TANRI'NIN DOĞDUĞU YER -Bruce FEILER Derleyen: Halit YILDIRIM 18 Ağustos 2010 GİRİŞ Bir yıl boyunca Türkiye'den Ürdün'e kadar tüm Orta Doğu'yu gezdim ve kutsal kitabın ilk beş bölümünü tekrar okudum. Ağrı Dağı'na çıktım, Kızıl Deniz'i geçtim. Sina Dağı'na tırmandım. Çölde geçirdiğim o yıl beni sonsuza kadar değiştirdi. Macera aramaya çıkmıştım ama bir anlam arzusuyla dönmüştüm. Dahası Tanrı'nın hayatımdaki belirsiz rolünü anlamaya çalışarak döndüm. Politika, coğrafya ve inanç çarpışmaları, yazının icadından sonra Orta Doğu'daki her öyküye egemendi. Yahudiler ve Hıristiyanlar İslam'ın tek şiddet içeren din olduğunu iddia ederken, kendi geçmişlerini inkâr ederler. İnanç ve şiddet arasındaki savaşın en mide bulandırıcı ve kanlı anlatıları, Yahudi İncilinde anlatıldığı gibi başka hiçbir yerde böyle insanca ve umutlu anlatılmaz. Ve böylece ben, din hakkındaki kuşkularımla karşı karşıya gelmenin en iyi yolunun, Tanrı'nın doğmuş olduğu topraklara yolculuk etmek olduğunu düşünmeye başladım ve dünyadaki insanların yarısının kimliğini tanımlayan bir metni okumanın daha anlamlı olacağını düşünüyordum. Tanrı adına yürütülen savaşın çarpıcı noktalarına – İsrail, Irak, İran – yolculuk yapacak ve yol boyunca İncil'i yanımda taşıyacaktım. Ben Yahudi İncilinin ikinci yarısıyla işe başladım. Dünya çapında Japonya'dan Hindistan'a İran'dan Yunanistan'a kadar, organize dinler İ.Ö. 1. milenyumda oluşturdular. Alman filozof Karl Jaspers bu yıllara (İ.Ö. 800–200) Mihver Çağı der. Çünkü Şintoizm, Hinduizm, Yahudilik, Zerdüştlük, Plâtonculuk bu dönemde ortaya çıkmıştır. KİTAP BİR: TOPRAK Bilim adamları genellikle kutsal kitabın ilk dört kitabına – Tekvin, Çıkış, Levilliler, Sayılar – tek bir kitap olarak bakarlar. İncil fonetik ve biçimsel olarak sonraki kitaplarla ilişkilendirilir. Bu kitaplar Joshua'yı, Davut ve Süleyman'ın birleşik monarşilerini ve İsrail ve Yahuda'nın ayrık krallıkların yok oluşu ve İ.Ö. 586'da topluluğun Babil'e sürgününü içeren 500 yılı anlatır. Musa'nın birinci bölümünde baskın karakter olması gibi, ikinci bölümün baskın karakteri de Davut'tur. Adı Yahudi incilinde bin kereden fazla geçer. Bazı bilim adamları İsraillilerin dinlerine Yahudilik (Yahuda kabilesi nedeniyle) değil Davutizm denmesi gerektiğini söylerler. Tanrı'nın krallığının takdisini kazanan Davut, Hıristiyanlar için Mesih'in atası haline gelir. Hatta Kuran bile ondan peygamber olarak söz eder. Kutsal kitapta yazdığı gibi o açıkça “Tanrı'nın kalbinin arkasındaki adamdır”. Bugün Yahudiliğin en önemli sembolü olan ve birbirine kenetlenmiş iki eşit kenar üçgenden oluşan 6 köşeli yıldız, hexagram, Magen Davut ya da Davut'un yıldızı olarak bilinir. Aslında bu motifin kökeni Yahudilik değildir. Helenistik dünyada hexagramlar tüm dinler tarafından kullanılıyordu. Orta Çağ'da ise Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler bu motifi şeytan ve ateşi uzak tutmak için kullandılar. 14. yüzyılda Yahudi yazıtlarının mistisizmi bu sembolün, Tanrı'nın Kral Davut'u korumak için kullandığı kalkanda kullandığı ileri sürüldü ve ilk defa 1527'de Prag'da Yahudi bayrağında yer aldı. 1 Aydınlanmış Yahudilerin Yahudiliğin bir ırk değil din olduğunu ispatlamaları için, Hıristiyanların haçına benzer bir sembole ihtiyaçları vardı. Böylece Magen Davut Siyonistler için bir güç sembolü olurken, Naziler için nefretin sembolü oldu. Davut'un yıldızı Yahudi rahiplerin atkısındaki mavinin üzerine işlenmişti. Buradaki mavi ise mavi bir kayanın üzerine işlenen Musa'nın on emrinden geliyordu. Birçok bilim adamı İsa'nın Beytüllahim'de doğmasının nedeninin, Yahudi incilinde Mesih'in Davut'un şehrinden geleceği söylenmesinden kaynaklandığını belirtir. Aksi halde hamile bir kadın neden Nasıriye'den üç gün yürüyerek buraya gelsin ki? İnsanlar bugün İsrail'in çok dar olduğunu düşünüyorlar. Antik dönemlerdeki İsrail çok daha dardı; hatta bugünkünün yarısı kadardı. Hikâyenin ana gerilim konusu budur. Eğer İsrailliler büyümek istiyorlarsa, daha iyi topraklar ele geçirmeliler. Doğuya gidemezler çünkü çöl var; güneye gidemezler çünkü orada da çöl var. Kuzeye gidemezler çünkü orada çok daha güçlü Mezopotamyalılar var. Genişlemenin tek yolu batıya gitmek ve orada da Filistinliler var. Davut'un hikâyesinin gerçeği, İsraillilerin kaderlerini gerçekleştirmelerinin tek yolu Filistinlilerle yüzleşmektir. Ama bu kolay değildir. Filistinli kelimesinin kökeni İbranicede Filistin'den gelir ve Ege'den gelen yüksek uygarlıktır. Demiri işlemede büyük hünerleri vardı ve bu onlara iyi silah yapma avantajı sağlıyordu. Onlara göre İsrailliler bir grup serseriydi. Bu hikâyedeki bir ironi inkâr edilemeyecek kadar göz önündedir. Filistinliler tarih boyunca Yahudi incili onları aşağıladığı için aşağılanmışlardır. Ortadan kaybolduktan çok uzun süre sonra bile, adları bir aşağılama olarak kaldı. Kutsal kitabın dışında bu kullanım ilk kez 17. yüzyıl Almanya'sında kullanıldı. Öğrenciler, öğrenci olmayanların ve yabancı öğrencileri bu isimle çağırdılar. Filistin sözcüğü İngilizceye girdi ve kültürsüz ve cahil insanlar için kullanılmaya başlandı. Aslında gerçek Filistinliler çok kültürlüydü: İsrail ve Filistinliler karşılaştırıldığında İsrailliler Filistinliydi. Neyse, Filistinliler daha iyi topraklara sahipti. Daha büyük şehirleri vardı ve teknolojik olarak daha ileriydiler. Peki, İsrailliler neden yok olmayı göze aldılar? Burası vaat edilen topraklar. Oraya yerleşmeleri gerekiyordu. Ama bunu yapmadan önce İsraillilerin bir lidere ihtiyaçları vardı. Birisi Davut'un üzerine şekerli süt dökmüş gibi İsrail'in genç yakışıklı cesur kralı – ne kadar çekici olduğunu okumaya bile korkuyorum – yine kazanmıştır. Tanrı'nın elçisi Mesih'in evini kuran insandan çok, kanlı bir darbe hazırlığındaki bir diktatöre benziyordu. Hun Atilla ile Moğol Cengiz Han arasında bir şeydi. Tarihteki ilk makyevelist prens. Biyografi yazarı Jonathan Kirsch, Davut için elleri kanlı bir Robin Hood der. Yazar Steven Mckenzie kitabı “Kral Davut”ta ona terörist der. Döneminin öncü arkeologlarından Baruch Harpen, Davut için “İsrail ikonografisini kendi çıkarları için kullanmış olan Filistinli bir Hannibal Lecter” der. Kutsal kitapla barış yapmadan önce, bir soruya cevap bulmam gerekiyordu: Davut gerçekten herkesi kendi çıkarları için kullanan bir Golyat mıydı? Davut'un yükselişi zaferle değil, yalnızlıkla biter. Çöküşünün esas nedenleri; kibir, ilahi takdir ve kadınlardır. Kudüs'ü ele geçirdikten sonra ilk işi Kuzey İsrail krallığında bulunan Ahit Sandığı'nı Kudüs'e getirmekti. Bu kuzeyin sadakatini güçlendirmek için yapılmış parlak bir manevraydı; böylece hazineleri ulusal bir ikon haline gelecekti. Sandığın Kudüs'e getirilmesi büyük bir güç sembolüydü. Sandık ve On Emir, Tanrı tarafından Sina Dağı'na indirilen Musa'nın emirlerinin somut manifestosuydu. Tanrı ve İsrailli insanlar arasındaki ahdi temsil diyordu. Tanrı insanları korumaya, insanlarsa onun emirlerini yerine getirmeye söz verirler. Bu İsrail dininin temelidir. 2 Bu yasaların inişi ve Davut'un yükselişi arasındaki yüzlerce yıl içinde sandığın kabileler arasındaki etkisi giderek azalmıştı. Kabileleri birleştirerek ve sandığı Kudüs'e getirerek, Davut ilk kez İsraillilerin politik görüşünü ve dini geleneklerini birleştirdi. Günümüz deyimiyle kilise ve devleti. Sembolik olarak Davut'un bu hareketi, Sina Dağı'nın yasallığını Kudüs'e, kutsal kitaptaki adıyla Zion Dağı'na taşıdı. Aslında bu fethin tepe noktasıydı; çünkü tüm kabileleri tek bir başkentte birleştiriyordu. Ama Davut'un rolü tamamlanmamıştı. Göçebe insanlar için zenginlik sayılabilecek bir şekilde sedir ağacından bir evde yaşıyordu. Oysa Kutsal Ahit Sandığı bir çadırdaydı. Onun için bir tapınak yapamaz mıydı? İnsanlarla ilişkisinde her zaman açık olan Tanrı, Davut'la ilişkisinde bir sınır koymuştur. Beraber hareket edebilirler ama daha beraber ev yapacak kadar yakın değildirler. Ama daha sonra Tanrı çok daha şaşırtıcı bir şey yapar ve Davut'a vermeyi reddettiği her şeyi çocuklarına verme sözü verir: “Günlerin tamamlandığında ve babanın yanına yattığında senden sonra senin dölünden geleni yükselteceğim, senin soyundan gelen birini ve ben ona bir krallık kuracağım. O benim adıma evimi yapabilir ve ben onun tacını sonsuza dek sürdüreceğim”. Bugün Davut'un özellikle İsrailliler arasındaki popülaritesi, onun vahşi biçimde şiddet kullanmasından kaynaklanır. Davut'un saltanatı kırk yıl sürmüştür. Otuz üç yıl Kudüs'te, aynı otuz üç yaşında ölen İsa gibi. Ama İsa'nın aksine Davut hayatının sonunda ancak birkaç müridiyle kalmıştır ve onu seven çok az insanla. Yalnız ve zayıftı. Acınacak haldeydi. Onun ani yükselişinden ve mükemmel düşüşünden neler öğrenebiliriz? Avner ve ben, Yahudi Üniversitesi'nden Yair Zakovitch'e katıldık. Davut'un biyografisini yazmıştı. “Kutsal kitapla ilgili unutmamanız gereken şey oradaki insanların ve hikâyelerin sadece mesaj iletmek için birer araç olduğudur. Kutsal hikâye genç milletimizi eğitmek için yazılmıştır, bize gerçekte ne olduğunu anlatmaz”. “Kutsal hikâye birçok yönden tektir; çünkü tarihimiz boyunca bir karakterden bir diğerine giderek bize tarihimizi anlatır. Ve bu tarih liderlerimizin başarısızlığının tarihidir. Tanrı takdisimizdir. Liderlerimiz ise cezamız”. “Kutsal kitap bize hiçbir zaman kusursuz olanı sunmaz” diye devam etti. “Çünkü kusursuz bir insandan ne öğrenebilirim? Kusursuz insanlar bir kaideden bana bakarlar. Kutsal kitap bizim liderlerimizden öğrenmemizi istedi”. “Peki, kutsal kitabın Davut'un bir kral olarak başarısı ve aile adamı olarak başarısızlığını vurgularken vermek istediği mesaj nedir?” “Ruhani işler. Eğer bir insan olarak başarısız olursan, bir kral olarak başarılı olsan bile bu bir işine yaramaz. Eğer karakterin zayıfsa tüm ulusun bunun bedelini öder”. “Peki, madem Davut'un mirası bu kadar bozulmuştu, İncil neden onu İsa'ya bağlamaya çalışıyor?” “Bak, bunlar Yahudi literatürünün çok önemli bir parçasıdırlar ve Davut soyundan olmayan bir liderin Mesih olamayacağını biliyorlardı. Eğer Yahudileri İsa'nın tek olduğuna ikna etmek istiyorsan, onu Davut'a bağlamalısın. Mesih-kral Beytüllahim'de doğmalıdır ve Kudüs'e gelmelidir. Elbette İsa Kudüs'e geldiğinde bir eşeğe biniyordu; çünkü biz Zekarya 9'da böyle okuduk”. 3 TANRI'NIN EVİ Antik dünyadaki tüm tapınaklar doğuya bakardı. Çünkü binanın yüzünün güneşin doğuşunu görmesi istenirdi. Ama Kutsalların Kutsalı binanın arkasındaydı, yani cepheden daha kutsal... Herod'un duvarının yanında olması gereken duvar yoktu. Ve delik çimentoyla kapatılmıştı. Bu nokta neredeyse 3. Dünya Savaşı'nın başlangıç noktası olacaktı. 1981'de Batı Duvarı Haham'ı Yehuda Meir Getz, izin almadan Haram'ın altına doğru Kutsalların Kutsalı'nı bulmak için kazı başlatmaya çalıştı. Getz her sabah tünelde bir cebinde kutsal kitap, belinde tabanca, tamamen siyahlar içinde, kafasında beyaz bir kippah ile dua eden bir mistikti. Amacına ulaşmak için Rafi Eitan ile ortak çalışıyorlardı. Eitan daha önce İsrail Başbakanına terör konusunda danışmanlık yapmıştı. Getz ve Eitan, kutsal bariyeri aşıp büyük bir tünel buldular. Buranın tapınağa giren rahipler tarafından kullanıldığını düşünüyorlardı. “Elimizde büyük aletler olmadan küçük bir keskiyle, gizlice ve sessizce rahiplerin Kutsalların Kutsalı'nın altına gizledikleri Ahit Sandığı'nı bulabileceğimizi düşündük” diyordu Eitan. Getz ve Eitan Süleyman'ın ölümünden beri gizli kalan sandığı buldukları takdirde, Mesih'in gelişini yakınlaştıracaklarını düşünüyordu. Ama kazıları Tapınak Dağı'nın sakinleri tarafından hoş karşılanmadı. Çatışma patlak verdi. Müslümanlar kazıcıları uzak tutmak için su topları hazırladılar. Getz'in karısı, yakındaki bir okuldan Yahudi öğrencileri çağırdı. Her iki taraf da polise gelene kadar kavga etti. Başbakan Menachem Begin hemen yasadışı geçidin kapatılması emri verdi. İkinci tapınağın yıkılmasından sonra, tüm kompleks kullanım dışı kalır. Yahudilerin Kudüs'e girmeleri bile yasaktır. Birkaç isyan olur ama genelde uzak dururlar. Yahudiler her zaman Tanrı'nın varlığının Tapınak Dağı'nı asla terk etmediğine inanırlar ama yüzyıllar boyunca dua yeri olarak Zeytin Dağı'nı kullanırlar. 1516'da Türkler Kudüs'ü ele geçirince Muhteşem Süleyman Yahudilerin tapınaktan arta kalanların önünde dua etmelerine izin verir. Sonrasında batı duvarı Yahudi yaşamının merkezi olur. Yahudiler buraya girmeden önce ayakkabılarını çıkarırlar. Duvarları öperler ve duvardaki boşluklara Tanrı'ya yazdıkları ricaları koyarlar. Duvar inancın ve Yahudi insanların bir sembolü haline geldi. Yahudi olmayan gözlemciler, Yahudilerin sürekli sallanarak yaptıkları dualara atfen bu duvara “Ağlama Duvarı” dediler. 1873'de İngiliz yazar Samuel Manning “Yahudiler her Cuma burada toplanıyor ve yıkılan devletleri için ağlıyorlar. Bazıları sanki görünmeyen bir varlıktan cevap bekler gibi dudaklarını duvara yaklaştırıyor, diğerleri ise ızdıraplı haykırışlarla ağlıyor” diye yazmıştı. İngilizler 1917'de Kudüs'ü aldığında bu bölgenin adı da “Ağlama Duvarı” oldu. Ama İsrail 7 Haziran 1967'de bu bölgeyi tekrar ele geçirdiğinde, İsrailli liderler devletleri tekrar kurulduğu ve dua etme özgürlükleri geri geldiği ve İsraillilerin artık ağlamasına gerek olmadığını vurgulamak için bu kutsal yeri tekrar “Batı Duvarı” olarak adlandırdılar. İlk tapınak sırasında insanlar Tanrı'nın orada yaşadığını düşünüyordu. Babil'e sürgün sırasında bu fikir değişti. Tanrı her yerde olmalıydı. O zaman neden Tanrı en başta İbrahim'e toprağı vaat etti? Çünkü Tanrı bizi iki seviyeye bağlar: İnanç seviyesi, millet seviyesi ve insan olma. Bir millet olarak toprağa ihtiyaç duyarsın. Ama dinin ihtiyacı yoktur. Bu, yolculukta öğrendiğimiz en önemli şey. Musa dinin merkezindeki karakterdir. Ama bu topraklara asla ayak basmaz. Davut ve Süleyman bu milletin en büyük liderleridir ama Tanrı'ya karşı hayal kırıklıkları ve hataları vardır. Kutsal kitabın ikinci yarısından çıkarılacak ders şudur: fiziksel toprak, politik güç ve hatta tapınak, Tanrı'nın insanları için son değildir. Amaç tanrının emirlerini yerine getirmektir. 4 KİTAP İKİ: SÜRGÜN En ünlü peygamberler Solomon'dan sonraki yüzyıllarda çıkarlar ve kralların dini otoritesini yıkarlar. Bu figürler için İbranicede 'Nabi' denir ve bu terim büyük ihtimalle kehanetin iyi bilindiği İsrail'in kuzey komşusundan gelmektedir. İbranice kelime sadece geleceği bildiren değil aynı samanda Tanrı'nın isteklerinin müjdecisi anlamına gelir. Peygamber sadece ne olacağını anlatır. O bir şairdir, o bir sosyal eleştirmendir. O tüm gücü, moral görüşü ve vurgulanan aykırılığıyla Tanrı'nın adamıdır. Peki, peygamberlere neden İ.Ö. İlk bin yılda ihtiyaç duyuldu? Neden daha önce değil? İlk neden, İsraillilerin yaşayışlarındaki dramatik değişimdir. Çölün gezgin insanları yerleşik hayata geçince toplumdaki kutuplaşma arttı. Toprak sahipleri ve tüccarlar büyük gelirler kazandılar. Alt sınıfların ihtiyaçlarını görmezden geldiler ve onları daha çok çalıştırdılar. Günümüz deyimiyle zengin daha zengin, fakir daha fakir. Dahası herkes biraz fazla eğleniyordu. Yeni şehirli yaşamlarıyla yüzleşince, İsrailliler köyden kente gelen herkes gibi kendilerini şehrin ahlaksızlıklarına teslim ettiler – zina, oburluk, vurdumduymazlık. Peygamberlerin hikâyesi bu kaygısız, kalpsiz, sosyal durumun Tanrı'nın insanlık görüşü olmadığını anlatır. Düzgün bir Tanrı inanışı insanoğlunun düzgün davranmasını gerektirir. “Sizi neden affedeyim?” der Tanrı. Arkalarında Kutsal Kitap bırakan on beş peygamber, toplumun farklı kesimlerinden geliyordu. Irak'taki medeniyetin kökenleri en az 7000 yıl geriye gider. İnsanlar avcılık ve toplayıcılık yaparak gezinmeyi bıraktıklarında ve daha düzenli yiyecek kaynakları için toprağa yerleşmeye başladıklarında, İ.Ö. 4. milenyumun ortalarında, bölgede bir iklim değişikliği oldu ve daha soğuk ve kuru bir dönem başladı. Böylece tarım teknikleri, yüksek dağ kesimlerinden güneydeki daha alçak bölgelere yayıldı. Sulama o kadar başarılıydı ki ilk çiftçiler nohut, mercimek, buğday, şalgam, soğan, sarımsak ve hardal yetiştirdiler. Büyüyen topluluklar bu yeni bulunan zenginliği büyütmek için pulluğu ve malzemeleri taşımak için kağnıyı ve ürünlerini Mısır, Hindistan ve Uzak Doğu'ya taşımak için yelkeni buldular. İ.Ö. 3000 yıllarında Güney Irak'ta büyüyen medeniyet kendisine medeniyetin efendilerinin toprağı, insanlarına da siyah kafalı insanlar dendi. Sümer ismi bu topraklara daha sonra kondu. On bin metrekarelik bu alan Bağdat'tan körfeze kadar şehir devletleri tarafından kontrol ediliyordu. Sümerler pek çok kez yükselip düştüler ama egemenliklerinin zirvesine İ.Ö. 2112 ile 2004 arasında hüküm süren Urnammu zamanında ulaştılar. Bu zaman aralığı, kutsal kitabın İbrahim'in doğduğunu söylediği zaman aralığıdır. Elit Sümerliler çömlekçi tekerini, kubbeyi ve medeni yaşamın ilklerini keşfettiler; bira da dahil. Sümerler arpayı ve diğer tahılları tatlı malt elde etmek için kullanan ilk insanlardır. Bappir adı verilen bu mayalanmış biranın kendi tanrıçası bile vardı. Ağzı dolduran kadın olarak anılan Ninkasi'den Hammurabi yazıtlarında bahsedilir. Sümer'in Batı medeniyetinde iki temel anlamda önemi vardır: Yazının çok sık kullanılması ve tanrı merkezli bir dünya görüşü. Her ikisinin de kutsal kitapta derin etkileri vardır. Mezopotamya'daki büyük yazma işlemleri büyük ihtimalle hayvan derilerine ya da kâğıt üzerine yapıldı. Her ikisi de çok çabuk yok olduğundan, bugün o dönemden kalan hiçbir şey yoktur. Ancak bugün Batı Asya tarihi ile ilgili bildiğimiz her şey pişirilmiş kil tabletlerden okuduklarımızdır. Sümerler kitap insanı değillerdi. Onlar tablet insanlarıydı. Sümerler evrenin düz bir disk olduğuna ve suyun üzerinde durduğuna ve üzerinde bir kubbe olduğuna inanıyorlardı. Sümer dininin yazılı kaynakları kutsal kitaba benzer. 5 Sümer yaradılışında dünya sulu bir kaostan çıkar. Ve tanrılar insanların cennette yaşadığı sulu bir bahçe yetiştirirler. Sümer yazıtları, tanrılar dilleri karıştırmadan önce tüm insanların tek bir dili paylaştığını anlatırlar. En etkileyici paralellik, Sümer şehri Uruk'un kralı Gılgamış ile ilgili on iki tabletlik yazıtlarda ortaya çıkar. Yahudi kutsal kitabının da diğer dinlerle ortak sorunu şu ki, hepsi kendi dininin tek olduğu yazılı metnin tartışılamaz olduğu ve tanrıyla öyle özel bir ilişkisi olduğunu düşünüyor, kendinde buna katılmayanlara zarar verme hakkını görebiliyor. Kutsal kitap yazarlarının kendilerinden önceki kaynaklardan etkilenmeleri, kitabın bir toplama olduğu değil, diğer yazıtlarla diyalog içinde olduğunu gösterir. Ve eğer yazıtlar diyalog kurabiliyorsa, onlardan çıkan inanç sistemleri de diyalog kurabilirler. Kutsal kitabın Mezopotamyalı atasıyla paylaştığı en önemli konu, Yaradılış, Tufan ya da Babil Kulesi değildir. İnsanların dünya üzerindeki yaşamlarını daha iyi bir hale getirmeleri için tanrıya ihtiyaç duyduklarını anlamalarıdır. Bu ilahi olana duyulan hasret, gelişmiş medeniyetten ayrılamaz. Her ne kadar kutsal kitabın büyük kısmı İsraillileri bir millet olarak kabul etse de ilahiler, saf, tek bir insan kalbi içindir. En büyük eylemle, evrenin yaratılışıyla başlayan kutsal kitap, sonunda en kişisel eyleme, her insanın yaratıcıyla konuşmasına gelir. Kutsal hikâyenin özü – insanlarla Tanrı arasındaki ilişki – artık bir gruba özgü değildir, hepimize aittir. Kutsal kitap sadece dinin arka planı olmaktan çıkar ve dinin kendisi olur. BABİL NEHİRLERİ KIYISINDA Sümer Mezopotamya'nın ilk büyük medeniyeti olabilir ama Babil ilk büyük imparatorluğuydu. Sümer İ.Ö. ikinci milenyumda zirvedeyken, Arabistan'ın göçebe kabileleri kuzeye doğru Fırat-Dicle vadisinin kalbine doğru taşınmaya başladılar. Başlangıçta kendi göçebe kurallarıyla Sümer şehirlerinin çevrelerine yerleştiler. Aynı zamanla şehirleşmiş alanlara ilerlediler ve rakip bir siyasi güç oldular. 1781'de Alman bilim adamı August Ludwig Scholzer, bu kabilelerin konuştukları diller için ilk kez “Semitik” terimini kullandı. Daha sonra “Semit” bu insanları tanımlamak için kullanıldı. Semitlerin ilk zaferi Babil Krallığı'nı kurmalarıdır. Bugünkü Bağdat'ın hemen güneyinde, kuzeydeki dağların hemen ortasında kurulmuştur. Babil kelimesi Akat dilindeki Bab-ilu kelimesinden gelir ve “Tanrının Kapısı” anlamındadır. Kutsal kitapta ilk kez Babel olarak geçmiş daha sonra Yunanlar tarafından Babil olarak adlandırılmıştır. Babil antik Yakındoğu'nun en ünlü kentiydi. Babil'in İ.Ö. 1800'lerde yükseldiği dönemde Ur, Şam ya da Kudüs sadece birer tepeydi. Babil'in ilk altın çağı Hammurabi ile başladı. Hammurabi İ.Ö. 1792 ve 1750 yılları arasında hüküm süren korkunç bir kraldı. Bazı çivi yazısı tabletler Hammurabi'yi Tekvin 14'de ortaya çıkan modern İbrahim Şinar'ın Amrafel'ine bağlar. Sümer, farklı şehir devletlerinin rastgele birleşmesi ile oluşmuş gibidir. Hammurabi'nin en büyük mirası 281 yasadan oluşan ve çok kapsamlı yasadır. Bir başkasının kölesini çalana ne yapılacağı (cezası ölümdür), bir başkasının tarlasını alan ama işlemeden tutan bir adama (tarla eski sahibine geri verilir) ne ceza verileceği anlatılır. Hammurabi kanunları pek çok kez çoğaltıldı ama bugüne kadar gelebilen tek örnek sekiz ayak uzunluğundaki siyah diyorit taşından bir tabakadır. Yazılı kanun ihtiyacı, kayaya yazı geleneğini başlatmıştır. On üç sayılı kanun, o zamanda bile uğursuz olduğu için listede yoktur. Bilinenin aksine, bu kanunlar tarihte bilinen ilk yazılı kanunlar değildir. Ondan daha eski örnekler vardır. Ancak böyle bilinmesinin en önemli nedenlerinden birisi de şaşırtıcı derecede insani ve gelişmiş bir sosyal adalet barındırmasıdır. Örneğin, kadınların erkeklere göre daha az hakları vardır ama onlara sağlanan koruma yine de devrim niteliğindedir. 6 Tarihçiler Savannah'ın Pekin'den (şimdi Beijing) sonra en planlı şehir olduğunu söylerler. Pekin 15. yüzyılda kurulmuştu. Babil bundan tam 20 yüzyıl önce planlı bir şehir olarak yaşıyordu. Antik dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Babil, kabaca bir kareydi ve Fırat tarafından ikiye ayrılıyor ve on bir mil uzunluğunda, üzerinden iki tane dört atlı aracın birbirine değmeden geçebileceği kadar geniş duvarlarla çevriliydi. Peki, Babil ve Sümer arasındaki pratik fark neydi? “Bence Sümer bir şehir devletiydi” dedi Herodot. “Babil bir ulusal devletti. Sümer medeniyetin başladığı yerdi, Babil'se dünyaya yayıldığı yer”. İsraillileri sürgündeki komşularından ayıran bir diğer kavram; Babil'in sokaklarında yürüyen bir sürü milletten insan içinde Yahudiler kutsal kimliklerini korumakla ilgilenen tek ulustu. Ruhsal temizlik, sünnet ve sadece kendi kavminden insanlarla evlenmek gibi gelenekler özellikle korundu. Bir dinin doğuşuna tanıklık ediyoruz. Anlatılan ve yazılan kuralların İsrail dini için önemi yüzlerce yıl eskiye kutsal kitapta ilk yazılı şey olan On Emir'e kadar dayanır. Babil her köşesinde gücün izlerini taşıyan kalın duvarları, karışık işlemeleri, detaylı kanalları ve gelişmiş mimari detayları olan büyük bir şehirdi. Hepsinden çok şehrin ne kadar üstün bir matematik bilgisini içerdiğini öğrendiğimde etkilenmiştim. Matematiğin Mezopotamya'da derin temelleri vardı. Sümerliler ilk kez bir günü yirmi dört saate ve bir daireyi üç yüz altmış parçaya bölmüşlerdi. Babilliler daha da ileriye gittiler. Güneş saati, su saati ve ay takvimini mükemmelleştirdiler. Ay takvimleri yirmi dokuz ya da otuz çeken on iki ay ve düzenli eklenen bir ayı içeriyordu. Babil Zigguratı pusulanın dört ana yönüne göre yapılmıştı. Bu gelişmişlik beni şaşırttı. Güçlerin zirvesinde İ.Ö. 6. yüzyılda Babilliler bölgede Kildaniler olarak bilinirler. Bu isim İ.Ö. 9. yüzyılda Mezopotamya'nın merkezine yerleşen ve sonunda krallığı ele geçiren Arap kabilesinden gelir. Hem kral Nabopolassar hem de oğlu Nabukadnezzar 2 bu kabiledendi. Kildaniler adı, Tekvin'e göre İbrahim'in vatandaşları Yeremya, İşaya, Hezakiel ve diğer peygamberler tarafından Babilliler'e verilmiştir. Yunan tarihçi Herodot Babil'i İ.Ö. 5. yüzyıl ortalarında tanımlamış ve “bilinen dünyanın en görkemli şehri” demiştir. Muhammed'in amcasının soyundan gelen Abbasi hanedanı, Emevileri devirip 762 yılında Bağdat'ı başkent yapar. Kervan rotalarının ve nehirlerin birleşme yeri olan Bağdat verimli topraklara sahiptir. Adı eski Suriye dilinde “Koyun çiti” anlamına gelir. Pers dilinde ise “Tanrı'nın hediyesi”. Bir daire şeklinde inşa edilen – işte bir planlı şehir daha – Bağdat kısa zaman içinde ortaçağ dünyasının kültür merkezi haline gelir. Bugün hatırlaması zor olsa bile Avrupalı akranları karanlık çağları yaşarken, Bağdat bilim, felsefe ve tıpta diğerlerinden yüzlerce yıl ötedeydi. Abbasi halifesi Me'mun; Platon, Aristo, Hipokrat ve diğer bilim adamlarının kitaplarını Arapçaya çevirtti. Kuran'ı günlük yaşam için kullanılabilir hale getirdi. Bağdat Rönesansı İtalya'dan yarım bin yıl önce çiçek açmıştı. Bin bir gece masalları olarak adlandırılan Hindu, Arap ve Çin hikâyeleri, bugün bile anlatılır. Bağdat 1258'de Moğollar tarafından yıkılana kadar bir kültür ve ticaret merkezi olarak kaldı. Moğollar sekiz yüz bin kişiyi öldürdüler ve Arap medeniyeti bunu asla unutamadı. Moğollar imparatorluk kurucuları değildiler. Bölgeyi Osmanlılara bıraktılar. İngilizler 1917'de kontrolü alana kadar Bağdat bölgenin başkentiydi. İngilizler özgürlük savaşçıları olarak karşılanacaklarını düşünüyorlardı ama bir süre sonra işgalci durumuna düştüler. Kısa süre içinde bir krallık oluşturarak ülkeyi kendi haline bıraktılar. Irak'ın Batı kaynaklı sekülerizm ve İslam tabanlı teokrasi arasında gidip gelişi sokaklarına bile yansır. 1950'lerde Bağdat Walter Gropius ve Frank Lloyd Wright gibi modernist mimarların eserlerini barındırıyordu. 7 Saddam başlangıçta batıyla bağlarını geliştirmeye çalıştı. Londra'daki St. Paul katedralini, İspanya'daki Elhamra Sarayı'nı ve İ.M. Pei'nin Louvre Müzesi'ndeki camdan piramidini incelemeleri için mühendislerini gönderdi. Ama İran'a saldırı nedeniyle halkın sadakatini kazanmak için daha fazla cami yaptırmak zorunda kaldı. Bunlardan biri de dört minaresi de Scud füzesi şeklindeki “Tüm savaşların anası” camiydi. Yüzyılın sonunda militan İslam Irak'ta yükseliyordu. Ama militarizmin bir bedeli vardı. Bağdat içinde gezinmenin en etkileyici kısmı Amerikan bombalarının etkilerini görmekti. Ama Saddam'ın suratının tek silindiği yerler heykeller değildi. Kömür karası bıyıklı sert çehre neredeyse her dükkânın, her reklâm panosunun üzerinden bir şekilde kazınmıştı. Bazıları tamamen kazınmıştı, bazılarıysa sadece gözleri kalıncaya kadar silinmişti ama bir şekilde hâlâ orada olduklarını hissediyordunuz. Irak'a gelmemin nedenlerinden birisi dinin kökenlerindeki ve batı medeniyetinin yapılanmasındaki rolünü anlamaktı. Bu bakımdan ülke beklentilerimi aştı. İnsanların Tanrı suretinde yaratılmaları konusundan, Tanrı'nın her yerde olduğu devrimci görüşüne kadar ya da Tanrı'nın düşmanlarını kucaklaması gibi düşüncelerin hepsi burada doğmuştu. Öğrendiğim ikinci ders doğrudan tarihle alakalı. Hiçbir medeniyetin gerçekler üzerinde tekeli yoktur. Kolejde öğrendiğim “tarih kazananlar tarafından yazılır” sözü yanlıştı. Tarih hem yenenler hem de yenilenler tarafından yazılıyordu. Babil'in görkemi Nabukadnezzar'ın bilimle ilgilenen cesur bir komutan olduğunu gösteriyor. Kutsal kitapsa onu bir ayyaş ve suçlu olarak gösteriyor. Mesele birinin doğru diğerinin yanlış olması değil, her ikisinin de kendilerinin doğru olduğuna inanmaya haklarının olması. Ne kadar çok Yahudi ve Hıristiyan'ın Ortadoğu’da olup biteni kutsal kitapta anlatılan kehanetlerin başlangıcı olarak gördüklerini, Müslümanlarınsa tam tersi bir sonuç çıkardıklarını anlayınca şaşırdım. Irak'ta öğrendiğim üçüncü ders bu topraklarda dini şiddetin, dinin kendisinden ayrılamaz olduğuydu. Kabil'in Habil'i Abel'i öldürdüğü Tekvin'in açılış sayfalarından İsraillilerin düşmanlarının kanlarına susadıkları 137. ilahinin intikamcı satırlarına kadar anlatıldığı üzere, bu nehirlerin kıyısında kaos da düzen kadar eskiydi. Her gün medeniyetin insanlık dışı duruma son vereceği hissine kapıldım. Sonuç olarak Irak'ta tanıştığım herkes – hem yabancılar hem ıraklılar – kendilerini duygusal bir zırha sarmışlardı. Ben de öyle yaptım. Anarşi ve kaosun tek gerçek olduğu bir yerde hayatta kalmanın tek yolu buydu. Irak'a gelmeden önce Mezopotamya ile ilgili görüşlerim karışıktı. Bu kıyılarda birbirini itip kakan bu medeniyetleri birbirinden ayırt edemiyordum. Sümer Babil'e aktı, Asurlulara yol verdi, sonra Babil'e döndü. Kültürlerin karışımı hâlâ devam ediyor. Irak hâlâ Müslüman dünyasının en heterojen ülkelerinden birisi. Şiiler, Sünniler, Kürtler ve dışarıdan destekçileri. Ama ülkeyi bir uçtan diğerine dolaşmış olsam da gezdiğim her üç medeniyetin de – Sümer, Babil, Asur – tek bir ikonik görüntüye bağlı kalması beni şaşırttı: Ziggurat. Her biri farklı tanrılara yapılmış olsa da... Kutsal kitap bu yapıya Babil Kulesi diyor; bir ziggurat insanları Tanrı'ya yaklaştırır. Babil'in hikâyesi geleneksel olarak Tanrı'nın, otoritesine karşı gelen insanları cezalandırılması olarak görünür. KİTAP ÜÇ: DİASPORA IŞIK OLSUN Duygusal olarak diyebilirim ki İranlılara karşı olan korkum Ruslara olan korkumdan daha büyük. Benim neslimden insanlardan şeytanın resmini çizmelerini isteseler, büyük çoğunluk Ayetullah Humeyni'nin resmini çizerdi. 8 Katıksız pratik bir düzeyde İran'ın diğer yerlerden biraz farkı var. Birleşik Devletler'le ilişkiler hiç düzelmedi, kredi kartları çalışmaz, bir visa almak neredeyse imkânsızdır, izlenmeden bir şey yapmak düşünülemez. İran İslam Cumhuriyeti karşı çıktığım her şeyi temsil ediyordu: din politik güce dönüşmüş, otoritesini yetmiş milyon insanın günlük hayatını bile kontrol etmek için kullanıyor ve bunu yeni bir devrim olarak dünya çapındaki teröristlere yayıyordu. Ama kutsal kitap antik İran için çok farklı bir portre çiziyor. Pers ülkesi, yani Ezra'nın kitabında anlatıldığı gibi Fırat'ın ötesi, İ.Ö. 536'da Babil'i yok ederek İsraillileri özgürleştiren ve onları Kudüs'e göndererek ikinci bir tapınak yapmalarını sağlayan cesur ve hoşgörülü bir yer olarak anlatıyor. Persler tek tanrılı dinlerin kurtarıcısıdırlar. Bugünün büyük şeytanı, antik çağların büyük Mesih'iydi. İran devriminin kökenleri neredeyse yüzyıl geriye, 1891'deki tütün protestolarına kadar gider. Ülkenin zengin tütün stokunun İngilizlere satılması üzerine, Şii otoriteleri tütün içimini yasaklamıştı. O günden itibaren Mollaların sesleri düzenli olarak arttı. Muhammed Rıza Şah'a alkol satışını yasaklamadığı, kumarı ve evlilik öncesi seksi yasaklamadığı için hiç ısınmadılar. 1963'de Şah Amerika'nın da baskısıyla “Beyaz Devrim” adını verdiği altı maddelik bir reform paketi açıkladı. Bunun içinde zengin toprak sahiplerinin ellerinden topraklarını almak, kadınlara daha fazla güç vermek, kırsal alandaki eğitime para akıtmak gibi işlerin yanı sıra, asıl yenilik devlet işlerinde Kuran'a dayanan ezeli sadakati kaldırmak istiyordu. Tahran'ın hemen güneyindeki dini başkent Kum'da yaşayan altmış üç yaşındaki İslam otoritesi Ayetullah Humeyni, bu kanunların Müslümanlığa karşı olduğunu açıkladı. İki gün sonra Şah oraya iki tabur asker göndererek Humeyni'yi tutuklattı. Sonraki on üç yıl boyunca Humeyni Irak'taki Şii kutsal kenti Necef'te kalarak, Şah'a ve Batı dünyasının çürümüşlüğüne dair fetvalar yayınlamaya devam etti. Başkan Jimmy Carter'ın baskısıyla 1977'de Şah üç yüz siyasi tutukluyu serbest bıraktı ama öfkeyi ancak bastırabildi. 1978 Eylül'ünde kitlesel ayaklanmalar başladı. Bunun üzerine Şah helikopterleri ve tankları kullanarak yüzlerce insanı öldürttü. 12 Aralık günü iki milyon kişi sokakları doldurdu ve bir ay sonra Şah Mısır'a kaçtı. Düzinelerce devrimci grup zafer ilan etti ama Humeyni en hızlı davrananı oldu. 1 Şubat'ta ülkeye geldi ve kendini yeni devlet başkanı olarak tanıttı. Mart ayında yapılan referandumla İslam Cumhuriyeti yapısı kabul edildi. 1 Nisan 1979'da Humeyni “Allah'ın hükümetinin ilk gününü” duyurdu. İslam kuralları kırsal alanlarda daha sıkı bir şekilde uygulanıyordu. İlk durağımız, Ortadoğu'nun en tutucu şehri olan Şii İslam'ın başkenti Kum'du. Peçe, İran'da karşılaştığım ve dini coğrafyamı değiştiren ilk semboldü. Kadınların dışarı çıkarken cinselliklerini gizlemek için örtünmeleri, İslam'dan iki milenyum öncesine dayanır. Bu gelenek ilk kez M.Ö. 13. yüzyılda Asurlular tarafından kaydedildi. Doğal olarak zalim olan Asurlular, Hammurabi'nin daha önce koyduğu kuralların çok azını uyguladılar. Boşanmak bir kadın için daha zordu ve bir adam borcuna karşılık, karısını ya da kızını alacaklılarına geçici süreyle köle olarak verebilirdi. Asur kanunlarında aynı zamanda bir kadının peçe giyebileceği durumlarla ilgili düzenlemeler vardı. Bu gelenek üst sınıftan kadınlarla sınırlandırılmıştı ve onların saygı duyulması gereken kişiler olduğunu vurgulamak içindi. Genelevler bundan mahrum bırakılmıştı. Peçe kullanımı Romalılar ve Yunanlılarla dünyaya yayıldı ve Bizans Hıristiyanlarıyla ve Zerdüştlükle Pers ülkesinde ve Hindistan'da yayıldı. Peçe giyme geleneği genel olarak İslam'ın ilk yüzyıllarında uygulanmaya başlandı. Osmanlılar döneminde ve Şahlar döneminde daha az popülerdi. Ayetullah Humeyni, peçe giyilmesini tekrar popüler hale getirdi ve bunun İslam'ı saygısız batıdan ayıran fark olduğunu iddia etti. Devrimden sonra aslında tam anlamıyla kara çarşafı kullanmak istedi ama daha azına razı oldu. 9 Kum İran İslam'a 16. yüzyılda adapte olmadan çok önce Şiiliğin merkeziydi. İmamlığın kutsallığından etkilenerek Şiilik çok daha mistik ve çok daha uzlaşmacı bir mezhep oldu ve genellikle din işlerini dünya meselelerinden ayırdı. Hıristiyanlıktan da esinlenerek on ikinci imamın kaybolduğu ve son hüküm günü geri döneceği söylenir. Türbenin dışında bir panoda İngilizce olarak “Bir gün geri dönecek” yazıyordu. Amerika'nın pek çok yerinde görülebilecek bir şeydi. Ayetullah Humeyni bu geleneği, Şiiliği gündelik hayatın bir parçası haline getirerek yıkmaya çalıştı. Ama bir kez gücü ele geçirdikten sonra halefi gibi bir despot oldu ve inancın bütünlüğünde ısrar etti (İslam geleneğine aykırı) ve İslam'ı tehdit eden insanlar için ölüm istedi. Yunanca tercümesinden gelen Zerdüşt “develeri yönetebilen kişi” demektir. Bilim adamlarının tahminlerine göre Zerdüşt İ.Ö. 628-551 yılları arasında yaşamış olduğu kabul edilmektedir.. Onun hakkında bildiğimiz her şey anlatımlarla ya da ondan yüzyıllar sonra yazılan metinlerden gelmektedir. Bu hikâyeler Musa, İsa ve Muhammed gibi çölden gelen ve büyük ihtimalle bir hayvan bakıcısını anlatan hikâyelerdir. Üç kez evlenen ve altı çocuğu olan Zerdüşt, göçebeler tarafından canından bezdirilmiş ve çöle kaçmıştır. Orada beraber yaratacakları dinin bilge tanrısı Ahuramazda ile tanışır. Ahuramazda'non ana öğretisi, dünya üzerindeki tüm ikiliğin iyi ve kötü arasında olduğudur. Tanrı tamamen iyidir ama tamamen güçlü değildir. Sadece insanların yardımlarıyla kötülüğe karşı zafere ulaşabilir. Işık, ateş, yaz, su ve verimlilik iyi; karanlık soğuk, kış, hastalık ve ölüm kötüdür. Zerdüşt'ün fikirleri karanlıktan çıkıp, İ.Ö. altıncı yüzyılda Pers ülkesinin baskın dini inancı haline gelince Zerdüştlük düşüncesi Yahudilik ve Budizm gibi Mihver Çağı'nın diğer ünlü inançlarıyla bir çizgiye gelebildi: Zerdüşt tüm insanların sosyal sınıfları ne olursa olsun, dünyayı ve kendilerini kurtarmak için ahlaklı bir yaşam yaşamaları gerektiğini vurgulamıştır. Zerdüştlük, Perslilerin Antik Yakındoğu'ya egemen olduğu dönemde imparatorluk içinde baskın din oldu. Ve hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde, Zerdüştlük bölgedeki diğer dinlerin içine sızmaya başladı; hatta Yahudiliğin bile. İslam'ın yükselişinden önce İran'ın Zerdüşt nüfusu milyonlarla ifade edilse de şimdi sadece yüz bin kadar Zerdüşt var. İyi ve kötünün savaşında, Zerdüştler ölümü kötünün zaferi olarak görüyorlardı ve bu yüzden ölü bir nesneyle temas iyi güçleri kirletebilirdi; sonuç olarak insanlar, külleri havayı kirletmesin diye yakılmıyordu. Dünyayı kirletmemek için cesetler gömülemezler de. Bu yüzden cesetler vahşi hayvan tarafından yenilmesi ve bozulması için açık havaya bırakılıyorlardı. Bu uygulama, dinin fakire de zengine de aynı uygulamayı vaat eden kurallarına da uygundu. İran hükümeti 1978'de uygulamayı yasaklayana kadar, cesetler bir tekerlekteki teller gibi hepsi merkeze bakacak şekilde yerleştiriliyordu. Üç ay sonra arta kalan kemikler içerideki bir çukura düşüyor ve kimyasalların içinde çözünüyordu. İran hükümetinin yasaklamasına rağmen, Hindistan'daki bazı Zerdüştler bunu hâlâ uyguluyor. Pallan'a küçük bir çocukken bu uygulamayı duyduğunda neler hissettiğini sordum. “Bazı avantajları olduğunu duydum” dedi. “Temiz bir iş; çok yer gerektirmiyor ve ortalığı kirletmiyor. Aynı zamanda kuşları besliyor. Büyükannem bunu yaptı”. “Peki, tekrar izin verilse bunu yapar mıydın?” “Belki. Gerçekten ben öldükten sonra vücuduma ne olacağının bir önemi yok. Önemli olan ruhuma ne olacağı. Ve o da cennete gidecek”. “Zerdüştlük” diye düşündüm, insanlara ilk ışık olmuştu ve o kadar zayıf bir dindi ki gelenekleri ve katkıları çok uzun zaman önce diğer dinler tarafından sahiplenilmiş ve asıl kökleri unutulmuştu. 10 İran'daki hayat Pers zamanında İsraillilere çok çekici geliyordu. Özellikle İ.S. Üçüncü yüzyılda Zerdüştlüğü resmi din haline getiren Sasani hanedanı zamanında çok daha rahattılar. Bu yıllarda Babil Talmud'u Irak'ta Pers egemenliği altında tamamlandı. Hatta Pers ülkesine yedinci yüzyılda İslam'ın girişi bile Yahudi toplumu için o kadar kötü değildi. İranlı Yahudiler için zor günler onaltıncı yüzyılda Safevi Hanedanı'nın Şiiliği resmi din haline getirmesiyle başladı. Yahudilerin Müslümanlarla iletişim kurması ve Müslümanları yiyeceklerine dokunmalarına bile izin verilmiyordu. Beyaz temizliğin sembolü olarak kabul edildiği için Yahudilerin evlerinin içlerini beyaza boyamaları ve beyaz eşeklere binmeleri yasaktı. Yahudiler 20. yüzyılın başlarında tekrar İran toplumuna karışmaya başladılar. Rıza Şah ve oğlunun döneminde İran Yahudileri için yeni bir altın çağ başladı. Yahudilerin sanat, bankacılık ve üretim sektörlerine girmelerine izin verildi. 1974 yılında yeni 200 riyallik banknotlar, arkasında 6 köşeli yıldızla piyasaya çıkınca, büyük tepki topladı. Her ne kadar bu yıldız Müslüman mozaiklerinde de kullanılsa da, para üzerinde kullanılması, Şah'ın gizlice İsrail tarafından finanse edildiğini düşündürüyordu. Skandal o kadar büyüktü ki, paralar, dağıtıma girdiğinin ilk günü, tekrar toplatıldı. İran devrimi önce yerel Yahudileri mahvetti. Humeyni yıllarca Yahudileri anti-İslami propaganda yapmakla, Kuranı yanlış çevirmekle ve İran ekonomisini ele geçirmekle suçladı. 1979'da Amerikan Büyükelçiliği ile beraber, İsrail Elçiliği de basıldı. Yahudi toplumu lideri öldürüldü. Ülkedeki 100 bin Yahudi'nin 25 bini İsrail'e, 40 bini Amerika'ya ve 10 bini de dünyanın geri kalanına kaçtı. Devrim kargaşasının durulmasından sonra Humeyni, “Yahudileri ve Siyonistleri birbirinden ayırıyoruz” dedi ve böylece Yahudilere İslam Cumhuriyeti'nde kendi inançlarını uygulama fırsatı verdi. Yahudiliğin 25. yüzyılında İran hâlâ Ortadoğu'da İsrail dışında yaşayan en büyük Yahudi nüfusuna sahipti. Babil'deki sürgünün sonu İsrail tarihine beklenmedik bir kapı açar. Tartışma basit bir soru etrafında olmaktadır: Yahudi kimdir? Babil'in düşüşünden sonra sürgünde kalan ve orada Şabat'ı kutlayan, kendi içlerinde evlenen İsrailliler kendilerinin gerçek Yahudiler olduklarını iddia ettiler. Onların kurduğu dinin politik bir var oluşa ihtiyacı yoktu. Ama vaat edilen topraklara dönen İsrailliler için tanrının seçilmiş toprakları üzerinde Tanrı'nın Krallığını tekrar kurmak hâlâ önemliydi. Her ne kadar Yahuda paçavralar içinde olsa da. İsrail'de kalan Yahudiler yirmi beş mil karelik bir alanda sıkışmışlardı ve nüfusları neredeyse yirmi bini aşmıştı. İsrail zerre kadar küçük bir ülke haline gelmişti ve çevresi düşman ülkelerle çevrilmişti. Verimli toprak sınırlıydı. Dahası Yahuda'dan geriye kalanlar iç evlenme geleneğini unutmuş ve tapınakla ilgili ritüellere uzak kalmışlardı. Babil'de kazanılan kutsal deneyimlerden haberleri yoktu. Geri dönenlere göre bunların Yahudi olması çok zordu. Bugün kullandığımız kutsal kitaplar, İsa'dan sonraki ilk yüzyıllarda kaydedilmiş olan masoretik metinlere dayanmaktadır. Ama İ.Ö. ilk bin yılda, Yunanlılar tarafından kullanılan Kutsal Kitap masoretik metinlerin içindeki kitapları içermiyordu. Yahudiliğin Ezra rejimi altında saflığa ulaşmasının hemen ardından, İ.Ö. 334 yılında, Makedon İskender, babasından Yunan'dan kalanları devralarak, Antik Yakın Doğu'yu Perslerden kurtarmak için yola çıktı. Türkiye'deki efsanevi kördüğümü keserek, Asya'yı ele geçireceğini ilan etti. Önce Tanrı ilan edildi, Mısır'a girdi. Sonra Mezopotamya'ya girerek, Bağdat'ın hemen kuzeyinde Darius'la karşılaştı. Darius'un 200 bin kişilik ordusunu 40 bin kişilik ordusuyla yok etti. Sonra Babil, Susa ve Persapolis'e doğru ilerledi. Daha sonra, Hindistan'a kadar ilerleyip Babil'e geri döndü. 13 Haziran 323'de hastalanarak daha sonra Saddam'ın sarayını kuracağı yerin hemen yanındaki bir odada öldü. 11 İskender, doğu ile batıyı, Yunan medeniyeti himayesinde birleştirmek istiyordu. Perslilerin çok – kültürlü yaşamının yerine, tek, evrensel, kozmopolit bir kültürü koydu. Yunan sporları başlıca kültürel etkinlik oldu. Yunan Tanrıları ise ana tanrılar haline geldi. İskender, öldükten ve siyasi imparatorluğu dağıldıktan sonra bile, kültürel mirası yaşamaya devam etti. Helenistler, Asya'daki yerel halklara isterlerse barbar dinlerini devam ettirebileceklerini, ama eğer batıya katılmak istiyorlarsa, tanrılarına ve kendilerine Yunan isimleri vermeleri gerektiğini söylediler. Yahudiler genelde Helenizm’i kucakladılar. Hissettikleri Helenizm, onların inançlarını tehdit etmiyor, birçok yarar sağlıyordu. Hemen hemen 2 yüzyıl boyunca, Yahudilik ve Helenizm, yan yana yaşadı ama İ.Ö. 2. yüzyılda Helenist yöneticiler, Yahudilere, Tevrat'ı terk etmeleri için baskı yapınca, çatışma kaçınılmaz hale geldi. Sonuçta ortaya çıkan çatışma, Yahudi takvimindeki en tartışmalı tatillerden birine neden oldu. Zeus için kurban kesmesi istenen Mattathias, bunu reddetti ve oğulları ve destekçileri ile birlikte tepelere çıktı. “Ben insanlarımın ve kutsal şehrimin yıkıldığını görmek için mi doğdum?” diye sordu. Aile, gizli bir kampanya başlatarak, Helenistlere ve Yahudi sempatizanlarına saldırmaya, Zeus Tapınaklarına saldırmaya ve çocukları zorla sünnet etmeye başladı. Mattathias öldüğünde, liderlik oğlu Yudah'a ya da diğer adıyla Maccabeus, yani çekice geçti. O da gerilla savaşını, bağımsızlık için topyekûn bir savaşa dönüştürdü. Aşağıda Pers ülkesinde sıkışmış olan Antiochus, isyanı bastırmak için sadece küçük kuvvetlerini gönderdi. Onlardan sakınan Yudah, doğrudan Kudüs'e giderek cimnazyumu kapattı ve tapınağı temizledi. İ.Ö. 164 yılının Kislev ayı 25. günü, yani ayaklanmanın 3. yılında, tapınak, tekrar eski haline getirildi. Maccabee'lerin kitabı, Yahudilerin bunu 8 gün boyunca kutladıklarını söyler. Buradaki 8 gün, tapınak Pagan kontrolü altındayken kutlanamayan 8 günlük Sukkot tatilinden gelir. Maccabee'ler bu adanmanın her bir yıl için, “Memnuniyet ve Neşe ile” onurlandırılmasını istediler. Daha sonra hahamlar, bu tatili Hanukka ya da “adanma” olarak adlandırdılar. Hanukkah, Ortaçağ boyunca, basit bir tatil olarak kaldı. Çalışmamak ya da hediye vermek gibi bir gelenek yoktu. Yahudi aileleri, 8 dallı yağ lambaları yakıyorlardı. Ama 16. yüzyılda aileler yağ lambalarının yerine don yağı ve bal mumu mumlar kullanmaya başladı. Menorahlar, hemen dışarı, gün batımından sonra eve dönen komşunun görebilmesi için kapının sol tarafına konuyordu. Hakukkah, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Yahudi dünyasına geri dönen iki güç sayesinde büyük bir tatil haline geldi. Siyonistler ve Amerikalılar. Bu arada Birleşik Devletler'de, Hanukkah, birçok Yahudi için adeta Noel haline geldi. Bu Hıristiyanlaştırılmış Hanukkah, benim birlikte büyüdüğüm ve sevdiğim Hanukkah idi. İlk Hıristiyanlar, geleneklerini Yahudilikten almışlardı. Aynı şekilde Yahudilik daha sonra Hıristiyan geleneklerine adapte olmuştu. KAYNAKÇA TANRI'NIN DOĞDUĞU YER-Bruce FEILER Kitabın Özgün Adı: Where god was born. Çeviri: Barış Satılmış 1. Baskı Nisan 2006-Pegasus Yayınları 12