımlayan sosyal, politik, kültürel ve ekonomik süreçlerle ilintilendirilerek ele alınması büyük bir önem taşımaktadır. Bu ilintilendirme, mekȃn ve politikayı kendi üzerine düşünümsel/diyalektik bir ilişki içerisinde ele almamızı zorunlu kılar. Ancak mekȃnın zamanı, olgusundan hareket edildiğinde mekȃn ile sosyal ve politik olan arasında farklı ilişkilerin kaynaklarına, tarihsellik içerisinde bakılabilecektir. Bu tarihsellik, salt kronolojiden ibaret olmadığı gibi kronolojik bir bakış, bu tarihselliğe bir kopuş şerhi düşmek anlamına gelecektir. Söz konusu tarihsellik, üretim biçimlerinin içerisinde barındırdığı sosyal ve politik ilişkilerin tarihidir, devamlıdır ve yenisini eskisi içerisinden çıkararak olanı geçersizleştirir. Dolayısı ile mekȃna atfedilen anlamsal değerlerin, üretim ilişkilerinden ve tarihselliğinden muaf olması beklenilemez. Örneğin, mekȃn ve toplumsal cinsiyet, mekȃn ve kültür, mekȃn ve etnik yapı, mekȃn ve kamusal alan veya mekȃn ve şiir-roman gibi mekȃnın sosyal hafızayı top yekûn şekillendirme sistematiği, tarihsellik içerisinde üretim ilişkilerinin hegemonik yapısından bağımsız değildir. Dolayısı ile her mekȃnın kendi tarihselliği içerisinde, ait olduğu söyleme uygun şekilde üretildiğini ve anlamlar haritasının da yine üretim biçimlerinin sosyal ve politik merkezinde şekilleneceğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Söylemsel sınırları içerisinde ele alınacak her mekȃn, psikolojik, sosyal, tarihsel, politik ve kültürel bir içerik ile örtüşecek ve her içerik de kendisini yaratan zaman boyutunda hegemonyanın tarihsel bir bileşeni olarak anlam kazanacaktır. “Mekȃn sadece fiziksel ihtiyaçların giderildiği bir yer olarak açıklanamaz” derken, sosyal ve yapısal zamanın mekȃna atfettiği söylemsel çerçevenin de altının çizilmesi gerektiği söylenmektedir. Bu vurgu, zaman Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi 55 olgusu ile, mekȃnın anlam kazandığı değerler sistemine, bunların sosyal kültürel ve politik yaşamda somutlaştırılmasına (Bedarida and Sutcliffe, 1980: 379-386) ve gündelik hayatı oluşturan sembolik anlamlandırmanın (Azaryahu, 1996: 317) yaşayan tarihsel bir süreç olduğuna vurgu anlamına gelmektedir. Zaman ile mekȃn arasındaki kurulan bu politik bağlantı, sadece toplumsal ilişkilerden mekȃna doğru bir belirleyicilik ile de sınırlı görülmemelidir. Mekȃn, bir taraftan sosyal ilişkilerin yeniden üretici gücüne hedef olur iken, diğer taraftan da toplumsal ve kültürel ilişkilerin yeniden üretilmesinde aktif etken konumundadır. Bir başka deyişle, mekȃnın, kendisinde içselleştirilen değer ve normların, Maoz Azeryahu'nun deyişi ile sembolik anlamın, sonraki kuşaklara taşınan sosyal bir kurgu olarak ele alınması yetmemektedir. Aynı zamanda mekȃn, kendisine atfedilen içeriği ile özdeşleşen politik veya kültürel bir sembolün kendisi olma eğilimindedir sunumun mekȃnı (Lefebvre, 1991). Bundan dolayıdır ki, “mekȃna atfedilen anlam, mekȃnı tanımlayan politikanın meşru varlığı ile eşzamanlıdır” denilebilir. Bu meşruluk devam ettikçe, mekȃn sembolik anlamın toplumsal hafızaya taşınmasında hegemonik bir unsur olarak var olmaya devam eder. Politikanın meşruluğundaki değişmelere paralel olarak mekȃnın yeniden anlamlandırılması ve farklı bir içerikte yeniden meşrulaştırılması da doğrudan yeni bir proje olarak gündeme gelir. Her aşamadaki meşruluk, bireysel hafızanın, sosyal hafızaya ve oradan da kolektif hafızaya evrilmesi ile müzakere edilmektedir. Kaynakça Althusser, L. (2003), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki, Istanbul. Althusser, L. (2006), Felsefe, İthaki, Istanbul. Althusser, L. (2007), Kapitali Okumak, İthaki, Istanbul. Althusser, L. (2008), On İdeology, Verso, London\New York. Assmann, J. (2008), “Communicative and Cultural Memory”, Erll, A. ve Nünning, A. (Ed.), Cultural Memory Studies. An International and Interdisciplinary Handbook, Berlin, New York, p. 109-118. Azaryahu, M. (1996), “The Power of Commemorative Street Names”, Environment and Planning D: Society and Space, Vol. 14, p. 311- 330. Backhaus, G. ve Murungi, J. (2009), Symbolic Landscapes, Springer, New York. Bourdieu, P. (1989), “Social Space and Symbolic Power”, Sociological Theory, Vol. 7, No: 1, p. 14-25. Bourdieu, P. (1992), An Invitation to Reflexive Sociology, University of Chicago Press, Chicago. Bourdieu, P. (1995), Sociology in Question (Translated By R. Nice), Sage Pub, London. 56 Amme İdaresi Dergisi, Cilt 49 Sayı 3, Eylül 2016, s.41-57. Bozdogan, S. (2001), Modernism and Nation Building, University of Washington Press, Seattle. Braudel, F. (1980), On History, University of Chicago Press, Chicago. Castells, M. (1978), City, Class, and Power, Macmillan Press, London. Cosgrove, D.E. (1998), Social Formation and Symbolic Landscape, The University of Wisconsin Press, Wisconsin. Dandekar, H.C. (1998), “City Space + Globalization : An İnternational Perspective. Perspective”, Proceedings From an International Symposium, College of Architecture and Urban Planning, University of Michigan, Ann Arbor. Durkheim, E. (1964), The Division of Labour in Society, Mcmillan, New York. Edensor, T. (1997 ), “National Identity and The Politics of Memory: Remembering Bruce and Wallace in Symbolic Space”, Environment and Planning D: Society and Space, Vol. 15, p.175-194. Geuses, R. (2013), Eleştirel Teori, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Giddens, A. (1979), Central Problems in Social Theory: Action, Structure and Contradiction in Social Analysis, University of California Press, Berkeley. Goonewardena, K., Kipfer, S., Milgrom, R., ve Schmid, C. (2008), Space, Difference, Everyday Life : Reading Henri Lefebvre, Routledge, New York. Gramsci, A. (1971), Selection From the Prison Notebooks, Lawrence And Wishart, Londra. Halbwachs, M., Coser, L.A. (1992), On Collective Memory, University Of Chicago Press, Chicago. Harvey, D. (2003), Sosyal Adalet ve Şehir, Metis Yayınları, İstanbul. Hasol, D. (1987), “Kocatepe Camisi ve İlyas Bey Camisi”, Yapı Dergisi, Cilt: 75. Ives, P. (2004), Language and Hegemony in Gramsci, Pluto Press, London. Jessop, B. (2005), “Gramsi as a Spatial Theorist”, International Social and Political Philosophy, Vol. 8, No: 4, p. 16. Jones, M., Jones, R. and Woods, M. (2004), An Introduction to Political Geography: Space, Place and Politics, Routledge, London-New York. Kaygalak, İ. (2011), “Postmodern Eleştirilerin Coğrafi Düşünce ve Yeni Mekân Kavrayışları Üzerine Yansımaları”, Coğrafi Bilimler Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 1, s. 110. Keyder, C. (1999), “The Setting”, Keyder, C. (Ed.), Istanbul:Between the Global and the Local, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, INC, Maryland. Lefebvre, H. (1991), The Production of Space, Oxford Press, Oxford. Lefebvre, H. (2014), Critique of Everyday Life, Verso, New York. Lichtblau, K. (2011), “Nedensellik mi Etkileşim mi? Simmel, Weber ve Yorumlayıcı Sosyoloji”, Dirlikyapan, J. (Ed.), George Simmel: Sosyolog, Sanatçı, Düşünür, Doğu-Batı Yayınları, Ankara. Meşruiyetin Yeniden Üretilmesinde Mekȃnın Önemi 57 Nurol, B. (2015), “Kayıp Sınıfın Peşinde: Anadolu’da Sınıf Oluşumu ve Modernleşme”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 70, Sayı: 3, s. 541-570 Özlem, D. (1999), Max Weber'de Bilim ve Sosyoloji, İnkılap Kitabevi, İstanbul. Polat, E. (2010), “Planlamada Yeni Bir Paradigma Baskısı: Stratejik Mekânsal Planlama (SMP)”, ÇağDaş Yerel Yönetimler, Cilt: 19 Sayı: 4 Ekim, 2010, s. 1-18. Remmler, K. (1997), “Memorial Spaces and Jewish İdentities in Post-Wall Berlin”, Peck, J. (Ed.), German Cultures Foreign Cultures: The Politics of Belonging, The Johns Hopkins University, Baltimore, p. 41-55. Simmel, G. (2013), Modern Kültürde Çatışma, İletişim Yayınları, İstanbul. Tilly, C. veGabriel A. (1975), The Formation Of National States in Western Europe, Princeton University Press, Princeton. Urry, J. (1981), “Localities, Regions, and Social Class”, International Journal of Urban And Regional Research, Vol. 5, p. 435- 444. Ünal, S. (2012), “Sosyal-Mekânsal-Siyasal Kümelenme Biçimi Olarak İzmir Kentinde Balkan (Rumeli) Kimliği”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 21, Sayı: 3, Temmuz 2012, s. 49-77. Wallerstein, I. (1976), “A World-System Perspective on the Social Sciences”, British Journal of Sociology, Vol. 27, p.343- 352. Wallerstein, I. (1991), Unthinking Social Science: The Limits of Nineteenth-Century Paradigms, Polity Press, Cambridge. Weber, M. (1978), Economy and Society, University of California Press, Kaliforniya. Wilson, C. (2016), Beyond Anıtkabir: The Funerary Archıtecture of Atatürk, Routledge, London. Zerubavel, E. (1996), “Social Memories: Steps to Sociology of Past”, Qualitative Sociology, Vol. 19, No: 3, p.16.