HACI BEKTAŞ-I VELİ Açıklama: MÜSLÜMAN ÖNDELER Kategori: Müslüman Bilginler - Bilim Eklenme Tarihi: 01/Aralık/2010 Geçerli Tarih: 18/Temmuz/2017, 18:16 Site: BİLGECE BAKIŞ URL: http://www.bilgecebakis.com/yeni/haber_detay.asp?haberID=1609 Hacı Bektaş-ı Veli Abdünnasır Yiner İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Doktora yapmaktadır. Cemiyetimizin içinde yetişip tarihe mal olmuş kişilerin sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmaları gerekir. Hacı Bektaş-ı Veli, toplum tarafından fazla tanınmayan bir şahsiyettir. Bu yazımızda, kendisi hakkında bazı bilgiler vererek tanıtmaya çalıştık. Hacı Bektaş-ı Veli’nin hakkında farklı değerlendirmeler olabilir ancak, bu değerlendirmeler ilmi çalışmalara dayandırılmalı ve sathi bilgilerden arındırılmalıdır. Daha sonra hayatı, fikirleri, yaşadığı dönem, etkilediği ve etki-lendiği insanlar yorum ve değerlendirmelere tabi tutulmalıdır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin yaşadığı dönemin karakteristik özelliği (ileride değinilecek), kendisiyle ilgili resmi kaynakların olmaması, yaşadığı dönemde fazla dikkat çekmemesi, bıraktığı eser veya eserlerin tarihi tenkidinin yapılmadan değerlendirilmesi, ileri sürülen tezlerin sıhhatine gölge düşürmüştür. Hacı Bektaş-ı Veli hakkında bilgi sahibi olabilmek için, yaşadığı dönemin siyasi ve sosyal hadiselerine de bakmak gerekir. XIII. yüzyılda Anadolu On üçüncü yüzyıl, Türk-İslam tarihi boyunca Anadolu’nun en karışık, istikrarsız ve düzensizliğin olduğu yüzyılıdır. Anadolu Selçuklularının ünlü hükümdarı Alaeddin Keykubat’ın (1220-1237) ölümünden sonra istikrar sağlanamamıştır. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in (1237-1246) güçlü bir iradeye sahip olmaması, siyasi gelişmelerdeki karışıklıklar, bir taraftan Anadolu kapılarına dayanan Moğol istilası, diğer yandan Moğolların önünden kaçan göçebe unsurların Anadolu’ya geldikten sonra yerli halkla aralarında cereyan eden hadiseler ve Anadolu Selçuklu tarihinde önemli bir yer işgal eden Babailik isyanı gibi olaylar bu devletin çöküşünü hazırlarken, Anadolu’da uzun süre devam edecek bir istikrarsızlığa da sebep teşkil etmiştir. Kösedağ hezimetinden (1243) sonra Moğollar Anadolu’yu, yönetimleri altına almadan “müşterek saltanat devri”ni hayata geçirmek1 suretiyle daha fazla sömürdükleri gibi kargaşaya da sebep olmuşlar. Çok kısa olarak özetlediğimiz bu asırda (daha sonra asırlarca devam edecek olan) insanlara ışık tutan, onları aydınlatan Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre gibi şahsiyetlerin yetişmesi dikkat çeken bir husustur. Bu şahsiyetler, insanları içine düştükleri çaresizlikten kurtarmak için çaba sarf etmişlerdir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Hayatı Yaşadığı dönem boyunca kaynakların kendisinden çok az söz ettiği Hacı Bektaş-ı Veli’nin şöhreti, ölümünden sonra daha fazla yayılmış ve artmıştır. XIII. Yüzyılda büyük nüfuza sahip olduğu ve şöhretinin her tarafa yayıldığına2 dair düşünceler ileri sürülse de bunlar daha çok menkıbelere dayanmakta ve kaynaklarla bunu ispatlamak mümkün olamamaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin hemen hemen tüm eserlerde Horasan asıllı olduğu3 ve daha sonra Anadolu’ya geldiği konusunda ittifak vardır. Ancak ne zaman doğduğu hakkında kesin bilgi mevcut değildir. Rivayetlerde ve menkıbelerde çoğu zaman aynı tarihlerde yaşamamış ve birbirlerini görmemiş insanlar bir araya getirilerek aralarında çeşitli münasebetler kurulur. (Mesela, Hoca Ahmet Yesevi’nin—ölümünden yaklaşık elli yıl sonra doğmuş olan—Hacı Bektaş-ı Veli’yi Anadolu’ya gönderdiği belirtilmektedir). Hacı Bektaş-ı Veli’nin asıl adı Muhammed olup babasının adı İbrahim, annesinin adı Hatme Hatundur. 4 On beşinci yüzyıl şairi olan Firdevsi-i Tawil’in kaleme aldığı Vilayetname’de Hz. Ali’nin soyuna dayandırılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Arap asıllı olup olmadığı da tartışmalara sebep olmuştur. Makalat’ın Arapça yazılmış olması onun Arap olduğuna delil olarak gösterilemez. Çünkü, bu dönemde yazılmış olan (ilimdin muhtevalı) çoğu eserin Arapça olması bu tezi zayıflatmıştır. 5 Eğitiminin önemli bir kısmını Hora-sanda tamamladığı ve Anadolu’ya geldi-ğinde kırk yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir.6 Horasandan ayrıldıktan sonra sırasıyla şu yolu takip etmiştir; Necef’e giderek Hz. Ali’nin kabrini ziyaret etmiş ve kırk gün orada kalmıştır. Buradan Mekke’ye geçerek üç yıl boyunca Ravza-i Mutahhara’ya yakın bir yerde ikamet etmiştir. Medine’ye gittikten sonra sırasıyla; Kudüs, Şam, Halep ve Elbistan üzerinden Anadolu’ya gelmiştir.7 Bazı görüşlere göre Anadolu’ya aşireti ile beraber göç etmiştir. Moğol istilası ile birlikte Anadolu’ya göçler olurken, Hacı Bektaş-ı Veli kendisine bağlı bir Türkmen aşireti ve Yesevi mektebinden dervişlerle Anadolu’ya gelmiştir. Bazı aşiretler şeyhlerinin adıyla anılırlardı. Osmanlı tahrir defterlerinde “Bektaşlı Oymağı” ile ilgili bilgilerin yer alması söz konusu görüşleri desteklemektedir.8 Anadolu’ya 1230’larda geldiği tahmin edilmektedir.9 Bu tarihler Anadolu Selçuklu Devleti’nin en parlak dönemine rastlar. Ancak kısa bir süre sonra ortam karışır ve Babailik isyanı patlak verir. İsyan sırasında Anadolu’da olmasına ve bazı kaynaklara göre Baba Resul’ün halifesi olduğu iddia edilmesine rağmen bu isyana katılmamıştır. 1239 yılında patlak veren bu isyana Hacı Bektaş-ı Veli’nın kardeşi Menteş katılmış, Sivas’ta meydana gelen çatışmalarda öldürülmüştür. Hacı Bektaş’ın bu isyana katılmadığı hem Elvan Çelebi’nin hem de Aşıkpaşazade’nin verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır.10 Hacı Bektaş-ı Veli’nin Mevlana, Yunus Emre, Taptuk Emre ve Ahi Evran ile münasebetleri olmuştur. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalatı, Mesnevi’nin kısa bir özeti11 gibi olup Mesnevi’deki duygu ve tefekkürler bunda da mevcuttur. Bir eserde mevcut olan bazı sözlerin başka bir eserde de olması gayet tabiidir. Çünkü Mevlana, Sultan Veled, Molla Cami gibi şahsiyetler başkalarından duyup hoşlarına giden sözleri eserlerine almışlar, bu alıntıları yaparken de sözlerin başkalarına ait olduğunu gizlememişlerdir. 12 Mevlana ve Mevleviler ile fazla bir münasebetlerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat Vilayetname Yunus Emre ve Taptuk Emre’den bahseder. Buna göre; kıtlık yılında Hacı Bektaş’a müracaat eden Yunus, nasip yerine buğday almada ısrar eder. Sonradan pişman olup geri dönünce de artık Taptuk Emre’ye başvurması gerektiği bildirilir.13 Mevlevilere nazaran Ahilerle daha yakın bir münasebet kurmuş olan Hacı Bektaş-ı Veli ile Ahi Evran’ın ölümü arasında sadece on yıllık bir zaman farkı olduğuna göre, büyük bir ihtimalle görüşmüşlerdir. 14 Bektaşilik tarikatına giriş ayinindeki eşik öpme, kuşak bağlama, aynı kaseden müşterek şerbet içme adeti, kıyafetlerdeki teferruat, okunan duaların Ahilikten alınmış15 olması, Ahilerle önemli bir münasebetleri olduğunu göstermektedir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin evlenip evlenmediği konusu Bektaşiliğin iki kolunu teş-kil eden “Babalar” kolu ile “Çelebiler” kolu arasında tartışma konusudur. Babalar koluna göre “mücerret”tir ve mesleği “yol evladı” denilen manevi varisleri aracılığıyla devam etmektedir. Bunlara göre “Hacı Bektaş-ı Veli evladı” tabiri Hacı Bektaş-ı Veli’nin yoluna tabi olanlar için kullanılmıştır.16 Çelebiler, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, İdris Hoca’nın kızı Fatma Nuriye Hanım ile evlenerek neslini devam ettirdiğini iddia ederler. Onlara göre Hacı Bektaş-ı Veli soyundan gelenler posta oturmuşlardır: Seyyid Ali Sultan, Resul Bali, Mürsel Bali…17 Hacı Bektaş-ı Veli ile Baba İlyas arasında bir münasebet olmakla birlikte, Baba Resul’ün halifesi değildir. Babailik isyanından sonra bu isyana katılanların takibe uğraması, kendisine “Baba İlyas’ın mensubuydu” denilmesine rağmen şöhretine olumsuz etki yapmamış ve bu söylentiler sonuç getirmemiştir. 18 Vilayetname’de Baba Resul, Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifesi olarak göste-rilmektedir. Bu görüş, 1240’da öldürülen Baba Resul’ün manevi nüfuzu Anadolu’da gittikçe azalırken, Hacı Bektaş-ı Veli’nin nüfuzunun daha üstün duruma gelmesinden kaynaklanmaktadır.19 Kırşehir civarında Sulucakarahöyük’e yerleşen Hacı Bektaş-ı Veli, Türkmen şeyhi olarak vazifesini ifa ettiği sıralarda Ürgüp civarındaki Hıristiyanların İslam’a yönel-melerine zemin hazırlar. Bunun yanında Moğolların da İslam’a girmeleri için faaliyet gösterir.20 Anadolu’ya halifelerini yolladığı gibi Rumeli’ye de Sarı Saltuk’u gönderir. Sarı Saltuk’un Rumeli’ye gönderilişi 1264-1265 yıllarına rastlamaktadır. Bu tarihlere dayanılarak, Osmanlı Devletinin ilk defa (1353) Rumeli’ye geçmelerinden yaklaşık bir asır öncesinden manevi fetihlerin başladığı söylenebilir. 1332 yılında Güney Rusya’dan geçen ünlü seyyah İbn Batuta, söz konusu bölgede “Sarı Saltuk’un destanlaşan menkıbeleriyle” karşılaştığını kaydetmiştir.21 Vilayetname’ye göre doksan iki yıl yaşamış olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin—bazı vakıf kayıtlarına göre—1291 yılından önce vefat ettiği,22 kesin tarihin 1270 yılı olduğu sanılmaktadır.23 Hacı Bektaş-ı Veli’nin Akidesi On üçüncü yüzyılda yaşamış olan Hacı Bektaş-ı Veli, devrin kaynaklarında bir iz bırakmadığı gibi, adını taşımasına rağmen Bektaşiliği de kendisi kurmamıştır.24 Bektaşiliği; “Türk halklarında hiç sönmeyen eski Türklerin dini Şamanlık’ın özlemiyle, Sünni Müslümanlığa bir tepki olarak doğmuştur.”25 gibi göstermek veya “Görünüşte dinsel, temelde siyasal, ekonomik bir hareket olarak” gösterilen iddiada, daha da ileri giderek “Bektaşiliğin yerine günümüz burjuva toplumunda sosyalist mücadele geçmiş… yepyeni içerikler getirmiştir insanlığa. Ekonomik temeli yok olan Bektaşilik de geçerliliğini yitirmiştir.” 26 demek, dönemin karakteri hakkında bilgi sahibi olmadan, söz konusu dönemde yaşamış olan insanların sosyal münasebetleri hakkındaki bilgisizlikten kaynaklanır. Gerçekte hiçbir zaman Sünni-Bektaşi çatışması olmadığı gibi, cereyan eden bazı olaylar da devleti yönetenlerle dinî kimlik taşıyanlar arasında ( gerçekte dinî olmayan sebeplerden dolayı) olmuştur. İslam tarihi boyunca mezhep çatışmalarına örnek teşkil edecek hiçbir olay olmadığı gibi; Osmanlı-İran mücadeleleri de dini olmayıp siyasidir. Tasavvuf inancına göre her şeyin gerçek sahibi Allah’tır. Bu düşünce Kur’an-ı Kerim’den kaynaklanır ve kendine has bazı özellikler taşır. Dolayısıyla, temeli maddeye dayanan materyalist Marksist felsefenin iktisat ile ilgili fikirlerini uluorta kullanmak mümkün değildir. Bektaşilik, İslam’ın özündeki evrenselliği vurgular. Menkıbe-lerde bütün canlılara ve hayata saygı destanlaşmıştır.27 Osmanlı Devleti’nin ünlü (tarihçi) Şeyhülislamlarından İbn Kemal, Orhan Bey zamanında Işık ve Kalenderi zümrelerinin sıkı takibe uğrayarak sürüldüklerini bildirdiği halde Bektaşilerden söz etmez. 28 Fatih devrinde yaşamış olan Ebul Hayr Rumi, Saltukname adlı eserinde “Sarı Saltuk (Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifesi) Sünni ve Hanefi’dir. Rafızi ve Haricilerle savaşır. Hz. Peygamber’in (a.s.m.) olduğu kadar Ebubekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin emanetlerini de taşır...”29 der. Bu bilgiler Osmanlı Devleti’nin Bektaşiliğe bakışını göstermesi açısından çok önemlidir. On altıncı yüzyıl yazarlarından Taşköprülüzade, Eş-şakaiku’n-Nu’maniye adlı eserinde Hacı Bektaş-ı Veli’yi Sünni bir Veli olarak tanıtır.30 Vilayetname’de Hacı Bektaş-ı Veli’nin İmam Musa el-Kâzım soyuna nispetle seyyid ve Şii mutasavvıf olduğu görülse bile on üçüncü yüzyılda, Anadolu’da İmamiyye ve İsmailiyye mezheplerinin olmayışı (Vilayet-namenin on beşinci yüzyılın sonlarına doğru yazıldığı göz önüne alınınca), bu kaydın sonradan düşüldüğü anlaşılmaktadır.31 Hacı Bektaş-ı Veli’nin Şii olduğu iddiası tamamen yanlıştır.32 Şeriata bağlı ahlak sahibi, riyadan uzak bir tasavvuf ehli olup, Mevlana, Yunus ve Aşıkpaşazade ile aynı düşüncelere sahiptir. 33 Hacı Bektaş-ı Veli, şeriatın makamları arasında “sünnet ve cemaat ehlinden olma” kaydını koymuş, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sahabelerinden birini inkar edip küçümseyen kişinin ibadetlerinin mahvolacağını belirtmiştir. Beş vakit namazı Hz. Peygamber ve dört halifesine benzetmesi, Hz. Aişe’nin anılması gibi konular, Şiiliğin Bektaşiliğe Hacı Bektaş-ı Veli’den sonra girdiğini göstermektedir.34 On iki imam meselesine gelince; Makalat’ın tahrif edildiği (bazı nüshalarının), halifelerle ilgili bölümlerin müstensihler tarafından çıkarıldığı, bazı kısımların sonradan eklendiği kaydedilmekle35 beraber Hacı Bektaş-ı Veli’nin on iki imamı sevmesi, onun Şii olduğuna delil olmaz. Çünkü bütün Müslümanlar, Ehl-i Beyt’e büyük muhabbet beslerler. Zaten İslami açıdan onların sevilmemesi mümkün değildir. Eserleri, özellikle Makalat incelendiğinde Hacı Bektaş-ı Veli hakkında daha net bilgilere ulaşmak mümkündür. Hacı Bektaş-ı Veli’nin eseri olarak kabul edilen “Kitabü’l-Fevaid”, bizzat kendisi tarafından yazılmamış, üçüncü bir şahsın ağzından Hacı Bektaş-ı Veli’nin sözleri olarak kaydedilmiştir. Esere Fevaid adını Hacı Bektaş-ı Veli vermiştir. Bu eserdeki alıntıların kaynakları saklanmamıştır.36 Bu eserle Makalat’ın muhteviyatı, birbirine çok yakın olup, müphem yerlerin izahına yarayacak bilgiler mevcuttur. Esere sonradan yapılan ilaveler ve tahrifler asli halinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Türkçe olarak yazılan “Fatiha Suresi Tefsiri” nüshasına ulaşılamadığı halde, mutasavvıfların tefsirle ilgilenmeleri Hacı Bektaş-ı Veli’nin böyle bir eser yazdığını göstermektedir.37 1680 yılında, Enveri mahlaslı bir müellif tarafından nazım-nesir karışık olarak, “Tuhfetü’s-Salikin” adıyla şerh edilen Hacı Bektaş-ı Veli şathiyesinin38 kendisine ait olduğu ispatlanamamıştır. Şathiye; mutasav-vıfların cezbe anında söyledikleri anormal sözler için kullanılan bir tabirdir. Dedemoğlu tarafından yazılan “Akaid-i Tarikat” ve “Hacı Bektaş-ı Veli’nin Emanet-leri”nin de Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait olduğu kesinlik kazanmamıştır.39 Makalat Hacı Bektaş-ı Veli’nin fikirleri hakkında önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ahmet Yesevi tarikatına mensubiyetinden dolayı “Fakrname”nin muhteviyatına benzer. Horasan ve Nişabur çevresindeki fikri hayat hakkında önemli bilgiler içeren Makalat’ta; akıl, aşk, şevk ve imanın mahiyeti ile ilgili karakteristik bilgiler mevcuttur. Makalat’ın Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait olduğu kesindir.40 Makalat’ın aslı Arapça yazılmış olup, Vilayetname’deki “Hünkar’ın Makalatını Türkçeye çevirdi” cümlesi ile eseri nazım halde yazan Hatipoğlu’nun son sayfalarda verdiği bilgiler bu noktayı doğrulamaktadır. Eserin değişik nüshaları olmakla birlikte, bu nüshaların Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait olduğu vesikalarla belgelendirilememiştir. 41 Makalat’ın Arapça asli nüshasının elde mevcut bölümlerinde 42 Hacı Bektaş-ı Veli’nin fikriyatıyla ilgili dikkate değer bilgiler bulmak mümkündür. Bu yüzden üzerinde durarak incelenmesi gerekir. Makalat’a göre: Allah’a giden yollar yaratılmışların sayısınca olup, ermiş kişiler bunlardan dördünü seçmişlerdir. 1. Şeriat, 2. Tarikat, 3. Marifet, 4. Hakikat. Bu mertebeler ancak, şeriat ile tamamlanırlar. Şeriata tam bağlı olmayan kimseye diğer mertebeler kapalı olur. Şeriata bağlılığını bozan kimse, diğer mertebeleri usulüne uygun tamamlamışsa bile, yine de bunları bozmuş olur. Şeriat bir ağaçtır, tarikat dalları, marifet yaprakları, hakikat ise meyveleridir. Ağaç olmazsa bunların hiçbiri olmaz (Şeriatın esas olarak alınması büyük önem arz ettiği gibi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin nasıl bir inanca sahip olduğunu göstermesi açısından da dikkat çekicidir). Bu dört mertebe kırk makamdan müteşekkildir. Bunların on tanesi şeriata, onu tarikat, on tanesi marifet, on tanesi de hakikattedir. Allah’a ancak bu makamları geçenler ulaşır. Şeriatın makamlarının ilki “inanmak”tır. Dil ile söyleyip, kalp ile tasdik gerekir. İnanmak akıl iledir. Akıl bedenin hükümdarıdır. İman onun vekili ve yardımcısıdır. Hükümdar giderse yardımcısı da kalmaz. Mesela iman bir hazinedir; şeytan hırsız, akıl ise bekçisidir. Bekçi giderse hırsız hazineyi soyar. İman kuzu, akıl çoban, şeytan kurttur. Çobanın gitmesi, kurdun kuzuyu yemesine sebep olur. İkinci makam; İslam’dır. İslam’ın beş şartını kabul edip uygulamak esastır (Bilindiği gibi bu şartların en başta geleni namazdır. Hacı Bektaş-ı Veli’ye göre; şeriat esas olup on makamından bir tanesi İslam’ın beş şartıdır. O halde namazla ilgili Bektaşiliğe atfedilen görüşlerin mesnetsiz olduğu ortadadır). Şeriatın üçüncü makamı; ilimdir. İlim öğrenmek kadın ve erkek Müslümanlar üze-rine farzdır. Dördüncü makam; ihsandır. Cenab-ı Hakka samimiyet, saygı, baş eğme ve edebe riayet etmek suretiyle kulluk etmektir. Beşinci makam; evlenmektir. Evlilik Kur’an-ı Kerim’deki (IV/3) ayetle farzdır; “Nikah benim sünnetimdir; kim benim bu sünnetimden yüz çevirirse benden değildir” hadisi ile sünnettir. Altıncı makam; helal yemek ve helal giymektir. Yedinci makam; ehli sünnet ve cemaattan olup bidatçılardan olmamaktır. Sekizinci makam; şefkat ve merhamet sahibi olmaktır. Dokuzuncu makam; kazancın helal olması ve faizin haram olduğudur. Onuncu makam; iyiyi emir, kötüyü yasak etmektir. Şeriatın bu on makamı ayet ve hadislerle örneklendirilmiştir. Tarikatın ilk makamı; dervişler yoluna girip, günahlardan tövbe etmektir. Tövbeden kasıt, günahlardan pişmanlık duyup Yara-tıcıya sığınmaktır. Pişman olan kulunu Allah affeder. İkinci makam; bir şeyhe mürid olmaktır. Müritler üç türlüdür. 1. Gerçek ve mutlak mürid, 2. Mecazi mürid, 3. Dönek (mürted) mürid. Üçüncü makam; başı tıraş edip, tarikatçılar gibi giyinip onlara benzemektir. Dördüncü makam; korku ile ümit arasında bulunmaktır. Altıncı makam; hizmet etmektir. Altıncı makam; nefsi ezip mahvetmektir. Yedinci makam; Allah’a dönmek, gayrını bırakmaktır. Sekizinci makam; hırka, makas, zembil, seccade, icazet, ibret ve hidayettir. Bunlar Allah tarafından kulların değerlerine göre ve-rilir. Dokuzuncusu; Allah’ın cemaat, nasihat sahibi kullarına karşı muhabbetidir. Onuncusu; aşk, şevk, fakirlik ve kanaatkarlıktır. Marifetteki on makamda şu şekilde sıralanmıştır. Edep; Cenabı Hakka ulaşan saygı ve edep ile ulaşmıştır. Korkmak; korku Allah’ı tanıyan, bilen kimselerde olur. Nefis terbiyesi, açlık ve kanaat. Kabul etme (ikrar) ve doğrulama (tasdik). Haya; “Haya imandandır” (Hadis-i şerif). Cömertlik. İlim; “Dünya dört şey üzerinde durur: Alimlerin ilmi, hükümdarların adaleti, cömertlerin el açıklığı, yoksulların duaları.” (Hadis-i şerif) Sükunet ve düşkünlük. Kalp ve gönüle riayet edip, hoşnut tutmak. Kendini bilip tanıma. Hakikatin makamları da şunlardır: Kulun diğer yaratılmışlar arasında toprak gibi mütevazı olması. Kâinata bir bakışla bakmak, kişilerin işlediklerine iyi kötü demeden yalnızca iyi-liğin ve kötülüğün kendisini görmek. Allah’ın ikramından yemek, giyinmekten sakınmayıp, O’nun rızasını kazanmak için bol bol vermek. Ölmeden önce nefsi yok etmek. Yaratılmışların hiç birine zarar vermeyip, onlardan cefa görmemek. Sohbet sırasında daima doğruyu söylemek, mürşidine tam bir istekle uymak. İyi ve olgun kulların yoluna girmek. Kerametleri gizlemek. Sabretmek ve Allah’a yakarmak. İç gözüyle gözlemde bulunmak. Bu kırk makamdan biri eksik olursa hakikate ulaşılmaz. Sonuç Hacı Bektaş-ı Veli, sosyal ve siyasi kargaşanın olduğu bir asırda, menfi gelişmelere taraf olmadan, mütevazi bir hayat yaşamıştır. Baba Resul ile ilgisi netlik kazanmamakla birlikte kardeşi Babailik isyanına katılmış, ancak, kendisi katılmamış ve takibata da uğramamıştır. Sünnilerle mücadele ettiğine dair iddialar mesnetsiz olup bunu ispatlayacak belgelerin aksine iyi münasebetlere dair bilgiler mevcuttur. Akidesi Hoca Ahmet Yesevi, Mevlana ve Yunus Emre’den farklı değildir. Hacı Bektaş-ı Veli’den sora şöhretinin yayılması, Bektaşiliğin kendisinden sonra geliştiğini gösterir. Hacı Bektaş-ı Veli (veya Bektaşilik) ile Sosyalizm arasında bağlantı kurmak, her şeyden önce büyük bir hakareti ihtiva etmektedir. Tamamen İlahi inanca dayanan mutasavvıflarla, materyalist felse-feye dayanan Sosyalizm arasında irtibat kurmak mümkün değildir. Yeniçeri Ocağı içinde vücut bulan Hacı Bektaş-ı Veli sevgisi; Özellikle Orhan Bey zamanında muharebelere katılarak, kahramanlıklarda bulunmuş ve çevrelerindekilere Hacı Bektaş-ı Veli menkıbelerini anlatan halifelerinin (Abdal Musa gibi) faaliyetlerinin neticesi olmuştur. Bununla beraber Osmanlı kaynaklarında (l6. Yüzyıl sonlarına kadar), Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşiler Sünniliğin dışında veya aykırı tarikat olarak gösterilmemişlerdir. Şiiliğine ve Aleviliğine delil gösterilen vesika ve eserler ya tahrif edilmiş veya On altıncı yüzyıldan sonra yazılmışlardır. On üçüncü yüzyılda Anadolu’da İmamiyye ve İsmailiyye mezheplerinin olmaması, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Şii olduğu yolundaki iddiayı çürütmüştür. Ayrıca Makalat’ta; Şeriatın makamları arasında sünnet ve cemaat ehlinden olma kaydı, beş vakit namazın Hz. Muhammed (s.a.v.) ve halifelerine benzetilmesi, Hz. Aişe (r.a.)’ın anılması da Şii olmadığını gösterir. On iki imama olan muhabbeti ise yalnız Şii olanlar için değil tüm Müslümanlar için geçerlidir. Çünkü, Ehli Beyt sevgisi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in emirlerindendir. Hacı Bektaş-ı Veli veya Bektaşiliğe atfedilen namaz ile ilgili söylentiler uydurma olup Bektaşiliğin aslıyla ilgisi yoktur. Hacı Bektaş-ı Veli’ye göre insanı Allah’a yaklaştıran şeriatın makamlarının ikincisi İslam’ın BEŞ ŞARTINI KABUL EDİP UYGULAMAKTIR. Bir tanesinin eksik olması dahi engel teşkil eder. Bu ibareler namazın önemine dikkat çeker. Buna rağmen söz konusu söylentileri doğru olarak kabullenmek mümkün değildir. Dipnotlar 1. Coşkun Alptekin, "Türkiye Selçukluları", Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, 8. cilt, Çağ Yay., İst. 1989, s. 304. 2. Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, DİB Yay., Ank. 1985, s. 121. 3. Yaşar Nuri Öztürk, Tarih Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yay., İst. 1992, s. 47; Esat Çoşan, Hacı Bektaş-ı Veli Makalat, Seha Neşriyat, Ankara tarihsiz, s. LIX; Kutluay Erdoğan, Alevilik-Bektaşilik, İletişim Yay., İst. 1993, s. 24. 4. Coşan, a.g.e., s. LIX. 5. Öztürk, a.g.e., s. 57. 6. A.g.e., s. 57. 7. A.g.e., s. 58. 8. Ahmet Yaşar Ocak, "Hacı Bektaş-ı Veli", TDV İslam Ansiklopedisi, C. 14, İst. 1996, s. 455. 9. Öztürk, a.g.e., s. 63. 10. Ocak, a.g.m., s. 455. 11. A.g.e., s. 97. 12. Coşan, a.g.e., s. XXXIX. 13. A.g.e., s. XXXV. 14. Öztürk, Bektaşilik, s. 82. 15. Coşan, a.g.e., s. XXVII. 16. Öztürk, a.g.e., s. 95. 17. Erdoğan, a.g.e., s. 27, 28. 18. Öztürk, a.g.e., s. 54-63. 19. Ocak, a.g.m., s. 456. 20. A.g.m., s. 456. 21. Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatler, Sidre Yay., İst. 1988, s. 142. 22. Coşan, a.g.e., s. XXIV. 23. Öztürk, Bektaşilik, s. 63. 24. Ocak, a.g.m., s. 457. 25. Orhan Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 2. bsk., İst. 1994, s. 40. 26. Rıza Zelyut, "Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşiliğin tarihsel konumu", Hacı Bektaş-ı Veli Bildiriler, Denemeler, Açıkoturum, Hacı Bektaş-ı Veli Turizm Derneği Yay., Ankara, 1977, s. 104, 105. 27. Öztürk, Tarikatler, s. 143. 28. Öztürk, Bektaşilik, s. 126. 29. A.g.e., s. 102. 30. Ocak, a.g.m., s. 455. 31. A.g.m., s. 457. 32. Öztürk, Bektaşilik, s. 100.; Coşan, a.g.e., s. LIX. 33. Coşan, a.g.e., s. LIX. 34. Öztürk, Bektaşilik, s. 101. 35. Coşan, a.g.e., s. XXXVII. Hoca Ahmet Yesevi Pir-i Türkistan” diye anılan Ahmet Yesevi’nin tarihi şahsiyetine dair belge-ler azdır. Çoğu menkıbelere karışmış eldeki vesikalardan sağlam neticeler çıkarmak güç olmakla birlikte, Onun “Hikmet”lerinden, onunla ilgili menkıbelerden ve tarihi kaynaklardan çıkarılacak sonuçlar Yesevi’nin hayatı, şahsiyeti ve tesirleri hakkında bir fikir vermektedir. Ahmet Yesevi hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışma olarak, Fuad Köprülü’nün, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” (1919) adlı eseri gösterilebilir. Ayrıca Kemal Eraslan tarafından yapılan “Divan-ı Hikmetten Seçmeler” (1983) adlı çalışma Yesevi’nin eseri hakkında önemli bilgiler vermektedir. Ahmet Yesevi’nin hayatı Mutasavvıf-şair olarak niteleyebileceğimiz Ahmet Yesevi, Orta Asya Türklerinin dini-tasavvufi hayatında geniş tesirler icra etmiştir. Yesevi’nin şöhreti sadece Türkistan’a münhasır kalmamış, Türklerin yaşadığı çok geniş sahalara yayılmıştır. Ahmet Yesevi “hacegan” silsilesine (Sayram’da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelenlere “hace” denildiği gibi, onlara bağlı olanlara da aynı isim veriliyordu) mensup olduğu için ona Hace (Hoca) Ahmet Yesevi de denilir. Ahmet, XI. asrın ikinci yarısında, Batı Türkistan’da Sayram kasabasında doğdu. İspicab (İsficab) veya Akşehir olarak da bilinen, o sıralarda İslam kültürünün önemli bir merkezi olan bu kasabada Türkler ve İranlılar yaşamaktaydılar. Bazı kaynaklar da ise onun Yesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu yazılıdır. Ahmet’in babası, Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan Şeyh İbrahim adlı bir zattır ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilir. Şeyh İbrahim’in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Yesevi, anne ve babasını küçük yaşlarda kaybedince ablasıyla birlikte Yesi’ye (Türkistan) gelir. Ahmet Yesevi tahsiline Yesi’de başlar. Yesi’de o sıralar Arslan Baba adlı meşhur bir Türk şeyhinin bir tasavvuf ananesi mevcuttu. Küçük yaşlarda bir takım tecellilere mazhar olan Ahmet Yesevi, çevresindekilerin dikkatini çeker ve Arslan Baba’ya intisap ederek ondan feyiz almaya başlar. Menkıbelere göre daha küçük yaştan itibaren Hz. Hızır’ın delaletine mazhar olan Ahmet, yedi yaşında babasından yetim kalınca diğer manevi bir babasından—Şeyh Baba Arslan’dan—terbiye gördü. Hz. Peygam-berin (a.s.m.) işaretiyle ashabdan Şeyh Baba Arslan Sayram’a gelerek onu irşad etti. (Arslan Baba—menkıbeye göre—ashabın ileri gelenlerindendi. Meşhur bir rivayete göre dört yüz sene, diğer bir rivayete göre de yedi yüz sene yaşamıştı. Esasen Divan-ı Hikmet’te “sahabeler ulusu, hass-ı bende-i kird-gâr” olduğu bildirilen Arslan Baba’yı bir gün Hz. Peygamber (a.s.m.) yanına çağırarak ona bir hurma verir ve bu hurmayı “ümmetimin zübdesi” dediği Ahmet Yesevi’ye ulaştırmasını emrettikten sonra, Ahmet Yesevi’yi nasıl bulacağını söyleyerek onun terbiyesi ile meşgul olmasını ister. Bunun üzerine Arslan Baba Yesi’ye gelir ve üzerine aldığı vazifeyi yerine getirir.) Arslan Baba’nın terbiyesiyle yüksek bir olgunluk seviyesine erişen Ahmet, yavaş yavaş etrafta şöhret kazanmaya başlar. Arslan Baba’nın vefatından sonra Ahmet Yesevi önemli İslam merkezlerinden bir olan Buhara’ya gider. Burada devrin önde gelen alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf-el Hemedani’ye intisap ederek, onun irşad ve terbiyesi altına girer. Ahmet Yesevi, Yusuf Hemedani’nin vefatının ardından bir müddet Buhara’da kaldıktan sonra, Yesi’ye döner. Menkıbeler onun manevi bir işaretle yesi’ye geldiğinden ittifakla bahsederler. Ahmet Yesevi, vefatına kadar burada irşad faaliyetine devam eder. Ahmet Yesevi’nin tasavvufi hüviyeti ve etkileri Ahmet Yesevi’nin Türk tarihindeki ehemmiyeti yalnız birkaç cilt tasavvufi manzumeler yazmış eski bir şair olmasından değil, İslamiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı asırlarda, onlar arasında ilk defa bir tasavvuf mesleği vücuda getirmesindendir. Türkistan’da, Türklerin Müslümanlığı kabullerinin hemen ardından kitleleri İslam’a, özellikle tasavvufa ısındıran Yesevilik tevazu, sadelik ve fedakârlığın bir ocağı olarak karşımıza çıkmaktadır. “Bir vakit namaz kılmayanın domuzdan farkı olmayacağı”nı söyleyecek kadar Kur’an ve Sünnete bağlı olan Ahmet Yesevi, halka hitaben basit bir Türkçe ile dile getirdiği hikmetleri ile güçlü bir saltanat kurmuştur. Yaşar Nuri Öztürk’ün “Tasavvufun Ruhu ve Tarikatler” adlı eserinde bildirdiğine göre; Ahmet Yesevi, büyük mutasavvıf Yusuf Hemedani’nin ilim ve irfanından feyizlenerek yetişti. Hemeda-ni’nin mürşidi ve feyiz kaynağı ise, aynı zamanda Gazali’nin mürşidi olan Ebu Ali Farmadi’dir. Farmadi ise ünlü Risale yazarı Kuşayri’nin şakirdidir. Bütün bunlar Yeseviliğin temel fikir ve ruh kaynaklarının Gazali’nin eserinde kristalleşen Sünni tefekkür olduğunu bize göstermektedir. Ahmet Yesevi, daha çocukluğundan beri Hz. Peygamber’in (s.a.v) hiçbir sünnetine bağlılıktan geri kalmamıştır. Ahmet Yesevi’nin, şiirlerinin toplandığı “Divan-ı Hikmet”inde bir çilehaneden bahsedilir. Ahmet Yesevi, Hz. Peygamber’in sünnetine öylesine bağlıdır ki, altmış üç yaşına gelir gelmez—Hz. Peygamber (s.a.v.) altmış üç yaşında vefat ettikleri için—tekkenin bir tarafında mezara benzeyen bir çilehane yaptırır ve altmış üç yaşında buraya girerek ölümü burada karşılar. Divan-ı Hikmette: “Bir yaşında ruhlar bana hisse verdi/İki yaşta peygamberler gelip gördü/Üç yaşımda kırklar gelip halimi sordu/O sebepten altmış üçte girdim yere” gibi dörtlüklerle anlatılan bu hadise, Ahmet Yesevi’nin sünnete bağlılık derecesini gösteren örneklerden biridir. Ahmet Yesevi’nin tasavvufi dünyasını, menkıbelerin yanında onun “Divan-ı Hikmet” adıyla bir araya getirilen şiirlerinden öğrenmek mümkündür. Divandaki manzumelerin her biri “Hikmet” adıyla anılmıştır. Anadolu’daki ilahilere tekabül eden bu manzumeler gerek vezin gerekse dil bakımından İrani etki taşımamaktadır. Yaşar Nuri Öztürk, “Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar” adlı eserinde bunun, Köprü-lü’nün Ahmet Yesevi’nin İran etkisinde gelişip yetiştiği iddiasını geçersiz kılan unsurlardan biri olduğunu söyler. Ayrıca Yesevi’nin düşünce ve duyuşlarında da İranilik yoktur. Yaşar Nuri Öztürk aynı eserinde, Yesevilikte İran tesiri, Şiilik, değil açık bir biçimde, kırıntı halinde bile mevcut olmadığını söyler. Yeseviliğin ve kurucusunun fikir ve duygu kaynakları İran değil Arap kaynaklıdır. Ne Ahmet Yesevi’de ne de onun takipçilerinde hatta Hacı Bektaş Veli’de Şiilik yoktur. Ahmet Yesevi mutasavvıf bir şairdir. Yesevi’nin Divanı’nda tasavvufi düşünce temaları rahatlıkla görülmektedir. Mevlana ve Yunusta hakim olan ilahi aşk, Yesevi’de aynen mevcuttur. Ahmet Yesevi’nin Divanı’nın taşıdığı başlıca özellikler ise şunlardır: 1. Yesevi Divan’ı ahlaki öğretiler içerir. 2. Sünni-Hanefi olan Ahmet Yesevi’nin eserinde Hz. Muhammed’in sünnetine bağlılık, düşüncesinin temelini oluşturur. Onun tasavvufi anlayışı Kur’an ve sünnete tamamıyla uygundur. 3. Divan-ı Hikmet’te ilahi aşkın her şeyin esası olduğu görüşü dikkat çeker. Yaşar Nuri Öztürk aynı eserinde, ünlü bir Yesevi dervişi olan Hazini’nin, eseri “Cevahirü’l-Ebrar”da tarikatın esaslarını şöyle anlattığını zikreder: “Tevhid, şeriat ve sünnete bağlılık, riyazet ve mücahede, halvet ve zikir.” Ayrıca cemaatle namaz kılmak, seher vakitleri uyanık olmak, sürekli abdestli olmak, kendini her an Allah’ın huzurunda bilmek Yesevilerin devamlı uymak zorunda oldukları prensipler arasındadır. Sülük silsilesi bakımından Hoca Ahmet Yesevi’ye mensup bulunan tarikatlar başlıca ikidir: Nakşilik ve Bektaşilik. Nakşibendiliğin Ahmet Yesevi ile alakalı sayılması, tarikatın piri Hoca Bahaüddin Nakşibend lakabıyla tanınan Muhammed b. Muhammedü’l-Buhari’nin, Yesevi şeyhlerinden Kasam Şeyh ve Halil Ata ile bir müddet beraber bulunarak onlardan feyiz almasından dolayıdır. Ahmet Yesevi’den gelen ikinci büyük tarikat ise Bektaşiliktir. Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’nin müridi olduğu şeklindeki rivayetlere ancak X. ve daha sonraki asırlarda yazılan Künhü’l-Ahbar ve Evliya Çelebi Seyahatnameleri gibi kitaplarda rastlanır. Bektaşi ananesi Hoca Ahmet Yesevi’ye dair menkabevi bir çok bilgi vermektedir. Bu da Hoca Ahmed’in Batı Türkleri üzerinde eskiden beri büyük nüfuz icra ettiğini göstermektedir. Eserleri Divan-ı Hikmet: İslami ilimlere vakıf olan, Arapça ve Farsça bilen Ahmet Yesevi, çevresinde toplananlara İslam’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikat adap ve gayesini öğretmek amacıyla, sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler söylüyor ve bunlara “Hikmet” adını veriyordu. “Divan-ı Hikmet”, Ahmet Yesevi’nin “Hikmet”lerini içine alan mecmuanın adıdır. Ahmet Yesevi’nin dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılan “Hikmet”ler, Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından önemlidir. Fakrname: Bu eserin Ahmet Yesevi’ye ait olup olmadığı tartışmalı bir husustur. Eser müstakil bir risaleden çok, Divan-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumundadır. Kaynaklar 1. Kemal Eraslan, Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara 1983. 2. M. Fuad Köprülü, İslam Ansiklopedisi, “Ahmet Yesevi” Mad., I. Cilt, MEB Basımevi, İst. 1978. 3. Kemal Eraslan, İslam Ansiklopedisi, “Ahmet Yesevi” Mad., II. Cilt, TDV Yay., İst. 1989. 4. M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, TTK Basımevi, Ank. 1976. 5. Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Sidre Yay., İst. 1988.