525 MERKEZÎ COĞRAFYADA BÖLGESEL YAPILANMA ÇEÇEN, Anıl TÜRKİYE/ТУРЦИЯ Türkiye’nin içinde bulunduğu Orta Doğu bölgesine, genel olarak coğrafya ve jeopolitik kitapları, dünyanın merkezî alanı olarak bir tanımlama getirmektedirler. Yeryüzü haritasına bakıldığı zaman üç büyük kıtayı bir araya getiren ana merkezin “Orta Doğu” denilen bu merkezî coğrafya olduğu ortaya çıkmaktadır. Dünyanın en büyük kıtası Asya ile en küçük kıtası Avrupa’yı, Afrika üzerinden gelen bir toprak bütünlüğü ile birbirine bağlayan merkezî coğrafya Türkiye’nin de içinde bulunduğu Orta Doğu’dur. Ne var ki, Orta Doğu kavramı İngiliz egemenliği döneminden kalma bir deyimdir. Yusyuvarlak dünyayı İngiltere Londra’nın yanından geçen Greenwich bölgesini esas olarak bölmüş, İngilizlerin ülkesi olan ada dünyanın merkezi ilan edilirken, bugünkü Türkiye’nin bulunduğu alan Arap yarımadası ile beraber Orta Doğu olarak açıklanmıştır. Ne var ki, coğrafya ile jeopolitik kitapları da bu bölge için merkezî coğrafya kavramında ısrar etmişlerdir. Bu doğrultuda özellikle askerî güvenlik ile değerlendirmelerde bu merkezî coğrafyaya eski deyimi ile “Kalpgah” adı verilmiştir. Dünya egemenliği için bu bölgenin yönetimi önem taşımış ve küresel hegemonya altında koşan bütün güçler ve büyük devletler bu bölgeye yönelen saldırı ve işgal hareketlerine kalkışmışlardır. Dünya tarihine bakıldığında, Asya’da kurulan büyük devletlerin Dünya İmparatorluğu’na yöneldiklerinde Mezopotamya ve Bağdat’ı işgal ettikleri görülmektedir. Avrupa merkezli büyük devletler ise gerek Roma İmparatorluğu gerekse Bizans döneminde ve sonraki Hristiyan egemenliği döneminde ondan fazla saldırıyı bu bölgeye yöneltmişlerdir. Haçlı seferleri merkezî coğrafyanın dinsel açıdan kutsal yörelerini ele geçirmeyi hedeflemiştir. Asya güçleri ile Avrupa güçleri tarihin her döneminde merkezî coğrafyanın bütün alanlarına egemen olabilmek için girişimlerde bulunmuşlardır. Asya güçlerine karşı Avrupa güçleri Hristiyanlığı din gücü olarak kullanmış, Yahudiler ise Hristiyan Avrupayı devredışı bırakabilmek üzere, ikibin yıllık ayrılıktan sonra tekrar kutsal toprakları ele geçirebilmek üzere batı gücü olarak Avrupa’yı değil, ama daha uzak bir Batı gücü olarak Amerika’yı resmen kullanmıştır. İngiliz İmaratorluğu döneminde bu bölgeye gelerek yerleşen Yahudiler, I. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletlerinin desteği ile kendi ırk ve din devletlerini kurabilmişlerdir. Merkezî coğrafya, tarihinin her döneminde dünyanın geçirdiği evrelerde her zaman için önde gelen bir konuma sahip olmuştur. Bu çerçevede ya Asya ve 526 Avrupa gibi yakın kıtalardaki büyük güçler bu bölgeye egemen olmak istemiş ya da bu bölgenin bütün alanlarını kendi sınırları içine alan bir merkezî dünya devleti kurulmuştur. Mezopotamya dönemindeki devletler çok yaygın bir merkezî güç olamamıştır ama daha sonraki dönemde ortaya çıkan Büyük İskender, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük devletler dünyanın merkezî gücü gibi hareket etmişlerdir. Merkezî coğrafyayı ele geçiren bu gibi devletler bütün dünya kıtalarını kendi denetimleri altına almak istemişler ama bu yüzden girdikleri uzun süreli savaşlar sonucunda dağılıp gitme tehlikesi ile baş başa kalmışlardır. Anadolu ve Arap yarımadası merkezî coğrafyanın ana hattı olarak her zaman bir jeopolitik üstünlüğe sahip olmuş, Balkanlar ve Kafkaslar gibi alanlarda bu alanda tamamlayıcı yöreler olarak önem taşımışlardır. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları Asya’dan gelerek merkezî alanda büyük devlete sahip olurken Roma ve Bizans İmparatorlukları ise birer Avrupa gücü olarak gene aynı merkezde hegemonya ardında koşmuşlardır. Her hegemon güç bu coğrafyada istediği gibi at koşturmuş ve kendine bağlı bir siyasal düzen oluşturmuştur. Kurulan merkezî devlet düzenlerinin temelinde ciddi bir siyasal ve hukuki yapılanma görülmektedir. Dünyanın merkezî alanına egemen olabilmek ve bu alandan hareket ederek daha geniş alanlara yayılmak ya da diğer kıtalarda etkili olabilmek, kurulmuş olan merkezî devlet yapılanmasının gücü sayesinde mümkün olabilmiştir. Başkentin konumu, büyük bir merkez olarak düzenlenmesi, devletin merkezî alanının güçlü bir koruma sistemi içine alınması kıtalararası güç ve benzeri nüfus hareketlerine karşı ülke ve devleti ayakta tutabilecek örgütlenme gibi yaşamsal konular, merkezî alandaki devlet yapıları açısından her zaman için önde gelen sorunlar ve konular olmuştur. Bu sorunlara çözüm getiren bölgenin jeopolitik konumunu dikkate alarak, buna uygun devlet yapılanmalarına giden merkezî devletler uzun süreli ayakta kalabilmişlerdir. Her türlü saldırıya karşı önlem alabilen büyük siyasi güçlerin merkezî coğrafyada hegemonya arayan yaklaşımlarına karşı direnebilen merkezî devletler yüzyıllarca dünyanın ortasında bağımsız ve egemen bir güç olarak ayakta kalabilmişlerdir. Bu nedenle, üç kıtanın kesiştiği merkezî coğrafyada devlet olabilmek ve uzun süreli ayakta kalabilmek için kesinlikle güçlü bir orduya ve askerî güce sahip olmak zorunluluğu bulunmaktadır. Dünya tarihinin ortaya koymuş olduğu bu gerçeği dikkate almadan, merkez alanda devlet olarak ayakta kalınamaz. Tarihin getirmiş olduğu bu dersi bölge devletlerinin iyi bilmeleri gerekmektedir. Bu gerçeğe göre örgütlenmeler güçlendirilerek sürdürülmelidir. Avrupa merkezli sömürgecilik bütün dünya kıtalarını egemenliği altına aldığında, dünyanın merkezî coğradyasında Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürüyordu. Rus imparatorluğunun yıkılması, yerine kurulmuş olan Bizans imparatorluğunun çökmesi üzerine, merkezî alanda meydana gelen siyasal boşluk zaman içinde kuzeyden ve doğudan gelen Türk boyları ile doldurulmaya çalışılmıştır. Beşinci yüzyıldan sonra Roma İmparatorluğunun çökmesiyle 527 meydana gelen siyasal boşluk, Türklerin İstanbul’u fethetmesine kadar Bizans devleti ile doldurulmaya çalışılmıştır. Bugünkü Rusya topraklarında kurulmuş olan Büyük Türk İmparatorluğu olan Hazar Devleti’nin onuncu yüzyılda yıkılması üzerine, kuzeydeki Türk boyları güneye doğru inmeye başlamışlar ve bu doğrultuda Selçuklu Devleti’nin kurulmasına giden yol açılmıştır. Onuncu yüzyılın sonlarına doğru kurulan Selçuklu İmparatorluğu Horasan merkezli bir büyük Türk gücü olarak tarih sahnesine çıkmıştır ve bütün Ön Asya’yı yönetmeye çalışmıştır. Ne var ki, birçok merkezî alanı işgal etmesine ve kendisine bağlamasına rağmen, bir türlü İstanbul’u ele geçiremediği için uzun süreli bir devlet olarak Ön Asya’daki hegemonyasını koruyamamış ve merkezî coğrafyada yeniden bir siyasal boşluk ortaya çıkmıştır. Selçukluların yıkılmasından sonra Anadolu’da kurulmuş olan beyliklerden Osmanlı Beyliği önce Devlet olmuş ve daha sonrada İmparatorluk hâline gelerek merkezî coğrafyanın tek hâkimi konumuna gelmiştir. İstanbul’un fethi ile Osmanlılar dünyanın merkezî devleti hâline gelmişler ve merkezî alanın bütün yörelerini İstanbul merkezli bir cihan imparatorluğunun sınırları içine almışlardır. Hızla Anadolu ve Balkanlarda yayılan Osmanlı Devleti batıda ve Bosna’dan doğuda Kafkasya’ya kuzeyde Kırım’dan güneyde kızıldenize kadar merkezî coğrafyanın bütün alanlarını sınırları içine katmış ve daha sonra da Kuzay Afrikada yayılarak Habeşistan ve Somali bölgelerini de dünyanın merkezî devletine bağlamışlardır. İstanbul’un başkent olduğu Türk egemenliği merkezî bir devlet gücüne dönüşmüş, zaman içerisinde çok güçlü bir siyasal yapılanma ile merkez ve taşra ilişkileri kalıcı bir düzene kavuşturulmuştur. Başkentteki merkezî güç ve otorite sağlam olduğu sürece devletin bütün topraklarındaki eyaletler merkeze bağımlı olarak varlıklarını sürdürmüşler, merkezdeki güç aksayınca Osmanlıya bağlı olan çeşitli ülkelerde isyanlar ve ayaklanmalar ortaya çıkmıştır. İmparatorluk sınırları genişledikçe, bütün bölgeleri yönetmek giderek zorlaşmış ve başkentteki otorite güçlü olduğu sürece Osmanlı orduları ülkenin her yönüne yetişebilmiştir. Belgrad seferini yapan Osmanlı ordusu döner dönmez Bağdat seferine kalkabilmiş ve böylece Balkanlarla Orta Doğu aynı devletin sınırları içerisinde beraberce varolabilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, merkezî alandaki dünya devleti olarak bir anlamda Devleti Ali yani büyük devlet olarak varlığını koruyabilmiştir. Dünya’nın merkezinde ya büyük bir dünya devleti kurulmakta, ya da dünya egemenliğine soyunan büyük güç veya imparatorluk devleti kilometrelerce uzaktan gelerek bu merkezî coğrafyayı işgal etmeye yönelmektedir. Tarihin belirli dönemlerinde Asyalı ve Avrupalı güçlerin bu doğrultudaki girişiminin benzerini günümüzde Amerika Birleşik Devletleri yapmaktadır. Onbin kilometre öteden okyanusları aşarak, dünyanın merkezî alanına gelen Amerikan emperyalizmi Arap yarım adasının ortasındaki orta boy büyüklükteki bir Arap devleti olan Irak’ı yıktıktan sonra, etrafına bakmakta ve gelecekte İran, Suriye, Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Mısır gibi bölge devletlerini işgal ederek ya da saldırı sonucunda bölerek oluşturacağı küçük eyaletciklerle, kendisinin 528 denetiminde bir merkezî alan konfedarasyonu arayışı içerisindedir. Anakara olan Asya-Avrupa-Afrika üçgeni dışında kalan bir kıtadan bütün dünyayı yönetmek son derece zor olduğu ve özellikle dünyanın en büyük karası olan Asya’da üç büyük dünya devi ülke konumunda Rusya, Çin ve Hindistan varolduğu için, Amerikan kıtasından bütün dünyaya egemen olmakta Amerika Birleşik Devletleri her geçen gün daha da fazla zorlanmaktadır. Çin, Rusya ve Hindistan gibi geleceğin super güçleri olmaya aday olan dev ülkeler dünya piyasalarına açıldıkça, batının ve özellikle Amerika Birleşik Devletlerinin dünyayı ekonomiyle yönlendirme planları ve girişimleri, devre dışı kalmaktadır. Soğuk savaşı kazanarak Sovyetler Birliği’ni çökerten ABD, burada kaynaklanan gücünü dahada artırarak bu kez bütün dünyayı egemenliği altında birleştirmek için bir küresel imparatorluğun peşinde koşmakta ve bu nedenle de dünyanın merkezî coğrafyasını işgal etmektedir. 11 Eylül saldırılarıyla kendi kendini vuran ABD, dünya kamuoyuna yansıttığı mağduriyet durumundan yararlanarak, Çin sınırındaki Afganistan’a saldırmış ve gelecekteki en büyük rakibi olan Çin’in Doğu Türkistan üzerinde Avrasya bölgesine yönelik muhtemel bir saldırısının önünü kesmiştir. Irak’a saldırı ise hem dünyanın merkezî coğrafyasına yönelik işgalin başlangıcı hemde siyonist İsrail’in bulunduğu bölgede daha güvenlikli bir konuma gelebilmesini sağlamaya yöneliktir. Merkezî coğrafyanın en küçük ülkesi olan İsrail’in büyük İsrail planını gerçekleştirebilmek üzere tüm bölge ülkelerine yönelik saldırı ve işgal planı, ilk olarak Irak’a yönelik olarak gerçekleştirilmiş ve gelinen bu noktada ikinci adım olarak muhtemel bir İran ya da Suriye saldırısı gerçekleştirilmek istenmektedir. Böylece dünya’nın merkezî alanına Asya ve Avrupa güçlerinin girmesi önlenerek, Atlantik güçleri aracılığı ile iki bin yıl önceki Yahudi egemenliğine dayanan bir merkezî fedarasyon kurulmağa çalışılmaktadır. Tarihte olduğu gibi Asya ya da Avrupa güçlerinin merkezî coğrafyayı işgal ederek kendi denetimleri altına almalarının önlenmesi, ABD hegemonyasının devamı ve bu doğrultuda bir küresel imparatorluğun oluşturulabilmesi açısından son derece önemli bir aşamaya gelinmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan merkezî coğrafyadaki otorite boşluğu alanı, Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği ve Nato arasındaki bir dehşet dengesi ile doldurulmaya çalışılmıştır. Bu sönemde Sovyetlerin Irak’a bir asgarî darbe ile girmesi üzerine, ABD liderliğindeki batı bloku da bir Nato darbesi ile Türkiye’yi kendi kontrollerı altına alınmıştır. Sovyetlerin Irak sonrasında Suriye ve Kıbrıs’a girme denemelerini batı bloku Türkiye’nin Kıbrıs çıkartması ile önlemeye çalışmıştır. Sovyetler buna rağmen Akdeniz’in en güçlü komünist partisini Kıbrıst’ta kurdurarak bu parti ile bütün Orta Doğu’da etkilerini artırmak istemişlerdir. Türkiye’nin Kıbrısa askerî güç çıkartması ile Nato Kıbrıs üzerindeki Sovyet etkisini önlemiş ve Orta Doğu’da Soğuk Savaş yıllarında batı hegemonyasının sürmesi sağlanmıştır. Sovyetler Birliği varken merkez alanda soğuk savaş dengesi korunmuş, bloklar arası silah ve dehşet dengesi ile Orta Doğuda yeni yapılanma önlenmiştir. I. Dünya Savaşı 529 sonrasında ABD destekli kurulan İsrail, yoluna devam ederek bütün Filistin’i işgale çalıştığı zaman bölgedeki Arap devletleriyle savaşmak zorunda kalmıştır. Küreselleşme dönemi başlayana kadar her on senede bir Arap-İsrail savaşı çıkmış ve Orta Doğu sürekli bir savaş hâli yaşamıştır. Iki bin yıl sonra kurulan Yahudi devletine karşı çıkan Arap ülkeleri, her fırsatta İsrail’e karşı savaşmışlar, İsrail de onların gücünü kırmak üzere ABD’yi, güçlü lobileri aracılığı ile Arap ve İslam dünyasına karşı kullanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması üzerine merkezî coğrafyaya giren iki Batılı emperyalist olarak İngiltere ve Fransa, Orta Doğu ülkelerini kendi sömürgelerine dönüştürmüşlerdir. Aynı şeyi Anadolu Yarımadası’nda yapmaya kalkışınca Türk milletinin direnişi ile karşı karşıya kalmışlar ve sonunda savaşı kaybederek, Sevr yerine Lozan Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmışlardır. Lozan’ı istemeden imzalamak zorunda kalan batılı emperyalistler, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yeniden merkezî alan üzerinde yeni sömürgeci girişimlere kalkışmışlardır. Sovyetler Birliği gibi bir büyük kutup merkezinin dağılması, Batılı emperyalistleri cesaretlendirmiş ve yeniden eskisi gibi sömürgeciliğe kalkışmak istemişler, bu doğrultuda bölge ülkeleri üzerindeki baskılarını artırmışlardır. İngiltere ve Fransa eski sömürgelerine geri dönmeye çalışırken, bölgenin en genç devleti olan İsrail çok güçlü lobileri aracılığı dünyanın en büyük sömürgecisi olan Amerika Birleşik Devletlerini dünyanın merkezî alanına yönlendrimiştir. İsrail’in güvenliği, dünya petrol rezervlerinin çoğunluğunun bu bölgede bulunmaları gibi eski gerekçelere bir de küresel imparatorluk kurma hedefi eklenince ABD emperyalizmi kendisini merkezî coğrafyada askerî işgal gücü olarak bulmuştur. Dünyanın merkezindeki bugünkü haritayı I. Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa çizmiştir. Bugün ise, I. Dünya Savaşı’nın galibi Amerika bütün dünyaya egemen olmaya çalışırken bu haritayı beğenmemektedir. ABD’nin en güçlü lobisi olan Yahudi kuruluşları ise İsraili büyütebilmek üzere bu haritanın değişmesini istemektedirler. İsrail ve ABD, merkezî coğrafyada İsrail’den büyük olan bütün devletlerin üçe ya da beşe bölünmelerini ve böylece İsrail’in bölgesinin en büyük gücü hâline gelmesine çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda, Osmanlı İmparatorluğu’nu yok eden Balkanizasyon sürecini Anadolu üzerinden bütün Orta Doğu ve Kafkaslara taşımak istemektedirler. Amerkan askerî dergilerinde Türkiye, İran, Suriye, Suudi Arabistan, Mısır ve Irak’ı üçe ya da beşe bölen haritalar resmen yayınlanarak bütün kamuoyuna bu planlar dolaylı olarak yansıtılmaktadır. ABD, kendi kontrolündeki dünya imparatorluğunu merkezî coğrafyaya yerleşerek, İstanbul’u Avrasya başkenti yaparak kurmaya çaba göstermekte, siyonizm ise ikibin yıl sonra bölgeye dönen Yahudilerin devletini merkezin en güçlü devleti hâline getirerek Siyon tepesi kenarındaki Kudüs’ü dünyanın başkenti yapan siyonist plan ile dünyaya egemen olmak istemektedir. Rusya’nın Kafkaslardan güneye inmesine, Çin’in Orta Asya’dan Orta Doğu’ya açılmasına, Hindistan’ın Basra Körfezi’nden Orta Doğuya hâkim olmasına, Arapların ya da Müslümanların birleşerek yeni bir 530 imparatorluk kurmalarına izin vermemek üzere Balkanizasyonun merkezî coğrafyaya yayılması yolu ile oluşacak parçalı yapılardan bir merkezî konfederasyon ABD ve İsrail denetiminde oluşturulmak istenmektedir. ABD saldırısı ile girilmiş olan yeni dönemde, ya Balkanizasyon bütün merkezî coğrafyayı parçalayacak ya da merkezdeki devletler bir araya gelerek varolan hukuki ve siyasi yapılarını koruyacaklardır. Irak sonrasında İran ya da Suriye’ye yönelebilecek bir saldırı bütün bölgeyi uzun süreli savaş ve kaosa sürükleyebileceği için, bir an önce bölge ülkelerinin bir araya gelerek ciddi bir dayanışma içinde merkezî bir güvenlik örgütü kurmaları acilen gerekmektedir. Sadabat Paktı, Bağdat Paktı, Cento, RCD, ECO gibi merkezî coğrafya örgütleri bu konuda olumlu emsaller olarak yol göstermektedir. Türkiye, İran, ve Suriye, Irak’a komşu ülkeler olarak başlattıkları barışçı girişimi geliştirerek, bölgesel bir güvenlik örgütü için somut adımlar atabilirler ve böylece Irak savaşının bölgeye yayılmasını önleyebilirler. Daha sonraki aşamada da tıpkı Avrupa ülkeleri gibi merkezî coğrafya ülkeleri bir araya gelerek emperyalizme ve saldırılara karşı bir Merkezî Devletler Birliği kurma yoluna gidebilirler. Avrupa Birliği deneyimi somut bir örnek olarak merkezî coğrafyada yeniden yapılanma için bölge ülkelerine yön göstermektedir. Merkez ülkeleri bölgedeki otorite boşluğunu kendileri böylesine bir birlikle doldurmazlarsa, tarih boyunca kaşılaşılan dış saldırı ve işgal girişimlerine gelecekte de maruz kalabileceklerdir. Merkez ülkeleri dış tahriklerle Irak’ı paylaşmak için savaşmayacaklar ama komşularının yeniden devlet olabilmesi için iş birliği yapacaklardır. Merkezî coğrafyada yeniden yapılanma savaşarak değil, ama dayanışma ve yardımlaşma ile sağlanabilecektir .