İSLAM ENTERNASYONALİZMİ Üzerine BİR DENEME Sadık ALBAYRAK İTHAF Gülistan’da sararan çicekleri sulayıp yeşertecek, kuruyan ağaçların köklerini çapalayıp yetiştirecek olan müstakbel Bahçivan’a!... __ BAŞLANGIÇ VE GERÇEKLER..._____________________ Tarihin garip bir cilvesi...Emperyalistler,uzak diyarlardaki bir coğrafyada vatan toprağını işgale girişir.Dönemin genç subaylarından her biri, “Üç Tüfenkçiler”ini okuya okuya kendini Fransız ihtilalinin bir subayı, birer Napoleone, birer Dalton, birer Robespiyer zannetmeye başlar. Öyle ise ver elini Bingazi...İttihat ve Terakki’nin adamı olduklarını gösteren birer belge ile yola çıkarlar.Sicilya,Malta derken soluğu Kuzey Afrika’da alırlar. Trablus’ta Mustafa Kemal, soluk bir yüzle karşılanır.Amma zekidir, öncekiler Enver ve diğerleri- gibi tongaya düşmeyecek kadar hesap adamıdır.Durumun bundan sonraki “seyir defteri”ni bir tarihçiden dinleyelim: “Cemiyetin temsilcisi olarak, önce bölge komutanı olan Paşa’nın dostluğunu kazanması gerekiyordu.Bu işi paşayla kahve içtikleri sırada tehditle diplomasiyi kullanarak başardı.Bir takım Arap isyancılarının kendisini ele geçirmeyi tasarladıklarını öğrenince hiç çekinmeden ,isyancıların karargahı olan camie gitti.Elebaşılarına hükümetin şikayetlerini dikkate alacağını vaat ettikten sonra avludaki kalabalığın önünde söz aldı.Onları “din kardeşlerim.” diye selamlayarak , uzun ve ateşli bir söyleve girişti.Ve yeni rejimin gücünü övmekle beraber bu kuvvetin sadece onları korumak uğruna kullanılacağını ısrarla belirtti. Bu sözler dinleyenleri etkilemişe benziyordu.” 1 “Ama kurnaz bir adam olan Arap şeyhi onu çağırttı ve, “Sen kimsin?Ne gibi yetkilerin var?” diye sordu.Mustafa Kemal cebinden Cemiyet’in vermiş olduğu yetki mektubunu çıkarınca Şeyh güldü.Ve kendi cebinden buna benzer üç belge çıkarıp gösterdi: Bunlar önce gelen ve gelir gelmez hapse atılan temsilcilerin itimat mektuplarıydı. “Mustafa Kemal hemen taktiğini değiştirdi .”İstersen bu kağıdı al,yırt”dedi.”Benim kağıda ihtiyacım yok.Doğrudan doğruya seninle konuşmaya gelmiş bir adam say beni.” “Şeyh,”Öyleyse seninle konuşabilirim.”dedi.Ve sonunda öteki üç mahpusun da serbest bırakılması konusunda anlaştılar.” “Selanik’e dönmeden önce Mustafa Kemal, Bingazi’ye de uğradı.Burada Mansur adında güçlü bir Arap şeyhinin Türk yönetimine kafa tuttuğunu gördü.Mansur, idarecileri kukla gibi oynatıyor , onlara her istediğini yaptırıyordu.Mustafa Kemal bu sefer daha sert hareket etmek gerektiğine karar verdi.Şeyh kendilerini ziyarete geldiği zaman hemen taarruza geçerek onu tehditle karışık olarak azarladı.Sonra da bölgenin komutanına bütün askerleri bir denetleme için kışlada toplamasını söyledi.”(...) “Bu hareket, kimsenin şüphesini çekmeden yapıldı.Ve son hedefin Şeyh Marsur’un evi olduğu ortaya çıktı.Ev bir anda sarılmıştı.İçlerinden eli beyaz bayraklı bir adam çıkarak teslim olduklarını söyledi.Mustafa Kemal, Mansur’un gelip kendisiyle görüşmesi koşuluyla kuşatmayı kaldırmaya razı oldu.Bu görüşmede de yeni rejimin niyetlerini ve devrim programını Şeyh’e anlattı.Şeyh koynundan bir Kur’an çıkararak:”Halife Efendimize ilişmeyeceğinize dair bu kitap üstüne yemin eder misiniz?”diye sordu.” “Mustafa Kemal,Kur’an’ı alıp öperek :”Bu Kitabı kutsal sayarım.”dedi.”Onun ve kendi şerefim üstüne yemin ederim ki ,bu Kitabın içinde yazılan ilkeler gereğince Halife denilen adama ilişmeyeceğim.” Böylece dinsel kuruntuları yatışan ve şerefi kurtulan Şeyh,siyasal yenilgiyi kabul etti.Yapılan anlaşma sonunda hükümet ve ordunun otoritesi tekrar tanınıyor ve makul bir kuvvet dengesi kurulmuş oluyordu.” “Mustafa Kemal , görevinin sonucundan memnun olarak Selanik’e döndü.”(1) Döndü, ama Selanik’te “Sultan”ı devirmek için hazırlıklar da başlamıştı.”Hareket Ordusu” yola çıktıktan birkaç sene sonra,yine Kuzey Afrika’da emperyalist işgaller başladı. Fethi Bey, Paris’ten kalkmış Trablus’a , Mustafa Kemal de Bingazi’ye Mısır üzerinden geçmek istiyordu.Kahire’de Sunusilerden gönüllü toplayıp yola koyulduğu sırada,çöle doğru ilerleyecek olan trene bir Mısırlı subay araştırmada bulunur.Mustafa Kemal Mısırlı subayın dinî duygularına hitap etmeye başladı: “Bu savaş, Hıristiyan gavurlarına karşı açılmış bir Kutsal Cihad idi.” Onlar da iyi bir Müslüman iseler Kur’an’ın ve Peygamberin buyruklarına karşı gelmezlerdi,her halde... Bu nutuk bir nebzecik olsun fayda verdi.Biraz gecikme ile Bingazi’ye vardılar.Sunusîler ile buradan başlayan “inanç bağı” nihayet Kurtuluş Savaşı içinde yeni bir boyut kazandı.Bütün emperyalist güçler on yıl içinde,İslam dünyasını darmadağın ettiler.İş gelip dayandı Anadolu’ya...Altı asırdır İslam dünyasına önderlik eden siyasî bir hareketin son kalesi de düşmek üzereydi. “Müslümanların Birliği” için, Anadolu’daki askerî ve siyasî hareket desteklenmeliydi.Böylece “Sevr paçavrası” yırtılıp atılmış olacaktı.Mustafa Kemal’in “din kardeşim” diye tebcil ettiği Şeyh Sunusî de , Bingazi, Trablus gibi saydığı “Vatan toprağı” Anadolu’daydı. ________________________________ (1) Lord Kinross,Atatürk/Bir Milletin Yeniden Doğuşu;İstanbul 1980,sh:63- 65,88-92. 2 __________ İSLAM BİRLİĞİ ANADOLU’DA...______ TBMM’nin ilk yılı sonunda, kurtuluş için gösterilen çabaların ana kaynağını , “Sevrin izleri” ni söküp atmak, teşkil ediyordu.Bunun için de işgal altındaki Anadolu’nun emperyalistlerden temizlenmesinde bütün Müslümanların “birliği” gerekiyordu.Bu birliğin sağlanmasında engel olan üç ülke vardı: - Yenilmiş olmasına rağmen - Almanya, Fransa ve İngiltere...Bunların beklentilerinin aksine, bir kısım Arapların da desteği ile Ankara veya Sivas’ta bir “İslam Şurası” toplanması gerekli görülüyordu. Fakat bu konuda “yerli kaynaklar”da pek iç açıcı bir bilgi yoktu. Sadece “Yeni Alem-i İslam” adlı eserin içinde yer alan “İslam Enternasyonali / İttihad-ı İslam” konusundaki şu bilgilere ulaşana kadar: “Hakikatte hem Fransa ve hem de İngiltere “Sevr” anlaşmasının tatbikinin imkansız olduğunu ve bütün Anadolu’nun Türk hükümetine verilmesi suretiyle tekrar tanzimi lazım geldiğini biliyorlardı.” “Mustafa Kemal Paşa ile yapılan müzakerelerde, Fransa, şüphesiz Mustafa Kemal Paşa’yı Arapları himayeden vazgeçireceğini ümit ediyordu.Lakin buna pek güç inanılabilir.Bütün alametler gösteriyor ki Garp hakimiyet ve murakabesine karşı Yakın Doğu milletleri arasındaki dayanışma ve ittihat gittikçe çoğalmaktadır. Bu eğilimin en dikkate şayan örneği 1921 senesi başında Sivas şehrinde toplanan “İttihad-ı İslam Konferansı”dır.Bu konferansın maksadı bütün cihan Müslümanları arasında etkili ve isteğe uygun bir ittihat ve ortak çalışma usulü vazetmek olup buraya yalnız “Sünnî Müslümanlar”ın önde gelenleri ve siyasî liderleri gelmekle kalmayıp Kerbelâ’nın Şiî Emîri ve Yemen’in hükümdarı İmam Yahya gibi Zeydiyye Mezhebi’nden olan zevat da iştirak etmişlerdir. Ki bundan evvel bu tür bir iştirak kat’î olarak mümkün değildi.Hepsinden mühim olanı da şudur ki ,matbuatın yayınına nazaran konferansa Şeyh Sunusî gibi bir zat riyaset eylemiştir.Bu da pek tabii sayılmalıdır.Çünkü yukarıdaki sayfalarımızda görülmüştür ki Sunusîler daima Batılı hükümetlerin tahakkümüne karşı gelmek üzere bütün Müslümanları tevhid etmek fikrini gütmüşlerdir.” “İşte Yakın Doğu’da hal ve vaziyet bu haldedir.Bir vaziyet ki,vahîm ve müşkülat ile doludur.Ortada en ümit verici olarak fark ettiğimiz bir şey varsa o da Büyük Britanya hükümetinin her an büyüyen tehlikelere karşı gözünü açmaya başlaması ve tavrını ona göre değiştirme eğilimidir.”(2) Daha sonra ne oldu? Ankara’da böyle bir “konferans” düzenlenmek istendi.Olmadı,birden bire işin içine ,başını İngilizlerin çektiği bir “hedef saptırma” yöntemi ile,”İslam konferansı” gerçeği,Hicaz bölgesine kaydırıldı. İşin sıcağı sıcağına cereyan ettiği bir dönemde ABD’li bir profesörün yukarıdaki tesbitinin çerçevesinde Türkiye’deki yansıması ve gelişmeler üzerinde yerli yazarların yorumlarına dikkatleri çekelim: __________________________________ (2) Prof.Lothrop Stoddart,Yeni Alem-i İslam,(müt:Ali Rıza Seyfi),İstanbul l338,(telif tarihi:l921-New York),sh:273 3 “Ankara’da Bir İslam Kongresi” “Hükümetçe pek mühim bir tasavvurun eyleme konacağını haber alıyoruz.Ankara’da da büyük bir İslam kongresi toplanacak.Asya ve Afrika’da Hristiyan zulüm ve zorbalığı altında inleyen bütün Müslümanların murahhaslarından müteşekkil güçlü ve muazzam bir kongre!... Bir İslam Enternasyonali!...” “Hükümeti böyle bir davete sevk eden sebeb,yalnız kendi niyeti değil,böyle bir toplantıya delalet için Anadolu’dan uzak bir takım İslam heyetlerinin buraya kadar ulaştırdıkları samimî arzulardır.Hilâfet Makamı’nın ulvî ve mukaddes selametini , o makamı bugün işgal eden zattan çok yüksek bir vakar ve şerefle müdafaa eden Türk Milleti için uzak diyarların Müslümanlarından gelen bu arzuyu tatmin etmek elbet bir vazife olurdu.” “Avrupa’nın cismanî ve ruhanî bütün Hristiyan Milletleri ,eski Salip Orduları’nın mutaassıp ve amansız Müslüman düşmanlığından henüz uzaklaşmış görünmüyorlar.Kendi aralarında ,birbirlerine karşı belki insaniyet telkin eden cereyanlar hasıl olmuştur.Belki Almanya’yı ezmenin,Avusturya’yı parçalamanın insanlığa aykırı olduğunu düşünenler vardır.Belki,bir Wilson çıkmış,14 tane insaniyet maddesi okumuştur.Fakat kendi aralarında bile sun’î ve esassız olan bu şefkat istidadı,Müslüman Milletler bahse konu olunca en kızıl bir vahşete dönüşüyor.O zaman Hristiyan Alemini,asrın verdiği zahirî insaniyetten birden bire silkinip soyutlanmış,tarih öncesi zamanların ilkel hayvanları gibi yırtıcı bir halde sırıtır görüyoruz.Milletlerin hürriyet ve kurtuluşu için harp ettiklerini söyleyen İtilâf Devletleri Umumî Harp’te Çanakkale ve Irak seferlerini utanmadan “Son Ehl-i Salip” diye nitelediler.Yunan haydutlarının İzmir’de yaptıkları kitali , Londra rahipleri kiliselerinde çanlarla,ayinlerle takdîs ettiler.Avrupa milletleri için bol merhamet nutukları atmaktan üşenmeyen Papa cenaplarının Avrupa,Asya ve Afrika’da ezilen ve öldürülen milyonlarca Müslüman için henüz iki söz söylediğini işitmedik.Şüphe yok, Hristiyan Alemi,”İncil”in bile lânet edeceği zalim ve yırtıcı bir alem oldu.” “Fakat bu kara alemin zulmünden biz Müslümanlar her gün yeni ibret dersi, her gün yeni bir uyanış nuru almakta devam ediyoruz.Türkiye’den ta Cezayir’e,ta Hind’e kadar hepimiz hararetle anlıyoruz ki bir gün İstanbul Patriği Teroedeos Efendi ile Atina ‘da Kral Kostantin, Londra Papazlarının dileğini hakikat yaparlarsa , Muhammed Dini’nin,”Salip” kitalinden kendini kurtarabilen son zümresine de hayat ve ibadet hakkı kalmayacak.” “Batı’nın asırlarca süren tutucu saldırısı önünde halâ yükselen Ezan sesi,susacak!O kanlı kılıcı kınına koyan “Salip Ordusu” Ortaçağ’dan kalan bu işi bitirmiş olmanın gururunu duyacak!.” “Fakat “Salip Ordusu” bu gururu duymayacaktır.Müslüman memleketlerinin beyaz ve afif minarelerinden ezan sesleri kesilmeyecek ve İngiliz’in yıkmaya çalıştığı bu manevî kale,aksine her gün daha kuvvetli ,her gün daha müstahkem olacak.” “Uzak dindaşların diyarından Ankara’ya kadar ulaştırılan arzuyu,bu kanaate en kuvvetli delil olarak gösterebiliriz.” “Mısır’ın,Cezayir’in,Trablus’un,Tunus’un, Hind’in, Afgan’ın, Azerbaycan’ın, Suriye ve Irak’ın Müslüman murahhasları, İslam kıyamının umumî karargahı olan Ankara’da toplandıkları vakit bu arzuyu birlikte olarak ve kuvvetle söyliyecekler,”Salip” ve sermaye istilâsına karşı en kahr edici mukavemet azmini ilan edeceklerdir!”(3) ____________________________ (3) Hüseyin Ragıp,Ankara’da bir İslam kongresi;Hakimiyet-i Milliye,11 Mart 1337(1921),1 Recep 1339,sayı:130,sh:1(baş makale) 4 Hüseyin Ragıp Bey’in bu makalesi üzerine, heyecana kapılan Eşref Edip Bey,”Sebilürreşad” dergisi dışında her hangi bir gazetede yazı yazmak adeti olmadığı halde ,öyle bir umuda kapılmış ki, kaleme sarılıp “Hüseyin Rağıp Bey Efendi’ye!” hitaben yazdığı yazıda, inanç ve duygularını şöyle dile getiriyordu: “Hakimiyet-i Milliye”nin,yüce Regayip Gecesi’ne tesadüf eden nüshasında bize büyük bir müjdede bulunuyorsunuz.Bütün İslam Milletleri murahhaslarından kurulu muazzam bir İslam Kongresi teşkili tasavvurunun mevki-i fiile konmak üzere bulunduğuna dair olan bu tebşiriniz,bütün Müslümanların büyük memnuniyetlerini çekecek mühim bir olaydır.Hiç şüphe edilmez ki bu hadisenin latif tesiri dalgalana dalgalana bütün İslam alemine şamil olacak ve Hakkın inayetiyle İslam ümmeti için pek mes’ud neticeler verecektir.” “Her hangi bir teşebbüste başarıyı sağlayan sebeplerin en önemlisi onu mevki-i fiile koyacak zamanı bulmak ve onu hakimane bir surette tatbik etmektir.Alemde en muazzam inkılapları husule getiren dahilerin en mühim başarısı budur.Büyük adamlar milletlerin umumî vicdanlarını okurlar,zaman zaman o vicdanlardan tecelli eden istidatları görürler.Ruhlarda hasıl olan müşterek ihtiyaçları sezerler.Tam zamanında derhal ortaya atılarak büyük büyük kitleleri harekete getirirler.Azîm,azîm teşebbüsleri mevki-i fiile çıkarmaya muvaffak olurlar.” “Bu itibarla denilebilir ki bu girişimde büyük bir deha,büyük bir görüş isabeti vardır.Çünkü bütün İslam diyarından yükselen sayhalar bir noktada birleşiyor: “Müslümanlar arasında bir vahdet husule getirmek zaruridir” “Bin türlü ayrılık sebebi ile parçalanarak esaretin en yaman ızdırablarına uğrayan Müslüman milletler için elele vererek müşterek dertlerine birlikte çareler aramak bugün en mühim,en mübrem bir ihtiyacıdır.Evet,bu ihtiyaç o kadar şiddetlidir ki Müslüman milletler ne yapıp yapıp bunu tatmin edeceklerdir.” “Son inkılâp ve olayların İslam aleminde büyük bir uyanış sağladığı inkar olunamaz.Bugün yeryüzündeki Müslüman milletler mahkumiyetin meraret ve ızdıraplarını her zamandan ziyade hissetmişlerdir.Düşmanların savletlerini,İslâm’ın kalbine tevcih etmesi bu uyanışın en mühim amillerinden olmuştur.” “Bugün mesele,hususîlikten çıkmış umumî bir mahiyet kazanmıştır.Bugün mevzubahs olan İslâm’ın hayat ve memat meselesidir.Şimdiye kadar Asya kapıları dışında cereyan eden mücadeleler bugün İslâm’ın haremine intikal etmiştir.Pek alâ görülüyor ki medeniyet maskesine bürünerek bize savlet eden, bizim maddî manevî bütün varlığımızı imha etmek isteyen düşmanlar eski Ehl-i Salip ‘in torunlarından başka bir şey değildir.Arada bir fark varsa bunların vahşet ve şenaatte gösterdikleri tekamüldür.” “İslâm’ın ta kalbine dayadıkları hançer,İslâm’ın vücudunu müthiş bir surette sarsmış,İslâm’ın bütün azalarını harekete getirmiştir.Fertler gibi milletlerin de üzerlerine pek varmaya gelmez.Belki mahkum milletlerin izzet-i nefsi nasırlaşmış olabilir,belki boyunlarına esaret halkaları geçirilen ümmetlerin kımıldanmaları güç olur.Fakat insanlarda üzüntünün verdiği müthiş bir cesaret ve savlet vardır ki hiç umulmayan bir zamanda hiç hesaba sığmayan hadiseler vücuda getirir.” “Düşmanların geri kalmış milletlerin felaketleri üzerine kurdukları saltanat binasını her türlü sarsıntıdan korunmuş sayarak,bütün vahşi eğilimlerini husule getirmek için izhar ettikleri cehennemî vasıtalara güvenerek İslâm’a karşı alabildiğine saldırılarını teşdit ettiler.Ve bu hususta o kadar ileri gittiler ki İslam için yeryüzünde hiçbir hayat hakkı tanımamaya karar verdiler.Bu kararlarını bil-fiil icra ve tatbike de başladılar.Tabiatıyla artık bunun ötesi yoktur.” “Kişilerin,milletlerin beka ve tekamülleri için en kat’î ve yüce düsturları gösteren Kur’an’ın açtığı hayat yolundan sapan Müslümanlar belki ezilebilir,fakat İslamiyet’in 5 izzetiyle alay edilemez.O,öyle azim bir hakarettir ki buna tahammül imkanı olamaz.Düşman,dost taarruzunu İslâm’ın esaslarına da uzatmaktan çekinmedi.” “Bu taarruzlar yüzünden bugün İslâm’ın maddî ve manevî bütün varlığı tehlikeye düştü.Ve bu tehlikeyi bütün Müslüman milletler hissetti.Bunun neticesidir ki bugün İslam dünyasının her tarafından aynı figanlar,aynı feryatlar yükseliyor.Biz ki bu büyük alemin düşünce dimağıyız,bütün bu sesleri bir noktada toplamak,bütün bu harekete gelen fikirlere salim bir istikamet vermek bize düşen vazifelerin en sonuncusudur.” “Dertler müşterek olduğu gibi dermanlar da müşterektir.Yalnız eksik olan bir şey varsa o da böyle bir kongrenin toplanması böyle bir İslam şurasının teşkili idi.Asırlardanberi düşman saldırılarına göğüs gererek İslamiyet’i müdafaa eden,İslam’ın vahdet merkezi olan biz Türkler,Hakkın inayetiyle bu büyük işi de başa çıkararak- başararak- Müslümanlar arasında büyük bir inkılap sağlayacağız.Bu suretle çarpışmakta olan ifrat ve tefrit cereyanları arasında beşeriyete mutedil ve orta bir istikamet-i salime vererek İslam aleminde mühim bir uyanış ve istiklal devrinin temellerini kurmuş olacağız.” “Anadolu’da bir İslam Kongresi’nin,bir İslam Şurası’nın teşkili o kadar mühim bir hadisedir ki bütün Müslüman kamuoyu üzerinde büyük etkiler husule getirecek,bütün me’yus gönüllere yeni bir umut ve hayat nefhası bahşedecektir.Büyük Millet Meclisi , ki Anadolu’ya müteallik özel vazifesinden başka İslamlar arası böyle bir umumî vazife ile de mükelleftir.Bunu başardığı gün İslam tarihinde en parlak bir sayfa açılmış,Müslümanlığa en muazzam bir hizmet ifa edilmiş olacaktır.Yarım milyara yakın Büyük Müslüman Milleti bütün kalbiyle,bütün İslam ruhuyla buraya bağlıdır.Buradan yükselecek bir İslam sadası,bütün İslam kıtalarında,bütün İslam ufuklarında inlemiş ve ses vermiş olacaktır.” “Düşmanlar bizi birkaç vilayet halkından ibaret bir aşiret haline koymak istiyorlar.İslam alemi ile maddî ve manevî bağlarımızı kesmek için ellerinden gelen her mel’aneti işlemekten geri durmuyorlar.Fakat emin olsunlar ki baskılarını arttırdıkça kuvvetlerimiz çoğalıyor.İyice anlasınlar ki biz birkaç vilayet halkından ibaret bir aşiret değiliz.Yaralı ve natuvan düşmüş olsak da yine nüfuzumuz büyük büyük kıtalara,yüzlerce milyon kalblere şamildir.Biz büyük bir alemin merkezi,büyük bir cihanın düşünce dimağıyız.Bu vahdet merkezi dağıtılamaz.Bu mütefekkir dimağ parçalanamaz.Bugün burada karargâh kurduk,yarın daha başka yere karargâhımızı nakledebiliriz.İslam izzet dinidir,İslam istiklal dinidir,İslam uğrunda kanını akıtan,İslam uğrunda malını-mülkünü fedâ eden bu fedâkar millet asla ezilemiyecektir.Allah’ın inayetiyle biz bu yaralı omuzlarımızda ,bu güzel memleketimizde ebediyyen İslamiyeti yaşatacağız.Ve alemde daha bir çok büyük büyük inkılâplar vücuda getireceğiz.Tevfik Allah’tan!...”(4) Hilafet Merkezi İstanbul ile Meclis-i Mebusan’ın da işgal ve ilga edildiği günlerde, Müdafaa-yi Hukuk adına Mustafa Kemal Paşa da bir beyanname ile “İslam Alemi”ne seslenir.Anadolu ile beraber bütün İslam alemi kurtuluş çareleri arıyordu.İşte bu “İslam Kongresi” böyle bir sıkıntı ve varlık arayışından doğup ilgi alanı buldu.Bu doğrultuda Kırşehir Mebusu Müfit Efendi de bu “şura” ile ilgili yazdığı yazıda,İslam’da şuraların gerektiği şekilde ele alınmadığını ifade ile, şöyle diyordu: “Hakimiyet-i Milliye ve Sebilürreşad cerîdelerinde “Anadolu’da İslam Kongresi”başlıklı iki üç makale okudum.Bunlarda bütün İslam milletleri murahhaslarından kurulu muazzam bir İslam Kongresi teşkili düşüncesinin yürürlüğe konmak üzere bulunduğu müjdelenmekteydi.” ________________________ (4) Eşref Edip,Anadolu’da İslam kongresi;Hakimiyet-i Milliye,17/03/1337(1921),sayı:135,sh:1.(Bu yazıyı Eşref Edip “Sebilürreşad’a da iktibas etmiştir:SR,cild:19,sayı:472,sh:3435,21/03/1337) 6 “Derhal fikrime İslam’da “uhuvvet” ve “kuvvet hazırlamak” hakkındaki Cenab-ı Hakk’ın emirleri tecelli etti.Çünkü İslamiyet’in önemli esaslarından biri de “uhuvvet”tir.Kardeşliği tesis için yapılması lazım gelen usul ve yollardan sapmamız münasebetiyle bu “kardeşlik” manasız bir lafızdan ibaret kalacak derecelere inmişti.Bir milletin hayat ve bekası için birinci derecede elzem olan şey de budur.Zira insan yaradış bakımından medenî olup pek çok ihtiyaca maruz bulunduğu ,halbuki muhtaç olduğu şeylerin bir tanesi bile yalnız başına tedarikten aciz olduğu cihetle yaşamak isteyen bir milletin efradı arasında gayet samimî bir kardeşliğin tesisine şiddetle lüzum vardır.Bu mühim esası yalnız vaz’etmek kifayet etmiyeceğinden onu mütemadiyen muhafaza edecek esbabı da hazırlamak icap eder.Halbuki bizde bu tesbit olunmuştur.Maalesef tatbikine asla önem verilmemişti.” “Şimdiye kadar uyuşturucu ilaçlar vererek bizleri uyutmaya ve ictimaî hayatımıza dahil ve tesiri olan İslam siyasetini takip ettirmemeye çalışan Avrupa emellerine ulaşmakla,çalışmasının meyvesini koparmaya ve Türkiye İslam Hükümetini,bu suretle de bütün İslam alemini mahvetmeye başladı.Lakin bu saldırıların şiddeti Allah’a hamd olsun,bizi uyandırdı.Ta harîm-i canımıza kadar hulûl etmiş olan düşmanları def’ ve tenkîle karar verdik ve icrasına da başladık.” “Dert çok, hem-dert yok/ Düşman kavi, tali’ zebun!..” beytine uygun buluyoruz.Kardeşlerimiz var,fakat bunlar bizden haberdar değil.Kuvvetimiz var bir gelmesi müşkil...İslamiyet kardeşlik esaslarını ortaya koymuş, ama bundan istifade edebilmek için teşkilatımız yok.Kur’an her zaman kuvvet hazırlamayı farz derecesinde emretmiş; “Düşmanlarınıza karşı iktidarınız yettiği kadar kuvvet hazırlayınız!”(Enfal-8/60) mealindeki ayet-i kerime ile de irşad edip durmuş, amma biz tatbik edemiyoruz.Bütün gelişmelerin sağlanma sebeblerini temine yeterli esaslar var.O esasa asla göz gezdirilmiyor.Bu esasları tatbik ve yürürlüğe koymak ise insanların kendi gayret ve faaliyetine dayalı bir durumdur.” “Baş ucumuzda dolaşan bu bela biz Türklere mahsus değil.Umum dindaşlarımıza da isabet edecek bombalardandır.Medeniyet maskesine bürünerek Cemiyet-i Akvam teşkil ederek milletlere hayat hakkı bahşedeceklerini her tarafa Deccal gibi duyurmaya çalışan düşmanlarımız, hayat hakkımızı almakta asla tereddüt göstermiyorlar.” “İslamiyet’in üzerine dökmek istedikleri musibetler eğer gündüzün üzerine dökülse,şiddetinden derhal geceye dönerdi,zannederim.Bunları yazılı olarak İslam alemine ulaştırma imkanı varsa da bizzat görüp hasıl edeceği tatmin kadar kuvvetli olamaz.” “Binaenaleyh asırlardan beri bu kâbusun İslam alemi üzerinde icra ede-geldiği müthiş tahribat neticesi her yerde,her hususta Avrupa’nın zulümlerinin mahkümü olan Müslümanların kurtuluş çaresini kitabımızın emri üzere meşveret esasında bulabileceğimiz muhakkaktır.Bütün Müslümanların işi aralarında şûradan ibarettir.Yani Müslümanlar bütün iş ve uygulamalarının hepsini meşveret usulü ile hal ve fasletmelidir,emri bizim için varit olmuştur.” “Müslümanları vatanî vazifelerini büyük bir ciddiyetle ifaya davet fikrinin ne yüce bir fikir olduğunu beyana hacet yoktur.” “Kişisel veya kavmî ihtiraslardan ve hasîs emellerden tamamiyle beri olarak davete icabet edip gelecek din kardeşlerimiz ümmetin önemli işlerini meşveret usulü ile hal ve düşmana galebe yolları aranmalıdır.Çünkü düşmanlarımızda asla hamiyet ve haya kalmamıştır.” “Hepimiz biliriz ki “haya”, dilimizde “utanmak” manasınadır.İnsanı,olağan ve insanlar katında ayıplardan sayılan şeyleri icradan vaz geçirmeye sebep olan yüce bir durumdan ibaret olan ve emr-i cebelî kısmında tarif olunan haya,bir yüce haslettir ki insan toplumunu hıfz ve himaye hususunda pek etkilidir.” 7 “İşte Avrupalılarda haya,izzet,hamiyet kalmaması hasebiyle,insan adabıyla tezyin ve hayvanî şehvetlerden uzaklaşamamışlardır.hangi millette bunlar kaybolursa elbette o kavim izzet ve üstünlükten mahrum olur.Hatta saadet esbabı onlarda kendiliğinden görülse bile sonunda zillet ve meskenete maruz olarak vücutları yeryüzü haritasından silinip gider.” “Bu hasletten arı olan Avrupalılarda açık fuhuş,alenî nefsaniyet,doğal ahlaksızlıklarve ahlak düşkünlüklerinden ve rezil hayat sırlarına eğilimden başka ne görebiliyoruz?Hayvanî şehvetlerinin kendilerine galip gelmesi ve hayvanî sıfatlarının irade ve ihtiyaçlarına malik ve her fiillerine musallat olmuş bulunması hasebiyle kendilerinin İslam alemine karşı yapmak istedikleri alçaklık ve seviyesizliklerine yeterli bir delil olmaz mı?” “Bu durum onları yakın zevale ulaştıracaktır.(...)” “Şura-i Ümmet’in toplantı yeri bütün mahalle mescidleri ,cum’a ve bayram camileri ve namazgâhları, senede bir kere İslam aleminin her tarafından gelen bu hacıların toplantı yeri bulunan Arafat Dağı olup bunların her biri bir “Dâr-i Şûra” idi.” “Bu zikr olunan yerler yalnız ibadete münhasır değildi.Ümmetin işleri de bu yerlerde görülürdü.Fakat zamanla İslam aleminin başına çöken istibdat belası bu mühim şura yerlerini yalnız ibadet ve duaya hasreyledi.Ve bu suretle ümmetin dilini bağladı ve bunun neticesi olarak İslam alemi türlü türlü felaketlere maruz kaldı. “Hülasa, İslam Dini medeniyetin ana ilkesini teşkil eden “Şura-i Ümmet” esas kuralını uyulması gereken önemli bir kural olmak üzere gayet geniş bir surette ortaya koymuşken sonradan bu güzel kural,tamamiyle kaldırılmıştır ki İslam Alemi’nin başına gelen felaketlerin tek sebebi de budur.” “Bu toplantı yerleri elan mevcuttur.Bunlar ibadete münhasırdır,denilemez.Vaaz ve nasihatler de yapılmakta ise de hususî toplantılar arasında kalır.” “Umumî İslam toplantısı elzemdir.Hayat ve varlığın korunması noktasından İslam Kongresi‘ni hemen toplamak farzdır.Yukarıda da arz ettiğim gibi İslam kardeşliği esaslarıyla, bu kardeşliği mahv etmek için çalışanlar umutsuzluğa uğratılmalıdırlar.”Halkın dili,Hakkın kelamıdır.” denildiği cihetle kongrenin ictimaı halkın fikirlerinin tercümanı olan gazete sütunlarına geçmesi Cenab-ı Hakkın bu hayırlı emelimize bizi muvaffak kılacağına delildir.” “Bütün dindaşlarımızın bu maksadın sağlanmasına hizmet etmelerini rica ederim.Hemen Cenab- ı Hak tevfik ihsan buyursun!”(5) Müslümanların tek kurtuluş çaresi , Emperyalist baskılardan kurtuluş için bir araya gelmeleri ve ırkçı ve şoven gelişmeler karşısında İslam aleminin kurtuluşuna vesile olacak kararları almalarına bağlıydı.Onun için işgal dışında kalan Anadolu toprakları üzerinde,Ankara Hükümeti’nin desteğinde bir “şura”nın toplanması gerekliydi. Batı Trakya’da başarılı olamadı.Kafkaslardaki Marksistlerin (Bolşeviklerin) tekelinde sürdürüldü.Sivas’ta böyle bir potansiyel keşfedildi.Orada bu çerçevede yapılan çalışmaları “İslam Şurası/Kongresi” etrafında Şeyh Ahmet es-Sunusî Hazretleri’nin Sivas’taki Camii Kebir Camii’nde iradettiği hutbe ve haberini olduğu gibi ele almak,olayın yorum ve esprisini daha iyi anlamaya vesile olur: ___________________________________ (5) Kırşehir Mebusu Müfit,Anadolu’da Büyük İslam Şurası;SR,c.19,sayı:473,sh:44-45,25/03/1337(1921) . *(Ayrıca bakınız: Arnold J. Toynbee,”1920’lerde Türkiye-Hilafetin İlgası-“ eserinde,Büyük Sunusî’nin sarığı dışında ananevi kıyafetlerinden hiç bir eser kalmaksızın Hilafet Kongresine alafranga bir kıyafetle katıldığını ifade etmektedir.(sh:98-101,İstanbul-1998) 8 “Büyük Mücahid Şeyh es-Seyyid Ahmet Sunusî Hazretleri tarafından Sivas’taki Cami-i Kebîr’de okunan hutbeyi Sivas Sultanisi baş muallimi Naci ve Arapça muallimi Ebu’l-Fida İsmail el-Ezherî Efendiler terceme etmişlerdir.Bütün Müslüman kardeşlerin bu beliğ hutbeden istifade etmiş olmalarını temin maksadıyla “Sebilürreşad” a da göndermişlerdir.Kendilerine teşekkür eder ve Şeyh Sunusî Hazretlerinin hutbelerini ,yerimizin darlığından ötürü,aşağıya özetleyerek almak istiyoruz: “-Ey Müslümanlar!...Allah yolunda,din uğrunda cihad,Cenab-ı Hakkın sevdiği kuluna verdiği bir hazinedir.Mücahitlerin Allah katında o kadar büyük mevkileri vardır ki hiçbir şeyle kıyas olunamaz.Cenab-ı Hak, Mücahitler Ordusunu Zat-ı Uluhiyeti’ne izafe ediyor:”Bizim Ordumuz!” diyor.Bu ne büyük şereftir.Mücahitler için bundan büyük iltifat olamaz.Din uğrunda mücahede edenleri nusretle ,zaferle de müjdeliyor:”Muhakkaktır ki galebe edecek olanlar ancak bizim ordularımızdır.”(Saff/37:173) buyuruyor.” “Ey ümmetlerin en hayırlısı olan Müslümanlar!..Allah sizi izzete,şerefe,ve üstünlüğe davet ediyor.Sakın zillete düşmeyiniz.Esaret zincirlerini boynunuza geçirmeyiniz.Müslüman ecnebi boyunduruğu altında yaşayamaz.Müslüman esaret altına giremez.Müslüman izzetten,istiklalden başka bir şey tanımaz.Baştan başa Kur’an’ın talimi budur.Peygamber’in bütün hayatının gösterdiği budur.Müslümanlık böyle kuruldu.Böyle yükseldi.Müslümanlık yeryüzünden zulmü kaldırdı.Zilleti kaldırdı.Cihanda büyük bir inkılap vücuda getirdi.Kalbleri birleştirdi.Fikirlere hürriyet verdi.Ruhlara ulviyet bahşetti.Dünyayı nur ile doldurdu.Bu sayede Müslümanlar ümmetlerin en hayırlısı olmak şerefine mazhar oldular.Refah ve saadete erdiler.Yeryüzünde adaleti tesis ettiler.” “Kur’an’ın en büyük gayesi İslam’ın izzet ve istiklalidir.Bunun için Cenab-ı Hak Müslümanları daima cihad ile mükellef kılmıştır. Müslümanlar mücahededen hiçbir zaman geri durmayacaklardır.Hak yolunda her şeylerini feda edecekler.Canlarıyla, mallarıyla, başlarıyla uğraşacaklar.Mallarını harcamaktan çekinmeyecekler.Her türlü meşakkatlere göğüs gerecekler, her türlü sıkıntılara katlanacaklar.Yine düşmana boyun eğmeyecekler.Zillete razı olmayacaklar.Küfrün hakimiyeti altına girmeyecekler.” “Düşmanlar istedikleri kadar çok olsun.Müslüman için fütûr yoktur.Müslüman için yeis yoktur.Düşmanın çokluğu Müslümanların azmini arttırır.İmanlarını kuvvetlendirir.Müslümanlar ancak Allah’a dayanırlar ve O’na bel bağlarlar.” “O müminler için büyük bir ecir vardır ki bir takımları gelip onlara:-Düşmanlarınız sizi mahvetmek için bütün kuvvetlerini toplamışlardır.Onlardan korkunuz,dedikleri vakit bu söz onları korkutmak şöyle dursun Allah’a, Allah’ın yardımına olan imanlarını arttırır da “Allah bize kâfidir,biz O’na dayanırız.O’na bel bağlarız.O ne güzel bel bağlanacak bir Kaadir ve Kayyum’dur.” derler. “ “Ey Müslüman kardeşler!... Sakın ecnebi/emperyalist desiselerine kapılmayınız. Düşman İslam memleketlerine ancak küfür tohumlarını saçmak için gelir.Bütün kinleri İslam’ı mahvetmek,nam ve şanını yeryüzünden kaldırmaktır.Sakın yaldızlı sözlerine aldanmayınız.Onlar aranıza tefrika salmak isterler.Müslümanların birliğini tarümar etmek isterler.Allah korusun bu vahdeti kırdıktan sonra vatanınızı istilâ edecek,sizi esir halinde kullanacaklar.Düşmanın pençesine düşülen yerlerde dinin yücelikleri kalmaz.Kur’an’ın ahkamı muattal olur.İslamın mabedleri yıkılır,ırzları paymal olur,cemiyetleri dağılır,kalblerine zillet çöker ,muhitlerini sefalet kaplar.” “Uzaklara gitmeye hacet yok.Küffarın zulmünü gözlerinizle gördünüz.Kulaklarınızla işittiniz.İslam için bu ne zillettir.İslam için bu ne felakettir.Hep hile ve desise ile düşmanlar nice İslam diyarını istila ettiler.Ne kadar müslüman milletleri esaret boyunduruğuna soktular.Nice İslam cemiyetlerini perişan ettiler.İslamın medeniyetini çöktürdüler.En nihayet bugün saldırılarını İslamın kalbine tevcih ettiler.Asırlardan beri İslamın yegane hamisi olan bu muazzam devleti yıkmak için ellerinden gelen alçaklığı yapmaktan geri durmadılar.Araya türlü türlü fesatlar saldılar.Ayrılıklar soktular.Maalesef Müslümanlar arasından düşmanın 9 tuzaklarına düşecek ahmaklar zuhur etti.Düşmanın bu derece açık olan kin ve düşmanlığına karşı insan nasıl aldanır?” “Allah’a yüz binlerce şükürler olsun ki,bugün hakikat tecelli etti.Müslümanlar arasında büyük bir uyanış hasıl oldu.Ümitlerin kesildiği bir zamanda Allah Müslümanların kalplerine bir sekinet verdi.dağılmak üzere bulunan İslam merkezi yeniden hayat buldu.mahv oldu zannedilen bu muazzam devlet yeniden canlandı.Esaret boyunduruluğuna girdi sanılan Anadolu Müslümanları arslanlar gibi kükreyerek yine şehamet meydanına atıldı.Bu,Cenab-ı Hakkın büyük bir fazl ve keremidir.” “Ey Anadolu’nun kahraman İslam Mücahitleri!..Siz olmasaydınız İslam binası yıkılırdı.Siz bugün Kur’an’ı yaşatıyorsunuz.Her tarafınızı düşman sarmışken hiçbir şeyden yılmayarak gazâ meydanlarında can veriyor,İslam’ı müdafaa ediyorsunuz.Bu ne büyük bir şereftir.Hak yolunda mücahede edin,Hak uğrunda sabır ve sebat eden Müslümanlar mutlaka galip gelecektir.Allahın nusratı sizin üzerinizdedir.Sakın düşmanların çokluğundan kalbinize bezginlik arız olmasın.”Nice küçük topluluklar var ki, Allahın izniyle büyük topluluklara galip gelirler.”(Bakara/2-239).Sizin dayanacak yeriniz Allah’tır.Allah ise Hak yolunda mücahede edenlerle beraberdir.” “Hem siz yalnız değilsiniz.Yüzlerce milyon Müslüman gözlerini sizlere dikmiştir.Sizin sabrınız düşmana karşı göğüs gererek metanet göstermeniz bütün İslam aleminde bir uyanış doğurmuştur.Her taraftaki Müslüman Milletler kımıldanıyor.İstiklallerini müdafaa ediyor.Üzerlerindeki zulüm ve küfür kâbusunu atmaya savaşıyor.Bütün İslam Aleminde bu intibahı,bu hareketi uyandıran sizin şehametiniz ,sizin celadetinizdir.Siz İslam’ın kurretü’l-aynısınız.Siz Allahın tevfikine mazhar bir milletsiniz.Muhakkak galebe İslamındır.Fetih ve zafer yakındır.Siz Hak yolunda cihadda sebat ettikçe bu Yüce Din’in ahkâmını icrada kusur etmedikçe Allah’ın gösterdiği doğru yoldan ayrılmadıkça emin olunuz ki hiçbir kuvvet sizin cemiyetinizi dağıtamaz.Saltanatınızı yıkamaz ve şevketinizi söndüremez.” “Aman kardeşlerim,bu sabır ve sebatta devam ediniz.Sakın aranıza ihtilaf düşmesin.Milletleri şevket tahtından esaret alçaklığına düşüren tefrikadır,ihtilâftır.Hepiniz kardeşsiniz.Hepinizin menfaati ,saadeti müşterektir.Her konuda toplu hareket ediniz.Cemaatten ayrılmayınız.Tefrikayı,şikakı düşmanlara bırakınız.Zaten onların arasına Allah buğz ve adavet ilka etmiştir.Onlar küfürleri sebebiyle bu düşmanlığı şiddetli bir hale getirirler.Siz Müslümansınız.Müslüman’ın şiarı vahdettir,cemaattır.Cemaatten uzaklaşmak Müslüman’a yakışmaz.Düşmanı boyun eğdirinceye kadar kılıçlarınızı kınına koymayınız.Güzel memleketlerinizi düşmandan temizleyinceye kadar gazâ meydanlarından ayrılmayınız.Bu yol,Hak yoludur. Bu yol,Allah’ın yoludur.Dinin ahkâmına sarılınız.Kur’an’ın emirlerini icra,yasaklarından imtina ediniz.Cenab-ı Hakkın yüce zatına izafe ederek galibiyetle müjdelediği “Cündulla/Allah’ın Ordusu” olmaya çalışınız.” “Mutlaka bizim Ordu’muz galip gelecektir.” ( Saffat/37-173) “Yardım Allah’tan ve fetih yakındır.”( Saff/61-13) “Ve hamd Alemlerin Rabbinedir.” ( 6) Şeyh Sunusî Hazretleri’nin bu “hutbesi” İslam Alemi’nin Türklerden beklentileri kadar,omuzlarına yüklenen tarihî sorumluluğu da ifade etmektedir. Her haliyle durum böyle ise de Müslümanların Batılı Emperyalistlerin imha planına karşı duyduğu kin ve nefretin ana kaynağını,On Bir asır önceki “Haçlı sefer ve mezalimine benzer” bir manzara arz etmesi teşkil ediyordu. ________________________________________ (6) Seyyid Sunusî Hazretleri’nin Sivas’taki hutbeleri,SR,c.19,sayı:474,31 Sart 1337(1921),sh:49-50. 10 Bunu sadece “Dinci Basın” duymuyordu.Millî Hakimiyet’in kurulması için samimî duygular besleyenler çoğunluktaydı.Ortaçağ papaz ve putçu şövalyelerinin yerini bu sefer kiliseden emir alan “çağdaş gladyatörler” almıştı.Batı dünyasının siyaset bezirganları Ankara’yı “İslamî uyanışın ocağı” gördükleri için “Haçlı İttifakı” bütün gücünü Anadolu’ya yöneltmişti.Batı’dan kovulan “kilise” Doğu’da “katliam” peşinde koşuyordu.Bu durum karşısında “Millici”lerin de nefreti giderek kabarıyordu.Hakimiyet-i Milliye’nin aşağıdaki başmakalesi bunun en belgesel delili: “X1. Asır’da bütün kiliseler Müslümanlık karşısında ittihat etti.1V.Asır’dan beri Roma Medeniyeti’ni tahrip eden Papalar bu yeni güneşe Avrupa ufuklarını kapamak istediler.Bizans’tan ve Akdeniz’den akın akın ordular Anadolu ve Suriye üstüne yürüdü.Bu kıtalarda artık Emevîlerden,Abbasîlerden eser yoktu.Hz.Ömer’in kılıcı Türk serdarlarının belinde idi.Ve Cenab-ı Hak o zaman Müslümanlığı kurtarmak sevabını Türklere nasip etti.Türkler tam iki asır bütün Suriye Kalesinde Papazlı ve putlu şövalyelerle boğaz boğaza döğüştüler.Ve Hz.Muhammed’in Arabistan çöllerine ektiği fidan, iki asır Türk kanıyla sulandıktan sonra dirildi, büyüdü, gölgelerini ta Hind’den ta Viyana surlarının dibine kadar uzattı.O günden beri asırlarca kilise şairleri bu hezimet için ağladılar, kiliselerdeki orglar asırlarca bu mağlubiyetin hatıralarını inleyip durdular.Yine o günden beri Türklük Müslümanlığın daima ilk safta yürüyen kahramanı idi.Müslümanların niçin Türklere bu kadar bağlı olduğunu bilmeyenler Avrupa’nın niçin bize bu kadar düşman olduğunu anlamaktan uzaktırlar.” “Vakıa bugün XX.Asırdayız. Papaz “Piyer L’Hermit”ten beri tam On Asır, yani bin sene geçti. Fakat bugün yine Anadolu’nun bağrında son Müslüman sancağını kurtarmaya uğraşan Türklerin karşısında mutaassıp Ortodoks Kilisesi ile garazkâr Anglikan Kilisesi ittihat etti.Vakıa İngiltere’de bizimle uzlaşmak taraftarı bir çok siyasilerin arzularını yenen kuvvet, iki seneden beri Rum Patriği ile İzmir ve İzmit pusularını kuran Anglikan Kilisesi papazlarıdır.” “Bu iki kilisenin siyasileri nutuk söyledikleri vakit bugün bile papaz “Piyer L’Hermit”in kelimeleri ile konuşuyor.Bunlar için Ankara Müslümanlık uyanışının ocağıdır.” “Siyasette, menfaat her türlü düşünceye hakimdir,diyoruz.Fakat Ortodoks Kilisesi ile Anglikan Kilisesi’nin Şark siyasetindeki mantığı halâ “Ehl-i Salip” mantığıdır.Çünkü bu uğurda siyasî menfaat hesabıyla uğradıkları zararın haddi hesabı yoktur.Bu uğurda küçük Yunanistan iki seneden beri öksürüklü göğsünü Türk süngüsünün çeliğine sapladı.Ve İzmir cephesindeki bütün muharebeler göğsünden süngüye çakılmış bir insanın zarurî ihtilaçlarıdır.” “Tan Gazetesi,Anadolu (içine) kapandığından beri müttefik devletler teb’asının 100 milyon Fransız Frank’ı zarar ettiklerini yazmıştı.Geçen gün yine aynı gazetenin Londra gazetelerinden aldığı habere göre İngiltere’nin Müslümanlara karşı takip ettiği siyaset yüzünden Hindlilerin boykotajı İngiliz tüccarlarına 100 milyon İngiliz lirası zarar ettirmiştir.Fakat Ortodoks ve Anglikan Papazları kiliselerde haçların gövdelerine sarılmış,bütün Hristiyanları Türk ve Müslüman uyanışlarının düşünen başı olan Ankara’ya çağırıyor,ve İzmir dağlarının karlar ortasında böğrü birbirine geçmiş, dilinden ve karnından soluyan Yunan köpeğini son bir hamle ile Türk aslanının sığındığı aslan yuvası üstüne sevk ediyor.” Demokrasinin ,hatta hatta yavaş yavaş vatansız ve dinsiz Sosyalizm’in tabiî bir hükümet şeklini aldığı şu zamanda,ta Ortaçağ’dan beri ilk defa bütün bir ordu papaz ve put peşinde yürüyor.İstanbul Patriği bir siyasetin öncüsü oluyor.Çünkü bu muharebe Müslümanlara karşıdır.” “Avrupa’dan kovulan kilise Asya’da katliam,yağma,yangın ve engizisyon için yeni bir kıta arıyor.X1. sırda Papa’nın orduları karşısında olduğu gibi xx. Asırda Patriğin 11 ordularına karşı Müslümanlığı kurtarmak vazifesini Cenab-ı Hak yine bize nasip etti.Anadolu’da muharebede eden gaziler Türk’ün milliyeti ile beraber dinini de müdafaa ediyorlar.Bu ihtilal yalnız vatana karşı bir vazifemiz değil,Allah’a karşı bir borcumuzdur.Tarih,Osmanlı saltanatını batırmak talihsizliğini bu nesle bıraktığı gibi bu enkaz arasından Türk milletini ve Türk milletinin istiklâli içinde Kur’an’ı kurtarmak talihini de bu neslin sergüzeştine yazdı.”(7) Yazdı, ama Batılı Emperyalistler, altı asır önce Anadolu’da baş gösteren dirilişin yeni bir hamlesine tahammül edemediler. _________________________________________ (7) On Birinci Asır-Yirmi Birinci Asır ; Hakimiyet-i Milliye(başmakale), 2 Mayıs 1337(1921),sayı:174,sh:1,sütun:1-2,(24 Şaban 1339)-Ankara. MİLLİ HAKİMİYETE KARŞI OLANLAR… “Millî Hakimiyet” isteyenler,Batılı Engizisyon’dan kurtulmak için “İslam Şurası”nı Anadolu’da toplamaya çalışıp “İslam Birliği”nin merkezi olarak Ankara’yı görürken İngilizler birden bire hesaplarını açığa vurarak Şerîf Hüseyin’in üzerinde oynadıkları kumarın kâğıtlarını ortaya koymuş ve “Mekke’de İngiliz Kongresi”nin kartlarını açmışlardı. Bu vahim durumun gelişmesi karşısında,Eşref Edip,İngiltere aleyhine İslam dünyasında baş gösteren tepkilerden dolayı,İngilizlerin Araplar üzerinde oynadıkları “entrikacı” tavrını şöyle dile getiriyordu: “Bugün gayet acayip bir mesele karşısında bulunuyoruz.İngiltere,İslam kisvesine bürünerek İslam Alemi’ne karşı müthiş bir tuzak hazırlıyor.Mahkum Müslüman Milletler arasında İngilizler aleyhine başlayan cereyanların son zamanlarda büyük ciddiyet ve ehemmiyet kazanması İngiltere’yi yeni yeni hilelere,entrikalara sevk ediyor.Bugün bütün İslam Alemi Türk davasını bir İslam davası sayıyor.Türkiye’ye Batı’nın reva gördüğü hakaret,icrasından çekinmediği tecavüz ve mezalim bütün efkar-ı İslamiyeyi galeyana getirerek her tarafta hoşnutsuzluklar, ızdıraplar, keşmekeşlikler doğuruyor,hareketler husule getiriyor.Bütün bu hareketleri boğmak,fikirleri uyuşturmak için İngiltere de bir girişimde bulunmak lüzumunu hissetti.Ve bu maksatla Çörçil’i Mısır’a gönderdi.Fakat Mısır istiklal ateşleri içinde yanıyor,mücadele ediyordu.İngiltere’nin fesadına alet olmaktan çok uzaktı.Çörçil bu bölgeyi müsait bulmayınca İslam’a karşı hıyaneti sabit olan Emir Hüseyin’e müracaat etti.Anadolu’da doğan güneşi karanlık bulutlarla kuşatmak ,mahkum Müslüman milletlerin bir araya gelip dertleşmelerine,Müslümanlığın kurtuluş ve istiklaline çareler 12 aramalarına meydan vermemek için Mekke’de bir İslam Kongresi’nin toplanmasına aracılık yapmasını teklif etti.Ve bu hizmete mukabil Emîr Hüseyin’e şu kadar milyon İngiliz lirasının havalesini de tevdi’ eyledi.Parasızlıktan bunalan Hüseyin derhal İngilizlerin emrine uydu.Mahküm Müslüman Milletlerin boyunlarındaki esaret zincirlerini takviye etmek üzere Mekke’de toplanmak etrafa davet mektupları gönderdi.” “Hayhay toplayabilirler.Mahkum milletlerin mevcudiyetleri üzerine kurulan İngiliz saltanatının kolu uzundur.Yüzlerce milyon esirin kanlı alın terleri ile dolan İngiliz hazinesi zengindir.Yalnız Mekke’de değil,Londra’da da İslam Kongresi toplayabilirler.Bütün İslam aleminde kurdukları şebekeleri vasıtasıyla kendilerinin sadık hizmetçilerinden müslüman adlı bazı menfaat düşkünü hainler de bulabilirler.Bunlar toplanır mahkümiyet altında yaşayan Müslüman milletlerin esaretlerini teyit edecek sebebleri hazırlarlar.Asırlardan beri İslamiyeti müdafaa için varını yoğunu veren, kanını hayatını akıtan Türklerin kutsal cihadını başka şekillerde göstermeye çalışırlar.” “Fakat İngiliz dostlarımız(!) iyi bilsinler ki Şark’ta, İslam Alemi’nde başlayan hareketi ,istiklal ve ittihat hareketini durdurmak imkan haricindedir.İngilizler bir kongre değil,bin kongre toplasalar yine hiç biri kar etmeyecektir.Bir kere gönüllere bu ateş düşmüştür.Bunu söndürebilecek hiçbir kudret yoktur.” “İngilizler de bunu bilmez görmez değillerdir.bir zamanlar Müslümanlığı istihfaf eden ,İslam aleminin aşağılanmayacak bir kuvvet olduğundan habersiz görünen İngilizler ve Müslümanları esaretleri altında tutan diğer devletler bugün İslam meselesinin kazandığı büyük önemi asla gözlerden uzak tutmuyorlar.Şark’ta zuhur eden olaylar,İslam aleminde vukua gelmeye başlayan inkılaplar , İtilâf diplomatlarının gözlerindeki perdeyi yırttı.Onların şimdiye kadar cahili veya bilmez göründükleri şeyleri açıkça gösterdi.Onun için şimdi İslam meselesine fevkalade önem vererek çıkması beklenen alametleri görülen olayların önüne geçmek istiyorlar.Zamanın müthiş ikazıyla derin uykulardan uyanan, yeryüzünde İslam’ı savunacak yegane müstakil devlet olan Türkiye’ye karşı Ehl-i Salip’in aldığı baskıcı tavrı gördük.Allah korusun bu İslam devletinin inkırazı ile siyasî varlıkları tamamen silinerek kendilerinin de nesli yok olmuş geçmiş kavimler arasına karışacaklarına hiç şüpheleri kalmayan İslam aleminin her tarafından yükselmeye başlayan feryat ve şikayetleri o baskıcı devletleri,özellikle İngilizleri pek ziyade huzursuz etmekte,ciddi surette düşündürmektedir.” “Çünkü İngilizler İslam aleminin feryat ve şikayetlere başlamasının neticesini bizden daha iyi takdir ederler.ve İslamı boğmak hangi hassas noktalardan hücum lazım geleceğini pek güzel bilirler.Bunun için bu hususta fevkalade uyanık bulunmak İngiltere’nin bizi içine düşürmek için kurmakta oldukları tuzakları anlamak lazımdır.Yüzlerce milyon insanın mukadderatına hakim olan İnglizler öyle gazete makalelerine,yüksekten atıp tutmalara, hatta kendisine karşı savrulan en ağır küfürlere aldırmaz.Onun yegane önem verdiği şey,eylemdir.Her ne zaman, her nerede bir hareket görürse İngiliz’in fesat ve entrikaları derhal faaliyete başlar.O hareketi boğmak için bütün kuvvet ve kudretini sarfeder.İngilizler ayrıntılarla uğraşmazlar.Onlar esas meseleyi dikkate alır ve daima temelden sarsmak isterler.” “İngiltere’nin bizimle bu kadar uğraşmasındaki hikmet nedir?Çünkü biz bütün İslam aleminin merkeziyiz.Dimağıyız.Bizi parçaladıktan sonra diğer tarafı kolaydır.Türklerle Arapları bir yerinden ayırmak için İngilizlerin asırlardan beri sarf ettikleri emek,çevirdikleri entrikalar hayretlere şayandır.Sonra Hilafet Meselesi’ni ehemmiyetten düşürmek için İngiltere neler yapmamıştır.Hilafeti Türklerden çekip almakla bir Arap Hilafeti tesis etmek İngiltere’nin asırlardan beri arkasından koştuğu hayalî bir gayedir.İngiltere hiç düşünmez eder, bu uyanışın tesiriyle hikmete,akla ve tedbire sarılırlar da “Hilafet” bağına sımsıkı yapışmak hususunda birleşirlerse hal nereye varır?” “Bunun içindir ki İngiltere Umumî Harp’te en çok bu noktaya önem verdi.Evvela Mekke Emîri Hüseyin’i isyan ettirdi.Sonra da onun Kureyşli ve Haşimî olduğunu ileri 13 sürerek bir taraftan onu hilafet iddiasına sevk etti,diğer taraftan da etrafa gönderdiği adamlar vasıtasıyla halkı ona biata teşvik etti.Vakıa Hind ve Mısır Müslümanları ,Emir Hüseyin’in hilafet vazifelerini ifaya iktidarsız ve hilafetin esaslı bir rüknü ,en mühim bir şartı olan kuvvetten mahrum bulunduğunu bildikleri için çevrilen entrikalara asla önem vermediler.Onu,hilafete karşı huruç etmiş olmaktan başka bir sıfatla telakki edemiyeceklerini aleme ilan ettiler.Fakat İngiltere bundan dolayı üzüntüye kapılmadı.Fütur getirmedi.Vaktaki İngiliz Donanmasına Çanakkale kapıları açıldı,o zaman İngilizler asırlardan beri arkasından koştukları hayal dünyalarına kavuşmaktan doğan büyük sevinçler içinde pençelerini İslamın kalbine sapladılar.” “Darü’l-Hilafe’nin İngiliz Toplarının nüfuz ve hakimiyeti altına düşmesi üzerine İngilizler artık İslam meselesinin halledilmiş olduğunu sandılar.Artık halifeyi istedikleri gibi kullanacaklar ,onu bütün maddî kuvvetlerinden soyutlayacaklar, Papalık gibi tehlikesiz bir hale koyacaklar.İslamın istiklaline büsbütün bir çizgi çekecekler ,esaretleri altında bulunan Müslüman milletler artık bir daha başlarını kaldırmayı hiç düşünmeyecekler.Bu suretle Hilafet-i İslamiyeyi İngiliz saltanatının hizmetçisi haline koyacaklar.” “Vakıa bir zamanlar İngilizlerin u gayeleri tahakkuk eder gibi oldu.İslamın ufukları simsiyah kesildi.İslamın kalbine fütur çöktü.Artık İslam’ın istiklalinin ebediyyen uful ettiği fikirleri ortalığı kapladı.Fakat çok geçmeden Cenab- Hakk’ın yardım ve inayetiyle Müslümanlar akıllarını başlarına topladılar,Allah’ın lütuf ve keremine sığınarak harekete geldiler.Sönmek üzere bulunan İslam yıldızını yeniden parlattılar.Hem o suretle ki bütün İslam alemi o ışık ile nurlanmış olarak selamet yollarını görebildiler.” “Şimdi Anadolu ufuklarında doğan bu güneşin saçtığı nurların önüne bir bulut çekmek lazım geliyor.Anadolu cihadı,İslam aleminde dinî bir hareket husule sebeb olabilir.Gün geçtikçe Müslüman milletlerin Türkiye’ye teveccüh ve yaklaşımları alabildiğine çoğalıyor,samimileşiyor.Ciddiyet ve ehemmiyet kesbediyor.Binaenaleyh İslam arasında yeni bir fitne ihdas etmek gerekiyor.Mekke Kongresi’nde bir Arap Hilafeti meselesini de ortaya atar,Müslümanlar arasına yeni bir fesat sokulur.Bu suretle efkar-ı İslamiye (İslam kamuoyu) birbirine girer,Müslümanlar harici bırakır,iç meselelerle uğraşmaya başlarlar.Bu suretle İslam istiklalinin inkişafına,Müslümanların kendilerini toplamalarına/toparlamalarına meydan bırakılmaz, İslamî Hareket kendi kendine akamete uğrar.” “Dünyada her şey tasavvur olunur ve her şeye ihtimal verilir, fakat İslamın esaret altında kalması ,Kur’an’ın hakimiyetinin zeval bulması için Peygamberimizin nesl-i şerîfine mensubiyet iddiasında bulunan bir zatın bu cinayetlere alet olmasını insan bir türlü havsalasına sığdıramıyor.Aşk olsun İngiliz desisesine!...İslamiyeti doğduğu noktada batırmak için tertiblere muvaffak oluyor.Hem de Cenab-ı Peygamberin yüce nesline mensup olduğu iddiasında bulunan bir zat vasıtasıyla!...” “Lakin bu İslam’ı ye’se düşürmez.Aksine uyanışı çabuklaştırır,azmi arttırır,faaliyetini teşdit ettirir.İslam alemi pek ala bilir ki Emir Hüseyin İngilizlerin ücretli bir bendesidir.Onun halife olması şöyle dursun müstakil bir hükümdar olabilmesine bile maddeten imkan yoktur.Çünkü Hicaz Kıtası,orada kurulacak bir hükümetin ,hatta kendi toprağını bile müdafaa edebilecek derecede güç sağlamasını sağlayacak servet kaynaklarından mahrum bulunmaktadır.Bu ülke ne ziraî,ne sınaî bir ülkedir.Bu gibi şeylere elverişli olan yerler varsa da oraları İbnu’s-Suûd, İbnü’r-Reşîd ve saire gibi müstakil bir takım emirlerin idaresi altında olup Emir Hüseyin ‘in o yerlerde nüfuzu asla geçerli değildir.Şurası da var ki bu söylediğimiz münbit ve mahsuldar yerler pek dar olduğu için muntazam memleketleri vücuda getirmeye,nüfuz sahibi hükümdarlara hakimiyet sahası teşkil etmeye müsait değildirler.” “Hakikatte Hicaz’ın servet kaynaklarını Asya ve Afrika’daki İslam memleketlerinde mevcut İslamî Vakıflar teşkil etmektedir.Böyle bir çoğu İngiltere, Fransa müstemlekelerinden ibaret olan İslam beldelerinden gelecek yardım ve vakıf gelirlerinden 14 geçinecek olan bir devletin güçlü,hür ve müstakil bir devlet olarak yaşayabilmesi,muazzam hilafetin hukukunu şöyle dursun,kendi varlığını savunmaya muktedir olması imkanı nasıl tasavvur olunablir? İngilizlerin parasına ihtiyaç duyan başka nasıl hükümet edebilir?” “Şu halde bulunan bir hükümet İslam’ın hukukunu müdafaa için bir kongre toplamaya kalkışırsa bunun İngiliz kongresinden başka bir mahiyeti haiz olamıyacağını bilmeyen acaba tek Müslüman var mıdır?” “Fakat İngiltere için ne beis vardır? Efkar tereddüt ve karmaşaya düşsün,onun için o da kafidir.Yakin İngilizler emin olsunlar ki bugün İslam aleminin bu tuzaklara düşmeyecek kadar gözleri açılmış, imanları kuvvet kazanmıştır.Emir Hüseyin ise lâyık olduğu cezayı inşaallah yakında bulacaktır.Allah o kongrenin toplanmasını bile İngilizlere nasip etmeyecektir.Hazreti Muhammed’in yüce ruhu bu kadar hakaretlere, hıyanetlere artık tahammül edemez!...” (8) İstanbul işgal altında,Sultan-Hâlife’nin akibeti mechûl...Anadolu’ya sıkıştırılmış bir millet...”İslam Birliği” tezi ciddî gelişmelere sahne olmuş ki İngilizler olayı, birden bire isyancı Arapların kucağına atmıştı. Kahire’de tutunamayan “kongre” düzenleyicileri kutsal beldelere topu atarak “Hilâfeti ihya” için Mekke gibi, bütün İslam Alemi’nin kıblegahı olan bir coğrafyayı seçmişti.Artık bu hengâme birkaç yıl daha İslam dünyasını meşgul edecekti. Bu işin sonunu ilerde irdelemek üzere içerde cereyan eden “Tarikat ve Cemaat-ı İslamiye” teşkilatı arayışlarına dikkatleri teksif edelim. Ki,bu durum bir bakıma “Sivil Toplum Kurumları”na doğru yeni bir adımdı.”Seyfiyye” kılıç sallayıp, tüfeklerini ateşlediği sıralarda “İlmiye” de tarikat ve cemaat olgusunu tartışıp yeni bir çıkış yolu arıyordu. Hem de işgal altında inleyen İstunbul’un “sansür”lü matbuatı çevresinde... Yalnız tartışılan konularda taraf olanlar, taraf oldukları konuları savunmada düzeyli bir kültür seviyesine sahip oldukları gerçeği de inkar edilemezdi... _______________________________________________ (8) Eşref Edip,Mekke’de İngiliz Kongresi;SR,c.19,sayı:481,sh:137-139, 21 Mayıs 1337(1921) (Bu konuda, daha geniş bilgi için: Hüsameddin Ertürk,İki Devrin Perde Arkası, sh:194-195, 476-480, İstanbul -1964) ____*(Ve Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği ile Hilafet; sh:141-144 İstanbul 1993) 15 SİVİL TOPLUM ARAYIŞI TARTIŞMALARI -Cemaat ve Tarikat- İstanbul işgal altında...Anadolu’da vaaz ve hutbelerle kurtuluşa giden yolda halka yeni bir dinamizm verilirken,arta kalan ve “sansür”lü matbuatla yaşamaya alışan “ilmiye ve kalemiye sınıfı” da yeni toplum ve sivil kurumlara ilgi duyarak,değişimin ilk umutlarını saçıyordu.Nasılsa “Hilafet ve İmamet” konusu yeni bir veche kazanmıştı.Tartışmalarda taraflar,konulara vakıf olduklarından “İslamî cemaat ve tarikat olgusuna” köklü ve kültürel bir değişim havası veriyorlardı.”Yeni bir hayat”ın başlayacağını anlamış olacak ki,ilmiyeden “eski” Şehülislam Haydarîzâde İbrahim Efendi (1864-1933)’nin başkanlığında yapılan “yeni bir cemiyet” kurulması çalışmaları, Kurtuluş Savaşı sırasında,sosyal ve siyasal alanda,ne gibi arayışların ortaya çıktığını “İslamî hayata halkı hazırlama” projesinin basın kanalıyla halka yansıması şöyle olmuştu: “Teşekkür ve takdire şayan bir girişim:İslam Toplumu, Halkı Hayata Hazırlama Cemiyeti.” “Sabık Şeyhülislam Haydarîzâde İbrahim Efendi Hazretleri’nin başkanlığında olmak üzere memleketin aydın bazı kişileri tarafından “Cemaat-ı İslamiye Hayatına Halkı İhzar Cemiyeti” adı ile bir cemiyet kurulduğu ve cemiyetler kanununa uygun olarak Dahiliye Nezareti’ne tevdi olunan beyanname üzerine Hükümetçe izin verildiği haber alınmıştır.Cemiyete başarılar diler ve kurucularını tebrik ederiz.” (İkdam) “Yeni Cemiyetin Beyannamesi: “Osmanlı memleketlerinde kurulması Kanun-i Esasî’nin 11. maddesi hükümlerinden iken şimdiye kadar yürürlüğe konmayan “Cemiyet-i İslamiye Teşkilatı” sebeblerini hazırlamak ve temin etmek için Cenab-ı Hakkın rızasına uygun olarak ve Hz.Peygamberin ruhaniyetinden yardım bekleyerek “Cemaat-ı İslamiye Teşkilatına Halkı İhzar Cemiyeti” ünvanıyla bir cemiyet teşkil ve yüce Hükümetimizden de izninin sağlandığını din kardeşi vatandaşlarmıza beyan ve ilam ederiz.” “Bu konuda takip edilecek maksat,nizamnamemizin 3.maddesinde açıklandığı üzere Cemiyet-i İslamiye Teşkilatı’nın vücuda getirilmesi lüzum ve gereğini halka temin ve bu konuda neşriyat ve uygun düşecek vasiyetleri ifa ve teşkilatın esas ve yürütme şeklini düşünüp takrir ile Kanun-i Esasî’nin bu husustaki hükmünün bir an önce tatbik mevkiine konması ve bu yolla da Müslümanların diyanet, irfan, ahlak, ve iktisat bakımından yükselmesini, evkaf iş ve hizmetlerinin en iyi şekilde yürütülmesi, ve tedvirini, memleket evladının asrî irfan, millî mefküre ile mücehhez dindar ve törelerine hürmetkâr faal bir unsur olarak yetişmelerini, hülâsa memleketimizde bulunan Müslümanların her surette refah ve saadet, huzur ve istirahatlarını teminden ibarettir.” “Cemaat-ı İslamiye Teşkilâtı’nı kuvveden fiile çıkarmak için basınımızın, bütün hayır cemiyetleri, ilmiye,diniyye ve iktisadiyenin ve millet fertlerinden bu esas hakkında bilgi sahibi olan kişilerin yardım ve desteklerini bekliyoruz.” 16 “ Binaenaleyh bu hususta bizi tenvir etmek isteyen ve ilmî birikimlerini geçici toplantı merkezimiz olan Çarşıkapı’da “Kadınlar Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi” binası içindeki özel daireye ayrıntıları ile haber vermelerini ve basınımızın da özel yayınları ile bu duruma müzaheret eylemelerini rica ederiz.Tevfîk Cenab-ı Allah’tandır.”(1) “İkdam” Gazetesi bu “sivil toplum kurumu” hakkında,şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Cemaat-i İslamiye Teşkilatına Halkı İhzar Cemiyeti” ünvanıyla bir cemiyet teşkil edildiğini ve bu cemiyetin teşkili hükümetçe tasdik olunduğunu geçen gün gazetemizde yazmış ve adı geçen cemiyetin kamu oyuna hitaben düzenlemiş olduğu beyannameyi de aynen sütunlarımıza koymuştuk.” “Beyanname’de cemiyetin kuruluş hikmeti ve takip edeceği maksat ve gaye şu şekilde zikr ve isbat ediliyordu: “...Hülâsa memleketimizde bulunan Müslümanların her surette refah ve saadet,huzur ve istirahatlarını teminden ibarettir.” “Beyannamedeki bu ifadeden açıkça anlaşılıyor ki bu yeni cemiyetin faaliyet ve vazifesi,en evvel Müslümanlar arasında bir İslam Cemaatı vücuda getirmek üzere,İslam ahalisini “tenvir” ve “irşad” etmek ve şimdiki tabiri ile “propaganda”etmektir.” “Son senelerde bizde,özellikle Balkan Harbi felâketlerinden ve facialarından sonra bir İslam cemaatı teşkilatı ihtiyaç ve zarureti kendini hissettirmişti.O vakitten beri sürüp gelen ahval ve olaylar bu zaruretin şiddetini daha ziyade arttırmakta devam etti.Bugün halkımız arasında bu ihtiyaç ve zarureti his ve idrak etmeyen şuur sahibi bir kişi (dahi) yoktur. Herkes bu cemaat teşkilatının lüzum ve gerekliliğine inanıyor.Binaenaleyh konumuz olan yeni cemiyet,propaganda faaliyetlerinde bu cihetten asla zorluklara uğramayacaktır.Zira en evvel “cemiyet fikri”ni halkta uyandırmak için uğraşmak külfetten azade bulunacaktır.Bu fikir uyanmış ve oldukça kökleşmiştir.” “Bu hale göre cemiyetin vazifesi oldukça kolaylaşmış,demektir.Zira “cemiyet” kendi karşısında cemaat teşkilatına aleyhdar bir kuvvete tesadüf etmeyecek ve onun ile mücadele etmek mecburiyetinde kalmayacaktır.Cemiyet,tamamen kendisine eğilimli ve taraftar bir ortam içinde faaliyetini sürdürecektir.Ortamın bu istidadı,cemiyetin kendi vazifesinde muvaffak olacağına en kuvvetli teminat hükmündedir.” “Şimdi cemiyetin asıl çalışacağı cihet,bütün halkta zaten mevcut olan ve fakat henüz hududu ve şekli tayin edememiş olan “cemaat teşkilatı” fikrini muayyen bir şekle dönüştürmekle,etkili bir şekilde açıklayıp aydınlatmak ve halktaki o “fikrî akımı”nı emin bir mecraya sokmak ve ona ,doğru bir yön vererek asıl gayeye doğru tevcih etmekten ibaret kalmıştır.Bizim fikir ve kanaatimize göre cemiyetin asıl faaliyeti bu noktaya inhisar etmek lazım gelecektir.” ______________________________________ (1) Cemaat-ı İslamiye,İkdam,18/01/1337(1921),sh:4,sütun:1. *(Aynı şekilde M.Ali Aynî de bir Cemaat-ı İslamiye Teşkilatı kurulmasını istemekte ve bu konuda şöyle demekteydi:”Bilmem ki bu günlerde Parmakkapı civarından geçtiniz mi? Orada, Medresenin karşısındaki Biçki Yurdu binası Amerikalılar tarafından yüksek bir kira ile tutulup yeni bir cemiyete merkez ittihaz edilmiştir.Binanın kapısına asılmış levha üzerindeki Müselles ile harfler burasının Ehl-i Teslîs’e ait olduğunu açıkça göstermekte ise de acaba düzen,teşkilat ve maksadı kadar müdavimleri hakkında bilgi aldınız mı?Bundan başka Beyoğlu cihetinde “Şark Yıldızı” ünvanlı bir cemiyet-i sofiyenin faaliyetinden haberiniz var mı? Bu cemiyetin gördüğüm bazı talimatında iki bin sene evvel dünyaya gelip insanlar arasında ancak üç sene kadar kalabilmiş olan Muallim-i A’zam’ın pek yakınlarda mutlaka yine içimize geri dönmekle herkesin selamet ve necat yoluna dönmesi muhakkak olacağından şimdiden bu zatın gelişine hazırlanmış olmak ve ifa edeceği hizmeti kolaylaştırmak lüzumu ihtar olunuyor.”(İntikat ve Mülahazalar,Maarif Nezaretine açık mektup;sh:202-203,İstanbul/1339-1923) 17 “Bu vazife ise o kadar sade ve basit değildir.Zira en evvel bu cemiyetin ,Cemaat-ı İslamiye Teşkilatı hakkında her türlü hudut ve şekli kararlaştırılmış ve kati olarak açıklık ve belirginlik kazanmış gayet açık bir fikir ve kanaatı olmuş olması lazımdır.Onun bu fikir ve kanaatını, halk kitlesinin mühim ve umumî kanaatını muayyen bir şekle dönüştürmek için bir “kalb” hizmetini ifa etmek lazımdır.” “Beyannameden anlaşıldığı üzere, yeni cemiyet de kendisinin böyle,her şekil ve hududu tayin edilmiş,istikrarlı ve belirgin bir kanaat ile faaliyet alanına atılmadığını itiraf ediyor.Ve bu hususta basının,ilmiye,hayır ve iktisadî cemiyetlerin ve millet fertlerinden bilgi sahibi olanların yardım ve desteğini bekliyor,cemiyetin bu hususta seçtiği hareket tarzını biz pek makul ve pek ileri görüşlülük olarak buluyoruz.” “Bizde yapılacak cemaat teşkilatı diğer memleketlerdeki Müslüman cemiyetlerinin ve bizdeki azınlık cemaatlerinin aynı ve kopyası olamaz.Bizim gelecekteki teşkilatımızın pek mühim bir özelliği olacaktır.Zira Müslüman devleti içinde bir müslüman çoğunluğun meydana getireceği bir “komite” olacaktır.Bu teşkilatın hükümete karşı vaziyeti ve onun ile ilişkisi ne olacaktır?Nerelere kadar hukuk ve selahiyet isteyecektir?” “Bu cihetler,pek fazla tetkik ve derinliğine araştırmaya muhtaç meselelerdir.Bizde şimdiye kadar bu hususta o kadar çalışma yapılmadığı için meseleler henüz tamamen “işlenmemiş”ve “olgunlaşmış” bir mertebede sayılmazlar.Bunlar için daha bir müddet çalışmak ve mücadele etmek lazımdır.Konumuz olan cemiyet,elbette bunların işlenmesine vesile ve hadim olacaktır.” “Bizim fikir ve kanaatimize göre bizdeki cemaat teşkilatına evvela mahalle ve köylerden başlamalıdır.Basitten genele doğru gitmek suretiyle derece derece gelişme düsturlarına tabi olmalıdır.Zira bizde “cemaat hayatı” yaşamak ve idare etmek ülfeti ve “terbiyesi” henüz karar kılmış olmadığından baştaki bu küçük teşkilat,bizim için bir tecrübe ve ameliyat sahası hizmetini de görmüş olur.” “Cemaat teşkilatının esası , dinin muhafazası ve yükselmesi gayesi olacaktır.Bu cihetle bir mahalle (deki) İslam cemaatının asıl vazifesi o mahalledeki cami ve mescidlerin maddî bakımdan imarına ve imarının devamına ve oralardaki hizmetlilerin en iyi bir şekilde seçilmesineve hakkıyla hizmet ifa edebilmelerinin sağlanması cihetine münhasır kalır.” “Bu gayenin sağlanması için doğal olarak ilk önce maddî imkanlar lazımdır.Bu vasıta ve kaynaklar arasında en önemlisi ,o cami ve mescidlere ait vakıf akarları olduğu için,mahalle ve köy İslam cemaatı,bu akarların muhafazasına ve âbadan (âyandan) olmasına da gayret etmek vazifesiyle yükümlü olurlar.Burada onların karşısına tabii (olarak) Evkaf Nezareti veya mütevelliler çıkacaktır.” “Bu suretle mahalle veya köy cemaatleri , Evkaf Nezareti’ne ve mütevellilere karşı bir cephe teşkil etmek,mutlaka onlarla mücadele etmek mecburiyetinde kalacaktır.Kendi camilerine ait vakıf varidatının her türlü azalmadan veya kayıbtan korunması ve çoğalması çarelerinin araştırılması için bir takım kanunî haklar ve yetkiler iddia edeceklerdir.Ve hükümetten bunları sağlamaya çalışacaklardır.Zamanın geçmesi ile bu küçük cemaatler kendi aralarında mühim ve muazzam bir “hey’et-i ittihadiye” vücuda getirebilecektir.Tabii bu “Hey’et-i İttihadiye/Konfederasyon”un kuvvet ve etkisi daha büyük olacaktır.O heyeti teşkil eden mahalle veya köy cemiyetlerinin o vakte kadar Evkaf idaresi ve mütevellileri hakkındaki “denetleme” vazifeleri daha geniş ve daha etkili bir şekil ve kuvvet kazanmış olacaktır.Artık o vakit nöbet Evkaf İdaresine “iştirak” ve “müdahale” mertebesine gelir.Hükümetin Evkaf idaresine bu cemiyetler tarafından seçilen murahhaslar iştirak edip umum Evkaf-ı İslamiye’nin mukadderatına daha etkili surette vaz’-ı yed edilir.Ve bu sayede Evkaf idaresine,iktisadî meseleler hakkında asrî bilgileri ve fiilî tecrübeleri olan bir takım faydalı millî unsurlar dahil olur.Bunlar sayesinde oraya yeni ve zinde bir zihniyet girmiş olacağı cihetle Evkaf-ı İslamiye’nin idaresinde büyük bir salâh ve gelişme hasıl olur.” 18 “Böylece bütün İslam vakıflarının mukadderatı yavaş yavaş İslam cemaatının idaresine intikal edip,hükümetin işi,yalnız “murakabe/kontrol”den ibaret kalır.” “Bütün İslamî vakıfların mukadderatı bu şekilde İslam cemaatının doğrudan doğruya idaresine geçtikten sonra o Evkaf varidatının sarfı da o İslam cemaatinin idaresine ve takdirine kalmış olur.İslam cemaatının bu varidatı,özellikle kendi maksatları uğrunda sarfetmek selahiyet ve kudretini kazanınca onun göstereceği gayelere ulaşması sağlanmış olur.” “Konumuz olan cemiyet,İslam cemaatı teşkilatına halkı hazırlarken yardımcı teşkilatın aşağıdan yukarı gidecek surette vaki olması kanaatını halkta kökleştirir ise ,işin temelini daha sağlam olarak kurmuş olur. “ “İkdam”, cemaat teşkilatı hakkındaki lüzum ve ihtiyacı tamamen takdir ettiği için,bu meseleyi kendi sütunlarında bir çok fırsat ve hilelerle tetkik ve tasrih etmiş ve halkımızda bu hususta bir fikir ve kanaat doğmasına pek fazla gayret sarfetmiştir.Bu cihetle bu yeni cemiyetin teşkilini sevinçle karşılar ve onun muvaffak olmasını büyük bir samimiyetle arzu ve temenni eyler!” (2) Böyle bir “dilek”ten maksat,hem Müslümanların mallarını kurtarmak ve hem de işgal altındaki İstanbul’un bir bakıma tapusu olan emlak ve dinî mabedlerin azınlıkların eline geçmesine mani olmaktı. Ve böylece daha o devirde,birer sivil kurum olarak cemiyat ve cemaate giden yolda “vakıf” ve federasyon ile başlayıp konfederasyona varan bir “örgütlenme” gereği duyuluyordu. Bunun Müslümanlar yönü böyle iken,bir kısım münevver/aydın kişiler ise,aksine Batı’da kilisenin papalardan ilham alarak kurduğu “sosyal içerikli tarikatlardan ibret” almanın gereği,Müslümanlara salık veriliyordu. “İkdam” başyazarı,Müslümanların ibret almaları için,Cenevre’den yazdığı bir yazıda “Aziz Sen-Fransuva (III) Tarikatı” için bakınız ne diller döküyordu: “Cenevre’den(x): “Papa Hazretleri,bugün dünyanın geçirmekte olduğu ahlakî,ictimaî ve manevî buhranlardan hakkıyla dehşete düşerek Hristiyanları hak ve fazilet yoluna doğru irşat etmek için vaktiyle Katolik azizlerinden “Saint Fransouva” adlı zatın tesis etmiş olduğu “TiersOrdre de Saint François” Tarikatine girmeyi Katoliklere bir emirname ile tavsiye etmektedir.Bu tarikatın maksadı insanları dinin faziletli ahlakı ile ahlaklandırmak,fert ve cemiyet hayatında ahlakı bozan şeylerden korumaktır,denebilir.” “Bu tarikate salik olanlar, ruhban ve ruhanî demek değillerdir.Bu bir ruhaniliktir ki cismanilere şamildir.Bunu kabul edenler yine işleriyle güçleriyle meşgul olurlar,dünyadan asla el çekmezler ve fakat çirkin ve fesadı gerektiren şeylerden kendilerini korurlar.Kanaatı kendilerine rehber edinmek mecburiyetinde bulunanların servete kullukları yoktur.Eğlenceden,süslü elbiseler giymekten,altın ve gümüş takı taşımaktan,cicili-bicili şeyler giyinmekten kaçınırlar.Böyle sade bir hayata alışmak lüzumu onları müfsit eğlencelerden de men’eder.Balolara,bir takım müfsit eğlencelere müfsit tiyatrolara gitmezler ve müfsit kitaplar da okumazlar.Fakat haz ve nezahetin ahlakî olanlarını seçerler.Şiiri,musıkiyi,resmi severler.Fakat bunların da konusu,dinî ahlaka uygun olmaları şarttır.İffet ve ismet şarttır.Bu tarikatın mensupları nefislerini alabildiğine terk etmezler. __________________________ 2) İkdam,21/02/1337(1921)sayı:8602,sh:l,sütun:1-2 (13 Cemazielaher 1339/1921) (x) İsviçre’de bulunan imtiyaz sahibimiz (Ahmet Cevdet Bey) tarafından gönderilmiştir.(İkdam) 19 Nefislerini daima bir inata,bir dizgine bağlarlar.Onlarda bir insan serbesttir,istediğni yapar,kuralı ret edilmiştir.İnsanları manevî vazifelerinden uzaklaştıran,siyastte,ictimaî hayatta akla geleni yaptıran,sosyal üstünlük bağlarını kesintiye uğratan ,düzeni bozan işlevleri bu tarikat yasaklar.Daima rahat ve lezzet içinde yaşamaktan ibaret olan ve toplumu kasıp kavuran nefsî arzuların bu tarikat can düşmanıdır.” “Sen Fransuva Tarikati’ne çok büyük adamlar girmişlerdir.Bizzat Papa Hazretleri de bu tarikttendir.Hükümdarlar içinde bile müritleri çoktur.Şair ve sanatkarlardan,ilim erbabından nicesi bu tarikate girmiştir.Mesela Kristof Kolomp, meşhur şair Dante,Mikelânj bu tarikatın bağlılarındandır.Fransa’da bugün 250 bin kişi kadar “müridi” vardır.” “Katolikler arasında kuvvetli bir ahlakî ve manevî bağ sağlayabilmek için Papalık Makamı , sonsuz mürüvvet , nihayetsiz lezzet, ve hazlar ile Avrupa’nın tuttuğu yolun tahrip edici sonuçlarını, çağdaş cemiyetin alt üst olarak namus, iffet ve ismet gibi faziletlerin mahv olacağını, insanların nefsî arzularına maddeten ve manen ram olacaklarını ayne’l-yakin görüldüğü için bu yeni tarikate girmeye lüzum görmüşlerdir.” xx x “Gelelim Müslümanlara: “Ben bu girişimi gördüğüm zaman hatırıma Müslümanlar arasındaki uhuvvet(kardeşlik) meselesini düşündüm.İslamiyette gelişmeci tarikatler yok değildir.Fakat bizim tarikatler dünyayı o kadar düşünmüyorlar.Ahirete dikkatlerini çeviriyorlar.Bir tarikate sulük sayesinde dünyevî işlerde intizam ve sürekliliği temin maddesi bir gaye teşkil etmiyor.Hatta bazı tarikatlerin salikleri dünyayı büsbütün ihmal ediyorlar.Bu gibi tarikatlerin şahsen ahlak-ı fâzılaya yardımcı olacağına şüphe yoksa da dünya işlerini istihkar edişi dünyaca zaafı doğurur ki bu netice maksadımıza uygun düşmez.Bir tarikatın teşkiline büyük faydalar vardır ki bunun en büyüğü muhadenettir.”Sen Fransuva Tarikatı” sırf Katolik Hristiyanların feyzi için düşünülmüştür.Bunun teşkil maksadında umumî muhadenete kadar gidilmemiştir.Katolik Mezhebinden yardım sağlanmıştır.Bu da pek doğrudur.Çünkü esas (olan) diyanettir.Biz müslümanların şu andaki halleri dikkatle göz önüne alınırsa bizim de böyle bir tarikate şiddetle ihtiyacımız olduğu görülür.Böyle bir tarikat sırf müslümanlar arası muhadeneti tesis için dinde saklı olan ahlakı öncü edinerek müslümanların dünyevî işlerde muhtaç oldukları yüceliklere çok hizmet ederdi.Vakıa İslamiyette bu muhadenet varsa da bunun manevî bir şey olduğunu görüyoruz.Fiilen yürürlüğe girmesi için bir teşkil bağı yoktur.Bu sırf uhrevî tarikatlerin, müridlerini bir maksada hizmete tevcih edecek usulü mevcut değil.Müritler dünyevî bir vazife,ictimaî bir görev ifasını taahhüt etmiş değillerdir.Eğer öyle olsaydı Kadirî gibi, Nakşî gibi büyük tarikatlerin asrımızdaki ihtiyaçlara göre Müslümanlar arasında pek büyük ictimaî etkileri olurdu.Bizim tarikatlerde de sade hayata riayet,ziynet ve sefahatten uzaklaşma mevcuttur.Fakat salik bunu ister ise yapar,istemez ise yapmaz.Onu mecburiyet üzere hedefe gitmeye zorlamaz.”Sen Fransuva Tarikatı” ise talimatlarının dikkate alınmasını amirdir.Bu tarikatın Katolikler arasında icra ettiği etkilere dayalı,şimdi en fazla talebenin bu tarikate girmesine çalışması tavsiye ediliyor.Avrupa’da Darü’l-Fünûn ve Yüksek Mektep öğrencilerinin “Hristiyan Talebe Cemiyeti”adı altında büyük cemiyetleri vardır.Demek ki bu cemiyetlerin “Sen Fransuva Tarikatı” na girmeleri arzu ediliyor ki bunun daha sonra manevî bir kuvvet teşkil edeceğine şüphe yoktur.” “Bizde de talebenin böyle ictimaî terbiyeyi vazife edinir bir tarikate sahip olmalarını gönlüm arzu ediyordu.Görüyorum ki bizde gençlik pek rabıtasız,ve hizmetsiz bir şekilde yaşıyor.Gençlerimiz muhitleri dahilinde ictimaî bir vazife ifa edemiyorlar.Eğer 20 gençler daha o çağda vatanın,milletin manevî yükselmesi için kendilerinden başlayarak bir vazife ifasına alışırlarsa memleketimizde daha sonra gelişmede yardımlaşmayı hedef seçmiş cemiyetlerin esası kurulmuş olur.Bunun şahsî ve ictimaî millî ahlakın zabtında büyük tesirleri olur.Yazık ki bizde mevcut olan tarikatlerin mürşit ve önderleri asrın gereklerine göre tarikatlerine bir vazife yükleyememişlerdir.Mesela kumarın,müskiratın yasaklanmasında bu tarikatler ne büyük hizmetler görebilirlerdi.Tarikatı bir pösteki üzerinde, bir uzlet köşesinde zikrullah ile uğraşmaktan ibaret sayacak olursak bundan bir umumî bir fayda husule gelmez.Biz Hristiyanlardaki misyonerlerin ne kadar fedakarlıklar ihtiyarı ile bir vazife edindiklerini görüyoruz.İşte o misyonerler gibi bizim tarikatlerin mensupları cemiyetçe lüzumlu olan bazı malumata sahip olmalıdırlar.”(3). “İkdamcı”Ahmet Cevdet Bey,bizdeki tarikatlerin tıpkı Avrupadaki Hristiyan Tarikatler gibi etkili ve yetkili olmasını isterken, bir başka yazar ve romancı ise, seyr ettiği bir “Rus Balesi”nin bizdeki tarikatlerin veremediği “bedenî gelişmenin ahengi”ni sağladığına inanıyor ve bu “dans”ın toplumda alacağı konum sonucu , bedenî hareketlerle ruhsal hazza ulaşılacağı gibi bir başka mecrada dolaşıyor ve yeni bir sosyal hayat arıyordu. İşte savaş yılları işgal altındaki İstanbul’unda “Dans-Raks Okulu ”ndan manevî haz duyup, tarikatlerin yerine geçmesini arzulayan Yakup Kadrî’nin yazısı: “Evvelki akşam Kadıköy’de Apollo Tiyatrosu’nda pek müstesna bir sanat saati geçirdik. Bu saatin tadı şu satırları yazdığım dakikada halâ damağımdadır.Peyamım,orada benimle beraber bulunanların hepsi de bu saatte aynı lezzeti bulabildiler mi?Ümit ederim ki bulmuşlardır.Zira Charles Baudelaire (Şarl Bodler)in dediği gibi “hayatta öyle dakikalar vardır ki altınını sızdarmadan bırakmak caiz değildir.” Her temaşadan,her müsamereden mutlaka eli boş,gönlü boş,gözleri boş,fikirleri boş bir halde çıkmasına alışmış olan yerli İstanbul halkı isterim ki hiç değilse ara sıra hakikî bir sanat gecesinden titreşimleri, heyecanları ve coşkuları ile dolsun!...İşte evvelki akşam “İnsanın Ahengi İnkişafı Müessesesi/İnstitut de Developpement Hermonique du L’Homme”un Kadıköy’de verdiği ilk müsamere manen o kadar fakir olan halk için en büyük zenginleşme fırsatlarından idi.” “İnsan’ın Ahengî (Armonig) Gelişmesi Kurumu” nedir? Beyoğlu’nda Ruslar tarafından açılmış “Dans-Raks” okuludur.Fakat dans deyince hatırınıza o biri birinden galiz “Tango” sesleri,o yeknesak “Boston”lar ,o çirkin ve hayvanî “Terevet”ler gelmesin.Bu mektebin her biri yüksek bir sanat ve ilim tehzibine mazhar olmuş kurumları sırrî - sıhhî ve bediî kıymetleri olmayan asrî dansların hiç birini bile kaale almıyorlar.Ruslar nezdinde ve Avrupalıların bir kısmınca pek fazla şöhret bulmuş olan Mösyo G.İ.Gurdjeff’in ortaya koyduğu ilmî ve bediî sisteme göre açılan bu kurumu eski devirlerin yarı ruhanî,yarı mezhebî havasını ihata ediyor.” “Diğer taraftan gayet psikolojik bir sisteme dayanan bu ahengi inkişaf programı başlıca şu “tez”lerden kuvvet alıyor:Asrî (çağdaş) insan,şimdiki hayatın bin türlü muğlak şartları içinde yaşaya yaşaya ilkel tipinden hayli uzaklaşmıştır.Yani doğup büyüdüğü muhitin,iklimin ve tabi bulunduğu harsın/kültürün tesirlerinden sıyrılmış, adeta manasız, hususiyetsiz, ve şekilsiz bir hale girmiştir.Halbuki bu üç şart her insana erişmeye mecbur olduğu kat’î ve tabiî enmuzece giden yolların en kolayını apaçık göstermektedir.Bugünkü medeniyet insanı adeta kendi kendisinden uzaklaştırmıştır. Dikkat edecek olursanız her insanda üç kişilik yaşamaktadır.Bu şahsiyetlerden biri düşünüyor,diğeri hissediyor,öbürü yemek içmek gibi ihtiyaçlara tabi olarak yaşıyor. _________________________________ (3)Ahmet Cevdet Efendi’nin başmakalesi;İkdam,20/02/1337(1921), sh:1, sütun:1-2, sayı:8601. 21 Bir vücutta oturan bu üç şahsiyet arasında denilebilir ki hiçbir rabıtayı sevk ve idare eden müttehit bir merkezden mahrumdurlar.Her biri kendi havasındadır.Ve düşünenin hisseden,hissedenin yiyip içen üzerindeki etkisi hiç mesabesindedir.Bu ise benliğimizde adeta bir tür anarşiye alamettir.Bu halin pek fena yönü şudur ki;bazan düşünen kişiliğimizin faaliyetini,faaliyeti hisseden şahsiyetimizin haleldar eden ve hayvanî şahsiyetimizin fazla işlemesi diğerlerinin vazifelerini alt-üst edecek bir mahiyet alabilir.İşte “İnsanın Armonik Gelişmesi” sistemi ruhanî ve cismanî olan bütün melekelerimizin birbirinin faaliyetini ihlal etmeyecek ve icabında birbirinin faaliyetine yardım edecek bir surette işlemesini temin gayesine matuftur.” “Filvaki,evvelki akşam gördüğümüz tecrübelerden de anlaşılacağına göre,Mösyo Gurdjeff’in vaz ettiği esaslar dahilinde icra olunan bir dansın bir fertte ve bir gurupta mevcut bütün hayatî melekeleri azamî bir faaliyete ve azamî bir gelişmeye çıkardığına şüphe yoktur.Bu danslarda tefekkür ve tehassüs kabiliyetlerimiz daimî bir harekette bulunduğu gibi bütün uzvî kabiliyetlerimiz de ayni zamanda bu ayni gayeye doğru hareket ve faaliyettedir.” “Bu gaye nedir? Bütün benliğimizin –ruh ve cisim-sırrî ve bediî bir zirveye ulaşmasıdır.Bir çok ahenktar/ritmik hareketler ve biraz musıkî ile her hareketin adi ve çirkin benliğimizden yukarıya çıkış...İşte Mösyo Gurdjeff’in müritleri buna, insanın hakikî ve tabiî tipine ulaşması,diyorlar.Bizim tekkelerimizdeki ayinlerden de asıl maksat bu değil mi? Mevlevî ne için dönüyor? Rufaî ateş etrafında neden zikr ediyor? Bektaşî neden cemin sofrası önünde semaa kalkıyor? Bu hep mevcudiyetimizin ahenkle, hareketle azamî bir hassasiyete ermesinden ve bu azami hassasiyette vahdetini yani dengesini bulmasından başka bir gayeye mi matuftur?” “Esasen “İnsanın Armonik Gelişmesi” kurumunun İstanbul Şubesi müdürü Mösyo Dey Hartman’ın müsamerenin baaşında halka verdiği izahat ve bilgi de isbat eder ki Mösyo Gurdjeff’in sırrî ve mukaddes raks sistemleri tamamiyle bizim mezhebî ayinlerimizden alınmıştır.Zira sitelerden biri bu zatın araştırmasına saha olan yerler Tibet’ten Afganistan’a kadar bütün müslüman memleketleridir.Vakıa evvelki akşam oynanan rakslar meyanında ruh ve menşe’ itibariyle Hindu ve hatta Mısırlı ve Yunanlı olanlar da vardı.Fakat Mösyo Dey Hartman’a göre şimdiki Şark Danslarının ekserisi kadim dansların bir çok tereddilere uğrayarak devam eden şekillerinden başka bir şey değildir.Yalnız Garb’ın icat ettiği asrî danslardır ki hiçbir töreye dayalı bulunmamaktadır.Bunlar ruh ve gaye itibariyle insanın en süfli melekelerini temsil etmekten ve yalnız bu melekelerin gelişmesine hizmet etmekten başka bir şeye yaramıyorlar.” xxx “Bize kimi ma’şuş biçkisi, kimi çürük kumaşı, kimi hurda makineleri ile gelen ecnebiler içinde ilk defa olarak Ruslardır ki sıcak, derin, afif ve samimî ruhları ile geliyorlar.Bunun için değil midir ki en sıkışıklı bir demimizde, burnumuzdan kan damladığı bir anda binlercesi birden aç ve çıplak şehrimize misafir olan bu biçarelerin ağırlıklarını hiç hissetmedik.Hepsine güler yüzlü “Safa geldiniz!” diyerek ve sefaletlerini tahfif için elimizden gelen gayreti esirgemedik.” “Ruslar kendilerine karşı gösterdiğimiz bu misafir-perverliği ve hatta bu muhabbeti ziyadesiyle ödüyorlar.Buraya yerleştikleri günden beri şurada burada açtıkları kahvehanelerden , bu tür sanat kurumlarına kadar her teşebbüslerinde bir taraftan derin duygulu ve yüksek harslı bir milletin zevklerini yapmak, diğer taraftan bizim hayatımıza temessül endişesiyle bizim zevklerimize, bizim duygularımıza nüfuz hususunda hayrete şayan bir hale sokuyorlar.” 22 “Ruslar, İstanbul’u yavaş yavaş istilâ ediyorlar.Bu bir hakikattır.Fakat kafa ve gönül yolundan!...”(4) Bu yazı üzerine,son dönemin fikir ve ilim adamlarından Mehmet Ali Aynî (18691945); ”Cevdet Bey Efendi’nin son mektubuna, “Yakup Kadrî Bey Efendi’nin Kadıköy’de gördüğü oyunlara dair,” ve “ Bize bir tarikat lâzım mı?” mesele ve sorusu üzerinde, şöyle bir “cevap”lama yoluna gider: “Papa’nın Katoliklere “Sen Fransuva Tarikatı”ne girmelerini tavsiye ettiğini haber veren Cevdet Bey’in son mektubunu okudum.Bu makalede başmuharririnizin bil-münasebe bizim tarikatlerin mahiyet ve metalibine dair verdiği bilgi dikkat çekicidir.Ancak bugüne kadar meşayihten biri çıkıp o makalenin bazı noktalarnı tavzih,ta’dil ve tenvir etmeliydi.Fakat onlar tarafından henüz böyle bir teşebbüs görülmediğinden bu husustaki hakikat ve mülahazatımın hülâsasını yazacağım.” “Evvela,şurasını arz edeyim ki Müslümanlık kendi zatında Allah’ı ve Rasul’ünü tasdikten ibaret olmakla beraber bu tasdik keyfiyeti daha sonra bir muahede ile te’yid edilmiştir.Şöyle ki mukavele pek muhataralı ve tehlikeli bir günde Müslümanlar ile Nebileri arasında akt olunmuştu.Müslümanlar o gün Rasulullah’ın elini tutarak kendilerinden ayrılmayacaklarına söz vermişlerdi.İşte onların bu samimi ittihadı kendilerini o tehlikeden kurtarmıştı.Binaenaleyh bir Müslümanın bugün sözü ,özü ve fiili birbirine uygun ve düzgün,fazilet ve istikametle nitelenmiş,sevgi ve itimada layık bir zat olup onun huzurunda o güne kadar işlemiş olduğu günahlardan sahih olarak tevbe ve nedamet ettiğine ve ondan itibaren kimseye fenalık etmeyeceğine,yalan söylemiyeceğine ,kimsenin malını çalmayacağına,kimseyi öldürmeyeceğine,hasılı her türlü yasaklardan sakınacağına dair söz vermesi ve sözünde Allah’ı,Rasulullah’ı ve Pîran-ı I’zam’dan birini şahit tutması, o birinci muahedeyi tecdit ve te’kit etmekten ibarettir.İşte şeriatın bâtını olan tarikate girmek bu demektir.” “Yoksa tekkede oturup çorba içmek değildir.” “Ondan sonra o adamın bütün fiil ve hareketleri ,o intisap ettiği zatın nezaret ve murakabesine tabi olur.Ben dünyada bundan müessir ,bundan nafiz ve feyyaz bir ahlakî rabıtanın mevcut olacağını zannetmiyorum.Yemen’de müşerref olduğum Şazelî Meşayihinden Şeyh Hammad ile Harput’ta elini öptüğüm Halidiye Meşayihinden Bedreddin Efendi Hazretleri ‘nin müntesipleri üzerinde pek mühim bir engelleyici zabıta vazifesini ifa ettiklerini fiilen gördüm.Bununla beraber bazı şeyhler bu vazifeyi ifa etmiyormuş,edemiyormuş,bu o kural ve kurumların kusuru değil,belki o şeyhlerin ehliyetsizliğinden doğmaktadır.Eğer o şeyhler tarikatın ruhunun icaplarından olduğu üzere irşada,ahlakın süslenmesine,karşılıklı yardımlaşmaya,insan oğluna şefkate ve insanlar arasında dostluk ve sevginin sağlanmasına ve insanların arasını bulmaya ait vazifelerini ifa etmiş olsalardı,Cevdet Bey Efendi’nin gerekli görüp,arzuladıkları sonuçlar ne kadar feyizli bir şekilde gerçekleşmiş olurdu.Hasılı yine tekrar edeyim:Hangi tarikat olursa olsun o muahede yenilenirken “Ben dünyadan kaçacağım, yalnız bir lokma ve bir hırka ile yetineceğim.” diye bir teahhütte bulunamaz.Eğer öyle olsaydı o büyük, ma’mur ve çorbası bol Astane/İstanbul’un dergah ve zaviyelerini kimler inşa ettirecekti? Süleyman a.s. saltanatla nübüvveti bir arada topladığı gibi Ehlullah’ın bazı büyükleri de servet sahibi idiler.” _______________________________ (4) Yakup Kadrî, Kadıköy’de bir müsamere; İkdam, 11/02/1337(1921), sayı:8592, sh:3, sütun:1-2. 23 “Gelelim şimdi Yakup Kadrî Bey Efendi’nin geçenlerde Kadıköy’de temaşa ettiği oyunlar hakkındaki mülahazalarına: “Muhterem Edîb’e o kadar büyük bir ruhanî sefa sağlayan bu oyunlar vesilesiyle derim ki: “Ey Bey Efendi!...Farz ediniz ki Ayasofya Camii’ndesiniz.Tepenizde 50 metre yüksekliğinde muazzam ve muhteşem bir kubbe var. Etrafınızı sanatın şaheserlerinden sayılan heybetli ve gönül çekici sütunlar sarmış, başınızın üzerinde binlerce kandil yanıyor, sağınızda solunuzda önünüzde arkanızda sizin gibi pak ve temiz binlerce insan dizilmiş, hepiniz birden kıbleye yönelmiş olarak huşu içinde bekliyorsunuz.Derken ta önde bir adam bir kumanda ile sizi toptan kaldırıyor, biraz sonra ikinci bir kumanda ile yine hepiniz büyük bir intizam ve ihtiram ile eğilip,o mağrur ve bülend alnınızı kulluk ve mahviyet toprağına sürüyorsunuz.Bir müddet böyle mütevazi ve hakir bir şekilde kaldıktan ve yalvardıktan sonra yine insanlık haysiyet ve şerefinize layık olduğu vech ile irkilip kalkıyorsunuz.” “Acaba kamil ve mutlak eşitliğe tabi muazzam bir cemaatın “muayyen mekan ve zamanlarda” böyle peşi sıra ve düzenli olarak hareketlerindeki kuvvet ve azametin ruh ve manasını o Moskof Efendi’nin size gösterdiği hareketlerle mukayese buyurur musunuz?” “Muntazam ve muttarit hareketlerin muayyen vakitlerde ve bilhassa toplu olarak ifasındaki büyük medenî faydaları herkesten evvel ve herkesten ziyade takdir buyuran Nebi-i Hâkîm bu sebeble namazı dinî ibadetlerin en önde geleni ve en önemlisi olarak Hak tarafından emir buyurmuşlardır.” “Hasılı mürettep bir usul ve kaideye uygun olarak yapılan hareketlerin insanda ruhanî bir tesir yaptığını bilen Pîran-ı İzam da vaz ettikleri tarikatlerde bu cins hareketleri iltizam etmişlerdir.Vakıa İstanbul’da zahir uleması “Bunlar rakstır.” diyerek şiddetle men-ı kıyam etmişlerdir.Hatta tekkeleri yıkmaya karar vermişler.Ötekiler de “Hayır, bunlar raks değil, sema’ ve devrandır.” demişler.Her iki taraf sayısız kitaplar yazmışlar,fetvalar almışlar.Fakat isim kavgasından ne çıkar,işin hakikatı bence şudur: “Bir çok kimse ile elele tutarak bir halka olmak, hep beraber dönmek, dönerken öne arkaya ,ya sağa veya sola doğru sallanmak ve bu hareketleri muttarit/peşi sıra ve ahenkli kurallara tatbik ile ve bir şeyhin kumandasına imtisalen İlahî nağmeler işiterek yapmak Lâhutî bir rakstır.Fakat raks lâfzını komedyenlerin oyunları gibi nefsanî oyunlara tahsis ettiğimizden ötekilerine sema’ ve devran demişlerdir.Pek alâ .İşte bu sema ve devran esasında hasıl olan ruhanî sefanın diğer hiçbir zevkle mukayesesine cevaz yoktur.Gerçi saçları kokulu,ve vücut deliklerinin her tarafından sarhoş edici ve şehvet-engiz rayihalar yayılan müstesna bir dilberin belinden sarılıp ,göğüs ğöğüse sıcak,müzeyyen ve münevver bir mecliste dönmek,sıçramak da pek büyük bir lezzet ve safa olduğuna şüphe yoktur.Fakat bu pek şeytanî ve düzahî/cehennemî bir lezzettir.Çünkü bunun içinde kıskançlık,hırs,haset,kin,intikam,hile ve şeytanlık gibi insanı ezen,kemiren çeşit çeşit rezaletler vardır.Ve bunların arkasından nice nice şenaat ve rezalet ve bazan da cinayetler vuku bulmaktadır.Tabiî Frenkçe romanlarda bunların türlüsünü görüyoruz.Fakat bizim sema ve devranlarımızda yalnız nezahet ,yalnız safvet ve yalnız samimiyet ve lahutiyet vardır.İnsanı yükselten,temizleyen öyle bir muhit içinde insan yalnız Rahmaniyetin en yüksek ve leziz safhaları ile sermest olur.” “Her gün sabahtan akşama kadar hayatın nice nice saldırı ve imtihanlarına tesadüfle bazan kendinden de, dünyadan da bezen biçare insanların öyle bir safa dolu ruhanî meclise gelip bir müddet kaldıktan sonra orada ne kadar büyük bir cesaret ve ne kadar şevk ve ümit,kalp huzuru ve teselli ile çıkacağını tasavvur ediniz.Bizde tekke ve tarikat deyince hatıra mutlaka atalet ve mutlaka başkalarının kesesinden kibarca geçinmek gibi bir şey geliyor.Binaenaleyh bu ifademde tabiî suistimalleri ve sui-tevilleri dikkate almamış oluyorum.Ve bundan dolayı şu tarikat aleminden ruhu büyük,azîm ve iradesi büyük bir 24 adamın yetişerek sönmüş emellere,donmuş kalblere yeni bir heyecan ve hararet nefh etmesini şiddetle temenni ederim.” “Vaktiyle bazı pehlivanlar bir kılıç vuruşunda koca bir atlıyı başındaki tolgası,arkasındaki zırhı ve altındaki atıyla beraber ikiye biçermiş.Bunu mübalağaya yormamalı.Zira bir kaç sene evvel Bağdat’ta vefat eden Dağıstanlı merhum mücahit Muhammed Fâzıl Paşa da çengele asılmış üç-dört koyunu bir kılıçla ikiye biçerdi.Ancak o kılıçla cılız ve dermansız bir adam bir ağaç dalı bile kesemez.Acaba onun bu başarısızlığını kılıcın demiri fena olduğuna veya ağzı körleştiğine mi yoracağız? Haşa,bu başarısızlık onu kullanan bilekteki acizliktendir.O halde en geniş bir çember olan tarîk-i Muhammedî ile onun içinde mahfuz bulunan diğer tarikatlerin hepsi insanlığın saadet ve selametini omuzlayan kural ve adabı ihtiva etmekle beraber onların feyzini çıkaracak ancak bizleriz.Sözün özü, ne Cevdet Bey’in tavsiye ettiği yeni bir tarikat icadına ve ne de Yakup Kadrî Bey’in bahs ettiği hareketlere imrenmeye lüzum vardır.Hemen biz elimizdeki nimetlerin hakkını vermeye aşkla teşebbüs edelim!...23 Şubat 1337” (5) Bu tartışmaların sürüp gittiği yılları bir düşünün...Nelerle uğraşıyordu, münevver tabaka! Ve bu tartışmada,en sağlıklı yönü yakalayıp sürdüren M.Ali Aynî iken, ne acıdır ki, birkaç yıl sonra ülke yeni bir “devrim” sürecine girerken,dün ne söylenmişse daha sonra tamamen aksini yapmışlardı. _________________________________________ (5) Mehmet Ali Aynî , Bizdeki Tarikatler; İkdam, 25/02/l337(1921), sh:2, sayı:8606. *(M.Ali Aynî, sadece bu makale ile yetinmemiş, çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı yazıları bir kitap haline getirmiş ve “İntikat ve Mülahazalar” adı altında yayınlanan eserinde; dinî,felsefî, tasavvufî, ahlakî ve edebî konuları işleyip, aynı şekilde Fuat Köprülü, Yakup Kadrî ve “Mahkeme-i Temyiz azası” Nazîf Bey’e gereken cevapları vermiştir:Sema’ ve Devran (sh:145-154),Tasavvuf Meselesi (155-189), Yakup Kadri Bey Efendi’ye: Bize hangi ahlakı tavsiye ediyorsunuz? (206-211), başlıklı yazıları ile gereken ilmî cevapları vermekten çekinmemiştir.”(Kitabhane-i Sudî 1339-1923/İstanbul) 25 İSLAM ve “KATOLİK “ TARİKATLER Bu “tarikat” tartışmasına katılanlardan biri de Köprülüzade Fuat (1890-1966) olmuştur.Onun “genç bir müderris” olarak,tasavvuf tarihi konusunda,-Veled Çelebi ( İzbudak,1869-1953), Mehmet Ali Aynî, İzmirli İsmail Hakkı Bey (1869-1946) Efendilerebir hitabı ile kitabî çalışmalara önem verilerek,Katolik Enstitülerinden kendi tarihimizi öğrenmek gibi bir gafletten kurtulmuş olacağımıza işaret eder: “İslam kavimlerinin tarihine, dinine, edebiyatına, ruhî ahvaline ulaşan biilgi sahibi olmak için tetkik ve ta’mimi gereken marifet sahalarından biri de “Tasavvuf Tarihi”dir.Tasavvuf cereyanlarının İslam aleminde asırlardan beri ne kadar kuvvetli etki yaptığını, İslamî hayatın her noktasında nasıl bir etkili amil olduğu düşünülürse, “Tasavvuf Tarihi” vücuda gelmeden “İslam Milletleri Tarihi”nin gereği şekilde yazılamayacağı derhal teslim olunur.Gerçekte bir taraftan “kelam”,diğer taraftan “felsefe” ile gayet sıkı münasebeti bulunan “tasavvuf”,edebiyat aleminde gayet kuvvetli tesirler vücuda getirmek suretiyle zevk üzerinde etkili olduğu gibi halk arasında yapılmak suretiyle pek mühim ictimaî teşkilat şeklinde de meydana çıkmıştır.İslam Milletleri arasında halâ bugün bile hükümran olan muhtelif tarikatlerin ,asırlar esnasında oynadıkları rollerin önemi izahtan müstağnidir.Aynı zamanda fikrî,edebî,hatta bir çok defalar siyasî bir mahiyeti haiz olan bu roller etrafı ile tetkik ve tahkik edilmeden İslam Tarihi’ni anlamak imkansızdır,diyebiliriz.” “Bir misal olarak kendi tarihimizi gösterelim: “Osmanlı Tarihinin ilk safhalarını,hatta daha umumî olarak,Anadolu’da Türklerin nasıl ve ne suretle yerleşip yaşadıklarını anlamak,o devirdeki tasavvuf cereyanlarını bilmeksizin nasıl kabil olabilir? “Babaîlik” hakkında sarih bilgiye sahip olmadan “Ahîlik” namı altında bütün Anadolu’yu asırlarca kaplayan teşkilat şebekesini öğrenmeden,”Bektaşî”, “Mevlevî” tarikatlerinin menşe’ ve inkışafı hakkında gerekli ve müsbet bilgi edinmeden Osmanlı Tarihi araştırmalarına başlanabilir mi? Sonra X. Asra kadar Osmanlı Tarihi’nde sık sık gördüğümüz dinî-siyasî kıyamlar, tasavvuf tarihi ve tasavvufun Türkler arasındaki tesirleri bilinmeden bir muamma şeklinde kalmaz mı?Bu mühim meseleler karşısında “Tasavvuf Tarihi”nin önemini tasdik etmeyecek ve bu husustaki bilgisizliğin diğer tarih şubelerini tetkik için ne kadar zararlı olduğunu itiraftan çekinecek hiçbir tarihçi yoktur.Bu ufak misal bize “Tasavvuf Tarihi” tetkikatının,etnografik araştırmalar hususundaki önemini de anlatabilir.Bugün memleketimizde “Kızılbaş,Tahtacı,Babaî... “ gibi ünvanlar altında mevcut bir takım mühim itikadî zümreler vardır ki memleketimizi tanımak ve idare edebilmek için bunlar hakkında “Etnografik” tetkikat icrasına er-geç mecbur olacağız.Bunu biz yapmasak bile her halde Avrupa uleması mutlaka buna tevessül edeceklerdir.İşte tasavvuf tarihinin ve bilhassa Türkler arasındaki tasavvuf akımları araştırmalarının bu hususta büyük faydası olacaktır.Anadolu’da daha Selçuklular zamanından başlayarak X. Asra kadar pek mühim tezahürat meydana getiren,fikrî,edebî,siyasî bir çok neticeler doğuran dinî hareketler hakkında yapılacak ciddî bir tetkik tarihi ,bugünkü etnografların doğru müşahedelerde bulunabilmeleri için en büyük yardımcı olacaktır.Böyle bir tarihî esasa istinat edilmiyerek yapılan etnografik tetkiklerin ne kadar yanlış olduğu şimdiye kadar bir çok defalar tezahür ve tebeyyun etmiştir.” “İslam Milletlerinin psikolojisini anlamak isteyen Avrupalılar,bu hususta belki en mühim bir vasıta olan “Tasavvuf Tarihi” tetkiklerine senelerden beri büyük bir ciddiyetle devam etmektedirler.İlk zamanlarda gayet basit ve ibtidâî mahsuller vücuda getiren hatta bir aralık yolunu şaşıran bu cereyan, bugün doğru yolunu bulmuştur.İlk zamanlarda birden bire terkibi mahsuller vücuda getirmeye ve meseleyi az bir zaman içinde suhuletle hal ve intaca çalışan araştırmacıların iflasından sonra son 25 seneden beri ayrı ayrı ve kılı kırk 26 yararcasına tahlilî eserler vücuda getirmeye çalışılıyor.Tasavvuf Tarihi hakkında pek ciddi mesaide bulunan “Massignon”un itirafı vech ile henüz “Umumî ve terkîbî bir tasavvuf tarihi” vücuda getirilemez.Bu husustaki tetkikat henüz böyle büyük bir iş için yetersiz bulunuyor.Lâkin bir taraftan eski tarihî kaynakların neşri,diğer taraftan muhtelif tarikatler ve büyük mutasavvıflar hakkında ayrı ayrı tetkikat icrası suretiyle,istikbal için hazırlanılmaktadır.”Massignon”un ,mesela “Hallac-ı Mansur”hakkındaki tetkikatı,”Klerman Hoovar”ın “Mevlevilik” hakkında en mühim kaynaklardan biri olan “Eflakî Menakîbi”ni terceme ve neşre başlaması ve daha bu kabil mesaî ,ilerde vücuda gelecek bir “Tasavvuf Tarihi” için çok kıymetli kaynaklardır.Müsteşrikler arasında Türkler’e ait tetkikatla uğraşanlar pek sınırlı olduğundan,bizzat çalışarak Türkler arasındaki tasavvuf tecelliyatı hakkında araştırma yapmamız elzemdir.Bizim “Yesevilik Tarihi” hakkında ve bilhassa Anadolu’daki tasavvuf cereyanları hakkında ayrı ayrı tarihî tetkiklerde bulunmaya çalışmamız bu marifet sahasının fevkalade öneminden ve edebiyat tarihi ile olan samimi bağlarından ortaya çıkmaktadır.”Babaîler, Ahîler, Kalenderîler, Abdallar, Bektaşîler, Hurufîler, Kıazılbaşlar...” gibi muhtelif zümreler hakkında icra ettiğimiz tetkikat,eğer intişar edecek olursa ,bütün kusur ve noksanlarıyla beraber umumî tasavvuf tarihinin mechul bir faslını oldukça aydınlatmış olacaktır.Yalnız Anadolu Türkleri Tarihi için değil,Anadolu’da icra edilecek müstakbel etnografik tetkikat için de bir esas teşkil edeceğini tahmin ettiğimiz bu eser maalesef şu andaki şartlar dahilinde gayr- matbu kalmaya mahkumdur.Veled Çelebi, Mehmet Ali Aynî, İzmirli İsmail Hakkı Bey Efendiler gibi ihtisas sahiblerinin tasavvuf tarihi hakkında icra ettikleri mühim tetkikler de maalesef aynı sebeplerden dolayı yayınlanmamış kalıyor.Evkaf veya Meşihat-ı İslamiye bu gibi mütehassislerin kıymetli yardımlarını temin ederek tasavvuf tarihi hakkında tetkikat ve neşriyat icrasına teşebbüs ederlerse ,omuzlarına düşen önemli bir vazifeyi ifa etmiş olurlar.İslamî tarikatlere hizmet “Meclis-i Meşayih” adı altında idarî bir meclis teşkili ile değil, asıl bu gibi ilmî hizmetlerle olur.Yoksa bu lâ-kaydi durum böyle devam ederse ,tasavvuf tarihini de diğer şeyler gibi yabancılardan öğrenmek elîm mecburiyetinde bulunacağız.” “Makam-ı Meşihat,İslam gençlerinin tasavvufu,Katolik Enstitülerinin neşriyatı sayesinde öğrenmelerini tecviz ediyorlarsa, şimdiki lâ-kaydi durumunda pek ala devam edebilir ki biz buna inanmak istemeyiz.”(6) Sen misin,böyle yazan? Hemen Faut Köprülü’ye “İkdam”da cevap verilir ve hiçbir milletin “dinî hayatını” hiçbir yerden alamıyacağını ifade eden bir üslup kullanılır.Yazı,üslup itibariyle ağır,fakat “tasavvuf tarihi” bakımından ilmî derinliklere dayanması,yazıyı “İstanbul-Cerrahpaşa”dan gönderen zatın,iddialarında ciddiye alınacak doneler ileri sürüyordu: “Bir millet iktisadî ihtiyaçlarını,hatta aklî maarifini hariçten tedarik edebilir.Fakat dinî hayatını (bir) başka yerden alamaz.Milliyetini ancak manevî kaynaklarından sızan duygularla tatmin edebilir.Şunun bunun ihsan sofrasından dökülecek kırpıntılara gözlerini dikmiş olan millet aç kalır.”Ana sütü ile beslenmeyen çocuklar zor yaşar.” diyorlar.” “Fuat Köprülü Bey’in “Dersaadet” Gazetesi’nin 29 Teşrinievvel 1336(1920) tarihli sayısında yayınlanan “Tasavvuf Tarihi”başlıklı makalesinde iki noktayı dikkate şayan gördüm.Bunlardan biri Babaîler, Ahîler, Kalenderiler, Abdallar,Bektaşîler,Hurufîler, Kızılbaşlar gibi muhtelif zümreler hakkında icra ettikleri tetkikatın tasavvuf tarihini tenvir edeceği;diğeri de Mansignon’un Hallâc-ı Mansur hakkındaki tetkikat ile (Kleman Hovar)’ın “Mevlevilik” hakkındaki “Eflakî Menakîbi”nin pek kıymetli kaynaklar olacağı fıkralarıdır.” _________________________________ (6) Köprülü-zade Mehmet Fuat,Tasavvuf Tarihi;Darü’l-Fünûn Türk Edebiyatı Tarihi müderrisi,Dersaadet (Gazetesi),sayı:106,29 Teşrinievvel 1336(1920),sh:2. 27 “Babaîler,Batınîler, Noktavîler,...Tahtacılar,Mum Söndürenler ile daha bilmem kimler dahi ilave olunduğu halde bunların Sofiye,yahut Mutasavvife ile bir münasebeti yoktur ki haklarında icra edilen tatbikatın tasavvuf tarihini tenvir etmesine ihtimal verilebilsin. Bu cihetle icra edilmiş olan tetkikat olsa olsa zenadıka ve melamedi tarihini aydınlatabilir.” Ecnebi kaynaklara müracaat noktasında ısrar edilecek olursa ve böyle bir tarih her halde Avrupa zihniyetiyle yazılırsa,bunun İslamiyet aleyhinde zenbereği kurulmuş bir makineden başka bir şey olamıyacağı tabiidir.” “Gerçekte tasavvuf tarihi yazmak kolay bir iş değildir.Zındıklaşmış mutesavvife sözleri ile ihtilat etmiş olmak itibarıyla pek girintili çıkıntılı,son derece özentili bir şeydir.Buralarının farkında olan Müsteşriklerin böyle bir ucu bucağı olmayan bir maarif denizinde, nasıl müşavirlik edebileceklerini henüz kararlaştıramamış olması da meselenin önemini gösterir.” “Maamafih Avrupa kütuphanelerine hicret eden İslamî eserlerden istifade etmek ihtiyacından müstağni değiliz.mümkün olduğu kadar onları v e elde bulunanları tetkik ederek muhteviyatını anladıktan ve daha sonra Avrupa’nın bir dereceye kadar tarafsızlığına emin olacağımız ulemasından da efkar ve mütalaalarını dinledikten sonra ilmine uygun bir tarih vücuda getirilebilir.Bir ilmin tarihi,o ilmin mahiyetini tetkikteki mükemmeliyeti ile mütenasip olur.Bu güçlükleri göze aldırmayacak olursak “Ko desinler Şah, bu dağın bağı var.” meşhur sözüne uygun bir hakikatsızlıkla karşılaşmış olacağız.” “Tasavvuf tarihinde en fazla dikkat nazarına alınacak nokta,Sofiye-i Sünnet ve Sofiye-i Hikmet ile zındıklaşmış mutasavvifenin farkını bulmaktır.O vakit İslam tasavvufunun ne kadar dakik ve rakik olduğu ve bunun manevî hayatımızla ne derece alakadar bulunduğu meydana çıkar.Bu babta gösterilecek marifet ,tasavvufu,zenadıka ile karıştırmakta değil,bunları karşılaştırmaktadır.” “Tasavvuf tarihi yazmanın ne kadar müşkil bir mesele olduğunu Fuat Bey Efendi,haşa,bilmiyor,diyemem.Tasavvuf tarihinin siyaset ve edebiyat tarihimizle de şiddetli bir bağı bulunduğunu takdir ediyor.Fakat her tarih,başta kendi alanı içinde muhakeme edilir.Bilhassa tasavvuf avam-ı nas (halk tabakası) için değil,ümmetin havassına mahsus bir ahlakî terbiye usulüdür,ahlak demektir.Ahlak sahibi olmanın tarzı ise adamına göre hükmü değişir.Havassın maneviyatı bir yaygı gibi ortaya serilemez.Esasen esrarengiz bir şekil almış olması da bundan doğuyor.Bundan dolayı ecnebiler ve bizim bir çok gençlerimiz İslamiyette gizli kapalı bir şey var zannıyla kuşkulanıyorlar.Halbuki bu hususiyet insanların kabiliyetinin ahlaklaşmasından doğan bir zarurete müstenittir.Ve bütün münzel kitaplar ve ilahiyat ile meşgul olan eski hükema buna riayet etmiş,hatta Eflatun öğrencisi Aristo’yu İlahî bilgileri herkese söylemiş olmasından dolayı muaheze etmişti.Tasavvuf dilinde bu tarz beyana “Avam-hitap” tabir ederler.Ekser sofiyye avam tarafından irat edilen sorulara:”Sorunuzun cevabı,korunmasıyla yükümlü olduğum bir hakikate taallük ediyor.”derler. Buna da “Emanetullah” adını verirlerdi.Fakat bir kısım sofiye bu hususiyetin muhafazasının devamında bir takım mahzurlar gördüler.Bu konuda zuhur eden çirkin anlayışlara (sui tefehhümlere) karşı bazı ıstılahlar vaz’ıyle kitaplar telif ettilerse de daha sonraları İslamın safvetini bulandırmak maksadıyla tasavvuf yoluna giren Melamite yine suistimalden geri durmadılar.Bu cihetlerin açıklık kazanması için her sınıfın sofiye ıstılahatını bu gibi manalarda kullandıklarını bilmek iktiza eder.” “Tasavvufa dair ilk kitap yazmak lüzumunu hisseden Zünnun-i Mısrî ‘dır.Vefatı 245 hicrî yılına tesadüf ediyor:(Miladî.859).Hicrî 291 (m:903)’de rihlet eden Amr bin Osman el-Mekkî de tasavvufa ait mühim kitaplar telif etmişti.Fakat tasavvufu ilmî bir düzen içinde tesbit eden Seyyidu’t-taife Cüneyd-i Bağdadî ‘dır:(V:298,M:910).Cüneyd-i Bağdadî,Sofiyye-i Sünnet’ten idi.”Sofiye-i Sünnet” demek,ahlakî muamelat yoluna devam eden İslam ulemasıdır.Bu bakış açısına göre,tasavvuf,taammuk (derinleşmek) demektir.Din 28 işinde derinleşme ve tefakkuh (derin fıkıh bilgisine sahip olmak) manasında kullanılır. Hamlden başka amelde de çalışan,yani İslamiyeti fikirlerde de yaşatmak cihetini gerekli görenlere “Sofiye- Hikmet” derler.Bunlara göre de tasavvuf,muhakkak ile tarif olunur.İslamiyeti hâl ve fikir olarak hakikatlendirmek manasını kast ederler ki her ikisinin maksadı da dini ruhlarda yaşatmak esasını takibe matuf bir ahlaklanma yoludur.” “Cüneyd-i Bağdadî tevhid ve tasavvufa ait gayet ihtiyat ile söz söylerdi.İlmî tetkiklerine tilmizlerinin/öğrencilerinin eserlerinde tesadüf olunur.Zahirî ilimlerde de yed-i tulası/çok geniş bilgisi/olduğu için Müşarü’n-ileyh Hazretleri’ne “Seyyidü’t-Taifeteyn” derler.Asrında hiçbir alim yoktur ki Cüneyd’i ziyaret etmesin.Sofiyye’nin meşhurlarından kimse yoktu ki kendisinden hırka,irade,sohbet nisbetlerini almış olmasın.” “Tilmizlerinden h.305(m.917)’de rihlet eden Ebu Abbas Ahmet bin İmran adlı zat Şiraz’da Sofiye’nin usul ve mertebelerini neşr ve tamim etmiş,eserlerinde tasavvufun şer’î nasslarla isbatı cihetlerini ayrıntılarıyla göstermiştir.” “H.320(M.932)’de rihlet eden diğer öğrencisi Vasıtî kadar tasavvufa dair tafsilat veren yoktu.Asrında Cüneyd’den sonra zahir ve işaret ilminin İmam-ı Müşarün-bi’l-benanı (parmakla gösterilecek imamı)idi.” “Diğer öğrencisi Ebu Bekr Şiylî (Şiblî?) zahir ilminde de pek büyük bir zat idi.Fakat şeyhi ve sairleri gibi değildi.Ahvalinin ilk dönemlerinde bir çok boş sözlerde bulunduysa da makam sahibi olunca hali değişti.Şiylî gayet açık sözlüydü.Cüneyd gibi ihtiyata riayeti yoktu.”Hakikat,hakikattır.Bunu herkesin bilmesi lazım gelir.” derdi.” “H.328(M.939) ‘de rihlet eden Ca’fer Halidî’nin 200 kadar meşayih divanı topladığı,445 (M.l053)’de Şeyh Ali Şirazî ‘nin 30 000 miktarında sofiye menkıbeleri topladığı düşünülürse,sofiyenin eserlerinin şimdiye kadar ne sayıya ulaştığı anlaşılır.” “1X. Hicrî asırda “tasavvuf” lafzının tarifleri iki bini aşmıştı.Bu genişliği tasavvur eden makale sahibi:”Meşihat’ın önderleri, İslam gençlerinin tasavvufu Katolik Enstitülerinin yayınları sayesinde öğrenmelerini gerekli görüyorlarsa, şimdiki durumda pek ala devam edebilir.Biz buna kail olmak istemeyiz.” diyor.Ve bu kutsal hamiyet duygusu ile ulemanın ilmî desteklerine ihtiyacını ortaya koyuyor.” “Fakat tasavvuf tarihinde “Tarih-i Siyasî Encümeni”nin akibetine uğramamak için 3’er mütehassisten kurulu 4 heyet seçilerek bunlardan; biri, Istılahat-ı Sofiye’nin tarif ve tertibine;ikincisi,İlmiye tariki silsileleri ile sofiyenin meşhurlarına ait hal tercemelerinin cem ve telfîkine; üçüncüsü,zındıklaşmış mutasavvifenin taklitlerinin tayini ile bu konuda İslam aleminde oynanan rollerin yazılmasına;dördüncüsü,sofiyenin eş’ar ve edebiyatının tedvinine tahsis edilirse ve her encümenin vücuda getireceği eserin nihayet 20 formayı aşmaması cihetlerine de itina kılınırsa az bir zaman içinde gayet faydalı ve muhtasar, münakkah/ süzülmüş/ bir tasavvuf tarihinin vücuda gelmesi işten bile değildir.Belki de bunların çoğu ehli ve erbabı tarafından ihzar edilmiştir.Bu suretle hem meşayih-i kiramın ulvi mevkileri tayin edilmiş olur,hem de tevcih-i meşihat için verilecek imtihanlara bir zemin-i cereyan hazırlanmş olur.Tasavvuf da bu sayede şunun bunun pek hoş ve pek beyhude olan dırdırlı muahezelerden /sorgulamalardan/ kurtulur.”(7) Bu makale yazarının ileri sürdüğü tekliflerin ciddiyeti olarak,Fuat Köprülü de tekrar konuya geri dönüp; “Nazif Bey Efendi’ye!...” diye bir ciddiyet havası içinde,bu tasavvuf kültür,tarih ve edebiyatı kadar şiiri üzerinde ,tarihimizden gelen “sivil toplum kültür ve ürünü hakkında” gereken sonucun alınabilmesinin tek çaresi “asrî bir tarihçi zihniyeti”ne sahip olmaktır.Köprülü-zade Fuad’ın isbat etmek istediği iddia budur: ______________________________ (7) Cerrahpaşa’dan Nazîf, Tasavvuf Tarihi münasebetiyle;İkdam,20 Teşrinisani l336(1920),sh:3 29 “Tasavvuf cereyanı,İslam tarihinde eskiden beri büyük bir rol oynadığı halde henüz memleketimizde bir tasavvuf tarihi yazılamadığını,ve bunun yalnız felsefe ve kelam tarihi ile değil,siyasî tarih ve edebiyat tarihi ile de pek yakından ilgili olduğunu göstererek Makam-ı Meşihat’ça bu ihtiyacın tatminine çalışılması lüzumunu “Dersaadet” Gazetesinde münteşir bir makalemde ileri sürmüştüm.Zât-ı âliniz “İkdam”ın 20 Teşrinisanî (Kasım) sayısında bu makalenin başlıca iki noktasına itiraz buyuruyorsunuz: “1) Babaîler, Ahîler, Kalenderîler, Abdallar, Bektaşîler , Hurufîler gibi muhtelif zümreler hakkında hazırlamış olduğum tetkikat,fikr-i âlinizce tasavvuf tarihi değil, zenadıka /zındıklar/ ve melâhide/mülhidler-Allahsızlar/ tarihini tenvir edebilirmiş.Bunların sofiye ile münasebeti yokmuş.” “İlk önce şu ciheti itiraf edeyim ki tasavvuf tarihi hakkında incelemelerde bulunacakların kat’î olarak tasavvufculardan olmaması kanaatindeyim.Bir insan kendi terceme-i halini nasıl tarafsızca yazamazsa bir mutasavvıf da kendi mesleğini bir müverrihe/tarihçiye/ yakışacak tarafsızlıkla tetkik ve ihata edemez.Onun yazacağı,olsa olsa,bir müdafaanameden ibaret kalır.İşte bu noktadan İslamiyetteki tasavvuf cereyanını sırf bir “meslek-i felsefî” ve bir “cereyan-ı siyasî ve ictimaî” olarak bir “küll” halinde tetkik etmelidir,kanaatindeyim.Büyük ve bariz şahsiyetlerin tetkikinde bir “felsefe sistemi”şeklinde nazar-ı itibara alınmak icap eden tasavvuf,tarikatlerin tetkiki esnasında felsefî esaslara dayalı ictimaî ve siyasî cereyanlar gibi muhakeme olunmalıdır.Tasavvuf tarihini tetkik edecek kimsenin evvela araştırmaya mecbur olduğu şeyler:”Tasavvufun kaynakları,tekamül tarzı ve inkişafı,büyük mutasavvıflar ve tasavvufî zümreler arasındaki farkların mahiyeti,sofiyenin esaslarının kitap ve sünnetten iktibas edilmiş olup olmadığı” gibi temel meselelerdir.Tarih tetkikleri hakkında bugün ulema arasında kabul edilmiş usullere uyarak yapılacak olan bu araştırmaların gayesi,sofiye mesleğini müdafaa veya tahrip değil,İslam tarihini tenvirdir.Binaenaleyh yalnız “sofiye-i sünnet” ve “sofiye-i hikmet”adını verdiğiniz zahitler ve felsefeciler değil, rafizilik ve ilhad ile itham ettiğiniz şahıslar ve zümreler de ister istemez bu kadro içine girecektir.Bunları birbirine karıştırmak nasıl doğru değilse,birbirinden büsbütün ayrı şeyler farz etmek de o kadar abestir.Bu halde mesela,Babaîler,Bektaşîler gibi zümreler hakkında yapılacak tetkikatı,Bedreddin-i Simavî hakkındaki araştırmaları nasıl olup da tasavvuf tarihinin dışına çıkarıyorsunuz? Bu hususta nasıl bir mikyas kullanıyorsunuz? Sonra “Kalenderler”i bir kalemde sofiye arasından ihraç için nasıl katiyyetle hüküm ediyor sunuz?Bakınız zat-ı aliniz bile “zındıklaşmış tasavvufçular” tabiri ile,velev zındık olsalar bile,bunların yine tasavvuf dairesine dahil sayılabileceklerini ima etmektesiniz.Tasavvuf tarihi, her sofiye veyahut her tarikatı tam bir tarafsızlıkla tetkik ettikten sonra onun efkar ve esasatını ,ortaya çıkış tarzını ve inkişafını,sair sofiler veya tarikatlerle aralarındaki farkları göstermeye mecburdur.” “Eğer zat-ı aliniz yalnız “sofiye-i sünnet”i “sofiye-i safi” sayıp diğerlerini o dereceden çıkarmak,yahut zındıklık ve ilhad ile itham olunan her sofiyi ve her tarikatı tasavvuf tarihinden ihraç etmek istiyorsanız,bendeniz bu fikre asla iştirak etmem.Rical-i sofiye arasında yalnız “Cüneyd”i ve arkasından gidenleri ileri sürerek “Hallac-ı Mansur” gibi ithamlara maruz kalmış büyükleri sessiz geçmeniz,”Suhreverdi-i maktul”gibi hükema şöyle dursun, hatta “Hamdun Kassar” kabilinden“Horasan” ricalini kaale almamanız, tasavvufu kitap ve sünnet’le tamamen te’life çalıştığınızı göstermektedir.Halbuki tetkikat-ı acizaneme göre tasavvuf cereyanında en mühim mevkii işgal eden “sofiye-i sünnet “, “sofiye-i hikmet” dediğiniz zühd gibi doğrudan doğruya İslamın ruhundan fışkırmış olmayıp,muhtelif amillerin tesiri altında, hariçten gelme bir takım efkarın İslamî bir şekle bürünmesinden doğmuştur.İzmirli İsmail Hakkı ve müderris Şerafeddin Efendiler gibi İslamî hakikatlere hakkıyla vakıf fuzelanın da aynı kanaatte olmaları fikrimi büsbütün te’yit etmektedir.Yalnız kendi bakış açılarının savunulması gayesini takip eden mutasavvıfların 30 değil,biraz da din ulemasının ve tarihçilerin yazdıkları tenkitli bir bakışla karşılaştırılırsa,bu hakikat pek iyi anlaşılır.” “Tarikatleri “Hz.Ebu Bekir”le,”Hz.Ali”ye ve dolayısıyla Hz.Peygamber’e ulaştıran an’aneler tarihen kabil-i müdafaa olmadığı gibi,tasavvuf cereyanının da değil zaman-ı Nübüvvet’te,hatta Hülefa-i Raşidin devirlerinden bile çok sonra zuuhuru,bunun ne gibi harici tesirlerden doğduğunu pek ala izah edebilir.” “Mutasavvife hakkında ulema ve müverrihlerin eskiden beri perverde ettikleri efkar ve telakkilere gelince;”Mutahhar bin Tahir el-Mukaddesî “nin “Kitabu’l-Bid’a ve’t-Tarih”i gibi eski kitaplarda,mutasavvife ,sair İslamî fırkalar arasında sayılmakta ve küfur ve ibahe ile itham olunmaktadırlar:(c.5,sh:148).Bu gibi ithamlar yalnız Hallac ve Hamdun ve Beyazit-i Bestamî takipçisi olan “Malamiye”,”Hallaciye”, “Tayfuriye” gibi fırkalara değil –bilhassa Hallaciye,bütün kelam kitaplarında fırak-i dalle/ dalalet fırkaları/ arasında “Galiye” şubelerinden olarak gösterilmektedir.Zat-ı alinizce ileri sürülen “Sofiye-i Sünnet” hakkında da varit olmuştur. “ “Okuyucuları fazla yormamak için zat-ı alinize , İmam-ı Şaranî’nin meşhur “Tabakat”ındaki tafsilat (H.l316 tarihli tab’ı,c.1,sh:12-13) ile ,yine Müşarü’n-ilayhin/aynı kişinin/ “Kitabu’l-Yevakit ve’l-Cevahir”’indeki izahatı hatırlatmakla iktifa ederim:(c.1,sh:14-15).Şeriat uleması yalnız Zünnun-i Mısrî’yi değil –faziletli makalelerinde yanlışlıkla yazıldığı gibi “Seyyidu’t-Taifeteyn” değil- “Seyyidü’t-Taife,Lisanü’lKavm,A’badu’l-Meşayih” ünvanlarını alan Cüneyd-i Bağdadî’yi bile küfür ile,zındıklıkla itham etmişlerdir.(Tezkere-i Evliya,Attar,c.2,sh:6).Hatta İmam-ı Şaranî,onun tefakkuh ve tesettürünü,hazim ve ihtiyadını buna haml ediyor.İşte tasavvuf tarihi bu gibi ithamlara falan bakmayarak meseleyi büyük bir ciddiyet ve tarafsızlıkla –hücum fikri kadar müdafaa endişesinden de vareste olarak - etraflı bir surette tetkike mecburdur.Sırf ilim ve hakikat endişesiyle yazılacak olan böyle bir kitap,tasavvur buyurduğunuz gibi “tasavvufu şunun bunun muahezelerinden kurtarmak ve meşayih-i kiramın ulvî mevkilerini tayin etmek” gayelerine tamamen ilgisiz kalmamalıdır.Aksi takdirde tarih değil,müdafaaname olur.” “2)Tasavvuf tarihi hakkında Avrupalılar tarafından yapılan tetkiklerin aleyhinde bulunarak “Massignon”un “Hallac” hakkındaki tetkikatı ile “Hovar”ın terceme ettiği “Eflakî Menakîbi”nin önemini tasvir ediyorsunuz.” “Bir mesele hakkında incelemede başlamadan evvel ona dair evvelce yapılan tetkiklere müracaat aslî şarttır.Maamafih bu hiçbir zaman, her hangi bir fikir ve mütalaanın tenkitsiz kabulü manasını içermez.Bendeniz, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”ı yazarken Avrupa müsteşriklerinin tetkiklerine azamî derecede müracaat etmekle beraber, onların ortaya attıkları görüşlerin hemen yüzde doksanını müdellel bir surette red ve cerh etmekten geri durmadım.”Tasavvuf bir İslam mahsulüdür.Bu hususta ecnebilerin tetkiklerine müracaat etmeyelim.” tarzında bir düşünce fikrimce pek ibtidaî bir şeydir.Zat-ı aliniz “Massignon”un Hallac hakkındaki tetkiklerini görseniz,elbette bu mütalaada bulunmazdınız.”Kleman Hovar”ın terceme ettiği “Eflakî Menakîbi”ne gelince, Mevlevilik tarihi hakkında en mühim kaynaklardan olan bu eserin terceme ve neşri de elbette bir hizmettir.Keşki gayret sahibi biri çıkıp lisanımıza da terceme ettirip, bastırtsa...Avrupa müsteşriklerinin bu kabil hizmetlerini takdir edecek yerde, boşu-boşuna tenkit etmeyi bendeniz pek tuhaf bulurum.Biz bu hususta elimizden geldiği kadar onlara yardımla mükellefiz.Hatta “Hovar”ın terceme ve bilhassa tahşiyelerinde gördüğüm bir çok noksanları sırf bu yardım maksadıyla cem’ ve tesbit ettim.Ve yakında kendisine göndereceğim.İlim vadisinde boş, menfi tenkitlerden ziyade, ne kadar kusurlu ve naçiz olursa olsun, müsbet çalışma daha ziyade faydalıdır.Tasavvuf Tarihi ‘nin ne kadar müşkil ve uzun mesaiye muhtaç olduğunu pek iyi takdir ettiğim cihetle, tasavvuf, buyurduğunuz şekilde yapılacak bir encümenin az zaman içinde 80-100 formalık bir eser ortaya atmak suretiyle meseleye nihayet vereceğini asla ümit etmem.Şu andaki tetkiklerin ibtidaîliğine ve büyük mütehassislerden 31 mahrum oluşumuzdan dolayı, şimdilik teşkil edilecek bir encümen yavaş- yavaş lazım gelen kaynakların basımına başlar ve ayrıca da muhtelif meseleler hakkında monografiler neşrine muktedir olursa, belki yarım asır sonra böyle bir eserin vücuda gelmesi imkan dahiline girebilecektir.Yalnız şu noktayı asla unutmamalı ki “Tasavvuf Tarihi”, sofiyane bir zihniyetle değil, ancak asrî bir tarihçi zihniyeti ile vücuda getirilebilir.”(8) Bu ilginç ve tartışmalı konuya, son noktayı koyması gereken resmî bir “ilim yuvası” olan Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye olmalıydı.Ve nitekim böyle oldu.Azadan Seyyid Nesib Efendi(1872-1925), kurumun resmi yayın organı olan “Ceride-i İlmiye”de yayınladığı makale ile,”Fuat Bey”in “şahsı”ndan çok “ruhunu muhatap” kabul ederek, bu “Tasavvuf Tarihi” tartışmasına gereken cevabı vermek kadar “tenvir/aydınlatma” görevini de yerine getirmiştir.Aşağıdaki makale bile, bizim son devir ulemasının kendi alanlarında ne kadar derin bilgi ve olaylara vukufiyet içinde olduğunu gösterir . Seyyid Nesip Efendi,tarikatlerin tarihini aydınlatan eserlerin derinliklerine varan makalesine şöyle başlar: “Tasavvuf Tarihi ‘nin yazılış şekli hakkında Köprülüzade Fuat Bey’in Nazîf Bey’e cevaben İkdam’ın 2 Kanunievvel 1336 (1920) tarihli sayısında neşr ettiği makalede tasavvufun esası ile sofiye ricali hakkında dermeyan olunan fikir ve görüşlerin bu konudaki ilmî hakikatler ile telifi kabil olmadığından sırf mevzuu tenvir ve hakikatı izhar maksadıyla aşağıdaki sözleri yazıyorum.Bu sözlerimde muhatabım Fuat Bey’in şahsı değil, ancak kendisinin fikrine kail ve tarih namına öyle bir kanaatı hamil olan ruhudur ki tasavvufun mahiyeti hakkında diğerlerini yanıltmaktan kurtarmak istiyorum.Hedefim ancak hak ve hakikat, rehberim ilim ve marifettir.Muhatabım olan ruh’a diyorum ki: “Makalenizde: “Tasavvuf Tarihi hakkında tetkikatta bulunacakların asla mutasavvıflardan olmaması kanaatindeyim.Bir insan kendi terceme-i halini/hayıtını/tarafsızca yazamaz.Onun yazacağı olsa- olsa müdafaanameden ibaret kalır.İşte bu nokta-i nazardan İslamiyetteki tasavvuf cereyanını bir felsefî meslek ve bir siyasî ve ictimaî cereyan olarak bir “küll” şeklinde tetkik etmelidir.” diyorsunuz.” “Halbuki tasavvufun bir felsefî meslek olması ile bir siyasî veya ictimaî meslek olması birbirine mübayin/aykırı/mahiyetlerdir.Apaçıktır ki tasavvuf bu ayrı-gayrılığın toplamı olamaz.Tasavvufun mahiyeti bunların arasında kişileşmiş ve tayin edilmiş bir şeydir.İşte bu aykırı durumu evvela tesbit ettikten sonra tetkikata devam olunmak lazım gelir.Tasavvufun bir felsefî meslek olup olmaması ilmî tarifi ile ortaya çıkar.Binaenaleyh tasavvuf neye derler,sorusunun cevabı verilmeden, tasavvufun ilmî tarifi tesbit edilmeden onun “bir felsefî meslek veya herhangi bir şey olduğu “ sözü ilmî olamaz ve tabiatıyla tasavvuf tarihinin tetkiklerine esas teşkil edemez.” ______________________________________ (8) Köprülüzade Mehmet Fuat/Darü’l-Fünûn Türk Edebiyatı tarihi müderrisi/Tasavvuf Tarihi hakkında;İkdam , 2 Kanunievvel l336(1920),sh:3. (x) Hatıb-ı leyl:Gece odun devşiren,manasında olup tabir olarak,saçma sapan söz söyleyen,şeklinde anlaşılır./Günümüze aktaran. (xx) Maalesef “Ceride-i İlmiye”nin bundan sonraki sayılarında böyle bir izah ve cevap görülmedi./Günümüze aktaran:SA 32 “İmdi tasavvuf özel bir ilim ise, birisi; “Tasavvuf tarihi hakkında tetkikatta bulunacakların kati olarak tasavvufculardan olmaması kanaatindeyim.Zira mutasavvifeden olmayan kimse tasavvufun ne demek olduğunu layıkıyla bilemez. İkinci olarak;tasavvufun hakikî menşeini, tekamül devirlerini, ricalinin tabakalarını tanıyamaz.Tasavvuf ricalinin meslek, makalat ve efkarını,rumuz ve ilmî inceliklerini kuşatıcı bir surette anlayamaz.Binaenaleyh yazacağı tarih için zarurî olan istikameti tayin ederek incelemelerini yürütemez.Tarihini yazacağı ilmin esası hakkında ilmî basiretten mahrum bulunduğundan bütün mehaz ve bulgularında “hatıb-ı leyl”(x) misline/örneğine/ dayanak olmuş olur.Mademki tasavvuf farz ve takdirimizde bir felsefe olmuştur,her felsefede ve her ilimde olduğu gibi tasavvuf hakkında da sağlam tarihî sonuçlara vasıl olmak için tarihi yazan adamın tasavvufta ihata ve ihtisas sahibi olması lazım gelir.Binaenaleyh tasavvuf tarihini yazmak bir ihtisas meselesidir.Tasavvufun ihtisas sahiblerinden olmayan kimselerin yazacağı şey hiç kimseyi tatmin edemez.Tamamiyle habersizce ve tahakküm edercesine bazı boş sözlerden başka hiçbir şey ihtiva edemez.Hakimler bile muhakemelerde dava olunan vukuatı şahitlerden sorarlar.Şahit,olayları bizzat müşahede ve muayene etmiş olan kimselerdir.İlim veya sanatta veya sair hususlarda ihtisas meselelerini de vukuf sahibi ve ehl-i hibreden/bilirkişiden/sual ederler.İlmin ihtisas erbabı ise hem tarihî olaylarını bizzat muayene ve müşahede etmiş olmaları itibarıyla vukuatın şahidi hem de ilmî yönleri hakkında sürekli tetkikleri hasebiyle vukuf ve hibre sahibidirler.Çünkü mutasavvıfenin tasavvuf tarihi hakkındaki beyanatı şahsi bir terceme-i hal yazmaya değil,müşahedelerini beyan ve malumatını ifade olmak itibarıyla şahitliğe kıyas olunmak lazım gelir.Ve mutasavvıfenin tasavvuf tarihi hakkında yazacağı şey müdafaaname değil, şehadetname olur.Öyle ise tasavvuf tarihinin ilim namına tarafsızca yazılması için o ilim erbab ve ulemasına terk olunmalıdır.Aksi takdirde başkasının yazacağı şey,ithamname olur,derse,ne buyurur sunuz?” “Makalenizde; “Büyük ve bariz şahsiyetlerin tetkikinde bir “felsefe sistemi” şeklinde dikkat nazarına alınmak icap eden tasavvuf,tarikatlerin tetkiki esnasında felsefî esaslara müstenit ictimaî ve siyasî cereyanlar gibi muhakeme olunmalıdır.”diyorsunuz.Bu sözlerinizde isabetiniz mesellem değildir.Başta söylediğim gibi tasavvufun ihtisas erbabı katında müsellem olan ilmî bir tarifini kayt etmeden onun bir felsefe sistemi olduğuna okuyucularınızın kanaatini celp edemezsiniz.Bu iddianızın hılafını isbat edecek burhanın/delilin katî olarak yokluğundan emin misiniz? “ “Sofiye kitaplarının usulünden sayılan “Risale-i Kuşeyriye”nin “Tasavvuf Babı”nı,”Fütuhat-ı Mekkiye”(cild:2) tasavvuf makamının marifeti hakkında olan “62.Bab”ını; “Suhreverdî’nin “Avarifu’l-Maarif”inde “mahiyet-i tasavvuf” hakkındaki “Bab-ı Hamis”i ve “et-Taarruf ve’t-Tasavvuf”u; “İbni Hacer Haytemî’nin “Fetava-yi Hadisiye”sinde (sh: 339’da), “Suile...” ibaresi ile başlayan bahsi; “İbni Haldun “Mukaddime”sinde ,on birinci fasıldaki “ilm-i tasavvuf”u; “Seyyid Şerîf Cürcanî’nin “Ta’rifat”ında ve “Fütühat-ı Mekkiye”de münderiç sofiye ıstılahlarının şerhine dair olarak Şeyh Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin eseri olup ,Seyyid’in “Ta’rifat”ının sonunda basılmış olan “Ta’rifat”ta “et-Tasavvuf” hakkındaki izahatı ile “Fütühat-ı Mekkiye” (c.1,sh:37)’nin “Mukaddimetü’l-Kitab”ını tetkik ve mütalaa buyurdunuz mu?Bunları tamamiyle tetkik ve ihata buyurursanız,tasavvufun İslam’da ve ihtisas sahibleri katında sizin iddianızın hılâfında olduğunu anlarsınız.Usul kitaplarında fıkhın İmamı A’zam tarafından “Ma’rifetü’n-nefsi mâ leha ve mâ aleyha/ Kişinin kendi lehinde ve aleyhinde (olan) şeyleri bilmesidir.”diye mutlak olarak tarif olunarak tasavvufun 33 fıkha ithal ve tasavvufa fıkıh ıtlak olunduğu hakkında ki ulemanın izahatını tetkik ederseniz,tasavvufun İslam’daki mevki ve manasını daha yakından tanımış olursunuz: “Vicdanî işlerde leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmektir ki o da ahlak ve tasavvuf ilmidir.Ve Ebu Hanife, kapsamını murat ederek “amelen” kelimesini eklemek suretiyle ,leh ve aleyhinde olan ilmi,fıkha ıtlak etmiştir.Ve böylece kelam, fıkh-ı ekber (diye) adlandırıldı.”(Tavzîhu ale’t-Tenkîh, c.1,fî tarifi’l-fıkh)” “Bu kaynaklar tasavvufun ilmî mahiyetini tayine yeterlidir.” “Makalenizde; “Yalnız kendi nokta-ı nazarlarının müdafaası gayesini takip eden mutasavvıfların değil, biraz da din ulemasının ve tarihçilerin yazdıkları,tenkidi bir nazarla karşılaştırılırsa,bu hakikat pek iyi anlaşılır.” diyorsunuz.” “Tasavvufun bir felsefe sistemi, bir siyasî cereyan olduğunu beyan eden din uleması ve tarihçiler kimlerdir?” “Tasavvufun,fıkıh ilminin bir şubesi olduğunu beyan eden İmamı A’zam Ebu Hanîfe Hazretleri din ulemasından değil midir? Dürr-i Muhtar mukaddimesinde Ma’ruf-i Kerhî’nin şeyhi Davud Daî’nin hem ilim,hem tarikatı İmamı A’zam Ebu Hanife Hazretleri’nden aldığına dair Risale-i Kuşeyrîye’den naklen zikr olunan beyanatı okudunuz mu?” “İmamı Buharî din ulemasından değil midir? Sahih-i Buharî’de “Kitabu’r-Rikak”ı yine Sahih-i Buharî’de “Kitabu’l-İlm”de “Musanın Hızır’a gidişi babı”ile “İlim talebinde huruç”babını tetkik byurdunuz mu?Bu babların kaynağı olan Kur’an ayetleri ile beraber buradaki ilmin nelerden ibaret olduğunu ve tahsil yolunun ne olduğunu tetkik ve bu iki babın bablanmasından müstefat olan manlara intikal buyurdunuz mu?” “Fütûhat-ı Mekkiye”(c.1) “Mukaddimetü’l-Kitabı” ve oradaki ilimlerin taksimatını tetkik buyurdunuz mu?” “İmamı Gazalî, ulema-i dinden değil midir? Bu imamın İslam tasavvufunu içeren “İhyau’l-Ulum”u dinî kitaplardan sayılmaz mı? Hüccetü’l-İslâm ‘ın tasavvuf hakkındaki sözü hüccet değil midir?” Tasavvuf yolunun imamlarından olup tasavvufa müteallik eserleri ve “Tefsîr-i Kebîr”inde tetkikatı meşhur olan İmamı Fahreddin-i Razî din uulemasınan değil midir?Zatı aliniz bu müfessirin Fatiha Suresi’nin tefsirinde “Hidayet” ile “Nimet”in cinsleri hakkındaki beyanatını tetkik buyurdunuz mu?” “İmamı Nevevî,din ulemasından değil midir? “Bostanü’l-Arifîn”i manzur-i aliniz oldu mu?” “Allame Taftazanî din ulemasından değil midir?”Şerh-i Mekasid”ında (c.2,sh:30) “Ve hüna...” diyerek başlayan ve “ve bi’l-cümle...” (c.2,sh:404’de) ile devam eden sözlerini... “Allame Seyyid Şerîf Cürcanî bu allamenin eserlerini...” “İbni Hacer Haytemî’nin “Tuhfe”siyle, “Fetava-yi Hadisiye” sini ...” “Celaleddin Suyutî’nin “Tenbîhu’l-Gayb” ile “Itkan”ını...” “Şeyh İzzeddin bin Abdüsselam’ın,”Tabakat-ı Sübkî”deki eserleri ve terceme-i halini..” “Şeyhülislam Zekeriyya el-Ensarî’nin “Ünsiyu’l-Metalib” i ile “el-Fütuhatu’lİlahiye”sini...” “Kaadiyu’l-Kuzat Ebu Abdullah el-Bekkî el-Malikî(nin) “Tahriru’l-Metalib”ini...” “Allame-i Rum İbni Kemal’in eserlerini...” “Füsusu’l-Bedayi’ “ sahibi Molla Fenarî,Sadreddin Konevî’nin “Miftahu’lGayb”ı üzerine şerhi; “Füsusu’l-Bedayi’”(c.2,sh:368) altıncı fasıl,yine ikinci kısım (sh:372377)’ye kadar olan beyanatı ve Hanefî fukahasından “el-İşbah ve’n-Nezair” sahibi İbni Nüceym din ulemasından değil midir?Terceme-i halini gördünüz mü?” 34 “Hanefî fukahasından “Tenviru’l-Ebsar” sahibi Muhammed bin Abdullah Timurtaşî ile “Tenvîru’l-Ebsar” şerhi “Dürr-i Muhtar “ sahibi Alaeddin Haskefî din ulemasından değil midir? Siz “Dürr-i Muhtar”ın mukaddimesini, haşiyesi ile mütalaa buyurdunuz mu?” “Hanefî fakihlerinden muhakiklerin sonuncusu “Dürr-i Muhtar”ın haşiyecisi İbni Abidin ve bilhassa adı geçen haşiyesiyle “Sellü’l-Hüssam el-Hindî li nusratı Mevlana Halid en-Nakşibendî” ile “İcabetü’l-Gavs bi Beyan-ı hali en-Nukeba ve’n-Nüceba ve’l-Ebdal ve’l-Evtad ve’l-Gavs”ını...” “Ruhu’l-Meanî” Tefsirinin sahibi Alusî-zade Mahmut Efendi ve tefsiri ile “Ecvibei Irakıyesi”ni tetkik buyurdunuz mu?” “Hilali görmediğinde de salatü selam getir.İnsanlar onu (çıplak ) gözle görmezler.” “Sizi yormamak için bundan fazlasını yazmıyorum.İmdi bu büyük din ulemasının eser, meslek, ve fikirleri makalenizde de zikr ettiğiniz gibi üç davanızın hılafını ıspatlayan ilmi delillerdir.Davalarınız:1)Tasavvuf bir felsefe sistemidir. 2)Tasavvuf felsefî esaslara müstenit siyasî bir cereyandır.3) Mutasavvıflar, din uleması ve tarihçiler indinde ve sair İslam fırkaları meyanında sayılmakta ve kufür ve ilhad ile itham edilmektedirler.” “Siz tasavvufun felsefe sistemi olduğu hakkındaki görüşünüzün etkenini tayin etmiyorsunuz.Galiba bu inancınızın etkeni tasavvuf kitablarında bahsolunan “Vahdet-i Vücut” meselesidir.Zannediyorum ki siz vahdet-i vücut,Avrupa’da Spinoza ile başlamış olan bir felsefî meslektir.Sofiyenin zikr ettiği vahdet-i vücut da Spinoza ile peşinden gidenlerin mesleği aynıdır,zannıyla tasavvuf bir felsefe sistemidir,diyorsunuz.Halbuki tasavvuf asla sade vahdet-i vücut mesleğinden ibaret değildir.Bütün mutasavvıfların da mesleği değildir.Ve Avrupa felsefesinin mesleği ile asla münasebet ve alakası da yoktur.Aksine, her iki tarafın nokta-ı nazarı birbirine aykırıdır.Bu cihetleri inşaallah gelecek makalede genişçe izah edeceğim.(xx).Bununla beraber sofiye kitaplarında tesadüf olunan herhangi bir meselenin felsefî makalelerle teması cihetine Şeyh-i Ekber “Fütuhat-ı Mekkiye”(c.1,sh:39)’de “Vasl” ve “Lâ Yuhcibenneke...ilh”de cevap vermiştir.Gelecek makalede vahdet-i vücut meselesi ile davanızın diğer yönleri aydınlatılacaktır.”(Not:Böyle bir makaleye rastlanmamıştır/Günümüze aktaran) “Yalnız Nazif Bey ‘in ikinci makalelerinde “Sofiye-i hikmet ile sofiye-i sünnet adı ile yaptığı taksimde zühd ve tekva erbabına “sofiye-i sünnet” diyoruz.Ve bu selamet yolundan gidenler arasında zuhur eden maarif-i kalbiye erbabına da “sofiye-i hikmet” tabir ediyoruz.Sofiye-i Sünnet ahval, menazil, makamat ve mükaşefat gibi şeylerle uğraşmadılar.Istılahat-ı sofiye istimaliyle tezahür etmediler.Bunlarla meşgul olan sofiyei hikmet’tir.” buyurmuşlar.” “Nazif Bey Efendi kendi tabirleri vech ile “mütekaddimin-i sofiyenin aheri” ve binaenaleyh sofiyenin mütekaddimininden olan İmamı Kuşeyrî’nin risalesinde (sh:33’de) ; “Bu taife arasında dolaşan elfaz ve ondan doğan müşkili beyandaki tefsir,babı “ nı mütalâa buyurdular mı?” “Bu konuda Hz.İmam (Kuşeyrî) ıstılah için mukaddimenin temhidinden sonra “Ve taife,kasıtlı olarak,ancak manasını kendilerinin bildikleri bazı sözleri kullanıyorlar.”(ilh) sözleri vardır.Orada zikr olunan ıstılahlar “vakit”, “makam”, hal”, “kabz”, “bast”,”muhazara-yi keşf”, “mükaşefe,levaih, tevali, levami’...ilh”dir.Acaba bu ıstılahların ilk koyucusu İmamı Kuşeyrî midir yoksa Nazif Bey, sofiye-i sünnet’in bu alanda eser yazmamış olduklarını mı kast ediyor? Suhreverdî’nin “Avarifu’l-Maarif’inde 56. babtan 60. baba kadar olan “babları”, “Fütuhat-ı Mekkiye”(c.2,sh:168-183)’den başlayan “el-Faslü’s-Sanî fî Muamelat”ı da mütalaa buyurdular mı?” “Tabakat-ı Şaranî’deki serahat vech ile Hz.Cüneyd’in takrir ettiği tevhid dersi,maarif-i kalbiyeye dair değil midir? “Fütuhat-ı Mekkiye”(c.1, Mukaddimetü’lKitab)ını ve orada bilhassa Hz.Cüneyd ile Beyazid-i Bestamî ‘nin sözlerini mütalaa 35 buyurdular mı? Acaba Cüneyd-i Bağdadî’nin “seyyidü’t-taife” ve “imamü’t-taife” olmasını icap ettiren faziletli sıfatı nedir? Nazif Bey Efendi makalelerinde “mütekellimin arasında enine boyuna genişleyen münakaşalardan sofiye de mutazarrır olmadı denilemez.Hatta sofiyenin mütekaddiminin sonuncusu olan İmamı Kuşeyrî diyor ki...” diyerek , Kuşeyrî’nin mukaddimesindeki sözlerini nakl ediyorlar.Halbuki Kuşeyrî burada kelamcıların münakaşalarına veya mutasavvıfların onlardan mutazarrır veya onlarla temas ettiğine dair bir şey söylemiyor.Ancak birbirine benzeyen iki yüzlülerin zuhurunran şikayet ediyor.Binaenaleyh Kuşeyrî’nin sözlerinde Nazif Bey Efendi’nin konunun sadedi ile olan temas yönü anlaşılamıyor.” “Nazif Bey’in “İmamı Kuşeyri’nin şikayet ettiği V. Asır ile zamanımız arasındaki ahlakî değişiklikler” cümlesindeki “ahlakî tehavvülat” tabiri Kuşeyri’nin sadedine tevafuk edebilir ise de Nazif Bey’in sadet ve mevzuuna uyugun düşmez.İmdi, Nazif Bey’in sofiye-i hikmet’e ayırdığı maarif-i kalbiye’nin sofiye-i sünnet’te yokluğu hangi burhan ile isbat olunacaktır? İşte Nazif Bey, sofiye-i hikmet ile sofiye-i sünnet arasında gösterdikleri farktan bu soru hasıl oluyor.Bir de mîr-i müşarünileyh(Nazif Bey)in , İmamı Suyutî hakkında kullandığı “hufre/çukur” tabiri hoş değildir.l9 Kanunievvel l336/1920” (9) Görülüyor ki 1920’lerde iki konu tartışılıyor ve İslam toplumunun içinde bulunduğu açmaz,siyasal ve kültürel yönden yeni bir çözüm arayışında,altı asırdır İslam toplumuna önderlik yapan İstanbul’dan,hareket olarak da ona vücut ve dinamizm veren Anadolu’dan çok şey bekleniyordu. Bundan dolayıdır ki,ilk olarak Batılı Sömürgecilik ile Sosyalist Enternasyonalizm’e karşı bir “İslam Enternasyonalizmi” fikri gündeme gelmişti. Hem de Osmanlı Devleti yıkılmış ve parçalanmış,Anadolu toprakları da kuşatma altında olmasına rağmen,-İran ve Afganistan’ın dışında- işgal altındaki İslam dünyası kurtuluş ve hatta dirilişi Türkiye’den bekliyordu. Bunun da başta gelen etkeni, TBMM’nin üstlenmiş olduğu misyondan ileri geliyordu. --------------------------------------------------------------------------------- (9) Seyyid Nesip,Tasavvuf Tarihini tenvir (1),Ceride-i İlmiye,sene:6,sayı:66,Cemazielaher l339 (l920),sh:2118-2124,Evkaf-ı İslamiye Matbaası,Şehzadebaşı-İstanbul. 36 İLK MECLİS Umut kaynağı ve kurtuluş umudu TBMM… İçinde yer alan mebusların çoğu İslam dünyasının dertleri ile dop-dolu..Hem de kendini sorumlu hisseden bir yapıda, ilerleme ve kurtuluşun sırrını, kendi ruh yapısı içinde aranması gerektiğine, Mehmet Akif, “Süleymaniye Kürsüsünden” adlı şiiri ile açıklık geteriyordu: “ Başka yerlerde taharriye şitab etmeyiniz.(heveslenmeyiniz.)” Onu kendinde bulur,yükselecek bir millet. Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket. Alınız ilmini Garbın,alınız sanatını; Veriniz hem de mesainize son sür’atini. Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız. Çünkü milliyeti yok sanatın,ilmin.Yalnız İyi hatırda tutun,ettiğim ihtarı demin: Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için, Kendi “mahiyyet-i ruhiyyeniz” olsun kılavuz.(1) Aksine, şimdiye kadar idareyi ele geçirenlerin Avrupa hayranlığı ruhlarına işlediğinden, gerileme ve parçalanmanın ardından, Müslümanların en mahrem yerlerine kadar gelip dayanmaları, giderek, umur-i devlet görmüş ve cepheden gelmiş ne kadar ilmiye ve kalimiye mensubu “mebus” varsa tümü, İslam dünyası’nın muhtaç olduğu diriliş ve silkiniş hareketini Anadolu’dan, haliyle “İlk Meclis”ten bekliyordu. Bu durumu da en iyi şekilde, Karahisar-ı Sahip/Afyon mebusu Hoca Şükrü (Efendi), bir hitabe veya bir hutbe şeklinde, millietin hislerine şöyle tercüman oluyor ve ilk meclisin hangi ruh ve inançla kurulup, kurtuluşu hangi şartlar içinde sağladığını aşağıdaki yazıda apaçık gösteriyordu: “Cenab-ı Hak, buyurdu ki: “(Sen kafirleri müttefik sanırsın.Halbuki öyle değildir.Herbirinin kalbleri birbirine zıt ,kafaları karma karışıktır.Kıyamet gününe kadar biz kafirler arasında düşmanlık (tohumları) serptik.)”(Haşr 59/14; Maide 5/64) “Anavatanın haince bir şekilde çiğnenmesi, parça parça edilerek bir daha İslama melce olamıyacak bir izmihlal derecesine uğratılması için yapılan haince ittifakların,iblisçe girişimlerin galiba bağları çözülmekte olduğunu görüyoruz.Evet, muhakkak çözülecek, İslamiyeti kuşatan menhus felaket bulutları ufuklarımızdan elbette sıyrılacak , kainatı aydınlatan İslam güneşi kûsüften kurtularak düşmanlarımızın gözlerini kamaştırmaya tekrar başlayacaktır.Müslümanların çok zamandır geçirmekte oldukları felaket günleri elbette büyük bir saadet devresi hazırlayacaktır.” “Biz Anadolu halkı bu kanaat ve imana şimdi malik olmuş değiliz.Müttefikler bizi silahlarımızdan tecrit ederek ellerimiz bağlı iken Yunan gibi bir kuduz köpek sürülerini üzerimize saldığı,cephelerde asker bulunmadığı zaman kanaat ve imanımız nasıl ise şimdi de ondan farklı değildir.Anadolu hükümeti bundan bir sene evvel ne süngüye,ne topa-tüfeye itimat etmiyor, ancak kuvvetli azmine,sarsılmaz imanına istinat ediyordu.” “İşte Anadolu azm ve imanının yetiştirdiği imanlı Ordumuz Hakkın inayeti ile düşmanı kolay kolay içinden çıkılamıyacak bir felaket ve mağlubiyet çukuruna düşürdü.Ve inşallah bundan böyle tamamiyle vazifesini yapacak, milletimiz ebediyyen kurtulacaktır.” _________________________________________ (1) SR;c.19 sayı:486, sh:189-190; 2 Temmuz 1337(1921) 37 “Biz bunu biliyor ve görüyoruz.Fakat biz Anadolu Müslümanları bu istikbali Avrupa siyaset mekteblerinin dürbünlari ile değil, İslamiyet dürbünü ile gördük ve görmekteyiz.Cenab-ı Allah’ın Kur’an’da bize vaad ettiği zaferleri bekledik ve daha da bekliyoruz.Bizim dinimiz nasıl Asr-ı Saadet’te İslam’ın ilk ordularını en müşkil zamanlarında vahyleri ile tatmin, zafer vaadleri ile takviye ve temin etti ise şimdi de on üç asır sonra emsali hiçbir milletin başına gelmemiş bir felaket çukurunda iken biz Müslümanları tatmin ve takviye etmektedir.” “Avrupa’nın muazzam ve muzaffer devletlerine istinat eden Yunan sürülerinin Anadolu içlerinde sellemehu’s-selam icra-yi şekavete, imha-yi İslamiyete koyulduğu bir sırada silah ve kuvvetten mahrumiyet bizi üzüntüye düşürecek yerde aksine azme,imana sevk ediyordu. Çühkü bu ve bunun emsali ayetlerin manevî müjdeleri muvahhitlerin kalbine saba rüzgarı gibi fısıldıyor ve diyordu ki : “-Ey Müslümanlar,sizi imhaya,idama karar veren muazzam gördüğünüz düşmanlarınızı tam manasıyla ittifak ve ittihat edebilmiş sanmayınız.Her biri birbirine zıt/karşıt siyasî fikirlere ayrılmışlardır.Yunan ve İtalyan siyasî çikarlarının birleşmesi kabil olmadığı gibi İngiliz ve Fransızlar arasındaki siyaset noktası da birlik sağlayamaz.Her biri ayrı ayrı noktaları hedeflemektedir.Takındıkları bugünkü vaziyet çok geçmeksizin değişecektir.İslamiyetin imhası kıyamete kadar asla kabil olmayacaktır.Bu her zaman böyle cereyan edecektir.Her ne vakit İslamiyeti söndürmeye ittifak eder gibi görünürlerse siz korkmayınız.Metaneti, azim ve imanı bırakmayınız.” “İşte dünyayı hayretlere bırakan Anadolu direnişinin bugünkü ahvalinin hakiki amili ve içyüzü ancak budur.Bugünkü hal on asır evvel parlayan bu dinin arkası kesilmeyen ve ebediyete kadar kesilmeyecek olan mucizlerinden biridir.” “İngilizlerle Fransızların lisanları hayliden hayli değişti.İngilizler Türkiye ile devamlı bir sulh akti lüzumundan bahs etmeye başladılar.Eğer İngilizlerin bu sözlerinde ciddiyet varsa bizi sevdiklernden ve bize karşı merhametlerinden değil, siyasetlerinin sevk-i tabii ile başka bir mecraya dökülmek mecburiyetinde kaldığını hissetmelerindendir.”Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa –fitneyi uyandırmışlarsa- Allah onu söndürmüştür“(Maide 5/64) ayetinde saklı İlahî esrarın yeni bir tecellisine atf etmek lazım gelir.Eğer İngiliz siyasetçileri bugünkü sözlerinde samimiyetten mahrum iseler,bu evvelki adetleri üzere bizi imha için mürettep bir hile siyaseti ise “Onlar (sana) tuzak kararlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu.” ( Enfal 8/30) ayet-i celilesinin esararı zuhur edinceye kadar sabr ve sebat edeceğiz.Pek yakın bir gelecekte bizi düşürmek istedikleri tuzağa elbette kendileri düşecek, pek samimi bir suretle sulh akt etmeyi arzuda gecikmiyeceklerdir.” “Bu kadar metin azim ve imana malik olan yoğun bir İslam kitlesini imha etmenin imkansızlığını kainat anlamakta gecikmiyecek, İslam milleti ve Müslümanlık düşmanlara rağmen yaşayacak, parlak bir hayatî devreye girecektir.Anadolu’da masum kanları döken, hatır ve hayale gelmedik alçaklıklar işleyen o mel’un Yunan ordularının Anadolu ve Rumeli’de tamamen kahr edilmiş olduğunu inşallah pek yakın bir zamanda gözümüzle görmüş olacağız.” “İslamiyetin bu defa başına gelen vak’a Hicret’in 4.senesinde cereyan eden vak’aya hemen hemen benzemektedir: “Bütün müşrikler, İslamiyeti imha etmeye ittifak ederek bütün kabilelerden asker ve ordular toplayarak Medine-i Münevvere’ye hücum ettikleri sırada bir müddet İslamiyetin saflarına selametle geçmiş olan Beni Kureyza halkı gördükleri iyiliklere rağmen müşrikler ile beraber olmuşlardı. İslam ordusunun tedarik ve hazırlığı ancak Mekke müşrikleri ile müttefikleri olan kabilelere karşı bir savunma harbi yapabilecek bir haldeydi.Beni Kureyza Yahudileri hiç hesapta yoktu.Beni Kureyza pek müşkil bir zamanda İslamiyeti imha etmek isteyenlere iltihak etmiş ve mevkileri itibariyle savaş saflarında hendek gerilerinde harp etmekte olan savaşçılardan ziyade Medine-yi Münevvere’deki İslamın harîm-i ismetini 38 tehdit etmişti.Bu haber mücahit ashabı pek büyük korkulara sürükleyebilir, kevve-i maneviyeyi bütün bütün kırablirdi.Hz.Peygamber (s.a.v.) , Sa’d ibni Muaz ile Sa’d bin Ubade (r.anhuma) hazretlerini maiyetindeki bazı ashabla gerçek durumu öğrenmek için Beni Kureyza’ya gönderdi.Oraya gelecek haberin gayet gizli tutulması için emir verdi. Her ikisi haberin sihhatini, hakikatın vehametini anladı.Resul-i Ekrem’in tayin buyurduğu parola ve işaretle –ki Arap dilinde o zamanki ıstılahta (lahn) tabir ederlerdi- gizlice malumat verdiler.Müttefik müşrik askerleri bir taraftan sıkıştırmakta, bir taraftan Beni Kureyza Yahudileri harim-i ismete doğru yürümekte.İşte böyle müşkil bir anda Hz.Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “- Ey İslam toplumu, müjdeler olsun! Bütün Yemen, Kisra(İran), Kayzer ve İstanbul’un bütün hazinelerinin anahtarları bana verildi.Kayzer’in mavi, Kisra’nın kırmızı köşklerini karşımda görüyorum.Sizler bu yerlere sahip olacaksınız.” kelam-i şerîfi ile ashabın mücahidlerine sekinet bahş oluyordu.Hemen bir kaç gün sonra müşrikler, ashabın nüfuzu imkansız savunma hatlarının yarılmasındaki imkansızlığı anlayarak yerlerine döndüler.Ahzap vak’ası düşmanın hezimeti ile neticelendi.Derhal İslam ordusu Beni Kureyza üzerine yürüdü.Hepsini esir aldı.Oradaki zaman zaman feveran eden fesat ocağı imha edildi.Hatta Sa’d ibni Muaz r.a. Hazretleri Hendek Harbi’nde yaralanmıştı.Yarası ağırdı.” “-Ya Rab! Bana Kureyza’dan İslamın intikam aldığı günleri göstermeden beni öldürme!..”diye dua ediyordu.Aziz şehidin duası kabul olundu.Beni Kureyza layık olduğu cezayı bulduğunda hazretin yarası iyileşmekte idi.Tekrar dua etti: “- Artık karîru’l ayn oldum.Ey ulu Tanrım, benim için başka bir cihada vüsul mümkün değilse , cihaddan nasibim kesildiyse, hemen bu aldığım yarayı ölüm sebebim kıl ki bu mühim ve mukaddes cihadın şehitlerinden olayım.” Diyerek yalvardı.Kazara yarasının üzerine bir keçi basması sonucu aşırı kan kaybından hazret şehit oldu.” “Özetle Avrupa devletleri pek yakın bir zamanda Anadolu istilasının,İslamiyeti imha etmenin imkansızlığını idrak ederek işin içinden sıyrılmaya başlayacak.Biz Müslümanlar da yakın geçmişte harim-i iffetimize sokulan Yunan hainlerinin tamamiyle kahr ve imha olunduğunu görmeye mübahi ve karîru’l-ayn olacağız.Tevfik ve imdat Allah’tan…”(2) Hoca Şükrü Efendi’nin kurtuluş ve kuruluş için “imdat” beklerken, aynı şekilde Sivas Mebusu Mustafa Taki Efendi’nin de, İslam Dünyası’nın lideri olarak Anadolu Müslümanlarından dünya Müslümanlarına vaki olan “hitabe”si adeta “Sosyalist Enternasyonalizm” karşıtı bir “İslam Enternasyonal Manifestosu” ruh ve heyecanını taşıdığı gibi, Müslümanlara iman ve atılım aşk ve heyecanını da veriyordu: “Ey Müslümanlar!...Şimdiki tehlikeyi bir kaç asırdır münkariz olan bazı İslam Hükümetleri’nin yıkılışına kıyas etmeyiniz.Allah korusun bu tehlike bütün İslam alemi’nin inkıraz tehlikesidir ki zaten emperyalistlerin tek gayesi de budur.Yalnız bizim yetiştiğimiz şu 40-50 senelik bir zamanda 30-40 kadar hükümet ve İslam kavmi söndü gitti.Son müstakil İslam hükümeti olan koca Osmanlı şehinşahlığı parçalandı.Arnavutlar, Boşnaklar, Araplar Türklerden tefrik edildi.O tefrikle de kalmadı,va’d olunan müstakil/bağımsız Arap Hükümeti parlak bir hayalden ibaret olduğu meydana çıktı. Irak Suriye’den,Suriye Tihame’den ayrıldı.Bütün Müslümanlar Kabe’lerinden, Ravvza-yi Mutahhare’lerinden ayrı bırakıldı.Bu parçalar da yine kendi içlerinde müstakil bırakılmadı.Birer ecnebi müstemlekesi haline konuldu.Şimdi o ayrılma ve istiklal sevdasında bulunan çaresiz Arap kardeşlerimiz Osmanlı hakimiyetini, o İslam camiasını ışık yakıp arıyorlar.Fakat heyhat!...” ___________________________________ (2) Karahisar-ı Sahip Mebusu Hoca Şükrü , Hasımlarımızın efkarı ne için ani bir surette tehavvul etti?; SR,c.19,sayı:486,sh:190-192, 2 Temmuz 1337(1921). 39 “ Ey İslamın ezelî ve ebedî hak ve vasfı olan istiklal uğrunda kan döken Anadolu Müslümanları!...Şimdi ancak siz çalışabiliyorsunuz.Çalışabilmek fırsatı şimdi ancak sizdedir.Daire küçüldükçe vazife artıyor.Eskiden bir ise şimdi bin defa fazla çalışmak gerekiyor.Ta ki,Allah korusun,İslamın nuru tamamiyle sönmesin.Biz çalışırsak Allah’ın inayeti bizimle olacak;yalnız Anadolu değil, bütün İslam alemi kurtulmuş olacaktır.” “ Ey sair memleketlerde bulunan bütün Müslümanlar!..Düşününüz,düşününüz.Bu felaketleri,bu kıyametleri başımıza koparan ayrılıkları, başkalıkları bırakınız.Her biriniz bir çürük ipe,adi bir polotikaya, hasis bir menfaate değil, hepiniz İslamın sağlam ipine sarılınız, korkmayınız.Emin olunuz ki o sağlam ip sizin hepinizin ağırlığını götürür, hepinize birden bir savunma ve saldırma gücü ihsan eder.İçinizde hiçbir suretle ayrılık olmasın.Hep muazzez bir vücudun organları olduğunuzu iyi takdir ediniz.Kendinize acımıyorsanız milletinize acıyınız.Milletinize acımıyorsanız dininize acıyınız.” “Ey milletin rical ve vükelâsı!Lütfen şu hitabelere siz de kulak veriniz.Şimdiye kadar her denemeyi yaptık,her medeniyeti, her heveslendiğimizi taklit ettik.Anladık ki bizi helak gayyasına sürüklemekten, her adımımızda o helak edici çukura bir adım daha yaklaştırmaktan başka bir istifademiz olmuyor ve olmayacaktır.Artık insaf edelim.Her manasıyla yorganımıza göre ayağımızı uzatalım.Her işimizi Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine tatbik edelim.Biz bize ve Yüce Kitabımız’a göre sağlam medeniyetimizi ihya edelim ki başkaları da imrensin.Sosyal yapımız itibariyle en zenginliği ihtiyar edelim.Avrupa’nın nefis malları yerine bizim yapabileceğimiz bezleri, abaları giyelim.Ta ki yerli mallarımıza ilgi ve terakki hasıl olsun.Ta ki paramızı yabancılara aşırmayıp kendi derdimizin ilacına verelim.O ilaç ki bizi ölümden ancak o kurtaracaktır.Memleketin müdâfaası hakiki varidat kaynakları bulmakla beraber masraflarımızı teşkilat ve sair maaşlarca varidatımızdan az edelim.Artan paramızı memleketin savunmasına hasr edelim.” “ Ey Ulema-yi Kiram! Sizler ki şer’î nasihatın kahr edici bir kılıçtan daha etkili olduğu zamanların nasihatçı ve alimleri olan İbni Mes’udların, İbni Abbasların ,İmam-ı A’zamların, Ebu’s-Suudların , İbni Kemallerin halefleri olacaksınız.Hak sözü söylemekten sizleri bir zaman istibdat, bir zaman irtica tehditleri alıkoydu ise şimdi ne mani oluyor? Halbuki hakikî varis-i enbiya olanlar bunların hiç birinden korkmazlar.Rica ederim, darılmayınız.Ben de beraber olarak itiraf edelim ki dünya sevgisi, makam hırsı ve tûl-i emel aramızda sair müminlerden daha fazla geçerli oluyor.Bu hallerimiz aslî vazifelerimizi bize unutturdu.Hele neşr-i ulum bütün bütün muattal oldu ki bu konuda kimseyi bahane etmeyelim.Geçmişin o büyüklerinden size miras kalan ve intikal eden o nefis ilmî eserleri siz kime devr ediyorsunuz? Köyler ve hatta kasabalar cehalet karanlığı ile dalalette kalmakta , diğer milletlerin misyonerleri her türlü imkandan istifade ile iğva ve ıdlallerini/saptırmalarını ileri götürmekte iken sizler bu konuda bir adım attınız mı?Askerliğin, dini yaşama ve vatanı korumanın maddî ve manevî faziletlerine dair kaç risale neşr ettiniz?Halk ve askerin topluca bulunduğu yerlerde kaç konuşma ve kaç nutuk attınız? Kimleri bu yola irşad ettiniz?” “Ey Salihler, Abidler ve Zahidler,artık ağlayınız!...Ağlayınız ki o ağlayışlarınız tekbir ve zikirlerinizden daha müessir olacaktır.Farz edelim ki sizler hayatınızı manevi bir huzur ve zevk ile geçirdiniz.Fakat sizin hayatınızla beraber bu yüce dinin sönüp gitmesine, camilerin kilise olmasına, minarelerde çan çalınmasına o saf kalbleriniz razı oluyor mu? İstiyor musunuz ki sizden sonra alemde Halik-i Zü’l-Celal’i tevhid edecek, Rasul-i Zî-şan’ı tasdik eyleyecek bir fert bulunmasın? Ya Rabb er-Rauf , sen esirge!...Ey Sofî kardeşler!...Bütün büyük tarikatlerin en büyük pîr ve el tutanları Hz.Ebu Bekr-i Sıddık ve Hz.Ali (r.anhuma) değil mi?Bu zevatın o kadar mücahedelerde, o kadar gazvelerde bizzat bulunduklarını, bütün varlıklarını feda ettiklerini okumadık mı? Öyle ise siz de istiğna göstermeyiniz.Bütün Müslümanlarla beraber maddeten ne yapmak icap ediyorsa önlerine 40 düşünüz, bir taraftan da Allahın yüce makamına samimî dualarınızı, niyazlarınızı bu millet için istiğfarlarınızı yükseltiniz.”(3) Ve aynı anlarda da, Mithat Cemal (Kuntay) da “Tevhîd-i Efkâr”da yayınlanın “Anadolu Şehidleri” adlı şiirini şöyle bitiriyordu: “Hakk-ı istiklali kan şeklinde fışkırmaktadır.” Görsün inkar eyleyenler varsa:kuvvet Haktadır.”(4) Amma şimdiye kadar görüldü ki Hakta olan ve halkın içinden çıkanlar, her zaman olduğu gibi bu sefer de zalim ve fasık “Bolşevikler”in “nasyonalist” baskılarına karuz kalmışlardı. l9l7’de önce Kırım-Akmescid, ardından Taşkent ve Bakü’de toplanan Çarlık işgali altındaki Müslüman unsurlar, beş-altı aylık bir özgürlük ve istiklal kavgası sonunda tamamen Bolşevik/ Marksist kadroların baskısı altına alınmış, Çarlık Rusyası’ndan daha kötü şartlara mahkum edilmiş, hem emeklerinden ve hem de inançlarından olmuşlardı.Amma yeni “sosyalist enternasyonal hareket” Batı’nın sömürge ve kapitalistleşme akımları karşısında, geri kalmış ve kolonize edilmiş halklar karşısında bir “yeni umut” gibi lanse ediliyordu.Öyle ki, Batılı Emperyalizm’in Hristiyanî propaganda metodunu Misiyonerlikle bir öncü kuvvet olarak yürürlüğe koymak istemesi, ister istemez, Marksist-Leninist hareketler isyancı yerli güçlerin de hoşuna gidiyordu.Öyle ki, bir takım simgelerle ortak noktalar da buluyorlardı.Kalpak gibi…Al bayrağa karşı “kızıl bayrak” gibi…(Hatta bu zihniyet öyle aşırı gitti ki, Cumhuriyet’ten sonra 1927’de, “Cumhuriyet” Gazetesine, “Bir emekli zabit” imzasıyla gönderilen “bayrak eskizi”nde, Türk Bayrağı’ndaki “Yıldız” yerine bir “orak-çekiç”yerleştirilmiş ve dönemin önderlerine ithaf edilmiştir.S.A.) Amma Anadolu halkının varlık ve yokluk kavgası, dışırda cereyan eden emperyalist ve sömürgeci baskılardan ötürü özgürlüğünü bir başka kızıl ve kanlı yönetimlere kurban etmesinden ibret almadan, kendi kendine hiçbir dış destek olmadan zaferle sonuçlanması gerekiyordu.Bunun için de hem Bolşevizm ve hem de Misyonerlik’le mücadele etmek, halk katmanındaki etkisini kırmak lazımdı.Çünkü, sosyal demokratlara haklılık kazandıracak bir yapılanmanın daha çok Batılı sömürgeci yönetimler içinde görülmesinin aksine, İslam toplumlarındaki sosyal adalet ve ivazsız yardımlaşma geleneği karşısında, Sosyalist-Marksist yapılanmaya zemin oluşturması imkansızdı.O zaman da, Sosyalist Enternasyonal’in aldığı beş-on senelik mesafe, kapitalist sömürgecilerin bıraktığı yerden başlayan yeni bir zulum ve işkence yönetiminin yeni bir başka versiyonu olarak ortaya çıkmıştı. Haliyle, Anadolu Müslümanları’nın, kurtuluşa giden yolda, iki engeli vardı:Sosyalist Enternasyonal görüntüsü içindeki Bolşevizm ile kiliselerde kümelenip misyonerlerin aracılığı ile “İsa Mesih Kurtarıcılığı” misyonunu yaymak isteyen Hristiyanlık… Halbuki, İslamın dokusu, ne Bolşevizm ve ne de Hristiyanlık’la bir uyum sağlayabilirdi. Bolşevizm, Anadolu gerçeğine aykırı bir sosyal yapı peşindeydi ve İslamdaki sosyal adalete taban tabana zıttı: “Türkler, Bolşevizm’i ictimaî bir kurum olarak kabule yetenekli değillerdir.Türkiye,Rusya’ya benzemediği kadar Avrupa’ya da benzemez.Avrupa’da geçerli bazı şeyler vardır ki bunların Türkiye’ye tatbiki kabil olamaz.Yine Rusya’da yerleşmiş bir takım ictimaî ahval ve şartlar vardır ki Türkiye’de halkın dikkatini/ilgisini çekemez.” ____________________________________ (3) Sivas Mebusu Mustafa Taki,Hitabe;SR, c.19,sayı:487, sh:203-204, 8 Temmuz l337(1921) (4) SR, 19/487,sh:204. 41 “Türklerin diyaneti Bolşevikliğe müsait değildir. Diyanet-i İslamiye’nin esaslarını Bolşevizm esasları ile telif etmek mümkün olamaz.” “İtiyadı ve dinî ahvalden kat’ı nazar bizim için Bolşevizm’e geçmeye gerek yoktur.Memleketimizde Bolşevizmi gerektirecek bir hayat geçerli değildir.Bizde halkın şikayetini gerektiren şeyler, idarî tedbirleri hükümetlerimizin hakkıyla tam olarak yerine getirmemesinden, ifa edememesinden doğmuştur.”(5) Doğal olarak, Bolşevikler, geniş anlamıyla da Sosyalistlerin “Din” ile de anlaşmaları veya ortak bir nokta bulmaları da mümkün değildi: “Sosyalistler, din ve mezhebi kendi aleyhlerinde faal bir kuvvet saydıkları için kilisenin işe karışmasını asla istemezler.Sosyalizm ile din, ikisi bir yerde yürüyemez.Hele Sosyalizmin müntehası olan Komünizm ve Bolşevizm, dinin can düşmanıdırlar.” “Son olarak İsviçre’de de bilhassa Katolik Kiliseleri , Sosyalistliğe karşı ciddi bir surette hareket etmeye başladılar.Kilisenin bu husustaki çalışması pek büyüktür.En büyük kilise ileri geleni, Sosyalistliğe karşı icra-yi vaaz ediyorlar.” “Almanya’da da bunu görüyoruz.Almanya’da da Sosyalizm pek ileri gitmişti.Hatta bazı kitaplarda okuduk ki Almanya’nın mağlubiyetine sebeb Sosyalistler olmuşmuş…Binaenaleyh Almanya’da da Sosyalistliğin önüne geçmek için Katolik Kilisesi pek büyük gayret sarf ediyor.Musevilerin icra ettikleri nüfuz ve faaliyete de kilise karşı gelmek kastındadır.Museviler; Masonluğu,Sosyalizmi, Matbuatı, Malî kurumları, Sanayi önemli derecede ele geçirdiklerinden ve bugün Musevilerin etkisinde olmayan hemen hemen bir memleket yok gibidir.İşte Avrupa’da Katolik Kilisesi, Musevî nüfuzunun da önüne geçmek istiyor.” “Hasılı yeni hayata giren memleketlerin bilerek veya bilmeyerek tabi oldukları nüfuzu kilise değiştirmeye pek ziyade uğraşıyor.”(6) Haliyle, kilise, “Genç Hristiyanlar Cemiyeti “ vasıtasıyla, diğer topraklarda olduğu gibi, Anadolu’da da “misyonerlik faaliyeti”ne girişmiş idi. Bu “Tanassur/Nasranileştirme” faaliyetine alternatif, cephe gerisinde de bir “Genç Müslümanlar Cemiyeti” kurulması bir zaruret haline gelmişti: “Genç Müslümanlar Cemiyeti, teşkil edebiliriz.Ve bu sayede yıkmak istedikleri İslamî bünyeyi daha fazla tahkim eder ve sağlamlaştırabiliriz.Artık bugün duracak zaman değildir.Zamanın silahları ile mücehhez olmak Müslümanlar için en büyük bir farizadır.Bugün milletlerin varlık temellerini muhafaza ve müdafaa vazifesi yalnız askerî orduların omuzlarına yüklemek doğru değildir, insafsızlıktır.Onunla beraber milletin bütün efradı , hareket ve faaliyetten bir dakika geri durmamalı.Milletin ictimaî hayatını inhilalden muhafaza etmek; dinin gereğini,ahlakiyatını,irfanını yükseltmek için mütemadiyen çalışmakta kusur göstermemelidir.” “Bugün matbuat,teşkilat, İslamî mektebler yükselinecek en mühim vasıtalardır.Bunların herhangi birini ihmal eden Müslüman toplumu için ebedilik hakkı yoktur.Müslümanlar maddî ve manevî en kıymetli ilimleri tahsil etmeli,en yüksek irfan sahibi olmalı.” “Her şey ancak cemaatle, cemiyetle, teşkilatla olmaktadır.Ferdî hareketler yerine bugün ictimaî hareketler geçmiştir.Belki bir zamanlar ferdî çalışmalarla millî varlık dinî şeairi muhafaza ve müdâfaa kabildi.Fakat bugün mutlaka çalışan kolları, düşünen kafaları birleştirerek topluca çalışmak zaruret haline girmiştir.”(…) ____________________ (5-6) SR, 19/487, sh;207. 42 “ …Müslümanlar için kurtuluş yolu ancak bir yoldur.İki değildir.O da Allah yolu, Hak yolu, Kur’an yoludur.Millî varlıklarını muhafaza etmek,düşmanların her tür saldırılarına karşı koyabilmek için tam müslümanca harekette bulunmak, her türlü yasak şeyden kaçınıp imanlı,faziletli bir toplum- bir sosyal yapı- vücuda getirmekten başka selamet çaresi yoktur.Böyle bir cemiyete, böyle bir cemaate karşı düşmanlar istedikleri kadar hücum etsinler, o muhkem kaleden bir taş bile koparmaya muvaffaf olamazlar.” “İşte bugün,Müslümanlık güneşinin yeniden parlamaya başladığı mübarek bir gündür.Bütün Anadolu Müslümanları, mallı ile,canları ile Allah yolunda mücahedeye girişmişlerdir.Hiç şüphe yoktur ki Cenab-ı Hak tevfik ve zafer ihsan edecektir.Allah için çalışanları Cenab-ı Hak mutlaka nusratına mazhar eder.Fakat yukarıda arz ettiğimiz gibi düşman cephesi bir değildir.İkidir.Hristiyan Alemi’nin İslamın maneviyatına, ruhuna karşı olan hücumlarına karşı da yeni bir cephe kurmak farzdır.Bunun için Sebilürreşad, “Genç Müslümanlar Cemiyeti “ nin hemen teşkilini elzem sayar ve bu hususta bütün İslam mütefekkirlerini, İslam alimlerini, İslam rehberlerini faaliyete ve fikirlerini açıklamaya davet eder,Genç Müslümanlar Cemiyeti’nin programını hazırlamakla meşgul olan Sebilürreşad heyetine aklı eren,kafası düşünen bütün din kardeşlerin fikrî yardımda bulunmaları rica olunur.Tevfik ancak Allahtandır.”(7) Çünkü işgal altındaki İstanbul’da, 1921 yılı başlarında bir cemiyet kurulmuştu:Genç Hristiyanlar Cemiyeti:(Y.M.C.A.).Bu cemiyet dışardan aldığı maddî ve manevî destekle,İstanbul’dan hareketle emperyelistlerin işgalinde olan ve onlara karşı vuku bulan istiklal mücadelerinin cereyan ettiği topraklarda misyonerlik faaliyetlerine başlaması ile,buna alternatif olarak da “Genç Müslümanlar Cemiyeti” kurulması isteniyordu.Fakat bu ndan önce “Genç Hristiyanlar Cemiyeti”nin statü ve eylemlerinin içeriğini bilmek gerekiyordu.Öyle de oldu.Ki, Ankara’da “Matbuat ve İstihbarat Matbaası”nda basılan, “Sebilürreşad”da Mecdüddin el-Hadî imzasıyla, “MÜSLÜMANLARIN İBRET NAZARLARINA” yan başlığı ile bu cemiyetin faaliyetine şöyle parmak basıyordu: “Zannederim ki İstanbul’da “Genç Hristiyanlar Cemiyeti” adı altında bir cemiyet kurulduğunu herkes duymuş ve gazetelerde görmüştür.21 Kanunisani (Ocak) 1337(1921) Cuma Günü , Çarşıkapı’da , Medrese Sokağı’nda 1 numaralı binada merasim-i mahsusa ile İstanbul şubesini de küşad eden mahut cemiyetin memleketimizdeki faaliyetinden, ne yapmak istediğinden uzun uzadıya bahs etmek istiyorum.Ta ki Müslümanlar nasıl bin tehlike karşısında bulunduklarını anlasınlar da ona göre ciddî tedbirler almış olsunlar.” “Maksada girmezden evvel kısaca söyliyeyim:İstanbul’da ve İslam memleketlerinde teşekkül eden “Genç Hristiyanlar Cemiyeti”nin aslî maksadı İslam’ın sosyal yapısını, İslam ahlakını yıkmak ve İslam gençlerini tedrici bir surette Hristiyanlaştırmak, her türlü cazip vasıtalarla Hristiyan ruhunu telkin ve telkîh etmekdir.Görünüş ne olursa olsun, maksat tamamiyle budur.Bunu kuru sözle değil, bunu yakîn delillerle isbat edeceğimden şimdilik bu ciheti bırakarak mahut cemiyet hakkında ki incelemelerimi sırasıyla arz etmek istiyorum:” “İstanbul’da , Divanyolu’nda İslam Kadınları Çalıştırma Cemiyeti’nin karşısında “Genç Hristiyanlar Cemiyeti= Y.M.C.A.” adı ile bir cemiyet kurulduğunu ilk defa Mehmet Ali Aynî Bey tarafından “İkdam” Gazetesi’nde yazılan bir makaleden anlamıştım.Mehmet Ali Aynî Bey bu makalesiyle mahut cemiyetin tehlikesini kapalı bir surette anlatıyordu.Evvela herkes gibi ben de o makaleyi okumuş,fakat o kadar tetkike şayan bir şey görmemiştim.Daha sonra….pek çok sevdiğim ….lerimden bazıları bizat kendilerinin cemiyete gidip reis ve katibi ile görüştüklerini ve orada cereyan eden ahvalin bir kısmına muttali olduklarını , programlarını alıp okuduklarını söylediler.Ve bu cemiyetin Hristiyanlığı propaganda gayesiyle teşekkül etmiş olduğunu da ilave ettiler. ________________________ (7) SR,; Genç Müslümanlar Cemiyeti, 19/487,sh:210.08.07.1337(1921) 43 Cemiyete girenlerin ekseriya İslam ve Türk gençleri olduğunu öğrenmemiş olsaydım belki o kadar alakadar olmayacaktım.Halbuki daha sonra arz edeceğim istatistiklerden de anlaşılacağı üzere “Genç Hristiyanlar Cemiyeti” ne kayd olan azanın %46’sı İslam ve Türk gençleri idi.Bunun içindir ki bu cemiyet hakkında esaslı bir incelemede bulunmayı dinî bir vazife bilerek doğruca cemiyetin Divanyolu’ndaki merkezine gittim.İdare memurunun delaletiyle reisin yanına çıktım.Cemiyete kayd olacağımı, fakat önce bazı sorular sormama müsaade etmesini söyledim.Sorularım şunlardı: 1) Cemiyet nedir? 2) Ne maksatla ve ne zaman teşekkül etmiştir? 3) Dünyanın nerelerinde şubeleri vardır? 4) A’zası ve parası ne kadardır? 5) Cemiyet beyne’l-milel olduğu halde “Genç Hristiyanlar” denilmesinin sebebi nedir? Bu isimden başka bir manada anlaşılmaz mı? Mesela gayenin Hristiyanlık olduğu hatıra gelmez mi? 6) Hristiyanlığın mukaddes bir esası olan “Müselles” işaretini niçin kendisi için şiar ittihaz edinmiştir?Alamet-i farika olmak üzere bunu etmekten maksadı nedir? 7) Şube açılalıdan beri yazılan a’zalar en fazla kimlerdendir? “Reis sorularıma şu şekilde cevap veriyordu: “1) Genç Hristiyanlar Cemiyeti, beyne’l-milel bir cemiyettir.Azası, karşılıklı ıslahat ve manevî ilerleme uğrunda müttefiktirler.Gerçi bu cemiyetin idaresi Hristiyanların nezareti altında bulunuyor ise de, her millet ve mezhebe mensup bir delikanlı oraya aza olabilir. 2) Cemiyetin maksadı bedenen, fikren, ve manen kuvvetli gençler yetiştirmeye ve onları gerek kendilerine ve gerek diğerlerine yardım etmeye teşvik etmekten ibarettir.Bu maksadın sağlanmasını temin için insanlarda büyük gayelere ulaşma arzusunu ikaz ve tanmiye eden güna gün eğlenceler ve terakki vasıtaları sağlanmıştır.Her üye ondan istifade eder. Cemiyet ilk defa olarak Londra’da 1844 miladi yılının 6 Haziran’ında (Mösyö Corc Vilyams ) adında bir İngiliz’in başkanlığı altında kurulmuş ve daha sonra gelişerek bütün dünyada şubeler açmıştır. 3) Şu anda hemen bütün Avrupa’da, şimalî ve cenubî Amerika’da,Hindistan’da,Çin’de, Japonya’da, Kore’de, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da, Filistin’de, Mısır’da,Afrika’da pek (çok) büyük şubeleri vardır. 4) Cemiyet bugün 27 muhtelif memlekette 9065 şubesi, 1.330.532 üyesi, 120.540.049 Dolar varidatı vardır.Azalar üç kısımdır: A’za-yi hamiye, a’za-yi fe’ale, talebe a’za.Hamiye üyeden senede 10, faal üyeden 5 , talebe üyeden de 2 lira alınır.Ders için vereceği para tabii başkadır. 5) Gerçekte bu şube açılırken , bu isimde epeyce münakaşa oldu. Leh ve aleyhte sözler söylendi.Fakat maksat sizin hatırınıza geldiği gibi değildir.”Genç İnsanlar” yahut “Gençler” Cemiyeti demekte de bir mahzur yoktur. Lakin bunun ilk kurucusu Hristiyan olduğu cihetle ona hürmeten bu isim muhafaza olunmuştur. 6) Cemiyetin “ müselles” işaretini alamet-i farika olarak kabul etmesindeki maksat şudur:Bir insan üç ayak üstünde durabilir:İlim, ahlak, sihhat.Bunun biri noksan olursa , asla o adam s ağlam bir adam sayılamaz.Ve hayatta daima noksandır. Mesela, ne kadar iyi bir gemi olursa olsun, dümen makinesi yok veya bozuk olursa arzu ettiği yere varamaz.İnsanlar da aynen böyledir.Bir çok adamlar vardır ki ömürlerinde asalet-i tabiata ermekten acizdirler.Çünkü manevî hareket güçleri ve ideal emelleri mevcut veya muntazam değildir.İşte bunun içindir ki cemiyet,dinî terbiye alanları teşkil ederek gençleri –ilmen ve sihhaten olduğu kadar- ahlaken de yükseltmek istemiştir.Dinî terbiye 44 alanlarında insanlara hayatın en yüksek kanunları ve en asil gayeleri gösterilerek,bunlara ulaşmaya teşvik olunurlar.Bunun için de yasa koyucunun yüceliğini, insanlığın ahval ve olaylarını tarif ve hayatî meseleleri tetkik etmek üzere meccanî ve ihtiyarî sınıflar açılmıştır. 7) Şimdiye kadar muhtelif milletlere mensup hayli aza yazılmıştır.Bunların % 46’sı Türklerdir.” * * * “Reisten almış olduğum bu izahatı – o gün için- yeterli gördüm.Ve izin isteyerek ayrıldım.Asıl tetkikata ondan sonra başlayacaktım. Harb-i Umumî müddetince Antep ve Maraş Amerikan Kolejleri’nde müdürlük yapmış olan “Reis” tamamiyle “Misyoner” idi ve Ermenî şivesiyle konuşuyordu.Maksadı tamamiyle Hristiyanlık ruhunu telkin etmek olduğu pek aşikar bir surette anlaşılıyordu.Artık İngilizce derslerine devam edeceğim için sık sık gelebilecek, toplantıları, konferansları takip edecektim.” “Aklı başında olan her ferd beş on gün mahut cemiyete devam ederse mutlaka oradaki maksadı anlamakta gecikmez.(….)” (8) Bu ahvali gördükçe, “insan Müslümanlık ve Türklük namına” ne söyliyeceğini şaşırıyordu. Öyle ise buna karşı bir alternatif olacaktı: “ Maneviyatımız o kadar çürüktür ki Tanzimatçi mukallitlerin yanında bunu söyliyecek bir adam gülünç duruma düşer.Halbuki o , mukallitlerin ilim ve kurumlarından hararetle ara sıra bahs ettikleri bir Garp Milleti’nin meclisi de maneviyattan istianeden vareste kalamıyor.Yine o mukallidlerin sırası düştükçe şahit gösterdikleri filozoflardan, mesela Spenser diyor ki:”Bir milletin genel kurumlarını kanunlarla değiştirmek imkanı yoktur.” .Diğer bir hekîm:”Milletlerin, hayalin vücuda getirebileceği kanunlarla değil,mizaç ve tabiatlarına uygun gelebilecek düsturlarla idare edilebildiğini” beyan ediyor. “ “Bu devleti, dolayısıyla İslam alemini uçurumun kenarından kurtarmak isteyenler iki esası göz önünden asla ayırmamalıdırlar: 1)İslamî esaslara uygun olarak kalblerde manevî mahkemeleri kurmaya son kuvvet ve a’zamî sür’atle çalışmak… 2) İslam efradını asrî ulum ve iktisat silahları ile teslih için a’zami gayret göstermek.” “Dicle kenarında kuzunun kurt tarafından parçalanmasından manen tereddüp edecek sorumluluk payını düşünerek ağlayan , ila-yi kelimetullah için cihada gidenlerin geride bıraktıkları dullara, öksüz yetimlere ,sırtından kırba ile su taşıyan, eliyle çorba pişirip yediren Ömerlerin, ashab-ı mesalihi kendi istirahatı yüzünden birkaç dakika bekletmeyi zalimce bir hareket sayan Alilerin, tecavüze uğrayan fakir bir kişinin zulümden kurtulması için bir harbi terk eden Selahaddin Eyyübi’lerin ve daha bu gibi nice İslam büyüğünün kalblerinde yaşayan Allah korkusunu , o muazzam manevî mahkemeyi bütün kalblerde sür’atle tesis edersek ve Avrupa’nın bize gülmesi ihtimali gayr-i varidi ile zihnen asla meşgul olmaya tenezzül etmiyerek ve fakat büyük bir vukuf ile çalışarak bu işte başarı sağlarsak biz vazifemizi ifa etmiş oluruz.Bunu Tanzimatcılar yapmak mevkiinde idiler.Fakat yapmadılar… Çünkü hastalığı anlayamamışlardı.” (…..) “Bütün Garp, bütün gayretini, bütün husumetini maneviyatımızı yıkmaya sarf ediyor.Biz o maneviyatı kuvvetlendirmek mecburiyetindeyiz. Maneviyatı kuvvetli ve İslamî gerçeklere vakıf bir Müslüman kitlesi, müstahsiller memleketi olan Garb’ın esaret zincirini her devirde boyunlarında elbette taşımıyacaklardır.” __________________________ (8) Mecduddin el-Hadî, Genç Hristiyanlar cemiyeti ve faaliyeti; SR, 19/493, sh:265267, 26 Şubat 1338(1922). 45 “Garp pek alâ bilir ki “La ilahe illellah” kelime-i tevhidi cins ve mezhep farkını kaldırarak büyük bir beşer kitlsini düşman tahtiyesine karşı yek-vücut yapmakta harikulade bir kudreti haizdirler.” “ Bilirler ki: Bu kitle-i Muvahhidin düşman süngüsü karşısında gazilik şerefi ile mübahi olmak için göğüs gerer, şehit olmak emeliyle ölür.” “İstihkar-ı hayatı ta’lîm için dünyanın hiçbir vazı’ kanunu bu mutlak itaatı ortaya koymaya muvaffak olamamıştır.Ve olamıyacaktır.” “Garp bu ruhu , bu varlığı mahv etmek için bütün kuvvet ve dinî nüfuzunu sarf etmekte saniye tereddüt ve gecikme göstermiyor.Misal mi istersiniz? Avrupa’nın baskıcı ayağı altında ezilmek üzere iken ümitler kadar sönük bir vaziyette umumî kurtuluşu temine çalışan bir sene ve hatta altı ay evvelki Türkiye Devvleti’nin Çerkesler,Abazalar ve hatta bir takım Türkler tarafından Garp hesabına, Hristiyan alemi lehine uğradığı tecavüzleri göz önüne getiriniz. Ankara’nın dört saatlik bütün muhiti ateş ve kan içinde Müslümanlar birbirini parçalıyorlardı.Halbuki hz.Muaviye ile Hz.Ali (r.anhuma) arasındaki muazzam ihtilaftan istifade etmek isteyen küffara, Muaviye’nin verdiği cevap meşhurdur.” “Kardeşim Eşref Edib! Mevzu’ pek geniş.Fakat “Sebîl” in sayfaları müsait olmadığı için bu defa bu kadarla iktifa ediyorum.Es-Selamü Aleykûm.”(9) Daha sonra, Şark İstiklal Mahkemesi’nde beraber yargılanacak olan bu iki dostun, birbirine gösterdiği dayanışma ve birlik çağrısı, diğer mebuslarca da, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesinde, istilacılara karşı mücahede eden orduya, “İslam Ordusu” ve o’na bu yetkiyi veren meclisin içinden çıkan “hükümet”in de “İslam Hükümeti” olduğu gerçeğini, Karahisar-ı Sahip mebusu Hoca Şükrü ile Sivas Mebusu Mustafa Taki apaçık beyan ediyorlardı. İSLAMİ MİSYON (LİDER ÜLKE) Afyonkarahisar mebusu Hoca Şükrü, Anadolu’da kurtuluş savaşı veren orduyu, Hüneyn Savaşı’nda kafirlere karşı cihad eden ordu’ya benzetiyordu: “(Nusrat/yardım ancak aziz ve hakim olan Cenab-ı Allah’ın fazl ve kereminden kullara ve milletlere ihsan buyurulur.)”(Al-i imran 3/126, Enfal 8/10). “Malumdur ki milletler varlıklarını muhafaza ve idame için lazım gelen maddî sebeblere tevessül etmek mecburiyetindedirler.Bununla beraber elde edilen maddî sebebler,mevcudiyetin sağlanmasına, yardım ve galebeye kafi gelmediği de pek çok görülmüştür.Şu halde hayatı idame arzusunda bulunan milletler hem maddî ve hem de manevî kuvvetlerle mücehhez olmaları lazım gelir.Manevî güçten mahrum elinde son sistem silahlıların,maneviyatı muhkem eli sopalılara mağlup olduğuna tesadüf olunmuyor, değildir.” “Binaenaleyh hikmet-i İslamiye’nin koyduğu ölümsüz ilmî kurallardan biri de “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven.” (Âl-i İmran 3/159) ayetinin ifade ettiği yüce manadır ki maddî sebebler ile manevî sebebleri bir arada elde bulundurmak, diğer bir tabirle, azm ile tevekkülün ikisini bir tutmak lazımdır.Bu hususta İslamiyet aleme yalnız bir yüksek nazariye bırakmakla yetinmiyor, Hz.Peygamber (s.a.v.) in geçirdiği hayatın bazı safhaları da canlı bir misal, ikna edici bir uyanış dersi teşkil ediyor.” _________________________________ (9) Kastamonu Mebusu Abdülkadir Kemalî;Tanzimatcılık,SR,c.19/489, sh:227228, 24 Temmuz l337(1921) 46 “Huneyn vak’asında Aleyhi’s-Salatü ve’s-Selam Efendimiz bir mücahid topluluğu ile bizzat gazaya teşrif buyuruyorlardı.Bu ve bunun benzeri ayetlerin esrarına henüz vakıf olamayan bazı ashab tarafından “Bu ordu hiçbir zaman mağlup olmaz.” yolunda sözler sarf edilmeye başlandı.Zahiren, ashab-ı kiram böyle söylemekte pek haklı gibi idiler.Çünkü ashab pek az kuvvetlerle kendisinden sayı ve silah itibariyle pek üstün kuvvetlere karşı harp etmişler ve bir çok defa galebe çalmışlardı.Huneyn’de ise İslam askeri düşmandan sayı ve silah bakımından çok üstün idiler.Ashabın moralinin sarsılmış olması düşünülemezdi. Çünkü her ferd harp meydanında şehid olmayı kendisine en büyük şeref biliyordu.Bu kısım ashabta bir kabahat var ise esbab-ı galebeyi sayı çokluğunda görmeleri idi.İşte böyle hayatî dakikalarda müminlerin maddî sebebleri hazırlamanın ardından muzafferiyeti ancak Allahtan beklemeleri lazımdı.İlahî hikmet bunu gerektiriyordu.Bunun için İslamiyete bir sergüzeşt olmak üzere bu vak’ada iki taraf harbe giriştikleri sırada ilk hamlede muvaffakiyet tarafımıza yüz gösteremeye başladığında bir tepenin ardından düşmanın çevirme harekatının muhtemel bulunmasına mebni mezkur dağı korumaya memur olan kuvvet yerlerini terk ettiler.Düşmanın oradan mühim kuvvetiyle yüklenmesi İslam askeri arasında büyük bir karışıklığı icap ettirdi.Az kaldı o muazam İslam ordusu mağlup oluyordu Allah’ın yardımı ile tekrar durum düzeltildi.Düşman bu harbte de mağlup oldu.”…Ve Huneyn savaşında size yardım etmişti.Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı…”(et-Tevbe 9/25) ayet-i celilesi ashabı tamamiyle irşad etmişti.Maddî sebeblerin hazırlanmasından sonra yardımı Allah’tan beklemek, Allah’a mütevekkil olarak azm yollarında yürümek düstûrunu takviye etti.” “ Şimdi biz Anadolu Müslümanları lazım gelen maddî esbabı hazırlamakta kusur etmedik.Hatta gücümüzün üstünde denecek derecede hukukumuzun müdafaa ve muhafazası esbabını hazırladık.Bu millet pek az bir zamanda (içinden) büyük bir ordu çıkardı.Ordusunu son sistem silahlarla techiz etti.(Donattı.) Ondan sonra Allah’a tevekkül ederek küffar ordularına karşı durduk. Hakkın yardımı ile İnönü’nde iki defa düşmanı mağlup ve makhur ettik.Fakat Salîp Ordusu, özellikle büyük İslam düşmanı olan İngiltere’nin yardımıyla techiz edildi. Onun teşvikiyle tekrar harekete geçti.Üçüncü defa olmak üzere İslam ordularına saldırdı.İşte şimdi on günden fazladır harbe devam ediyoruz.Gerçi düşmana bazı şehirler terk olunduysa da askerlik icabatı (stratejisi) ordu, şimdiki askerî stratejinin gerektirdiği ileri, geri manevralar yapmakla meşguldür.Kat’î zaferin bizde kalacağını, zalim ve hunhar düşmanın büyük bir hezimetle deniz ötelerine atılacağı günlerin pek yakın olduğuna tam bir kanaat ile iman ederek mücahedemize devam edeceğiz.Akıtılan masum kanların, hetk edilen Müslüman namuslarının, yıkılan mabed ve kabirlerin, söndürülen hanumanların/yuvaların mes’uliyet yükü altında düşmanın mahv ve nabud/ yok olduğunu göreceğiz: “Sonra Allah, Rasulü ile mü’minler üzerine sekînetini/sukünet ve huzur duygusunu/ indirdi.Sizin görmediğiniz Ordular/melekler/ indirdi de kafirlere azap etti.İşte bu o kafirlerin cezasıdır.”( et-Tevbe 9/26). Bu sonuç, kafirlerin müstahak oldukları elîm cezadır.Düşmanlar bu cezaya düçar müminlerindir.Mücahedemiz, fi-sebîli’l-lahtır. Kelimetullah’ı yüceltmek için mallarımızı, canlarımızı feda ediyoruz.Minarelere çan asılmamak, Allahın ayetleri yerlerde sürünmemek için savaşıyoruz.İlahî yardım hiç şüphe yok ki bize yönelmiş olacaktır: “Ey iman edenler! Eğer siz Allaha (Allahın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder. Ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed 47/7) Kur’an-ı kerîm’in düsturları değişmezdir.Cenab-ı Hakkın vaadleri hulf kabul etmez: ”Şüphesiz ki Yeryüzü Allah’ındır.Kullarından dilediğini ona varis kılar.Sonuç /Allahtan korkup günahtan/ sakınanlarındır.”(el-A’raf 7/128).”Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındadır.”( Âl-i İmran 3/126).(10) Bir milletin mazlum halkı, asırlardır hayat sürdüğü topraklarda Allahın ayetleri yerde sürünmemesı ve inşa ettiği ibadethanelerin minarelerinde çan çalınmaması için hem malını, hem de canını vermesi isteniyordu.Bunun için de “topyekün bir millet” kavramında hitap, sorumluluk ve gelecek garantisi görevi, hem halkta,hem askerde ve hem de devlet 47 adamı ile siyasete yön verecek siyasilerle, onları seçen seçmene kadar herkese aynı şekilde ve aynı sorumlulukla görev düşüyordu. Bunu en iyi şekilde gösterip, hedefi belirleyen Sivas Mebusu Mustafa Takî Efendi, Cephelerdeki “Tekbîr” seslerinin “42’lik Top”lardan daha etkili olduğunu beyan ediyordu: (Sadece bu sözler bile, Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığını ve ne gibi inanç ve iman esaslarına dayandığını gösterir.) “Ey Rical-i Ümmet!.. Ey Ehl-i Hall ü Akt-i Millet! “Size ait hitabemi biraz daha uzatmış olacağım.Siz bütün İslam Ümmeti’nin işlerini yürütmenin vekili bulunuyorsunuz.Bu ümmetin yegane kanunu bütün dünyaya, geçici olarak değil, ebediyyen bir saadet kanunu olacak olan Kur’an-ı Kerîm’dir.Bu millet yükselme ve ilerleme devirlerinde o Kanun-i Kavîm’den başka bir kanun tanımamış, ancak onun feyz ve tevfîki ile mansur ve muzaffer olmuştur.Sizler bugün yalnız Anadolu’nun değil, 400 küsür Milyon Müslüman’ın istinatgâhısınız.Bu Müslümanlar ne Efrenç Yasaları, ne de Yeni Medeniyet ile değil, yalnız Kur’an-ı Kerim ile alakadârdır. O Kur’an ki insanlığın binlerce senede yükselemiyeceği , şimdiki medeniyetin iddiacılarının tasavvur ve tebcil bile edemiyeceği en yüce mertebesinin bütün kural ve esaslarını vaz etmiş, onun geniş alanından bütün vahşetler, sefahetler/alçaklıklar tart edilmiş bulunan Yüce Kitab’tır.Siz ne vakit o Kanun’dan başkasını, özellikle Garb’ın makul olmayan medeniyetini melekenizden ref’ ve def’ eder, bütün medenileşme ve gelişme nurlarını, o nurdan iktibas ederseniz mutmain olunuz ki teker teker her Müslümanı hükümetin birer uzvu, birer gazanfer savunmacısı olarak bulacak, bütün dünyanın saldırılarından perva etmiyeceksiniz.Çünkü muharib veya muhalif olanlar, Allah ve Resulü ile harp etmiş hükmünde olacak ve onların hasmı Allah ve Resulü olacaktır.” “………” “Emin olalım, mukallibu’l-kulûb, Allah Teala’dır.Biz Allah Teala’nın rızasına aykırı olarak yabancıları ne kadar taklit etsek ve yağcılıkta bulunsak onlar yine bizden razı olmazlar.Kendilerinin yaptığı zulum ve vahşetleri yine bize isnat ederler.Yine biz vahşi, kendileri medenî olur.Fakat biz Allah’ın rızası dairesinde hareket edersek Cenab-ı Hak onların kalblerine bir korku ve heybet verir.Hem bizden korkarlar, hem de bize mümaşat ederler. İslam Tarihi’ni tetkik edersek görürüz ki hep böyle olmuştur.Onların muhabbetleri de ancak bu alanda sağlanabilir.Çünkü kalbleri değiştiren ancak Allah’tır.” “Bizim Hukümetimiz, tam bir İslam Hükümeti ve efradımız tam birer Müslüman olursa –ki inşallah olacaktır.-hariçteki Müslümanlar da bize iman aşkıyla tutulacak ve o tutku ise bizi maddeten,manen, siiyaseten ve iktisaden müstefid edecektir.Öyle müstefid edecektir ki şimdi milyonlarca Müslüman menfaatıyla , hatta Müslüman kanıyla kendilerini galip gösteren o devletler bizim iltifatımıza muhtaç olacaklardır.İtiraf edelim, biz hakkıyla Müslüman olursak, Müslümanlığın fazilet ve yüceliklerini eylemlerimizle gösterirsek alemde her akıllı kişi,ya Müslüman veya İslam muhibbi olur.” “Kurtuluşun umdesi ancak Kur’an’ın hüküm ve emirlerine ferdî ve ictimaî tabi olmaktadır.İnsaf edelim,işimize gelen ahkâmını kabul, işimize gelmeyenlere Efrenç adetleri veya kişisel fikirlerimizi tercih etmekten fari’ olmalıyız.” “Ey Umera-yi Askeriye! Ey Zabitan!..Ey Neferat-ı Askeriye!... Son hitabım sizedir.Çünkü son çaremiz sizin celadet kılıçlarınız, metin kalblerinizdir.Sizden savaş tekniğinin en son gelişmelerinin ürünlerini gözlüyoruz.Umum Anadolu halkı, hatta ihtiyarları, kadın ve çocukları sizin emrinize bakıyor ki gerektiğinde, size iltihak ve müzaheret edeceklerdir.” “Ey Müdafaa-yi Milliye Amirleri!.. Siz hemen o milyonlara ulaşan efrad-ı ümmeti savaş tekniği alanında, lüzum ve vücup rütbesinde sevk ve idare ediniz.Ölümden korkan bir tek Müslüman yoktur.Bir vilayet, bir memleket değil, bir karış toprak için hepimiz feda olmaya hazırız.Biz Müslümanlara göre namus, millî vekarla bir kariş toprağa malikiyet, 48 istiklal ve namusa mukarin olmayan bütün dünyaya tercih unsurudur.Yalnız siz dünyada en mütefenin, cengaver asker olunuz.Fakat o kuvvetinize asla gurur ve itimat etmeyip nusrat ve muvaffakiyeti yalnız Allahtan biliniz.Siz kalbinizde iman gücü ne kadar varsa başarıyı da o nisbette gözleyiniz.Askerî neferlere dinî amel ve farzlara devamı telkin ediniz.Dindar kalblerden çikan bir “Tekbîr” gülbankı/gür sesi/ 42’lik toplardan daha müessirdir.”(1) İşgalcilerin Anadolu’yu yakıp yıkarak ve top seslerinin Polatlı’ya kadar ulaştğı sırada TBMM’nin Kayseri’ye taşınması çalışmaları bile başlamıştı.Bu arada Mehmet Akif’in baş yazarlığını yaptığı “Sebilürreşad” da, Kayseri’de Mahkeme Hanı’nda, çıkan nüsnasında, Kayseri Ulu Camii’nde Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey tarafından irad olunan “hitabe”ye yer veriliyordu.Bir deniz subayının emekli olup, siyasete atıldıktan sonra, millet kürsüsü kabul edilen bir camide okuduğu hutbe, aynı zamanda bir siyaset manifestosu anlamını taşıyor, ilgalciler vasıtasıyla, emperyalizmin İslam Dünyansı’nda oynamak istediği role işaret ediyordu.Bu uzun “hutbe”nin can alıcı ve dönemin ahvalini açıklayıcı bir bölümünü aşağıya alarak, İslam dünyasının desteği kadar, Anadolu toprağından emperyalistleri kovmada kıyam eden ruhun, nasıl bir “cihad ruhu” olduğunu göstermiş olacağız: (Cihad ayetleri ile başlayıp, genel bir tahlilden sonra …) “Tam manasıyla bir fetret ve fezahet devri olan bu devrede,gerek İstanbul’da ve gerek taşrada belli başlı iki fikir cereyanı göze çarpıyordu.Bu fikirlerden biri düşmanlara tamamiyle arz-ı teslimiyet, diğeri de müdafaa-yi hayat ve istiklal:” “Birinci fikrin, yani düşmana tamamiyle arz-ı teslimiyet fikrinin sahibleri esasen Müslüman ve Türk doğduklarına pişman olan müfrit Garp fikirliler ile vicdanlarını düşmana satmış olan rical-i siyasiye ve düşmanlar da bize karşı hiç olmazsa ufak bir insanlık parçası ve merhamet varlığını zan ve ümit eden bazı gafillerden kurulu küçük bir zümreden ibaret idi.” “Hatta bu zümreye mensup ve o zamanki kabine erkanından bulunan biri hiç sıkılmadan, zerre kadar vicdan azabı duymadan bütün cihana karşı Millet Meclisi Kürsüsü’nden: - Biz mağlup olduk.Sırtımız yere geldi.Artık düşmanlarımızın elindeyiz.Bizim hakkımızda istedikleri şeyi yapmakta hakları vardır.Bizim de tam bir uyumlulukla, hakkımızda tatbik edilen her şeyi kabul etmemiz, en doğal bir harekettir…” diye bağırmıştı.” “Halbuki bu iz’ansız, vicransız mahlûk düşünmüyordu ki o anda asırlardan beri istiklalini kaybetmiş, nam ve nişanı kaybolmuş bir çok mahkûm, esir milletler birer birer hürriyetlerini kazanıyor, istiklallerini kazanıyorlardı.” “Hal böyle iken nasıl olur da asırlardan beri müstakil yaşayan ve dünyanın üç büyük kıtasında cihangirane hükmünü icra eden bir devlet vesayet altına girer, istiklalini kaybederdi?” “Nasıl tasavvur olunur ki varlığını tanıdığı günden beri hür yaşayan, hasbe’l-kader memleketleri düşman istilasına uğradığı zaman varını yoğunu feda edip her ne pahasına olursa olsun hürriyetini korumak için aaakın akın vatanın diğer bölgelerine hicret eden bir millet bilerek ve isteyerek esaret halkasını boynuna takmaya razı olurdu?” “İkinci fikrin sahibleri, yani; “Bizim de bir hayat hakkımız vardır.Asırlardan beri hür ve müstakil yaşadık.Yine böyle yaşayacağız. Olmazsa öleceğiz.” diyen hakikî Müslümanlar ,mert insanlar ise milletin büyük bir çoğunluğunu teşkil ediyordu.” (1) Karahisar-ı Sahip Mebusu Hoca Şükrü; Ve’l Akibetü li’l-Müttekîn, SR, 19/489,sh: 225-226, 24 Temmuz l337(1921) 49 “İşte milletin büyük bir ekseriyeti böyle civan-merdane bir fikrin, ezelden sahibi iken maalesef uzun harp senelerinin verdiği yorgunluk, insan üstü bir fedakarlıkla idame ettirdikleri harbin genel görüşün hilafına olarak birden bire makûs bir şekilde neticelenmesinin doğurduğu şaşkınlık yüzünden henüz bir hareket gösteremiyordu.” “……” “Biraz evvel “Bu meş’um zümre, halkı düşmanlara ısındırmak için büyük bir gayretle çalışıyorlar.” demiştim.Evet, bu ruhsuz, izzet-i nefisten tamamiyle mahrum, millî duygularla zerre kadar igileri olmayan insanlar, henüz resmen düşmanımız olan İngilizlerle dostluk tesisi için “İngiliz Muhibleri Cemiyeti” adı altında taraf taraf cemiyetler tesis ediyorlar.Ve memleketin her tarafında bu meş’um cemiyetin şubelerini açmak derdiyle yanıp tutuşuyorlardı.Bütün bu girişimlerin başında “Fru” adında insan kıyafetinde bir şeytandan başka bir şey olmayan bir İngiliz Papazı bulunuyordu.” “Aziz dindaşlarım!... Hristiyanların bütünü itibariyle İslam olan bizlerin hakkındaki bakış açıları bilinmektedir.Tarih bu bakış açılarını tamamiyle açıklayan bir çok acı misallerle doludur.Sıradan Hristiyanların bakış açıları bilinince esasen vazifesi bütün dünyayı Hristiyan yapmaktan ibaret olan bir papazın teşvik ve teşebbüsü ile meydana gelen ve o mutaassıp papaz tarafından idare olunan bir cemiyetten bu mülk ve millet için, o mukaddes dinimiz için hiçbir hayır umulabilir miydi?Fakat biraz evvel habis mahiyetlerini tarif ettiğim mahluklar, esefle söyleyelim ki hayır umuyorlar.Yahut belki kendileri inanmadıkları halde halka öyle göstermek sayfasında , halkı iğfal etmek istiyorlardı.Çünkü şahsî menfaatleri böyle emr ediyordu.Bakınız sizi bu hususta bir misal ile tenvir edeyim.İşte elimdeki şu gazete,İstanbul’da intişar eden 21 Ağustos 1336 (l920) tarihli Alemdar Gazetesi.” “ Bu gazetenin ikinci sayfasında yer alan ve büyük harflerle “pek mühim bir resmi küşad” başlığını taşıyan (yazının) bir bendini müsadenizle aynen okuyalım: “Pek mühim bir resm-i küşad” “İngiliz Muhibleri Cemiyeti’nin Cağaloğlu Şubesi dün merasim-i mahsusa ile küşad edilmiştir.” “Açılış merasimi yapılacağını daha önce sütünlarımızda yayınlamış olduğumuz üzere İngiliz Muhibleri Cemiyeti’nin Cağaloğlu Şubesi Kulübü dün ba’de’z-zeval saat 03.00’de pek mutantan bir merasim altında olarak açılmıştır.Açılışta memleketimizin pek yüksek siyasî mahfil ve cemiyetlerine mensup yüce zevatla yabancı devlet adamları davet edilmişlerdi.Merasimin ifası için kararlaştırılan saatte davetliler peyder pey gelmekte, ve gerek kulüp reisi Sait Molla Bey Efendi ve gerek kulüp üyeleri tarafından karşılanıp izaz edilmekte ve özel surette bulundurulmakta olan Bahriye Muzikası/ Bandosu tarafından da Osmanlı, İngiliz marşları terennüm edilmekteydi.Merasimin ifasına takaddüm eden ilk hazırlıkların ardından Sait Molla Bey Efendi,tarafından bir nutuk verlmiş sve ardından sabık Dahiliye Nazırı ve Osmanlı Matbuat Cemiyeti reisi Mehmet Ali Bey Efendi çok önemli olan aşağıdaki nutuklarını irad etmiş ve İngiliz siyaset ruhunun başarısını gösteren , bütün inceliklerini açıklayan bakış açıları, hararet ve samimiyetle alkışlanmıştır. Mehmet Ali Bey Efendi’nin nutukları şöyledir: “Hüzzar-ı Kiram!.. İngiltere’nin mektedir başvekili Mister (Asküvit) Cenabları irad ettikleri bir nutukta cihan tarihinde İngiltere’nin bir sene içinde yaptığı değişiklikleri hiçbir devletin ifaya muktedir olamadığını söylemiştir.Biz 25 milyon nüfusa malik olduğumuz halde bu muazzam devlete karşı koymak istedik.Neticenin ne kadar büyük bir hüsran ve zararla son bulduğu hepimizce bilinmektedir.İngiltere’nin azamet ve üstünlüğünü teşkil eden sebeblerden 50 en önemlisi adalet ve doğruluktur.Hatta İngiltere’nin bütün kulüplerinde İngiliz seciyesinin en mühim bir timsali olan Fair Play( Fer Pley) , yani herkese karşı dosdoğru bir şekilde harekette bulunmak nazariyesi bütün İngiliz milletinin düsturu olmuştu.İşte efendiler,biz de bugün şu kurulan kulübe bu düsturu memleketimizde tatbik edip gelecek için hazırlanmalıyız.Bu münasebetle muharebe ve mütarekeden sonra ilk defa olarak işitmekte olduğumuz Osmanlı ve İngiliz marşlarını alkışladığımız sırada haşmetlü İngiliz Kral ve Kraliçesi hazeratı ile Zat-ı Şevket-meab-ı Padişahî’nin şan ve şevketin temadi ve afiyetlerini temenni eylemeyi bir vazife telakki ederim.” “Şu okuduğumuz vesikanın tarihi nazar-ı itibara alınınca bu merasime iştirak eden efendilerin idam hükmümüz demek olan Sulh Muahedesi’nden haberdar olmadıkları söylenemez.Sevr Sulh Muahedesi çoktan tebellüğ edilmişti.Bu muahede hakkında sırası gelince icap eden açıklamları yapacağım.Fakat şimdi şu kadarını söyliyeyim ki bu muahede ile elimizden memleketlerimiz, istiklâlimiz alındıktan başka bize hayat hakkı, yani insanca yaşama hakkı bile bırakılmıyordu.Bu muahedeyi konferansta İtalyan ve Fransız murahhaslarının itirazına rağmen adeta cebrî bir şekilde İngiliz murahhasları kabul ettirmişlerdi.Esasen tamamiyle İngiliz tertibi olan bu muahedeye Avrupa’da, bunu tertip eden Hariciye Nazırı Lord Gürzon’un namına izafeten “Gürzon Muahedesi” diyorlar. Fransızlar ve İtalyanlar da düşmanımız olduğu halde onlar bize acımaktan ziyade arslan payının bu muahede gereğince İnigilizler tarafından kapılacağını görünce şiddetle itiraz etmişlerdi.Hatta İngilizler Fransızları , o aralık Almanya’da zuhur eden kargaşalıktan istifade ederek Almanlarla tehdit etmişler.Ve böylece Fransızların itiraz seslerini susturmuşlardı.Hadisenin bu söylediğim tarzdaki cereyanını o zaman bütün Avrupa gazeteleri yazmışlar.Ve bütün dünya duymuş v e anlamıştı.Binaenaleyh İstanbul’daki tantanalı açılışta hazır bulunan “memleketin pek yüksek siyasî mahfil ve cemiyetlerine mensup büyük adamlar” ile “sabık Dahiliye Nazarı ve Osmanlı Matbuat Cemiyeti Reisi Mehmet Ali Bey Efendi” nin bu işlerden haberdâr olmadıklarını zannetmek biraz fazla saf-derûnluk olmaz mı? “ “O halde nasıl oluyor da diğer iki düşmanımızın yani Fransızlarla İtalyanların bile bir çok itiraza rağmen zorunlu bir şekilde ve hatta kerhen kabul ettikleri bir muahede ortada dururken ve muahedenin mürettibi İngilizler iken,Türk ve Müslüman adını taşıyan Mehmet Ali Bey “İngiltere’nin büyüklük ve üstünlüğünü teşkil eden sebeblerden en önemlisi adalet ve doğruluktur.” Ve “İngiliz seciyesinin en önemli örneği herkese karşı dosdoğru harekettir.”diyebiliyor. Yine nasıl oluyor da orada hazır bulunan “memleketin pek yüksek siyasî mahfil ve cemiyetlerine mensup büyük adamlar” da bu sözleri alkışlıyor!?” “Bu adamlar, bir Fransız’ın,bir İtalyan’ın bile hazm edemediği bu muahedeyi adalet ve doğruluk ve herkese karşı dosdoğru hareket kuralları ile ne şekilde ve nasıl bir vicdanla telif edebiliyorlar? Demek ki elimizden memleketimizi alan, her türlü istiklalimizi , hatta malî ve adlî istiklalimizi imha eden,bize bırakılan bir avuç toprağı da nüfuz mıntakalarına ayırarak bizi köleler gibi çalıştırmayı istihdaf eden bir muahede ahkamı bu vicdansızlarca doğru , adil ve dosdoğru bir hareket olmak üzere telakki ve kabul ediliyor.” “Ey Cemaat-ı Müslimîn!.. Ey Din Kardeşlerim!...Kur’an-ı Kerîm’imizden, Furkan-ı Hekîm’imizden şimdi size bir ayet-i kerimeyi okuyacağım, dinleyiniz: “Ey iman edenler!..Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin.Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar,hep sıkıntıya düşmenizi isterler.Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır.Kalblerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür.Eğer düşünüp anlıyorsanız, ayetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.”( Al-i İmran 3/118) “İşte Cenab-ı Hakkın bu babtaki emr-i İlahileri bu kadar apaçık iken biraz evvel bahsettiğim olaylar, düşmanlarımız içinde mahv olmamızı en çok arzu eden ve bu arzunun 51 gerçekleşmesi için her şeyi yapan bir milletle muhalefet anlaşması yapıyorlar.Ve milleti de iğfal edip tuzağa düşürmek, esir etmek istiyorlar.” “Fakat diğer taraftan devletimizin işleriyle doğrudan doğruya alakadar olmayan hakikî Müslümanlar, bakınız nasıl düşünüyor,neler yapıyorlar: “Hindistan’daki din kardeşlerimiz İngiliz siyasetinin bize tatbik etmek istediği barış anlaşması metnine vakıf olunca derhal yer yer toplantılar yapıyorlar.Bu müthiş haksızlığı şiddetle protesto ediyorlar.Bu tarzdaki toplantıların birinde, hatibin ateşli konuşmalarından son derece heyecana gelen bir genç Hindli , heyecanın şiddetine dayanamayarak “Allahu Ekber!” diyor, secdeye kapanıp, ruhunu teslim ediyor.” “ Şimdi okuyacağım telgrafı “Thames” gazetesinden terceme ettim.Bu telgraf “Taymis”e Hindistan özel muhabiri tarafından çekiliyor. Telgrafın başlığı “Hindistan Hilafet Mücadelesi”dir: “Gery Havalisi komiseri (yani valisi) mister (Villonbiy)’nin feci bir şekilde öldürülmesi, pek fazla üzüntüyü mucip olmuştur. Adam bütün memurların hürmetini kazanmştı.Üç Müslüman, (Villonbiy)‘nin ikametgahına girerek kendisini bıçakla bir çok yerinden yaralamış ve öldüğüne hükm ederek gitmişlerdir.Halbuki biraz sonra kendine gelen vali, katillerden birinin ismini haber vermiş ve ölmüştür.Daha sonra yakalanan katil, (Villonbi)’yi sırf İngiltere’nin Türkiye’ye ve Hilafet Makamına karşı şiddet kullanmasının intikamını almak için öldürdüğünü itiraf etmiştir.” “…..” “14 Temmuz 1920 tarihi ile Karaçi’den çekilen diğer bir telgrafın tercemesini de izninizle okuyacağım: “ Hindistan Müslümanları pek haksız ve gayr-i adilane olan Türk sulh şartlarını Xlll Asırlık dinî bir kurum olan Hilafet’e doğrudan doğruya saldırı sayıyorlar.Avrupa dayanışmasına karşı İslamiyeti savunmadan aciz bir vaziyette oldukları için halkın bir çoğu Hindistan’ı Darü’l-Harb ilan ederek hicrete karar vermişlerdir.” “ Şimdiden binlerce halk İngiltere’nin İslamiyete karşı olan tutumuna fiilî bir protesto olmak üzere Afganistan’a hicret etmişlerdir.” “ Geçen hafta 700 kişi trenle Afganistan’a müteveccihen Sind’den hareket etti.Sind ve Pençap’ta derin bir heyecan devam etmektedir.Binlerce halk Peşaver yolu üstündeki istasyona koştular ve muhacirleri; vicdanlarını, dinlerini mallarının, mülklerinin üstünde tuttukları için tebrik ettiler.Malyan istasyonunda 25.000 kişi muhacirleri tebrik etti.Lahor’da 50.000 kişi muhacirlere para hediye etti. “Amristar” tebrik telgrafı çekti. Ravalpinti ve Peşaver ‘de aynı heyecan sürmektedir.Yalnız Sind’den 50.000’i aşkın halk hicrete hazırlanmıştır.Vaziyeti yalnız , adalete,müslümanın dinî hayatına riayet şartıyla sulh anlaşması şartlarında yapılacak esaslı değişiklikler kurtarabilir.” “Nasıl, din kardeşlerim! Hakikî Müslümanların, hem de bizden binlerce mil uzakta yaşayan Müslüman kardeşlerimizin Türkiye Sulh Muahedesi adı verilen zulûmname karşısında ne gibi necip duygularla duygulandıklarını , ne gibi fedâkârlıklara kalkıştıklarını şimdi okuduğum ve hepsi İngiliz gazetesinden alınan vesikalar anlatmaya ziyadesiyle kafi değil mi?(….)” “Kardeşlerim,sanılmasın ki biraz evvel izah ettiğimiz heyecan ve galeyan, sırf Hind Müslümanlarına racidir.Batının ucundan Şark’ın en uzağına kadar her yerde oturan din kardeşlerimiz aynı yönde heyecan ve galeyan halindedirler.Ne yapalım ki bu zavallılar yine bizim, biz Müslümanların kabahatimiz, gafletimiz eseri olmak üzere hep mahküm bir vaziyette bulunuyorlar.Bunlardaki heyecanın fevkaladeliği , şiddeti ve en güçlü bir İslam Devleti olan ve asırlardan beri Cenab-ı Peygamberin bayrağını büyük bir şan ve şerefle omuzlarında taşıyan ve yine asırlarca devam eden ve bugün de devam etmekte olan Haçlı hücumlarına karşı yüce Dinimizi kanıyla,malıyla, canıyla savunan devletimizin yıkılmasına, mahv olmasına tahammül edememeleridir.Çünkü onlar bizleri İslamın alemedarı olarak 52 tanıyorlar.Dinî mukaddesatlarının korunma ve yaşatılmasını bizden bekliyorlar. Hatta kendi kurtuluşlarını bile!...” “……..” “Şimdi söyledikilerimizi bir özetliyelim:Biz düşmanlarımızın asırlardan beri bizim hakkımızda tasarladıkları ve Umumî Harb’ten sonra ortaya çıkan vaziyet üzerine tatbik zamanı artık geldiği kanaatinde bulundukları muahedenameyi tanımadık, kabul etmedik.Nasıl tanır ve kabul edebilirdik ki biraz evvel izah ettiğim üzere bu anlaşma bir muahede değil, ancak bizim maddî ve manevî varlığımıza son vermek için İblisane bir şekilde düzenlenmiş bir idam hükmü idi.Düşmanlarımız anlaşmayı tatbik için iki çareye,iki tedbire müracaat ettiler.Biri, evvela payitahtımızı işgal ve Hilafet Makamı’nı esir etmek, sonra o kutsal makamı alet ittihaz ederek aramıza nifak ve şikak tohumları ekmek, bizi birbirimize boğdurmak ve böylece tamamiyle zayıf düşürmek; bir yandan da yine bizim aramızdan para veya sair vasıtaylarla elde edecekleri vicdansızların delaletiyle bizi her türlü savunma ve mukavemet vasıtalarından mahrum etmek.Bundan sonrası kolay…” “……” “Binaenaleyh bugün hepimiz cihad emri ile mükellefiz.İlahî emir bu merkezdedir.Unutmayalım ki bizler asırlardan beri Hz.Peygamberin mübarek bayrağını her türlü tehlikelere karşı omuzumuzda taşıdık, İslam Dini’ni bugüne kadar kanımızla, malımızla, canımızla , hülasa her şeyimizle müdafaa ettik.Pek haklı olarak “İslamın Bayraktarı” adını aldık.” “Her halde bizler yine bu mübarek sancağı kemal-i şan ve şerefle omuzlarımızda taşımak ve mukaddes dinimizi müdafaa ve esaret altında bulunan kardeşlerimizi kurtarmak hususunda İlahî emirlere imtisalen son nefesimize kadar mücahedeye devam edeceğiz.”(2) Ali Şükrü Bey’in bu hitabesine göre, mağlubiyet sonucu her şeyimizi kaybedecek; ne dinimiz,ne namusum uz ve ne de maddî-manevî bir şeyimiz kalacak ,aksine her şeyimiz yok olmuş olacaktır. “Cemaat-ı Müslimin”, “ daha açık bir ifade ile Petro’nun, Hristo’nun kölesi (mi) olacaksınız.” sözünden etkilenmiş olacak ki, ağlamaya başlar. “…Müteessir olmak, ağlamak fayda vermez…Haydi cihad’a!...” sözü ile son cümlelerini söyler. Eski bir bahriyeli subay, mebus olarak halkın kurtuluşunu “cihad”da görüyordu. Öyle bir ruh ki, işgal altındaki İslam Dünyası’ndan aldığı dinamizm ve destekle, “lider ülke” konumunu tekrar kazanmaya varan bir çok maddî ve manevî güçle yüzyüze gelinmiş, nasır bağlamış eller Türkiye’nin zaferi için semaya kalkmıştı. Sırf “Müslüman” olduklarından ötürüdür ki, “Mazlumların hürriyet ve istiklal mücahedesi” Anadolu’dan başlayarak, dört bir cepheye yansımıştı. Bunun zaferle taclandırılması da,ancak diğer işgal altındaki yenlerde gereken direnişin gösterilmesi kadar “ahlak ve namus” kavramlarını yabancılara özdeşleşerek yaşayanların bulunması, millet kadar, TBMM’ni de rahatsız etmiş oacak ki, Umur-i Şer’iyye Vekili/Bakanı Mustafa Fehmî imzasıyla, “TBMM adına” yayınlanan “İstanbul ahalisine beyanname” şöyle başlıyordu: “İstanbul’da millî edeb ve İslamın erdemlikleri ile hiçbir zaman uyumu sağlanmış olmayacak olan bir takım hareketlerin meydan aldığını ve son zamanlarda o mübalâtsız hareketlerin pek çirkin bir şekle girdiğini BMM büyük bir üzünütü ile işitiyor.” “Müslüman adını taşıyan bazı kadınlar namus ve iffet adı altında takdis ettiğimiz iki muazzam vazifeye karşı tamamıyle ilgisiz kalarak alçaklıklarını kendilerine yabancı erkeklerle hususî ve umumî yerlerde dans edecek derecelere kadar ileriye götürüyorlarmış.” __________________________________ (2) Trabzon mebusu Ali Şkrü Bey; Anadolu’nun Büyük ve Mukaddes Cihadı; SR, c. 19/490, s:233-246, 24 Eylül 1337(1921). 53 “Büyük Millet Meclisi yakinen bilir ki bu alçaklıkları pervasızca işleyen aşağılık yaratıklar pek küçük bir azınlıktan ibarettir.Yoksa o mübarek memleketin büyük bir çoğunluğu diyanetine, milliyetine has olan o güzelim karakterleri tamamiyle korumaktadır.Ve güzel ahlakına , kutsal törelerine vuku bulan bu tecavüzlerin daha yakından vakıfı olmak itibariyle bizlerden ziyade müteessirdir.Fakat emr-i bi’l-ma’ruf , nehy-i ani’l-münker farızası ile bütün Müslümanların yükümlü bulundukları da hiçbir zaman hatırdan çıkmamalıdır.Özellikle oradaki halkımıza önderlik vazifesini omuzlayan kişiler tarafından milletin işlerine bu derecede hoşgörü gösterilmesi elbette mazur görülemez.” “Bütün Anadolu halkı, çoluğu ile çocuğu ile , kadını ile erkeği ile, malıyla canıyla, dişiyle tırnağıyla, düşmanlara karşı mücahede ediyor ken İstanbul’daki halkın hiç olmazsa bu kutsal cihada kalben iştirak etmesi icap etmez mi? Memleketimizin istikbali olan gençler ve istikbali kurtarmak için hayırlı evlad yetiştirecek kızlar, ve kadınlar düşünmelidir ki bugün kendilerinin Anadolu’daki dindaşları onların hayatını, namusunu, şerefini, istiklalini kurtarmak azmiyle uğraşıyorlar.Karların altında,çamurların üstünde , sarp dağların tepelerinde , engin ovaların içerisinde mübarek kanlarını döküyorlar.Bu mukaddes gaye uğrunda canlarını feda ediyorlar.” “Namusunu, şerefini her şeyden üstün tutan; salabet-i imanına,azamet-i vicdanına dünyaları hayran bırakan milletimiz arasında alçaklıklar, bu alçaklıkları işleyecek sefil yaratıklar acaba nasıl oluyor da yer buluyor? Hiç şüphe yok ki bu alçaklıklar bizim millî ruhumuzdan, bizim millî terbiyemizden doğmamış, bunlarda yabancı bir ruh, zehirleyici bir terbiye etken olmuştur.Bu yabancı ruhu, bu zehirleyici terbiyeyi öldürmek, büsbütün varlığını kaldırmak için bütün millet rehberlerinin , bütün millet matbuatının elbirliği ile çalışmaları en muhteşem vazifeleridir.Zira ahlaksız bir millet için hayat imkanı tasavvur olunamaz.Ahlakın düşüşü millî bünyenin yıkılışıdır.Milletler, şahıslar gibi, türlü türlü ızdıraplar geçirir, türlü türlü tehlikelere uğrar.Lakin bütün bu ızdırapları, bütün bu tehlikeleri başarı ile atlatanlar ancak ahlakını düşüşten muhafaza edenlerdir.” “….Bununla beraber Büyük Millet Meclisi İstanbul’un namuslu,hamiyetli, faziletli evladına hürmetlerini, iştiyaklarını iblağ ederken şunu da ilave eder ki kadın olsun, erkek olsun milletin mukaddesatını hiçe sayan , namusunu lekeleyen, nefs ve hevasına esir bir takım reziller, emin olsunlar, yakında hareketlerinin hesabını vermekten kurtulamıyacaklardır.”(3) İşte o Meclis ki, verdiği yetki ile bir Başkumandan ve bir de Meclis Başkanı ile, giderek, esaretten kurtulmak veya kurtuluş yollarını arayıp, müstakil ve hür bir devlet olmanın uğraşını veren dindaş ve soydaş ülkelerin heyet ve elçileri, yeni Meclis’in ve sürüp giden kurtuluş mücadelesinin maddî ve manevî destekçisi olduklarını elçilerini gönderip verdikleri mesajlarla, açıkça ilan ediyorlardı. Nitekim Buhara Murahhas Heyeti’nin TBMM’ni ziyaretlerinde irad ettikleri nutuk bunun en canlı ve heyecanlı çıkışını serğiler: “Buhara Halk Şura Cumhuriyeti’nin beş milyonluk ahalisi ve halk hükümeti’nin yürütme komitesi v e nazırlar şurası tarafından TBMM Hükümeti Reisi ve Başkumandanı’nı selamlamakla kesb-i şeref eylerim.” “Buharalılar, Şarklı oldukları gibi Türk neslindendir.Buhara İslam memleketi olduğu için öteden beri İslamiyetin muhafızı olan Türklerle manevî rabıtaları kavidir.İşte cinsen ve dinen bir olan kardeşlerin diğer Şarklılar gibi şimdiye kadar birbirlerine el uzatmadıklarına sebeb Emperyalistlerin tuttukları malum siyasetleri idi.Çünkü onlar, Şark kavimlerini birbirinden ayırmak , esir etmek, doğulu milletleri ezmek istiyordu.Fakat bu olmadı. ________________________________ (3) S.R. İstanbul ahalisine beyanname; c.19/492, sh:255-256,16 Kanunisani (Ocak) 1338 (1922). 54 Garba dehşet veren Çanakkale harbinin imanlı (ve) kahramanca müdafaası Şark’ta inkılap güneşi doğurdu.İnsaniyet bayrağını kaldıran Rusya inkılapçılarının halâskâr v e metin kulları Şark mazlumlarını birleştirdi.Asya-i Vusta (Orta Asya) milletleri için Çar Hanedanı’nın malum siyasetine son verdi.Nihayet 59 yıl esaret devresini geçiren ve bütün haricî siyaset ve münasebetlerden mahrum bırakılan Buhara da istiklalini aldı.15-20 seneden beri dahilde ve hariçte sürekli çalışan Buhara gençleri Şark inkılapçılarının yardımı ile zalim ve müstebit hükümeti yıktı.1336(1920) tarihinde Halk Cumhuriyeti esasını kurdu.İstiklali de tasdik olundu.” “İşte yıllardan beri büyük kardeşi Türkiye Hükümeti’yle resmen münasebete girişemiyen Buhara murahhasları bugün Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Reisi’nin ziyareti ile müşerref olmakla kesb-i fahr eylerim.” “Buhara halkı tarafından Türk ve İslam kardeşlerine hediye olarak bundan büyük bir şey bulunamadığı cihetle asâr-ı atikadan şu arz ve takdim edeceğim Kitab-ı Mukaddes’i milletin istifadesine vaz buyurmalarını istirham eylerim.” “ Kahramanlar, gaziler silahtan başka bir şeyden hoşlanmadıkları için Buhara tarafından size hediye ve yadigar olmak üzere arz ve takdim edeceğim şu kılıcı kabul buyurmalarını rica eylerim.” “Misak-ı Millî uğrunda sağlam bir imanla çalışarak gösterilen gayret sayesinde İnönü savletleri ve Sakarya muzafferiyetini Buhara Halk ve Şura Cumhuriyeti’nin beş milyon halkı tarafından tebrik etmekle beraber şu emanet kılıcı da arz ve takdim ediyorum.” “İnşaallah yakın bir zamanda düşmandan intikam alıp kat’î zafere sebebiyet veren veyahut İzmir’i feth edip Türk bayrağını orada dalgalandıran kumandana şu emanet kılıcı teslim buyurmalarını bilhassa istirham ederim.” Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin nutukları: “Buhara Fevkalade Siyasî Kastları Beyler! “Buhara Halk Şuralar Cumhuriyeti Halkı ve Hükümeti’nin Yürütme Komitesi ve Nazırlar Şurası namına gelen muhterem heyetinize Türkiye ahalisi ve TBMM ve O‘nun hükümeti namına beyan-ı hoş-amedî eylerim “Buharalıların milletimizle ırkî ve dinî kalbî bağlarına rağmen işbu bağların şimdiye kadar fiilî alanda gereği kadar tecellisine,müstevli ve zalim kuvvetlerin varlığı mani olmuştu.Kahraman Türkiye Orduları’nın büyük bir övünç payı olan Şark İnkılab-ı Kebîri , mazlum Şarklıları günden güne sıklaşan, sağlamlaşan bağlarla biri birine bağlamaktadır.”Her milletin kendi geleceğini kendisi tayin edebilmek” hakkını yalnız nazariyatta değil, fiiliyatta da tanıyan Rusya İnkılap Adamlarının mefküreci hareketleri sayesinde bugün Rusya’nın müttefiki olan müstakil Buhara Halk Şuralar Cumhuriyeti’nin haricî ilişkiler hakkını kullanarak , ilk Kastlar Heyeti’ni Türkiye Halkı Hükümeti nezdine gönderdiğinden dolayı TBMM’nin Reisi sıfatıyla , Buhara Cumhuriyeti’ne iftiharla arz-ı teşekkür ederim.” “Buhara Ahalisi’nin Türkiyedeki Türk ve Müslüman kardeşlerine hediye olarak gönderdiği “Kur’an-ı Kerîm” ile Türkiye Halk Ordusu’na takdir ve tebrik nişanesi olarak gönderdiği “ Kılıç”, Hak Din ile Hakka hadim kuvveti temsil eden fevkalâde muazzam ve kıymetli iki yadigardır.Bu emanetleri elinizden alırken kalbim heyecan ile doldu.Halkmıız ve Ordumuz, uzaklardaki kardeşlermizden gelen tebrik ve teşci’ nişanelerinden şüphesiz çok mütehassis ve mesrur olacaklardır.Dindaş ve arkadaş Buhara halkının arzusunu yerine getirerek bu mukaddes kitabı millete, muazzez kılıcı da İzmir Fatihi’ne teslim edeceğim. Allahın inayeti ile İnönü ve Sakarya muzafferiyetlerini kazanan millî ordumuz , inşallah pek yakında bu kılıcı da kazanmış olacaktır. Muhterem heyetinize de Türkiye ahalisi ve ordusu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti namına teşekkür ederim.” Buhara Halk Şuralar Cumhuriyeti Heyeti’nin “Kur’an ve Kılıç” hediyeleri üzerinde, TBMM reisi Gazi Mustafa Kemal PaşaHazretleri’nin verdiği “hoş amedi/ hoş 55 geldiniz” cevabı üzerine, “Sebilürrşad”, Türkiye’den beklenen umutlar için şu yorumu yapmıştı: “Yeni yeni teşekkül eden İslam Devletleri Murahhas Heyetleri’nin birbirini takiple Ankaraya geliyor, Çanakkale’deki harikulade celadet ve fedakarlığı ile Şarktaki muazzam inkilabın en önemli etkeni olan Müslüman Mücahidleri’nin karargahında toplanıyorlar.Dün hayal sayılan şeyler bugün hakikat oluyor.Buhara Murahhas Heyeti’ni istikbal ederken diğer bazı İslam Devletleri temsilcilerinin yolda bulunduklarını, Kırım Müslümanları’nın da istiklallerine sahip olduklarının haberini alıyoruz.(…)” “ Beyaz sarıklı, ipek kürklü Buhara Murahhasları ,Büyük Millet Meclisi’ne Orta Asya Müslümanları’nın selamlarını tebliğ ettiği zaman İslam aleminin mutlu geleceğine inancımız o kadar kuvvet buldu ki o şanlı, şerefli günleri adeta seyr eder gibi bir haz duyduk.Buuuharalı kardeşlerimiz bize ne muazzam,ne kıymetli hediyeler getirmişler:Yeryüzünde bütün Müslümanlarca takdis edilen bir Kitab-ı Celîl ile onun hamisi ve kuvve-i müeyyidesi (yaptırım gücü) olan bir yüce kılıç!...İşte yaşamak isteyen Müslümanlar için takip edilecek yegane Hak yolu!..Müslümanlar bütün hal ve hareketlerini o Kanun-i Esasi-yi Muhammediye’ye tevfik edecekler; sonra da onu te’yîd ve himaye için cihadı en kutsal vazife bilecekler.Hiç şüphe yoktur ki Orta Asya’dan gelen bu kılıç Allahın yardımı ile yakında Akdeniz sahillerinde, İzmir ve Çanakkale‘de parıldayacaktır. Ve bunun karşılığını Asya kapılarının fedakar bekçileri oradan göndereceklerdir.”(4) Buhara Halk Şuraları adına gönderilen “Kur’an ve Kılıç” üzerine, Mustafa Kemal Paşa’nın teşekkür konuşmasının ardından, SR’ın yorumu bu şekilde son bulmuşsa da, aslında, münevver kesimin içinde bulunduğu tutucu tavır, 1840’da Reşid Paşa tarafından söylenip,Fransa’dan beklenen “temenna”dan sonra, bu sefer Hamdullah Suphî tarafından “reverans”a dönüşüp, Rusya’daki “devrim”in fikirlerine takılmıştır. Nitekim, Büyük Reşid Paşa, Tanzimat(1839)’ın ilanında, bir Fransız diplomatına şöyle diyordu: “Biz daima Fransa’ya müracaat ederiz.Muhtaç olduğumuz ıslahatı bize gösteren o’dur.Islahatımızın ikmalini ve muvaffakiyetle neticelenmesini Fransaya borçluyuz.” Seksen yıl sonra, yine Bolşevik Devrimi yapan Rusya’nın Sefîri’ne Hamdullah Şuphî Bey, plansız programsız bir halde, “yeni fikirler” alıp,” yeni Rusya”dan beklentilerini sergilerken, Tazimat’tan Kurtuluş Savaşı’na kadar devam eden süreçte hiçbir şeyin değişmediğini, verdiği cevapla, açıklıyordu: “Siz,bize bir şey vermek için geldiniz.Vereceğiniz şeyler fikirlerinizdir…Bize düşüncelerinizi anlatınız..Biz muhakeme etmek ve intihap etmek için hazırız.” Amma aynı zamanda Ruslar, daha sonra da İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı verip, tam bir istiklaliyete kavuşan Afganistan’ın “lV. Bağımsızlık Yılı” şenlikleri üç ayların başlağıcına tesadüf ettiği cihetle , Hacı Bayram-ı Veli Camii karşısında yer alan binada bulunan Afganistan Sefareti’ne konan zafer taklarında, İslamın zafer ve istiklali ilan ediliyordu.Sefaret binasının önüne asılan bir levhada kendilerini işaret ettiğine inandıkları bir hadis-i şerefte şöyle buyuruluyordu: “İslamın zaafa uğradığı bir zamanda Şarktan doğacak siyah bayraklı bir kavim İslamı yükseltecektir.” Bu kavmin kendileri olduğunu inancıyla, Sefaretin önünde, Sosyalist Enternasyonal’in aksine, İslam’dan medet uman bir levha asılıyordu: __________________________________ (4) SR; Buhara hey’et-i murahhasasının kabul merasiminde irad olunan mühim ve tarihî nutukları,c.19/492,sh:261-262, 16.01.l338(1922) 56 “Yaşasın Bütün Müslümanların ve Şarkın İttihadı!...” Böyle bir pankartın altından geçerek, davetliler gelip, elçilikte yer aldılar. TBMM reisi sıfatıyla da Mustafa Kemal Paşa Hazretleri de teşrif ettiler.Nutuklar atıldı, yemekler yendi. Ertesi sabah Cuma günü…Camie gidildi. Afgan sefiri Ahmet Han Hazretleri, namazdan sonra, minberin yanına gelip; “- Ey Müslüman cemaat…. Birkaç söz söylemek için minbere çıkmaya izin verir misiniz?” der demez, minberin kapısındaki perde cemaat tarafından kaldırılıp, sefire yol gösterildi.Sefir yedi .basamak çıktıktan sonra, cemaate dönüp, hitabetine şöyle bir girişle devam etti: “-Ey Cemaat-ı Müslimin!.. “ “Bugün Afganistan istiklalinin dördüncü yıldönümüdür.Bugün biz Müslümanlar için en mes’ud, en mübarek bir gündür.Hiç şüphe etmeyiz ki bugün biz Afganlılar ne kadar mesrur isek siz Türkiye Müslümanları da o kadar sürur içinde bulunuyorsunuz.Müslümanların kederi de , süruru da müşterektir.” “- Ey Cemaat-ı Müslimin!..Afgan milletinin Türkiyedeki siz Müslüman kardeşlerine olan sevgi ve bağlılıkları o kadar fazladır ki onların dünyada en büyük emelleri ancak size kavuşmaktan ibarettir.Yalnız biz değil, bütün İslam kavimleri size bu hürmet ve muhabbet nazarı ile bakarlar. Zira siz asırlardan beri İslamın hilafet bayrağını omuzlarınızda taşıdınız.İslamiyet uğrunda pek büyük, pek fedakarca mücahedelerde bulundunuz.Ve el an bulunuyorsunuz.Sizin bu kahramanca fedakarlıklarınız sayesindedir ki İslamiyet bu topraklarda yaşadı, sönmedi.Sizin gibi İslamiyeti muhafaza için feda-yi hayat eden mücahid bir milleti elbette bütün İslam milletleri tebcil eder, ve size en derin bir muhabbet, en samimi bağlarla bağlı olur.” “……………….” “Muhterem Dindaşlar!..Emin olunuz ki mukaddes maksadımıza ulaşacağız.İnşaallah bu muhakkaktır.Hiç bir kuvvet, hiç bir satvet bizi bundan men edemez.Hem de yakın bir zamanda (Cemaat hüngür hüngür ağlıyor, hep bir ağızdan “İnşallah, inşallah!”diyor.) İslam mücahidleri , İslam orduları, Türkiye’nin cephelerde düşmana göğüs geren kahraman askerleri, hürriyet ve istiklali tamamen elde etmeyince, İslam memleketlerini düşman istilasından kurtarmadıkça kılıcını, tüfeğini elinden bırakmayacaktır.Hakkımızı alıncaya kadar metin bir azm, sarsılmaz bir iman ile bu uğurda çalışacağız.Bizim için lazım olan şey yalnız budur: Azm ve iman!...” Müsteşar Muhammed Ali Han Hazretleri tarafından Türkçeye terceme edilen bu hitabe, camideki cemaatı hüngür hüngür ağlattı.Ve elçi Ahmet Han’ın ardından; cemaatten izin isteyip,birkaç söz söylemek için de izin istedi.Konuşmasını, özetle,şöyle sürdürüp bitirdi: “…Ey Müslüman kardeşler, siz ki asırlardan beri Haçlıların hücumlarına karşı göğüs germiş kahraman bir milletsiniz.Mutlaka bu son düşman saldırısını da püskürtmeyi başaracaksınız.Cenab-ı Hak size bu zaferi ihsan edecektir.Çünkü bu zafer sizin hakkınızdır.Düşmanların türkiye’ye karşı bu kadar amansız hücumlarda bulunmaları Türkiye’nin İslamın önderi olmasından ileri geliyor. İslamın vücudunun dimağını, kalbini ezmek, Allahın nurunu söndürmek istiyorlar.Fakat Halik-i Zü’l-Celal düşmanların rağmına bu nuru söndürmeyecek , parlatacaktır.(….)” “(……….)” “Müslüman kardeşlerim,artık bundan sonra İslam aleminin yegane şiarı,hürriyet ve istiklaldir.(……)” “Allah Müslümanların birliğini-dirliğini arttırsın.Müslümanları hak ve hakikat yolundan ayırmasın.Bütün İslam milletlerini hürriyet ve istiklal şerefine mahzar buyursun!..(Amin!...)” 57 Müsteşar, konuşması ile cemaatı hüngü hüngür ağlattı.Sonra minberden inerken,cemaat içinde bulunan TBMM azasından Şeyh Servet Efendi ayağa kalkarak misafirlere bir teşekkür konuşması yaptı ve; “İslamın vatanı, şeriatın yürürlükte olduğu ,etki yaptığı ve geçerli olduğu her yerdir.Müslümanın vatanı da öyle…Binaenaleyh burası bizim vatanımız olduğu gibi Afganlıların da vatanıdır.Bütün Müslüman devletlerinin de vatanıdır…” dedi. Ardından mevlid-i şerîf okundu. Böylece Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Afganistan’ın kurtuluş günü kutlandı ve diğer işgal altındaki Müslümanların da hürriyet ve istiklalleri için dualar edildi. Ve bu ulvi gün hasebiyle de, TBMM’nde üçüncü yasama yılı için yapılan konuşmalarda, Afgan sefiri Ahmet Han’ın “tebrikname”si çok büyük bir ilgi ve alkışa mazhar olmuştu.Burada yapılan konuşmalar bir yana, TBMM reisine, sefir tarafından gönderilen “tebrikname”yi özetleyerek aşağıya alıyoruz: “TBMM’nin Mücahit Reisi ve Yüce Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine ve Yüce Büyük Millet Meclisine! “Ecdadına layık bir surette Anadolu’nun gösterdiği büyüklükler ve istiklal hakkı için pek mukaddes ve tebcîle şayan mücadele ve mücahedeler içinde yeni zamanların idraki dolayısıyla TBMM ile Gazi Reisi’ni, kahraman ordu ile millî hükümeti’ni , hak ve hürriyet yolunda bezl-i mal ve can eden Anadolu’nun fedakar ve muhterem halkını en samimi ve kardeş hislerle Afgan İslam Hükümeti ve şahsım adına tebrik ile kesb-i şeref eylerim.” “Afganistan Hükümeti bütün Afganlıların İslamiyetin kutsi ve la-yezal rabıtasıyla daima Türkiye’ye ve onun fedakar halkına pek derin muhabbetlerle bağlı oldukları arz ve beyandan varestedir.Zalim devletlerin ve onların önderleri olan gaddâr düşmanın Türkiye’ye karşı takip ettikleri zalim ve hûnharca hareket ve siyasetten Afganistan İslam ahalisi ile hükümeti, Türkler kadar müteessir ve üzgündür.” “Paşa Hazretleri!..Sizin en samimî ve en hakiki kardeşleriniz olan Afgan Müslümanları daima sizin sürurlarınızla mesrur, kederlerinizle elemlidir.Sizin zaferleriniz bizim zaferimizdir. Sizin saadetiniz bizim saadetimizdir.Hakkın yükselmesi için cihad meydanlarında kan döken İslam mücahitlerini Cenab-ı Hak mutlaka fevz ve zafere mahzar kılacaktır. Hakka nusret edenlerin en büyük destekçisi Hallak-ı Kerîm’dir.Siz Türkiye Müslümanları ki bütün İslam aleminin göz bebeğisiniz, sizler inşaallah ebediyete kadar İslamın alemdarı , İslamın vahdet ve uhuvvetinin nurlu/aydınlatıcı merkezi olacaksınız.” “Siz nasıl isterseniz bakınız, lakin bütün Müslüman milletleri ve özellikle Afganistan milleti daima sizi gözbebeği sayıyor ve İslamın önderi tanıyor. Cenab-ı Hak bu büyük şerefi, bu muazzam milletin büyük fedâkarlığına karşılık olarak ihsan buyurmuştur.Siz kurtulacak, zafer ve saadete nail olacaksınız. Sizinle beraber bütün Müslüman milletler, bütün mazlum milletler kurtulacaktır.(…) Hürriyet ve istiklal sizin ve bizim şiarımızdır.Ve bundan sonra bütün İslam aleminin, bütün mazlumlar dünyasının da şiarı bu o lacaktır.” “Ey büyük milletin, büyük mümessilleri! Kalblerimizi kalblerinize bağlayan Halik-i Zü’l-Celal’in şanının azametine yemin ederim ki İslam için,mazlumlar için kurtuluş ve zafer yakındır.İnşaallah bu sene mazlumların halas ve saadet senesidir.Size samimi hürmetlerimizi, samimi muhabbetlerimizi göz yaşlarımızla beraber takdim ediyoruz.” (Afganistan sefîri:Sultan Ahmet Han) Uzun alkışlar, sevinç göz yaşları içinde dinlenen bu “tebrikname”nin okunuşu bitimi ile , önce Erzurum Mebusu Hüseyin Avni ve Cebel-i Bereket Mebusu İhsan Bey’den sonra kürsüye Kütahya Mebusu Besim Atalay Bey çıktılar: 58 “- Birisi Asya’nın ortasında, diğeri Asya’nın batısında ,biri İslamın güneşi, öbürü hilalini tutmuş iki hükümet bugün ancak istiklâlini muhafaza ediyor.Bizim dostumuz onların dostu, bizim düşamanımız onların düşmanıdır.(….)” Ve kürsüye Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey gelerek: “-Efendiler!...İslam aleminde son zamanlara kadar istiklalini muhafaza eden bir milet varsa o da Afganistan’dır.” cümlesiyle başlayan konuşmasını bitirdikten sonra, daha sonraki dönemlerde “şedit bir Kemalist” olarak mebusluğuna C.H.P’de devam edecek olan Edirne Mebusu Mehmet Şeref (Aykut) de şöyle diyordu: “Tam Hicretin 30. senesinden beri İslam Dini’ni elindeki kılıcı ile (ve) bütün kanıyla savunan Allahın mümtaz yarattığı bir millet varsa, (o da) Türklerdir.Türk, Kur’an-ı Kerîm’i eline almış ve bütün kanını onun yükselmesi için sarf etmiştir.İşte İslam tarihi…” “…………..” “Efendiler! Peygamberler diyarı , iman ve tevhid ocağı olan Asya bir zamandan beri zalim Avrupa’nın eli altında kalmış bir çok “Kapitalizm” denilen, “sermaye” denilen ve’l-hasıl ne diyeyim …hülasa “istismar” denilen ve yenip yutulan şeylerin biçare mazlûmu olup kalmıştır.(Kahr olsun!.., sesleri…).Onlar düşünmüyorlardı ki Asyadaki milletler herhalde bir gün tamamiyle hak ve hürriyete malik olacakardır.” “……………..” “İşte Asya İslam diyarıdır.İşte orada harekat-ı İslamiye başlamıştır.O bir mecraya doğru gidiyor.Biz ki Efendiler, İslamın münevver kafaları ,hangi kevme munsup olursak olalım…İslamiyet kavmiyeti kabul etmez.İslamiyet vahdettir.İslamiyet sırf tevhiddir.Başka manası yoktur.Başka bir esas yoktur.İslam tevhid üzerine kurulmuştur.Bütün Asya’da yaşayan, kim olursa olsun, Afgan, İran, Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Arnavud…hepsi yalnız v e yalnız Din-i Mübin-i İslam’ın tebşir ve Allahın daima vaad ettiği selamet ve vahdeti ve nihayet ittihadı meydana getirecek .Biz bütün dünyanın zalimlerine karşı koyarak genel ve kutsal gayeyi ortaya çıkaracağız.”(…..) En sonunda da, Lazistan Mebusu Necati Bey, kürsüye gelip “hatm-ı kelam” etmiştir: “…Dinime sarılıyorum,dinimi tanıyorum, başka bir şey tanımıyorum.Her kim her hangi bir millet ki, Din-i Mabin-i Ahmediye’ye sarılmıştır,bunun için hüsran yoktur.Korku yoktur.Daima muzaffer,daima muvaffak olacaktır.Bizim için de daima müjdeler vardır.Çünkü Din-i Mübin-i Ahmediye’nin etrafında toplanmışızdır.Ve ona sımsıkı sarılmışız.(…)”( 5) Bu tür konuşmaların TBMM’nde yapılması, şüphesiz Afganistan sefiri’nin Türkiye’yi “Bütün Alem-i İslamın göz bebeği ve tevhid öncüsü “ görmesinden ileri geliyordu.Ve bütün dileği de, gelecek yıl TBMM’nin açılışına kadar “ bu güzel İslam yurdunun her noktasından ezan sesleri ile beraber zafer tehlillerinin yükselmesi” nden geçiyordu. Öyle ki, bu heyecan ve inançla zafere ulaşmanın tek gaye ve dayanağı olan TBMM’nin içinden çıkan hükümetin bir “hükümet-i İslamiye” olması hasebiyle “İslamın esasları dahilinde hareket etmeyi bir umde kabul ettiğini” ilan etmekten de geri kalmıyordu.Nitekim, Umur-i Şer’iyye Ve Evkaf Vekili (Bakanı) Mustafa Fehmi Efendi (Gerçeker,1868-1950) yayınladığı beyannamede özetle diyordu ki: ____________________________________ (5) TBMM’nde fevkalade tezahürat-ı İslamiye;SR,c.19/494, sh:283-285, 11 Mart 1338(1922). 59 “Allaha hamd olsun ecnebi nüfuz ve baskısından kurtuluşunu sağlayarak idarî/ yönetim/ hakimiyetini eline almış olan Büyük Millet Meclisi Hükümet-i İslamiyesi, İslamın esasları dahilinde hareketi bir ana umde ittihaz etmiş olduğu cihetle şeriata aykırı olan her tür ahkam, onun nazarında yasaktır ve cezayı gerektirir.Bu gibi menhiyyat ve münkirata tasaddi hem milletin dinî hayatını rencide, hem de TBMM Hükümet-i İslamiyesi’nin şeref ve haysiyetine bir tecavüz teşkil eder.(….)” “Evet, tek dayanağı İlahî adalet, hedeflediği gaye münhasıran ümmetin saadeti olan Müslümanlık, beşerin saadet ve hayatının te’minine yegane vasıta olan “Hürriyet-i İnsaniye”yi her insanın kişisel ve doğal haklarından saymıştır.Fakat, bundan mutlak hürriyetin meşru olduğu manası anlaşılmamalıdır.Bir cemiyetin mukaddesatına, istinat ettiği düstur ve kanunlara karşı gelmek , hürriyet değil, aksine, “vicdan hürriyetine, kişisel hürriyete,dinî duygulara apaçık bir saldırı”dır.” “Binaenaleyh şeriat ahkamı dairesinde hareket etmeyi ana umde ittihaz etmekle bu ahkamın her türlü tecavüzden korunmasını tekeffül etmiş bulunan Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin bu hususta göz yummayacağına hiç şüphe edilmemelidir.Cemiyetin dinî düsturlarına, Büyük Millet Meclisi’nin kararlarına karşı gelenler kat’i surette cezalandırılacaklardır. “ “Memleketin öz evladları din ve vatanın istiklali uğrunda canını feda etmekten çekinmezlerken bu sayede geride emniyet altında ve istirahat halinde bulunanların mukaddesata tecavüz teşkil eden her tür hareketleri elbette afv edilemiyecek kadar büyük bir cürumdur.” “Binaenaleyh İslamın ahkamına ve hükümetin kanunlarına aykırı,İslamın şerefi ile mütenasip olmayan, dinî duyguları ve millî terbiyeyi bozucu her türlü hareketlerden kaçınılması lüzumu önemle beyan olunur.Tevfik, Allah’tandır.” Umur-i Şer’iyye ve Evkaf Vekili:Mustafa Fehmî “(6) Sadece bu kadar değil… TBMM ve onun hükümeti, kendini “bütün İslam aleminin dinî mercii” gördüğündendir ki, İslam aleminde vuku bulacak elim olaylar karşısında yardım ve destek için de ilk el atacak dinî otorite olarak “kendini” sorumlu buluyordu. Tarihin derinliklerinden gelen “İslamı müdafaa” sorumluluğu ile yoğrulup, sonunda “refahtan mahrum kalan Türkiye Müslümanları”, Bolşevizm’in sömürü çarkları altında açlık ve sefalet içinde inleyen Rusya Müslümanları esaret zincirini kırmaya çalışırken, onlardan gelen “yardım eli”ni bakınız TBMM ve onun hükümeti nasıl ciddiye alıyordu: Rusya Müslümanları Nezaret-i Diniye Reisi kadı Rızauddin bin Fehreddin ve Nezaret-i Diniye nezdinde Açlara Yardım Komisyonu reisi kadı Keşşafuddin Tercüman imzaları ile TBMM Şer’iyye Vekaleti’ne bir mektup yollanır. Mektubun içerdiği mesaj, derin manalar taşır: “Yedi sene devam eden müthiş hadiseler neticesinde Rusya ahalisi son bir fakr ve sefalet derekesine düştü. 1921 senesi baharında bu sefalet içinde bin türlü elem ve meşakkatle çarpışan halkın başına tarih aleminde misli görülmemiş bir afet , benzeri destanlarda işitilmemiş bir açlık kabusu çöktü.Ahvale hakkıyla aşina olmayanlar “Açlık” belasının bütün feci durumlarını gereği gibi tasavvur edemezler.Yağmursuzluk yüzünden ortaya çıkan müthiş kuraklık ekinleri tamamen kurutmuştur. ___________________________________ (6) Umur-i Şer’iyye Vekaleti’nin Beyannamesi; SR, c.20,sayı:499, 27 Nisan 1338(1922), sh:58-60. 60 Kuraklık neticesinde yerlerde bitecek ne varsa tamamiyle helak olmuş, ehil hayvanlar çoktan yenmiştir.Nebatat ile hayvanatın her türünü yiyip bitirmiş olan halk yalnız ağaç kovuğunu, çöllerin yabani otlarını yemekle yetinmeyip bir tür gıda verici bulunan toprağı bile yiyip bitirmektedirler.Açlık en müthiş ve ağır darbesini Volga ,İdil havzaları ile Ural Dağları eteklerine indirmiştir.Bu yerler pek eski zamanlardan beri Türk kabileleri Müslüman kavimlerin oturağıdır.Şu anda Tatar, Başkırt ve Kırgız Türk Müslüman akvamdan 12 milyon nüfusun açlık yüzünden helak olmaya ma’ruz kaldığı tahmin olunmaktadır.Şöyle ki Volga havzaları ile Ural boylarında yaşayan Müslümanlar Rusya açlarının en sefillerini teşkil ediyorlar.Gerçekten bu yerlerdeki müslümanların geçirmekte oldukları facialar Rusya açlarının en sefillerini teşkil ederler.”Mü’minler kardeştir.” kutsal mefhumu üzere bütün İslam Alemi’nin ilgisiz kalamadığı bu büyük belada en fazla sefil bulunan Müslümanlara karşı İslam Alemi’nin de dikkatini çekmek ve samimiyetini ölçmek maksadıyla yardım sağlanmasına girişen Rusya “Müslüman Nezaret-i Diniyesi/ Müslüman Din İşleri Bakanlığı” kendi nümayendelerini Müslüman memleketlerine göndererek dindaşlarına müracaatla yardımlarını istiyor.TBMM Umur-i Şer’iyye Vekaleti bütün İslam Alemi’nin dinî mercii olduğunu dikkate alarak Rusya “Müslüman Nezaret-i Diniyyesi” teşkil ettiği yardım heyetine edeceğiniz müsaadelere çok (büyük) ümitler bağlamaktadır.” İşte bu”mektup” doğrultusunda TBMM Hükümeti adına,Umur-i Şer’iyye Vekili Abdullah Azmî (1868-1937) imzasıyla bir “Beyanname” yayınlanır: “Yeryüzünde mevcut bütün Müslüman Milletlere!...” “ Rusya’da Volga ve İdil havzaları ile Ural Dağları eteklerinde 12 milyon Müslüman kardaşımızın maruz kaldıkları feci ahvali tasvir eden bu mektup, bizi pek ziyade müteessir etmiş ve derhal o çaresiz kardeşlerimizin imdadına koşmaya sevk etmiştir.Asırlardan beri Müslümanlığı müdafaa için cihad meydanlarında kan dökerek refahtan mahrum kalan biz Türkiye Müslümanları son senelerde en muazzam mücahedelere girişerek yine o uğurda varımızı yoğumuzu fedâ ettik. En nihayet İslamın haremine sokularak güzel Anadolu diyarını taun gibi kasıp kavuran Hristiyan istilasına maruz kaldık.Lakin buna da göğüs gerdik.Çoluğumuzu çocuğumuzu , malımızı menalimizi terk ederek cephelere koştuk.Yüzbinlerce kişilik ordular techiz ve teşkil ettik.Hakkın yardımıyla Hristiyanların o müthiş akınını durdurmaya muvaffak olduk.Bu yüzden arkada ekilemiyen tarlaların,babasız kalan yetimlerin, kocasız kalan kadınların haddi hesabı olmamakla beraber Rusya’daki Müslüman kardeşlerimizin düçar oldukları “açlık” afetini işittiğimiz zaman kendi derdimizi unuttuk.Boğazımızdan lokmamızı ayırarak onlara uzattık.Asırlardan beri; “Ve kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri ) öz nefislerine tercih ederler.”(el-Haşr 59/9 ) Kur’an düsturunu şiar edinen biz Türkiye Müslümanları son lokmamızı da muhtaç olan dindaşlarımıza vermekle en en büyük zevk duyarız.Evet,İslam bayrağının şanını muhafaza için her şeyini feda eden, hayatını verme İslamî mayası ile yoğrulan Türkiye Müslümanları bugün İslam aleminin yardımlarına ihtiyaç duyar bir halde bulunmakla beraber ötede açlıktan ölmeye mahkum dindaşlarının inleyişlerine ilgisiz kalamamış, onların dertlerine hakiki ve acil çareler bulmaya savaşmıştır.Lakin afet o kadar büyük ve o kadar müthiştir ki Müslümanlığı müdafaa uğrunda her şeyini bezl eden Anadolu Müslümanları’nın kudret ve takadı bu felaketin önüne geçmeye maalesef müsait değildir.Onun içindir ki bütün İslam Alemi’nin dinî mercii olan Türkiye Umur-i Şer’iyye Vekaleti yeryüzünde mevcut bütün Müslüman kavimlerini,bütün Müslüman efradını ,özellikle hal ve vakti müsait olan Müslüman milletlerini ve Volga, ve İdil havzalarında açlıktan helake maruz kalan zavallı dindaşlarımızın imdadına yetişmeye davet ediyor.Bugün bütün Müslüman milletler, Büyük Peygamberleri’nin buyurdukları üzere, yek-pare bir 61 cesedin hassas uzuvları olduğunu göstermek mevkiinde bulunuyorlar.İslamın ezelî ve ve değişmez düsturlarını kuvvede bırakmayarak saha-yi fiile / eylem alanına / çıkarmak asr-ı hazır Müslümanlarının en önde gelen görevleridir.Bugün imtihan günüdür.Kalbinde imanı olan her Müslüman yiyeceği lokmasından ayırarak açlıktan inleyen dindaşlarının imdadına koşacaktır.İslam aleminin bütün matbuatı, bütün hatibleri,bütün cemiyetleri harekete gelerek ,Volga ve İdil havzalarında açlık yüzünden helake manuz kalan on milyon müslümanın nalelerini, feryadlarını , dört yüz küsur milyon müslümana işittirecek ve onların yardımlarını felaket-zede kardeşlerimize yetiştirecektir.Bunun için İslam aleminin her tarafında , her memlekette yardım komisyonları teşkil ederek yardım toplamaya başlamalı ve toplanan meblağları (Türkiye Helal-i Ahmeri vasıtasıyla Rusya Müslümanları Nezaret-i Diniyyesi nezdinde Müslüman açlara yardım komisyonu)’na göndermelidir.Cenab-ı Hak bütün İslam beldelerini her türlü afet ve belalardan masun ve muhafaza buyursun! Amin!” TBMM Hükümeti Umur-i Şer’iyye Vekili Abdullah Azmî “( 7) TBMM , İslam Alemi’nde böyle bir “hami”, yani "koruyucu ve kurtarıcı” olarak görülüyordu. Çünkü, Osmanlı altı asır önceki hudutlarına çekilmesine rağmen, yine de İslam dünyasının “lideri” olarak görülüyordu. _____________________________________ (7) Abdullah Azmî, Beyanname-Yüryüzünde mevcut bütün Müslüman milletlere; SR, c.20, sayı:509, 13 Temmuz l338/l922, sh:170-171. (Abdullah Azmî, Şer’iyye Vekaleti’nin başına , sağlık nedenleri ile ayrılan Mustafa Fehmi Efendi’nin yerine, getirildiğinde, TBM Meclisi’nde, kürsüye gelerek, yaptığı “teşekkür” konuşmasında ; “ Efendim;Hükümet idaresinin şubelerinin anası yerinde olan bu makamın yükü zayıf omuzlarıma yükleniyor.Bu yükün altından kalkmak,sorumluluk ve vazife bakış açısından hem Meclis’e karşı, hem şeriat ve hem de şeriatın sahibine karşı bu sorumluluktan bir dereceye kadar kurtulabilmek için Meclis’i teşkil eden üyelerin bu konuda yardım ve desteğine ihtiyaç vardır.(…) Hükümetimiz, yani TBMM hükümeti,her manası ve tamamiyle bir Hükümet-i İslamiye’dir.Eğer böyle bir zamanda biz o makamı imal edemezsek , hiçbir zaman da imal edemeyiz.(…)” gibi sözlerle, ideolojik ve sistematik mesajlar veriyordu.(SR, C.20/ 502, 18.05.1338/1922, sh:86-87) (Not: Abdullah Azmî Efendi’den sonra Mehmet Vehbî Efendi (Çelik:1861-1949), daha sonra da Musa Kazim Efendi (Onar: 1877- 1930) ile Mustafa Fevzi Efendi (18751933)’ler Şer’iyye ve Evkaf Vekilliklerinde/ bakanlıklarında bulunmuşlardır.Bu beş bakan, son derece bilgili ve dirayetli bir yapıda oldukları için; kültürel v e bilimsel yetenekleri TBMM ‘nde çok geniş tartışma ve yorumlama alanlarına taşmıştır.Bu bakımdan, bu beş zevat hakkında –Şer’iyye vekilleri olmaları hasebiyle- topluca bir çalışma yapılması kadar, teker teker her birini ele alarak, fikir ve düşünceleri etrafında, sosyal v e siyasal bir araştırma yapılması, TBMM’nin dayandığı ve vücut bulması ile ulaştığı derecenin önemi bir kat daha ortaya çıkması ile dikkatler üzerlerine çekilmiş olacaktır.S.A.) 62 Aşağıdaki iki örnek ,bunun en can alıcı belgesel tezahürü idi: Nitekim, Yemenliler geleceklerini,TBMM’ne üye göndermekte buluyorlardı: “Yemen Müslüman ahalisi/halkı Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne müracaatla Yemen ahalisinin de BMM’ne mebus göndermek arzusundra bulunduğu ve yeni seçimler için müsaade verilmesini Yemen Valisi Nedim Bey vasıtasıyla hükümetten talep etmişler ve bilhassa (Yemen)’in mukadderatı mevzu-bahs olduğu şu esnada “Yemen” mebuslarının BMM’nde bulunmasının ehemmiyetini bildirmişlerdir.”(8) Bu bildiri ile, Yemenliler, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin devamı olarak Ankara’yı görüyor, Avrupalı Emperyalistlerin içlerine fitne düşürdüğü Yemenlilerin birliğini sağlayacak ana unsurun TBMM ve onun hükümetinin bulunduğunu deklare etmek istiyorlardı. Buna bir başka benzer destek de nüfusun çoğunluğunu Hristiyanların teşkil ettiği Polonya’daki “Müslümanlar”dan geliyordu: “ Leh Matbuat Dairesi’nin tebliğine göre, Leh Müslümanları, Lehistan Cumhuriyeti’ne aşağıdaki beyannameyi vermişlerdir: “Türk Orduları’nın ahiren düşmanlarına karşı ihraz ettikleri parlak muzafferiyetler kalblerimizi fevkalade meserretlerle doldurmuş ve Türkiye’nin eski zafer ve şa’şa’a devrine avdet etmekte olduğu kanaatini bahş etmiştir.Bu meserretimiz Lehistan ile Türkiye arasında bir muahede aktine tevessül edildiği haberi ile bir kat daha artmıştır.Çünkü bu durum, biz Lehistan Müslümanları hakkında fevkalade bir önemi haiz bulunacak ve vatanımızla, biricik İslam Devleti olan Türkiye’yi eskiden beri birbirine bağlayan pek samimi münasebetlerin uzun bir aradan sonra tekrar kurulmasını sağlayacaktır.” ________________________________ (8) SR, Yemenliler mebus göndermek istiyorlar.c.21, sayı:538-539, 21 Haziran 1339/l923.sh:151. 63 Yüce (İslam) Dinimize sımsıkı bağlı ve sadık olmakla beraber biz Lehistan’a da bütün kalbimizle bağlıyız.Muhtelif tarihlerde Lehistan kralları tarafından bize bahşedilmiş olan bütün imtiyaz ve hürriyetleri Lehistan (Diyet)’i 1673 ve 1679’da ve Lahistan zadegânına mahsus her tür imtiyaz ve fevaidi/çikarları bize bahş etmişti.Eski ordusunda biz, (Tatar Süvarisi) adı altında daima müstesna ve münferit bir kıta/askerî birlik teşkil ettik ve sancağımızda İslam alâmetlerini taşıdık.Bu övünülecek ananeler yeni Lehistan Cumhuriyeti kurulur kurulmaz tekrar ihya edilmiş ve 1920’de (Tatar Süvarisi) “Altın Hilal”i, tekrar yükselterek, “Altın Salip/Haç” ile birlikte istilâcılara karşı harp etmiştir. Bütün bu iyiliklerin hatıralarını tekrar vesilesiyle muhterem Cumhuriyetimize karşı en samimi duygularımızı tekrar ifade zımnında işbu beyanname takdim edildi.”(9) Nitekim, kimi “beyanname” ile, kimi de malî ve nakdî yardımla TBMM’ni destekliyor (*)ve Anadolu’dan, altı asır sonra (yeni baştan) başlayan kurtuluş ve istiklal mücadelesi(nin) İslam Dünyası’nın derlenip, dirliğe doğru toparlanmasına öncülük ettiğini gösteriyordu. Amma bir çırpıda, bütün bu birlik ve dirlik çalışmaları, sonuçsuz kılınıyor ve her şey milletten gizlenip, işin sonuçta beklenen gelişmesi de akamete uğratılıyordu. Artık, “Kâbe-i Millet” olarak görülen “TBMM”nin güç ve fonksiyonu, başka coğrafyalara kaydırılıyordu. Çünkü, Birinci Büyük Harb’ in sonunda her şey separatist / merkezden ayrılıp, lokma lokma edilip yutulmak üzere, lime lime edilmiş bir İ slam coğrafyası karşımıza çıkmış oluyordu. _____________________________________ (9) SR, Lehli Müslümanların muhabbet ve rabıtaları.c.21,sayı:538/539, 21.06.1339 /1923, sh:152. (*) Bunun en canlı ve belgesel örneğini, TBMM reisi sıfatıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın İslam Dünyası’na hitaben yayınlamış olduğu “beyanname” teşkil etmektedir.Ki, bu “ beyanname”nin içeriğini , “Yeni Kafkasya” adlı dergi, şu başlıkla açıklıyordu: “Yunanistan’dan gelecek 600 bin İslam’ın iskanı için muavenette bulunmak üzere Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri tarafından Alem-i İslam’a hitaben neşr olunan beyannamedir:” İşte beyannamenin içeriği: “Türk Milleti , Allahın inayetine güvenerek hayatını kurtarmaya, yaşamak hakkına malik olduğunu dünyaya göstermeye azm ettiği gün biliyorsunuz ki bütün vasıtalardan mahrum, yalnız istiklal iman ve aşk kuvvetine malikti. Türkler bu sayede elde ettikleri zaferle mücahedelerini taçlandırırken İslam Alemi’nin pek ulvî bir alaka ile mütehassis olduklarını şükranla görmüş ve bunu daima minnetle yad etmekte bulunmuştur.İşte bu alakaya istinaden şimdi de bütün din kardeşlerimizden yine kendi kardeşleri için şefkat ve merhamet rica ve tavassutunda bulunacağım.” “Türk Milleti zafere kavuştu, fakat bugün muazam bir iş karşısındadır: Yunan idaresi altındaki mazlum dindaşlarımızın mübadelesi ve Türk toprağına iskânları…Bu kardaşlerimiz bugün Yunan zulmü altında inliyor. Bütün gün muhtelif mahallerden gelen feryadnameler her müslümanın kalbını rikkate getirecek , her müslümanı ağl.atacak derecede acıklıdır. Bunların bir an evvel kurtarılmaları artık her şeyden evvel dinî bir vecibe olmuştur. Siz (in) gibi bir yuva sahibi olan ve yekünü 64 600.000’i geçen bu kardeşlerimizi Türk toprağına kavuşturmak, sefaletlerine hatime vermek pek büyük bir iştir.” “Kardeşler! Türk Milleti ne kadar vasıtalara malik olursa olsun, bu vasıtalar yine yeterli değildir. Harp esnasında Yunanlıların ayak bastıkları Anadolu ma’mureleri bugün birer virane olmuştur.Yunan hırs ve cinayetlerine kurban kardeşlerin toprakları da harabeye dönmüştür.” “İşte kardeşler, bu yerleri imar etmeye, düçar oldukları mahrumiyet ve sefaletten bir dakika evvel halâs edilmeleri lazım gelen Yunan idaresindeki Müslümanları buralarda iskana, 600.000 kişiye ekmek vermeye, me’va bulmaya çalışan Türkler, kardeşlerinin sefaletten telef olmamaları için , İslam Alemi’nin mürüvvetine müracaat ediyor.” “Dindaşlık kutsal rabıtasının feyyaz tecelliyatına ümitvarım.” “ Bu zavallı kardeşlerimiz için müşterek hayır ve şefkat müessesesi olan Hilal-i Ahmer’in vaki olacak teşebbüslerine bütün İslam Alemi’nin seve seve kemal-i memnuniyetle zahir olacağında şüphe yoktur. Hilal-i Ahmer bu dinî vazifesinde muvaffak olması için İslam Alemi’nin lütuf ve muavenetine arz-ı ihtiyaç ediyor.” “Yapacağınız en ufak bir yardımın birkaç Müslüman ailesinin hayatını kurtaracağını düşününüz. Doğrudan doğruya aynen ve nakden gönderilecek yardımlar şükranla kabul edilecektir.Bugün ezici bir cereyan içinde bulunan ve yarın iskan ve iaşe edilmek için bin müşkilatla pençeleşecek olan Rumeli Müslümanları’nın yegane istinatgahları imanları ve yegane ümitleri din kardeşlerinin ulviyet ve necabetidir.” “Cenab-ı Kibriya cümlemizin yardımcısı olsun!”(TBMM reisi Ga zi Mustafa Kemal Paşa ) (Yeni Kafkasya, yıl:1, sayı:2, 15 Teşrinievvel 1339/1923,sh:6-7) Ayrıca,bu beyanname, Hakimiyet-i Milliye, 28 Eylül l923 tarihinde yayınlanmış ve Atatürk’ün Tamim,Telgraf ve Beyannameleri, c.lV,sayfa,549-550,Ankara1991’den iktibas edilmiştir.Bu eser, Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurulu, Atatürk Araştırma Merkezi tarafından yayınlanmıştır.SA. 65 BATI EMPERYALİZMİNİN ETKİSİ VE HİCAZ –KAHİRE KONGRELERİ Yaptığımız bunca araştırmalar karşısında,bu Anadoluculuk hareketi hakkında pek fazla bir bilgi edinemedik.Buna rağmen, bu çalışma ile ortaya çıkan gerçek, İslam toplumlarının kurtuluş ve birliği için “ana hareket”, Anadolu’dan hayat bulmuştu.Bunu içlerine sindiremeyenler, “Yeni Alem-i İslam” karşısında,”Yeni Türkiye”yi devre dışı bırakmanın yollarını aradılar ve sonuçta “Mekke Kongresi” ile Türkiye’nin İslam Dünyası’ndaki etkinlik ve sevgisini unutturmayı başardılar. Ve iki üç yıllık bir savaş, tafra ve tefrika ile Mekke emîri Şerif Hüseyin, 5 Mart l924’de İngiliz entrikaları, daha doğrusu Batılı emperyalist güçlerin plan ve hedefleri doğrultusunda “kendini” halife ilan etti.Amma bu “piyonluk” ona yar olmadı.Ekim l924’de Abdülaziz bin Suud (l880-1953) Mekke’yi alınca, tahtını (?) bırakıp Kıbrıs’a kaçtı. Türkiye’de ise bu İslam Birliği önerisinin olduğu kadar heyecanının öncülerinden olan Eşref Edip Bey’in dergisi “Sebilürreşad” kapatılmış,diğer 9 gazeteci ise Şark İstiklal Mahkemesi tarafından “idamla” yargılanmıştı.Artık Türkiye’de üç-beş yıl öncesindeki İslamî söylem ve heyecandan eser yoktu. İbre Mısır’a kaydırılmıştı.Mısır uleması, Camiu’l-Ezher’in öncülüğünde İslam dünyasının önde gelen ulemasını çağırmış ve Mayıs l926’da “Hilafet Kongresi” ni ilan etmişti.(1). İşte bu kongrenin ilanından bir ay öncesinde,Ömer Rıza (Doğrul-1893-1952 )’nın kalemi ve kanalıyla yerli basına yansıyan durum şöyle idi: “Önce şunu kaydedelim ki Hindistan Ulema Cemiyeti,Mısır Camiu’l-Ezher Şeyhi tarafından Hilafet Kongresi’ne iştirak için gönderdiği daveti müzakere ederek bu daveti red etmeye karar vermiştir.Hindistan ulemasının bu hareket tarzı, Ezher ulemasının kendi meslekdaşları nezdinde bile hiçbir itibarı haiz olmadıklarını göstermiyor mu? “ “Bundan başka Şimal Müslümanları da Ezhercilerin davetini kabul etmişler,Mısır gibi ecnebi işgali altında yaşayan bir memleketin Hilafet Kongresi düzenlemek gibi işlere girişmesini hayretle karşıladıklarını ifade etmişlerdir.” “Bu vaziyet karşısında ardı sıra geri çekilmeye uğrayan Mısır Camiu’l-Ezher Şeyhi,Kongre’nin maksadını değiştirerek , Kongre’nin maksadını değiştirerek Kongre’nin “halife” seçmek için değil,ancak hilafete lüzum olup olmadığını tetkik etmek üzere toplanacağını söylemiştir.”(2) İşte, parçalama işlevini sürdüren Batılı emperyalistler bir yanda Mekke,öte yanda Kahire’de “kongre” akti ile İslam toprağında,iki ayrı ses vermeye gayret gösteren çalışmaların ortasında Müslümanları bölmeyi hedeflemişlerdi.Nasılsa Türkiye aradan çekilmişti. Nitekim Rusya Müslümanları heyetinden Musa Carullah (Bigiyef) Ankara’ya gitmiş, Cumhuriyet hükümetinin başı ile görüşüp İstanbul’a döndüğünde basına verdiği beyanatta bu “siyasî konu” için şöyle demişti: “Mısır’da toplanacak Hilafet Kongresine davetli olarak gidiyorum.Aynı zamanda Mekke Kongresi’ne de hem davetliyim ve hem de Rusya Müslümanlarının,Türkistan ve Çin Müslümanları’nın vekili olarak gidecek ve Kongre’de bazı beyanatta bulunacağım.” __________________________________ (1) Geniş bilgi için, Jacob M.Landau, Pan-İslam Politikaları/İdeoloji ve Örgütlenme/İstanbul-2001,sh:281-292. (2) Mısır ulemasının girişimi sonuçsuz kaldı;Vakit, 26/04/1926, sh:2. 66 Dikkate şayandır ki,basın mensupları, “Rusya Müslümanları” konusunda sorduğu soru üzerine “sözlerini tam bir fikir hürriyeti içinde söylemiş olduğunu” ifade ederek ,dedi ki: “Rusya müslümanları siyasî ve ictimaî vaziyetlerinden memnundurlar.” Türkistan Çin’i Müslümanları’nın durumu hakkında da: “-Türkistan Çin’i Müslümanları arasında son zamanlarda İngilizlerin etkisi fazlalaşmıştır.Türk inkılâbı ve Türk milletinin istilacılara karşı açtığı mücadelede kazandığı zafer ve siyasî istiklal, Şimal Türkleri’nde pek büyük memnuniyet, hüsnü hürmet ve çok samimî bağlar doğurmuştur.Bilhassa Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Türk’ün millî ve siyasî istiklalinde gösterdiği büyük kahramanlık ve deha Şimal Türkleri’nce nihayetsiz takdirleri celb etmiştir.” Rusya’daki Stalin yönetimi fayda mülahaza etmiş olacak ki, Rusya Müslümanları temsilcileri, İstanbul Konsolosu “Yoldaş” Putemkin tarafından Trabya’daki Rus Sefarethanesi’nde kabul edildiler. Ayrıca Türkiye’nin de bu “Hicaz Kongresi”ne bir iki temsilci göndereceği, dönemin gazete sayfalarında, haber olarak geçmişti. Amma önem taşıyan,Türkî diyarlarının Müslüman temsilcileri idi.Kazan, Türkistan, Kırım ve Kazakistan Müslümanları tarafından Hicaz Kongresine gitmek üzere İstanbul’a gelen heyette, heyet reisi:Dahilî Rusya ve Sibirya Müslüman Türkleri Diniye Nezareti reisi müftü Rızaeddin bin Fahreddin Hazretleri’dir. Kırım müftüsü Hacı Muslihiddin,Türkistan ulemasından Abdülvahid Kaarî, Diniye Nezareti üyelerinden Keşşafüddin Tercüman, Kazanlı Mehdî Ma’kul Efendiler’le Abdurrahman Ömer ve Tahir İlyas Efendiler, heyet azaları idi.(3) Rusya, Mekke’deki kongreye Müslüman heyet gitmesine izin verirken, Kahire’ye gidişe yasak koymuştu.Bunun gerekçesini de resmî Sovyet ajansı şöyle açıklıyordu: “Rusya Müslümanları heyeti Kahire kongresine iştirakı red etmiştir.Zira heyet Mısır’daki İngiliz hakimiyetinin müslümanlara söz ve fikir hürriyetini yasaklıyacağını dikkate almaktadır.30 milyon müslümanın temsilcilerinin iştirak etmemesi Hilafet Kongresi’nin toplanmasını imkansız kılacağı tahmin edilmektedir.”(4) Bu durum,Hicaz Kongresi’nin tamamiyle hacıların hac mevsmindeki sorularının çözümü, Kahire Kongresi’nin ise İslamın yönetim biçimi, Müslümanların yeni siyasî ve ictimaî plan ve hedeflerinin tartışılması gibi bir havası vardı.Nitekim, buraya Mısır Hükümeti azaları, Mısır diyarı müftüleri, Ezher Şeyhi,Tarikat-ı Sofiye Şeyhi, Tunus Beyliği’nden,Merakeş Hükümeti’nden, Güney Afrika Hükümeti’nden, Polonya Hükümeti’nden, Hindistan’dan, Doğu Hind Adalarından, Filistin Hükümetinden, Irak Hükümeti’nden,Yemen’den,Tihame’den, Trablusgarb’tan, Berka Emîri es-Seyyid İdris es-Sunusî ve Suriye Hükümetinden olmak üzere 35 kişi katılmış oluyordu. Müslümanların birliği, bir çatı altında toplanıp kendi sorunlarını çözmede gereken politikaları üretmede bu tür toplantıların üzerinde durulup, münakaşalı bir şekilde akamete ulaşan bu toplantı,Mekke Kongresi’nden farklı bir konum arz ediyordu.(5) ___________________________ (3) Vakit,20/05/1926,sh:l-2. (4) Vakit,Hilafet kongresi iflas etti,23/05/1926,sh:2. (5) Ömer Rıza,Mısır Hilafet Kongresi komedisi;Vakit,25/05/1926,sh:3. 67 Aksine Hicaz Kongresi’ne,Rusya ile aynı kulvarı kullanarak İstanbul Mebusu Edip Servet Bey başkanlığında bir heyet, Rusya Müslümanları heyeti, İran ve Afganistan, Hindistan, Bülücistan, Java, Mısır,Trablusgarp,Tunus, Cezayir,Fas, Suriye,ve Irak gibi ülkeler,”kutsal belde”’nin önemi üzere katılmamazlık etmezlerdi.Öyle de oldu.Bunun işgal altındaki müslümanların “azınlık” hakları olarak görülüp, verilen izin sonucu duyulan sevinç ve hissedilen atmosferi Şimal Türkleri heyetinin “reisi” Rızaeddin Fahreddinoğlu tarafından , İstanbul’dan ayrılıp Hicaz’a doğru yol alırken,İstanbul’dan ayrılışları münasebetiyle, Reisicumhur Hezretleri’ne heyet katib-i umumisi Abdurrahman Efendi’nin çektikleri “teşekkür telgrafı” çok ince ve statejik manaları içermektedir: “-Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri Müslümanları’nı, Mekke’de haccın tanzimi ve kutsal yerlerin idare şeklini tetkik etmek üzere toplanacak olan konferansta temsile memur olan murahhas heyeti Türkiye Cumhuriyeti tarafından gerek Boğazlardan geçerken gösterilen fevkalade kolaylıktan ve gerekse İstanbul’da ikameti esnasında haklarında gösterilen tezahürlerden ve büyük misafirperverlikten doğan şükranlarını doğrudan doğruya Zat-ı Devletlerine arz’a imkan bulamadıklarından bu telgrafla Zat-ı Riyasetpenahilerine karşı borçlu bulundukları sıcak teşekkürleri ulaştırmaya bizleri aracı kılmıştır.”(6) Kahire’de toplantılar sürdü.Hicaz’dan bir ışık beklentisi ile tartışmalar devam etti.Amma hiç bir zaman “eski günler” geri gelmedi.Kimi İslamî politikalar için “Panİslamcılık” ile avutuldu.Kimileri de ecnebi himayesi altında “fikir ve ibadet özgürlüğü” modellerini deneyerek göçüp giderken, Filistin’de giderek iki bin yıl sonra bir “İsrail Devleti” nin doğum sancıları çekiliyordu.Her ne kadar 1931’de Kudüs’te “Tüm Müslümanların çıkarlarını ilgilendiren konular” etrafında bir “İslam Enternasyonalizmi” düzeyinde bir toplantı yapılmışsa da, yapılan bu toplantıdan da bir sonuç alınamamıştı. Öyle ki Kuzey Afrika Müslümanları Fransız ve İngiliz, Ortadoğu ve Hicaz’dakiler de yine İngiliz desise ve entrikaları ile krallık ve emirliklere bölünmüştü.Uzak Doğu Müslümanları da keza böyle idi.Rusya zaten “halk komiteleri” ile İslam şuralarının temeline dinamit koymuştu.Nitekim,bu kongrelere “reis” olarak katılan Rızaeddin bin Fahreddin, her ne kadar Mekke ve Kahire Kongrelerinden bir sonuç alınmayıp,Ufa’da toplanan İslam Nedvesi/Kongresi’nde 36 red oyuna karşılık 350 oyla “baş müftü” seçilmiş ve Tataristan, Başkurdistan, Kazakistan, Ukrayna ve Çuvaşistan Cumhuriyetleri ile Sovyet Rusya’nın tüm eyalet ve vilayetlerinin “şeyhülislam”ı ilan edilmişse de “meşhur seyyah” Abdürreşid İbrahim’e (1857-1944) gönderdiği bir mektupta, içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi ve müslümanlar arasındaki “fitne’nin derecesini şöyle açıklıyordu: “...Bizim kendi halkımızda fikir ve himmet, ahlak ve hamiyet iflas etti.Aramızda nifak ve şikak gittikçe artmaktadır.(...) Şimdiki düşüncem Kaşgar’a gidip bir medreseye girmek, bulunursa çocuklara ders vermek; iman ve ibadet öğretmekle meşgul olmak ve sayılı demlerimi orada tamamlamaktır.Başka bir tarafa gitmeye maddî gücüm yoktur.Belki mezara da göçerim.Belki sağ olsam da hiçbir yere gidemem.Çünkü ihtiyarım kendi elimde değil.Öyleyse de Allah yolunda hiç olmazsa on adım atmak hususundaki niyetim sağlamdır.” (7) Umutsuzluk sadece Rusyadaki Müslümanlarda yoktu.Diğer işgal edilen yerlerin halkı da, Türklerin uğradığı “hezimet” üzerine perişan ve bitkin bir haldeydiler.Onlara göre, İstanbul işgal edilemez, Osmanlılar/Türkler yenilemezdi __________________________ (6) Hicaz Kongresi, Vakit,30/05/1926,sh:2. (7) Abdullah Battal-Taymas’ın “Kazanlı Türk Meşhurları”ndan nakl eden:Ömer H.Özalp,Rızaeddin bin Fahreddin-Kazanla İstanbul arasında bir alim-,İstanbul2001,sh:101-102. 68 Cezayir/Telmesan’da Şidi el-Benna Camii yakınında bir kasap dükkanının sahibi olan Bin Hamza ailesine mensup orta yaşlı bir Telmesanlı, İstanbul’un işgal edileceği haberi üzerine yere yığılıp ölmüştü.”Bu durum Müslüman halkın içinde bulunduğu gerğinliği gösteriyor. Aynı zamanda, (İslam dünyasında) Türkiye için yurtseverlik duygularının ne kadar büyük olduğunu ortaya koyuyordu.” Cezayir halkının inancı ve beklentisi böyle idi.Zira Fransız ordusunda “sömürge bölgesi”nin bir askeri olarak Bordoaux’da askerliğini yapan Messali, daha sonra yazdığı “Hatıralar”ında, Türklerin yenilgisini öğrenir ve tepkici bir tavırla içinde bulunduğu ruh halini şöyle dile getiriyordu: “Birdenbire Türkiye’nin müttefikler tarafından dayatılan barış koşullarını kendi açısından kabul etmiş olduğunu okudum.Allak -bulak olmuştum.(...) Bana ancak ellerimi açmak ve Osmanlı İmparatorluğunu yıkan felaketin, İslamın hayatındaki kötü bir an olması için Allah’a yalvarmak kalmıştı.Olayın apaçıklığına rağmen gazeteyi yalancılıkla suçluyordum.Benim gözümde Türkler yenilmezdi.”(8) Messali’yi çok geçmeden yanılgıya düşürdü “Genç Türkler”...Paris Üniversitesindeki bir öğretim üyesi, Cezayirlilerin, özellikle de Messali’nin “Genç Türkler”in tutturduğu yolu kavramalarının zor olduğunu söyler: “Müslüman Cezayirlinin bilinci Türk gerçeğini kavramada geriden gelir.Bu gerçeğe Türkiye’de olup biten hareketin tersi bir proje yakışır.Genç Türklere göre “milletin doğuşu eğer ve yalnızca İslam dini yok olursa mümkün olur.” Cezayirliler için aynı şey söz konusu değildir.Onların hedefi bütün Müslümanların evrensel topluluğu (ümmet) ile tam anlamıyla bütünleşmektir.Bunu yapabilmek için yabancı varlığını tasfiye etmek gerekir. “(9). Giderek Cezayir halkı gibi Rif kahramanı Abdülkadir’i tutar Messali ve İslam dünyasının kurtuluşunu yeni hedeflerde arar. Böylece Şeyh Ebu’l-Huda’nın ve İdris es-Sunusî’nin “tarikat akımları” Afrika ve Ortadoğu’da Batılı sömürgeci egemenlik kuralları içinde eritilmeye çalışıldı.Kadirilik, Rufailik ve Sazelilik göz hapsinde iken, Kafkaslarda ve Balkanlarda da Nakşilik, Kadirilik ve Müridizm resmi ideolojilerin aksine kimliğini korumak için ya dağlara sığınmış veya yerin altına inerek, toprağı çatlatıp ,yerden fışkıracağı baharı beklemeye koyulmuştur. Sivil kurumların İslâmdan aldığı hızla XX.Yüzyıl’da kimlik kavgası verdiği çok görülmüştür.Bunun İslam Enternasyonalizmi’nden kaynaklandığını göz ardı etmemelidir.Haliyle Müslümanların sosyal ve kültürel varlıklarını korumalarının tek şartı kendilerine özgü bir birlik ve dirlik düzeni kurup, sosyalist ve kapitalist düzenin despotik ve sömürgeci çıkarlarına karşı “İslam Enternasyonalizmi” heyecan ve dinamizmini kurtuluş ve diriliş dönemleri aksiyonuna dönüştürmektir. Fakat 20 yıl içinde bu durum tamamen ters-yüz edilmiştir.Artık öyle “İslam Enternasyonalizmi” gibi bir kavramın varlığından bile söz edilemez olmuştu.Bunu ise ancak “sonun başlangıcı” ile izah etmek mümkün idi... _____________________________________________________ (8) İskender Gökalp-François Georgeon, Kemalizm ve İslam Dünyası,İstanbul-1990,sh:171-174 vd. (9) Age ,sh:180-181 69 İSLAMCILIKTA SONUN BAŞLANGICI (Cengiz Yasaları’na Doğru) İslam Dünyası’nda, 1930’lu yıllara gelindiğinde, artık o eski “mü’temer, konferans, kongre”gibi toplantılardan eser yoktu.”Türkçüler” Birinci Dünya Savaşı’nın başında ne söylemiş ve yazmışlarsa hepsi “revaçta” idi.Altı asırdır Osmanlıya vücut veren fikirler ise “iflas” etmişti. İşte biz burada bunu ortaya koymaya çalışacağız.1914’de Cengiz Yasaları’ndan sapılması ile Rusya’daki Müslümanların esarete düştüğü ve İslam’ın “Laikleştirilmediği” varsayımından bu noktaya gelindiği vurgulanıyordu.Bu fikrî aksiyona öncülük eden Zeki Velidî (Togan,1890-1970) Hatırat’ında bunu şöyle açıklıyordu: “O zaman (1914’de), İstanbul’da “Türk Yurdu” Dergisini çıkarmakta olan Yusuf Akçura Bey, benden mecmuası için makaleler istiyordu.Ben de bir tebliği Türk okuyucularına uygun bir şekilde değiştirerek İstanbul’a gönderdim.Akçura da bunu o zaman Tevfîk Rüştü ve Celal Sahir Beylerin idaresinde yayınlanmakta olan “Bilgi” mecmuasında (1914,sayı:7) neşr etmişti.Bunu ancak 1925 Haziran’ında Almanya’dan İstanbul’a geldiğimde öğrendim.” “İstanbul’a geldiğim günlerde Muallim M.Cevdet ( İnanç-Alp;1883-1935) adında bir zatla görüştüm.Sonradan ahbab olduğumuz ve büyük bir kütüphaneye malik olan bu zat benim kulağıma bir söz fısıldadı.Dedi ki: “- Aman, İbni Haldun’a ait makaleniz bahis mevzu olursa benim ismimi zikr etmeyin. “Ben de sordum: “- Hayrola, ne var?” “Dedi ki: “-Sizin makaleniz Bilgi Dergisi’nde çıkınca ben İstanbul’da neşr etmekte olduğumuz “Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası”nda sizin fikirlerinizi tenkit ederek, iki makale yazdım.Şimdi ise memlekette sizin ileri sürdüğünüz fikirler revaçtadır.Benimkiler iflas etti.” “Kendi makalemi ve M.Cevdet Bey’in makalelerini okudum.Ben yazımda Teokratizm’e muhalif olduğum halde, M. Cevdet buna taraftar olduğundan bana “Şimal müverrihi Zeki Velidî bizim Türkiye Türklerinin devlet idaresi meselesinde ne arar?” mealinde şiddetli tenkitlerde bulunmuş.Benim bu makalede ileri sürdüğüm fikirler şunlardı: “( Teokratizm, Türkler için baş belası olan bir zihniyettir.) ( Teokratizm, İslam camiasının öz sıfatı değildir.Biz, Garp Medeniyeti’ne iltihak ederken İslamiyet de ona uymalıdır.) (Zaten Türkler tarihte her vakit saltanatı hilafetten ayırmışlardır.Türk ve Moğolların idare sisteminde din ile bağlı bir şey yoktur.”Cengiz’in Yasa Sistemi’nin tatbiki İslam aleminde yeni bir devir açtı.Bu yasa Türkiye’de de izler ( Yasaq-ı Osmanî ve Tamga sistemi) bıraktı.) (Din ile hükümet tamamiyle ayrı olmalıdır.Kur’an’ın ahkamı dünyevî ahkamla değiştirilmelidir.Bir Şarklı milletin, insan topluluğu olmak itibariyle Avrupalılardan farkı yoktur.Mısır müftüsü Muhammed Abduh,Türkiyeli Mahmut Esat, Rusyalı Musa Carullah Efendilerin İslamiyeti ıslahla bunu muasır kanunlara esas etme yolundaki çabaları boş şeylerdir.Orta-Asya’daki İslam memleketleri’nin Rusya’ya esir olmalarının başlıca sebebi bunların Cengiz Yasası’ndan ayrılarak Şeriat’a dönmeleri olmuştur.Buhara’nın (18.yüzyılın son çeyreğindeki) hükümdarı Mangıt Şah Murat Bey derviş olmuştu.Namazı terk edenleri öldürüyordu.) (İbni Haldun büyük tarihini yazdığı zaman Türk aleminde büyük hadiseler zuhur etmişti.O,Şam’da Temür’le görüştü.Onun Türk kavmiyle ilk hakiki teması bu suretle başladı ve ayrı kitap yazıp bu hatıratı tespit etti.Temür memleketini Yasa ve Tüzük ile idare etti.)” 70 “1 Şubat 1930’da Ankara’da Çankaya’da Köşk’e davet edilmiştim.Atatürk’ün sofrasında siyasî meseleler gibi, ilmî meseleler de konuşulurdu.Atatürk, Siirt Mebusu Mahmut Bey ( Soydan;Siirt 1883-1936)’e hitaben: “-Profesörün makalesini getirin.”dedi.Az sonra Mahmut Bey, Atatürk’ün kütüphanesinden “Bilgi” Dergisi’ni getirdi.Gördüm ki Atatürk bu makaleyi gayet itina ile okumuştur.Bir de Mahmut Bey’e okuttu.Makalenin bir yerinde;”Cengiz’in dehası sayesinde vücuda getirilen fevkalade askerî idare, İran’ın kırtasiye usulünü ortadan kaldırdı.” sözünü izah etmemi istedi: “-Bunda bir hata olacağını zannederim.” dedi.Ben de hemen: “- Hakkınız var Paşam.Bunlar her halde Yusuf Bey yazımı Osmanlıcalaştırırken “Teokratizm usulünü” şeklindeki sözümü “Bürokratizm usülü” diye okumuş ve Frenkçe kelimeyi “kırtasiye”ye çevirmiş.” Atatürk: “- Ben de öyle zannettim.Çünkü burada, diğer yerlerde “Teokrasi” diye tasrih ederek Hilafet aleyhinde yazmışsınız.”dedi.” “O mecliste mecmuanın sahibi Tevfik Rüştü, Celal Sahir,Yusuf Akçura, Afet Hanım ve başka bir çok zevat vardı.Yusuf Bey,”kırtasiye” kelimesinin kendisi tarafından hataen yazıldığını itiraf etti.Atatürk’ün bu kadar dikkatine hayran kaldım.Bana hitaben dedi ki: “-Görüyorsunuz ki siz daha buraya gelmeden yazılarınızı okumuşuz.Buraya gelmeden önce memleketimize iyi bir mesaj göndermiş oluyorsunuz.” dedi.” “Atatürk’ün bu yazı dolayısıyla M.Cevdet tarafından yazılan tenkidi de okumuş olduğu anlaşıldı.Fakat bu yazı dolayısıyla Atatürk’ün bana gösterdiği bu iltifat benim için iyi olmadı.Çünkü Atatürk’ün yakınlarından olup o mecliste hazır bulunan Prof.Şemseddin Günaltay daha 1914’de benim makalem neşr olunduğu sıralarda M.Cevdet ile aynı fikirdeymiş.Bu yolda neşriyatı varmış.Fakat Atatürk’ün o meclisinde hazır bulunan Günaltay’ın benim bu makalede öne sürdüğüm fikirler takdir olunurken yüzünün bozulduğunu, sonradan Yusuf Akçura Bey anlattı.” “Her halde 1913-1914 kışında İbni Haldun’la meşgul olmam neticesinde yazdığım bu yazının Türkiye fikir ve siyaset adamları tarafından ciddiyetle okunmuş olduğunu öğrenerek sevindim.”(1) Cengiz Yasaları’nın savunucu olarak, laikliğe öncülük etmiş olan Zeki Velidî’nin adı geçen makalesini olduğu gibi ele almak, düşünce yapısını daha iyi değerlendirmeye yarayacağından , “Bilgi” Dergisi’ndeki yazıyı bu sütunlara aktarmak lazımdır.Böylece hem İbni Haldun ve hem de “İslam Hükümetleri”nin geleceğine bakış açısını ortaya koymak mümkün olacaktır.İşte Zeki Velidî’nin “laiklere öncülük eden” makalesi: “Bu filozofun hayatını 600. doğum yılı münasebetiyle Kırım’da çıkan “Tercüman” Gazetesi “600 Senelik Bir Jübile” diye özetleyerek yayınlamasaydı hatırlanmaya layık olan bu yıldönümü de hiç birimiz tarafından bilinmeksizin geçip gidecekti.Binaenaleyh başta “Tercüman”a , ilim ve tarih namına pek büyük teşekkür ediyor, ve yakın zamanda düşünülüp de yazılmadan bırakılmış olan makalemizi vücuda getirmeye koyuluyoruz.” “İbni Haldun, İslam aleminde zuhur eden hükemanın en yüksek bir sınıfında mevki sahibi olduğu gibi tarihçilerimiz arasında da ibda ettiği/ortaya koyduğu/ tarih felsefesi ile kişilik kazanmıştır.Çünkü Arapça, Hikmet ve Felsefe ilimleri itibariyle İslam memleketlerinde kendisinden daha alim zatlar geldiği halde, tarihini bugün Avrupa’da bilinen manasıyla meydana çıkarmış, evham ve hayalât tesirlerinden uzak olarak olay ve tabiat kanunları arasındaki münasebeti göstermiş, hülasa Avrupa’nın bugünkü düşüncesini altı asır evvel tarihine yazmış bir adam yetişememiştir.” ___________________________ (1) Zeki Velidî Togan, Hâtıralar; İstanbul-l969,sh:123-124. 71 “İbni Haldun’un Türk kavmi ile fikrî münasebeti sadece Araplar hakkında yazıp bize yalnız din noktasından temas eden eserleriyle sınırlı değildir.” “Kendisi “Ünvanu’l-İber fî Divani’l-Mübteda ve’l-Haber” adındaki büyük tarihi yazdığı zaman Türk aleminde büyük hadiseler zuhur ediyordu. X1V. Miladî asır sonlarında “Timurleng” meydana çıkarak Türk ilinin her tarafında büyük değişiklikler meydana getirdi.Cengiz neslinden olan hanları sıkıştırdı.Toktamış ve Sultan Beyazit ile muharebeleri devam etti.Kendisi de bu olaylar sırasında Şam’da bulunarak Timur’un eline düşmüştü.Onun Türk kavmi ile ilk ve hakiki teması bu suretle başladı ve tarihinde bu hatıratını tesbit etti.Mercanî, Murat ve sair müverrihler Türk Tatar tarihine,Altın-ordu (Deşt-Kıpçak) hanlarına ait eserlerinde İbni Haldun’un bu yazılarından istifade ettiler.Ve Tizinkavziyen, pek az nüsha neşr edilen kıymetli kitabında Altın-Ordu tarihi için Arapça kaynakları sayarken bunun da Türk ve Tatarlara ait konularını aynen aktardı.” “Bu kısa izahattan sonra İbni Haldun’un İslam hükümetlerinin siyasî durumları ile ilgili fikirlerinden bahs etmek istiyoruz.Binaenaleyh bu zatın umumî tarih ve felsefeye yapmış olduğu hizmetleri ve Türk kavminin tarihine ait sözlerini konumuza sokmayacağız.Makalemizin içeriğini sadece bu Müslüman filozofun İslam memleketlerinin kurtuluş ve istikbal hakkında söylemiş olduğu sözler teşkil edecektir.” “İslam hükümetleri hakikaten devam edebilir mi? Onların ıslah ve terakkisi kabil mi? Çöküşleri nasıl gerçekleşir.Yükselmeleri nasıl başlar?” “Malumdur ki bu hususta pek çok fikir belirtiliyor: “1)Avrupa’da meşhur olan bir fikir var.O da İslam hükümetlerinin “TeokrasiRuhanilik” esası üzerine bina edilmiş olması ve bunun cemiyet için terk edilmez bir hassa/özellik/gibi telakki edilmesidir.Onlara göre Müslümanların Teokrasiden ayrılması mümkün değildir.Bu sebebten başka memleketler hergün ilerledikleri halde İslam memleketleri hareketsiz kalmaya mecburdurlar.Tembellik bunların müebbed bir sıfatıdır.Bu sebeble onlar hergün ilerleyip gelişen memleketler karşısında yıkılıp yok olmaya mahkumdurlar.” “2) Bugün Müslümanlar arasında kurtuluşu ancak Avrupa medeniyetine girmekte bulunan adamların fikri galip geldi.Binaenaleyh Müslümanlar şimdi kendi dinlerinin korunmasının Avrupa medeniyetine tabi olarak hareket etmekle olunacağına ve Avrupa gibi ilerlemenin imkanına iman ediyorlar.Ruhanîliğin İslam hükümetlerine elzem bir sıfat olmadığını da Türkiye ve İran Meşrutiyet’i ilan etmekle ispat ettiler.Müslümanların büyük bir kısmı tarafından iddia edilen bu fikre Avrupa’da tarafsız olan bir çok zevat,özellikle İslamiyet’i ve Müslümanları iyice incelemiş bulunan alimler iştirak ediyorlar.” “3) Bir kısım Müslümanlar, özellikle, Müslümanların ruhanîleri İslam memleketlerinin, ancak kendilerinin gösterdikleri alanda yürümek şartıyla geleceğinin parlak olacağını tasdik ediyorlar.Onların fikrince İslam hükümetleri,Hülefa-yi Raşidîn zamanındaki idarî tarza uydurulursa ve Avrupa’nın bazı ıslâhatı yalnız ziynet için kabul olunursa bütün İslam hükümetleri ebedî bir hayata aday olur.” “4) Bir de öncü Müslümanların fikirleri vardır ki bunların arasında en önemlisini İbni Haldun’un görüşleri teşkil eder.Bunu biraz sonra tetkik edeceğiz.” “Birinci fikir, meşhur ve Avrupa’ya bir iman kudretiyle nüfuz etmiş ise de yine içlerinden bazı alimlerin ictihadları aynı fikri ta esasından yıkmıştır.Çünkü İslam hükümetleri 1300 senelik hayatlarını ruhanî bir devlet olarak geçirmediler.Tabii Avrupa’da olduğu gibi bazı devirlere,değişimlere uğradılar.Zaman-ı Saadet’ten evvel Araplar bir takım müstakil reisler ile müstakil kabileler suretiyle yönetiliyorlardı.Muhammed (a.s.) o kabileleri birleştirdi.Müslüman Arapları, Yahudî, Mecusî, (ve) Nasranî Araplarla birleştirdi.Hatta ömürlerinin sonlarında bu kabilelerle Arap olmayan bazı yabancı milletleri de bir araya getirip pek büyük bir “İbadullah” Cemiyeti meydana getirdi.Fakat kabilelerin iç işlerine asla 72 müdahale etmedi.Onları kendisine bey’at etmiş oldukları reislerine havale etti.Yani bu memleket bir takım “Kabileler İctimaı” yahut eski zaman Türklerinin ıstılahınca bir “İl”’den ibaret idi.(2).Yoksa bu kuruluş Berthold’un dediği gibi, dinî bir teşekkül değildir.(3).Hulefa-i Raşidîn zamanında bu usul lağv olunup kabileler reisi yerine dinî işlerde imamlık, dünyevî işlerde emîrlik yapacak “Halîfeler” seçildi.Memlekete “Beytullah” adı bize bunun etkeni ve o zamanın mahviyyet ve tasavvufu hakkında bir çok şeyler söyler.İslamiyet bundan sonra Avrupa’nın da vaktiyle geçirmiş olduğu bir “Teokrasi”ye ,bir “Ruhaniyet”e dahil oldu.Aradan seneler geçti.Suriye’yi, İran’ı, Rum illerini feth eden Müslümanlar o yerlerde bulunan padişahlıkları gördüler.Memleketi din namına idare eden halîfelere karşı halk arasında zaten memnuniyetsizlik de çoğaldı.Muaviye bundan istifade etti.Dünya işlerinin hocası demek olan “Sultan” adını takındı.Geri kalan ruhaniyet taraftarları Hulefa-i Raşidin namına yahut genelde kendi ictihatlarına uyarak birincilere karşı muharebe ilan ettiler.Bunların ileri gelenleri Hariciler ile Şiiler oldu.Geri kalanları (bugünkü Maskat imamlığı gibi)hala da mevcuttur.Bu sonuncular İkinci Hicrî asır ortalarında Bağdat’ta Abbasileri,Dördüncü asırda Fatimîleri ayaklandırdılar.Emeviler bitme derecesine yaklaşmıştı.Kalanları da Endülüs taraflarına hicret ettiler.Fakat hayat,ruhaniyete avdet etmedi.Reisler hükümeti kendi ellerine aldılar.Memleketin hem dinî, hem dünyevî hususları üzerlerine sınırlı kaldı.Bu sırada İranîlik ile hiçbir münasebetleri olmayan Şiilere İraniler de karışarak işe bir milliyet süsü verdiler.Araplara karşı harp açarak intikam almak, akidevî bir şekil aldı.Zaten Abbasîler’in Emevîler’e galebesi,Şiilik tuğu altında gelen İranîlerin Araplara galebesi demek idi.Bu sırada da Şiilerde katiyyen ruhaniyeti ihya arzusu yoktu.Emevî hükümdarlarının idaresi yerine İranın bürokrasisini, hükümet kırtasiyesini tesis ettiler.(İşte yukarıda M.Kemal’le Zeki Velidî arasında geçen konuşmada “Teokrasi”nin Yusuf Akçura tarafından yanlış okunup,metne “Bürokrasi” diye geçirilen cümle budur.S.A.) Abbasilerin elinde bulunan kuvvet, Türklerin,Selçukluların,nihayet Gaznevî ve İran’ın Büveyhîleri eline intikal ettikten sonra memleketin idarî işlerinde o güne kadar bir parça işe yarayan din ile dünya işlerinin arasındaki sık bağ da kesilmiş oldu.Bunlar V.Hicrî asırda padişahların ulviyeti kuralını vaz ettiler. Ve nihayet 333’de (m.944-945) Abbasî Hilafeti sultanlara intikal etti.Evvelce “Allah’a itaat ediniz,Rasulüne ve sizden olan ulu’l-emr’e itaat ediniz.” (Nisa 4-59) ayeti imamların elinde bir silah idi.Şimdi aynı sultanlar birer siper yaptılar.”Ulu’l-Emr”den murat,”Sultanlar” demektir,diyorlardı.Bu suretle din ve hükümet birbirinden ayrılıyor,manaları anlaşılmış oluyordu.Fakat 548. Hicrî yılında (M.1153) Selçuklular’dan Sultan Mahmut vefat ettiği zaman halîfe Muktezî dünyevî kuvveti de kendi eline aldı.buna bir çok Müslüman razı olmadılar.Çünkü onların fikrince “pis olan denyevî saltanatı” din ile karıştırmak doğru değildi.Onlara göre din ile dünya bütün birbirinden ayrı şeylerden ibaretti.Sultanlar mevkilerini müsadere maksadıyla halife ile savaştılar.Kat’î bir neticeye ulaşamayan savaşı,Şark’tan doğan Cengiz Ordusu bitirdi.” “Zaten Türk ve Moğolların idarelerinde din ile münasebeti olan hiçbir şey yoktu.Cengiz’in dehası sayesinde vücuda getirilen fevkalade muntazam askerî idare,İran’ın kırtasiye usulünü ortadan kaldırdı.Bu suretle Türk ve Moğolların memleket idaresinde müşahede olunan fevkaladelikleri İslam hükümetlerinin zihniyetine yeni bir şekil daha ilham etmiş oluyordu.Türklerdeki bu tür irade yalnız Cengiz’in kendi zamanına değil,son zamanlara kadar İslam memleketlerinde işe yaradı.Hatta Türkiye ve İran hükümetlerinde bu tarz idarenin pek derin izleri ,o zamandan kalma bir çok ıstılahları bugüne kadar yaşadı.” ______________________________ (2) İl,Al;kelimelerinin eski Orhun dikili taşlarında “toplanmış kabileler” manasında kullanıldığı görülmüştür. (3) Barthold’un 1903’de Petersburg’da neşr ettiği “Hükümet-i İslamiye’nin Ruhanî Mefkûresi” adındaki eserine bakınız. 73 “H.659 (m.1260) tarihinde Kahire’de, neseplerini Bağdat’ta bulunan Abbasilere kadar uzatmaya muvaffak olan bazı kişiler din ile dünyayı birbirine karıştırarak ruhaniyet esasına dayalı bir devlet teşkil etmek arzusunda bulunmuşlardı.Fakat 923’de (m.1517) Sultan Selim onları mahv ederek hilafeti kendi eline aldı.Ve Türkiye’de bundan sonra 1908 inkılabına kadar dalgalanan bir istibdat hükümran oldu.” “Bu hilafetin saltanatla mezc edilmiş bir şekli idi.Sonra Türkiye ve İran’da yakın aralarla kurulan Meşrutiyet,İslam idarî şekillerini altıya ulaştırdı.Bütün bunlar tarihimizi etraflıca araştıran kişilere pek açık bir hakikat gibidir.Binaenaleyh tarihe karşı İslam idaresi ruhanîdir,diye iddiaya kalkışmak,kendi cehaletini isbat için uğraşmaktan başka bir şey değil olamaz.” “Sukûnet , hareketsizlik... gibi isnatlarını ise X111. asrın kasırgalı olaylarını suratlarına çarpmak için yeterlidir.” “Binaenaleyh birinci fikir netice itibariyle bugünkü Avrupa siyasetinde tutmuş olduğu yerini pek çabuk kaybetmeye mecbur olacak, esassız bir iddiadır.İkinci ve üçüncü fikirlerden de ayrı ayrı bahsetmek arzusunda değiliz.Bizim için lazım olan İbni Haldun’un fikridir.(...) Onun fikrince bütün hükümetlerin tabi oldukları kanunlar birdir.Bu kanunlara tabiiyet hususunda memleket sahiblerinin Müslüman olması ile olmaması arasında hiçbir fark yoktur.İbni Haldun kendi kitabında İslam alimlerinin adeti üzere ayet ve hadisleri pek çok kullanmasına rağmen din ile dünyayı pek güzel tefrik etmiştir.(...)” “Onun fikrince; memleket işlerini idare etmek dünyevî bir iştir.Din ile aralarında katiyyen bir münasebet yoktur.Binaenaleyh din ile hükümeti tamamen ayrı bir şey saymalı; Muaviye’yi, hükümet işlerini din ile karıştıran Hz.Ali ve evladlarının elinden hükümeti aldığı için isabetli bir harekette bulundu,diye takdir etmelidir.Çünkü Muhammed (a.s.) bile dünyaya yalnız din öğretmek için gelmişti.O dünyevî işleri adi insanlardan daha fazla bilmiyordu.Hatta bu hakikatı kendisi “siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.”diye itiraf ediyordu.Bunun için Kur’an-ı Kerîm’in dünyevî ahkamını dinî talimatından bütün bütün ayrı tutmak lazımdır.İbni Haldun bu fikri ile Kur’an-ı Kerîm’i dünyevî ahkama uygun tarzda tadil etmenin cevazına inanmış olmuyor mu?Din ile dünyayı birbirine karıştırmak en büyük hatadır.Gerek başka memleketlerin ve gerekse İslam memleketlerinin terakkisi ,kurtuluşu başlarında işleri yöneten kişilerin kendilerini azamî bir kuvvet, emniyetli bir kitle sayabilmeleri,ittifak ve ittihat ile iş görmeleri sayesinde olabilir.Bu ittihadın millî veyahut dinî hissiyat etrafında teşekkül etmesi ikinci derecede bir meseledir.Dinî olduğu gibi millî hisler sayesinde de tanzim ve tahkim edilmiş memleketler pek çoktur.Nitekim İslam hükümeti Araplarda zuhur eden dinî ve millî duyguların gelişmesi sayesinde yükseldiği ğibi bu duyguların gerilemesi ile de çökmüştür.Hülasa memleketin kurtuluşunda en mühim amil,yönetimde bulunan kişilerin tedbirleri ve halkın mutlak bir hoşnutluğunu çekecek şekilde muamelatın yürümesi oluyor.Emeviler zuhur ettiği zaman Araplar Hz.Ali’nin yönetimdeki tedbirlerinden memnun değillerdi.Halkın eğilimleri zamanın gereği daha ileri görüşlü olan Muaviye’yi daha evvel iktiza ettiği için zaferi kazandırdı.Ve memleket muntazam bir gelişme hareketliliği takip ederek yükseldi.” “ İbni Haldun’un fikrine nazaran memleketler tıpkı ayrı ayrı şahıslar gibidir.Memleketler arasında geçerli olan işler kişiler arasında cari olan işlerin aynıdır.Kişiler gençlik,ihtiyarlık zamanları geçirdikleri gibi hükümetler de bu devirleri geçiriyorlar.ve her şahıs gibi az çok ömür sürdükten sonra bir gün nefesini teslim ediyor, çöküntüye uğruyorlar.Binaenaleyh İslam hükümetleri de bu kanunun mukadderatına tabiiyetle mahkumdurlar.(...)” “........” “...İbni Haldun’un bu fikirilerini müteveffa müftü Abdullah ile bugünkü ulemamız Musa (Carullah ) Efendi Bigiyef’e pek çok defalar hatırlatmıştım.” 74 “Aldığım cevaplardan siyasî kısımlarını şu suretle özetleyebilirim:Hz.Ömer zamanındaki idare şeklini iade,din ile hükümeti, şeriatı, bütçeyi, ve sair tüm işleri bugünkü maişete tatbik...Musa Efendi bir kanun vaz olunacağı zaman şerait kitaplarından ziyade Avrupa kanunlarına müracaat edilmesine bile teessüf ediyor.Bunlar 1300 sene geriye gitmek, tecrübe ve bugünkü hayatın doğurduğu kanunlar yerine eski bir cemiyetin ruhundan sızan şeyleri kabul etmek istiyorlar.Hatta Musa Efendi “İl” Gazetesi’nin ilk sayısında “Şeriat-ı İsllamiyeye benim nazarım.” diye neşr ettiği bir makalede ikinci ve üçüncü hicrî asırda düzenlenen dinî kanunlarla “Batı Hukuku” nu mukayese ve mahcup etmeye kalkıyor ve bunların tatbiki İslam memleketlerine hayat veren bir hareket olacağını ekliyor.Musa Efendi,bu iddialarını ispat için fıkhî kurallar ve başka isimlerde risaleler de yayınladı.Halbuki ekin ekmek, kanal açmak gibi sırf çalışma ve tecrübelerin doğuracağı şeyleri de ayet ve hadislerin kelimeleri arasında aramanın neticelerini tarih ve biraz yukarıda ismini ve fikrini söylediğimiz İbni Haldun bize pek açıkça göstermiştir.Bugün de geçim esaslarından bir iş zuhur ettiğinde semadan ne gibi emirler gelmiş veyahut gelecek diye beklemek abestir.Buna binaendir ki dinî esaslara dayanan hükümetler sonuncu asırlarda Buhara, Hov-kand, Hive Hanlıklarını harap etmekten başka bir menfaat doğurmadı.Halbuki Buhara’nın dervişlerle bar bar bağırarak tesbih çekip gezen Şah Murad Han’ları vardı.Orada namazını terk etmiş adamların darağacında sallandıkları görülmemiş bir şey değildi.” “Asıl İslam memleketlerinde ise, meselâ Arabistan ve Irak dinî bir hükümetin düzenlenmesi hatıra bile gelmemişti.İmamı Gazalî gibilerin fikirleri sırf nazariyattan ibaret kalırdı.Musa Efendilerin de “Avrupa kanunlarını mahcup edecek olan şerî ahkamla” memleket tanzimi fikirleri sade okunmak için sarf edilecek saatlerin kaybedilmesine yarayacaktır.Din, herkesin vicdanına ait bir şeydir.Ruhanî medeniyet maddî medeniyet ile beraber cereyan edebilir.Zaten dinlerin de takip ettiği yolu harekete getiren gelişme bunu isbat etmez mi? Elbette Hz.Muhammed’in gönderildiği millet Hz.İsa’nın uyarmaya çalıştığı halktan daha aydın, daha farklı idi.Aksi de olabilir.Medeniyet gerilemeye uğrarsa din de çöker.Musa ve müftü Abdullah Efendiler, din çöküntüye uğradığı için memleket de yıkıldı,diyorlar.Doğru ve fakat takdim tehir var.Müslümanları bin türlü siyasî talihsizlikler ve yokluklar karşıladığı gibi aralarında hile ve desiseler de fevkalade çoğalarak ilerleme yolunda sukuta uğrattı.Bu sebebtendir ki maddî medeniyetteki yapının bir yansıması demek olan din harap oldu.Bizim her ileri adımız dinin bir yükselme anıdır.” “Demek istiyorum ki, İslam memleketlerinin medeniyette yıkılışı hiç de İslam Dini’nin çöküşe yüz tutmasından dolayı değildir.İslam Dini ıslah edilse bile Müslüman memleketleri bu hal içinde yükselemezler.Vehhabîler’in dini ıslah edip memleketi tanzim etmek hususunda geçmiş olan sa’y ve gayretlerinin hiçbir müsbet netice vermemesi bu hakikatı pek ala isbat etti.İnsanların terakki yahut temennileri hususunda en büyük töhmeti dine isnat etmek nazariyesi ise çoktan red edildi.Bu hususta büyük bir alimin fikirlerini geçen sene “Vakit” Gazetesinin 125. sayısında açıklamıştım.İslam memleketleri isterse Meşrutiyet, isterse Cumhuriyet ve isterlerse istibdatla idare edilsin.Biz bunu beklemiyoruz.Fakat mükemmel hava gemilerimiz, fabrikalarımız, demir yollarımız, vapurlarımız, bankalarımız bulunsun.Muhteşem camiler,dinî ve millî bayramlar,edebiyat yükselsin.İşte biz bunu bekliyoruz.Çırpınan kollarımız bize göklerden ilham edecek bir din değil, ilim arıyor, bir oruç meselesi ile bir banka muhasebe usulü (birbirine) karıştırıldığı zaman felakete doğru koşulduğuna da inanmak lazımdır.İşte Cemal(eddin) Efganî, müftü Abdullah, Musa Efendi, Mahmut Es’ad Efendi gibi büyük alimlerimizin irfan ve mevkilerinden beklenen şeyler: “Dini ilk baştaki safvet ve ulviyetine irca etmek, Kur’an-ı Kerîm’i Müslümanlara faydalanabilecekleri bir hale koyarak dinî bir kitap yazmak, hadîs-i şerîfleri toplayıp doğrusundan yalanını tefrik etmek,dinî ayinlerimizi düzenleyerek çoğaltmak, Peygamberimiz (a.s.) ve Ashabının kemalatını teşhir ve Müslümanlarda fikir sertliğine mani olmak...” 75 “Bu hiç yürünmemiş, terk edilmiş mukaddes bir yoldur.Musa Efendiler yarının nesli için sade iki izi açacaklardır.Hz.İsa’nın ref’i, kıraat, ve tecvid-i Kur’an, uzun günlerde oruç, Arap edebiyatı, Hızır, Mehdî meseleleri Musa Efendi’nin bu hususta büyük bir başarı ile birer adımıdır.Biz kendisinden amelî şeyler bekliyoruz.Bize ukubat meselelerini ıslaha uğraşmak faydasız ve işlem alanına girmeyecek olan bir iş ile uğraşmak gibi gözüküyor.Eski fıkhın muamelat, ukubat kısımlarını Adliye Nezareti’nin düşüncesine bırakmak vaktinin de geçtiğini zannediyoruz.Binaenaleyh Musa Efendi’lerin “Memleketin umur-i mesalihi hususunda İslam hükümetleri Garbî Avrupa’nın kanunlarını aldılar da İslam memleketlerini berbat ettiler.” diye feryat etmelerini haklı görmüyor, ve kendilerine 600 sene evvel İbni Haldun’un sözlerini hatırlatmak istiyoruz.”(4) Zeki Velîdî (Togan)nin bu yazısı üzerine,hatıratında konu edindiği M.Cevdet’in cevabî iki makalesi, aradan dört yıl geçtikten sonra, Nisan 1920’den itibaren yayınlanmaya başlamıştı.M.Cevdet’in Velidî’yi ne şekilde tenkit ettiğini,dinî düşüncede ne gibi bir görüşün sahibi bulunduğu ve sonradan onun fikir ve düşüncelerinin nasıl “iflâs” ettiğini görelim..M.Cevdet ilk “cevabî” makalesinde şöyle diyordu: “Doğru muhakeme etmemenin sebebleri her vakit eski kanaatler, yanlış görüşler değildir.Doğru görmekle beraber tam görmemek ve herhangi bir meselede “muhalif cihetleri, aksi delilleri ve itiraz noktalarını” kaale almamak da insanı yanıltır.” “Meselâ,yeni bir ithal edilirken, yeni bir inkılap yapılırken, bir şey tahrip ve yerine diğer bir şey konulurken o şeyden yalnız Avrupa’ya göre, İslâm’a göre, ilme göre, edebiyata göre, milliyete göre, ya da ekonomiye göre incelenmesi doğru ise de tam değildir.” “O şeyin muhtelif görüşlere göre evrilip çevrilmesi, muvafık muhalif görüşlerin garaz ve kine kapılmadan elden geçirilmesi şarttır.Ve ictihad da budur.” “.... “ “ Fıkıhçıların tasavvufçulara, maddecilerin ruhçulara, fencilerin edebiyatçıların siyasilere ve idarecilere; bunların da diğerlerine... karşı tarizleri ile gayr-ı İslam,İslam, Türk, gayr-ı Türk bütün medeniyet ve ilim tarihi doludur.Hiç değilse bizde şimdiki durum bile bu birbirine düşman cereyanlarla doludur:Mekteplerde yalnız tabiiyat dersleri okutulmalı,edebiyat zırıltısı kaldırılmalı, diyenler olduğu gibi tabiiyat diniyata zıttır,diniyatı çoğaltmalı,tabbiyatı azatmalı, diyenler de vardır.” “...Bugünkü konumuz Avrupa karşısında İslam ve Türk harsının yeni esasıdır.Şu andaki düşüşle ilgili olan bu meseleyi Şimal Türkçülerinden Zeki Velidî Efendi açmıştır.” “Başka sebeplerle de yararlanabileceğine işaret ettiğimiz bu makele, Darü’lMuallimîn’in muallim adaylarına çok yararlı olacaktır.” “Zeki Efendi’nin bize lazim yerlerini aynen nakl ettiğimiz bu makalesi; din,terbiye ve ahlak fikirleri üzerinde muhtelif öğretmen ve yazarların ne kadar ayrı ayrı çizgide olduklarını da isbata medar olacak ve terbiye meselesini yalnız din ile yahut Garp eğitim ve öğretimi ile çözmenin imkanı olmadığını ara sıra ilave ettiğimiz fıkralar, reddiyeler gösterecektir.Bizi gerilemekten bir türlü kurtaramayan şu andaki eğitim sistemini tadil mecburiyetinde bulunduğumuz şu buhranlı devrede yarınki nesli hangi şekilde bir hırs ve terbiyeye (göre) hazırlamak icap ettiğini düşünmenin zamanı çoktan gelmiştir.” “Velid Efendi şu mukaddime ile söze girişiyor: “(Bu filozofun-İbni Haldun’un- hayatını, 600. doğum yılı münasebetiyle Kırım’da çıkan Tercüman Gazetesi ” 600 senelik jubile” diye muhtasaran neşr etti. (Biz de o vakit Darü’l-Muallimîn’de İbni Haldun’un hayat ve mesleğinden bahsetmiştik/M.Cevdet) “ __________________________ (4) Ahmet Zeki Velidî, İbni Haldun nazarında İslam hükümetlerinin istikbali; Bilgi Mecmuası,yıl:1,sayı:2, 7 Haziran 1330(1914) ,sh:733-743. 76 “........” “(Emevîler zuhur ettiği zaman Araplar , Hz.Ali’nin işleri idaredeki terbiylerinden memnun değillerdi.Halkın eğilimleri, zamanın gereği, daha ileri görüşlü olan Muaviye’yi ikaz ettiği için zaferi kazandırdı ve memleket muntazam bir gelişme hareketi takip ederek yükseldi.)” “Bizim muhakememiz: “Din ile dünyayı birbirinden ayıran yalnız İbni Haldun değildir.Bizzat Cenab-ı Peygamber de ayırmıştır.O halde İslam nazarında zaten din ile hükümet ayrıdır.Fakat bu meseleyi yeniden söz konusu etmek niçindir? İslamiyetin bu hükmüne muhalif olacak surette din ve dünya işlerini birbirine karıştıran hükümdarlar, vezirler,sınıflar vardır,demekse, bunların tayini lazim gelir.İkinci olarak din ile dünya ve hükümet işlerini ayrı ayrı saymak, birbirleriyle münasebetini inkar ettirmemelidir.Evet, bir İslam hükümetinin başında ruhbanlar idaresi olmamalıdır.Çünkü ruhban idaresi ile İslamiyetin geniş bakışı beraber yaşayamaz.Fakat bir İslam hükümeti, bu şekilde ruhban bir idare ile ahlakıyatı, hukuku, eedebiyatı, musıkîsi, siyaseti, hasılı bütün aksamı birbirine bağlı bir “hars”ı, geniş bir felsefesi vardır.Sonra hükümet,bizim bildiğimiz, üç beş kişinin serbest ictihadı ile değil, umumî kitle ile yöneticiler arasında müşterek hisler, ve inançlarla bekâ bulur.Yüzbinlerce halk hükümetin bazı tür dinî şeylere müdahalesini uygun görüyorsa ne diyecek? Meselâ bizde orucun alenen bozulmasına hükümet engel olmaya çalışmasını, bütün kuvvetiyle müskirat ve kumarın önünü almasını arzu eden birkaç milyon halk, ve mebuslar vardır.Bunların duyguları dikkate alınmayacak mı?Halk, oruç bozmayı, içki kullanmayı, kumar oynamayı hoş göreceği güne kadar temsilcilerini ve yöneticilerini bu hareketlerin yasaklanmasına sevk ve cebr edebilir.Bunda çoğunluğun harsı hakimdir.Avrupa nazariyesi değil...Binlerce halk uyuşturucu, kumar, fuhuş işleri din ile alakadardır, diyor, öyle belliyor, ve evladlarına öyle telkin ediyorsa, ne diyelim? Filan tarihçi, filan muallim, filan paşa, filan bey bu işleri dünyevî sayıyor, bunlar sıhhî, iktisadî meselelerdir, dinî değildir, tarzında söylenmesi bâtıldır.Bu sınırlı zümreler ve fertler öyle düşünebilirler.Fakat ekseriyet de bildiği gibi düşünmekte hürdür.Hükümet ise yüzbinlerce halka dayanmaya macburdur.Meğer ki halk,kanaatini değiştirmiş olsun.” “Bizce bir mesele, bir bakıma dinîdir.Bunları birbirine zıt saymamalı, telif etmelidir.Öyle fikir sahibleri vardır ki Osmanlı hükümetinin ayetli bayrağı, dualı Meclisi, din dersi veren mektebleri olmasına karşıdır.Bu memleket o kişilerin fikrince idare edilirse halk ile hükümet arası daha çok açılacak. “Muaviye, hükümet işlerini din ile karıştırmamış, Hz.Ali karıştırmış, ne demek? Muaviye hükümeti dinsiz miydi?Dinsiz olsaydı,dindar halk önünde yaşayabilir miydi? Hz.Muhammed (a.s.) yalnız dini öğretmek için gelmişti, dünyevî işleri onlardan fazla bilmiyordu, deniyor.Anlayamadık.Hz.Peygamber halka temizliği, içmeyi, giyinmeyi, ev idaresini, bütçe tanzîmini, verginin şekillerini öğretiyor.Bizzat arazi idaresine karışıyor.Ordu teşkil ediyor, askerî idmanlar yapıyor, yaptırıyor, aile hukukunu ve medeniyeti birer birer tedris ediyor, tatbik edilecek cezaları tayin ediyor.” “Demek ki memleketin ferdî, ailevî, hukukî, askerî, iktisadî, hatta edebî terbiye ve teşkilâtını tamamlayan esasları neşr ve talim ediyor.Rica ederim, bunların neresi yalnız dinî ve uhrevîdir?Elbette bu meseleler muhtelif sahalarla ilgilidir.Zekat, sadaka, arazi taksimi, miras, vasiyet meseleleri hesap ve cebirle ne kadar ilgilidir? Bir Peygamber, din teşkilatı namına bu riyazî meseleleri ortaya atmış, bunları talim eylemiştir.” “.....” “Bazı kişiler diyorlar ki; Bâb-ı Meşihat hiç yenilik göstermiyor.Faizi haram kılıyor.Hane ve hayat sigortasına,diş doldurmaya, banka açmaya, tedrisatta resim kullanılmasına,fotograf çikarmaya cevaz vermiyor. 77 “Evet, vermiyor.Fakat niçin bu kadar geniş nazariyeler koyan ve asrın yeniliklerine göre ahkamı değiştirmeyi tecviz eden Şer’i Şerîf’e sorumluluğu yüklüyor? Şahıs ve makam ile Şeriat niçin aynı şey sayılıyor?” “Sonra Bab-ı Meşihat müsaade etmiyor, diye halk zaruret duyunca dişini doldurtmuyor mu? Şirket tahvilleri satın almıyor mu? Evini sigortaya koymak için başkasından akıl dilenmeye muhtaç olmuyor mu? Resmin üstün faydalarından tedrisat müstefit değil midir? Fotoğrafın lüzumuna inanmayan kaç kişidir?” (5) “ Zaruret, Hükümete, Emniyet Sandığı’nı, Ziraat Bankası’nı açtırmadı mı? Evkaf-ı İslamiye Bankası açılması için çalışmıyor mu? Memleketimizde ilmî ve iktisadî ilerlemenin vücuda gelmemesine –din ve hükümet- zor meselesinden ziyade başka etkenler yardım etmiştir.Meselâ ilk öğretimi köylere kadar neşr için dilimizi sadeleştirmek, çok ve ucuz halk ve mektep kitapları yazmak, yollar yapmak, yeni ziraat usullerini yaygınlaştırmak hususundaki ihmallerimiz, sürekli muharebeler, Avrupa elinde iktisadî esaretimiz, zeki gençlerin hep İstanbul’a kapanması...ilh gibi sebeb olmuştur.” “Sözü Zeki Velidî’ye terk ediyoruz: “(Japonlara, Hindlilere yeni bir hayat veren Avrupa medeniyeti,Müslümanlarla uzun boylu temasına rağmen bir hayat eseri bile gösterememiş...(.....) “(.......)Bunlar 1300 sene geriye gitmek, tecrübenin ve bugünkü hayatın doğurduğu kanunlar yerine eski bir cemiyetin ruhundan sızan şeyleri kabul etmek istiyorlar.)” “Bizim muhakememiz: “İngiliz Kanunları’nın, Fransız ve Alman milletlerine ve bunlarınkinin birbirine uymadığını sosyoloji kitapları gösteriyor.O halde Avrupa milletlerinden herhangi bir milletin kanunları bizim halimize nasıl uyar? Bizim Avrupa kanunlarından da bazı esas ve usulleri nihayet iktisaba ihtiyacımız vardır.Onu bile yoluyla yapmadığımız için memlekete kötülük ediyoruz.Madem ki halk, İslamî kanunları seviyor, daha ne istersiniz? Asrın ihtiyacı herhangi bir Avrupa kanunundan usul ve ahkam iktibasına mecbur edince onu yapmakla beraber halkın sevdiği İslamî düsturları ile telife çalışmak pek uygundur.Halk ruhu nasıl idare edilir? Bunu bilen bir hükümet için yegane başarı vasıtası da budur.Musa Efendi’ye itiraz ne vakit olur? Eğer,Efendi, Garp kanunları on para etmez, bize İslamın eski kanunları tamamen kafidir, yeniyi ne yapacağız,derse; fakat böyle bir şey dememiştir.İslamî kuralların değiştirilmesi lazım gelen ahkamına gelince memleketin ihtiyaç ve istidadına göre bunu yapmalı, Avrupa kanunlarından daima esas itibariyle istifade etmeli.Fakat onların aynen bize uygun gelmeyeceğini unutmamalı, iktibas ederken şer’î esaslarla teyit ve telif cihetine çalışmalıdır.İyi siyaset budur.Yalnız ideoloque’lukla iş bitmez.Ve memleket idare edilmez.Bize bir alim;(- İlim talep etmek kadın ve erkek, her müslümana farzdır.İlmi beşikten mezara kadar isteyiniz.Bir saatlik tefekkür altmış yıl (nafile) ibadetten daha hayırlıdır.Aklı olmayanın dini de yoktur.Bir saat adalet (le hükm etmek),yetmiş yıl (nafile) ibadetten hayırlıdır.Halk üzerinde tasarruf maslahata bağlıdır.Genel zararı def için özel çıkar feda edilir.Zaman geçtikçe hükümler de değiştirilir.) diye bir takım dinî düsturlar okursa, bunlar 1300 sene evvel (ki) cemiyetin hükümleridir, eskidir, alamayız mı diyeceğiz? Bunlar her zaman taze hakikatlerdir ve iftihar etmeli ki Şeriat bu esasları içerir.” _________________________________ (5) M.Cevdet,Şimalî müverrihi Zeki Velidî ve yarınki hars(1);Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası,c.11,sayı:54,Nisan 1920,sh:666-672. 78 “Velidî Efendi devam ediyor:”(Hatta Musa Efendi (İl) Gazetesinin ilk sayısıında “Şeriat-ı İslamiyeye benim nazarım” diye neşr ettiği bir makalede...)” “(......)” “....Binaenaleyh Musa Efendilerin “memleketin umur ve mesalihi hususunda İslam hükümetleri, Batı Avrupa’nın kanunlarını aldılar da İslam memleketlerini berbat ettiler.” diye feryat etmelerini haklı görmüyoruz.Ve kendilerine altı yüz sene evvel İbni Haldun’un sözlerini hatırlatmak istiyoruz.)” “Bizim muhakememiz:(Yorumumuz) “Bugünkü ihtiyaçlara cevap veren yeni teşkilatı Avrupa’dan değiştirerek alırken onları teyit ve teşvik eden deliller varsa bunlardan istifadenin 1300 sene evvele dönmek demek olmadığını izah etmiştik.” “Müverrih Zeki Efendi ekin ekmek, kanal açmak gibi tecrubî ilimlerin ürünlerini ayet ve hadislerde aramak faydasız olduğunu söylüyor.” “Evet, Nuh Devri’ni hatırlatacak eski şekil ve tarzda ziraat ve usulüne kutsallık atfedilirse böyle faydasızdır.Fakat ziraat usulünün, ticarî alanlar açılmasının, ileri gitmiş milletlerin usul ve teşkilatının öğrenilmesi, filan ayet-i kerimede saklı hükum, teşvike dahildir.Binaenaleyh bunların ithali ile İslamiyet kazanacaktır, denirse, ne ziyanı var? İslamiyet ekip biçmeyi, hatta madenciliği tavsiye eder.Fakat bizzat madencilik veya zıraat usulünü göstermez.Onu “tecrubî ilimler” gösterir.Nasıl ki “Gücünüz yettiğince onlara (karşı) kuvvet ve (savaş için) beslenen atları hazırlayın.”(Enfal:60) ayet-i kerimesi ile düşmanların malik oldukları silah ve fennî vasıtalarının, süvarilik usullerinin taklid ve talim edilmesini emreder.Fransa , Almanya’dan, İngiltere’den yeni silah ve teşkilat alırken, neferlere,sarıklı talebeye “Bu suretle düşmandan istifade farzdır,onların ilmî ve askerî teşkilatlarını öğrenmeliyiz, işte ayet-i kerime.” denirse, neden 1300 sene evveline dönmek, demek olsun? Ha kaval,ha Şişhane tüfekleri ile, Yatağan bıçakları ile müdafaadan başka usulün haram olduğunu iddia edenler olursa, o başka!Nasıl ki Yeniçeriler, Nizam-ı Cedît’i istemediler.Nasıl ki faydalı karantina usulü zorlukla tatbik edildi.En faydalı teşkilatı red edecek kadar cahil tutuculara bakıp da İslamın kendisini de böyle farz etmek, reva değildir.İslamiyeti daima şahıslarla karıştırmamalıyız.” “Buhara , Hiykent, Hiyve Hanlıkları gibi hükümetler dinî esaslara dayandırıldığı için memleketlerini harap etmekten başka bir şey yapamamışlar...Evvela eksik bir İslamiyetin yapacağı şey tabiî böyle olacaktı.İkinci olarak; o hükümetler dinî esaslara bina edildiği için değil, dinin siyasî ve ictimaî esaslarını ihmal ettikleri; üçüncü olarak, askerlik,talim ve terbiye, ziraat ..ilh usullerinde Avrupa yeniliklerini kabul etmedikleri,dördüncü olarak,aralarında tefrika hüküm sürdüğü için sukut ettiler.Elbette inhisarcı bir diyanet tarzı bu neticeyi verecekti ve verdi.Yine de verecektir.Bu dindarlar yalnız namaz oruç dindarları idiler.Namaz ve oruçla,zikir ve dua ile yalnız ibadet vazifesi ifa edileceğini,yoksa devletin şevketini muhafaza için namaza değil, başka ilmî ve siyasî vasıtalara ihtiyaç olduğunu bilmiyorlardı.Bilmiyorlardı ki lafla peynir gemisi yürümedi.Dua ile de devlet gemisi yol almaz.Duanın yeri başka, kaptanlığın yeri başkadır.Dini dua ve ibadete hasr etmenin, dinin “fen” vazifelerini, fennin “din” vazifelerini görebileceğini zannetmenin ürünü budur.Buna “din” ne desin? Dine ihtiyaç başka yerde, ilim ve fenne ihtiyaç başka yerdedir.Velidî Efendi, din değil ilim arıyor.İşte hakikat, fakat yarısı zamanımıza kadar bir manaca dinci ve kadim edebiyatçı idik.Şimdi ilimci olmalıyız.Fakat dini, edebiyatı, ilmi birbirinin yerine koymayarak, birinin zararına kullanmayarak...Ne ilim dinin yerini, ne din ilmin yerini, ne edebiyat onların yerini tutar.Her birini kendi hücresinde bulundurmalı ve hepsinin tedavisinden ayrı ayrı istifade etmelidir.Hatta bence “din”imiz mükemmel olduğu için en büyük cehdimizi ulum ve Türk edebiyatına sarf etmeliyiz.” 79 “Maamafih bunu hükümetin takdir edememesi kabahatı da Kur’an-ı Kerîm’e mi aittir?” “Evet, herkes gibi ben de biliyorum:Bir çok insanlar başımıza gelen belaların hep namaz kılmamaktan, oruç tutmamaktan, bazı kızların açık saçık gezmelerinden ileri geldiğini söylüyorlar.bilmeli ki namaz kılanlar kılmayanlardan, oruç tutanlar tutmayanlardan, açık gezmeyenler gezenlerden çoktur.Hiç olmazsa taşralarda bu böyledir.Gece gündüz ibadet edilse, yine bu belalar gelecekti.Çünkü bu belalar gayr-i dinî sahalardan yahut dinin ibadetten gayrı sahalar için tavsiye eylediği esasların ihmalinden ileri geliyor.Mesela, askerî teşkilatta, iktisadî teşkilatta, sağlık teşkilatında, siyasî ve idarî teşkilatta, talim ve terbiye teşkilatında müthiş kusurlarımız var.Bin ibadet edilse, bunlar zail olmaz.” “Bu sahaların ibadetleri başka şekil ve tarzdadır.Onlar başka faaliyet isterler. Bu faaliyetlerin tarzını Sofiyyun ve Fukaha değil, siyasiler,savaşçılar, sağlıkçılar, eğitimciler bilirler.Bunlar namaz işi olmaktan ziyade ilim işidir.Din bunlara karışmaz.Ya karışırsa esaslarını tarh ve tavsiye ile iktifa eyler.Bir cemiyet, bir hükümet bu teşkilattan her hangisini ihmal ederse cezasını görür. Fertler namaz, orucu terk ederlerse cemiyetteki buhran başka türlü olur.İktisadî tedbirler almazlarsa görecekleri belalar başka olur.Talim ve terbiye aleminde yayan kalırlarsa netice başka olur.İlh..” “Medenî ve büyük cemiyetler bu teşkilatları birbirini tutacak bir ahenk dairesinde yaşatabilenlerdir.Hz.Peygambere bakmalı.İşi hep dine mi hasr etmiş?Dini hep ibadete mi münhasır tutmuş? Malî, adlî, talimî, edebî, lisanî, askerî, ne kadar teşkilatı var? Hatta ecnebi usullerinin ve teşkilatının iktibas edilmesi için de ayrı emirleri var.” “Musa Efendi’nin Avrupa kanunlarını mahcup edecek şer’î ahkam ile memleket tanzimi fikirlerini Velidî Efendi abes görüyor.Zan ederim haksızdır.” “Avrupa kanunlarını İslamiyetten beri 1300 senelik tecrübelerle ikmal edildiği halde bazı esaslar vardır ki onları İslamiyet, Avrupa(lı) düşünürlerden evvel bulup söylediği için övünmeye hakkı vardır: “Kadın ve erkeğin tahsilinin lüzumunu bildiren İslamiyet değil mi? Yakın zamana kadar Avrupa’ da böyle bir şey var mıydı?” “Gerektiğinde boşanmanın cemiyete lazım olduğunu ileri süren var.Avrupa ninayet bu usulü kabule mecbur olmadı mı?” “İslamiyetin zavallı çocukları korumak için vaz’ ettiği hükümleri Avrupa vaktiyle düşünmüş mü?” “Kadınların hukuku meselesinde İngilizlerin, Almanların, Fransızların bir tek kanunu var mıdır ki İslamiyet kadar insaflı ve serbest davranmış olsun? Müslümanlar İslamiyetin istediği dereceye kadar yükselmemişlerdir.Bu cihet başka.Fakat İslamiyet programı, Avrupa hukuk ve siyasetçilerini bir çok meselelerde utandıracak mahiyettedir ya!...” “İslamiyet, bir çok cihetlerde Avrupa’dan hukukî ve ahlakî esaslar almaya muhtaç değildir.” “Lakin ilmî, mektebî, askerî ve malî ilh...teşkilatlara gelince onları alacaktır.zira onlar zaman geçtikçe değişir ve İslamiyetin zuhurundan sonra ne kadar mükemmel usuller keşf olunmuştur. Lakin tekrar ediyoruz:Bir çok hukukî ve ahlakî esaslar itibariyle ve yalnız bu noktalarda İslamiyet, Avrupa nazariyatından çok ilerdedir.” “......” “Cemal(eddin) Efganî, Şeyh Abdullah (6), Emîr Ali, Musa Bigiyef, Mahmut Es’ad, İzmirli İsmail Hakkı gibi (alimler) yetişmeseydi, gençler her halde daha çok miktarda dinsiz olacak, İslamiyetten soğumuş olacaklardı.” ________________________________ (6) Burada geçen ve Zeki Velidî’nin kast ettiği “müftü Abdullah”, Cemaleddin Efganî’nin talebesi Muhammed Abduh olma ihtimali kuvvetlidir.(S.A.) 80 “Evet, terakkî ve gerileme, bir sürü etkenlerin karışımıdır.Ne yalnız başına din, ne de yalnız başına ilim, ne yalnız başına edebiyat, ne yalnız başına iktisadiyat, ilermeye ve gerileme etkeni olur.Hepsi birbiri ile karışır.Binaenaleyh müslümanların ve bu meyanda Türklerin ne geçmiş terakkilerini, ne son gerilemelerini tek bir amile, mesela yalnız dine hasr etmemelidir.İhnisarcılıktan daima kaçınmalıdır.Bu, pek fena bir metoddur.” “Velidî Efendi’nin son sözü dikkate şayandır: Musa Efendi’nin Avrupa kanunlarının İslam memleketlerinde sebeb olduğu fenalıklardan bahsini sorguluyor, onu haklı bulmuyor.” “Muhakkaktır ki Avrupa’nın her millete göre değişen meşruutiyeti, ceza kanunları, mülkî ve idarî usulleri, hele eğitim ve öğretim tarzı vardır.Bunlar bize uygun değildir.Biz bunların yalnız “ruh ve felsefesinden” ve bir de evrensel , ortak eesasları varsa onlardan istifade edebiliriz.Yoksa bir Türk’ü, bir Müslümanı, bir Fransız, Alman, İngiliz yapmak mümkün değildir.Buna çalışmak gülünç ve zararlıdır.Avrupa kanunları ve eğitiminin ruhu tetkik ve birbiri ile mukayese edilseydi bizi berbat etmezdi.Öyle yapılmadı ve yapılamıyor.Yapılmayınca da millet, ecnebî kanun ve teşkilatlarını içine sindiremiyor, verilen ilaçları, ağzından tekrar çıkartıyor.İşte Türkiye(nin) idarî ve mektebî teşkilatı, kanun ve programları meydandadır.” “Fakat Avrupa’nın millet, din, muhit ile mahiyet olarak ilgisi olmayan “ilimler”i vardır.Riyaziyat, tabiiyat, ve amelî sanayi gibi...Bunlar bir milletin, bir dinin markasını taşımayan “alemşumul/evrensel”, aklî, ve beşerî düzenlemeler ve maişet vasıtaları olduğu için bunda Müslim, gayr-i Müslim, Türk, Fransız, İngiliz, Alman düşüncesi eşittir.Bunlar bazı kere değiştirilmeksizin memlekete nakl ve devr edilmelidir.En büyük kusurlarımızdan biri bunda gecikmemizdir.Halbuki kanun, ahlak ve adetler, terbiye (eğitim/öğretim), edebiyat, musıkî, mimarî,resim her millete göre değiştiği için bunlar alınırken milletin ruhuna uygun gelecek surette traş edilmeli ve bir kumaş gibi boy’a göre ölçüye tabi tutulmalıdır.Binaenaleyh Türkiye’ye, mesela Alman edebiyatını, Fransız musikîsini, İngiliz terbiyesini değiştirmeksizin sokmak muzırdır.Çünkü bu usul züppevatansız,Türkiyeyi sevmez gençler yetiştirir.Bizim zannımız budur.Acaba aldanıyor muyuz?”(7). M.Cevdet, bu soruya bir başka makalesinde şöyle bir açıklık getiriyordu: “Türk,İslamiyeti sevmiyor da neyi seviyor? Putperestliği mi,Budistliği mi, Hristiyanlığı mı?” “Mekteblerde ve basında sorgulanacak şey İslamiyet değil, bir avuç cehelenin şu zihniyeti ve iftirasıdır.Özellikle Müslümanların asrî kusurlarıdır.” “Beğenmezin anası-babası Müslüman değil miydi ki bu derece İslam düşmanlığı taşıyor? Fikirlerinin doğruluğuna emin iseler İstanbul’da çok değişik iki üç bin kişinin duygusunu sormalıdır.Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle aile teşkil eden Türk oğulları ona iyi bir ders vereceklerdir.” “Milyonlarca halkın kıblesi Kâbe, kitabı Kur’an, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) iken, üç-beş imansız İslamiyeti beğenmemiş, bundan ne çıkar?Onları kim tanır?Halk asırlardan beri yaşayan dinî duygularını alim misyonerlere karşı muhafaza edebilirken sevimsiz, cahil, amelsiz üç-beş şahsiyetin kıymeti ne olabilir? Madem ki tababet ve hukuk ilimleri ahkam yürütmek için mutlaka muhatablarnın seviye ve zevkine göre hareket etmeye ve tedbir kullanmaya borçludur.O halde bu memlekette yüz binlerce ailenin zevkine ve mizacına uygun gelmiş ve mukaddes tanınmışolan İslamiyetin hilafına her ne tedbir ve nizam konsa iflas edecektir.Çünkü halk psikolojisine uygun değildir.” ________________________________ (7) M.Cevdet, Zeki Velidî ve yarınki hars(2), Tedrisat Mecmuası, c.11,sayı:55, Mayıs 1920,sh:718-725. 81 “İslamiyet bin bu kadar yıllık bir ağaçtır.Kökleri daima maziye bağlı, fakat yaprakları mevsim mevsim yenilenir.Bu milletin bağrına dikilen nice yabancı fidanlar kurudu.O kurumadı ve kurumak bilmez.Hele bahar gelsin:Bakınız ne çiçekler açacaktır.Ona hizmet için yeni bahçivanlar getiriniz, etrafını temizleyiniz.Biliniz ki bu ihtiyar, çok tazelerden kuvvetlidir.” “Ne garip zamandayız:İslamiyet bir şeyi, mesela müskirat kullanılmasını yasaklar.Bu XX. Asır zihniyetine aykırı bir istibdat olur.Amerika hükümeti men eder, hikmet olur.İslamiyetin, nankör çocukların maskarası olmaktan münezzeh tutulacak zamanı gelmedi mi?”(8). İşte İslamiyet’in Türkler’le beraber XX. Yüz Yılın başından itibaren başlayan acıklı serüveni, 20’li ve 30’lu yıllarda noktalanan talihi ile bir türlü “bahçe”sinde yeni “çicek”lerin açması ve meyvaların yetişmesi için “bahçivan”larını yetiştirememişti.Bunun için 70-80 yıl beklemek gerekiyordu. Çünkü o yıllarda sürüp giden birlik, sivil kurum ve sosyal dayanışma arayışları alanında en büyük darbeyi Müslümanlar yemiş; tam tersi, dinleri “Kişisel İslam”dan çok “Toplumsal İslam”ın evrensel ilkelerini ilan ve tebliğ etmesine rağmen...Cenneti kendi için isteyen müslüman, Cennette yalnız yaşamaya mahkumdur.Halbuki, Cennet tüm müslümanlara vaad edilmiş bir huzur ve kardeşlik alemidir.Orada, yeryüzünde “Toplumsal İslam”ın mücadelesini verenlere yer vardır. Bugün de –İslam Birliği yolunda- aynı şeylerin tartışılır olması, ve bu yolda çalışmalar yapılmasının bir sonuç vermemesi , bunun bir kanıtı değil mi? Yazık,yazık..Gülistan harabezar olmuş… Bir asırdır, Bahçivan’ına intizar eder dururmuş… Son (9.07.2002.09.30 / Fatih- Fındıkzade /En son düzeltme:24.09.2005, saat:01.00.Kozdere/Boyalıkköy) ___________________________________ (8) M.Cevdet,Mektep ve matbuat aleminde İslamiyet;Tedrisat Mecmuası,c.10,sayı:44-1,Nisan 1919,sh:37-45. 82