Turkish Conclusion

advertisement
7. Sonuç: Şeriat’ın Geleceğini Müzakere Etmek
I. Giriş
Bu kitapta önerilen çerçeve, günümüzde ve gelecekte Müslümanlar ve gayriMüslimler için Şeriatın rolünün müzakere edilmesi ve arabuluculuk yapılması için
normatif ve kurumsal parametreler sunar. Müzakere ve arabuluculuk derken vurgulamak
isterim ki İslam ve siyasetin pratikte birbirine bağlılığı düşünüldüğünde devletin dini
yansızlığının nasıl güvence altına alınacağı paradoksu ile ilgili olarak kalıcı ve kategorik
bir çözüm yoktur. Benim önerdiğim seküler devlet kavramı, birçok Müslüman’ın karşı
çıktığı seküler devlet ve sekülerite algılamalarına alternatif bir vizyon sunar. İslam’ı
tümüyle kişisel ve özel alana indirgeyen din ile sekülerite arasındaki keskin ikilemler
yerine, ikisi arasında İslam’ı devletten ayırarak ve siyasette dinin rolünü düzenleyerek bu
iki kavramı dengelemeye önem veriyorum. Bu şekilde bir görüş, reform yoluyla İslami
toplumlarda seküler alanın tarihinin devamlılığı ile bu geleneklerin söz konusu toplumlar
için gelecekle ilgili ihtimallere adapte olmalarını birleştirir. Özel olarak, kamu hayatında
İslam’ın organik ve meşru rolü için arabuluculuk yapmak için gerekli bir araç olan
seküler devlet kavramında “İslami-olmayan” hiçbir şeyin bulunmadığını iddia ediyorum.
Kuran Müslümanlara, bireyler ve cemaat olarak hitap eder ve bırak belli bir düzeni
savunmayı, devlet fikrini bile kullanmaz. Kuran’ın belli bir hükümet modelini de
öngörmediği açıktır. Bununla birlikte, ilk Müslüman liderlerin de hemen anladığı gibi,
cemaatin işlerini organize etmek için ve barışı korumak için belli bir siyasi organizasyon
net olarak gereklidir. Bu fikir, her yerdeki sosyal hayat için gerekli olduğundan, İslami
açıdan desteklenebilir ve meşrulaştırılabilir.
Bu önemli amaçlara hizmet etmek için Müslümanların tasarlayacağı devlet ne
2
olursa olsun, bir insan kurgusu olacaktır ve bu da doğal olarak sekülerdir ve İslami
değildir. Aynı şey, devlet kurumları yoluyla hüküm sürecek hükümet sistemleri için de
geçerlidir. Şeriat’ın geleceği için asıl sorulması gereken soru doğası gereği seküler olan
ve aynı zamanda da bireyler ve cemaat olarak Müslümanların Şeriatın amaçlarına en iyi
şekilde hizmet etmelerini sağlayan bir devletin nasıl tasarlanacağıdır. Üstüne üstlük,
Müslümanlar her zaman için yerel, ulusal, bölgesel ve küresel düzlemlerde başka
cemaatler ile beraber yaşayacaklarından ve onlarla işbirliği yapacaklarından, gayriMüslimlerin de Müslümanlar ile paylaşacakları devletin ve hükümetin şekli ile ilgili
kaygıları eşit oranda düşünülmelidir. Gerçekten de Kuran’da farklı insan cemaatleri ile
işbirliği ve karşılıklı bağımlılık açık olarak taahhüt edilmiştir (49:13). Bu kitabın hedef
kitlesi için bu görüşün sonuçlarına ileride tekrar değineceğim.
Benim amacım şunu onaylamaktır: Bu kitapta tanımlandığı biçimiyle seküler
devlet, Şeriat’ın içsel doğası ve İslami toplumların tarihi ile yanlış ve yan-etkili sözde
İslami devlet veya Şeriat’ın devlet hukuku yoluyla sözde uygulanması şeklindeki
durumlardan çok daha uyumludur. Bu şekildeki seküler devlet ne İslam’ı apolitize eder,
ne de onu sözde özel alana iter. Benim önerim, “aydınlanmış Batı”nın tüm insanlığı
dünyanın sekülerleşmesine yönlendirdiği ve seküler devletin de bunun doğal sonucu
olduğu yönündeki baskın evrensel tarih ve gelecek algılamalarına karşı çıkar. Sekülerizm
kavramında, dinin kamu alanında etkisinin müzakereye açık olmasını ve inananlar olsun,
inanmayanlar olsun tüm vatandaşların sahip olduğu insani vasıtanın özgürce
kullanılabilmesini öneriyorum.
Bir Müslüman olarak benim, Müslüman olmanın tek geçerli ve meşru yolu olan
kendi ikna olmuşluk sürecimin ve serbest seçimimin sonucu olan, kişisel ve diğer
3
Müslümanlarla cemaat içinde Şeriat ile uyumlu halde yaşayabilmek için seküler devlete
ihtiyacım var. İslam’a veya her hangi başka bir dine inanmak mantıki olarak inanmama
ihtimalini de gerektirir. Çünkü inanç zorlandığı takdirde hiçbir değer ifade etmez. Eğer
inanmama yetisine sahip değilsem, inanma yetisine de sahip olmayacağımdır. Şeriat’ın
şimdiki ve gelecekteki olumlu rolünü elde etmek için, İslam ile devlet arasındaki
kurumsal ayrılığı korumak ve aynı zamanda da İslam ile siyaset arasındaki bağı
düzenlemek gereklidir.
Bu son bölümde, Şeriat’ın geleceği için bu önerilen çerçevenin bazı başla
unsurlarını tartışacağım ve onlar üzerine biraz daha yorum yapacağım. Bu unsurların
arasında, müzakere edilmiş seküleritenin sürece-dayalı modeline yaptığım vurgu ve kamu
hayatında dinin rehabilite edilmesi de bulunmaktadır. Ayrıca, sekülerizm ve
sekülerizasyon arasındaki farkı da inceleyeceğim ve bunun nasıl benim özel ilgi alanım
olan Şeriat’ın tarihinden ziyade, Şeriat’ın geleceği ile ilişkili olduğunu göstereceğim.
Şeriat’ın olumlu rolü için yapılan bu öneri çok boyutlu izleyici ve söylem düzlemi
gerektirdiğinden, bu çerçevenin metodolojisi ve boyutu üzerine bazı gözlemler ile
başlayacağım.
Benim ana izleyici kitlem her yerdeki Müslümanlardır ama bu monolitik, dışlayıcı
ve statik bir okuyucu kategorisi değildir. Toplumlarında yönetici elit tabakayı ve fikir
yapıcılarını oluşturmaya yönelen Müslüman entelektüeller ve profesyoneller, büyük
çoğunlukla Batı tarzı eğitimler ile biçimlendirilmişlerdir. Bu eğitim sayesinde, geleneksel
İslami okullarda (medrese) eğitim görenlerin bilemeyecekleri bazı felsefi kavramları ve
terimleri takdir etme olanaklı hale gelmiştir. Bu kitap tümüyle Müslümanlara hitap etmek
üzere düzenlenseydi bile, bu grup çoğulcu ve değişken bir grup olacaktı. İronik olarak
4
Batı medyası ve bazı bilim insanları, İslam ve Müslümanlar ile ilgili olarak eski çağ
bilimine ve Şeriat’ın geleneksel yorumlarının dar sonucuna dayanan “Oryantalist” bir
bakış takınırlar. Zıt olarak, liberal, Batıda eğitim görmüş Müslümanların görüşleri de
güvenilir bulunmaz ve onların değerleri “gerçek” İslam’ı temsil etmez. Bu şekilde, Batı
medyası ve kamuoyu Müslümanları “modernize” olmaya ve anayasalcılık ve insan
hakları gibi evrensel değerlere uymaya çağırır. Fakat bunu yapanlar Batı kamu
söyleminde “Batılılaşmış” ve yeterince Müslüman değil diye görmezlikten gelinir ve bu
görüş de geleneksel muhafazakâr Müslümanlar tarafından paylaşılır. Bu kitapta benim
sunduğum tezin bir kısmı, Müslümanların İslami bir perspektiften liberal de
olabilecekleridir. Bunun için Batı söyleminde olsun, muhafazakâr İslami söylem için
olsun “yeterince Müslüman” nasıl olunması gerektiği ile ilgili önceden kurulmuş fikirleri
memnun etmelerine de gerek yoktur.
Bu devlet kavramı ve vatandaşlık idrakinin kritik rolü düşünüldüğünde,
Müslüman olmayanların çıkarları ve kaygıları baştan itibaren göz önüne alınmadan
Şeriat’ın geleceği güvence altına alınamaz. Bu yüzden, Müslümanlar ile aynı şekilde
olmasa da gayri-Müslimler de benim amaçladığım izleyici kitlesinin içinde görülmelidir.
Belli bir izleyiciye odaklanmak belli bir fikir metodolojisi seçmeyi ve amaçlanan
okuyucunun kulaklarını çınlatacak kavram ve terimleri kullanmayı gerektirebilir. Hiç bir
izleyici yakında olsun, uzakta olsun diğer insanlardan kopuk şekilde yaşamadığından,
benim fikir modum ve terim ve kavram seçeneklerim gayri-Müslimler için de
anlaşılabilir olmalıdır. İzleyici kitlelerinin birbiriyle iç içe geçebileceği ve terim ve
kavramların farklı kişiler için farklı anlam ve sonuçları içeren çeşitliliği düşünüldüğünde
konu daha komplike hale gelmektedir. Bu kitapta kullandığım Şeriat, sekülerite ve
5
vatandaşlık gibi bazı terim ve kavramlar her okuyucu grubu arasında farklı anlam ve
yansımalar uyandırır.
Benim temel amacımın, İslam, devlet ve siyaset arasındaki dinamik ilişkinin
önerilen tanımını desteklemeleri ve sağlamlaştırmaları için Müslümanları ikna etmek
olduğu doğrudur. Bu amaç için, 1. Bölümde de açıklandığı gibi kitap boyunca bu
önergeleri İslami bir açıdan desteklemeye gayret ettim. Bu konunun ülke içinde ve
dışarısında insan onuru ve sosyal adalet için yansımaları genel ilgi kaynağı olması
gerektiği için, gayri-Müslimleri de kamu politikası ve devlet hukuku ile bağlantılı olarak
bu konuları tartışmaya davet ediyorum. Aynı şekilde, Müslümanlar da kamu politikası ve
devlet hukuku ile ilgili diğer dini cemaatlerde geçen tartışmalara katılmak için teşvik
edilmektedirler. İlgili dinlerin gelenekleri ile alakalı bu tür tartışmalar tabii ki karşılıklı
medenilik, saygı ve ketumluluk içerisinde cereyan etmelidir. Kamu politikası ve hukuku
gibi konulara odaklanmalı ve dini doktrinsel ve ayinsel pratikler ile ilgili sorulardan
kaçınmalıdır. Pratikte bu tip standartları yakalamak genelde zor olabilir ama dahili
tartışmanın ve dinler-arası diyalogun şekli, sınırları ve adabı ile ilgili uzlaşma zaman
içinde ortaya çıkacaktır.
Bu kapsayıcı yaklaşımın bir parçası Batı siyaset ve hukuk teorilerini ve
tecrübelerini de dahil eden daha geniş bir karşılaştırmalı perspektiften kavramların ve
fikirlerin dikkate alınması şeklindedir. Bunların tümü bu kitapta önerilen vatandaşlık
idrakine ait sürecin parçasıdır. Buradaki önemli nokta, kamu siyaseti ile ilgili olan
söylemlere gayri-Müslimlerin dahil edilmesinin sadece taktiksel ve yararsal avantajlar
sağlamak için değil, bunun İslam tarihi boyunca zaten hep böyle olduğu ve böyle olmaya
da devam etmesi içindir. Bana göre, sanki iki tür söylem birbirinden tamamen izole ve
6
ayrı olarak ortaya çıkabilirmiş gibi İslami-olmayan fikirlerin dışlanması pahasına saf
olarak “İslami” fikirleri isimlendirmek ve benimsemek ne mümkündür ne de istenilir bir
durumdur. Bin yıldır sürdürülebilir olan İslam’ın muhteşem şekilde yayılması bir bakıma
da kendisinin yerel şartlara uyum sağlaması ve daha önceden var olan sosyo-politik
kurumları ve kültürel pratikleri benimsemesi sayesindedir. Yedinci yüzyıldan dokuzuncu
yüzyıla kadar ilk İslami sosyal ve siyasi kurumların felsefi ve yargısal temelleri Yahudi,
Hıristiyan, Yunan, Hint, Pers ve Roma gelenekleri ile aktif tartışmalar yoluyla
gelişmiştir. Üstüne üstlük, sonraki yüzyıllar boyunca İslam merkez ve güney doğu
Asya’ya ve alt-Sahara Afrika’ya yayılırken, İslami söylem, önceden var olan dini ve
kültürel gelenekleri benimseyerek, onlara uyum sağlayarak ve onları müzakere ederek
sürmüştür.
Bu süreçler 16. yüzyıldan günümüze Avrupa kolonileşmesi ile karşı karşıya
gelerek devam etmiştir. Bu süreç özellikle bu kitapta öne sürdüğüm fikir açısından
önemlidir çünkü Avrupa kolonileşmesinin ve Batı hegemonyasının genellikle İslami
toplumlarda ve cemaatlerde sürekli ve çok boyutlu etkileri vardır. Birinci ve üçüncü
bölümlerde de tartışıldığı gibi ve Hindistan, Türkiye ve Endonezya örneklerinde de
gösterildiği gibi Avrupa modeli devletin ve pozitivist hukukun benimsenmesi için
sekülerite, anayasalcılık, insan hakları ve vatandaşlık ile ilgili kavramlara ve ilkelere
denk gelen sistemlerin kabul edilmesi gereklidir. Bu, Batıdan gelen her şeyin hiç
sorgulanmadan ve toptan olarak benimsenmesi anlamına gelmez. Ama bu, İslami
toplumların ne birbirinin aynı, ne de istisnai olmadığını göstermek için yapılan bir
vurgudur. Örneğin, Hint Müslümanları büyük ihtimalle Hindu komşuları ile Nijerya’daki
veya Senegal’deki Müslümanlarla olduğundan daha çok ortak noktaya sahiptirler.
7
Müslüman olmanın önemli olmadığını iddia etmiyorum veya dini cemaatler arasında
farklılıkların olmadığını önermiyorum. Benim vurgulamak istediğim nokta, Müslümanlar
ve onların toplumları sırf kendi dini inanışlarından dolayı ne üstündürler ne de
aşağıdadırlar. İslami toplumların normalliklerini ve özel oluşlarını dengelemek bu kitapta
Batıdaki benzerlerinin yaşadığı tecrübeler ile ilişkili olarak kullanılan bazı terim ve
kavramlar için de gereklidir.
Seküler devletin her kavramsallaştırılması her yerde her zaman için derin olarak
tarihsel ve bağlamsaldır. Yaygın olarak seküler kabul edilen Batı sistemlerinin her biri
kendi tarihi tecrübelerinin içinden çıkan tamamen kendilerine ait bağlamsal tanımlar
yoluyla gelişmişlerdir. Amerikan, İngiliz, İtalyan, Fransız, İsveç, İspanyol veya her hangi
bir başka Batı Avrupa tecrübesinin yakinen incelenmesi sonucu gördük ki bu tecrübe o
ülkenin tarihine ve bağlamına özeldir ve tektir. Bu sistemler arasında bulunabilecek her
ortak özellik, özel sonuçlar ortaya çıkarmak için kasti olarak uygulanan önceden
düzenlenmiş modellerin tekliğinin değil, karşılaştırmalı analizin ürünüdür. Gerçekten de
seküleritenin anlamı ve sonuçları her bir toplumda muhalefetle karşılanır, koşullara
bağlıdır ve zaman içinde veya bazen de aynı ülkenin farklı bölgelerinde değişiklik
gösterir. Amerika Birleşik Devletleri’nde dini sembollerin kamuda kullanılması ve
okullardaki dua uygulamaları üzerine olan veya Fransa’daki ve Almanya’daki din eğitimi
hakkındaki süregelen tartışmalarında gösterdiği gibi, sekülerite farklı Batı toplumlarında
farklı çağrışımlar yapabilir ve bu bazen aynı ülkede ya da zaman içinde de farklılıklar
gösterebilir.
Bu yaklaşımlar bu kitapta kullandığım anayasalcılık. Sivil toplum ve vatandaşlık
idraki gibi diğer merkezi terim ve kavramlara da uygulanabilir. Bütün bu ve diğer alakalı
8
fikirlerde çeşitli toplumların yerel ve derinden bağlamsal tecrübeleri ile bu tecrübelerden
mantık yoluyla çıkarılabilecek evrensel ilke ve prensipler arasında diyalektik bir ilişki
vardır. Anayasalcılığın, vatandaşlığın. Sivil toplumun ve vatandaşlığa dair idrakin ne
olması gerektiği ile ilgili soyut veya evrensel olarak önceden kabul edilmiş bir “şablon”
yoktur. Bu ve diğer alakalı fikirler konusunda yaptığımız her genelleme hali hazırdaki
uzun zaman süresi içerisinde ortaya çıkan tecrübelerin karşılaştırmalı yansıtmasına
dayanır. Dünyadaki hiçbir toplum ve bölgenin bu kavramları başkaları adına tanımlama
gücü veya otoritesi yoktur. Ancak her toplum fark edilmeden veya açıkça tanınmadan da
olsa birbirlerinin tecrübelerinden bir şeyler öğrenmektedirler. Şu anda Batının lehine ve
Batılı olmayan toplumların aleyhine olan güçler dengesi ve kaynakların farklılaşması
insan toplumlarının karşılıklı bağımlı olduğunu ve bu gerçekliklerin otonomisini takdirle
karşılamayı daha güç hale getirebilir. Bu nokta insan tarihinin uzun aşamalarını göz
önüne aldığımızda daha açık hale gelebilir ve davranışlarımızı veya fikirlerimizi
etkileyen dostane ve saygılı çabaları kabul ederken zorlayıcı baskılara direnme yönündeki
günlük tecrübelerimizde de gözlemlenebilir.
Bu ışık altında, İslami çerçevede seküler devlet, anayasalcılık, demokrasi ve
benzerleri gibi konularla ilgili her fikri veya görüşün yanlış yönlendirici ve savunulması
imkansız “Batı”ya karşı “Batılı olmayan” kavram ve kurumlar şeklindeki ikiliklere
indirgenmemesi gerekir. Bu tartışmalar dünyanın her bölgesinde, var olan yerel ve
küresel bağlamların benzer şartları altında, insan onurunun ve sosyal adaletin paylaşılan
vizonları ile ilgilidir. Ayrıca, bu etkilerin içerideki ve dışarıdaki kökenleri ve şecereleri
hakkındaki algılamalar ne olursa olsun, geniş bir dini ve kültürel çeşitliliğin paylaştığı
eskiye dayanan fikir ve tecrübe değişimi de söz konusudur. Elit gruplar ve ideologlar
9
“onlar” ve “biz” arasındaki keskin farklılığı iddia etseler de, eski ve orta çağlardaki
medeniyetler boyunca ve de koloni ve koloni sonrası-döneme uzanan önemli bir diyalog
ve alış veriş her zaman var olmuştur. “Onlar ve biz” ikileminde ısrar edenler her zaman
vardır ve olacaktır; meydan okumalar ve düşmanlık aynı şekilde bir yanıtı da getirme
eğilimindedir.
İki tarafın uçlardaki pozisyonlarına odaklanmak karşılıklı şiddetin ve yıkımın
anlamsız kısır döngüsüne girmeye sebep olur. Batılı olduğu addedilen kavram ve
kurumların dar görüşlü meşrulaştırmalarına takılıp kalmak yerine ya da İslami toplumlara
bunların tanıtıldığı eşit olmayan tarihsel şartları görmezlikten gelmek yerine, ben kasti
olarak her yerdeki insanların kendi kaderlerini tayin etmeleri için zaruri olan
anayasalcılık, insan hakları ve sekülerizm gibi kavram ve kurumların kültürel olarak
meşrulaştırılmasına ve çatışmaların müzakere edilmesine uğraşmaktayım (An-Na`im
2006). Müslümanlar için gelecekteki daha büyük meydan okuma Batı ile birlikte
yaşamaları değil, herkes için insani onuru ve refahı koruyarak kendileri ile birlikte
yaşamalarıdır. Bana göre, insanların karşı karşıya gelmeleri her yerde, farklı dinsel ve
kültürel, felsefi ve ideolojik sınırlar boyunca o kadar derindir ve çok boyutludur ki, her
zaman için işbirliği ve hizmetler kadar, öteki tarafından yapılan zararları ve hakaretleri de
bulmak mümkündür. Buradaki amaçlarımız için, sorunsal olan mesele fikirlerin,
söylemlerin ve kurumların kökenlerinin, onların etkilerini veya anlamlarını tüm ve her
bağlamda belirleyeceği iddiasıdır.
Kolonileşme ve onun şiddet içeren türlerinin yol açtığı derin eşitsizliklere karşın,
Batı, Batılı-olmayanlar tarafından çeşitli şekillerde anlaşılmış, alınmış, direnilmiş ve
üzerinde tekrar çalışılmıştır. Ashis Nandy tarafından da açıklandığı gibi, koloni
10
Hindistan’ında bir tür sözleşme de Batıyı, Hint toplumunun gelenekleri içerisine içsel
tartışmanın bir unsuru olarak oturtmak idi. Bu açıdan Batı, “Batılı-olmayanın acı verici
tecrübeleri bağlamında Batılı-olmayana bir anlam ifade etmesi için” kurgulanır.
Mağdurların kurguladığı bu Batı, “Batıyı kendi oyununda yenmeyi” amaçlayan
stratejilerden daha farklıydı ki bu da kolonileşmiş Hindistan’da kullanılan başka bir
sözleşmenin mantığı idi (Nandy 1983, xiii). Batının bu tür farklı kurgulamaları da
gösterir ki “mağdurlar” sadece mağdur olarak görülmemelidir ya da onlar kendilerini illa
ki mağdur olarak görmemektedir. Batılı-olmayan toplumlar, Batılı ile ilişkili olarak
basitçe “öteki” olarak algılanamaz. Batı, bu tanımlar içerisindeki unsurlardan biri
olmasına rağmen, onlar kendilerini kendi şartları çerçevesinde tanımlarlar. “Hindistan
Batılı-olmayan demek değildir; Hindistan demektir” (Nandy 1983, 73). Kolonileşmesonrası toplumlar, yaygın olarak Batılı addedilen kurumlar ve kavramlarla ilgili olarak
kendi anlayışlarını ve tecrübelerini geliştirmişlerdir. Bu teorilerin çoğu akademik bilginin
kabul edilmiş paradigmalarından sapmakta ve Batı’nın zımni eleştirisi olarak
görülmektedir. Buradaki ana nokta, bu muhalefeti evcilleştirmek ya da Batılı bilgili
eleştirmeden kabul etmek veya ret etmek değildir. Bunun yerine, farklı perspektifler
arasında yaratıcı ve üretken bir yakınlaşmayı gerçekleştirmektir. Gerçekten de sekülerite,
anayasalcılık ve insan hakları gibi kavram ve kurumlar Batılı-olmayan toplumların
kolonileşme-sonrası tarihlerinin zaten önemli bir bölümünü oluştururlar. Ve bunlar, Batılı
toplumlar bu fikirler etrafında ne yapsınlar ya da ne yapmasınlar fark etmeksizin, zaten
süregelen enerjik bir tartışmanın ve değerlendirmenin konularıdırlar.
Bu şekildeki Batılı-olmayan toplumlardaki insani ajanın kendisine göre faydalı
veya zararlı olan kavram ve kurumları ayırmasını olumladıktan sonra, bu toplumların
11
içinden gelen kültürel-ideolojik “karşı-ataklar” olarak adlandırılabilecek durumlara karşı
çıkmaktayım. Bu boyut, İslami reformcuların Batıyı yakalamak için tamamen İslami
olduğuna inandıkları bir çerçeveden modernitenin tümden karşı bir modelini geliştirmek
için sahip oldukları endişeleri (anksiyete) yansıtır. Bana göre bunun sonucu, İslam’ın
sınırlı ve statik bir anlayışını ve modernitenin de yetersiz bir modelini geliştirmek
yönündedir. Batı ile ilgili olan bu endişe, Batılı olan her şeyin değerini ret ederken,
paradoksal olarak Batıya yönelik bir takıntıyı da yansıtır. İranlı bir bilgin olan
Boroujerdi’nin de dediği gibi bu durum “tersine dönmüş oryantalizm” ve “yerliselcilik”
olarak adlandırılabilir (Boroujerdi 1996, 10, 14, 19). “Tersine dönmüş oryantalizm
‘doğulu (oryantel)’ entelektüeller ve siyasetçi elitler tarafından kullanılan bir söylemdir
ve kendilerinin ‘gerçek’ ve ‘hakiki’ kimliklerini yeniden yakalamak ve nihayetinde de
onu kamulaştırmak için kullanılır. Bu kendi kendine mal etme durumu Avrupa’nın oryant
ile ilgili kalıplarına karşı kaçınılmaz karşı-bilgi olarak sunulur” (11-12). İronik olarak
tersine dönmüş oryantalizm, meydan okumayı amaçladığı Batının oryantal söylemi ile
temelsel tezler paylaşır. Kendisi kolonileşmenin bir ürünü olarak, tersine dönmüş
oryantalizm, kendisini tanımlamada kullandığı bir referans noktası olarak
kurgulamalarında Batıya bir değer biçer ve “dominant ötekine (Batı) hayran olma …,
kendilerinin konuşmacı, yazar ve aktör olarak henüz elde ettikleri kapasiteler
çerçevesinde bile ‘Doğulular’ Batılı dinleyici, metin ve izleyici tarafından aşırı olarak
belirlenmeye devam ederler” (12-13). Oryantalizm ve tersine dönmüş oryantalizm
arasındaki ana fark, ikincisi “egzotik olan ötekine baskın gelmekten veya onu anlamaktan
ziyade, kendi içsel kurucu öğelerini temsil etmeye (ya da büyük ağabeylik yapmaya)
daha ilgilidir” (13; vurgu yazar tarafından eklenilmiştir). İslami söylemde tersine dönmüş
12
oryantalizm Müslümanları Batının oryantalizmini karşısına alarak Müslümanları
özgürleştirmekten ziyade, Müslümanlara baskın gelmeyi ve onları sindirmeyi amaçlar.
Benim gördüğüm şekliyle asıl meydan okuma, karşı çıkmayı amaçladığına
takıntıyla bağlanan bu tür muhalif mantıkları aşmak ve Batılı ve Batılı-olmayan
ikileminin ötesinde aktif bir mantığa ulaşmaktır. Bu açıdan, basitçe Batılı oldukları
gerekçesi ile onları kullanmaktan kaçınmak yerine, fikirlerim ile alakalı ve yararlı
olduğunu düşündüğüm her kavramı, kurumu veya söylemi serbestçe tartıştım. Sonuç
olarak, bu kitapta sunulan önerinin tüm unsurları, yaşama ve hayata dair aynı tehlikelere
açık olan paylaştığımız insani kırılganlığa yanıt olarak benim insanlığın dayanışmasına
duyduğum inançtan kaynaklanmaktadır. Şu andaki birbirine karşılıklı bağlı ve
küreselleşmiş dünyamızda, hem farklılıkları hem de benzerlikleri kutlamaya ve onları
karşılıklı olarak daha çok anlamaya katkıda bulunabilecek toplumlar ve medeniyetler
arasındaki dayanışmanın ve diyalogun mümküniyatını es geçmemeliyiz.
II. İslam, Devlet ve Toplum
Benim Şeriat’ın geleceği için ana tezim, İslam ve siyaset arasındaki organik
ilişkinin beslenmesi ve düzenlenmesi ile birlikte giderek, İslam ve devletin ayrılmasına
dayanmaktadır. Bana göre, bir toplumun bireylerinin, kendi dinsel inançlarını ve
kaygılarını, kendi siyasi tercihlerinin ve kararlarının dışında bırakması ne istenilirdir ne
de mümkündür. Siyasi kararlar için dinin rehberliğini meşru olarak görmek ve onu
tanımak ve düzenlemek, dini mantığı geçici siyasetin alanına itmekten çok daha sağlıklı
ve pratiktir. Dini mantığın daha az geçerli bir tez olduğunun öne sürüldüğü durumlarda,
soyut bir nosyon olan safkan seküler mantığın dini mantık üzerindeki üstünlüğüne
13
meydan okumanın gerekli olduğuna inanıyorum. Benim önerdiğim sekülerizm modeli,
dünyadaki dini var oluş biçimlerine, düşüncelere ve fikirlere dini-olmayan modellerden
hiçbir şeklide daha az değer addetmemektedir. Ayrıca bu şu inanca da dayanmaktadır:
insanların günlük hayatlarında kullandıkları anlayış kategorileri basitçe seküler (dinsiz
anlamında) veya dini şeklindeki kutulara konulamaz. Benim burada belirtmek istediğim
nokta, dini siyasetten ayıran seküleriteye karşı çıkmak bağlamında Ashis Nandy
tarafından da belirtildi:
Eğer demokrasiye gerçekten bağlıysanız, insanların uzun vadede kendi
bütünlüklerini politikanın içersine getirmelerine engel olamazsınız. Kimse
birisinin dini ve siyasi bireyselliğini, sekülerite teorisinin talep ettiği şekilde
sürekli olarak bölemez. Bu psikolojik olarak mümkün değildir. – Psikiyatride,
psiko-analizde veya psikolojide- hiçbir kanıt yoktur ki sağlıklı, normal bir insan
sürekli olarak bölünmüş bir sosyal ve etiksel kimlikle yaşayabilsin. Önemli
zamanlarda, kavramaya dair uyumsuzluğu engellemek için, kişi kendisinin en
derindeki inançlarını kamu hayatına getirecektir (Nandy 2006, 103-104).
Bu yüzden ben bir yanda İslam ile devlet, öte yanda da İslam ve siyaset arasında bir
ayrım yapıyorum. Birincisinin kurumsal olarak ayrılması gerektiğinde ısrar ederken,
ikincisinin sürekli bağlılığını destekliyorum. İslam ve devletin kurumsal olarak
ayrılmasını sağlamak, İslam ve siyaset arasındaki ilişkiyi onaylamak ve desteklemek için
gereklidir. Gerçekten de, başka bir yerde de belirttiğim gibi, sekülerite ve din keskin ve
derin şekillerde birbirlerini gerektirirler (An-Na`im 2005). Bu karşılıklı bağımlılığın bazı
unsurları şu şekilde aydınlatılabilir
14
Bir yanda, dini geleneklerin ayakta kalabilmesi için ve dini tecrübelerin
meşruluğu için dinlerin içsel olarak dönüşüm geçirmeleri önemlidir. Bugün inananların
şüphesiz var olduğuna inandığı her Ortodoks hüküm, başka bir Ortodoks düşüncenin
delalet addettiği bir fikirden başlamıştır. Ve belki bazı inanalar tarafından kafirlik olarak
kabul edilmeye de devam edeceklerdir. Din ile devletin ayrılması, bu dönüşümün olması
için gereken yasal ve siyasi alanı korumak adına gereklidir. Din ve ifade özgürlüğünü
koruyan seküler bir devlet olmadan, her hangi bir dini doktrin içerisinde gelişme (başka
bir deyişle hayat) ve dini cemaat içerisinde ve farklı cemaatler arasındaki barış mümkün
değildir. Seküler devlet aynı zamanda, nüfusun her hangi bir bölümünün önemli
çıkarlarını tehdit eden otoriter ve dışlayıcı dini grupların da önlenmesi için etkili yolları
korur. Ben burada imkanlardan bahsediyorum, çünkü seküler devletin kendisi bu
amaçları gerçekleştirmeyecektir. Aynı şekilde, dini bir geleneğin içsel dönüşümü ve
yenilenmesi de inananların insani ajanlığı olmadan gerçekleşmeyecektir. Dini otoriterliğe
karşı korunma da vatandaşların pratikte aktif bir şekilde müdahil olmaları sayesinde
mümkün olabilecektir. Ama bütün bu olasılıkların ortaya çıkması ve erişilebilir olması
için seküler devlet zaruridir.
Öte taraftan, eğer kendi amacını gerçekleştirmek istiyorsa, sekülerite kendi
normatif iddiası ve boyutu ile ilgili önemli bir sınırlamaya da tabı tutulmalıdır. Bu amaç
farklılıkların bulunduğu (heterojen) toplumlarda siyasi çoğulculuğu desteklemektir.
Başka bir deyişle, sekülerite farklı inançlara inanan ve onları uygulayan cemaatleri, tek
bir siyasi cemaate birleştirebilir. Çünkü kendisinin sunduğu ahlaki iddialar sınırlıdır ve
vatandaşlar arasında önemli fikir çatışmalarına yol açması çok olası değildir. Başka
şekilde ifade edersek, seküler devlet, vatandaşlar arasındaki etik farklılıkları müzakere
15
etmek için gereklidir. Ama bu farklılıklar ile ilgili kendisi hüküm vermez veya onları
kendisi çözmeye kalkmaz. Sonuç olarak, sekülerite, anayasalcılık, insan hakları ve
vatandaşlık gibi bazı unsurlarını inananlara doğrudan haklı gösteremez. Gerçekten de
bazen sekülerite ilkesinin kendisinin haklılığını göstermek için dini açıklamalar
bulunabilir. Benim de bu kitapta yapmaya çalıştığım budur. Bu doktrinlerin ahlaki
ayakları ve onların kurumsal ifadeleri için, inananların kendi dini inançlarından referans
almaları gerekecektir. Bunun her yerdeki, her inanan için gerekli olduğunu
söylemiyorum, ama en azından Müslümanlar için bu olasılığın açık tutmanın gerekli
olduğuna inanıyorum.
Din ve sekülerite arasındaki bu simbiyotik ilişki belki şu şekilde özetlenebilir.
Sekülerite, siyasi cemaatin ahlaki rehberliğinin genel olarak kabul görmüş kaynağı olarak
ortaya sunmak için dine ihtiyaç duyar. Aynı zamanda dine, söz konusu cemaat içinde
inananların ihtiyaçlarını tatmin etmeye ve onları disipline etmeye yardımcı olması
açısından da gerek duyar. Din ise seküleriteye, aynı siyasi alanı paylaşan farklı
cemaatlerin (dini olsun, dine karşı olsun, dinsiz olsun) ilişkilerini müzakere etmesi için
ihtiyaç duyar. Başka bir deyişle, dinin kamu hayatındaki rolünü düzenlerken, seküler
devletin en önemli fonksiyonu, inananlar için dini meşruiyeti gerektirir. Bu geleneksel
din dönüşümsel bir yeniden yorumlamaya açık değilse mümkün olamaz. Bunun olması
için, seküleritenin anayasalcılık, insan hakları ve vatandaşlık gibi koruma
mekanizmalarına ihtiyacımız vardır.
Bununla birlikte, bunların hiç birisi çoğunluğun dini inancının azınlığa veya dini
cemaat içindeki muhaliflere empoze edilmesi – kendi usları aracılığıyla özgür ve gönüllü
olarak kabul etmeleri dışında- anlamına gelmez ya da bunu önermez. Çoğunluğun
16
gücünün ve haklarının üzerindeki bu sınırlama, benim koruma mekanizmaları dediğim
anayasalcılık, insan hakları ve vatandaşlık ilkeleridir. Üçüncü bölümde de tartışıldığı
gibi, bu kavram ve kurumlar birçok açıdan üst üste gelebilir, ama her biri kendi
çerçevesinde, başka araçlarla sağlanamayacak amaçlar için gereklidir. Örneğin,
demokratik bir ilke olan çoğunluğun yönetmesi devlet kurumları yoluyla etkili hale
getirilir, fakat bu, belli bir siyasi çoğunluk, ülke içerisindeki diğer siyasi güçleri
dışlayarak devletin kurumlarını ele geçirebilir demek değildir. Bu nokta, üçüncü bölümde
gösterilen devlet ve siyaset arasındaki farklılığa işaret eder. Üstüne üstlük, nüfusun
tümünün toplamının fikri, bu haklar pratikte uygulanmıyor bile olsa, tek bir vatandaşın
insan haklarına üstün gelemez. Bu yüzden, nüfusun tamamı tarafından desteklense bile
temel haklar anayasal değişikliklerden muaf olmalıdır.
Burada benim önerimin neyi kapsamadığını ve neyi iddia etmediğini vurgulamak
önemlidir. Bu öneri, belli bir toplumda veya toplumlar arasında özel bir takım Şeriat
ilkelerinin nasıl yeniden formüle edilmeleri gerektiği ile ilgili bir programsal model
önermez. Müslümanlar arasında önerilen modelin meşruluğu ve bütünlüğü açısından
İslami reformun gerekli olduğuna inanıyorum. Kendim kişisel olarak bir reform
metodolojisine inanmaktayım. Ama bunun önerdiğim çerçeve için olmazsa olmaz bir
model olduğunu iddia etmiyorum. Ve istenilir amaçları elde edecek her hangi başka bir
reform metodolojisini de tamamen kabul ediyorum. Şeriat’ın anlamını veya onun
ilkelerinin neler olması gerektiğini belirtmekten ziyade, benim İslami reform hakkındaki
fikirlerimi sunabileceğim ve başkalarınınkini de tartışabileceğim ve vatandaşlık usulüne
ilişkin şartlara tabi koşulları güvence altına almaya çalışıyorum.
17
Demokrasinin doğası, sekülerite, anayasalcılık ve ilgili konularla alakalı uzun
soluklu tartışmaları nihai olarak çözmeyi de iddia etmiyorum. Özellikle kamu hayatında
İslam’ın rolü için daha büyük bir kabul sunacak şekilde seküleritenin yeniden
düşünülmesine çağrı yapıyorum. Ama bu hiçbir şekilde kürtaj veya devlet okullarında din
eğitimi gibi kamu siyasetinin konuları olan tartışmaları nihai olarak çözmek anlamına
gelmiyor. Mesela, Hindistan örneğinde, bazı Şeriat ilkelerini belirli şekillerde yeniden
yorumlayarak, devletin ya da yargı kurumlarının Müslüman kişi hukukunun boyutlarını
bir kerede ve tümden yeniden tanımlamaları gerektiğini önermiyorum. Bunun yerine,
benim amacım, aile veya kişi hukukunun İslami meşruiyeti için Müslümanların
ihtiyaçlarını, kadınların eşit vatandaşlık hakları ve insan haklarına saygı duyarak
dengelenmesi için bir çerçeve önermektir.
Özünde, önerilen çerçeve süregelen bir süreç için sürdürülebilir ve meşru teorik
ve kurumsal bir yapının kurulmasını araştırır. Bu yapıda, Şeriat’ın algılamaları ve onun
anayasalcılık, sekülerite ve demokratik yönetimin ilkeleri ile ilişkisi, farklı toplumlardaki
farklı müzakereciler tarafından münazara edilebilir ve tartışılabilir. Batılı olsun olmasın,
tüm toplumlarda, anayasalcılık, demokrasi ve devlet, din ve siyaset arasındaki ilişki, iç
içe geçmiş sosyolojik ve tarihsel koşullara dayanan ve kültürel meşruluğun bazı özel
normlarına yerleşmiş yüksek oranda bağlamsal formasyonlardır. Burada önerilen model,
İslam ve devlet arasındaki ilişkinin düzenlenmesini, İslam ve devletin ayrılması ile
birleştirir. Ki bu ayrılma, kamu politikası ve hukuku için Şeriat’ın önemini müzakere
etmek için gerekli zaruri bir araç olarak gereklidir. Bu, vatandaşlık idraki aracılığıyla
gerçekleştirilecek ve aşamalı ve deneysel olan fikir birliği-yaratma sürecinde, kişilerin
veya grupların farklı kombinasyonları bir konuda fikir birliğine varırken, başka bir
18
konuda farklı düşünebilir. Her hangi bir konuda fikir birliği-yaratma çabaları başarılı
veya başarısız olabilir ama bunların hiç biri sürekli ve nihai olmayacaktır. Her hangi bir
zamanda, her hangi bir meselede varılan sonuç ne olursa olsun; vatandaşlık idraki ile
ilgili her sonuç tüm vatandaşların gönüllü ve özgür katılımına dayandığından, bu
yapılmış bir sonuçtur ve değişebilir. Bu sürecin sürmesi ve muvaffak olması için, İslam
adına Şeriat’ın hiçbir özel görüşünün zoraki empoze edilmemesi elzemdir, çünkü bu
serbest tartışmayı ve fikir çatışmalarını durdurabilir.
Peki, özgür tercih meselesi ve devletin kurumları aracılığıyla Şeriat’ı uygulayacak
İslami devlet fikrine inanan Müslümanların dini kanaatlerine ne olacak? Bu önerilen
çerçeve, onların kendi dini yükümlülüklerine uygun olarak yaşama haklarını ellerlinden
alır mı? Bu Müslümanlar, vatandaşlık idraki alanına girerlerken, inançlarından feragat
etmekle veya onu en azından ertelemekle yükümlü mü olacaklar? Bu hususta net olmak
için belirtmek gerekir ki, başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece Müslümanlar tabii
ki kendi kişisel hayatlarında Şeriat ilkelerini takip etmekte tamamen özgürdürler. Burada
asıl sorun, bazı Müslümanların başkalarının haklarını ihlal etme hakkını, kendi
inançlarını diğerleri üzerinde empoze ederek uygulama gerekçesi ile kullanma
iddialarıdır. Bu esasa dair iddia, bu kitabın çeşitli bölümleri boyunca benim temel İslami
düşünce açısından güçlü bir şekilde meydan okuduğum iddiadır. Şimdi bu esasa dair
iddiaya benim nasıl karşı çıktığımı özetlemeye çalışacağım.
En köksel seviyede, İslam ve devletin ayrılması, bir inancın meşruiyeti ve onun
zaman içindeki değeri için gerekli olduğu kadar, inancın mümkün olabilmesi için de
gereklidir. Bu kitapta tanımlandığı şekliyle, seküler bir devlet, benim inanmama
hürriyetimi koruyarak, benim inanma hürriyetim için de gerekli olmaktadır. Bu inancın
19
bir anlamı ve sonucu olabilmesi için tek geçerli yoldur. Bazı Müslümanların devlet
kurumları yoluyla Şeriat’ı empoze etmek üzere dini hakları ve yükümlülükleri olduğu
iddiası, çok güçlü bir şekilde bloke edilmelidir. Çünkü bu, tüm vatandaşların İslam dinine
veya başka bir dine veya bir fikre inanma haklarını anında ve tümden yok eder.
Paradoksal bir biçimde, bazı Müslümanların devlet kurumları aracılığıyla Şeriat’ı empoze
etme yükümlülüğüne duydukları inanç, kendi görüşlerini elde tutabilme ve savunabilme
yetilerini ellerinden alır. Şeriat’ı empoze etmek için İslami devlete inananlar bile, bu
görüşü koruyacak ve savunacak özgürlüğe ihtiyaç duyarlar ve bu özgürlük eğer kendi
amaçları gerçekleşirse tamamen ellerinden alınacaktır. Çünkü nihayetinde, devlet
kurumlarını kontrol eden bireysel Müslümanlar Şeriat’ın ne demek olduğuna ve onu nasıl
uygulamak gerektiğine karar vereceklerdir.
Kısaca özetlemek gerekirse, Şeriat bir kere Şeriat olarak uygulanmaya
başladığında ve onun bağlayıcı gücü tüm vatandaşların üzerinde bu duruma dayanarak
teyit edildiğinde, vatandaşlığa ilişkin akıl yürütme (idrak) alanı kaybolacaktır. Çünkü
fikir-yaratanlar arasında mülakatlar, tartışmalar ve müzakereler bundan itibaren eşit
katılımla devam edemeyecektir. Vatandaşlık idrakinin anlamı şudur ki akıl yürütmelerin
önemi, onların mantığından koparılamaz ve bu tüm akla dair mantıklandırmalar herkese
uygulanabilir ve herkesçe erişilebilir terimlerle çerçevelendirilmelidir. Vatandaşlık idraki
ayrıca araçların amaçlar kadar önemli olduğunu tanımayı gerektirir. Ancak, Şeriat
ilkelerinin mantığı basitçe bazılarının inandığı gibi Allah’ın emri ve arzusu olarak
tanımlanırsa, tüm diğer mantıklar etkili bir biçimde susturulacaktır. İnsanların akıl
yürütmeler ve bunların nasıl mantıklandırıldığı konusunda farklı düşünceleri olduğu
doğrudur. Ama bu farklılıklar, birisinin dinine dayanarak doğa ötesi ve kesin iddialarla
20
sunulduğunda, vatandaşlar arasında tartışmanın ve fikir farklılaşmasının alanına
giremeyecektir. Şeriat tarafından yasaklandığı için (haram) faiz (riba) almanın illegal
olması gerektiğini savunan bir Müslüman, tartışmayı desteklemek için genel bir politika
mantıklandırması sunabilmelidir ki diğer vatandaşlar da bu kişinin dini inancı üzerine
yargılarda bulunmadan konuyu tartışabilsinler, kabul veya ret edebilsinler. Ama eğer
mantıklandırma dini yasağın kendisi olursa, diğer vatandaşlara tartışacak hiçbir şey
kalmaz. Aynı zamanda, bir Müslüman vatandaş için de bu dini yasak ile ilgili uygulamayı
kendi saf inancından dolayı mı, yoksa devletin zorlayıcı otoritesine itaat etmeye mecbur
olduğundan mı seçtiği belli olamayacağından Bu Müslümanın da seçimlerinde tamamen
özgür olması mümkün olmayacaktır.
Burada vurgulanması gereken nokta, İslami bir devlet inşa edildiğine ya da
devletin Şeriat olduğuna ilişkin her iddianın yanlış iddia olduğudur. Birinci ve ikinci
bölümlerde de tartışıldığı gibi Şeriat’ı uygulayacak İslami bir devlete gerek olduğu fikri
tehlikeli bir illüzyondur: Devlet, siyasi bir kurumdur ve İslami olamaz. Müslümanlar
arasında İslami olanın bu bağlamda ne olduğu konusunda hiç bir zaman fikir birliği
olmamıştır. Bugüne kadar hiçbir devlet, Müslümanlar tarafından bu kavramın geçerli bir
örneği olarak tanınmamıştır. Günümüz modern bağlamında, İslami devlet fikri
anayasalcılık temeli ile uyumlu değildir ve pratik olarak da uygulanabilirliği mümkün
değildir. Müslümanların Şeriat ilkeleri olarak kabul ettiği bütünlüğün üzerinde bir
devletin başarılı olarak işleyebilmesi mümkün değildir. Bu noktayı kategorik olarak
burada yapmamın sebebi Pakistan ve Sudan’daki gibi “deneylerin” sadece kötü uygulama
sonucu olduğu ve bunların İslami devlet modelinin hatası olmadığı yönündeki iddiaları
şimdiden yanıtlayabilmektir. Tarihsel gerçeklik gösterir ki Medine’deki ilk Halife olan
21
Ebu Bekir’den, İran’a, Suudi Arabistan’a veya bugün İslami olduğunu iddia eden her
devlete kadar, hiçbir zaman İslami bir devlet olmamıştır. Bu net gerçeklik fikrin
kendisinin tutarsız olması ve onu gerçekleştirmenin pratikte mümkün olmaması
yüzündendir. Bunun, geçmişte kötü olan ve gelecekte düzeltilebilecek tecrübelerle
basitçe ilgisi yoktur.
Tarihsel bir perspektiften, Peygamber zamanında Medine’de uygulanan siyasetin
Müslümanların, kendi-kendini-yönetim, şeffaflık ve sorumlu yönetim gibi değerlere
gayret etmeleri için ilham verici bir model olduğu gerçektir. Ama bu tecrübe, Peygamber
öldükten sonra Müslümanların İslami bir devlet örneği olarak taklit edebilecekleri bir
model olarak tartışılmamalıdır. Başka bir Peygamber olmadığı sürece (ki Müslümanlar
bu olasılığı ret ederler), bu ilk devlet ya da siyaset hiçbir yerde taklit edilemez. İslami
tarihin geri kalan kısmı için ise, devlet her zaman için dini değil, politik bir kurum
olmuştur ama tabii ki burada tanımlandığı şekliyle seküler devlet modeline uymamıştır.
İkinci bölümde de tanımlandığı gibi, İslami toplumların tarihsel tecrübesi genellikle dini
ve siyasi otoritenin farklılaşması şeklindedir. Yöneticiler, kendi siyasi otoritelerini
meşrulaştırmak için İslami bilgelerin ve liderlerin desteğini aramışlardır. Ama eğer dini
otoriteler, devlet ile yakından ilişkili olurlarsa bu meşruiyeti sağlayamayacaklardır. Başka
bir deyişle, devlet ve din kurumları arasındaki farklılık, tarihsel olarak hem gerekliydi
hem de pratikte iki taraf için de koruması güçtü. Bu belirsizlik şu sonucu doğurdu: İslam
tarihi boyunca birçok yönetim, bu iki uç modelin arasında bir yerlerde konumlanmıştır.
Peygamber’in idealine uygun olarak, devlet ile dinin ne tamamen birleşmesi, ne de her iki
modelin aynı zamanda uygulanması mümkün olabildi. Ancak, yönetimler her zaman için,
Peygamber idealine, onun tam zıt ucu olan din ve devlet otoritesinin tamamen ayrılması
22
modelinden daha yakın olduklarını iddia ettiler. Bu tarihsel belirsizliği açıklamanın ve
onu müzakere etmenin bu kitapta önerdiğim yolu, devlet ile siyaset arasında ayrıma
gitmektir. Böylece İslami dini otorite, devlet kurumlarından ayrılır ve cemaatin siyasi
hayatında meşru olarak aktif rol oynar.
Başka bir açıdan, yukarıda tanımlanan çerçevenin başarısı açısından, devletin
kendisinin de cemaat içinde İslam ve Şeriat’ın rolünün müzakeresinde, her hangi bir
pozisyonun partizanı olmaması zorunludur. Bu benim devletin dini yansızlığı olarak daha
önce de değindiğim hedeftir, çünkü insanlar için tümden nötrlük kazanılması mümkün
olmayan bir şeydir. Burada ayrıca not edilmelidir ki devletin kendisi ve onun kurumları
insani ajanlar olmadığından, devlet adına yapılan her faaliyet aslında, devletin ilgili
organlarını kontrol eden ve onları işleten memurların eylemidir. Bu gerçeklik, tüm devlet
kurumlarının ve onun çalışanlarının dini doktrin ve onun cemaatte uygulanması gibi
konularda nötr olmaları zorunluluğunu vurgular. Devlet, özgür ve adil tartışma ve
farklılaşma için gereken anayasal ve diğer koruma mekanizmalarını korumak dışında,
dini veya seküler bir mantıklandırmayı desteklemek adına, vatandaşlık idraki sürecine
müdahale etmemelidir. Başka bir ifadeyle, devlet kurumlarının rolü, vatandaşlık idrakini
korumakla ve anlaşmazlıkları kurulu anayasal ve yargısal kriterler ve süreçlerle çözmekle
sınırlıdır.
Daha önce de not edildiği gibi, devlet kurumları yoluyla yönetenler tamamen nötr
olamayacağından, amaç devletin tarafsızlığını, siyasi ve yasal sorumluluğu garanti altına
alan çeşitli koruma mekanizmaları yoluyla güçlendirmektir. Devlet için bu kritik ve
hassas rol, devlet ile siyaset arasındaki farklılığın hem gerekli hem de koruması güç
olmasından dolayıdır. Daha önce de tartışıldığı gibi, bu farklılığın amacı, sivil hizmetler
23
veya eğitim ve sağlık sistemleri gibi devlet kurumlarının bütünlüğünü ve devamını
garanti altına almak ve onları seçilmiş ve özellikle de güçlü bir siyasi desteğe sahip bir
hükümetin manipülasyonundan korumaktır. Çeşitli siyasi aktörler daha çok güç
isteyeceklerinden, bu farklılık hiçbir toplumda devamlı olarak tahsil edilmiş sınırlarla
belirlenemeyecektir. Ama bu gerçek, devlet kurumlarının ve siyasi sürecin genel olarak
işleyişinin kritik önemini vurgular. Sürekli rekabet halinde olan aktörlere tamamen
emanet edilemeyeceğinden, devletin siyasetten ayrılması konusu anayasalcılık, insan
hakları ve vatandaşlık gibi Üçüncü bölümde de tartışılan vatandaşlık idraki için zorunlu
çerçevelerin tam olarak işleyebilmesine bağlıdır.
Muhalefetin ve farklılığın korunmasının değeri, dini hayatın aslına uygunluğunda
ve yeniden dirilmesinde dine aykırı düşüncelerin rolü göz önüne alındığında takdirle
karşılanabilir. Tabii ki birçok dine aykırı düşünce ortadan kaybolur veya telef olur, fakat
ilk ortaya çıktığında dine aykırı görülmeyen bir eski inanış yoktur. Bu açıdan, her dini
cemaat kendi üyeleri arasında psikolojik ve sosyal ve aynı zamanda da siyasi dine
aykırılıkların ve fikir ayrılıklarının olasılığını korumalıdır. Çünkü bu, o cemaat içindeki
inanç ve uygulamaların aslına uygunluğunun ve dürüstlüğünün en iyi göstergesidir.
İnananlar kendi dini cemaatlerinde tamamen gönüllü olarak kalmalı veya tamamen kendi
özgür iradeleri ile onu terk edebilmelidirler. Zorlanmış dini bir inanışta veya uygulamada,
basitçe dini veya insani hiçbir değer yoktur.
Yukarıda çerçevesi çizilen tüm ilke ve süreçler Müslümanlar tarafından Şeriat’a
özgür ve dürüst uymalarını korumak ve desteklemek amacını gütmektedir. Bu zaten
Müslüman olmanın da tek yoludur. Benim görüşüme göre, sekülerite, anayasalcılık, insan
hakları ve ilgili tüm kavram ve kurumlar, Şeriat’a dürüst sadakatin hizmetine sunulabilir
24
ve onun emirleri ile uyumlu yaşamaya içten inanmaya imkan tanıyabilir. Bu benim
Müslüman olmak için seküler devlete ihtiyacım var derken kast ettiğim noktadır. Ben
burada Şeriat’ın anayasalcılık, insan hakları veya demokrasi ile özünde uyumsuz
olduğunu iddia etmiyorum. Onun bu ilkelere tabi olması gerektiğini de söylemiyorum.
Bana göre, konusu Şeriat’a karşı anayasalcılık, insan hakları veya demokrasi olarak
görmek ters etki yaratır. Bir taraftan, önceden ve başka yerde de belirttiğim gibi (AnNa`im 1990), bu ilkelerin meşruiyeti, kişinin kültürel, dini veya felsefi inanışına ya da
tercihine göre değişir. Müslümanlar için büyük olasılıkla bu ilkelerin meşruiyeti, İslam’ın
normatif sistemi olan Şeriat ile uyumlarına inancı içerecektir. Bu, çok uzun ve komplike
bir süreç olan yorumlama ve bağlamsal uygulamanın ürünü olacaktır. Ama bütün bunlar
doğru ise şu soru sorulabilir: Şeriat’ın devlet hukuku ve siyaseti yoluyla zorlanmasına
neden karşı çıkıyorum?
Bu soruya en azından iki seviyede cevap verilebilir. Birinci seviyede,
Müslümanlar arasında devlet tarafından uygulanabilecek Şeriat ile ilgili aynı ve oturmuş
bir anlayış olmadığının net olmasıdır. Bu, bırak farklı tarikat ve mezhepleri, Sünni ya da
Şii okullarının kendi içerilerinde bile böyledir. Yine bu seviyede belirtmek gerekir ki
Müslümanlar arasında fikir birliği olsa bile, Şeriat’ın her anlayışı bir insan yorumu
olacaktır ve Şeriat veya İslam adı altında devlet hukuku olarak uygulanmamalıdır. Başka
bir seviyede ise Şeriat her zaman için kutsal kaynakların insanlar tarafından
yorumlanmasının ürünü olacağından, onun her yorumu onu yorumlayanın insani
sınırlarını da yansıtacaktır. Bu yorumcunun üzerinde yorum yaptığı kaynakların kutsal
olmasına karşın böyledir. Bu açıdan, İslami toplumların ve cemaatlerin farklı zaman ve
25
mekanlarda sürekli değişen ihtiyaçlarına cevaben, Şeriat her zaman için yoruma ve
gelişime açık olacaktır
Geçen üç yüzyıl süresince, İslami medeniyetlerin aşamalı olarak güçten düşüşü ve
Avrupalı koloni güçlerince yönetilmeleri, Şeriat’ın Müslümanlar arasında artan katılığına
ve aşırı belirleyici gücüne katkıda bulundu. İronik şekilde, Müslümanlar ve diğerleri
İslami toplumların geri kalmışlığı ve gelişmemişliği için genellikle Şeriat’ı suçlarlar. Bu
görüş hem sağlam değildir, hem de yan etkilidir. İslam ve Şeriat birbirinden bağımsız
varlıklar olmadığından, birbirlerinden ayrı olarak pek bir şey yapamazlar. İslami
toplumların güçten düşüşünün sebebi Müslümanların yaptığı ya da yapamadığı bir şeyin
sonucu olmalıdır. Şeriat’ı veya İslam’ı suçlamak aynı zamanda üretken değildir, çünkü
Müslümanları değişmeleri için sorumluluğu ve yetiyi soyut nosyonlara vermeleri
sonucunu doğurur. Eğer problem Şeriat’ın kendisi ile ilgiliyse, sorunu çözmesi için
Şeriat’ı beklemeliyiz. Ama eğer sorun Müslümanların Şeriat ile ilgili anlayışlarındaki
hataları düzeltmekte başarısız olmaları ise, o zaman onu düzeltmek ve pratikte nasıl
uygulayacaklarını bilmek Müslümanların kendi sorumluluğudur.
Bu açıdan Şeriat’ın tarihsel yorumlamalarının belirli bazı unsurlarının tekrar
yorumlanmasını teklif ediyorum. Bunlar kadınlar üzerinde erkeğin gardiyanlığı (kavama),
Müslümanların gayri-Müslimler üzerindeki egemenliği (dhimma), şiddet içeren agresif
cihad. Şeriat’ın bu ilkeleri devlet politikasına ve hukukuna bu şekillerde eklemlenmeseler
bile onların Müslümanlar üzerindeki ahlaki ve duygusal etkileri anayasalcılık, insan
hakları ve vatandaşlık gibi ilkelerin anlamını ciddi bir şekilde zayıflatacaktır.
Müslümanlar için Şeriat’ın ahlaki ve sosyal otoritesi göz önüne alındığında, bu ilkeler
büyük olasılıkla kadınlara ve gayri-Müslimlere ayrımcılık şeklinde tercüme edilecektir ve
26
devletin tasdiki olsun olmasın bu ayrımcılık meşrulaştırılacaktır. Devlet otoriteleri
kadınlara ve gayri-Müslimlere yönelik ayrımcılığı durdurmak için devlet aygıtının
zorlayıcı ve disipline edici gücünü kullanarak müdahale etseler bile, bu tür müdahaleler
büyük ihtimalle Şeriat’ın ihlal edilmesi olarak görülecektir. Ayrıca, ayrımcılığı
durdurmak için yapılacak devlet eylemine gösterilecek “yaygın” direniş riski, devlet
görevlilerinin bir eylemde bulunmamak için kullandıkları bir bahaneye de
dönüşebilecektir. Cinsiyet, dinler-arası ilişkiler ve siyasi şiddet ile ilgili bu tür tavırların
kalıcı olması, genellikle özel bireyleri kendi kişisel Şeriat görüşlerine dayanarak, “dinsiz”
veya “kafir” bir devlete karşı İslam’ın yararını korumak adına hareket ettiklerini
söylemeleri sonucunu doğurabilir ve onları bu tür faaliyetleri için motive edebilir.
Daha önce de belirtildiği gibi, bu kitapta sunulan seküler devlet modeli belli bir
İslami reform metodolojisinin kabulüne bağımlı değildir. Fakat reforma ihtiyaç
duyulduğunun inkar edilemeyeceğini düşünüyorum. Belli bir derecede reformu
gerçekleştirmek için Üstat Mahmoud Mohamed Taha (Taha 1987) tarafından önerilen
İslami reform metodolojisini uygun buluyorum. Benim başka bir yerde detaylarıyla
tartıştığım bu gösterilen kitap İslami reform konuları ile ilgili değildir (An-Na`im 1990),
ama onun temel tabanını ve hukuki mantıklandırmasınının (içtihat) metodolojisini
göstermek yararlı olabilir. Üstat Taha’nın da açıkladığı gibi, barışçıl propagandanın öne
sürüldüğü ve ayrımcılığın olmadığı yönündeki İslam’ın ilk evrensel mesajı Mekke’de ifşa
edilen (610-622) Kuran’ın bölümlerinde bulunmaktadır. Ancak, Peygamber 622 yılında
baskıya maruz kalan takipçileri ile birlikte Medine’ye (Batı Arabistan’da başka bir şehir)
göç ettiğinde; Kuran, tamamen çok sert ve şiddet içeren bir ortamda ayakta kalmak için
mücadele eden cemaatinin belirli ihtiyaçlarına cevap vermek durumunda kaldı. Bu ışık
27
altında, kavama, dhimma ve şiddet içeren agresif cihad gibi geleneksel şeriat ilkelerinin,
gerçekte zamanın sosyal ve ekonomik realitelerine verilen tavizler olduğu açıktır. Bunlar
İslam’ın belirsiz bir gelecekte genel olarak tüm insanlığa vermek istediği mesajlar
değildir. Bu ilkeler, Kuran’da veya Peygamber’in Sünnet’inde bu şekillerde zorlayıcı
yaptırımlara maruz olmadan, kendi yorumlama metodolojilerini uygulayan ilk Müslüman
hukukçular tarafından geliştirilmiştir. Buna dayanarak söylenebilir ki başka metodolojiler
uygulandığında farklı sonuçlar çıkarılabilir. Ben inanıyorum ki, görmezden gelmeyi
tercih ettikleri Surelere ne olduğunu açıklayamayan bazı modern uzmanların keyfi
seçiciliğine alternatif olarak bu analiz, Kuran’ın ve Sünnet’in tamamının yorumlanması
için tutarlı ve sistematik bir metodoloji sağlar. Ancak bu veya her hangi başka bir İslami
reform ile ilgili yaklaşım günümüz İslami toplumlarının somut bağlamında
uygulanacağından, durumun kısaca açıklanması yararlı olabilir. Şeriat’ın geleceği ne
olursa olsun, bu onun yakın geçmişteki ve şimdiki statüsünden ortaya çıkmalıdır.
III. Kolonyal Dönüşüm ve Koloni-Sonrası Tutukluluk
Bu kitapta daha önce de tartışıldığı gibi, Şeriat’ın İslam tarihi boyunca devlet
tarafından uygulandığını iddia etmek yaygın şekilde yanlış yönlendiricidir. Çünkü devlet
ve hukuk kavramları, koloni-sonrası dönemde bizim bu kurumlar hakkında ne
anladığımızdan çok daha farklı anlama sahiptiler. İslami tarihin ilk üç yüzyılı boyunca,
hukuk ilmi bilimi (fıkıh), Kuran, Hadis ve teoloji (kelam) gibi Şeriat’ın çeşitli unsurları
devletin ağı dışında çalışan bağımsız uzmanlar tarafından geliştirilmiştir. Bu alanlar,
yöneticilerin ve onların memurlarının eğitimlerinin metodolojisini ve çekirdeğini
oluşturduğundan, Şeriat ilkeleri adaletin uygulanmasında etkili olabilirdi. Fakat Şeriat,
28
bizim anladığımız modern anlamda bir yasal sistemin sistematik olarak kanunlaştırılması
şeklinde devlet tarafından empoze edilemezdi, çünkü basitçe devlet Şeriat’ı
kanunlaştıracak otoriteden yoksundu. Bu otorite, kendi cemaatlerinin itibarını alan
ulemanın elindeydi. O zamanın emperyal devleti, ne günümüz devletinin merkezi siyasi
gücüne sahipti, ne de adaletin detaylı ve sistemli olarak uygulanması için bir sistem
sunmuştu.
Bu yüzden, Şeriat’ın hukuk ve kamu siyasetindeki rolü hakkında, sanki
Müslümanların önceden sahip olduğu ve şimdi de koloni-sonrası dönemde siyasi
bağımsızlıklarını kazandıkları için kanunlaştırabilecekleri bir şeymiş konuşmak
tutarsızlıktır. Bir yanda, koloni-öncesi döneme dönmek imkansızdır, çünkü İslam
toplumları ve onların devlet formasyonları önemli şekilde dönüşüme uğramıştır. Şu anda
tüm Müslümanlar toprağa bağlı (ulus)devletlerde yaşamaktadırlar. Bu devlet modeli,
“idari personel tarafından yürütülen, merkezi ve bürokratik organize bir idari ve hukuksal
düzene sahip olan, kendi hukuksal alanı içerisinde meydana gelen her şeyde bağlayıcı
otoriteye sahip olan, karaya ait bir alanı olan ve güç kullanımı üzerinde tekeli bulunan”
(Gill 2003, 2–3) şeklinde karakterize edilebilir. Öte yandan, devletin ağı dışında bulunan
bağımsız uzmanlar tarafından geliştirilen ve düzenlenen Şeriat, Müslümanların koloni
yönetiminden devraldığı Avrupa modeli devletin merkezi gücüne ve kanunlaştırma
yetkisine meydan okur. Daha önce de tartışıldığı gibi Şeriat’ın devlet hukuku olarak
uygulanması onun doğası ile uyumsuzdur, çünkü yasalaştırma bazı görüşlerin diğerleri
aleyhine seçilmesine dayanır ve bu seçim de dini inanışları gereği her Müslüman’ın hakkı
ve sorumluluğudur. Bu yüzden Şeriat’ın ilk kurucu bilgeleri, kendi görüşlerinin devlet
tarafından adapte edilmesine karşı çıkmışlardır ve Müslümanlar için her meselede Şeriat
29
kanununu belirlemek için nihai otoriteye sahip olduklarını iddia etmemişlerdir (Weiss
1998, 120-22).
İlk İslami bilgelerin bu geleneği gerçekten de dini bütün ve entelektüel olarak
dürüst idi ve yüksek oranda merkezi-olmayan emperyal devletlerde yerel hukuki
uygulamalar söz konusu olduğunda kıymetli bir değer teşkil etti. Ama modern hukuk
sistemleri ile ilgili olarak göz önüne alındığında, ortaya çıkan açık soru, Şeriat’ın
uzmanları ve okulları arasında makul ve meşru fikir ayrılıkları olduğunda, devlet
mahkemelerinde ve diğer otoriteler tarafından uygulanacak hukukun nasıl ve kim
tarafından belirleneceğidir. Buradaki ana ikilem şu şekilde açıklanabilir. Bir tarafta,
devlet hukukunun her toplum için uygulanmasında ve belirlenmesinde gerekli olan
minimum derecede belirginliğin vazgeçilemez önemi vardır. Modern devlette, devlet
hukukunun doğası ve rolü aynı zamanda, İslami ve dini bir sebeplendirme ile
kapsanamayacak, farklı aktörlerin ve komplike faktörlerin iletişimini gerektirir. Öte
yanda da, Müslümanlar için Şeriat normlarının bağlayıcılığı açısından bir dini
sebeplendirme de anahtar rol taşır. Ancak, Müslüman hukukçular arasındaki fikir
ayrılıkları göz önüne alındığında, devlet kanun olarak neyi uygulamayı seçerse seçsin,
devletin bazı Müslüman vatandaşları tarafından bu uygulama, İslami kaynakların geçerli
olmayan yorumlaması olarak görülecektir. Ulusal mevzuatın kesin ve aynı olması,
yönündeki zorunluluk, günümüzde önceden olduğundan çok daha güçlüdür. Bunun
nedeni sadece devletin rolünün gittikçe artarak ulusal veya milli düzlemde komplike hale
gelmesi değil, aynı zamanda tüm insanların ve devletlerin küresel olarak birbirine bağımlı
olmasıdır.
Üstüne üstlük, geçmişte, Şeriat’ın altında işletildiği metodolojik ve kurumsal
30
şartların etkili bir şekilde yerinden edildiği idare hukukunun kolonyal dönüşümünü
tersine çevirmek mümkün değildir (Hallaq 2004). Açıkça seküler olan Avrupa
kanunlarını uygulayan devlet mahkemeleri koloni döneminde sivil ve ceza meselelerini
de devralmaya başladığından, bağımsızlıktan sonra İslami ülkelerin çoğunda, Şeriat
düzlemi ilerlemeli olarak aile hukuku alanında sınırlı kaldı. Ama bu mahkemelerde bile
devlet, sosyal organizasyona ve hükümete ait daha geniş bir yasal ve siyasi sistemin
parçası olarak Şeriat’ın ilgililiğini düzenlemeye devam eder (Coulson 1964, 218-25). Öte
yandan, Osmanlı İmparatorluğu döneminde gerçekleşen daha eski bir gelişme ile Hanefi
okulu himayesini garanti altına almış ve bu da zamanla 19. yüzyılın ortalarında bu okul
tarafından yasalaştırmanın yapılası ile sonuçlanmıştır. Bu ilk defa Şeriat ilkelerinin
kanunlaştırılması girişimidir. Bu da devlet ve adaletin uygulanması konusunda Avrupa
modeline önemli bir kaymayı ve Şeriat’ın geleneksel olarak bu alanlardaki rolü ile ilgili
yaklaşımlarından uzaklaşmayı göstermiştir. Osmanlı’nın Avrupa güçlerine verdiği
“kapitülasyonların” sembolik önemi ve Hilafetin 1924 yılında ortadan kaldırılması ile
beslenmiş; bu da Müslüman dünyanın her yerinde üstün gelmeye başlayan Avrupa
modeli devlet ve hukuk sistemlerine geri dönülemez şekilde yaklaşmayı
gerçekleştirmiştir.
Avrupa kolonileşmesi sadece ölçeksel ve alansal olarak değil, aynı zamanda
kolonileşmiş toplumların siyasi ve hukuki kurumları kadar küresel ekonomik ve ticaret
sistemlerini de dönüştürmekte de son derece başarılıdır. Bizim buradaki amaçlarımız için
asıl soru, Müslümanlar arasında Şeriat’ın alakasının ve uygulanmasının üzerinde bu yeni
gerçekliklerin nasıl bir etkisi olduğudur. Bu soru tabii ki yeni değildir. Geçmişin
emperyal devletleri döneminde, bu yeni kurumsal gelişmeler ile Şeriat ilkeleri
31
kullanılarak meşrulaştırılacak adaletin günlük idaresi arasında bir gerilim olagelmiştir. Bu
paradoksal olarak, dini uzmanların otonomisine devlet tarafından saygı duyulmasını
gerektirmiştir çünkü, bu devletin otoritesinin meşrulaştırıcı rolü için gerekli görülmüştür.
Yöneticiler Şeriat’ı korumak ve güçlendirmek ile yükümlüydüler, onu yaratmak veya
kontrol etmek ile değil (Imber 1997, 25). Bu geleneksel gerilim, Şeriat’ın devletin
otoritesinden bağımsız olarak inananların cemaatinin dini hukuku olarak kalmasıyla ve
devletin de Şeriat’ın meşrulaştırıcı gücünden, kendi siyasi otoritesini desteklemek için
destek almasıyla modern zamanlarda da devam etti. Bu belirsizlik ısrarla sürmektedir,
çünkü Müslümanlar Şeriat’ın dini otoritesini ne ret edebilmekte, ne de Şeriat, gelişmiş ve
uygulamaya elverişli modern devlet sisteminin tüm prosedürel ve esasa dair
gerekliliklerin sağlamadığından, kendi hayatları üzerinde ona tam bir kontrol
verebilmektedirler (Gerber 1999, 29). 19. yüzyılın sonlarına doğru, Müslüman dünya
boyunca bu nitelikler Avrupa kolonyal idaresi tarafından daha etkili bir şekilde
sunulmaya başlanmıştır. Bu süreç İslami toplumlarda farklı yönlerden açılırken, Osmanlı
İmparatorluğu’nun yaşadığı tecrübe belki de en uzun soluklu sonuçları olandır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıl boyunca Avrupalı güçlere verdiği tavizler,
Batı kanunlarının adapte edilmesinin ve adaletin uygulanması sisteminin modelini
oluşturdu. Osmanlı emperyal fermanları bu değişiklikleri sadece devleti güçlendirmek ve
İslam’ı korumak adına meşrulaştırmadı, aynı zamanda Osmanlı tebaası arasında
standartları garanti altına alma ihtiyacını da vurguladı. Bu da Avrupa modeli devlet ve
hukuk sisteminin alınması için temelleri kurdu. Osmanlı Majallah’ı on yıl süre için ilan
edildi (1867-1877) ve Hanefi okuluna göre sözleşme ve haksız fiil hukukunun kurallarını
kanunlaştırmayı amaçladı. Bu Avrupa formasyonunu Şeriat içeriği ile birleştirmek idi.
32
Bu kanun, Hanefi okulundan başka kaynaklardan alınan bazı maddeleri de içerdi, böylece
İslami geleneğin içerisinde “kabul edilebilir” seçiciliğin olasılığını genişletti. Şeriat’ın
eşit şekilde meşru doktrinleri arasında seçicilik ilkesi (takhayur) teoride daha önceden de
kabul edilmişti. Ama genel uygulama alanı olan bir yasama icraatı yoluyla pratiğe
uygulanmamıştı. Bunu devletin kurumları yoluyla uygulayarak, Majallah başlangıçtaki
sınırlı amaçlarına karşın, daha sonra gelebilecek daha uzun soluklu reformlara kapı
aralamış oldu. Bu şekildeki kaynakların seçiminde artan eklektik uygulamalara yöneliş ve
İslami ve Batılı hukuki kavram ve kurumların sentez edilmesi sadece geri dönülemez bir
hale gelmedi, özellikle Mısırlı hukukçu Abd al-Razzaq al-Sanhuri’nın (ölümü 1971)
çalışmaları yoluyla daha da ileriye taşındı. al-Sanhuri’nin pragmatik yaklaşımı, Şeriat’ın
kendi toplamında yeniden tanıtılamayacağı veya modern İslami toplumların ihtiyaçlarına
güçlü bir şekilde adapte etmeden uygulanamayacağı fikrine dayanır. Bu yaklaşımı, 1948
yılında Mısır Medeni Kanununu, 1951 yılında Irak Kanununu, 1953 yılında Libya
Kanununu ve 1960-1961 yılında Kuveyt Ticaret Kanununu hazırlarken kullandı.
Bu reformlar, doğalarını dönüştürme süreci boyunca ve modern mevzuata
girmeleri için resmi seçicilik ve adaptasyon sayesinde, paradoksal olarak Şeriat
kanunlarının hakimler ve siyaset-yapıcılar için daha erişilebilir ve uygulanabilir olmasını
sağladı. Şeriat ilkeleri, Avrupa hukuk sistemine ve kavramlarına dayanan kanunlara
eklenmeye ve onların içinde tasarlanmaya başlandı. Bu ayrıca, genel olarak bir İslami
hukukun mevzuatının (mektep) genel veya özel ilkelerinin ve fikirlerinin, başka
okullarınkilerle birleştirilmesi ile yapıldı. Bu yapılırken, otoritesine başvurulan okulun
metodolojik temeline veya kavramsal tutarlılığına özel önem verilmedi. Bu paradoksun
bir diğer unsuru da, ortaya çıkan Avrupa ve İslam yasal geleneklerinin sentezi, geleneksel
33
Şeriat ilkelerinin modern bağlamda sistematik ve direkt olarak uygulanmasının
imkansızlığını göstermesidir.
Bu gelişmelerin hukuki ve siyasi sonuçları, genel eğitim ve devlet memurlarının,
iş çevresi liderlerinin ve diğer etkili sosyal ve ekonomik aktörlerin profesyonel eğitimi
alanlarında Avrupa kolonileşmesinin ve küresel Batı gücünün kayda değer etkisi ile daha
da yoğunlaştı. Eğitim kurumlarındaki değişimler sadece geleneksel İslami eğitimin yerini
kaybetmesine değil, aynı zamanda da genç Müslümanlar nesiller arasında farklı bir dünya
görüşü ve uzmanlığı yaratmaya eğilimli bir grup seküler süjeler de tanıtılmasına da neden
oldu. Ayrıca, aşırı derecede düşük oranda okur-yazarlığa sahip toplumlardaki İslami
bilginlerin entelektüel liderlik üzerindeki tekeli, hızla artan kitle okur-yazarlık ve seküler
bilim ve sanatlardaki yükselen üniversite eğitimi sayesinde önemli miktarda erozyona
uğradı. Bu yüzden, Şeriat uzmanları Şeriat’ın kutsal kaynakları üzerindeki tarihsel bilgi
tekelini kaybetmekle kalmadılar, aynı zamanda bu kaynakların geleneksel yorumları
sıradan Müslümanlar tarafından kutsal veya sorgulanamaz görülmemeye başlandı.
Özellikle hukuk eğitimi ile ilgili olarak, ilk nesil avukatlar ve hakimler Avrupa ve Kuzey
Amerika üniversitelerinde ileri eğitim aldılar ve sonraki nesillere dersler vermek ya da
yönetici pozisyonda görevler almak üzere ülkelerine geri döndüler.
Bu modele dayanan küresel sistemin bir parçası olarak, İslami toplumların
tümünde Avrupa modeli devletlerin inşa edilmesi, bu bölge boyunca siyasi, ekonomik ve
sosyal ilişkileri radikal bir şekilde dönüştürdü. Bağımsızlıktan sonra bu modelleri evde
tutarak ve dışarıda da onlara katılarak, İslami devletler bir dünya ülkeleri toplumunun
ulusal ve uluslar arası üyelik yükümlülükleri ile kendilerini bağladılar. Sosyal gelişme ve
siyasi istikrar seviyeleri düzleminde belirgin farklılıklar olsa da, bugün tüm İslami
34
toplumlar ulusal anayasal rejimler (Suudi Arabistan ve Körfez devletleri gibi yazılı
anayasaları olmayan ülkeler de dahil olmak üzere) ve tüm vatandaşlar için eşitliğin ve
ayrımcılığın yasaklanmasının belli minimum bazı haklarını gerektiren hukuk sistemleri
altında yaşamaktadırlar. Ulusal anayasaların ve hukuk sistemlerinin bu yükümlülükleri
açıkça tanımadığı ve etkili bir şekilde korumadığı yerlerde bile, uluslar arası ilişkilerin
günümüz realiteleri tarafından sağlanan minimum bir seviyede pratik bir uyum güvence
altındadır. Tam olarak uygulanmaları ve pratikte izlenmeleri yeterli derecede gelişmemiş
olsa da, bu değişimler basitçe geri döndürülemez.
Bu modernizasyon sürecinin bir diğer unsuru da çeşitli İslami toplumlarda
Şeriat’ın rolünün fosilleşmesi ve biçiminin değişmesidir ki bu, kendi idari amaçlarına
uygun olduğundan koloni idarelerinin statik formasyonlarda kimlikler ve gelenekler
kurgulamaları ile başlamıştır. İronik olarak, bağımsızlıktan sonraki devlet mantığı ile
birlikte, bu kolonyal miras güçlendirildi ve devamlı kılındı ve bu da Şeriat’ın bütünlüğü
ve dinamizmi üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurdu. Örneğin, komplike ve birbirine bağımlı
geleneksel sistemlerin belli bazı metinsel unsurlarına imtiyaz tanıyan Hindistan’daki
Hindu ve Müslüman hukukunun kolonyal kanunlaştırılması, sürekli olarak gelişen
ekonomik ve sosyal ilişkilerin bağlamından dışarıda kalarak, kadınların statüsü ile ilgili
bazı konuları “dondurdu” (Agnes 1999, 42). Kişisel hukukun kurgulanması din ile
geleneğin birleşmesi sonucunu doğurdu ve böylece de Hindu ve Müslüman hukuklarının
mukaddes yazılardan çıktığı ve Hindu ve Müslümanların “birbirinin aynı hukukları
izleten homojen cemaatler olduğu” yönünde bir yasal hikaye yaratıldı (Agnes 1999, 43).
Türkiye’de ise Cumhuriyetin tarihi, İslam’ı siyasetin ve kamu alanının tümüyle dışında
tutmak için, Şeriat’ın devlet kontrolündeki İslam yoluyla fosilleştirilmesi şeklinde başka
35
bir yol ortaya çıkarır. 1922 ile 1935 yılları arasında çıkartılan bir dizi kanun yoluyla
uygulayarak, Kemalist laiklik modeli, Türk hayatının tüm kamusal unsurlarında İslam’ı
kontrol eder ve düzenler. Böylece özel alanı dini inancın ve itaatin hakiki alanı olarak
sınırlandırır.
Özetlemek gerekirse, Şeriat’ı empoze etmek amacıyla devlet ne zaman
kullanıldıysa, sonuç kendi meşru metodolojik kaynaklarından tümden izole edilerek
yüksek derecede seçici ilkeler bütünü olmuştur. Bu şekilde dondurularak, Şeriat cemaat
kimliğinin somutlaştırılmış bir sembolü ve siyasi otoritenin müzakere ettiği bir alan
olmuştur. Politik manipülasyona açık olmaya ek olarak, Şeriat’ın devlet tarafından bu
şekilde devletin kendisine mal edilmesi, devlet kurumları aracılığıyla Şeriat’ın zoraki
uygulanmasını savunanların öncelikli amaçlarının, devletin kendisini ele geçirmek olması
sonucunu doğurmuştur. Başarılı olmuş olsun ya da olmasınlar, bu hedef, nüfusun
genelinde Şeriat’ın despotik ve otoriter yönetimin sembolü olmasına neden olur. Aynı
zamanda, devlet kurumlarının bürokratik ataleti yoluyla, Şeriat’ın özgürleştirici ve
yaratıcı olasılıkları sınırlandırılır veya durdurulur.
IV. Şeriat’ın Özgürleştirici Rolünü Restore Etmek
Müslümanlar için Şeriat, özgürleşmenin ve kendi-kendini-gerçekleştirmenin
kaynağı olarak bilinmeli ve yaşanmalıdır; baskıcı sınırlamaların ve sert cezalandırmaların
ağır bir yükü olarak değil. Şeriat perspektifinden, tamamen gönüllü olmadıkça hiçbir
eylem veya ihmal geçerli değildir ve zoraki itaatte dini hiçbir erdem yoktur. Bu
perspektiften, Şeriat’ın özgürleştirici rolünü restore etmek ve onu güvence altına almak
için önerilen çerçeveyi gerekli görmekteyim. Önerilen modelin iki ayağı şöyledir: Bir
yanda İslam ve devletin kurumsal olarak ayrılması ve öte yanda da İslam’ın siyasi ve
36
kamusal rolünün düzenlenmesi. Başlangıçtan beri vurgulandığı gibi, bu çerçeve Şeriat’ın
bazı ilkelerinin, dini inanca referans yapmadan nüfusun genelinin tartışabildiği ve kabul
veya ret ettiği vatandaşlık idraki korunarak, devlet kurumları aracılığıyla uygulanmasını
engellemez. Ayrıca, kamu politikasının ve yasamanın tüm konuları gibi, bazılarının
Şeriat’ın ilkeleri olduğuna inandığı ilkelerin devlet kurumları tarafından işletilmesi
anayasal ve insan hakları koruma mekanizmalarına tabi olmalıdır. Bu konuda daha açık
olmak için, başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece, vatandaşlar kendi dini ve felsefi
inançlarını takip etmekte serbesttir. Ancak, eğer Müslümanlar ya da başka inananlar
kendi dinleri tarafından emredildiğine inandıkları her hangi bir ilkeyi veya kuralı devlet
kurumlarını kullanarak uygulamak istiyorlarsa, anayasal ve insan hakları koruma
mekanizmaları ile uyumlu olduklarını göstermek ve diğer vatandaşları kamu
mantıklandırması yoluyla ikna etmek zorundadırlar.
İslam’ın bu siyasi rolünün kurumsal olarak ayrılması ve düzenlenmesi
kombinasyonu, Şeriat’ın yönetici elit tarafından manipüle edilmesini önlemek için ve
böylece de İslami toplumların kamu hayatında daha güçlü ve daha meşru bir rol
oynamasını sağlamak için gereklidir. Başlangıçtan beri, devletin ağı dışında ortaya çıkmış
ve işlemiş olan Şeriat, yine en iyi bu şekilde canlandırılabilir. Müslümanların gönüllü
itaati zorlanamayacağından, bu onun hakiki ve zaruri doğasına da uygundur. Şeriat
ilkeleri siyasi baskının güçlü ve olumlu bir eleştirisini, ekonomik sömürülmeye karşı
etkili bir sorumluluğu ve sorumlu çevre politikalarına desteği sağlayabilirler. İslami
devleti savunanların savunduğu sosyal yarar ne olursa olsun, bu sadece sivil toplumdan
ortaya çıktığında ve onun tarafından sürdürüldüğünde gerçekleştirilebilir ve bürokratik
devlet kurumlarının ket vurmalarından ve sınırlandırmalarından böyle özgürleşebilir.
37
Şeriat’ın geleceği için gereken bu vizyonu ilerletmek için, bu önerilen modelin
illa ki toplumun kendisinin sekülerleşmesine yol açacağı ve kamu hayatında İslam’ın
rolünü azaltacağı yönündeki birçok Müslüman’ın ciddi endişesini takdirle karşılamak ve
çözmeye çalışmak da gereklidir. Bana göre, bu endişe oldukça abartılıdır, çünkü
Müslümanlar her zaman siyasi süreç ve toplumsal ilişkiler içerisinde kendi inançlarını
ifade edecek yollar bulacaklardır. Daha önce de tartışıldığı gibi, eğer her hangi bir
toplumda dini inanç ve dindarlık gittikçe azalıyorsa, bu süreç zorlamayla veya devlet
kurumlarının inisiyatifi yoluyla çözülemez. Aksine, dini inanç ve uygulama konularında
devlet müdahalesi, Kuran’da sürekli ve kategorik olarak kötülenen riyakarlığı (nifak)
besler ve dini derinden yozlaştırır. Bu aynı zamanda dini ayrımcılığı yerleştirerek ve
aşağıda da kısaca açıklanacak olan belirsiz ve sübjektif unsurları kamu idaresine sokarak,
devletin meşruiyeti ve faydası için de yıkıcı etki yapar,
Ayrıca, günümüz İslami toplumlarında, İslam için kamu rolü üzerine ısrarcı
olmanın amacını veya mantığını burada açıklamak faydalı olacaktır. Şeriat terimi kamu
söyleminde çoğunlukla sanki İslam’ın kendisi ile eş anlamlıymış gibi kullanılır. Bu da
Müslümanların, hem özel kişisel dini anlamda, hem de sosyal, siyasi ve hukuki ilkeler
söz konusu olduğunda, yükümlülüklerinin tamamı anlamına gelmektedir. Gerçekte,
Şeriat, sadece Müslüman olabilmeye açılan bir kapı ve geçittir. Ve Şeriat, insan bilgisinin
imkanlarını ve İslam’ın yaşayan tecrübelerini sonlandırmaz. Dolayısıyla, Şeriat’ın dikte
ettiği ilkeleri bilmek ve onlara uymak, Müslümanların gündelik hayatındaki tekTanrıcılık ilkesi gibi (tevhit), İslam’a uygun yaşamanın yolu olsa da, İslam’da Şeriat’ta
olduğundan çok daha fazla şey vardır. Ayrıca vurgulanmalıdır ki, Şeriat’ın her
kavramsallaştırılması illa ki ve her zaman için Kuran’ın ve Sünnet’in insani
38
yorumlamasından çıkacaktır, bu da insanların kendilerine özel tarihsel bağlamlarının
getirdiği sınırlamalar içerisinde neyin anlaşılabildiği ve neye uyum sağlanması gerektiği
ile ilgili olacaktır. Bana göre, bir Müslüman olarak Şeriat’ın hiçbir kavramsallaşmasının
hiçbir zaman kutsal emrin, mükemmel ve edebi temsili olamayacağı açıktır, çünkü
basitçe insan kavramasının ve tecrübelerinin sınırları vardır. Bununla birlikte, aynı
şekilde şu da açıktır ki bizim hayatlarımızda Kuran’ın ve Peygamber’in Sünnetleri’nin
sunulabilmesi için ve bunların bizim davranışlarımız ve tavırlarımız üzerinde
dönüştürücü etkisi olabilmesi için, insani kavrama ve tecrübeler tek yoldur.
Gittikçe azalan dini inanç ve dindarlık gerekçesi ile toplumlarının sekülerleşmesi
ile ilgili olarak bazı Müslümanların kaygı duymaları ile ilgili iyi nedenler olabilir. Fakat
bu konu kişisel bireylere ve onların cemaatlerine devletin müdahalesi ile çözümlenemez.
Buna verilebilecek en iyi yanıt, devlet kurumları yoluyla değil, gönüllü sivil toplum
seviyesinde olmalıdır. Devletin dini inanışı ve dindarlığı geliştireceğini ummak varsayar
ki çeşitli kurumlarda işleyen memurlar ve bürokratlar, bırak onların başkalarını daha
yüksek seviyede bir dindarlığa yönelmeleri için ilham vermelerini, en azından bizim
geliştirmeyi umduğumuz inancı paylaşır. Dini inanç ve dindarlık gibi sübjektif faktörleri
bürokratik pozisyonlara atama veya yükseltme için kullanmanın kaçınılmaz sonucu
yozlaşma ve riyakarlıktır. Aynı şey, genel olarak kamunun bütününde ahlaklılığı ve
dindarlığı yüceltmekle görevli devlet bürokrasisinin çalışmaları için de geçerlidir.
İroniktir ki, Abul A`la al-Mawdudi ve Sayyid Qutb gibi İslami devlet isteyen
önemli uzmanlar, yönetici bir partinin imajında toplumu dönüştürecek Sovyet/faşist
benzeri totaliter devlet modellerini savundular (Mawdudi 1980; Shepherd 1996). İslami
devletin en temel defosu, dini ve ahlaki otoritenin etkisinin mantığı kolaylıkla tersine
39
çevrilebilir olmasıdır, böylece de siyasi güç dini otorite tarafından yönetilmek yerine,
modern devlet aygıtının güçlü olanakları sayesinde dinin kendisi politikaya tabi olur.
Ayrıca, siyasi güç için sinik dini çağrıları, iyi niyetli inisiyatiflerden ayırmak mümkün
değildir. Daha önce de savunduğum gibi, devlet tanım itibariyle ahlaksız bir kurumdur ve
kendisi otonom bir ahlaka sahip olamaz veya onu temsil edemez. Ahlaki yargılama ve
sorumluluk, insanlara vasıf edilebilir, soyut kurumlara değil. Devleti İslami diye
adlandırmak, devlet aygıtı içerisinde hareket eden insanların kendi eylemlerinin
mesuliyetinden muaf tutmaya kalkan oluşturur.
İslami ve diğer toplumların tecrübelerinin karşılaştırmalı analizi hemen
göstereceği gibi, dinin kamudaki rolü farklı aktörler tarafından sürekli müzakere edilir ve
yeniden görüşülür. Bu süreç derinen bağlamsal olduğundan, her hangi bir toplumun
siyasi hayatında dinin komplike rolü, onun kendi epistemolojik, politik ve kültürel
şartlarında anlaşılmalıdır. “Sekülerite” ve “sekülerleşme” gibi terimler kullanmak dinin
kamudaki rolü ile ilgili farklı yaklaşımları ayırmada yardımcı olabilir. Ancak, bu tür
terimler her kurumun kendi koşullarındaki derin bağlamsal analizinin yerine geçemez.
Seküleritenin basitçe din ve devletin ayrılması gibi, sekülerleşmenin de kamu hayatında
dinin rolünün azalması gibi evrensel tanımları yoktur. Her toplumun tecrübesi, ya/hem o
topluma ve onun din(ler)ine özeldir veya/hem de başka bir topluma nakledilemez ya da
uygulanamaz. Buradaki amaçlarımız için özellikle, her toplumda onun kendi bağlamına
bağlı olarak, devlet ile İslam’ın ayrılması, İslam’ın kamudaki rolünün aktif ve meşru
müzakeresi için gereklidir. Böylece, benim arzuladığım seküler devlet modeli gerçekte
İslam’ın kamu hayatındaki rolünü güçlendirmek için imkan sağlayan bir söylemdir.
Ancak, yine tekrar tekrar vurguladığım gibi, bu müzakere süreci, kamu politikasını ve
40
yasamasını belirlemede vatandaşlığa dair idrakin rolü için gerekecek anayasal ve insan
haklarına dair koruma mekanizmalarına tabidir. Din ve devletin ayrılmasında minimum
bir sekülerleşme, müzakere edilmiş, daha zengin ve daha derin bir sekülerleşme için
öncül koşuldur. Ki bunun da esası dini söylemi içerecektir ve kendi tarihsel bağlamında
her topluma özel olacaktır.
Sonuç analizinde şunu sunuyorum: Vatandaşlık söylemi ve siyasi hayatın dokusu
yoluyla devlet; sosyal adalet, barış, iyilik ve erdem gibi İslami toplumun ideallerine,
onların gerçekleştirilmesine imkan tanıyarak ve onları işleterek hizmet edebilir. Önerilen
devletin dini olarak yansızlığı konusu Şeriat’ın kendisinin de ilerideki gelişmesi için
gereklidir. Daha önce de vurgulandığı gibi, uzlaşma (ijma) Şeriat’ın en temelsel kaynağı
ve metodolojisidir. Birbirini takip eden Müslüman nesillerin uzlaşması yoluyla kabul
ettik ki Kuran’ın metni 400 yüzyıldan uzun bir süre önce Peygamber tarafından alındığı
haliyle kutsal vahiylerin hakiki temsilidir. Peygamber’in ne söylediği ya da onayladığı ile
ilgili olarak, Sünnetlerin hakikiliği de uzlaşma yoluyla inşa edilmiştir. Şeriat’ın bir
parçası olarak her hangi bir grup Müslüman tarafından kabul edilen her şey de
uzlaşmanın erdemi yoluyla yapılmıştır, çünkü basitçe Şeriat’ın her hangi bir ilkesini inşa
etme otoritesine sahip “Papa” ya da onun gibi bir insan veya grup yoktur. Müslümanlar
arasında uzlaşmanın bu ve diğer hayati öneme sahip işlevleri, eğer devlet memurları veya
bürokratları Müslümanlar arasında tartışmayı veya anlaşmazlığı kontrol etme ve
manipüle etme iznini alırlarsa tamamen yozlaşacaktır veya çarpıtılacaktır. Daha önce de
not edildiği gibi, her eskiye inanış dine aykırı görülerek başladığı için, Şeriat’ın
gelecekteki gelişmesini ve önemini garanti altına almak için, dine aykırılık ihtimalini
korumalıyız ve hatta onu tesit etmeliyiz. Baskı altına aldığımız her dine aykırı görüş için,
41
gelecek nesil Müslümanların kendi Ortodoks İslamlarının parçası olarak inşa etmek
isteyebilecekleri bir fikri veya ilkeyi elden kaçırabiliriz. Ben diyorum ki hiçbir insan,
başkalarının neye inanmak ya da inanmamak isteyebilecekleri üzerinde kontrol gücüne
sahip olmamalıdır. Bu yüzdendir ki, eğer bazı Müslümanların sözde İslami devlet adını
kullanarak, benim adıma, benim dini tecrübemin parçalarının ne olup olamayacağını
belirlemelerine izin verilirse, bir Müslüman olarak Şeriat’ın benim için hiçbir geleceği
olmayacağına inanıyorum. Devlet için barışı korumak, uzlaşmalıkları çözmek ve zaruri
hizmetleri sağlamak gibi birçok meşru işlev vardır, ama onun otoritesi Şeriat’ın ne
olduğunu ya da ne olmadığını belirlemek şeklinde genişletilemez.
Download