Güz 2016 - Sayı: 4 Edeple gelen, lütufla gider!.. EDEP I. Arapça Öğrenci Sempozyumu Düzenledi II. International Summer School 20. Olağan Türgev Genel Kurulu Söyleşi Mehmet Savaş Hoca İle İlim Hayatı Üzerine Vefeyat Eğitime Destek Programları Merkezi Center for Excellence in Education مركز التميّز العلمي Mehmet Savaş Hoca İle İlim Hayatı Üzerine / 4 Yeni Müdür Yardımcımıza Hoşgeldin Diyoruz / 12 15 Temmuz Şehitlerine / 11 Onur Konferansları / 14 Maharat - Arapça Öğretim Serisi-1 / 26 Üsküdar’a Hoşgeldik / 27 İhtisas Birimi Faaliyetleri / 30 Yaz Okulu / 32 Vefayat / 52 Konya Kampı / 54 I. Arapça Öğrenci Sempozyumu / 72 EDEP’te İftar Vakti / 74 II. Arapça Sempozyumu Tebliğ Çağrısı / 75 TÜRGEV Genel Kurulu / 75 Hediyeleşmek Sünnettir / 78 EDEP Pikniği / 79 YAZ 2016 YIL:1 SAYI:4 Editör: Nimet İpek Tashih: Nimet İpek, Seda Özalkan Adres: Hırka-i Şerif Mah. Akseki Camii Sk. No:1 Fatih/İstanbul (Hırka-i Şerif Camii yanı - Muhafız Konağı) www.edepmerkezi.org • bilgi@edepmerkezi.org Tel: 0212 532 04 08 Faks: 0212 532 04 07 Baskı&Cilt: Limit Ofset: Litros Yolu 2. Matbacılar Sit. ZA13 Topkapı - Zeytinburnu / İstanbul • Tel: +90 212 567 45 35 Yılda iki sayı olarak yayınlanır. Ücretsizdir. Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. editör’den Merhabalar Yepyeni bir sayı ile daha sizinle birlikte olmanın heyecanını yaşarken, bu sevincimize başka sevinçlerin de eşlik etmesiyle karşınızdayız. Her gün ile beraber yükselen bir ivme ile gelişen EDEP, Onur Programı çerçevesinde derslerine, ilmi faaliyetlerine ve ilmi hizmetlerine devam ederken, İhtisas Programı’nı da açtı ve ilmin seviyesini yükselterek kendisinin de bir adım daha önüne geçti. Dahası, I. Arapça Öğrenci Sempozyumu ile bir yazı Ürdün’de, dil becerilerini geliştirmek için geçiren öğrencilerimiz, araştırma konularını Arapça bir makale olarak yazıp Arapça olarak sunarak Arapça konusundaki tüm becerileni ve ustalıklarını sergileme imkanı buldular. Ayrıca EDEP’te, Onur Programı’nda gösterilen Maharat dersleri için “Aklam” adıyla Arapça Seviye Kitapları yazımına da başlandı. Böylece kendi ders kitaplarımızı kendimiz yazıyoruz. Yüzümüzü ağartacak haberlerden biri daha; biz kocaman, mutlu bir aileyiz ve ailemiz, mübarek belde Üsküdar’da açılan şubesi ile eğitime başlamış bulunmaktadır. Bu sene ikincisi düzenlenen, yurtdışında farklı üniversitelerde yüksek lisans ve doktora seviyesinde okuyan ve yine yurtdışı üniversitelerinde öğretim görevliliği yapan kişilerden müteşekkil müstesna grubumuz ile dört haftalık, derslerin Arapça olarak işlendiği II. International Summer School’u da gerçekleştirdik. Elhamdülillah. Konya’da Onur Programı öğrencilerimiz ile yaptığımız kış kampı ile hem zihnimizi dinlendirdik hem de gönlümüzü. Dahası… Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm. Herşey bültenin içerisinde, buyrunuz. İlmin Savaşı Mehmet Savaş Hoca İle İlim Hayatı Üzerine Ülkemizin övünç kaynağı olan Mehmet Savaş hocamız ile kendisinin ilim hayatı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Kendisi hali hazırda İstanbul Haseki Eğitim Merkezi’nde dersler vermektedir ve muhtelif ilim halkalarında Hidaye okutmaktadır. Arş. Esra Ukallo* İsterseniz baştan başlayın. Nerde doğdunuz? Kaç yılında doğdunuz? Ben Konya vilayetinin batısında olan ve Konya merkeze bağlı o zamanlar bir nahiye olan Kızılviran bugünkü adıyla Kızılören beldesinde 1938 yılı sonbaharında doğduğumu söylerdi annem. Orta halli bir çiftçi ailesinin üç çocuğundan üçüncüsüyüm. 1945-1951 yılına kadar gizli kaçak Kur’ an eğitimi aldım köyümde hafızlığımı aynı beldede bitirdim. 1951’ de -küçük yazılmışım- 1940’da yazıldığım için ilkokula biraz emsalinden geç gittim. 1951 yılında Konya vilayetine geldim orada hıfzımı pekiştirmek için bir Kuran Kursuna dahil oldum iki Kuran Kursu vardı birine intisap ettim. Değerli hocalardan tashih- i huruf yaptım, hafızlığımı kuvvetlendirdim. 4 * Yardımlarından ötürü Busenur Akkoyun, Esmanur Pusmaz, Ayşenur Kabakçı ve ve Meryem Toyran’a teşekkür ederiz. Bunlar yine gizli miydi yoksa açıktan mı devam ettiriyordunuz ? O zaman serbeste bindi. 1949’ da serbeste bindi. Ben ki 1948’ de hafızlığımı bitirmiştim. Gerçi köylerde o zamanlar 1945-1946 yıllarında biz üç kişi köyde tabir edilen hayatta bir bölmede gizli olarak elif cüzü okumaya başladık. Jandarmalar baskın yaparlardı. Bizi elimizde elif cüzüyle yakalarlarsa bizi okutan hocayı karakola götürecekler ona hakaret edecekler onun için bize haber gelirdi jandarma baskını var diye biz bahçelere bostanlar arasında kaçmak suretiyle böyle gizli gizli ilk okumalarımız öyle oldu. Daha sonra bu baskı hafifledi karakol artık müdahale etmez oldu nahiye müdürleri müsamaha eder oldu ve böylece Konya ‘ya geldim, Konya ‘ da biraz evvel söylediğim gibi hıfzımı pekiştirdim, tashih-i huruf (tecvit kurallarını) öğrendim. Bu arada Arapça okumaya başladım. Emsile, bina, maksud, avamil, ızzi, izhar ve kafiyeden bir bölüm; emali gibi akaidden bir kitap, fıkıhtanda Halebi-i Sağır’dan bazı bölümleri Türkiye’ de okudum. İmam Hatip okuluna girmek istedim ikinci yıl açıldığının ikinci yılı bir bakıma nasip olmadı baktık ki olmayacak mahallemizde yeni yapılan camide bir buçuk, iki yıl kadar imamlık yaptım sonra bazı arkadaşların Mısır’da Suriye’de okumalarını duyarak onların okumalarına imrendim. Ve Türkiye’den bazı dostlarında referanslarını alarak Suriye’ye gittim. Tam olarak kaç yaşındaydınız ? 16 yaşındaydım. Ve Suriye’ye giderken pasaportumuz da yoktu. Hatay’ın Reyhanlı kazasından Halep’ e kadar 92 km yolu yağmur altında iki günde yürüdüm. Ve orda belirli şartlarda bir okula geçici olarak kaydımı yaptırdım. Orada bir sene okuduktan sonra şartlar bana ağır geldi. Geçim sıkıntısı olduğu için Türkiye’ye geldim, sonra tekrar döndüm sonbaharında 1954 ‘ün sonunda. Yine Halep’te belirli bir medresede kaldım. 1955’ in başında Şam ‘da olan arkadaşlarla iltihak etmek üzere Şam’a geçtim. Şam’da “Elfethu-l İslami” isimli medreseye kaydımı yaptırdım. Orada bir sene okudum. Onun akabinde resmi bir okul mesabesinde olan bir okulun ortaokuluna kayıt oldum bu okullar 1958 yılında birleştirilerek “es-Saneviyye eş-Şer’ıyye” adını alan bizdeki İmam Hatip liseleri mukabilinde din dersleri ve teknik ilimler okutulan bir okulda 7 sene okudum. Ve bu esnada Şam’ın değerli hocalarından çok özel dersler aldım. Şam ‘ın merkezinde olan bir camii “Dingiz Camii” nde ikinci imam vekil imam olarak görev aldım. O görevi Türkiye’ye dönünceye kadar orada on dört buçuk sene devam ettirdim. İmam Hatip lisesini bitirdim. Arkasından İlahiyat Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım. 4 yılda İlahiyat Fakültesi’ni bitirdim. İlahiyat Fakültesi’ni okurken Türkiye’ de diplomaların muadelesi kabul şartlarını değerlendirdik. Türkiye’ de o yıllarda İmam Hatip mezunları İlahiyat Fakültesine gidemiyordu. Ancak Yüksek İslam Enstitülerine gidebiliyordu. İlahiyat Fakültesi mezunu olduğumuz için ve Suriye’yle de kültür anlaşması olmadığından dolayı, diplomaların muadelesinin yapılmayacağı kanaatine vardık. Açıktan / dışarıdan bütün dersleri vererek liseyi bitirdim - İmam Hatip lisesinden sonra - fark dersleri değil bütün derslerin imtihanına girerek liseyi bitirdim ve ondan sonra İlahiyat’ı bitirdikten sonra Pedagoji İhtisası için “Külliyyetü-t Terbiye” adında bir külliyeye de intisap ettik. O fakülteyi de bitirdikten sonra Suriye’de Hukuk Fakültesine aynı zamanda Edebiyat Fakültesi Arap Filoloji Bölümü’ne iki fakülteye birden kaydımı yaptırdım. Bu arada liselerde ücretle ders alarak resmi ortaokullar ve resmi liselerde dört beş sene öğretmenlik yaptım. Özel okullarda Arapça, Fıkıh, Kelam hocalığı yaptım, zaman zaman bazı camilerde vaizlik yaptım, hatiplik yaptım, öğretmenlik yaptım. Bu yıllar içerisinde değerli hocalardan farklı bilgiler aldım. Hayatımda en etkili olan hocalardan birisi -Allah rahmet eylesin- hocam Abdulvehhab el-Hafız ki o pekmez ve zeytinyağı satan bir aileye mensup olduğu için “dibs ve zeyd “olarak bilinirdi. 5 Bu hocadan uzun yıllar Hanefi Fıkhı okudum, Usul-i Fıkıh okudum. Suriye Diyanet İşleri Başkanı ve İbn-i Abidin ‘in kardeşinin torunlarında olan Ebu-l vusul el-Abidin ‘den Usul-i Fıkıh dersleri aldım. Fıkıh olarak epey hocadan fıkıh dersleri aldım. Ve bu dersler Usul-i Fıkıh dersleri bana çok cazip geldi. Hayatımın -ilim hayatımın- son demlerini fıkıh ve usül ağırlıklı bölümlere hasrettim. Daha çok fıkhı ve usul-i fıkhı seven bir kişi olarak arkadaşlarımız arasında öylece tanındık. 1954 yılının başında gittim. 1970 yılında birinci ayının 16’sında Türkiye’ye döndüm.16 6 yıl Suriye’de kaldım. Diplomalarım muadeleden geçti. Bu sebeple bir sıkıntı çekmedim. Bütün diplomaları ibraz ederek Türkiye’de İlahiyat Fakültesi mezunu olarak ve eğitim fakültesinde bitirmiş olarak yüksek tahsil hatlarından istifade etmek üzere milli eğitimde görevimi aldım. Ve o esnada gecikmeli olarak evlendim. Ondan sonra askere gittim. Yedek subay olarak askerliği tamamladım. Konya İmamhatip okuluna ve Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nde hocalık yaptım. Askerlik sonrası beni Afyon’un Bolvadin kazasına öğretmen olarak tayin ettiler. Konya’ya yakın olması hasebiyle orayı tercih ettim. Bir sure sonra zorla oranın müdürlüğünü verdiler. İmamhatip Li- sesi müdürü olarak orada bir süre görev yaptım. Haseki Eğitim Merkezi 1976 yılının başında açıldığı zaman beni MEB’den Diyanet’e transfer etmek üzere calıştılar bende bu transferliği kabul ettim. Milli eğitimden diyanet teşkilatına geçtim.1976 yılında Haseki’ye fıkıh ve usulü fıkıh hocası olarak geldim. Şuanda 40. yılımı doldurdum, 41. yılın içerisindeyim. Hala aynı müessesede görev yapmaktayım. Bu arada dışarıda bir çok ilmi halakalarda dersler verdim. Özel dersler şeklindeydi. buradaki halakamız da o halakalardan biri. bunların yanı sıra tahsil hayatıma da devam ettim. Talebele- rin teşviki ile kendi ilmimi geliştirdim. Kaynaklara inmeyi becerdim. Bir çok kişilere yardımcı olmaya gayret ettim. Tahsil hayatımın kısaca özeti bundan ibarettir. Evliyim, üç çocuk babasıyım, iki oğlan bir kızım var, onların birisi hukuk fakültesinde hoca, diğer ikisi de doktor olarak görev yapmaktadır. Ben de 2002 yılında emekli oldum ama hala eğitime devam ediyorum. Bu şekilde buraya çağrıldık. Buranın idarecisi olan Recep Şentürk hocayla efendim Murteza Bedir ve Amerika’dan diğer bir arkadaş ısrar ettiler, faydalanırlar dediler. Karşı tarafta Üsküdar’da daha sonra Recep Şentürk hocanın daveti oldu ve ısrar etti. Çünkü Recep Şentürk’ü ben çocukluğundan tanırım mahal- lemizin çocuğuydu. O zaman İmam Hatip okuluna yeni gidiyordu. Bu münasebetle onu da kırmadım ve iyi de yapmışım diyorum. Faydalı olduğum surece devam edeceğimi düşünüyorum çünkü biz de karma eğitim yoktu. İmam Hatip Okulu erkek İmam Hatip Okulu idi. İlahiyat Fakültesi’nde de bayan hocamız yoktu. Külliyyetü’t-Terbiye’de pedagoji ihtisasında Amerika’da ve Fransa’da eğitim yapmış kadın profesörler vardı. Çocuk Psikolojisi gibi sosyal konularda onlardan ders aldık ancak ilahiyatta arkadaşlarımız vardı. Orda karma eğitimdi, kapalı arkadaşlar onların içerisinde bazı bayanlar vardı. Gerçekten fıkha aşina idiler, hatta fıkıh hocalarına en çok soru soran iki kişiden biri bendim,biri de bir bayan arkadaştı? Bu arkadaşımızın biz ne elini ne yüzünü görmedik. Yüzünde peçe vardı, gözlerinde peçe delikti, onu da gözlükle kapatırdı. Sesinden tanırdık onu. Fakat fıkıhta gerçekten fakihe idi o zamanlar. Çok temenni ettim benim memleketimde de böyle fakihe hanımlar oluşsa da memleketim gelişse diye. O zamanlar temenni ediyordum geldik Türkiye’ye, son gelişmelerle büyük atılımlar oldu. İlahiyatı bitiren bayanlar Haseki’ye geldi, Haseki’de okudu, İlahiyat’ta yüksek lisans doktora yapanlar oldu. Başka alanlar da oldu, dolayısıyla erkeklerin o güne kadar doldurdukları alanları bayanlar da o boşlukları doldurmak suretiyle bilgileri becerileri dirayetleriyle bu sahaya girdiler. Onun için EDEP Vakfı da bu sahada hizmet veren vakıflardan biri olması hasebiyle yapılan çağrıya tereddüt etmeden fazla naz niyaz göstermeden kabul ettik geldik. Bu ikinci senemiz, herhalde doldu ondan sonra ne kadar sürer bilemiyorum ancak ders dinleyen hanım kardeşlerimizin gözlerinin ders fonunda gülmesi ve her soruya başlarını hareket ettirerek anladıklarını ifade etmeleri benim ders okutmada en büyük hazlardan birisi ve bu hazzı da duymaya devam edeceğiz. Bir arkadaşımız Haseki’deyken Elazığ Pamuk kazasından bir arkadaş usul-i fıkıh okuyoruz. Bir meselede takıldı, ‘Hocam, anlamadım’ dedi. Tekrar ettim, tahrir arapçaydı, yine anlamadım hocam dedi. Üçüncü defa döndüm, yavaş yavaş tahtaya sema çizerek dersi anlatmaya calıştım. ‘Anladım hocam’ dedi, ‘Hocam izin verirseniz bir konuyu sizinle paylaşmak istiyorum dedi. Benim babam bölgede molladır, yıllardır talebe okutur, fıkıh okutur Şafii mezhebinden. Cem cemavı de çok çetin bir ibareye takılmış ve diğer medrese arkadaşı hocalarla o meseleyi çözmek için bizim evde toplanmışlardı. Herkes ayrı ayrı fikirler beyan ederek ibarenın çözümünde tek noktaya gelemediler. Babaannem yaşlılığı sebebiyle gözleri fazla görmüyordu. Dedi ki oğul bakıyorum da havanda su dövüyorsunuz. Getir şu ibareyi bana oku da size anlatayım dedi. Erkek, bölgenin değerli hocalarının çözemediği cemul cemavırdekı Mutlak bir ibareyi babaannem onlara anlattı, hepsi de babaannemin elini öperek teşekkür edip ayrıldılar dedi. Demek ki böyle bayanlar da vardı doğuda okuyanlardan son zamanlarda. Ancak Kuranı Kerim okuyan, kuran kursunda hizmet veren az sayıda bayan diyanet camiasına hizmet verdi, şu anda ise yüz binleri aşacak İmam Hatip’lere öğretmen diğer liselerde din dersi öğretmeni islam kültür derslerinde ve akademisyenlikte yüksek lisans yapanların sayısı bir hayli fazla. Demek ki böyle bayanlar da vardı doğuda okuyanlardan son zamanlarda ancak Kuranı Kerim okuyan, kuran kursunda hizmet veren az sayıda bayan diyanette çalışıyordu, şu anda ise yüz binleri aşacak imam hatiplerde öğretmen, diğer liselerde din dersi öğretmeni, İslam kültür derslerinde ve akademisyenlikte yüksek lisans yapanların sayısı bir hayli fazla. Değişik alanlarda doktora yapanların sayısı fazla, özellikle doktora tezlerinde bazı kitapların tahkiki, eski muğlak risalelerin tahkikinde başarılı olan bayanlarımız bizler için istikbal vadeden geçlerimizdir. İnşallah daha iyisi olacaktır, daha güzeli olacaktır. Bu hizmete katkı verdiği için EDEP Vakfı’na ve EDEP Vakfı’nda çalışanlara özellikle teşekkür ediyorum. Çünkü bayanlara özellikle hizmet vermek kolay bir şey değildir. Bildiğim duyduğum kadarıyla yatmak isteyenlere yata- 7 8 cak yer ve onlara belirli bir maaş belirli bir yiyecek veriyorlar üstelik hocalar getirterek Arapça’da, İngilizce’de ve Şeri İlimler’de başka ilimlerde onlara yardımcı oluyorlar. Bunun olması gerekir kadının okumaması gerekir gibi boş münakaşalar yapmak doğru değildir. Hazreti Aişe sahabeler içerisinde 130 kadar müçtehidin içerisinde ilk yedide olan fukahadan birisidir. Özellikle Tuhfetu’l-Fukaha sahibi olan kişi Alaaddin es-Semerkandi kızı Fatıma’yı yetiştirmiş fakihe olmuş, evlendirmeden kendisine sorulan yazılı fetvalara cevap verdikten sonra kendisi imza atar kızı Fatıma imza atarmış ve talebesi Alaaddin Tuhfetu’l-Fukaha kitabını hocasının kitabını şerh ettiği için kitabın şerhine karşılık kızını Alaaddin el-Kasani ile evlendirmiş, “tezevvece’bnete ve şereha Tuhfete” Tuhfe’sini şerhetmiş kızı ile de evlenmiştir denir. Ayrıca Said ibn Müseyyeb yada Said ibn Cübeyr, Said ibnil Müseyyeb ebu Hureyre’nin damadıdır. Ama daha çok Said ibn Cübeyr ders okutuyor bir genç, ders okutuyor ortada bir perde var perde arkasında da bayan veya bayanlar ders takip ediyor. O gün hadis ilmi okuyorlar. Zaman geçiyor erkek talebe derslerini aksatmaya başlıyor. Bunun üzerine hocası diyor ki oğlum sen önceden çalışkan bir talebe idin ne oldu derse gelmiyorsun derslerine de geldiğin zaman tam yapmıyorsun sebep ne diye sormuş. Demiş ki hocam benim muk’ade yani yatalak bir annem var. Eşim anneme bakıyordu dolayısıyla ben kendimi ilme vermiştim. Eşim sizlere ömür vefat etti ölümünden sizleri de haberdar etmedim başka anneme bakacak ne kız kardeşim var ne yakınım var annemin bakımını da üstlendim hatta bütün ihtiyaçlarına yardımcı oluyorum. İlim okuyacak fazla zamanım kalmıyor onun için derslerimde bir aksama görülüyor diyor. Oğlum evlenmek ister misin diye soruyor isterim ama fazla param yok, malım yok, üstelik böyle yatalak bir annem var bu şartlarda beni kim kabul eder ki hocam. Evlenmek isterim ama evlenecek maddi durumum yok. Alacağım eş anneme bakar mı onu da bilmiyorum oğlum ben sana paran var mı diye sormadım evlenmek ister misin diye sordum. İsterim dedim peki görüşürüz yakında dedi Said İbn Cübeyr’i kızı Fatıma’ya ders arkadaşı onunla evlenip evlenmesinler diyeceğini soruyor babam uygun görürse bende onunla evlenirim demiştir. Bir yatsı namazı sonrası Said İbn Cübeyr kapımı çaldı ben içeriden seslendim içeride annem yatalak olduğu için odada koku vardı hocama serecek bir minderim bir seccadem bile yoktu kim diye seslendim Said dedi. Dünyada ne kadar Said varsa hepsi aklımdan geçti ancak Said ibn Cübeyr’in kapıma kadar geleceği hiç aklıma gelmedi. Hangi Said diye sordum o da Said ibn Cübeyr dedi. Hem sevindim hem üzüldüm. Oturtacak yerim yoktu buna üzüldüm. Kapıyı açtım baktım yanında bir bayan var oğlum bu benim kızım Fatıma senin ders arkadaşın seninle evlenip evlenmeyeceğini sordum, evliliği kabul etti. Eğer sen de bu evliliğe razı isen iki şahit çağır da nikahınızı kıyayım dedi ve böylece evliliğini de temin edelim, derslere devamını da sağlayalım dedi. Ve iki şahit çağırdım ve nikahımız kıyıldı. Ve ayrılıyor kızını damadı ile zifafa koyuyor evine dönüyor. Ertesi sabah oluyor talebe evrakını topluyor hokkasını alıyor divitini alıyor derse gitmeye hazırlanıyor. Hanımı soruyor ona nereye diyor. Babana derse gideceğim. Gidemezsin bakire bir kadınla evlendiğinde başka hanımların da olsa o hanıma yedi günü tahsis edeceksin onun izni olmadan derse dahi gidemeyeceksin. Yav hanım etme biz seninle evlenmeyi tahsile devam edelim diye kabul ettik oysaki sen tahsile mani oluyorsun. Hanımı diyor ki otur bey. Said sana ne dersi okutuyorsa aynısını ben de sana okuturum diyor. Bakire bir kadınla evlendiğinde başka hanımların da olsa o hanıma yedi günü tahsis edeceksin, onun izni olmadan gelse dahi gidemeyeceksin. ”Ya hanım etme, biz seninle evlenmeyi tahsile devam edelim diye kabul ettik. Oysaki sen tahsile mani oluyorsun.” Hanımı diyor ki “Otur bey, Sait sana ne ders okutuyorsa aynısını ben de sana okuturum “ diyor, hanımı o yedi gününde kocası- na babasının okutacağı dersleri okutabiliyor. Yani tarihimizde buna benzer kadın alimelerin yeri vardır. Bu alimelerin inşaAllah zamanımızda, çağımızda, Türkiye’mizde de gelişmesi, çoğalması ve bu gibi müesseselerin o hizmetlerde devam etmesi bizim tek dileğimizdir. Cenab-ı Hak sizlere tevfik versin, bu vakfa da kuvvet versin, kudret versin sizlerin yetişmesinde katkısı olduğu için. Bizi de bu katkıda ele alınarak (efendim) sevapta ortak ettikleri için EDEP Vakfı’na, buradaki çalışanların hepsine ayrıca teşekkür ederim. (Velhamdülillahi Rabbil alemin), yeter. Benim bir sorum daha var hocam. Tavsiyeleriniz nelerdir? Mesela şimdi bugün o alime kadınlar hep belli bir muhafazakar çevrede çalıştılar. Bugünkü kadınlar işte bazen resmi görevler alıyorlar, istemedikleri ortamlarda bulunmak zorundalar. ve bilimine ilim yolunda ortak olan hem erkek hem kadındır. İslami iffet muhafaza edildiğinde İslami konulara riayet edilmesi halinde kadının da erkeklere ders vermesi konusunda müsamahalı davranan ilim adamları vardır. İslami kurallara uyulması şartıyla. Çünkü kadının erkekle konuşması normal caiz ise, mesela bizim burada gelip ders vermemiz İslami kurullara uygundur, İslami kurullara uygun olması halinde kadının da hocalık yapması, öğretmenlik yapması, resmi vazifelerde görev alması, Özellikle tıp fakültelerine giderek orada tıp eğitimi alıp da bazı bayanların “ben erkek doktorlara muayene olamam” diye ağrılar çeke çeke ölmelerine insan razı olmuyor, vicdanen rahatsız oluyor. Onun için erkeklerin yapamayacağı alanlarda bayanların yapabileceği çok şeyler vardır. Öyle olur. Benim rahmetli babamın bir duası vardı. “Yarab! Yapmış olduğum ibadetlerden hasıl olan sevabı anneme babama evlad u iyalime bir de bana ameli- Şimdi kadının çalışma planı, kadın İslami tesettürüne riayet etmesi halinde ve erkeklerle halvet olmayacak bir şekilde eğitimde katkı verebilir. İlahiyat fakültelerinde hoca olabilir- olamaz meselesi o ele alınacak ayrı bir konudur, özel tartışılacaktır bunlar. Böyle söyleşilerde verilen kararların münakaşaya müzakereye açılması doğru değildir. İlmi forumlarda ele alınarak meselenin çözülmesi gerekir. Çünkü öğreten yalnızca erkek değildir, Hz. Peygamber’in ilmine yatla şifa vermede yardımcı olan doktorlara ver” derdi. “Oğlum şu çocuklardan birini doktor yap” diye bana nasihati vardı. İki tanesi Allah’a şükür doktor oldular. Onun için onlar da büyük dua alıyorlar. Kadının illaki yalnız Kuran okuyacak, Kuran okutacak diye bir kamu alanında hizmetini o noktaya odaklamak hazfetmek doğru değildir. Ancak İslami kurallara uymak suretiyle kadının görev yapması, görev almasında bir sakınca yoktur. 9 Çünkü şu hep akla geliyor. Resmi görev alınca hep bu tokalaşma olayları ortaya çıkıyor. Bu Avrupa’da çok büyük bir problem. Şimdi o noktaya gelelim bayanın erkekle tokalaşması mezheplerin hiçbirinde caiz değildir. Yapılıyorsa onun günah olarak üstlenilerek yapılması demektir. Çağdaş zamanda kadınlar muhafaza etmelidir. Hatta moda değişti kadın erkek kucaklaşmaları bile olur hale geldi, bunlar caiz değildir. Bazıları olurdur olmazdır, hatta bizim kaynaklarımızda çok yaşlı olan musafahasına, farklı düşünce oluşmayan kadın erkek musafahasına izin vardır. Yani çok yaşlı bir kadının -köylerde öyledir- eli öpülür, yaşlı erkekler de öper. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’in süt annelerinin olduğu kabilelere gidip çok yaşlı kadınlarla musafaha ettiği kitaplarda yer alır ama muhakkikler bunun doğru olmadığını söylerler. Ama genelde talik olmaması farklı düşüncelere gidilmemesi şartıyla yaşlı kadınların eli öpülebilir onlarla musafaha edilebilir ama genç kadınların erkeklerle musafaha edilmesine kesinlikle izin yoktur. Yapıyorsak suç işleyerek yapıyoruz demektir. Hocam özel birkaç sorum daha olacaktı. Siz ilk Suriye’ye gittiğinizde Arapça bilmiyordunuz değil mi ? Okudum dedim ya.. Gramer olarak mı yoksa konuşma olarak mı ? Konuşma yoktu. Ama yani Arapçayı anlıyordunuz değil mi? 10 Yok pek anlamıyorduk. Ben Arapçada konuşma dilinde başarılıydım. Sebebi şu idi. Benim lisede okuduğum yıllarda sınıfımda hiç Türk arkadaş yoktu ve okulda olanlar da ayrıldı, bitiremediler, başaramadılar. Dolayısıyla yatılı okuldaydım. Bir de cami imamlığı olunca cemaatle konuşma, onlara vaaz etme, onlara dert anlatma Arapçamı geliştirmemi sağladı ve Arapça konuştuğum zamanlarda da –arkadaşlarımın beyanı benim iddiam değil- Arapla pek fark edilmez durumda idim. Hatta ve hatta hem fakültede hem lise kısmında Arap gramerinde arkadaşlarıma dersler veren, arkadaşlarıma yardımcı olan biriydim. Konuşma dilinde de öyle ama geleli kırk beş kırk altı sene oldu daha fazla, biraz unuttuk sayılır. Geldikten sonra yine gidip geldiniz mi, ne yaptınız? Pek fazla gidip gelmedim. Çünkü belirli şartlar vardı. Hacca giderken karadan, birkaç kez uğradım. Dostlarımı, arkadaşlarımı ziyaret ettim. Çünkü gittiğimde bildiğim kadarıyla Suriye genç istihbarat ekibi etrafımızı sarıyordu. Arkadaşlarım dediler ki “Sen gittikten sonra bizi istihbarata çağırıyorlar; ne konuştunuz, ne söylediniz, ondan ne haber aldınız gibi bizi sıkıştırıyorlar.” diyorlardı. Onun için ben arkadaşlarımla da gece ve camide istihbaratın olmadığı yerlerde konuştum. Arapça konuşmam Şam ve Suriye şivesini hatırlattığı için pek fazla bana baskı yapmıyorlardı ama arkadaşlarıma baskı yaptıkları oluyordu. Bir arkadaşımla altmış sene sonra beraber olduk. Birçokları profesörlükten emekli oldular, bakanlıktan emekli oldular. Ama maalesef gidemiyoruz, çünkü oradaki vatandaş bir an önce oradan kaçmaya kurtulmaya çalışıyor. Bu 1963 İhtilali’nden sonra başladı. 1963’ten beri Suriye hala bu azabı bu işkenceyi çekmektedir. 1970’ten sonra özellikle 67 harbi oldu, o harpten sonra Baas’ın baskıları arttı, dini hayatlar kontrol altına alındı, hocaların çalışmaları engellendi ancak yağcılara ve onlara şakşakçılık yapanlara konuşma hakkı verildi. Benim hocam Ramazan el-Buti’yi kürsüde öldürdüler -Allah rahmet eylesin- Yani sisteme yakındı, onları çok savunuyordu vs. öldürdüler. Mesela burada bir arkadaşımız var, benim çocukluk ve sınıf arkadaşım, ne olacak diye çırpınıyorlar. Allah yardımcımız olsun. Allah razı olsun hocam. 15 temmuz e n i r e hitl şe “şühedanın ruhu içün” indirilen hatimlerimiz Milletçe zor zamanları idrak ettiğimiz şu günlerde, biz de EDEP ailesi olarak bu zulme sessiz kalmadık ve elimizden geldikçe, dilimiz döndükçe, dualarımızla devletin bekası, dinin devamı ve çocuklarımıza daha güzel bir vatan bırakabilmek için karınca kadrince elimizden geleni yaptık. 11 Başka Memleketin Irmağının Akışına Ölemeyiz On beş temmuz günü, akşam ezanı okunurken günlüğüme şunları yazmışım: “Ve o ses Allahu Ekber diyerek noktayı koydu. Ne Marx ne diğerleri ne de onların kavramları en büyük sesin önüne geçemedi. Dünya güzelse tek bir sebepten. Güzel değilse de yine aynı sebebin yok edilmek istenilmesinden.” Kapının altından sessizce giren bir duman gördük o gece. Bir yer yanıyordu. İyi ki uyumuyorduk, açtık kapıları neyin habercisidir bu duman diyerek. Gördük ki içimizden birileri bizi yakmaya kalkmışlar. Şehit olmaya özendiğimiz yaş budur dedik. Millet olarak bağrı yanık bir milletiz, içimiz yangın yeri. Dört bir tarafımızı çepeçevre kuşatan ateşten bir çemberin içinde kalıverdik bir anda. Hatırladıkça havsalamızın almadığı dakikalar yaşadık. Bir ara en son duyduğum akşam ezanını düşündüm, iyice dinlemiş miyim diye yokladım kendimi. Külümüzden yeniden dirildik dualarla ve tekbirlerle. Vatan kalbimizin attığı yer idiyse ve vatan düşerse biz o zaman ölürdük. Bu toprakların taze kana ihtiyacı varsa bunun için yeni bir mevsim bile başlatabilirdik. Ve Allah’ın yardımıyla şahlandık, üzerimize düşeni yaptık. On dört asır evvel yürüyüşüyle ölümü titreten Ömer ile o geceki Ömer aynıydı. Batılı alnının ortasından vurup yere serdi. “Şöyle güzel bir şey olsa da içten bir tekbir getirsek” diyen Halil abimiz ardında hoş bir sada bıraktı. Tankın önünde duranlarımız, tankın egzozuna gömlek tıkayanlarımız, sokağa çıkanlarımız, sırayla vatan nöbeti tutanlarımız, vatandaşı olmadığı bir ülkenin sevdalısı olan Mustafa abimiz ve daha nice değerli insanımız, şehitlerimiz ve gazilerimizin dillere destan direnişiyle ve yükselen sala sesleriyle yangını bastırdık. Allah bize bu memleketi yeniden lütfetti. Sevgi Yaman Şimdi biz “Ne iyi olurdu o mesel kendi kendini yazsa” diyenlere en güzel mesel olan bir milletiz. İkinci baharımız on beş temmuzdan sonra başladı. Bu vatana deliler gibi aşığız. Başka memleketin ırmağının akışına da ölemeyiz. 15 Temmuz Anısına... Mübarek günün gecesi. Ruhlar bayramını yapmış ve iş telaşesinden aile hayatına dönmenin, rahat bir hafta sonu geçirmenin hayallerini kurmakta. Birinin derdi hala öbürünün canını yakmamakta. Sokağın başında bebek mevlidi ortasında Düğün evi sonunda ise cenaze evi var hala. Kendi telaşesi içinde insanoğlu. Küçük dertlerinde boğulmakta. Ta ki Büyük dert gelene kadar Mahşer anı mı? Kıyamet mi koptu? Zelzele mi oldu? Hayır F16 ? O da ne? Gençlerin oynadığı bilgisayar oyununda bir silah mı? Ama artık Şehidim! Karanlıktayız. Kim kime vurmuş? Hakkınızı helal edin şehidim rabbine kavuşmuş. Bıçak acısı mı ağlatır Ya rab? Yoksa sırtından bıçaklanması mı? Ey aziz millet! Toprağın bekan için susamış, şehid kanı ister. Nerde yiğitlerin topla meydana! Allah ekber ! Koşsunlar semaya! Hayır, hayır! Ve fetihler... Ya isabet ettiğinde ruhunu alan G3 ölüm makinası mı? Yaşlı gözlerle beraber gelen yardım. Koştuğun vakit tankın önüne fütursuzca (kaygısızca) koşan sen değildin. Çevirdiğin zaman namlunu asil halkından hain komutanına mehmedim, sen değildin mehmedim, sen değil... Bu bir simülasyon değil? Yerde yatan kanlar içinde Belki sokağın başında belki ortası Serra Ağırman ON U RKON FE R A N S L A R I 1 Gen Çevre Etkileşimi ve Psikopatoloji Şerife Leman Köybaşı Medipol Üniversitesi Sinirbilim Yüksek lisans 03.12.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu Arş. Özlam Kahya Yıllardır süre gelen “nature” vs ”nurture” yani bizi biz yapan tabiatımız mıdır, yetiştirilişimiz midir çelişkisi günümüze kadar çok tartışılan bir konudur. Günümüzde ikisinin de etkisi kabul edilmekle beraber, cevabın ağırlığı disiplinler arası farklı olabiliyor. Psikoloji, çevre ve tecrübelerimizin etkisine daha çok ağırlık verebilirken; biyoloji/sinirbilim genlerimize daha çok vurgu yapabiliyor. Neden yeni doğmuş tek yumurta ikizleri, 50 yaşındaki tek yumurta ikizlerinden daha çok birbirine benzer? Genetik materyalleri %100 aynı olmasına rağmen zaman geçtikçe farklılık oluşmasının sebepleri neler olabilir? İnsanlar arası çeşitliliği araştırmanın bir yolu ikiz çalışmalarıdır. Çevresel faktörlerin epigenetik mekanizmaları etkileyerek farklılıklara sebep olabileceği öne sürülüyor. 14 Gen çevre etkileşimi; halihazırda sahip olduğumuz genlerin çevre ile etkileşime girip DNA metilasyonu, histon modifikasyonu gibi epigenetik mekanizmalar ile gen anlatımında değişikliklere sebep oluş organizasyonunu araştıran bir konudur. Epigenetik mekanizmalar, DNA dizilim değişimi olmaksızın genom kullanımı değiştiren kalıtsal değişimlerdir. (DNA metilasyonu, histon modifikasyonu vs.). Epigenetik işaretlemeler, çok kısa süreler içerisinde (örneğin 1 dakika) değişebilirken, uzun süre de sabit kalabilir. Çevresel faktörler, genom kullanımının değişimine kalıcı veya geçici olarak sebep olabilir ve bu kullanım bilgisi yeni nesillere de aktarılabilir. Psikopatolojinin oluşumunun incelenmesi için gen ve çevre etkileşiminin anlaşılması mühimdir. İnsanların DNA sıralamasının %99’u aynıdır. Aynı çevresel olaylar ve stresin, farklı insanlara farklı etki etmesinin altında genetik varyasyonlar (polimorfizm/çeşitlilik) yatmaktadır. Çevresel faktörler; gen ekspresyonuna etki ederek nöral yapı ve işleyişini değiştirir, HPA Axis (stress yanıt mekanizması) ve bağışıklık sistemini etkiler, duygu düşünce ve hafıza oluşumuna etki eder. Bütün bunlar da patolojinin gidişatını belirleyebilir. DNA’mız çift sarmallı, nükleotidler tarafından ifade edilen genetik bilgiyi içerir. İnsan DNA’sında 23 kromozom çiftine paketlenmiş, her biri bir ebeveyden gelen 3 milyar mükleotid bulunur. Gen, protein (ya da RNA) kodlayan ana fonksiyonel birimdir. Biyolojide kabul edilen santral dogmaya göre, DNA’dan RNA, RNA’dan protein kodlanır. Genetik polimorfizm; transkripsiyonu (DNA’dan RNA yapılmasını), translasyon (RNA’dan protein yapılması) ve protein katlanması miktarını, etki düzeyini, ya da durağanlığını etkileyebilir. Fizyolojik değişikliklere (nörotransmitter salınımı, hormon salınımı, kalp atım hızı, kan basıncı değişiklikleri) sebep olabilir. Nöral değişikliklere (beyin yapısı, bağlantısallığı, reseptör dağılımı), davranışsal/bilişsel/bağışıklık/endokrin değişimlerine sebep olabilir. Psikopatolojiye yatkınlığı, dayanıklılığı belirleyebilir. Çevresel faktörleri; demografik etmenler (yaş, eğitim, sosyo-ekonomik durum) ve psikososyal faktörler (kişilik özellikleri, sigara-alkol kullanımı, yeme, uyku, egzersiz alışkanlıklar, özellikle erken dönem ve kronik strese maruz kalma, algılanan sosyal destek, yalnızlık, hissedilen refah) oluşturur. Bunlardan yola çıkarak; yediklerimizin, tecrübelerimizin, davranışlarımızın bu mekanizma ile yeni davranışlarımıza etki ettiğini söyleyebiliriz. İrademizi kullanıp doğru olanı seçmek genom kullanımımız, dolayısıyla beyin işleyişimizden davranışlarımıza kadar oldukça önem arzetmektedir. Bunu kalı- tılıp yeni nesillere aktarılabiliyor olması ayrıca düşünülmesi gereken bir durumdur. Psikolojik bir rahatsızlık için yatkınlık olması, durumun kesin gerçekleşeceğini göstermez. Çevresel bir etmenin onu tetiklemesi gerekmektedir. Sosyal destek ise, oldukça koruyucu bir unsurdur. ON U RKON FERA N S L A R I 2 İslam İktisadı Çalışmaları: Malezya Örneği Arş. Şeyma Özdemir Marmara Üniversitesi İktisat Tarihi Yüksek Lisans 12.03.2016 / FATİH EDEP Konferans Salonu Arş. Özlam Kahya Malezya’nın siyasî ve buna bağlı olarak da iktisadî yapılanmasının serd edilmesiyle başlanan sunumda İslam Üniversitesi’nin sistemi ve bu sistem içinde İslam İktisadı eğitiminin yeri vurgulandı. Bilginin İslamîleştirilmesi (Islamization of Knowledge) düşüncesinin iktisadî bilgiye yansımasından bahsedilerek İslam İktisadı çalışmalarının tarih, düşünce ve finans alanlarında yürütüldüğü ve finans çalışmalarının baskın oluşu anlatıldı. ‘Neden Malezya?’ sorusuna cevap verilip Malezya’nın İslamî finans konusunda Türkiye’nin rol modeli oluşundan bahsedildi ve Türkiye’de de uygulaması olan bazı bankacılık yöntemleri anlatıldı. Soru cevaplar üzerinden genişletilen sunum interaktif bir şekilde devam etti. 15 ON U RKON FE R A N S L A R I 3 Araplar ve Yahudiler: Tarihsel İlişkileri Prof. Dr. Nuh Arslantaş Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi 26.03.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu Seda Özalkan / Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Yüksek Lisans Yaklaşık iki bin yıllık bir tarihe sahip olan Yahudilik, bilinen en eski tevhidî (tek tanrılı) dindir. Üç semâvî dinin ilk halkasını oluşturan bu dinin tarihsel gelişiminin bilinmesi hem dinsel, hem tarihsel, hem de toplumsal gerekçelerle oldukça önemlidir. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği olayların büyük bir kısmı Yahudi tarihi ve Yahudi peygamberleriyle alakalıdır. Bu yüzden onları öğrenmek aynı zamanda kendimizin bir parçasını öğrenme ve Kur’ân’ın oturduğu bağlamı daha iyi bilme anlamına gelmektedir.* Bu dinî gerekçenin yanında yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Yahudilerle muhatab olması ve o zamandan itibaren özellikle Hıristiyan dünyanın Yahudi toplumunu kendi topraklarından atması süreçleriyle Yahudilerin Müslümanlarla bir arada yaşamaları da Yahudilik hakkında bilgi sahibi olmamızın toplumsal gerekçesini oluşturmaktadır. Özellikle Osmanlı döneminde devletin önemli konumlarına getirilen Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki ilişki bugünümüze örnek olması açısından oldukça önemlidir. 19. yüzyılda Yahudi milliyetçiliğinin diğer bir adı olan seküler Siyasî Siyonizm’in ortaya çıkması ve Osmanlı devletinin egemenliği altındaki topraklara Siyonistlerin göz dikmesiyle başlayan süreçte Yahudi ve Müslümanlar arasındaki ilişki * 16 Fuat Aydın, Yahudilik, İnsan Yayınları, 2010, İstanbul, s. 7. oldukça kaygan bir zemine oturmuştur. Bu bağlamda Siyonizm’in Yahudilikle bir tutulması ve Siyonist ve Yahudi kavramlarının yanlış olarak birbirlerinin yerine geçebilir olarak kullanılması da Müslümanların zihinlerindeki Yahudi anlamı ve algısını muğlak bir hale getirmiş, yüzyıllardır beraber yaşamış olan bu iki toplumu birbirini anlayamaz kılarak bugün yaşadığımız sorunlara zemin hazırlamıştır. Yaşadığımız coğrafyadaki sorunların büyük bir bölümünün İsrail/Filistin meselesinden türediğini düşündüğümüzde, bu konunun taraflarından biri olan Yahudilerin dini, tarihi ve Müslüman-Yahudi ilişkileri hakkında bilgi sahibi olmamız meselenin geleceğini etkilemesi açısından da oldukça önemlidir. Bu çerçevede Türkiye’de Yahudi tarihi veya Yahudilik denince akla ilk gelen isimlerden olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Nuh Arslantaş bu konular hakkında bizleri bilgilendirmek için davetimize icabet etti ve bu haftaki konuğumuz oldu. Genel bir Yahudi tarihi özetinden sonra tarih boyunca Arap-Yahudi ve Müslüman-Yahudi ilişkilerinin seyrini bizlere aktaran Nuh hocamıza sevgi ve saygılarımızı sunuyor, Filistin’deki kardeşlerimizin en yakın zamanda bu zulümden kurtulmaları için dua ediyoruz. ON U RKON FERAN S L A R I 4 Hz. Peygamber’in (s.a.v) Günlük Hayatı Muhammed Emin Kılıç İstanbul Haseki Eğitim Merkezi Hocası 23.04.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu Maşide Yüksel, Marmara İlahiyat 1. sınıf Muhterem ve pek kıymetli hocamız Muhammed Emin Kılıç ‘’Hz. Muhammed’in (s.a.v) Günlük Hayatı’’ başlıklı konferansıyla misafirimiz oldu. Bize peygamber efendimizin (s.a.v)’in hayatı hakkında çeşitli kitaplar önererek konuya başlayan hocamızın önerilerini sizinle de paylaşmak istiyorum. Bunlar; “yevmun fil beyturrasul” ve Ali Yardım hocanın “Peygamberimizin Şemaili” adlı kitabıdır. Hocamız Peygamberimiz (s.a.v)’in sade hayatını iyi bilmediğimizi, onu iyi tanımadığımızı, belli başlı şeyler dışında peygamberimiz (s.a.v ) hakkında bilgimizin yetersiz olduğunu dile getirdi. Bu nedenle çok fazla siyer kitabı okumamız gerektiğini söyledi. Günümüzde biz Müslümanların ilimle ilgilenirken dinamizm onu yaşama hatta ihlâs da bir sıkıntımız olabildiğini biraz batı tarzı okumalar yaptığımızı söyleyen hocamız “İlim ilim içindir.” anlayışıyla yaklaşıldığını ifade etti. Ama biz Müslümanlarda ilim amel içindir. Amelde Allah (c.c) içindir.’’ diyerek bizlere ilim-amel ilişkisini hatırlattı. İlim ve ameli birleştirip hayatımızda uygulamak içinde peygamberimiz (s.a.v)’i tanımamız gerektiğini sözlerine ekledi. Her yıl en az bir kitap okumamızı tavsiye etti. Osmanlı Devleti’nde eğitim sisteminde mühendis olsun fizikçi olsun öğretmen olsun fark etmeksizin tüm öğrencilere mezun olmadan önce efendimizin anlatıldığı bir kitabın okutulduğunu belirten hocamız bundaki maksadın peygamber sevgisi olamayan öğreticinin öğrencisine de bu sevgiyi aşılayamayacağı düşüncesinin olduğunu bu nedenle mutlaka okutulduğunu söyledi. Efendimizin (s.a.v) günlük hayatını bizlere şöyle aktardı. Peygamberimiz gecenin 3/1 ‘ini uyuyarak 3/1’ini ilim ve 3/1’ini ibadetle geçirirdi. Gece kalktığında ise dua eder ardından misvak kullanırdı. Sadece gece değil eve girdiğinde ve gün içerisinde sıklıkla misvak kullanırdı. Peygamberimiz (s.a.v) ağız kokusunu hiç sevmezdi. Sabah namazına katlığında gusül abdesti ya da abdest alırdı. Öyle ki mescide geldiğinde mübarek saçından su damlardı. Sonra dua ederdi.9 ya da 13 rekât namaz kılar- 17 dı. Secdede 50 ayet okuyacak kadar kıyamda ayakları şişene dek dururdu. En hafif kıldığı namaz sabah namazının sünnetiydi. Genelde kafirun ve ihlâs suresi okur ve sonra sağ elini başının altına alıp çok az yatar ve çok geçmeden kalkardı. Mescide gider insanlarla namaz kılardı sonra hemen çıkmaz cemaate döner sahabeyle sohbet eder, onların sorunlarıyla ilgilenir bazen şakalaşırdı. Dışarıdan geçenler gülme sesleri işitirlerdi. Minberde konuşurken biri soru sorduğunda yanına iner sorusunu cevaplar ve tekrar minbere çıkardı. Sadece akşam ve yatsı namazı arasında ki süreyi evde geçirir akşam yemeği yerdi. Çocukların başını okşar onlarla sohbet ederdi. İşrak vakti namaz kılardı sonra tahmini olarak sahabeyle iki saat sohbet eder sonra kalkardı. O gün hangi eşinin evine gitmesi gerekiyorsa gider ve kapıdan besmele ile girerdi, eve mutlaka besmele ile girmemizi istedi. Eve girdiğini belli ederdi. İlk iş misvak kullanırdı. Yiyecek var mı diye sorduğunda Hz. Aişe yok derse oruç tutardım diyor ki Hz. Aişe’nin yok dediği çok olurdu. Hz. Aişe “Muhammed ailesi iki gün ardı ardına arpa ekmeğinden doymuş değildir “ diyor. Peygamberimiz (s.a.v) yemek yerken sırtını yaslamazdı. Enes bin Malik rivayetinde “ben gördüm ki Efendimiz (s.a.v) açlıktan hurmayı yaslanarak yiyordu.” diyor. Peygamberimiz (s.a.v) sofradan doyarak kalkmazdı bazen misafirler çekinmesin diye onlarla yediğinde tam doyduğu olurdu. 18 Efendimiz eti çok severdi bir gün kendisine küçükbaş bir hayvan hediye edilmişti. Kesilmesi için Hz. Aişe’ye gönderdi. Akşam sordu Hz. Aişe’ ye “ne kaldı geriye ?” Hz. Aişe “Ya Resulullah sadece bir butu kaldı” dedi. Resulullah da dedi ki‘’Desene bir butu dışında hepsi bizim.’’ Kahvaltıya giderken camiden çıkmadan önce Ashabı Suffa’dan bazılarını yanına alır bazılarını ise sahabelere dağıtırdı. Yemeğe besmele ile başlar sağ eliyle ve hemen önünden yerdi. Kuşluk vaktinde 2,4 ya da 8 rekât namaz kılardı. Öğleden önce kuşluktan sonra tek tek hanımlarının evlerini dolaşır ihtiyaçlarını alırdı. Hepsini bizzat kendi taşır kimsenin onları taşımasına izin vermezdi. Sonra mescide giderdi. Hocamızın söylemiyle mescid onun işyeriydi. Her türlü işle orda ilgilenirdi. Vaktinin büyük çoğunluğunu orda geçirirdi. Harp sanatları, ganimetler, tartışmalar hepsi orda olurdu. Peygamberimiz soru soranın durumuna göre cevap verirdi. Kayluleyi öğle namazında önce uyurdu. Hava çok sıcaksa öğle namazını biraz geç kılardı. Peygamberimiz çok kibardı. Gerektiğinde hastaları ziyaret ederdi dargınları barıştırırdı. Şakayı çok severdi zaman zaman evinin dışından gülme sesleri gelirdi. Akşam nerde kalacaksa tüm hanımları oraya gelirdi. O evde muhabbet ederlerdi veya her bir hanımını tek tek ziyaret eder en son kalacağı hanımının evine giderdi. Evde iken somurttuğu vakii değildi. Yatsıdan sonra erken yatardı. Yatarken nas ihlâs ve felak suresini mutlaka okurdu. Sağ elinin üzerine başını koyarak uyurdu. Son olarak her bakımdan Peygamberimizi (s.a.v) örnek almamız gerektiğini bizlere vurgulayan hocamız bilhassa günümüzde insanların yoksunluk çektiği kibarlık mevzusu üstünde duruyor. Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki “Kibarlık ve zarafetten yoksun kalan her şeyden mahrum kalmıştır.” “Hiçbir zaman söz fiil kadar etkili olmaz.” diyen hocamız Efendimizin (s.a.v) davranışlarını tam da bu yüzden örnek almamız gerektiğini söylüyor. Biraz Resulullah(s.a.v) a benzersek birçok şeyin değişebileceğini vurgulamıştır. “Cenab-ı Hak inşallah mümkün mertebe Efendimizin(s.a.v) hayatının 24 saatini hayatına uygulayan onu kendi hayatına örnek yapan ve hayata geçiren bahtiyar kullarından eylesin.” diyerek konferansımızı noktalıyor. ON U RKON FERA N S L A R I 5 Sünnetin Birleştirici Mahiyeti Doç. Dr. Aynur Uraler Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi 23.04.2016 / FATİH EDEP Konferans Salonu Maşide Yüksel, Marmara İlahiyat 1. sınıf Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Doç. Dr. Aynur Uraler hocamız, Edep Eğitim Merkezine teşrif ederek ‘’Sünnetin Birleştirici Mahiyeti’’ başlığı altında konferans verdi. Hocamız 1960’ta Pendik’te doğdu 1978’de Çapa Öğretmen Lisesi’nden, 1988’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Ümmü Habibe’nin Rivayetleri” başlıklı teziyle yüksek lisans, “Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık” konulu teziyle doktora eğitimini tamamladı. 2003’te Yardımcı Doçent, 2014 yılında da Doçent oldu. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynur Uraler hocamız günümüz sıkıntılarından biri olan fırkalaşmanın ortaya çıkış sebeplerinden, bu konuda sünnetin birleştirici mahiyetinden ve neler yapabileceğimizden bahsetti. Konuşmasında ilk olarak sünnetin ümmeti bağlayıcılığından Hz. Mevlana’dan şu sözleri alıntılayarak bahsetti ‘’Aklını peygamber yolunda kurban et.’’ Her fert bildiği hadisi ve ayeti uygularsa o zaman ümmet oluruz, ‘’Kim var?’’ dendiği zaman sağa sola bakmadan ben varım diyebilecek adamlar yetiştirmiş oluruz. Fakat günümüzde Müslümanların arasındaki en büyük problemlerden biri,tek bir ümmet olamamak ve fırkalaşmaktır. Aynur hocamızda bunu ‘’Fırkalara ayrılırsak sünnet ortadan kalkar.’’ sözleriyle ifade etti. Peygamber efendimiz ‘’Küfür tek millettir’’ demiştir ki tüm dünya Müslümanlığı ilgilendirmeyen bir konu olduğunda bir araya gelebilir, geliyorda. Hocamız konuşmasının devamında bizlere fırkalaşmanın sebeplerinden yani bid’at grupların ana olarak ortaya çıkış sebeplerinden şu şekilde bahsetti; Ayet ve hadis varken insanların kendi hevalarına uyması ve kendi reyini beğenmesi. İçtihad etmek tabiî ki makbuldur ve doğrudur ama Kur’an ve hadis çerçevesinde olduğunda. Burada bahsedilen ise Kur’an ve hadis bir kenara bırakılarak yapılan batıl reydir. Aklı nassın önüne koymak fırkalaşmaya götürür ki nassın olduğu yerde ‘bana göre’ ifadesi yoktur. Aklı nassın önüne koymak 19 ifadesini de hocamız Hz. Ali’nin şu sözüyle bizlere açıkladı: ‘’Din akılla olsaydı mestlerin üstünü değil altını mesh etmemiz gerekirdi.’’ Yani burada kastedilen, tarifi tanımı ve uygulaması peygamberimiz (sav) tarafından yapılan ibadetlerde (taabbudi hareketler) akla tersmiş gibi görünen şeylerle karşılaştığımızda aklın yerine nakli tercih ederiz. “Sözlerin en doğrusu Allah’ın Kitabıdır, yolların en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin en şerlisi muhdes olanlardır. Dine sonradan sokulan her şey bid’attır, her bid’at dalalettir ve her dalalet ateştedir.” (Müslim 867,Nesei 3/188) hadis-i şerifini zikrederek hocamız, bid’at tartışmalarıyla ilgili olarak yeniliklere ve teknolojik gelişmelere bid’at denmediğini söyledi. Hadis dikkatlice okunduğunda; teknolojik gelişmeler, insan ihtiyacını kolaylaştıran her türlü alet edavat gelişimi ve değişimi, tarım, şehircilik, hayvancılık vb. konulardaki değişim ve gelişimlerin, Peygamberimizin kastettiği bid’at tanımına girmediği gayet ra- hatlıkla anlaşılacaktır. Buradan da anlaşılacağı üzere tüm bu gelişim ve değişim alanına giren şeyler, Müslümanların daha rahat ve daha sağlıklı yaşaması için birer araçtır. Araçlarda da bizatihi özü itibariyle haramlık söz konusu değildir. Tamamen ne amaçla ve ne niyetle kullanıldığı önemlidir. Son olarak hocamız, her konuda sahih bir sünnet olduğundan ve sünnetinde Peygamber efendimiz ve ashabının üzerinde bulunduğu yol olduğunu söyledi ve fırkalaşmayı önlemek açısından, camiye gitmenin ümmet olmanın önemli bir noktası olduğundan ve cemaatin rahmet olduğundan bahsederek konuşmasını noktaladı. Bizler de bu bilgiler ve değerlendirmeler ışığında, günümüz problemlerinin en büyüklerinden olan sünneti terk ve fırkalaşmanın olduğu bu ortamda, Müslümanlar olarak bir olmaya, ümmet olmaya özen göstermeli, Peygamber efendimizin (sav) sünnetine sıkı sıkı sarılmalıyız. ON U RKON FE R A N S L A R I 6 Sosyal Bilimlerde Karşılaştığımız Problemler Kasım Kopuz Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Görevlisi 09.04.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu Ravza Kara, Marmara İlahiyat 2. sınıf 20 Değerli hocamız Kasım Kopuz “ Sosyal Bilimlerde Karşılaştığımız Problemler “ konulu konferansta konuğumuz oldu. Sosyal kelimesini açıklayarak konferansa başlayan değerli hocamız toplum kavramının geçmişinin eski olmadığını ancak ortak amaçları olan insan gruplarına her zaman bir isim verildiğini belirtti. Özellikle 1800 ‘lü yıllarda Avrupa ‘da düşünmenin analitik olarak değişmeye başladığını ve yeni kav- ramların ortaya çıktığını ancak ortaya çıkan bu yeni kavramların eski dönemlerde yaşanılan olayları ifade etmek için de kullanıldığını ifade etti. Örneğin anayasa kavramının 1800 ‘lü yıllarda Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan bir kavram olduğunu ancak peygamber efendimiz (SAV) döneminde Medine Vesikası olarak geçen yasal uygulamaların günümüzde Medine Anayasası olarak da ifade edildiğini belirtti. Batıda sosyal bilimler hakkında en çok tartışılan sorunun sosyal bilimlerin çıkmaza girip girmediği olduğunu belirtti. Temel bilimlerle sosyal bilimlerinin farkına da değinen hocamız temel bilimlerin ana sorunun ise belli bir yönteminin olmaması olduğunu ifade etti. Günümüz problemlerinden birinin de gün geçtikçe insanların makineleştirmeye çalışıldığı olduğu üzerinde durdu. Makineler neye programlanmışsa onu yapar insanlarsa durumu anlar ve durum ne gerektiriyorsa onu yapar. Günümüzde ise insanlara da makineler gibi işlevler yüklenmeye çalışıldığını belirtti. Hocamız dünyevi ilimler de denilen seküler ilimlerle uğraşmanın fuzuli olmadığını önemli olanın elde edilen bilginin İslam yolunda kullanılması gerektiğini ifade etti. Hatta matematiği bile en iyi şekilde öğrenmenin farz – ı kifaye olduğunu belirtti. İslami ilimler dışındaki ilimlerle ilgilenme- nin yanlış olmadığını vurguladı. Önemli olanın ister islami ilimlerin ister seküler ilimlerin İslam yolunda , islami normlara uygun olarak çalışmalar yapmanın olduğunu vurguladı. Hocamızla sosyal bilimlerin ne olduğundan günümüz problemlerine kadar çeşitli konularda yaptığımız sohbetimizle sosyal bilimlerle ilgili temel bilgiler edinmiş olduk. ON U RKON FERAN S L A R I 7 Muhammed Emin Kılıç ile Sünnet Üzerine Muhammed Emin Kılıç İstanbul Haseki Eğitim Merkezi Hocası 09.04.2016 /FATİH EDEP Konferans Salonu Ravza Kara, Marmara İlahiyat 2. sınıf Hocamız Kutlu Doğum Haftasında olmamız, bunun yanında yaptığımız okumalarımızın amel, ihlas ve zevk gibi yönlerine biraz katkı olması için araştırdığı kaynaklar ışığında Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘in bir gününü konuştu. Tabii hocamızın Efendimiz (s.a.v)’den bahsederken gözlerindeki parıltı dikkatlerden kaçmıyordu. Hocamız Efendimiz’in amel kısmına geçmeden önce O’nun müberek ismi anıldığında mutlaka salat-u selam okumamı- zın gerektiğini teyit etti; hatta Abdulfettah Ebu Gudde, Risaletü’l Müsterşidin adlı eserinde O’nun adı anıldığında isminin yanına salavat-ı şerifin (s.a.v) şeklinde yazılmasına bile karşı çıkmıştır. Ebu Gudde mutlaka “Salla Allahu Aleyhi ve Sellem” şekinde yazar. Zatan bu kalem, bu mürekkep neden var, kalem bundan daha güzel ne yazabilir ki… Bütün ameller, dualar kabul olmakla olmamak arasındadır ama Efendimiz (s.a.v) ‘e yapılan dualar, salat-u selamlar mutlaka kabul edilir. 21 Bizim O’nun sadeliğini görmemiz için O’nun her anı izlenmiştir. Birgün İbn-i Abbas Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in evinde kalmak ister.(Hz. Peygamber (s.a.v)’in hanımı Meyene onun teyzesiydi) İbn-i Abbas amacının aslında kalmak değil Resulullah’ın geceleyin ne yaptığını merak ettiği için kaldığını söylemiştir.İbn-i Abbas der ki “ Gece onların evindeyken uyuyor numarası yapıyordum bir ara Resulullah kalktı, orda bir tulum vardı ondan abdestini aldı ve namaza durdu sonra ben de kalkıp o tulumdan abdest aldım ve O’nun sol arka tarafında namaza durdum. Beni kulağımdan tutup sağına aldı; ben tekrar sol tarafına geçtim ve bu birkaç kez tekrarlandı hülasa Peygamber Efendimiz (s.a.v) başaramadı. Namazdan sonra bana: “ Ya ğulam, seni benim koyduğum yerde durmaktan alıkoyan nedir? “diye sordu ben de: “Ey Allah’ın Rasulü, sen Allah’ın Resulüsün ben ise bir çocuk, benim yerim senin sağın değil senin arkan ve solun. “ Bunu söyleyince Efendimiz (s.a.v) ellerini kaldırarak “Allah’ım onu dininde fakih kıl.” duasını yaptı. 22 Efendimiz (s.a.v) gecenin 1/3’de kalkar ve ilk sözü şu olur احلمــد للــذي أحيانــا بعــد مــا أماتنــا و اليــه النشــورondan sonra sağ kolundan başlayarak elbisesini giyer. Kalktıktan sonra ilk işlerinden biri de ağzını misvaklamak olur; misvaklama işini gece gündür her vakitte yapardı. Ağız kokusuna dayanamazdı. O’nun zayıf noktası bu idi. Her gece uyandığında ilk işi misvak sonra abdest sonra gusül oluyor. Hatta bir defasında gusül almayı unutuverir, camiye gider mihrapta namaz kılacağı sırada gusül almadığını hatırlar. Cemaate مكانكــمyerinizde durun der ve gusül alıp başından hala damlaların aktığı bir halde gelir; namazı kıldırır. Tabii seher vaktinde namazdan önce dua eder. Geceleyin semaya bakarak ayetler ve dualar okur, semaya bakarak muhakeme ve muhasebe yapar, düşünürdü. Daha sonrra namaza dururdu bazen 9 bazen de 13 rekatlık namaz kılardı; vitir nama- zını geç kılardı. Genelde secdede 50 ayet okuyacak kadar durur; kıyamda ayakları şişecek kadar dururdu. Hanımlarından birisi Efendimiz(s.a.v)’i gece namaz kılarken tencerenin fokurdarken çıkardığı ses gibi ağladığını görmüş. Müezzin iki defa camiye giderdi ilk gidişinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) sünneti kılar ve uyur. Müezzinin ikinci gidişinde mescide gider namazı kıldırırdı. Mescide sağ ayağıyla girer; sol ayağıyla çıkardı. Ezan okununca “Allah-u Ekber” denilince tekbir getirirdi, Hayye alel felah ve selahlarda ” La havle ve la kuvvete illa billahil azim” derdi. Başka rivayetlerde bunlara ek olarak kelime-i şehadette “ وأنــا و أنــاben de aynısını söylüyorum” derdi. Namazdan sonra bağdaş kurarak otururdu. Akşam namazı dışındaki hiçbir namazda hemen çıkmazdı. Genelde akşam namazından sonra yemek yer akşam ile yatsı arasını evde geçirirdi. Diğer namazlardan sonra cemaate dönüp hasbihal eder, onlara öğütler verir, onları bazen ağlatır bazen de güldürürdü. Sabah namazından işrak vaktine kadar mescidde durur; kuşluk vaktinde tekrar mescide giderdi. Mescidde en fazla durduğu vakit öğle vakti idi kaynakların çoğuna göre kayluleyi öğleden önce yapardı. İkindi vaktinde ise daha az dururdu. Ashabıyla sohbet eder kaylule yapardı, kimi zaman onlarla deve yarışı yapardı. Bazen de çocuklarla oynar, onlara selam verir, onlarla konuşur, onlara hediyeler verir ve onlarla yarışlar düzenlerdi. Çocuklar O’nun duasını almak için yarışırdı. Kadınlar O’nu ağırlamayı çok sever; O’nu sık sık evlerinde ağırlarlardı. Yemekten sonra onlara mutlaka teşekkür ederdi. Ebu Eyyub el-Ensari O’nu 6 ay buyunca ağırlamış, O’nun ne sevdiğini bilirdi. Hiçbir yemeği beğenmediğini gören veya duyan olmamıştır. Azık olup olmadığını sorduğunda sirkenin olduğunu söylediklerinde “sirke ne güzel katıktır.” derdi. Son derece kibar birisiydi. Hiçbir zaman somurttuğu görülmemiştir. Gerektiğinde de mizah yapardı. Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre mizah amacıyla kendisine iki kulaklı olduğunu söylermiş. Zeyd’den de rivayet edildiğine göre O’nunla dünyalık bir şey hakkında konuştuklarında dünyadan konuşur, ahiretlik bir konu hakkında konuştuklarında ahiretten konuşur; insanları sıkmaz idi. Hasta olanları mutlaka ziyaret ederdi. Dargın olanları barıştırırdı. Akşam nerde kalacaksa bütün hanımları orda toplanır, muhabbet eder sonra da dağılırlardı ya da bazen O bütün evleri ziyaret eder en sonda kalacağı eve giderdi. O’nun en sevimli olduğu yer eviydi. Namazlarını mutlaka cemaatle kılar yatsıdan sonra erken yatardı. İhlas, Felak ve Nas surelerini okur, ellerine üfler ve bütün vücudunu sıvazlardı. Hz. Enes (r.a) O’nu dokunduğunda O’nun kokusundan daha güzel bir kokuyu duymadığını ve O’nun mübarek teninden daha yumuşak bir ipeğe dokunmadığını söylemiştir. Nerde bir kibarlık varsa onu güzelleştirir. Efendimiz o kadar kibar ki املسلمون هينونة لينونــةcümlesinde aslında bulunan bir şeddeyi bile sert olduğu için yumuşatmıştır. Hz Hatice’nin akrabalarına özel bir saygı gösterirdi. Bu konuşmadan sonra hocamız büyük bir heyecanla yaptığı konuşmayı yavaş yavaş sonlandırıyordu. Hocamız en son olarak Efendimiz’in sünnetine sarılmazın gerektiğini aksi takdirde Kur’an-ı Kerim’i yanlış anlayabilme hatasına düşme ihtimalinin yüksek olduğunu belirtti. Hocamızın vesilesiyle Efendimiz’in gerek dinimizi tebliğ ederkenki durumlarda gerekse günlük hayatında insanlara karşı yaptığı davranışlarında “ Kim kibarlıktan mahrum kalırsa bütün hayırlardan mahrum kalır.” hadisinden de anlaşılacağı üzere ne kadar ince ve hassas olduğunu bizim de bundan pay almamız gerektiğini bir kez daha anlamış olduk. ON U RKON FERAN S L A R I 8 Fârâbî’den Taşköprîzâde’ye: İslam Medeniyetinde İlimler Tasnifinin Gelişimi Arş. Gör. Selime Çınar Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 07.05.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu Saliha Kübra Solaş, 29 mayıs Türk Dili ve Edebiyatı 3. sınıf Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi bölümü araştırma görevlisi Selime Çınar, “Fârâbî’den Taşköprüîzâde’ye: İslam Medeniyetinde İlimler Tasnifinin Gelişimi” başlıklı yüksek lisans tezini sundu. 7 Mayıs 2016’da Üsküdar EDEP Merkezi’nde gerçekleştirilen konferansta “Bir bilginin ilim olabilmesi için neler gerekir?”, “İlimler konularını nerden alır?”, “Felsefenin ilimlerle nasıl bir ilişkisi vardır?” ve “Hakikate ulaşma metotları üzerinden ilimlerin tasnifi” gibi mevzulara değinildi. İlimlerin (felsefenin bütün ilimleri kapsadığını hatılıyoruz) nazarî/teorik ve amelî/pratik ilimler olarak ikiye ayrıldığı şemayla başladı konferans. Metafizik, matematik, fizik, mantık ilimlerini nazarî ilimlere; ahlak, ev yönetimi, siyaset 23 ilimlerini de amelî ilimlere yerleştirdikten sonra nazarî ilimlerin bilmek için öğrenildiğine, amelî ilimlerin ise yaşamak için öğrenildiğinden bahsedildi. Bilginin ilim olabilmesi için mevzu (konu), mesail (problemler) ve mebadî (ilkeler)ye sahip olması gerektiği de söylendikten sonra ele alınan ilimlerden konuşuldu. Fârâbî, İbn Sina, İbn Hazm, Gazalî, Razî, Seyyid Şerif Cürcânî gibi düşünürlerin ilimler tasnifine de değinilerek hangi ilmin, hangi aracı kullanarak hakikate ulaşmaya çalıştığına dair bir sınıflandırma yapıldı. Bu tasnife göre “hakikate ulaşmak için” kullanılan yöntemler nazar (akıl yürütme) ve riyazet (keşf, mücahede) olarak ikiye ayrıldı. Her iki yöntem de “dine bağlı” ve “dine bağlı olmayan” olarak bir kez daha ikiye ayrıldı. Bu tablodan hareketle “dine bağlı akıl yürütme” yolunu kullanan ilme “kelam”, “dine bağlı olmayan akıl yürütme” yolunu kullanan ilme “felsefe” ; “dine bağlı keşif” yolunu kullanan ilme “tasavvuf”, “dine bağlı olmayan keşf” yolunu kullanan ilme de “işrakî felsefe” denildi. Soruların sorulması ile nihayete eren programdan Üsküdar EDEP Merkezi öğrencileri olarak memnun kaldık. “İlimler tasnifi” gibi kapsamlı bir konudan genel hatlarıyla haberdar olduk. Selime Çınar hocamıza teşekkür ediyoruz. ON U RKON FE R A N S L A R I 9 Fatih Çollak “Kuran’a Dair...” Fatih Çollak 07.05.2016 /FATİH EDEP Konferans Salonu Zeynep Yazar EDEP Eğitim Merkezinin yedi mayısta düzenlediği haftalık seminer konuğu sayın Fatih Çollak hoca idi. Kuran dersleri ve kıraatıyla aşina olduğumuz Fatih Çollak hocamız bizlerin soru ve istekleri doğrultusunda engin tecrübelerini paylaştı ve –inşallah- Kuran Talebesi olan Edep öğrencilerine bazı nasihatlerde bulundu. 24 Konuşmasına başlamadan evvel hedef kitle- sinin eğitimi hakkında bilgi alan Çollak Hoca kendisinden özellikle bahsetmesini istedikleri bir konunun olup olmadığını sordu. Bunun üzerine talebelerden şöyle yanıtlar geldi: “öğrencilik hayatımız süresince uygulamamızı önerdiğiniz tavsiyeler nelerdir? Vakit tanzimi konusunda nasihatleriniz nelerdir? Kur’an’ı daha iyi anlamak ve yaşamak için ona nasıl yaklaşmalıyız? Kuran eğitimi verilirken dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir? İlahiyat fakültelerinde Kuran eğitimi nasıl olmalıdır? Kuranı salt okumak yerine yaşamak nasıl mümkün olabilir?” Konuşmasının genel akışı içerisinde öğrencilerden gelen sorulara cevap veren Fatih Çollak Hoca Yüce kitabımız Kuran ile olan dinamik bağımızı şöyle izah etti. “Bizim kuran ile münasebetimiz, Kuranın ilk suresi Fatiha’da altı çizilmesi gereken şu ayetin iyice kavranılmasıyla başlar. O da “iyyakene’budu ve iyyake nestein’’ yani ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz. Ardından gelen ayette de ‘bizi doğru yola ilet yani bize hidayet nasip eyle’ şeklinde bir duadır. İşte bu duaya cevap hemen arka sayfanın başında ‘elif. lam.mim zalike’l-kitabu…’ buyrularak veriliyor. Yani işte bu kitap –ki onda hiç şüphe yok- muttakiler için bir hidayettir. Ardından da muttaki kulların vasıfları veriliyor.” Kuran’ı okumak ve anlamak yolunda olan kişinin yaşayacağı bazı merhaleler vardır diyen Fatih Çollak Hoca bunu şöyle izah ediyor: ^^Kuran ‘okunan kitap’ manasına gelir. Onunla olan muhattabiyetimiz ilk olarak onu okumakla başlar. Bunu yapan kişiye “kariu’l-Kur’an” unvanı verilir. Kur’an kıraatini daha da ilerleterek onu ezberleyen kişiye verilen unvan ise “hafizu’l-Kur’andır”. Üçüncü bir safha olarak da kişinin Kur’an’ın dili olan Arapçayı, tecvidi, hadisi, tefsiri yani Kur’an’ı anlamak için gerekli olan ilimleri elde etmesidir ki bunun sonucunda bu kişiye “alimu’l-Kuran” denir. Bundan sonra müktesebatına Kuran’ı alan kişi onu öğretmeye, açıklamaya başlarsa ona da “hadimu’l-Kuran” denir. İşte bütün bu ilimlerin insanlarda bir ma’kes bulabilmesi bir iz bırakabilmesi amel ile alakalıdır. Kuran’ı gayet güzel okuyabilen birinin insanlar üze- rindeki tesiri saman alevi gibidir çabuk söner. Oysa gönüllerde yer edebilmek için onu yaşamak ve yaşatmak gerekir. İşte bunu yapan kişiye de “amilu’l-Kur’an’dır”. Ve nihayet bu kişinin gecesi gündüzü Kuran olur. Burada sürekli Kuran’ı okumaktan söz etmiyorum. Bu kişi sürekli Kuran üzerine tefekkür ve tezekkür etmektedir. Gören onu gördüğü için Kuran’ı hatırlar. Bu insana da “Habilu’l-Kuran” denir yani Kuran’ı taşıyan kişidir. Kuran okumak ile Kuran’ı okumanın birbirinden farklı olduğunu belirten Çollak hoca birincisinin biraz da nefsimize kolay gelen salt okumak olduğunu ikincisinin ise matlub olan tefekkür ve tefehhümdür olduğunun altını çizdi. Yine bu bağlamda ayetlerde çokça tekrarlanan ‘Kuran’ın rahmet olduğu’ gerçeğini nasıl anlamalıyız diye soran Çollak hoca; rahmetin sanıldığı kadar soyut bir kavram olmadığını Maide suresinde içki yasağı ile ilgili ayeti örnek vererek açıkladı. Bu ayetten sonra alkol kullanmayı bırakan kişini yaşadığı kurtuluşu düşündüğünüzde rahmetin ne kadar somut olduğunu görüyorsunuz dedi. 25 Maharat Arapça Öğretim Serisi-1 EDEP Modern Arapça Birimi olarak öğrencilerimize daha iyi bir eğitim verebilmek, Arapça’ya iyi bir başlangıç yapmalarını sağlayabilmek amacıyla her zaman kendimizi geliştirmeye en iyi eğitim tekniklerini kullanmaya çabalıyoruz. Bu arayış bizi kendi kitaplarımızı telif etmeye yöneltti. Serimizin ilk kitabı olan bu çalışma hem yazılı hem sesli materyal sunmakta, öğrencinin dinleme, okuma, okuduğunu analiz etme, konuşma ve yazma becerilerini geliştirmesini sağlamaktadır. Gramer konuları öğrencinin ihtiyacına binaen kademeli olarak sunulmuş, konuşmasına hizmet edecek şekilde süreç içerisinde yavaş yavaş öğrenmesi amaçlanmıştır. Kitabın en önemli özelliği, başta Türk öğrenciye hitap etmesidir. Öğretilmesi hedeflenen kelimeler Türkçe ve Arapça ortak kelimeler, Türkçede anlam kaymasına uğramış Arapça kelimeler dikkate alınarak seçilmiş ve her ünitenin başında bu kelimeler ayrı tablolarda verilerek öğrencinin dikkatine sunulmuştur. Elinizdeki bu kitap serinin ilk kitabı olup A1 seviyesindeki öğrenciler için hazırlanmıştır. Zaman içerisinde tüm seviyeler için ayrı kitaplar yazılması hedeflenmektedir. 26 Üsküdar’a hoşgeldik EDEP Üsküdar Şubesi’nin Akademik Koordinatörü Feyza Ali Çavuş Hüseyin hocamız ile EDEP’in Üsküdar ayağını konuştuk. Sevgi Yaman, İstanbul İlahiyat 2. Sınıf Üsküdar EDEP ne zaman açıldı, kaç öğ- Üsküdar EDEP ’in öğrenci alımları ne za- rencisi vardır? man oluyor? Üsküdar EDEP, Fatih EDEP ’ten bir buçuk yıl sonra, 2015-2016 Eğitim Öğretim yılının Eylül ayında açıldı. İlk açıldığında birkaç hafta Fatih Şubesi’nde eğitime başladık, sonra 8 Ekim 2015’te Üsküdar’a taşındık. Bu tarihten sonra dersler burada yapılmaya başlandı. Yirmi üç öğrenciyle başladık, şuanda yirmi beş öğrencimizle devam ediyoruz. Öğrenci alımlarını Fatih Şubesi ile aynı yapıyoruz. Kaç sınıf var? İki sınıf var: Hazırlık A ve Hazırlık B Öğrenci alımında kriterleriniz nelerdir? Nasıl bir öğrenci profiliniz var? Genel kriterlerimiz Fatih EDEP ile aynı. Bizim Üsküdar’da da bir şube açmaktaki amacımız Anadolu yakasındaki öğrenciler için imkân oluşturmaktı. İlk başta okulu bu tarafta olan öğrencileri tercih etmeye çalıştık. Öğrencilerimizin çoğunun okulu karşıda, evi bura27 da. Biraz da bu yüzden Üsküdar tercih edildi. Ama Boğaziçi Üniversitesi’nden gelenler de var, İstanbul Üniversitesi’nden gelenler de var. Şu anda Üsküdar EDEP ’de ders görmek öğrencinin tercihine bırakılmış durumda. Birçok üniversite yakın Üsküdar’a, sanırım bu da etkili... Evet, Üsküdar Üniversitesi, Özyeğin Üniversitesi, 29 Mayıs Üniversitesi, Şehir Üniversitesi, Medeniyet Üniversitesi gibi birçok üniversite bu tarafta. Henüz hepsinden öğrencimiz yok. Üsküdar EDEP ’in seminerleri hangi eksende yapılıyor? Öğrencilerimiz hazırlık sınıfı olduğu için seminerler Arapça yoğunluklu. Şu anda Modern Arapça ve Klasik Arapça alıyorlar. Ayrıca bir sınıfımız da EDEP ’in İhtisas Programı’ndan Özlem KAHYA hocamız ile Fıkıh seminerlerine başladı. Salı akşamları da Prof. Dr. Recep ŞENTÜRK ile Riyaz’us-Salihin okumaları yapıyoruz. Ama dediğimiz gibi seminerler yoğunluk olarak Arapça üzerinde. Konferanslar nasıl yapılıyor? Konu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz? İlerde çok geniş bir öğrenci yelpazeniz olacak o zaman! 28 İnşa Allah. Tüm üniversitelerden alım yapmayı planlıyoruz. İlk dönemimizde konferanslar için ortak vakit ayarlama konusunda tam bir uyum sağlanamadı. Fakat bu dönem iki haftada bir cumartesi günleri farklı konuşmacıları ağırlıyoruz. Konferanslardan sorumlu hocalarımız bu konuyla ilgileniyorlar. Konuşmacı tercihini onlara bıraktık. Genel olarak herkese hitap edecek konular seçmeye gayret ediyoruz. Seminerlere devamlılık sizin için önemli. Bu devamlılığı nasıl sağlıyorsunuz, gözlemleriniz neler? Okullarındaki programın burası ile çakışması sebebiyle katılamayanlar haricinde herkes katılıyor. Zaten seminerlere katılım zorunlu. Yoklama da alıyoruz fakat elhamdülillah bu konuda sıkıntı çekmiyoruz. Buraya gelecek öğrenciler bunu göze alarak gelmeli diyorsunuz yani... Tabii. Tüm seminerlere katılım zorunludur. Üsküdar EDEP ’in araştırmacısı var mıdır? Üç araştırmacımız ve iki ihtisas öğrencimiz çalışmalarına burada devam ediyorlar. Bu araştırmacılarımızdan aynı zamanda Fatih EDEP ’te ders verenler de var. Üsküdar EDEP ’in seminerler ve konferanslar dışında herhangi bir sosyal faaliyeti var mıdır? Araştırmacılarımız dersleri hariç atölye ve konferanslarını burada düzenliyor.(Tabii bunda Üsküdar’ın mekan ve ulaşım olarak merkezi olması etkili.) Ayrıca bir de Pazar günleri lise öğrencilerine düzenlediğimiz Lisar Akademi var. ça, İslami ilimler, kitap okuma gibi dersler var. Sabah 09.00 ’da başlayıp 15.00 ’a kadar sürüyor. Temeli liseden sağlam kuruyorsunuz yani... İnşa Allah, bunlar tabii EDEP’e gelirken daha bilinçli ve kararlı gelmeleri için. Gönüllülük esası üzerinden hareket ediyoruz, Lisar Akademi hocaları da çoğu İSM (İlimler ve Sanatlar Merkezi) öğrencileri. EDEP sadece hanım öğrencilere yönelik akademik bir kurum olması hasebiyle bir öncü. Bu anlamda ne söylemek istersiniz? Bayanların eğitimini Kur’an kursları ve medrese gibi kurumlar yapıyor aslında. Fakat akademik yönden biraz eksik kalıyor. Öncelikle; sadece hanımlar olunca dersler ve program daha çabuk benimseniyor ve verim artıyor. Üniversitelerdeki karma ortamın üzerine alınan ek dersler de karma olursa verim düşer diye düşünüyorum. İkinci olarak da bayan hoca eksikliğimiz var. Biz de hocalarımızı seçerken varsa bayan hocayı tercih ediyoruz. Dolayısıyla EDEP öğrencileri ilerde bayan hoca eksiğimizi kapatacaklar inşallah. EDEP ÜSKÜDAR Aziz Mahmut Hüdayi, Ahmet Çelebi Çk. No:2, 34672 Üsküdar/İstanbul Lisar Akademi nasıl bir program? Liseli öğrencilere yönelik iki yıllık bir program. Kız versiyonunu biz yürütüyoruz. Arap29 EDEP MERKEZİ İHTİSAS BİRİMİ FAALİYETLERİ EDEP Merkezi’nin onur programının yanı sıra İslami ilimler alanında kendini yetiştirmek isteyen lisansüstü hanım öğrencilere yönelik ihtisas programı, 2015 yılının eylül ayından itibaren faaliyetlerine başlamış ve bu kapsamda çeşitli ihtisas seminerleri, atölyeler, konferanslar, tez sunumları, akademik yazım programları, kış kampı programı, yabancı öğrenciler için ileri düzey İslami ilimler yaz okulu düzenlenmiştir. Arş. Merve Özdemir, Sakarya Üniversitesi İHTİSAS SEMİNERLERİ Fetva Atölyesi 2015-2016 eğitim döneminde ihtisas seminerleri kapsamında ihtisas öğrencilerine yönelik olarak Klasik Fıkıh Metinleri dersi tertip edilmiş ve Haseki Eğitim Merkezi’nin kıymetli hocalarından Mehmet Savaş ile Mergînânî’nin el-Hidâye adlı eserinin nikâh bölümü okunmuştur. Yine Prof. Dr. Recep Şentürk ve Dr. Serhan Afacan tarafından verilen Karşılaştırmalı Mukaddime Okumaları dersi kapsamında Doğu’dan Batı’ya İslam dünyasında tüm sosyal bilimcilerin saygı duyduğu, Batı’ya da tesir etmiş olan Müslüman bir sosyal bilimci İbn Haldun’un Mukaddime adlı eseri siyaset, sosyoloji, iktisat gibi bilimlere referansla ele alınmıştır. Prof. Dr. Murteza Bedir başkanlığında düzenlenmektedir. Fetva usulüne dair bazı eserlerin okunup tartışılmasıyla başlayan atölye, katılımcıların güncel bir mesele hakkında verilmiş cevapları bir araya getirmeye ve söz konusu meselenin günümüz için geçerli olabilecek çözümü bulmaya yönelik çalışmaları üzerinden devam etmektedir. Çalışma, problemin klasik fıkıh eserlerindeki uzantılarının izinin sürülmesi ile başlayıp günümüzde Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde İslam Konferans Teşkilatı, Uluslararası Fıkıh Akademisi gibi İslam’ın güncel meselelerini tartışan fıkıh akademilerinin kararlarına kadar götürülmektedir. Bu şekilde atölyede, hem modern ve klasik dönemlerin karşılaştırılmasına imkan verilmiş olacak hem de katılımcıların -son sözü söylemeseler de- meselenin fetvası hususunda, çaba harcamak anlamında, “içtihat” etmeleri sağlanmış olacaktır. Atölye sonunda çalışılan konuların makale haline getirilmesi ya da sem- ATÖLYELER 30 Ekim 2015 itibariyle ilgi alanlarına göre bazı araştırmacı ve ihtisas öğrencilerinin iştirak ettiği ve dışarıdan öğrencilere de açık olan iki atölye gerçekleştirilmektedir. Bu atölyeler şunlardır: pozyumlarda tebliğ olarak sunulması ile atölyeden ürünler elde edilmesi planlanmaktadır. Geçmişten Günümüze Vakıflar Atölyesi Bir sivil toplum yapısı olarak vakıfların geçmişten günümüze sosyolojik, psikolojik, iktisadi, siyasi, hukuki vb. pek çok yönüyle incelendiği bu atölye modern Türkiye’de ihmal edilen bu önemli kurumu anlamlandırmak ve yeniden canlandırmak adına yapılacak ilmî çalışmalara etkin bir tartışma zemini sunmayı hedeflemektedir. Atölye kapsamında çeşitli toplantıların yanı sıra konferanslar gerçekleştirilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir: • Doç. Dr. Süleyman Kaya, “Osmanlı Hukukunda İcareteyn” • Dr. Hamdi Çilingir, “Hanefî Vakıf Hukukunda Vakfın Amacı” • Prof. Dr. Tahsin Özcan, “Osmanlı’da Para Vakıfları” • Mehmet Genç, “Osmanlı Devleti’nde Klasik Dönem Vakıf Tatbikatı (1500-1800)” • Yrd. Doç. Dr. Selim Argun, “Vakıflar, Ulema ve Elitler”. İHTİSAS KONFERANSLARI VE TEZ SUNUMLARI 2015-2016 eğitim döneminde çeşitli alanlardan kıymetli konuşmacılar davet edilerek konferans ve tez sunumları gerçekleştirilmiştir. Bu sunumlardan bazıları şöyledir: • Prof. Dr. Şükrü Özen, “Teşekkül Dönemi İslam Hukuk Usûlü” • Yrd. Doç. Dr. Emine Arslan, “Osmanlı Dönemi Fetva Mecmuaları ve Kaynakları” • Dr. Nail Okuyucu, “Şâfiî Mezhebinin Teşekkül Süreci” • Doç. Dr. Metin Yiğit, “Fıkıh Usulü Bağlamında İlahi Hitabın Umumiliği ve Tarihselcilik” • Prof. Dr. Murteza Bedir, “Buhara Hukuk Okulu” Kitabının Hikayesi” • Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, “Fıkhı Anlamak” • Doç. Dr. Muharrem Önder, “İslam fıkhında Rey İctihadı ve İstihsan” • Dr. Hacer Kontbay Yetkin, “Debûsî’nin Hayatı, Eserleri ve Fıkıh Usûlündeki Yeri”. • Dr. Serhan Afacan, “İran’da Bir Emek-Aktivizm Biçimi olarak Dilekçe Yazımı (1906-1941)” • Doç. Dr. Soner Duman, “İbn Teymiyye’nin Fıkıh Düşüncesi”. İHTİSAS KAMP PROGRAMI İhtisas Birimi 14-20 Eylül 2015 tarihleri arasında Karadeniz bölgesinde bir İhtisas Kampı düzenlemiştir. Kampa EDEP Yönetim Kurulu başkanı Recep Şentürk, Müdür Yardımcısı Betül Tarakçı, ihtisas birimi koordinatörleri, tüm ihtisas öğrencileri ve araştırmacıları katılmıştır. Kampın ilk bölümünde gerçekleştirilen yoğun okuma programında Riyâzü’s-Sâlihîn ve İhyâu Ulûmi’d-dîn’den bazı bölümler, Martin Lings’in Mekke kitabı ve Recep Şentürk’ün “Âdemiyyet ve İsmet” konulu makaleleri okunmuştur. Okunan metinlerin müzakereleri her akşam birer oturum şeklinde Artvin Türgev Yurdu’nun ev sahipliğinde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji mezunu Rakia Erkoç tarafından bir danışmanlık semineri verilmiştir. Yine kampta İhtisas Programı’nı geliştirme toplantısı da düzenlenmiştir. 31 ULUSLARARASI İhtisas Faaliyetleri II. İSLAMİ İLİMLER Arş. Tuba Erkoç Baydar, Medeniyat Üniversitesi 32 EDEP Merkezi İhtisas Birimi 1 Ağustos 2016 26 Ağustos 2016 tarihleri arasında “Advanced Islamic Studies Summer School (İleri Düzey İslami İlimler Yaz Okulu)” adıyla yoğunlaştırılmış yaz okulunun ikincisini tertip etmiştir. 31 Temmuz Pazar akşamı katılımcılara kısa bir oryantasyon düzenlenerek programa dair hedefler, beklentiler bildirilmiştir. Türkiye, ABD, Ürdün, Almanya, Kanada ve İngiltere gibi çeşitli ülkelerden 20 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen programda mantık, vaz, akaid, hadis, fıkıh, tasavvuf gibi ilimlerden ileri düzeyde seminerler ile birlikte Osmanlı siyaset düşüncesi gibi dersler de verilmiştir. Program kapsamında Türkiye, Ürdün ve Amerika’dan alanında öne çıkan Prof. Dr. Recep Şentürk, Prof. Dr. Bilal Aybakan, Dr. Ahmed Snober, Dr. Mahmud al-Mısri, Dr. Emced Reşit, Dr. Yasir el-Kureşi, Hamza Bekri, Salih el-Gursi, Talha Hakan Alp gibi hocalar ders vermiştir. Üst düzey klasik metinlerin merkeze alındığı derslerde zaman zaman modern tartışmalar ile dersler zenginleştirilmiştir. Eğitim dilinin Arapça olduğu bu yaz okulunda dersler hafta içi sabah öğleden sonra olmak üzere iki bölüm halinde EDEP Merkezi’nin Fatih Şubesinde (Hırka-i Şerif) yapılmıştır. Hafta sonları ise katılımcıların İslam medeniyeti ve kültürüne aşinalığını artırmak adına kültür gezileri düzenlenerek tarihi mekanların yanı sıra Valide Atik Medresesi, Özbekler Tekkesi, İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi) gibi önemli ilmi mekanlar da ziyaret edilmiştir. Zaman zaman istanbulun belli mekanlarında toplanılarak öğrenciler arasında iletişim ağının ve bilgi alışverişinin sağlanması hedeflenmiştir. Ayrıca Georgetown üniversitesinin hocalarından Jonathan’ın Brown “Can you be a principled Muslim in liberal academia” adlı sunumu dinlenerek konu etrafında tartışılmıştır. 26 Ağustos Cuma gününde kapanış programı yapılarak yoğun bir yaz okulundan sonra katılımcıların gösterdikleri üstün başarıdan dolayı katılımcı sertifikası verilmiştir. İhtisas Faaliyetleri KATILIMCI LİSTESİ 1. Feryal Salim, Doçent, Hartford Seminer, , Amerika 2. Mustafa Styer, Doktora, Oxford Üniversitesi, İngiltere 3. Qayyim Naoki Yamamoto, Yüksek Lisans, Kyoto Üniversitesi, Japonya 4. Rawdah Ansari, Doktora, Georgetown Üniversitesi, Amerika 5. Bassem Ghamian, Yüksek Lisans, McGill Üniversitesi, Kanada 6. Mariam Sheibani, Doktora, Chicago Üniversitesi, Amerika 7. Naeel Cajee, Doktora, Harvard Üniversitesi, Amerika 8. Niaz Ahmad, Lisans Mezunu, Concordia Universitesi, Kanada 9. Sarah Islam, Doktora, Princeton üniversitesi, Amerika 10. Humayum Tokhi, Lisans Mezunu, Virgina Üniversitesi, Amerika 11. Omar Popal, Lisans, Fransa 12. Amir Bashir, Doktora, Chicago Üniversitesi, Amerika 13. Zeyd Khater, Lisans mezunu, Columbia College, Amerika 14. Corey Shaver, Hartford, Yüksek Lisans, Amerika 15. Navid Chizari, Yüksek Lisans,Osnabruck, Almanya 16. Enes, Erdoğan, Yüksek Lisans, Osnabrück, Almanya 17. Emine Mutlu, Yüksek Lisans, Fransa 18. Tuba Erkoç Baydar, Doktora, Marmara Üniversitesi, Türkiye 19. Tuba Korkmaz, Doktora, İstanbul Üniversitesi, Türkiye 20. Eda Uğur, Doktora, İstanbul Üniversitesi, Türkiye 33 İh tis a s Ko nf e ra nsı 13 Şubat 2016 Cumartesi Yrd. Doç. Dr. Nail Okuyucu Marmara Üniversitesi İslam Hukuku Öğreetim Görevlisi İhtisas Faaliyetleri Şâfiî Mezhebinin Teşekkül Süreci EDEP İhtisas Birimi’nin düzenlediği tez sunumları kapsamında Şubat ayı konuğumuz Dr. Nail Okuyucu oldu. Okuyucu, hicrî üçüncü asırla dördüncü asrın başlarında Şâfiî fıkhında yaşanan gelişmeler çerçevesinde mezhebin teşekkül sürecini incelediği çalışmasını sundu. Şâfiî’nin ashabı, onların öğrencileri ve üçüncü nesille sınırlanan bu çalışma, Şâfiî fıkıh çevresinde yaşanan ve mezhebin teşekkül sürecine katkı sağlamış muhtelif gelişme alanlarını konu edinmiş ve hicrî dördüncü asrın başları itibarıyla Şâfiî mezhebinin ulaştığı noktanın tespitini hedeflemiştir. 34 Okuyucu sunumuna on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda ortaya çıkan ıslah ve tecdit hareketlerine değinerek başladı. Bu hareketler etrafında belli başlı bazı oluşumların meydana geldiğini ve modern dönem diyebileceğimiz on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılda da etkilerinin devam ettiğini söyledi. Bu etkilerin önemli olanlarından birinin de fıkıh tarihine bakışın değişimi olduğunu belirtti. Bu noktada Şevkânî’nin (ö.1250) önemli bir etkisi olduğunu vurgulayan Okuyucu, Şevkânî’nin modern dönemdeki mezheplere olumsuz yaklaşımı şekillendiren kişilerden biri olduğunu belirtti. Okuyucu bu yaklaşımı şöyle açıkladı: Mezheplere karşı yeni bir fıkıh anlayışı ikame etmeye çalışan Şevkânî İslam tarihini mezhepler öncesi (iyi) dönem ve mezhepler sonrası (kötü) dönem olarak Arş. Ayşegül Işık ikiye ayırmıştır. Mezhepler öncesinde canlı bir içtihat dönemi varken mezhepler ile bu canlılık yitirilmiştir. Şevkânî eleştirilerini mezhep imamlarını hariç tutarak müntesipler üzerinden geliştirmiştir. Genel olarak eleştirdiği tavır da intisap tavrı olmuştur. Okuyucu, bu intisap tavrının ne olduğunu araştırmış ve Şevkânî’nin iddiasının ne kadar doğru olduğunu öğrenmeye çalışmıştır. İntisabın görüldüğü ve görülmediği çevrelerde fıkhın nasıl bir gelişim süreci geçirdiğini ortaya koymayı hedeflemiştir. Bu amaçla çıktığı yolda doktora tezi için bir sınırlamaya ihtiyaç duyması sebebiyle içtihat, intisap ve taklit konularındaki tartışmaların yoğunlaştığı Şâfiî mezhebini araştırmakta karar kılmıştır. Oryantalist çevrelerde de mezheplerin teşekkül sürecini açıklayan belli başlı yaklaşımlar vardır. Bunların en bilinenlerinden biri Schacht’ın iddiasıdır ki şöyledir; eski bölgesel ekoller zamanla şahsi ekollere dönüşmüştür. Diğer bir yaklaşım sahibi Hallaq’a göre ise var olan şahsi ekollerden doktriner ekollere dönüşüm olmuştur. Bu konuda çeşitli farklı yaklaşımlar da olmakla birlikte Okuyucu, araştırmaları sonucu bu yaklaşımlardan hiçbirinin Şâfiî mezhebinin gelişimini tam olarak açıklayamadığını fark etmiş. Örneğin İmam Şâfiî’nin Schacht’ın dediği gibi bölgesel bir geçmişi yoktur ve bu noktada Şâfiî mezhebinin kural dışı kaldığını Schacht kendisi de ifade etmiştir. Bu sebeple Okuyucu, “intisap” kavramı ekseninde Şâfiî mezhebinin teşekkül sürecini ele almaya çalışmıştır. Sunumuna ilk nesil Şâfiî öğrencilerden başlayıp sonraki nesillere kadar bazı örnek isimlerin yaklaşımı ile devam eden Okuyucu, her ismin Şâfiîlik inşasında farklı bir yaklaşımla farklı bir katkıda bulunduğunu söyledi. İlk nesil İmam Şâfiî’nin metinlerini derlemiş, bu metinler üzerine kendi muhtasarlarını yazmış ve İmam Şâfiî’nin yaklaşımlarını esas alarak içtihatta bulunmuşlardır. Bu süreçte Mısır’a gelen özellikle muhaddisler sayesinde Şâfiî fıkhı esasları birçok İslam merkezine ulaşmıştır. İkinci ne- İhtisas Faaliyetleri Okuyucu’ya göre İmam Şâfiî, döneminin iki önemli doktrinine (Hanefi ve Maliki doktrin) karşı çıkarak yeni bir yaklaşım ortaya atmıştır. Bu yaklaşıma göre, geçmiş amel bizim için tek başına bağlayıcı olamaz, bunun rivayetlerle desteklenmesi ve objektif olarak Hz. Peygamber’e nispet edilebilir bir noktaya getirilmesi gerekir. Böylece Maliki doktrin geçmişine sırtını dönmüştür. Kıyas ve içtihat arasında sıkı bir bağ kurup istihsana şiddetle karşı çıkan tavrıyla da Hanefi doktrine sırtını dönmüştür. Bu iki yaygın doktrine karşı çıkması sebebiyle Hicaz ve Bağdat bölgelerinden uzak kalarak Mısır’a gitmiştir. Bağdat’ta olduğu dönemde kavl-i kadîm denilen eserlerini kaleme almaya başlamış ve insanlara kendi yaklaşımını bir ölçüde duyurmuştur. Mısır’da büyük bir yankı uyandırmış, çoğunluğu Maliki mezhebinden kopup gelen öğrencileri ile bir halka oluşturmuştur. Bu öğrencilerin İmam Şâfiî’ye intisap tavrı ile ikinci ve üçüncü nesil öğrencilerin gösterdiği tavır aynı değildi. Şâfiî mezhebi dalgalı bir teşekkül süreci izlemiştir. Nesiller arasında intisap farkı olmasının yanı sıra aynı nesil içinde de farklı intisap yaklaşımları görülmüştür. Tüm bu nesiller arasında standart bir Şâfiîlik anlayışına cevap bulduğumuz dönem, Şâfiî mezhebinin teşekkül sürecinin tamamlandığı dönem olacaktır. sil ashaba ise nakil nesli demek pek de haksız olmayacaktır. Çünkü İmam Şâfiî’nin yaklaşımından hareketle ne usulde ne füruda yeni bir yaklaşım ortaya koymamışlardır. İntisap tavrı bu nesilde zayıflamıştır. Üçüncü nesil ashaba gelindiğinde İbn Süreyc’in oldukça aktif bir Şâfiî fıkıhçı olduğu görülür. Çok sayıda eser veren ve Bağdat’ta yaşayan İbn Süreyc İmam Şâfiî’nin eserlerini okutarak aslında ona Bağdat’ta bir yer açan kişidir. Aynı zamanda Şâfiî fıkıh birikimini gözden geçirerek bir fıkıh sistemi kurmaya çalışmış, İmam Şâfiî’yi merkeze alarak muhalif Şâfiî fıkıhçılar ile İmam Şâfiî’nin görüşleri arasında uzlaşıyı sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca mezhep içi tahric, tercih, muhalefete dair kaideler vaz eden eserler kaleme almıştır. Çalışmasını üçüncü nesil ile sınırlayan Okuyucu İmam Şâfiî’nin yaklaşımının ehl-i reyden çok ehl-i hadis üzerinde etkili olduğunu, ehl-i hadisi reye yaklaştırdığını belirtti. İmam Şâfiî Bağdat’ta ehl-i rey ile ve özellikle Şeybâni ile temas kuruncaya kadar kavli kadim denilen rivayet eksenli görüşlerini aktarmaya devam etmiştir. Ancak Bağdat’taki temasından sonra birçok görüşünü değiştirmiş ve Hanefi mezhebi ile muvafık olabilecek noktaya gelmiştir. Son derece kıymetli ve uzun soluklu olan çalışmasını gayet derli toplu ve sistematik bir şekilde sunan hocamıza teşekkür ederiz. 35 İh tis a s Te z S unum u 12 Mart 2016 Cumartesi Dr. Hacer Kontbay Yetkin İhtisas Faaliyetleri Marmara Üniversitesi Arş. Gör. Debûsî’nin Hayatı, Eserleri ve Fıkıh Usûlündeki Yeri Arş. Nebiye Raşit 12 Mart Cumartesi günü EDEP Merkezi İhtisas Seminerleri kapsamında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku Anabilim dalında araştırma görevlisi olan Hacer Kontbay Yetkin “Debûsî’nin Hayatı Eserleri ve Fıkıh Usûlündeki Yeri” başlıklı doktora tezini sundu. Yetkin, tez konusunu belirleme sürecini ve bu süreçte yaşadığı zorlukları dile getirerek söze başladı. Tez konusunu tek başına belirlediği için çok geniş bir konuyu çalışmak durumunda kaldığını belirtti. Tek bir alimi, tek bir eseri çalışmanın onun farklılığını ortaya koymak için diğer usûlcülere de bakmayı gerektirdiği gibi tüm usûl konularına hakim olmayı da gerektiğini dile getirerek usûlde kavram çalışmanın daha rahat olacağı tavsiyesini verdi. Tezinde Debûsî’nin Takvîmu’l-edille adlı eserindeki usûl düşüncesini çalıştığını belirten Yetkin bu bağlamda Debûsî’nin usûle katkılarını tespit etmeye çalışmış. 36 Tez üç bölümden oluşmaktadır: İlk bölümde Debûsî’nin hayatı, eserleri ve yaşadığı dönemle ilgili genel bilgiler verilmiştir. Yetkin Debûsî’yi çalışırken en eski Tabakat eserlerindeki bilgileri esas aldığını sonraki Tabakatların genelde tekrar olduğunu belirtti. Debûsî hicrî 360 yılında Buhârâ ile Semerkant arasında Debûsa denilen bir kasabada doğmuş. Tahsil hayatı hakkında çok fazla bilgi yok. Hocası olarak bilinen bir iki isim ve öğrencisi olarak da bilinen bir iki isim var. Debûsî kitaplarda kadı nisbesi ile anılmaktadır. Hicrî 430 yılında Buhârâ’da vefat etmiş ve burada defnedilmiştir. Debûsî’ye aidiyeti kesin olan eserler Takvîmu’l-edille, el-Esrâr ve el-Emedü’l-aksâ’dır. İkinci bölümde ise Debûsî’nin usûl düşüncesiyle ilgili genel tespitler: üslûbu, tasnifi, kelamla ilişkisi, usûle getirdiği yenilikler ve etkileri çalışılmıştır. Debûsî’nin usûl anlayışı deyince söylenebilecek ilk şey, usûlünü fukahâ mesleğinde yazdığıdır. Fukahâ mesleğinde eser veren Hanefîler için usûl, furû’dan tahrîc edilerek çıkarılan ve öncelikle fıkhın usûlü olan bir usûldür. Debûsî’nin tasnif merakı vardır. Baştan itibaren bir tasnif oluşturup ona uymaya çalışmıştır. Bu tasniflerde dört sayısına neredeyse kutsiyet atfedip her şeyi dörde tamamlamaya çalışmıştır. Bugün usûl eserlerinde gördüğümüz tasnifler Debûsî’ye aittir. İhtisas Faaliyetleri Debûsî’nin Takvîm’i sonraki literatür açısından belirleyici olmuştur. Debûsî’den sonra gelen usûlcüler eserlerinin çerçeve ve sınırlarını onun eserini örnek alarak belirlemişlerdir. Debûsî’nin üslubunun en zayıf yönü: akıcı değil, kopukluklar var, kesik kesik, muhatap konuyu biliyor gibi yazmış. Takvîm’deki boşlukların hepsini Serahsî doldurmuştur. Diğer bir başlık ise Debûsî’nin kelamla ilişkisi. Semerkandî ve Nesefî, Debûsî’yi Mutezile’ye meyletmekle itham etmiştir. Yetkin, Mutezilî alimlerde bulunan özelliklerin Debûsî’de olup olmadığı ile ilgili yaptığı çalışma sonucu Debûsî’ye Mutezîlî denemeyeceği sonucuna varmış. Debûsî’de ehl-i sünnetleşme yönünde eğilim söz konusu. Debûsî ile birlikte Mutezile’ye eleştiri başlıyor ama yeterli görülmediği için Mutezilî olmakla eleştirilmiş. Yetkin’e göre Debûsî’ye Maturîdî de diyemeyiz. Debûsî için bir kimlik inşa edeceksek herhangi bir kelamî mezhep belirleme ihtiyacı duymayan Hanefî diyebiliriz. Üçüncü bölümde ise Debûsî’nin usûl anlayışı ve emir-nehiy ile ilgili görüşleri daha detaylı ve mukayeseli olarak analiz edilmiştir. Bu bağlamda tanımlar, tanımla ilgili analizler, Debûsî’nin emirle ilgili dört tartışması ve nehiyle ilgili dört tartışması konu edilmiştir. Debûsî sadece dörder tartışma zikretmiştir. Diğer usûllerde emirle ilgili yirmi sekize kadar çıkan tartışma var. Debûsî bunların tamamını ele almamış. Onun zikrettiği emrin hükmü, emrin tekrara delalet edip etmediği, emredilen şeyin hasen olup olmaması açısından hükmü, emrin zıddının hükmüdür. Nehiyle ilgili de bunların simetriklerinden bahsetmiştir. Daha geniş olarak da nehiy-fesat ilişkisine yer vermiştir. Yetkin, emir-nehiy kritik bir konu olduğu ve pek çok meseleyle ilgisi olduğu için bu konuyu seçtiğini ancak Debûsî’nin konuyu çok geniş işlemediğini belirtti. Usul eseri, tasnif, üslup, içerik, kavramlar ve örnekler açısından sonraki Hanefî usul eserlerinde belirleyici olduğu gibi, başka mezheplere mensup âlimleri de çeşitli açılardan etkilemiş olan Debûsî’yi, doktora tezi olarak çalışmış olan Hacer Kontbay Yetkin’den dinlemek bizler için çok istifadeli oldu. Kendisine teşekkür ediyoruz. 37 İh tis a s Te z S unum u 14 Kasım 2016 Cumartesi Yrd. Doç. Dr. Emine Arslan Kırklareli Üniversitesi İslam Hukuku Öğretim Görevlisi İhtisas Faaliyetleri Osmanlı Dönemi Fetva Mecmuaları ve Kaynakları Arş. Birnur Deniz İhtisas biriminin tez sunumları serisinin ilkinde Yrd. Doç. Dr. Emine Arslan “Osmanlı Dönemi Fetva Mecmuaları ve Kaynakları” başlıklı sunumuyla Kasım ayında konuğumuz oldu. Arslan, Mehmed Fıkhî’nin “el-Ecvibetu’l-kânia” adlı eseri özelinde Osmanlı Devleti’nde fetva müessesini ve bu müessesenin İslam alemine sunduğu eserleri incelediği ve 2010 senesinde tamamladığı doktora tezini sundu. Yazma eserler üzerinden yaptığı çalışmasının sunumuna Arslan, Osmanlı’da kaza müessesinden farklı olarak fetva müessesinin oluşumundan ve işleyişinden bahsederek başladı. Devlet otoritesine dayanan kaza kurumundan farklı olarak fetva kurumu Müslümanların üzerine diyaneten sorumluluk yüklemiş fakat ikisi de temel olarak toplum nizamını sağlamaya çalışmıştır. 38 Ancak fetvaların fetvayı isteyenin dışındakilere de ulaşmasını sağlamak için bir araya getirilmesi gerekmiştir. Fetva eminleri ve fetva katipleri fetvaları toplamış ve kitap haline getirmişlerdir. Ancak bu mecmularda kaynak gösterilme zorunluluğu olmaması birtakım tartışmalara yol açıyordu. Böylece, çoğunlukla fetva kitaplarını toplayan isimler tarafından verilmiş fetvalara muteber kaynaklardan delil getirme çalışmaları yapılmıştır. Arslan, bu delilleri ya da nakilleri içeren kitapları “Nukûllü Fetvâ Mecmuaları” diye isimlendirmiştir. Bu türü, Osmanlı Fetvahaneleri tarafından en muteber kabul edilen dört fetva mecmuasının nükullu nüshaları üzerinden incelemiştir. Bu eserler, Fetâvâ-yı Ali Efendi, Fetâvâ-yı Feyziyye, Behcetü’l-fetâvâ, Netîcetü’l-fetâvâ’dır. Bunların nükullerini takip ederek Osmanlı ulemasının en sık başvurduğu fıkhi kaynakları tespit etmiştir. Elde ettiği bilgilerle kapsamlı bir tablo hazırlayan Arslan bu tabloyu dinleyicilerle paylaşarak istifadelerine de sunmuştur. Buna göre Kâdıhân, Bezzâziyye, Bahru’r-râik, Dürer, Tatarhâniyye, Mültekâ eserleri Osmanlı ulemasının en çok kullandığı kaynaklardır. Arslan, Osmanlı ulemasının fıkıh anlayışını oluşturan eserlerinin pek çoğunun yazma halinde bulunduğunu söylemiş ve böylece bu konuda yapılacak yeni çalışmalara da yol göstererek konferansını sonlandırmıştır. İh tis a s Ko n fe ra nsı 12 Aralık 2016 Cumartesi Doç. Dr. Metin Yiğit Dicle Üniversitesi İslam Hukuku Öğretim Görevlisi İhtisas Faaliyetleri Fıkıh Usûlü Bağlamında İlahi Hitabın Umûmîliği ve Tarihselcilik Arş. Nebiye Raşit EDEP Merkezi, İhtisas Konferansları kapsamında 12 Aralık Cumartesi günü “Fıkıh Usûlü Bağlamında İlahi Hitabın Umûmîliği ve Tarihselcilik” başlıklı konuşmasıyla Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku Anabilim Dalı hocalarından Yrd. Doç. Dr. Metin Yiğit’i ağırladı. Yiğit sunumunun ana çizgilerinin tarihselcilik ve fıkıh usûlü olarak iki ana başlıktan oluştuğunu, dolayısıyla öncelikle tarihselciliğin arka planına inmek gerektiğini belirterek konuşmasına başladı. Tarihselcilikten bahsetmek için öncelikle neşet ettiği ortamı incelemek gerekir. Ortaçağ Avrupa’sında kilisenin egemenliğinin çok bariz bir şekilde hissedildiği skolastik düşünce karşıt bir düşünceyi doğurmuştur. Bu Aydınlanma ve Rönesans olarak isimlendirilen dönemdir. Bu dönem ise bilgi kaynakları açısından son derece maddî ve indirgemecidir. Deneye konu olmayan hiçbir bilgide bilimsellikten bahsedilmez. Bu çok dar ve genellemeci bakış açısı Aydınlanma ve Rönesans’ın da sorgulanmasını sağlar ve bu ortamda ilk defa tarihselcilik ve hermeneutik yöntem telaffuz edilir. Tarihselciler tabiî bilimler açıklayıcı iken sosyal bilimlerinse anlayıcı olduğunu dolayısıyla tabiî bilimler ile sosyal bilimlerin metodoloji olarak birbirinden ayrılması gerektiği görüşünü ortaya atar. Tabiî bilimlerin bilimsellik görüşü ile sosyal bilimlerin bilimsellik görüşünün birbirinden farklı olduğu savunulur. Tarihselcililere göre tarihte ortaya çıkan din, düşünce ve görüşler o zamana aittir, biriciktir ve bunlar genelleştirilemez. Bu görüşleri değerlendirirken ortaya çıktıkları tarihi şartları değerlendirmek gerekir. Batı’da tarihselci yöntemin dini metinlere uygulanması ile ortaya çıkan tartışmalar oryantalistlerin eleştirileri ile İslam dünyasına da girmiştir. Oryantalistler İslam düşünce tarihinde tarihselci bakış açısının ve hermeneutik yöntemin eksik olduğunu dile getirmişlerdir. Batılı yazarların İslam dünyası için bir kusur olarak gördüğü tarihselci bakış açısı kısa bir süre sonra İslam dünyasında yankı bulmuştur. Bu bakış açısını İslam İlahiyat 39 İhtisas Faaliyetleri sahasına ilk taşıyan kişi ise Fazlurrahman’dır. Fazlurrahman itikadî ve ahlakî hükümler hariç Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere tüm dini metinlere tarihselciliğin uygulanması gerektiğini savunur. Yine usûl-i fıkhın elfâz bahsinde ilahi hitaptaki umûmî ifadelerin sadece nüzûl dönemindeki insanları mı ihtiva ettiği yani gelecek nesiller için de câmi olup olmadığı konusu da hermeneutiğin başlıca tartışma konularındandır. Yiğit, sunumunda tarihselcilik ve arka planı ile ilgili özet niteliğindeki bu tanıtımdan sonra usûl-i fıkıhtaki herneneutik tartışmalara geçerek ilk örnek olarak usûldeki katî-zannî ayrımının hermeneutik teorilerde öznelci ve nesnelci tartışmalara tekabül ettiğini dile getirdi. Usûlde hem sübutta hem delalette katîlik ve zannîlikten bahsedilir. Bu da hermeneutik tartışmalara kıyasla usûl-i fıkıhta daha analitik bir yaklaşım olduğunu gösterir. Ayrıca usûl-i fıkıhta umûmî hitapla ilgili olarak mükellefiyet meselesi, umûmî hitabın maduma taalluk edip etmediği, hikmet ile tâlil meselesi gibi tartışmalar da hermeneutik başlığı altında incelenen konulara tekabül eden bir kısım tartışmalardır. Tüm bu tartışmalar tarihselci yaklaşımda tartışılan meselelerin usûl-i fıkıhta da konu edilmiş olduğunu ve analitik bir şekilde tartışıldığını gösterir niteliktedir. İh tis a s Ko nf e ra nsı 18 Aralık 2016 Cuma Prof. Dr. Murteza Bedir İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı / İslam Hukuku Öğretim Görevlisi Buhara Hukuk Okulu Kitabının Hikayesi Arş. Ayşegül Işık EDEP İhtisas Konferansları çerçevesinde Prof. Dr. Murteza Bedir Hocamız “Buhara Hukuk Okulu Kitabının Hikayesi” başlıklı sunumu ile konuğumuz oldu. 40 Hocamız konuşmasına öğrencilik zamanlarından bahsederek başladı. İmam-Hatip öğrenciliği döneminde İstanbul’da medrese usulü geleneksel bir eğitim sürecine başlayan Hocamız, bu geleneksel eğitim içerisinde fıkıh alanına ilgi duymaya başlamış. Son yüz, yüz elli yıldır geleneksel eğitim alan birçok kişinin yaptığı gibi kendisinin de eğitimini tamamladıktan sonra ilk başta bunların gerçek hayatla bağlantısını kurmakta zorlandığını ve bu sistemi eleştiren tarafa dönüştüğünü söyleyerek bir özeleştiride de bulunan Hocamız, yüksek lisansta fıkıh usulü çalışmak istemesini de bu gerekçeye bağladı. Amerika’ya gittiğinde klasik eserler uzmanı hocası tarafından hayata dokunacak kadar gerçekliği olan alanlara İhtisas Faaliyetleri yönlendirildiğini ve bunun ufkunu açtığından bahsetti. Hocamız o dönemde modern ilim adamlarının bir yanılsama içerisinde olduklarını, ancak geleneğe dair yıktıkları bazı temel taşlar yerine yeni şeyler koyabilmek için ciddi çaba sarf ettiklerini fark etmiş. Özellikle bizim klasik metinlerimizin bilimsel nitelikte olduğunu, usul çalışmalarının ise modern dönem ilim adamlarının yaşadığı yanılsamanın neticesinde bir kaçış kapısı olduğunu fark etmiş. Fıkhın hayata dokunması gereğini idrak eden Hocamızda fıkıh kitaplarının düşünme biçimini vâkıat eserleri üzerinde ortaya koyma fikri böylece oluşmuş ve vâkıat edebiyatını araştırmaya başlamış. Hocamızın tanımına göre; bildiğimiz anlamda fetva eserlerinden farklı olarak vâkıat eserleri; klasik fetva soru-cevaplarında geçen konulardan süzülüp derlenen, süreç içerisinde kabul gören, daha sonra zahir ve nadir görüşlere ilave edilerek mezhebe dâhil edilen ve mezhebin hayatla organik bağını devam ettiren türden eserler olarak ortaya çıkmış. Bu alana dair kırkın üzerinde eser tespit eden Hocamız elde ettiği vâkıat edebiyatı üzerinden kitap çalışmasına başlamış. Hem mezhebin yöntemini anlamak hem de bir örnek müessese üzerinden mezhebin düşünme biçimini göstermek istediği için de çalışmasına 10.-13. asırlar arasında Maveraünnehir bölgesi şeklinde bir sınırlandırma getirmiş. Çoğunluğu yazma olan kırka yakın eserin vakıfla ilgili bölümlerini seçerken eserlerin mukaddime bölümlerini de okuyan Hocamız tarih ve teori bölümüne de yer verme gereği duyduğu için kitabı ikiye bölmek durumunda kalmış. İlk bölümde vâkıat eserleri, tarihi, mukaddimeleri ve bu mukaddimelerden hareketle fıkhi düşünme biçimi hakkında neler söyleyebiliriz, bunun modern düşünme biçimi ile farkları nelerdir şeklinde başlıkların cevaplarına yer vermiş. Kitabın ikinci bölümünde; vakıf hukukunu spesifik bir alan olarak belirleyip incelediği kırk eser üzerinden fıkıh düşüncesinin Orta Asya bölgesine has gelişimini ortaya koymaya çalışmış. “Yüzlerce çalışma yapılarak örülecek bir duvara eklenen tuğla” şeklinde tanımladığı kitabının oluşum sürecini bizlerle paylaştığı için Hocamıza şükranlarımızı sunarız. 41 İh tis a s Ko nf e ra nsı 26 Şubat 2016 Cuma Prof. Dr. Ali Bardakoğlu İhtisas Faaliyetleri İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kuramer Başkanı / İslam Hukuku Öğretim Görevlisi Fıkhı Anlamak Arş. Fatma Ateş Çeşitli konularla katılımcılara yeni bakış açıları kazandırmayı amaçlayan EDEP İhtisas birimi bu sefer çok değerli Hocalarımızdan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nu ağırladı. Sayın hocamızın “Fıkhı Anlamak“ başlıklı konferansının içeriğinden bazı başlıkları siz okuyucularımızla da paylaşmak isteriz. Fıkhın lügavi anlamına girmek yerine onun dünyevi bir kavram olduğunu, dünyayı daha iyi yaşanır hale getirmeyi amaçladığını unutmamak gerekir. Fıkhı Kur’an ile başlatmak yanlıştır, onu insanlık yani Hz. Adem ile başlatmak gerekir. Her ne kadar müeyyide farklı olsa da, ceza hukuku Habil ve Kabil ile zuhur etmiştir. Fıkhın tabiatı ile insan tabiatı arasında bir alaka vardır ve bu yüzden bir kötülük yapıldığında müdahale kabiliyetine göre buna karşı bir şeyler yapılmaya çalışılır. Hocamız konuşmasının bir kısmında bilhassa ilahiyat öğrencilerinin ilimler tarihinde geniş malumata sahip olmaları nasihatinde bulunup “fıkhı tarihi akış içerisinde okumanın“ gerekliliğinden bahsetti. Ancak bu yaklaşımın rahatsız edici bir yönünün olduğunu şöyle dile getirdi: 42 “Fıkhı tarihi akış içerisinde okumak lazım. Bu biraz rahatsız edici bir şey. Böyle anladığınız vakit insanların ortak malı olduğunu görmeye başlıyorsunuz. Halbuki biz, herkesten çok farklı bilgilere özelliklere sahibiz, hiç kim- senin bulamadığı bilemediği kurallar bizim aramızda doğdu gelişti. Biz bunlarla büyük bir İslam ümmeti olduk, büyük bir dine mensup olduk‘ gibi bir iftiharla, bir kanaatle yetişmiştik. Ama [tarihi gelişim içerisinde fıkhı] okuyunca kaç tane ortak çıktı?” Bir şeyleri “bana ait” deyip sahiplenmek mi yoksa insanlığın ortak paydasının büyümesi mi güçlendirir? “Tabii ki ikincisi güçlendirir”. Fıkıh sahasından bir çok çalışması olan Hocamızın dikkat çektiği bir diğer husus ise, fıkhın ideolojik ve siyasi bir mizaç kazanması ve bu sebeple Şah Veliyyullah gibi farklı perspektiflere sahip insanların İslam dünyasında sert bir şekilde eleştirilmesi. “Yapılması gereken o görüşleri siyasi çerçeveden çıkarıp değerlendirmek. Kur’an - Tevrat ilişkisi mesela. Bunlar amca çocuklarıdır, benzerler. Teoride en iyi anlaşması gereken topluluklar İsrailoğulları ile Araplar olması gerekirken en çok savaşanlar onlar. Arap tarihi ile barışmamız gerekir. Sadece Arap tarihi değil, diğer İslam coğrafyalarındaki – Hindistan, Pakistan gibi - fıkhi mirası da araştırmalara dahil etmek gerekir. Bu sayede “canlı bir fıkıh anlayışı” elde edilir, aksi takdirde çok katı ve sığ bir fıkıh ortaya çıkar.” Fıkhın Kur’an ile ilişkisini ahkam ayetleri üzerinden kurmaya çalışmak son derece tehlikelidir. Zira Ahkâmu’l-Kur’an literatürü Konferansı geleceğe dair temennilerini ve gençlerden beklentilerini dile getirerek sonlandıran Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hocamız düşüncelerini şöyle ifade etti: “Müslümanların fıkhını 21. yy. fıkhı olarak anlamalısınız. Olayları tarihi seyir içerisinde incelemek gerekir. Nasıl eskiler kendi fıkıhlarını ürettiyse siz de kendi fıkhınızı üretiniz. Kur’an’a aykırı olmamak hassasiyeti yeter de artar bile. Bizim de maslahat düşüncemiz olmasın mı?” İhtisas Faaliyetleri fıkıh doktrinleri oluştuktan sonra meseleleri Kur’an’dan delil getirmek üzere gelişmiştir. Kur’an ve sünnetin toplumu oluşturması hasebiyle fıkıh – Kur’an ilişkisini toplum üzerinden kurmak daha sağlıklı olur. Nasıl ki Hz. Peygamber’den (sav) sonra yaşayan bir sünnet varsa yaşayan fıkıh da vardır. “Önemli olan Kur’an’a uygun olmaktan ziyade Kur’an’a aykırı olmamaktır.” Fıkıh eskiden birleştirici bir unsur iken bugün ayrıştırıcı olmuştur. Çünkü fıkıh artık nostaljik bir teessürden ibaret olmuştur, hatta itikadi bir meseledir. Tüm yoğunluğuna rağmen EDEP ailesine ve katılımcılara değer verip vakit ayırdığı ve yanında getirdiği ilmi eseri ile kütüphanemizi zenginleştirdiği için Ali Hocamıza çok teşekkür ediyor, bir diğer toplantımızda geniş ilminden istifade edebilmeyi umuyoruz. İh tis a s Ko n f e ra nsı 26 Mart 2016 Cumartesi Doç. Dr. Muharrem Önder Yalova Üniversitesi İslam Hukuku Öğretim Görevlisi İslam Fıkhında Rey İçtihadı ve İstihsan Arş. Şeyma Nur Temel EDEP İhtisas Birimi’nin düzenlediği konferanslar kapsamında mart ayı konuğumuz “İslam Fıkhında Rey İçtihadı ve İstihsan” başlıklı sunumuyla Doç. Dr. Muharrem Önder oldu. Doktora tezini Hanefi mezhebinde istihsân anlayışı ve uygulaması üzerine yazan Önder bu konferansta bizimle vardığı neticeleri paylaştı ve istihsânın mezhep içerisinde ve diğer mezheplerle mukayeseli olarak bir çerçevesini çizdi. İlk olarak istihsânın yakından ilişkili olduğu ictihad ve re’y kavramlarının tarihsel arka planını anlatarak sunumuna başladı. Va- 43 İhtisas Faaliyetleri hiyden sonra ikinci hüküm kaynağı olan ictihad ve re’y’in kapsamına giren istihsânın, Hz. Peygamber zamanından beri uygulanageldiğini selem akdini örnek vererek ortaya koydu. Benzer uygulamaların tabiin döneminde de devam ettiğini ancak bu kavramı teknik anlamda ilk kullanan ismin Ebu Hanife olduğu- nu ifade etti. Böyle bir girişim özellikle ehl-i hadis taraflarından büyük eleştirilere maruz kalınca Hanefi mezhebinin alimleri çeşitli tanımlamalara girişti. En kapsamlı ve muteber tanım Kerhî’den geldi: “daha üstün bir delil sebebiyle bir meselede benzerlerinde verilen hükümden vazgeçip daha kuvvetli delilin ifade ettiği hükmü esas almaktır”. Önder bu tanımın, istihsânın böyle tanımlandığı takdirde bir numaralı muhalifleri Şâfiîler tarafından da kabul edildiğini ifade etti. Buna dayanarak, istihsânın meşruiyeti üzerinde dönen tartışmalar hakkında oldukça isabetli görünen bir yorumlamada bulundu ve görüş ayrılıklarının sebebinin büyük ölçüde kavram kargaşası olduğunu iddia etti. Ona göre istihsâna karşı çıkılması temel olarak, salt akla dayanarak hüküm verme olarak düşünülmesinden kaynaklanmıştır. İh tis a s Ko nf e ra nsı 23 Nisan 2016 Cumartesi Dr. Serhan Afacan İran’da Bir Emek-Aktivizm Biçimi Olarak Dilekçe Yazımı (1906-1941)” Arş. Halime Çınar 44 EDEP Merkezi İhtisas Konferansları serisi, 23 Nisan 2016 tarihinde Dr. Serhan Afacan’ın “İran’da Bir Emek-Aktivizm Biçimi Olarak Dilekçe Yazımı (1906-1941)” başlıklı konferansıyla devam etti. 1906-1941: İran Sanayileşmesinin ve İşçi- Afacan’ın “İran’da Devlet, Toplum ve Emek Rıza Şah saltanatının sona ermesiyle biten dö- lerinin Sosyal Tarihi” başlıklı doktora tezinden bir kısmı oluşturan konferansta İran modernleşme tarihinin kritik bir evresini kapsayan 1906 Anayasal Devrim ile başlayıp 1941 Afacan’ın incelemelerine göre işçiler fabrikadaki yaşamlarına dair sıkıntılarını, isteklerini işverenlerine, yerel veya İran Meclisi gibi merkezi düzeydeki siyasi mercilere dilekçe yoluyla iletmişler ve çözüm aramışlardır. Bu dilekçeler işçilerin çalışma ve yaşam koşullarına, sanayileşmenin işçiler üzerindeki etkilerine dair bize somut deliller sunmaktadır. Siyasi makamlar, bireysel olarak yazılan dilekçelere kişisel hak arayışı gözüyle bakmış, kitle hareketi olmamasından dolayı bunları bir tehdit olarak algılamamışlardır. Aksine halkın sakinleşmesi için önemli bir araç olarak görmüşler, bu nedenle de dilekçelere cevap vermeye karşı duyarlı davranmışlardır. Toplu dilekçeleri ise ayaklanma algısıyla sıcak karşılamamışlardır. İhtisas Faaliyetleri nem emek tarihi açısından ele alındı. Daha da özelde konferansın odak noktası emeğin temsilcisi işçiler ve onların kaleme aldıkları dilekçelerdi ve 1906-1941 arası dönemde yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler bu bağlamda incelendi. İran emek tarihi konusunda hayatın içinden belgelerle bizi bilgilendiren hocamıza sunumu için teşekkür ederiz. İh tis a s Ko n fe ra nsı 7 mayıs 2016 Cumartesi Doç. Dr. Soner Duman Sakaarya Üniversitesi İslam Hukuku Öğretim Görevlisi İbn Teymiyye’nin Fıkıh Düşüncesi Arş. Merve Özdemir EDEP İhtisas Birimi’nin düzenlediği konfe- ladı. Ardından İbn Temiyye’nin onu ya aşırı ranslar serisi kapsamında “İbn Teymiyye’nin öven veya yeren uç gruplar arasında kaldığı, Fıkıh Düşüncesi” başlıklı konuşmasıyla Doç. bazı oluşumların onu kendilerine mâl etmeye Dr. Soner DUMAN mayıs ayı konuğumuz idi. çalıştıkları, bir şeyhülislam olan İbn Teymiy- İlgili konuda hazırladığı doçentlik çalışmasını ye’nin fıkhi yönünü ön plana çıkaran çalışma- ana hatlarıyla sunan Duman, İbn Teymiyye’yi ların eksikliği gibi hususları özellikle vurgu- ve yaşadığı dönemi tanıtarak sunumuna baş- ladı. Şeyhülislam’ın fıkhi düşüncesini tasviri 45 İhtisas Faaliyetleri 46 ve sistematik bir şekilde sunabilmek için tüm eserlerini inceleyip buralardaki dağınık bilgilere ulaştığını belirten Duman, onun şeriat, fıkıh ve mezhep kavramlarına bakışı üzerinde durdu. İbn Teymiyye’nin şeriata dair meşhur üçlü taksimini (şer‘-i münezzel, şer‘-i müevvel ve şer‘-i mübeddel) açıklayarak, ona göre fıkhın Fahrettin Râzî, Cüveynî gibi bazı alimlerin belirttiğinin aksine zann değil ilim (kesinlik) ifade ettiğini belirtti. Mezhep konusunda ise İbn Teymiyye -bugün bazı çevrelerin sandığının hilafına- bu sistemin gerekli olduğuna, hatta mezhebin “hak ve halk arasında bir vasıta” olduğuna inanmaktadır. Ancak yanlış olan, tek bir mezhepte taassup göstermek olup kişi delilinin daha güçlü olduğunu tespit etmesi halinde mezhebin dışındaki görüşü tercih edebilmelidir. rılan mantık ve felsefeyi “ulûm-ı dahîle” olarak Usulde ise mütekellimin ile mücadele eden İbn Teymiyye, kelam ve fıkıh usulüne karıştı- kez daha hatırlatmış olduğu için hocamıza adlandırmakta ve eleştirmektedir. Akaidde de Eş’arîlere şiddetle karşı gelen Şeyhülislam’ın, dilde mecazı kabul etmemesi, hüsün ve kübuhun aklî olduğuna inanması, âmm lafızların kat’i olduğunu düşünmesi, her müçtehidin isabet etmiş olduğunu reddetmesi, haber-i vâhidin zannî olmadığını söylemesi, akıl ve naklin çelişmediğine inanması, kıyasa aykırı hiçbir hükmün olmadığını iddia etmesi Duman’ın, onun kelam ve usul düşüncesine dair aktardığı bazı önemli noktalardandır. Sunumuyla, uzun soluklu kıymetli çalışmasını kısa sürede veciz ve sistematik bir şekilde aktararak İbn Teymiyye’nin, fikirleri ve özellikle de fıkıh anlayışı üzerinde çalışılmayı ne kadar hak eden bir alim olduğunu bizlere bir minnettarız. İh tis a s De r si 2015-2016 Eğitim Dönemi İhtisas Faaliyetleri Mukaddime ve Tarih Metodolojisi Arş. Şeyma Nur Temel Edep’in İhtisas Programı kapsamındaki ilk derslerinden Mukaddime, 2015-2016 yılında güz ve bahar dönemlerinde iki dönem olarak düzenlendi. Recep Şentürk ve Serhan Afacan yönetiminde gerçekleştirilen dersin Mukaddime ve Tarih temalı ilk döneminde, İbn Haldun’un fikirleri tarih felsefesi bağlamında ele alındı. Bunu yaparken, tarih felsefesinin genel tartışma konularına ve bu konularda tarihçilerin öne sürdüğü fikirlere temas edildi. Gerek Müslüman olsun gerek olmasın tarihçilerin tarihte nedensellik, tarihçi ve kaynakları, geçmiş algısı, tarihin genel kuralları ve tarih ve ahlak gibi konulardaki düşünceleri tartışıldı. Dersin ikinci dönemi yine Mukaddime’yi merkeze alan, İbn Haldun’un fikirlerini sosyoloji bağlamında ele alan bir ders oldu. İnsanın içinde yaşadığı cemiyeti ve insanın doğa ile olan ilişkisine dair soruların ana soru işaretlerini oluşturduğu bu derste modern dönem sosyoloji tartışmları ve İbn Haldun’un ilgili fikirlerinin bu tartışmalardaki önemi analiz edildi. Bu manada, her ne kadar İbn-i Haldun’dan asırlar sonra bir disiplin olarak teşekkül etmişse de sosyolojinin genel tartışmalarına ve disiplinin kurucu figürleri başta gelmek üzere sosyologların öne sürdükleri fikirlere temas edildi. Sosyologların başka temaların yanı sıra iktidar, devlet, din, toplumsal sınıflar ve toplumsal çatışma gibi konulardaki düşünceleri tartışıldı. Neticede hem tarih ve sosyoloji olmak üzere iki sosyal bilime, doğudan ve batıdan, hem 14. yy.dan hem de modern dönemden pencerelerin açıldığı hem aydınlatıcı hem de yeni soru işaretleri doyuran dolu dolu bir ders gerçekleştirilmiş oldu. 47 İh tis a s A t ö l y e 2015-2016 Eğitim Dönemi İhtisas Faaliyetleri Vakıf Atölyesi ve Faaliyetleri Arş. Birnur Deniz makta olup ilk bölüm vakıf çalışmalarınıageliştirmeye yönelik atölye faaliyetleri hakkında istişare ve kararlar gibi teknik konulara ayrılırken; ikinci bölüm vakıflar üzerine çalışmalara sahip değerleri isimlerin kendi alanlarındaki birikimlerini aktarabilecekleri konferanslardan ve bunun üzerine yapılan tartışmalardan oluşmaktadır. 48 Arş. Birnur DenizHazırlayan? Birkaç kişi var galiba , hepsinin ismi yazılabilir 3 kişiden fazla değilse Kurulduğu 2015-2016 eğitim öğretim yılına hızlılbir başlangıçnyapan EDEP İhtisas Birimi’nin bir diğer faaliyeti de Prof. Dr. Murteza Bedir Hocamızın önerisi ve öncülüğünde kurulan “Vakıf Atölyesi”dir. Osmanlısvakıflarının ve Hanefi mezhebi vakıf doktrini hakkındaki görüşlerin ön planda olduğu atölye, Murteza Hocamızın yanı sıra Prof. Dr. Erol Özvar, Prof. Dr. Tahsin Özcan, Yard. Doç. Dr. Selim Argun, Yard. Doç. Dr. Süleyman Kaya gibi değerli isimler katılımı eşliğinde gerçekleştirilmektedir. Atölye iki bölümden oluş- Ekim ayında gerçekleştirilen Vakıf Atölyesi bünyesindeki konferanslarımızın ilkinde Sakarya Üniversitesi İslam Hukuku alanında eğitim veren ve çalışmalarına devam etmekte olan Süleyman Kaya’nın “Osmanlı Hukukunda İcareteyn” başlıklı sunumu dinlenmiştir. Aynı isimli çalışmasını sunduğu konferansta Kaya, Osmanlı vakıf sisteminde önemli bir yere sahip olan icareteynli vakıf sistemini anlatmıştır. İcareteynli sistemin ortaya çıkışını ve gelişimini, incelediği hatrı sayılır miktardaki fetva mecmuaları ve şer’iyye sicillerinden hareketle ortaya koymaya çalışmıştır. İcareteyn uygulamasının süreç içerisinde değişikliklere uğrayarak gelişen bir kavram olduğunu belirten Kaya, kavramın belgelerde geçtiğinde her zaman tek bir manaya işaret etmeyip kastedilen uygulamanın incelemeye muhtaç olduğunu vurgulamıştır. İhtisas Faaliyetleri Kasım ayı konferansında ise Hamdi Çilingir’i “Hanefî Vakıf Hukukunda Vakfın Amacı” başlıklı sunumuyla dinledik. Doktora çalışmasının bir özeti niteliğinde olan sunumunda Çilingir, vakıflarda şart koşulan gaye unsuru ve bunun üzerine Hanefi mezhebindeki görüşleri ele almıştır. Osmanlı dönemindeki mezhebin temel metinleri yanı sıra şeyhülislam fetvalarını da inceleyen Çilingir, konuyla ilgili olarak zürrî-hayrî vakıf ayrımı, ebediyet şartı, vakfın sarf mahalleri gibi konuları da ele almıştır. Aralık ayında ise “Nurbanu Atik Vâlide Sultan Vakfı İncelemesi” başlıklı konferansı ile Tijen Sabırlı’ yı konuk edilmiştir. Aynı zamanda doktora çalışmasının konusu olan bu sunumda Sabırlı, Osmanlı vakıfılarını bunun önemli örneklerinden olan ve derinlemesine incelediği Nurbanu Atik Valide Sultan Vakfı’nı anlatmıştır. Vakfiye ve muhasebe kayıtlarından hareketle yaptığı çalışmada vakfın işleyişine dair önemli bilgilere ulaşmıştır. Dördüncü oturumun gerçekleştiği Ocak ayında da “Osmanlı Para Vakıfları” başlıklı sunumuyla Tahsin Özcan konuk edilmiştir. Genel olarak Osmanlı vakıf sistemi ve bu sistem içinde para vakıflarının ortaya çıkış serüveninin ele alındığı konferans, dinleyicilerin de katkılarıyla son derece hareketli, hararetli ve müstefid bir ortamda gerçekleşmiştir. Para vakıflarının ortaya çıkışı, gelişimi, bu vakıflarda kullanılan muâmele-i şer’iyye, para vakıflarının Osmanlı ekonomisinde ne gibi bir yer tuttuğu meselelerini ele alan Özcan’ın seminerinde en çok dikkat çeken mesele para vakıflarının caiz olup olmadığı konusunda Osmanlı ulemâsının tartışmaları olmuştur. Mart ayında Osmanlı İktisat tarihi çalışmalarında Türkiye’nin en yetkin isimlerinden olan çok değerli hocamız Mehmet Genç’i “Osmanlı Devleti’nde Klasik Dönem Vakıf 49 EğitimeDestekProgramları Merkezi CenterforExcellenceinEducation ﻣرﻛز اﻟﺗﻣﯾز اﻟﻌﻠﻣﻲ İhtisas Faaliyetleri VAKIFATÖLYESİ SEMİNERLERİ-3 Tijen Sabırlı “Nurbanu Atik Vâlide Sultan Vakfı İncelemesi” 12Aralık2015Saat:11:30 EDEPÜsküdarŞubesi VAKIF ATÖLYESI SEMINERLERI - 4 OSMANLI’DA PARA VAKIFLARI Prof. Dr. Tahsin ÖZCAN 16 Ocak 2016 Cumartesi 12:00 Tatbikatı 1500-1800” başlıklı sunumuyla dinledik. Siyasi, sosyal ve ekonomik yönleriyle Osmanlı’da vakıf uygulamalarının ele alındığı konferansta Mehmet Genç Hocamız 50 Osmanlı’da vakfın işleyişi ve yeri hakkında dinleyicilere vecîz ve sistemin anahtarlarına işaret eder nitelikte oldukça müfîd bilgiler verdi. Osmanlı sistemini “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüyle özetleyen Genç, Osmanlıların “zenginliğe düşman değiller ama fakirliği hiç sevmiyorlar, bunun için aşırı zenginliğin önünü kesiyorlar” diyerek devletin toplumdaki eşitliği kar oranlarına getirdikleri sınırlamalarla ve vakıflara verilen muazzam destek ile sağladığını belirtti. Osmanlı’nın vakıf serüvenin para vakıfları ve icareteynli vakıflar ile yeni ufaklara doğru ilerlediğine de değinen değerli hocamızın konferansı sonrasında katılımcı hocalarımızın eşliğinde Hanefi vakıf doktrini hakkında da bazı tartışmalar oldu. Yaz dönemi öncesindeki Nisan ayında gerçekleştiren son oturumumuzda Selim Argun’unun “Vakıflar, Ulema ve Elitler” başlıklı sunumunu dinledik. Uriel Heyd’in bir makalesini okumaya başlamasıyla yöneldiği çalışmasında Argun, ulemayı Osmanlı toplumunu şekillendiren tek faktör olarak düşünmekten ziyade Tanzimat öncesi elit grubunun arasında yoğun bir gerilim yaşandığını ve bu inter-elit çatışmaların yapılacak tecdidin yanı sıra Osmanlı ulemasının rolünü de şekillendirdiğini savundu. Diğer İslam devletlerinin aksine Osmanlı’da büyük söz sahibi olan ulemanın sahip olduğu bu konuma vakıfları kullanarak eriştiklerini ve yine vakıflar aracılığıyla bunları koruduklarını söyledi. Konferans, sunum sonrası gelen sorulara binaen gerçekleşen tartışmalarla renklendi. 2015-2016- eğitim yılını bu şekilde sonlandıran vakıf atölyemize katkı ve katılım sağlayan, emek harcadıkları uzun soluklu çalışmalarını bizlere vakit ayırarak öz bir şekilde sunan değerli hocalarımızın hepsine şükran borçluyuz. İh tis a s A tö l y e 2015-2016 Eğitim Dönemi İhtisas Faaliyetleri Fetva Atölyesi Arş. Halime Çınar İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı İslam Hukuku alanında profesör Murteza Bedir’in hocalığını yaptığı Fetva Atölyesi EDEP Merkezi İhtisas Programı bünyesinde 10 Ekim 2015 tarihinde seminerlerine başladı. İki haftada bir yapılan Atölyenin katılımcıları İslam Hukuku’nda yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerden oluşmaktadır. Fetva usulüne dair bazı eserlerin okunup ve tartışılmasıyla başlayacak olan atölye, katılımcıların güncel bir mesele hakkında verilmiş cevapları -atölyede oluşturulan çerçevedebir araya getirmeye ve söz konusu meselenin günümüz için geçerli olabilecek çözümü bulmaya yönelik çalışmaları üzerinden devam etmektedir. Çalışma problemin klasik fıkıh eserlerindeki uzantılarının izinin sürülmesi ile başlayıp günümüzde Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde İslam Konferans Teşkilatı, Uluslararası Fıkıh Akademisi gibi İslam’ın güncel meselelerini tartışan fıkıh akademilerinin kararlarına kadar götürülmektedir. Bu şekilde hem modern ve klasik dönemlerin karşılaştırılmasına imkan verilmiş olacak hem de katılımcıların -son sözü söylemeseler de- meselenin fetvası hususunda, çaba harcamak anlamında, “ictihat” etmeleri sağlanmış olacaktır. Atölye sonunda çalışılan konuların makale haline getirilmesi ya da sempozyumlarda tebliğ olarak sunulması ile atölyeden ürünler elde edilmesi planlanmaktadır. Fetva atölyesinde geçtiğimiz yıl İbn Abidin’in Ukudu Resmi’l-Müfti eseri esas alınarak, tartışma ve değerlendirmeler bu çerçevede gerçekleştirildi. Ayrıca atölye kapsamında İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı Uluslararası İslam Fıkıh Akademisi’nin “Kararat” adıyla yayınladığı, 22 oturumdan oluşan süreçte verdiği kararları katılımcılar tarafından tercüme edilmektedir. 51 İhtisas Faaliyetleri 25 Ekim 2015’te vefat eden hocamız Mehmet Erkal’ın kitapları ailesi tarafından EDEP Kütüphanesi’ne bağışlanmıştır. 1944 yılında Adapazarı’nın Taraklı ilçesinde dört çocuklu bir ailenin tek erkek evlâdı olarak dünyaya geldi. Babası İbrahim Bey, rüştiye mezunu nakliye şoförü idi. İki kardeşi ile icrâ ettiği görevi sebebiyle sık sık şehir dışında bulunduğundan eğitimi ile çoğunlukla annesi Rafize Hanımefendi ilgilendi. İlkokulu bitirdikten sonra annesinin de teşviki ile üç yıl sürecek olan hafızlık eğitimine başladı. Bir taraftan da bölgenin en revaçta iki mesleğinden biri olan semerci çırağı olarak çalışıyor, böylece aile ekonomisine katkıda bulunuyordu. Çıraklık yaptığını gören ilkokul öğretmeninin, babası ile özel olarak görüşüp tahsiline devam ettirmesi yönünde tavsiyelerde bulunmasıyla hayatında yeni bir sayfa açıldı. Maddi imkânsızlıklar içerisinde olmasına rağmen babası bahçesini satarak yatılı olarak okutmak üzere kendisini İstanbul’a, Fatih İmam-Hatip Okulu’na gönderdi. Ortaokul ve lise yılları başarılarla dolu geçti. Henüz lise çağlarında dönemin meşhur gazetelerinden Tercüman Gazete’sinde köşe yazısı çıktı. 1966 yılında İmam-Hatip’ten, 1968’de ise fark derslerini vererek İstanbul Atatürk Lisesi’nden birincilikle mezun oldu. Akranları arasında eğitimine devam eden kimsenin olmayışı, yakın çevresini onun da başaramayacağı şeklinde bir ön yargıya itmişti. Ancak o, azmi gayreti ve kararlılığı ile herkesi haksız çıkarıp İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde yüksek öğrenimine başladı. Aynı dönemde sırasıyla Tophane Sefer-i Kethüdâ Camii (Bostaniçi Camii), Kazancı Ali Ağa Camii, Nusretiye Camii ve Dolmabahçe Camii’nde ondört yıl sürdüreceği imam-hatiplik görevine başladı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kafile başkanı olarak hac organizasyonunda ve ramazan irşad faaliyetleri kapsamında Almanya’da görevlendirildi. Henüz okurken 1969 yılında Emine Hanımefendi ile evlendi. 1970’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldu. Dile olan merakı sebebiyle elindeki kısıtlı imkânları son haddine kadar kullanarak tekrar sınavlara hazırlandı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi bölümünü kazandı. Ancak henüz 2. sınıfta 52 * İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Vefayat, sy. 26, 2015, s. 597-599. iken 1111 sayılı Askerlik Kanunu uyarınca askere alınınca eğitimini yarıda bıraktı; Tuzla Piyade Okulu’ndaki temel eğitimi takiben ailesini ve anne-babasını da yanına alarak jandarma yedek subayı olarak Hatay’a gitti. 1973 yılında, izne geldikleri sırada babası rahatsızlandı ve hayatını kaybetti. Babasının vefatı kendisini derinden sarstığından o dönem ağır bir depresyon geçirdi. 1982’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku Anabilim Dalı’nda öğretim görevlisi oldu. Aynı üniversitede 1983’te yardımcı doçent, 1987’de doçent ünvanını aldı. Bu tarihlerde araştırmalarını yapmak üzere Ürdün’e gitti ve kendisi orada iken annesi vefat etti. 1993 yılında anılan fakültede profesör kadrosuna atandı; İslam Hukuk Anabilim Dalı Başkanlığı ve Temel İslam Bilimleri Bölüm Başkanlığı görevlerinde bulundu. Kurucusu olduğu Ensar Vakfı’nın Yayın Danışma Kurulu’nda uzun bir süre çalıştı ve değerli katkılarda bulundu. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisinin ilk cildinden son cildine kadar Fıkıh İlim Heyeti’nde yer aldı. İhtisas Faaliyetleri Askerliğini bitirdikten sonra Prof. Dr. Salih Tuğ’dan muvâfakat almak üzere müracaatta bulundu. Altı aylık bir deneme sürecinin ardından Erzurum Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nde doktoraya başladı ve “İslâm’ın Erken Dönemlerinde Vergi Hukuku (Hulefâ-yiRâşidîn ve Emevîler Devri)” adlı çalışması ile 1981 yılında doktorasını tamamladı. 1996 yılında dekan olarak Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde göreve başladı ve 6 yıl süren dekanlığı sırasında fakülteye pek çok katkıda bulundu. 28 Şubat sürecinin öğrencileri olumsuz etkilememesi için büyük gayret gösterdi. Aynı dönemde Sakarya Üniversitesi kampüsünde büyük ihtiyaç duyulan cami inşasına önayak oldu; bir yandan resmi prosedür zorluklarını aşmak diğer yandan parasal kaynak temini için olağanüstü çaba harcadı, idari görevden ayrıldıktan sonra da cami inşasının eksiklerinin giderilmesi için ilgisini sürdürdü. Bu yoğun tempo ve içinde bulunduğu baskının da etkisi ile 1997 yılında kalp krizi geçirdi. Bir süre yoğun bakımda kaldıktan sonra tekrar sağlığına kavuştu. 2002’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geri döndü ve emekliliğine kadar buradaki görevine devam etti. Daha sonra ömrünün sonuna kadar aynı fakültede ve İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakültesi’nde dersler verdi ve lisansüstü tez danışmanlıkları yaptı. Hayatını ilme ve ilim tâliplilerine adamış tevâzu sahibi, başarılı bir imam-hatip ve akademisyendi. Dolmabahçe Câmii’nde görev yaptığı sırada cemaat arasında bulunan -başbakan düzeyindekiler dahil- devlet erkânı namaz sonrası kendisi ile uzun sohbetler ederlerdi. İmamlık görevi süresince sadece bir defa soruşturma geçirdi. Nöbetçi olmadığı bir sabah namaza kalkamadığı gerekçesi ile müfettişlere şikâyet edilmişti. Şikâyet eden kişi ise annesi Rafize Hanımefendi’den başkası değildi. Hayatı yardıma ihtiyacı olan öğrencilerine destek olmakla geçti. Bunun için çoğu zaman ailesinin aslî ihtiyaçlarından da kısmak zorunda kalıyordu. 2000 yılında kansere yakalandı. Zorlu geçen tedavi sürecine olumlu yanıt verse de son zamanlarında hastalığı tekrar nüksetti ve 25 Ekim Pazar sabahı 71 yaşında iken aramızdan ayrıldı. Kendisi evli ve dört çocuk babasıydı. “Her kul yaşadığı hal üzere ölür” kaidesini kanıtlarcasına son günlerini Kur’ân tilaveti ile geçirip hafızlığını tazeledi. Vefatından iki gün öncesinde ise Arap Dili Eğitimi üzerine yeni bir metot geliştirme üzerine çalışmalar yapıyor, bir taraftan da ihtiyaç sahibi öğrencileri için yardım topluyordu. …“Ve her kul öldüğü hal üzere diriltilir.” 53 Konya Kampı onya Kampı Kitap Değerlendirmesi Mesnevi’de Ney ve Aşk Sevgi Yaman, İstanbul İlahiyat 2. sınıf Mesnevi’nin ilk kelimesi “Bişnev!” yani “Dinle!” İlk mesnevi okumamızı Konya’da yapmış olmakla birlikte yaptığımız mesnevi değerlendirmesinde beni en çok etkileyen şeylerin en önemlilerinden olan ney ve aşktan bahsetmek istiyorum. nevi’yi yorumlamak hakikaten keyifliydi. Zira Edep öğrencilerinin renkliliğinin yanı sıra hocalarımızın da böyle olması bizler için görsel ve işitsel olarak güzel bir harmoni oluşturdu. Bu ilk 18 beyitlik kısım için “Mesnevinin Besmelesidir” diye bir tanımlama yaptı Nimet hocamız. Bu teşbih kime ait bilmiyorum, ama beni benden aldı. ‘Bela! Sen bizim Rabbimizsin!’ dediğimiz vaktine be dedim, ölüm vaktine de mim dedim: Hayat, ahiretin bir besmelesi oluverdi gözümde… İlahiyat mezunu, aynı zamanda edebiyattan yandal yapmış Nimet İpek hocamız ile, Mes- Mesnevi, ‘Dinle!’ demişti. Sordum, neyi dinliyoruz dedim. El Cevap: Ney’i dinliyoruz. İlk 18 beyitini Mevlana Celaleddin Rumi yazmış, sonrasını oğlu Sultan Veled tamamlamış. İlk 18 beyit arapçadaki ba harfi ile başlar mim harfi ile biter 54 Özlemek demişken, ‘El-kelam yecurrul kelam’ derler. Yani söz sözü çekermiş, Konya’ya gidip de Sille’yi de gezmeden dönmedik. Orada arkadaşlarımla gezerken benim dikkatimi eski bir mezarlık çekti. Tepede, mezarlık yolunun sonunda da bir kilise vardı. Yalnız gittim, mezarların arasında durdum düşündüm, fotoğraf filan çektim. Döndüğümde arkadaşlarım, Arapça hocalarımızla birliktelerdi. Nerde olduğumu sordular, mezarlıktaydım dedim. Hocalardan biri, gülerek: “Türkler, neden bir yere gezmeye gittiklerinde ilk önce mezarlığa giderler? Benim çok dikkatimi çekiyor. Buraya gezmeye geldik, başka gezecek yer bulamadın mı ?” dedi. Ben, “Üstaze, burası tarihi mezarlıklarımızdan biri. Bu yüzden gezmek istedim “ dediysem de kendim bile cevabıma ikna olmuş değilim. Bu sadece Türklere özel bir davranış olarak algılanamaz tabii ki, demek ki insanda da bir aslını özleyiş var. Farkında olsun veya olmasın… Ney, aynı zamanda insan-ı kâmile benzetilir. Mahir bir usta neye üfleyince ney ses çıkarmaya başlar. Tıpkı bunun gibi bir şeyh de insana üfleyince, insan da ona teslim olunca o da ses verir, kendine gelir. Hilal arkadaşımız, ney zuhurata araçtır diyor burada. Neyden çıkan güzel sesler ve nağmelerin ortaya çıkışı ney sebebiyledir. Derviş de mürşidinin müridi olup, bu merhalede ortaya çıkan şeylere tâbi olduğu vakit Allah’tan gelen her şeye razı olur. Sevgiliden gelen her şey ona sevimli gelir. Konya Kampı Bir şikâyeti varmış onun, hepimiz gibi. Kamış iken köklerinden kesilmiş, ateşler göğsünü delmiş, nemi gitmiş, suyu kalmamış, susuz ve sapsarı bir hale büründürülerek verilmiş elimize. Bize huzur versin diye. Ama o aslını özler, evini özler, içinde yanan ayrılık ateşi bir an bile sönmez. Neyzen onun bomboş olan içini nefesiyle doldurur. O üflediğinde neyzene huzur verir, neyzen de ona. Ne yapalım, onun hikayesi de bizimki gibi hüzünlü ama bu dünya gurbetlik, bu dünya fani, bu dünya fragman, mim harfini beklemeliyiz. İnsan, aynı zamanda insan-ı kâmil suretine bürününce her şeyin Allah’ı zikredişini duyabilir. Ney de geçtiği yollarda ham iken pişmiş, sonra da yanmış ama kalbi ayrılık acısından teskin olmamış. Kap, içinde ne varsa dışına onu sızdırırmış. Neyin sesi de hakikatte onun ateşidir, siretinin suretine aksedişidir, birkaç nefeslik hava değildir. Aşka gelince o; Şems’in öleceğini bile bile düşmanlarının sesine doğru gitmesidir. Allah’a kavuşma arzusundan, ölüme gülerek ve sevinerek gitmektir. Aşk, ateş denizinden mumdan gemilerle geçmektir. Aşık, su üstünde de yürür, ateş üstünde de yürür. Aşk, muhabbetin ifradıdır. Sevmenin en üst noktasıdır, her şeyi herkesi Allah için sevmek, baktığı her şeyde O’nu görmek, O’nun rızası için çabalamaktır. Hadis-i şerifteki gibi, ‘Kişinin sevdiğiyle beraber olmasıdır.’ Aşk, şeytanın hemdemi olmamak için Al- 55 lah’tan bir an bile gafil olmamaktır. Efendimiz(s.a.s.) de “Allah’ım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsimin eline bırakma!” diye dua etmiyor muydu? Konya Kampı Aşk, kanlı ve dikenli bir yoldur ve bu yolda olmak gerekir. Kan deyince aklımıza ilk intiba olarak kötü şeyler gelir. Kan davası, kan kaybından ölmek, kan tutmak, kandan midesi bulanmak gibi. İçimdeki mutaarrız sesi durduramadım ve sordum: ‘Hocam, kan bu kadar kötü şey çağrıştırıyorken, aşk neden kana, kanlı ve dikenli bir yola benzetiliyor? Madem aşk güzel bir yol, aşkın mümessili olabilecek farklı bir şey yok mu ?’ Betül Tarakçı hocamızın cevabı tatmin ediciydi: ‘ Kan bizim hayat kaynağımız, damarlarımızda dolaşan bir şey. Onsuz yaşayama- yız. Aşk da bizim varoluş sebebimiz zaten.’ Hiç bu açıdan düşünmemiştim, ne kadar da güzel. Her şey zıddıyla kaim, ne düşünüyoruz ne çıkıyor karşımıza. Beklediğimden de güzel. Aşk yolundaki dikenler bizim engellerimiz, ama onları aştıkça, kanadıkça ve sabrettikçe aşkımız güçlenir. Böylece Allaha yaklaştıkça da onlar bize hayat verir. Bu kadar aşk muhabbetinin ardından, çay adı verilen içeceğin rengiyle de barıştık. Ve o günden itibaren Edep’li çay severler olarak her çay içerken mutasavvıfları örnek aldık ve dedik ki: ‘Bizim meclisimize ve olduğumuz yere suyun hamı bile giremez.’ Ve dahi her çay içerken ‘Çalabın(Allah) Aşkına Yanmaya’ niyet etmeyi de ihmal etmeyiz. Elan, bir bardak çaysız okuduysanız aşkola… Konya Kampı Sünnet Kuran’ın Koruyucusudur Prof. Dr. Fikret Karapınar Necmettin Erbakan Üniversitesi Aşyenur Günaydın, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Doktora Fikret Hocamız kısıtlı zaman diliminde pek çok konuya değinerek EDEP öğrencileri için ayrıntılı bir iç muhasebe ve tefekküre vesile oldu. Üzerine düşünülmesi gereken mevzular için pencereler açtı, hadislerle ilgili tartışılagelen eski(ye)meyen konular, toplumumuzun daha iyi bir şekle bürünmesi adına yapılması gerekenler gibi meseleleri ihtiva eden oldukça faydalı bir hasbihal gerçekleşti. Sünnet Kuran’ın Koruyucusudur 56 “Tevrat ve İncil üzerindeki ilk tahrifat anlam üzerine olmuştur, bunu istedikleri anlamda yorumlayarak yapmışlardır” diye başlangıç yapan Fikret Karapınar Hoca, günümüzde hadis-i şeriflerin de bu yol ile tahrif edilmeye çalışıldığını belirtiyor. Sünneti reddedenlerin büyük bir kısmı yine geleneğin birikimini kullanarak yapıyorlar bunu üstelik. Öyleyse bunlar ne yapmak istiyorlar? “Sünnet Kuran’ın koruyucusudur.” düsturundan yola çıkarak sorunun cevabını “Kuran-ı Kerim’e ve dinimize istedikleri anlamı yüklemek” olarak vermek durumunda kalıyoruz ne yazık ki. Konya Kampı Hazreti Peygamber Efendimizin hadisi şeriflerini toplayan meşhur eserlerden altısının toplamı olan Kütüb-i Sitte ortaya çıktıktan sonra ondan önceki eserleri bir kenara ittiğimizin altını çiziyor Fikret Hoca; “Ne zaman ki oryantalistler eleştirmeye başladı o zaman ‘Yahu bizim daha eskiye dayanan eserlerimiz yok muydu?’ diye sormaya başladık.” nu, yazıya geçirilme işleminin çok olmadığı söylendi. Nedeni olarak da ‘Kuran ile Hadis’in birbirine karışma riskinin olduğu’ söyleniyor. İşte burada devreye ÜSLUP giriyor. “Ebu Şah için Yazınız” Parmak izi olarak üslup Günümüz tartışma konularından biri olan hadislerin yazımına izin var mıydı yok muydu meselesi üzerine eğildik. Peygamberimiz’in hadisleri yazmayı yasakladığı ve yasaklamadığı rivayetlerin her ikisi de mevcuttur. Sözlü ve yazılı eş zamanlı olarak gidiyor. Lakin hadislerin yaklaşık olarak %90’ının sahabiler vefat etmeden yazıldığını söyleyen Fikret hocamız bir hadis-i şerifte Peygamberimiz’in; “Ebu Şah için yazınız” buyurduğunu söyler. Bu hadis-i şerif yazıya geçirme iznine dair en büyük kanıtlardan biridir. Ayrıca Hz. Ali’nin kılıcının kabzasında topladığı rivayetler vardır. “Bunun gibi pek çok bilgiler varken elimizde biz neden hala Peygamberimizin bunu yasakladığı noktasını önceliyoruz?” sorusunu sormaktan alamıyoruz kendimizi. Çünkü bize sürekli, o zamanlar çoğunlukla sözlü aktarımın olduğu- Dil bilimciler üslubu retinaya veya parmak izine benzetirler yani kimse kimsenin üslubunu tam olarak taklit edemez. Üslup nedir? Edebiyatta üslup, yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Fakat bu kadar basit değil, üslup biliminin bizim bilmediğimiz hayretamiz bir derinliği varmış: Peygamberimiz’in kendine ait üslubu var mıydı? Aynı üslubu kullanarak hadis uydurulabilir mi? Üslup kişiye mahsus taklit edilemez bir özellik ise bir metinin Peygamberimiz’e ait olup olmadığı yahut ayet mi hadis mi olduğu anlaşılır. Lakin bu alanda fazla çalışmamızın olmadığını, Müslümanlar arasında üslup bilimiyle uğraşanların sayısının çok az olduğunu söyleyen Fikret hoca aynı zamanda bunların zor konular olduğunu da kabul ediyor; “Tabi, dil biliminin en ağır konularının arasında gireceksiniz, orada uğraşacaksınız, boğulacaksınız…” Sonra devam ediyor, Kuran-ı Kerim’in üslubu üzerine de çalışmalarımızın yetersizliğinden 57 Konya Kampı yakınıyor. Mevcut olan çalışmaların da çoğunlukla Kuran’ın vahiy olduğunu ispatladığını, hâlbuki bu konuda zaten şüphe olmadığını, bize lazım olanın dil bilimi açısından analiz olduğunu vurguluyor Fikret Hoca. Örneğin müzekker bir isme müennes bir sıfat getiriliyor Kuran’da. Burada ne demek istiyor Cenab-ı Allah? Metindeki dizin nedir, ne değildir? Kelimeler arasındaki ilişki nedir? Bunun gibi sorular sorularak metinlerin bu açıdan ele alınması gerektiğini ifade ediyor. Bir de üslubu şu açıdan ele alalım. Üslup, kelimeler üzerinden mi tarif edilir cümlenin içerisinde bir bütün içerisinde mi görülür? Bizim geleneğimizde kelime merkezlidir daha çok. “Kırık çeviri” olarak bilinen bu yöntem ile hadis okuduğumuzda gerçek manada okumuş oluyor muyuz? Cümlenin bir bütün olarak görülmesi gerektiğini söylüyor Fikret hoca, metinlerin anlamına hakim olabilmek için. Bir kelime üzerine sayfalarca açıklama yapılıyor fakat bütün olarak bakmadan konu kapatıldığında bir şeyler eksik kalmaya mahkum oluyor. Peki neler yapmalıyız? Kuran ve Sünnet dışındaki kitapları okurken yazarın büyüsüne kapılmadan analitik ve eleştirel düşünmeyi öğrenmeliyiz, bunu başarmalıyız. Hepimizin temel sorunu aslında bu. Analitik düşünmeyi geliştiremedik. Geleneğimizde eleştirel düşünce yok. Korkuyoruz eleştirmekten. Başta kendimizi eleştirebilmeliyiz. 58 Hz. Ömer, “Bana hatalarımı ve ayıplarımı gösteren kişiye, Allah merhamet etsin.” der. Biz bunu ne kadar başarabiliyoruz, bir durup kendimize bakmalıyız ve bu konuda dürüst davranmalıyız. Acı gerçekler ile yüzleşmekten korktuğumuz için, kimsenin eleştirisine tahammülümüz yok, değil mi? Bu konuda paranoyak da olmayacağız ama en azından analiz yeteneğimizi geliştirmeliyiz. Bunu yap- madığımız için esen ilk rüzgârda yapraklar gibi uçuşup dağıldığımızı söylüyor Fikret hoca ve hatırlatıyor; “Kim olursa olsun, Allah ve Resulü hariç, asla körü körüne evet dememelisiniz.” Mehdi düşüncesine her ne kadar karşı çıksak da o anlayışı sevdiğimiz gerçeğini yüzümüze vuruyor Fikret hoca. Çünkü Mehdilik düşüncesi bizim işimize geliyor. Hiç uğraşmayalım, birisi gelsin bizi kurtarsın istiyoruz. Enam Suresi 163. Ayetinde Hz. İbrahim; “O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben Müslümanların ilkiyim.” diyor. Fikret hoca her birimizin Hz. İbrahim gibi emrolunduğunu ve nereye gidersek gidelim orada hiç Müslüman yokmuş gibi düşünüp omuzlarımıza sorumluluk yüklendiğini söylüyor. Her birimiz Hz. İbrahim gibi, toplum için emek sarf etmeliyiz, gecemizi gündüzümüze katıp çalışmalıyız. Yani aslında Mehdinin bütün fonksiyonlarını yerine getirmeliyiz. Fakat ne yazık ki biz hep kolaycılık peşindeyiz. Bu zihniyet özne değil nesne yapar bizi. Mef’ul değil Fail olmalıyız! Sona doğru yaklaşırken Fikret Karapınar, Muaz bin Cebel’den rivayet edilmiş bir hadis-i şerif okuyor bizlere: “Muhakkak ki şeytan insanın kurdudur, tıpkı tek kalan, sürüden uzaklaşan, kenarda olan koyunu alıp giden davar kurdu gibi. Sakın bölünmeyin. Cemaatin, umumun, mescidin yanında olun.” (Kenzül Ummal.c.1. Hn.1026 ve 1027) Peygamberimiz bu günleri görmüş ve bu sözleri söylemiş gibi adeta. “Her gün yeni bir cemaat türüyor artık biz de takip edemez olduk.” diyen Fikret hoca; bir araya gelemezsek, cemaatten ve toplumdan ayrı düşersek şeytanın bizi parçalara bölmeye devam edeceğine dair hepimizi uyarıyor. Buna dur demek elimizde. Bu gidişatın yanlış olduğunu sürekli dile getirerek şeytanın bizi fırkalara bölmesine engel olmalıyız. Allah yâr ve yardımcımız olsun..! Konya Kampı / Kitap Tahlili Ahmet Muhtar Büyükçınar Ahmet Muhtar BÜYÜKÇINAR. Kendisi 1920 yılında Gaziantep’te doğmuş. Çocukluğunda huzurlu bir aile hayatı olmamış annesini genç yaşta kaybetmiş ve çok sıkıntılar çekmiş olmasına rağmen kayayı yaran bir fidan misali dallanmış budaklanmış soyadı gibi büyükçınar haline gelip gölgesinde birçok ilim yolcusunu barındırmış. Kendisi yaşamını şöyle tanımlar.“Ömür çok kısa, arzu çok yaşım Önümde dağlar kadar hizmet var ben ise henüz işin başındayım.“Ahmet hocamızı Esra Ukollu hocamızla soru cevap şeklinde ele aldık. Arkadaşlarımız BÜYÜKÇINAR’ın yaşamında kendine göre dersler çıkardı. BÜYÜKÇINAR hocamızın hayatında arkadaşlarımızın dikkatini celbeden yerler şunlardı: Ahmet Hocamız hayatında öyle güzel ayrıntılara yer veriyor ki yaşamındaki hiçbir noktayı ıskalamayarak keskin bir zekası olduğunu fark ediyoruz. İlim uğruna hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış, küçük yaştan itibaren ilim kapı- larında diyar diyar gezmiş zaman geçtikçe bu aşk onda alevlenmiş. Kul hakkına hassasiyetle yaklaşmış. İstanbul’dayken talebelere verdiği derslerde on dakika dahi geç kalmamak için elinde avucunda hiçbir şey olmamasına rağmen taksiyle gitmiştir. Kendisine hayatını kolaylaştıracak birçok cazip teklif gelmesine rağmen talebelerini asla yarı yolda bırakamayıp onlara ilmi pencereler açmaya devam etmiş. Bu uğurda hiçbir ücret kabul etmemiş aksine elinden geldiğince talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Kafasında tasarladığı ve hayata geçirmek istediği meseleleri gözünde büyütmeden ve ertelemeden o işe girişmesi, elinden gelen sarf-ü gayreti gösterdikten sonra tam bir teslimiyetle Allah’a bağlanması onun bir hakikat eri olduğunu göstermekteydi bizlere. Geçimini sağlamak için ek işler yapıp ailesini de ihmal etmemiştir. Yalan söyleyerek hacca gidebilecek bir fırsatı çıkmış olmasına rağmen yalan üzere hiçbir hayrın inşa edilemeyeceğini bilen hocamız katiyen bu işe yanaş- Konya Kampı Feyza Odabaşı, İstanbul Siyaset Bilimi Ve Kamu Yönetimi 3. Sınıf 59 Konya Kampı mamış ve Allah-u Tealanın mükafatı gecikmemiştir. Yaşamı boyunca bir umre iki hac ona nasip olmuştur. “Ders okutulan yerlerde düzen ve disiplin korkuyla değil, sevgi ve saygıya dayanır.“ Diyen hocamız bu yolla bütün talebelerinin gönlünü fethetmiş ve talebelerinin temiz kalbini ilmin nuruyla süslemiştir. Hocamız ilimde derinleştikçe katı bir tutum takınmak yerine daha çok kucaklayıcı bir edayla insanlara yaklaşmaya başlamış. Bu durumu içki kullanan kaymakamla hoş sohbet edip içkiyi azaltmasına ve Cuma namazlarını kılmasına vesile olmasından anlayabiliyoruz. Efendimiz(sav) yol göstermesiyle sadece şeriatla yol katedilemeyeceğini aynı zamanda tarikatla iki kanatlı kuş haline gelinebileceğini düşünen BÜYÜKÇINAR, Peygamberimiz(sav) isteği ve rabbimizin görevlendirmesiyle bu tarikat yoluna girmiş birçok yolcuya da rehberlik etmiştir . Yılllar önce gördüğü rüyayı yıllar sonra hikmetini kavrayan hocamızın bu rüyası Allah-u tealanın onun kalbine ilham ederek gösterdiği yaşamının özetidir aslında. Yaşamının ilk kısmı; halktan uzak ve ilimle hemhal olup bu yoldaki çalışmaları ikinci kısmı; halkın içinde hakkın ışığıyla insanlara yol göstermesi üçüncü kısmıysa; koşuşturmasız ve sakin bir yaşamla hizmetini kalemi ve kitaplarıyla devam ettirmesi izler. Sohbetimiz bittiğinde ilim yolunda yürüyecek çok yolumuz, ümmet-i muhammedin kurtuluşu için omuzumuzda çok yükümüz, efendimiz(sav) davasını taşıyacak çok yerimiz olduğunun farkındaydık lakin şunu da biliyorduk ki; cihanın dört bir tarafında Allah’ın nurunu tamamlamak için nice Ahmet Muhtarların çıkacağını bizim de bismillah diyerek bu yola baş koyduğumuzu... Konya Kampı / Kitap Tahlili İlmin Fazileti İhyau Ulumi’d-Din Rümeysa Polat, İstanbul İlahiyat 1. Sınıf EDEP ailesi olarak Konya’ya kitap okuma kampı için gittik. Uhrevi şehir Konya’da bizi derinden etkileyen İmam Gazali’nin halka hitaben yazdığı İhya-ı Ulumuddin eserinin ilim ve ibadet bahsini okuduk. “Alimler peygamberlerin varisleridir.” hadisi gereğince gerçek ilmin ne olduğunu ve ilmin faziletini İmam Gazali’nin penceresinden görmeye çalışalım. 60 İmam Gazali ilmin faziletini Kur’an-ı Kerim’deki Ali İmran suresinin 18. ayetiyle şu şekilde açıklamıştır. “Allah, şu hakikati: Ken- dinden başka hiçbir Tanrı olmadığını adaleti ayakta tutarak (delilleriyle, ayetleriyle) açıkladı. Melekler bunu ikrar etti, hakiki ilim sahipleri (peygamberler, alimler) de böylece inandı.” Bak! Allahu Teala nasıl kendi zatıyla başladığı şehadette, ikinci derecede melekleri, üçüncü derecede de ilim ehlini zikretmiştir. Allahu Teala’nın ilme verdiği önemi anlatmaya yalnız bu ayet yeter. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) alimin, ibadet edenden daha kıymetli olduğunu anlatmak üzere de şöyle buyuruyor: “Alimin abide nispetle değeri, ashabımdan-derece bakımından-en küçüğü üzerine olan faziletim gibidir.” Bakınız ki Hazreti peygamber(aleyhisselam) ilmi nasıl peygamberlik derecesine yükseltmiş ve tamamen ilimsiz ibadet olamayacağı gibi, her ne kadar devam ettiği ibadette azıcık ilmi varsa da, bilgiden soyulmuş alimin derecesini de nasıl düşmüş olduğunu açıklamıştır. İlmin fazileti hakkında Zübeyr bin Ebubekir: “Babam Irak’ta bana yazdığı bir mektupta şöyle diyordu -Oku. Çünkü ilim, fakirliğinde servet, zenginliğinde ziynettir.-demiştir.” İbn Abdil Hakem : “İmam Malik’ten okuyordum. Öğlen vakti girince nafile namaz kılmak için kitaplarımı topladım. Bunu gören hocam: Eğer kaşefe olmak üzere ikiye ayırmıştır ve burada aranan ilmin ise ilmi muamele olduğunu belirtmiştir. Akil ve bağli kulların yapmakla mükellef oldukları 3 şey vardır: 1-itikat (inanmak) hüsnü niyetle okuyorsan , kılmak istediğin namaz okumaktan üstün değildir, demiştir.” Bu hadisede de görüldüğü üzere büyük alimler tarafından hüsnü niyetle yapılan ilim nafile ibadetlerden üstün tutulmuştur. alakalıdır. Lakin din ile alakası dünya vasıtasıyladır. Ve fakihler, İslamiyetin sıhhat, fesad ve şartlarından bahsederler; ancak insanın sözüne, diline bakar, ona göre hüküm verirler. Kalp ise fakihin idare ve tahakkümü dışında kalır. Ahirette malın fayda vermeyeceği ancak kalbin ihlası ve nurunun fayda vereceği meydandadır. Lakin fakih kalbin ihlasını ve nurunu tahakküm edemez. Gazali’nin eleştirdiği şey fıkıhın aslında batıni ilimlerle de alakalı ve 3-Terk (yasak edilen şeyleri yapmamak) İmam Gazali farz-ı kifaye ilimleri Şer’i İlimler ve Şer’i Olmayan İlimler olarak iki kısma ayırmıştır. Bu İmam Gazali bu eserinde Farz-ı Kifaye ilmi olan fıkıhı eleştiriyor gibi görünse de aslında fıkıhı değil zamanının fakihlerini eleştirmiştir ve şöyle demiştir: “Fıkıh ilmi Dünya ile alakalı olduğu kadar dinle de Konya Kampı İlmin öğrenmenin faziletinin ne kadar büyük ve önemli olduğunu gördük. Peki her Müslümanın bilmesi gereken farz olan ilim nedir? Bu hususta İmam Gazali ilmi muamele ve ilmi mü- 2-fiil (inandıklarını yapmak) 61 Konya Kampı ayrılmaz bir bütün olduğu fakat gününün fakihlerinin bunu idrak edememesidir. Nitekim İmam Gazali mutasavvıf olmadan önce fakihti ve fıkıhın içindeki tasavvuf eksiğini farkettiği için gününün fakihlerini eleştirmiştir ve tasavvufa yönelmiştir. Hakeza büyük imam, İmam-ı Azam, Hanefi fıkıhının kurucusu aynı zamanda büyük bir mutasavvıf idi. Özetle: Ne ilmi batın olmadan ilmi zahir ne de ilmi zahir olmadan ilmi batın olamaz. Cümlelerimi Şeyma Özdemir hocamın bir sözüyle bitirmek istiyorum: “ Okuduğunuz kitabın yazarının ruhuna bir Fatiha okuyun. O kişiyle maneviyat bağı kurduğunuzu hissedeceksiniz. Nasıl ki kalp küçük küçük kararır işte bunu yapmakla da kalp küçük küçük aydınlanır. Bir süre sonra bunlar sizde meleke haline gelir.” Büyük İslam Alimi İmam Gazali’nin ruhu için Fatiha. Konya Kampı / Kitap Tahlili Son Osmanlı Alimi Muhammed Emin Er Esmanur Pusmaz, İsranbul İlahiyat 1. Sınıf 62 Ömrünün sonuna kadar İslam’a hizmeti gaye edinmiş bir şahsiyet olan Muhammed Emin Er’in hayatını sizlerle paylaşma gayretinde bulunacağım. İslam’a adanmış ömrü hayatını Allah rızası çerçevesinde şekillendiren Muhammmed Emin Er Hocaefendi Hicri 1332 Miladi takvim hesabına göre 1914’te Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin Kiloyan’da(Kalaçta) dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Hasan kızı Havva, Babasının adı oğlu Zülfikar’dır. Aslen Iraklılardır. Osmanlılar zamanında Anadolu’ya göç etmişlerdir. Babasının ilme ve alime verdiği önemden ötürü ve çocuklarının alim olarak yetişerek insanlığa faydalı olmasını istediği için özel hoca tutar, fakat eğitimleri kısa sürer. Çünkü babası vefat etmiştir. Ve eğitimine bazı sıkıntılardan dolayı ara vermek zorunda kalır. Bu onu ilimden uzaklaştırmamış aksine onu ilme daha çok bağlamıştır. Hatta babasının vefatından sonra aile geçimine katkıda bulunmak için çobanlık yaptığı sıralarda taşlar üzerine yazı yazmaya başlamış. Ve atılan sigara kâğıtlarına kalemle Osmanlıca harfleri yazmış ardından bunları okumayı başarmıştır. Konya Kampı Bu Hocaefendinin ilme olan aşkını ve hiçbir sıkıntının onu ilimden soğutmadığının en belirgin delilidir. Kendisinin ilme olan bu sevdasını görenler “Bir çocuk var, hiç okula gitmemiş ama okuma ve yazma biliyor. Hızır ona uykuda ders veriyor” derlermiş. İlim öğrenmedeki samimiyetinin derecesini burada görmekteyiz. Hocaefendi hayatında birçok alim ve ulemadan ders aldığını görürüz. Bu da Hocaefendinin ilim hayatında tek bir kişiyle sınırlı kalmadığını ve sürekli kendini geliştirerek dini en ince ayrıntısına kadar öğrenmeye çalıştığını gösterir. Kendisinin bu ilme yaklaşımı birçok alim tarafından takdir edilmiştir. Muhammed Emin Er Hocaefendi ilk ilmi yolculuklarına önce kendi memleketleri olan Diyarbakır’ın Çüngüş nahiyesinde sonra Kilan köyüne ardından Siverek’e gitmiş. Lakin buralardaki çeşitli sıkıntılardan dolayı ilim alamamıştır. Ardından evine dönen Hocaefendi o dönem harf inkılabı dönemine denk geldiğinden dolayı ilim öğrenmek zordur, çünkü Arapça okutmak şiddetle yasaklanmıştır fakat Hocaefendi bir takım rüyalar görmüş ve bunlar onu tekrar ilim için yolculuk yapmaya sevk etmiştir. Yalnız bu sefer o zamanlarda ilmi rahat bir şekilde baskı ve zulümden görmeden öğrenebileceği yer olan Suriye’ye hicret ettirmiştir. Tabii burada da başına türlü sıkıntılar gelir. İlim yolunun meşakkat, zorluk ve çile yolu olduğunu bilen Hocaefendi gelen sıkıntıları Allah’tan bilip ilme olan azmini ve sabrını devam ettirmiştir. Bir gün Şeyh Muhammed Sıddık’ın ziyaretine gitmeye niyet eder. Ve yolda giderken Suriyeli bir jandarma karşısına çıkar. Kimliğini ister fakat Hocafendinin kimliği ona Suriye’ye gelmede yardımcı olan Selim Bey’in hazırladığı sahte kimliktir. Jandarmaya gösterir lakin jandarma kimlikteki adamı tanıyordur. Bunun üzerine jandarma sahte kimlik olduğunu anlar. Hocafendinin üzerini arar. Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını ve Türk parasını görür. Ardından karakola götürür. Kısa bir süre nezarette kalır ve mahkemeye çıkarılır. Mahkemede biri Hristiyan diğeri Müslüman olan iki hakim vardır. Hristiyan olan ifadesini alır ve bu kısmı Hocaefendiden dinleyelim: Hakime okumaya geldiğimi, okuduğum kitapları, ziyarete giderken yakalandığımı anlatınca gerçekten talebe olduğuma kanaat getirdi. Bana; “Eğer kefil getirirsen seni hapisten bırakırım. Mahkeme zamanı mahkemeye gelirsin.” dedi. Ben de: “Burada kimseyi tanımıyorum. Okuduğum şehir olsaydı belki getirebilirdim.” dedim. Bunun üzerine bana; “Madem talebesin seni kefilsiz bıraksam mahkeme zamanı gelir misin?” dedi. Ben de: “Beni tanımadığın halde bana emniyet ederek serbest bırakacağın için öleceğimi bilsem bile mahkeme zamanı gele- 63 ceğim.” dedim. Böylelikle doğruca Amud’da okuduğum medreseye döndüm. Konya Kampı O zaman Amud küçük bir nahiye idi. Beni görenler, nasıl öldürmeyip serbest bırakıldığıma ve tekrar medreseye gelebildiğime hayret ettiler. Bütün olanları onlara anlattıktan sonra bana dediler ki: “İyi işte serbest bırakıldın. Geçmiş olsun. Artık bir daha mahkemeye gitmezsin. Ne kefilin var, ne adresin belli, ne de bu memleketlisin. Niçin gidersin ki? Seni bulamazlar.” Benim kararım kesindi, ne pahasına olursa olsun gideceğim, onlara söz verdim. Ben bir Müslüman olarak söz verdim. Gitmezsem İslam’a bir leke olur. Diyecekler ki Müslümanların hali bu. Hoca olacak kişi yalan söyledi. Böyle bir töhmet istemiyorum. Onun için gideceğim, der. Bu olayda görüldüğü gibi Hocaefendi İslam’ı her anlamda yaşamaya çalışmış ve bunu yaşantısında göstermiştir. Hocaefendi bu olaydan sonra beş ay kadar hapishanede kaldıktan sonra zamanın hükümeti değişince bazı mahkumlara af çıkmıştı. Aralarında Hocaefendi de vardı. Hocaefendi çıktıktan hemen sonra Türkiye’ye dönmeden Şeyh Ahmed Haznevi’yi ziyaret eder ve tarikatına intisap eder. Yanında belli bir süre eğitim aldıktan sonra çeşitli sıkıntılardan dolayı Türkiye’ye dönmüştür. Suriye’de ilim tahsili görürken eğitim aldığı bazı alimler şunlardır: Molla Abdülhalim, Şeyh Ahmed Haznevi, Şeyh Abdurrezzak bunun yanı sıra birçok alimin ziyaretine gitmiş ve alimlerin teveccühünü kazanmıştır. Ardından Türkiye’ye dönmüştür. Orada ilk hocası olan 64 Molla Abdüssamed’in yanına eğitim almaya gitmiştir. Orada eğitimine devam ederken evlenmiştir. Hocaefendi hayatında bunlardan biri olan Siirt’te Hafız Aydar Efendiden Kuran dersleri aldığı sıralarda bir gün fırına gider lakin kapalıdır. O dönemde Siirt’te bulunan dört fırının hepsine gider hepsi de kapalıdır. Sebebini sorar. ‘Ekmeğe zam yapılması için kapatmışlardır.’ Derler. Odasına döner. Tabi o zamanlarda öğrenciye hücre tahsis edilirdi. Hocaefendi aç karnına Kuran’daki derslerini tekrar etmeye başlayan Hocaefendi bir anda kapı sesi duyar tanımadığı ve hiç görmediği bir kişi elinde büyük bir sini kabı uzatır. Ekmeğin altına bakar ki oltu peyniri de vardır. Bunu gören Hocaefendi’nin gözyaşları akar ve kendi kendine “Yarabbi bu hilaf i adet oldu. Başka günlerde böyle bir şey olmuyordu. Bugün aç kaldığım için sen bana bunu gönderdin. Sen bizi unutmuyorsun. Biz ise seni unutuyoruz” diye düşünerek ağlamaya başlar. Allah’ın hikmeti ya o ekmek ve peynir haftalarca bitmez. Otuz gün olunca olur Hocaefendi Kuran’ı bitirir. Eve dönmek için trene biner orada bunu yer gittiği yer olan Bismil kazasında tanıdığı birine misafir olur ve ekmek hadisesini anlatır. Onlar “O Hızır Aleyhisselam’dır” derler. Şeyh Seyda’ya olan intisabından bahsetmek gerekirse; Hocaefendi Şeyh Seyda’yı iki defa rüyasında görür. Ve sonuncu gördüğü rüyada Hocaefendi, Şeyh Seyda’ya götürür. Hocaefendi rüyasını şöyle anlatır. “Bir gece Şeyh Seyda’yı rüyamda gördüm. Bir ipin ucu benim elimde öbür ucu şeyhin elindeydi. Bana gel diyordu. Bu şeyh bizden ne istiyor acaba?” diye- Medrese hayatından birkaç kare anlatmak gerekirse; Hocaefendinin medrese hayatı 1213 yaşlarında başlamıştır. Kendisi medrese usulünden bahsederken “Evvela Emsile’yi okurduk, sonra Bina, sonra İzzi, sonra Avamil-i Birgivi sonra İzhar, sonra Merahi, sonra Kafiye, sonrada Camii okurduk. Tertip eskiden böyle idi” diyerek o zamanın medrese usulü ile bizlere aydınlatmıştır. Medrese ile ilgili kaidelerden bahsederken “Müzakere çok mühimdir. Müzakere ders okuduktan sonra talebeler bir araya gelir, müzakere eder. Talebeler, kendilerinden daha ileride bulunan talebelerden istifade ederdi. Çünkü bazen hocadan utanıyorlardı.” der. Hoca efendinin ezberi kuvvetli olduğu için medreseyi 6 senede bitirmiştir. Talebelik yıllarını anlatırken “Çok aza kanaat ederdim. Talebe Ramazan ayında zekât karşılığında imamlık yapmak için köylere giderlerdi. Ben kanaat eder, gitmezdim. Hatta yolda giderken ayakkabımı -yırtılmasın diye- ayağımdan çıkarır, elime alırdım. Kimseden istekte bulunmuyordum.” der. Bu hadisede görüldüğü gibi Hocaefendinin yaşantısını tamamıyla Allah rızası niyet ekseninde yaşadığını, israf boyutuna da çok dikkat ettiğini fark ediyoruz. Bir başka olay ise Üstad Beddiüzzaman Said Nursi’yi ziyarete gitmesidir. Hocaefendi Risale-i Nurla ilgilenmeye başlar ve üstadın talebelerinden olan Hulusi Beyle iletişime geçerek üstadın kitaplarını ister. Bulup okuduğunda kalbine bir ilham gelir. Ve şöyle der, “Bu mübarek zata muasırız! Onunla aynı devirde yaşıyoruz. Ama kendisini daha görmedim. Onu niye ziyaret etmedim diye müteessir olurum” der ve ardından üstadı ziyaret için Isparta’ya gider. Lakin Üstad yoktur. Eğirdir’e bir dostuna misafirliğe gitmiştir. Hemen bunu duyan Hocaefendi Eğirdir’e gider bu sefer de Üstad Barla’ya gitmiştir, fakat burada da yoktur. Isparta’ya döner üstadın geldiğini duyar. Ve üstadın huzuruna çıkar onunla hasbihal ederler ardından Üstad, Hocaefendi için “Ben seni has talebelerimden kabul ettim. Ders verin. Risale i nuru okutun…” der ardından üstadın elini öperek ve ağlayarak yanından ayrılır. Üstadın Şeyh Seyda’ya gönderdiği mektupta Hocaefendi için şunları demiştir “İlmiyle amil, kalbi selim ve güzel huy sahibi apaçık sırat-ı müstakimi yol edinmiş, kerim kardeş Eş-Şeyh Molla Muhammed Emin! Allah onu koruya afiyet vere ve bereketlendire (amin)”. Hocaefendi ilk yurt dışı seyahatini Almanya’ya ardından Londra, Fransa, Amerika, İran, Pakistan, Arabistan, Afganistan, Hindistan… olarak dünyanın dört bir yerine giderek oradaki Müslümanlarla görüşmüş. Durumlarını öğrenmiş, hiçbir cemaat ayırmaksızın hepsini ziyaret etmiş. Birlik ve beraberliğe çağırmıştır. Hayatını Allah’a adamış bir ömür olarak dolu dolu yaşamış vefatına kadar hizmetten bir an olsun ayrılmamıştır. Vefat etmeden önce az ve öz kısa bir nasihati vardır, “Akıllı olalım ahmak olmayalım” der. Müslümanın imtihan olmak için geldiği bu dünyada nasıl olması gerektiğini bir cümleyle nede güzel ifade etmiştir. Allah ondan razı olsun. Şefaatine nail etsin, cennetinde buluştursun. El-Fatiha… Konya Kampı rek Şeyh Seyda’yı ziyaret etmek için Şeyh Seyda’nın bulunduğu Cizre ile Mardin arasında bulunan Serdahli köyüne ziyarete gider. Şeyh efendi rüyasını yorumlar. “Seyyidina Musa’nın miskin ve fakirlerden muradı ehli tarikattır. Onlarla beraber olmanızı tavsiyede bulunmuştur. Ben seni kardeş olarak kabul ettim. Sensiz cennete girmeyeceğim.” der. Hocaefendi Şeyh Seyda’nın yanında süluka girer. Yalnız bir odada ibadet ve tefekkürle 40 gününü geçirir. 40 günün sonunda Şeyh Seyda ile istihareler yapar. Ve Hocaefendiye halifelik icazeti vermeyi teklif eder. İcazeti kendi eliyle yazar. Ardından cemaatin önünde cübbesini çıkararak Hocaefendiye giydirir. Başına sarık bağlar ve ilim yolculuğu icazetiyle taçlanarak devam eder. 65 Konya Kampı Mehmet Harmancı ile Konya’daki Hasbihalimiz Konya Kampı 66 Fatma Uçar, İstanbul İngilizce İlahiyat 1. Sınıf Mehmet Harmancı hocamız, “Güzel ödüldür, iyi ödevdir.” Cümlesiyle başlayan bahsine, “Güzellik mükâfat olarak verilir.” sözleri ile devam ederek konuya “güzel=ödül, iyi=ödev” kavramları ile bir girizgâh yaptı. Bu dünyaya gelişimiz ve sonrası bu ödev ve ödül meselesinin etrafında dolanır deyip güzel olan ödülü kadın ile birleştirirken ödev olan iyiyi ise erkek ile özdeşleştirdi. Negatif ya da pozitif bir öne getirmeye değil ontolojik manada, sosyal hayatta kadın, erkek rolleri bu kavramlar çerçevesinde belirlenmiştir. Ulaşılmaya çalışılan güzeldir ve güzelin içinde mükemmellik, itminân, arzulanan bulunurken; ödevin içerisinde ise yükümlülük, gayret, ilke vardır ve bunların korunmasının gerekliliği söz konusudur. Bizim geleneğimizde bu “güzel”e atfı sıklıkla görürüz. “Benim de bu dünyaya gelişim bir güzelin hatrınadır.” dizeleri ile doğrudan söylenmeyen güzel, bilinmesi ile korunarak, doğru mesafede sembollerle Leyla, Suna, Salome, Belkıs’tan yararlanılarak derinleştirilir. Bu Dünya’ya geliş sebebimiz olan güzel anlatılmaya çalışılırken, bunun hatırlatıcısı ve ödülü hayatımızda sanat olarak ortaya çıkar ve sanat insanda bu tamamlanmışlık duygusunun ve mükemmellik arzusunun karşıladığı oranda bir iş görür. Fakat güzelin iyiyle ilişkisi gibi sanatın da ahlak ile bir ilişki kurması gerekir. Etik ve estetik birbirini var kılıp üretirken onun kolları olan ahlak ve sanat da iç içedir. Bu konuda sorulan birçok soru karşısında tutumumuz iki inceleme ile olmalıdır; senin açından, söylenilen sözün seni tatmin edip etmediği; söylenilen söz açısından, o sözün sağlıklı olup olmadığı meselesi önemlidir. Bu bakımdan felsefe bize geniş bir alan sunar ve bu alanda (içerisinde) var olma imkanı verir. İnsan olmamızı idrakimiz bilgisi, felsefe ile başlayan bilgi, kendimizi bilmek olarak şekillenirse irfana doğru yol alır. Felsefe ve irfanın ilişkisi birbirini tamamlama, devam ettirme, kapsama ilişkisidir, insanı onunla inşa etme becerisidir. Bütün meselemiz, güzelliği durmaksızın, bırakmaksızın isteyen insanoğlunun, onu hak etmek adına iyilik için ne yaptığı meselesidir. Peygamberler insanın tamamlanmış halini, bu güzelliği temsil ederlerken mükemmel hali Hz. Muhammed’de (s.a.v) eder ve diğer hepsi de bu güzelliği kâmil haliyle yerine getirirler. Bunun içindir ki musibetler en çok peygamberlerin başına gelir. İnsanlar da bu bağlamda, ödevlerini yerlerine getirmede, peygamberlerin sıkıntılar karşısındaki tavırlarına bakıp teselli bulmalıdır. Çünkü ödevlerini yerine getirmede insanın çeldiricileri vardır. İçindeki doymayan arzuya yönelebilir. Bu yönelişlerin sonu hüsrana gider. Mecnun’un Leyla’ya yönelişi böyle başlar lâkin gün gelip de Leylâ’nın geçip gittiğini farketmediği an işte Ahlak Ödevini yapmayı orada anlamıştır. Güzele tutulup yola koyulursunuz, anı elde etmek ahlakıyla çalışırsanız, mükâfatınız size sembollerle anlatılanın ötesinde güzelin gerçekliği olarak verilir. O bakımdan güzellik bizim medeniyetimizde birincisi Kadın ile, ikinci olarak ise Cennet ile anlatılmıştır. Aslı Konya Kampı ise İnsan-ı Kâmil’dedir. Cennet ile anlatılan idrakimizi ötesinde olduğundan yine ifadeyi aşağı çekecek bir indirgemecilik mecburîdir. Kadınla anlatılan ise kadının kendisi de bir varlık olması bakımından, kendisi de teklife muhatab olması bakımından kadının üzerinde taşıyabileceği bir yük değildir. Fakat onun üzerinden gösterilmiş bir roldür. O bakımdan Leyla’yı Salome’yi Belkıs’ı vs. tarih içerisindeki Şirin’i Zühre’yi bunun için anarlar. Aslında o motive eden bir şeydir. Güzellik duygusu; bir bütünlüğü, küllî arayışı, temel ihtiyacı, insanın yaratılışındaki vazgeçilmez arzuyu ve muhtâciyetini ifade eder ve bunun sembolü kadındır. Onun güzellik ile irtibatından dolayı Hz.Peygamber (as) “Hâyâ güzeldir fakat kadında daha güzeldir.” buyurmuştur. Çünkü hâyâ o güzelin örselenmesinin engellenmesidir. İnsanların en hayalısı kimdir peki? En çok haya etmiş bunda zirveye ulaşmış olan Rasulu Ekrem (as) dir. Hayatı bizim tarihsel süreçte gördüğümüz gerçeklikle değil varlığın ortaya çıktığı Allah’ın huzurunda, insanlığın şehadette bulunduğu zamandan itibaren gözükmüştür. Geleneksel ifadeler, metinler, klasik kitaplarımız, edebiyatımız bize O’nun Muhammed’in nurunun terlemesinden meydana geldiğini anlatır. O terlemenin sebebi Allah’ın huzurunda olmaktan duyduğu hicap ve hayanın sonucudur. Onun için kadın o güzelliği ter- cih ettiğinden haya onun üzerinde daha güzel gözükür diye buyrulmuştur. O, güzelliği temsil ettiğinden örselenebilirliği fazladır. Toplumdaki konumu itibariyle örselenemez bir mevkiiye yerleştirilmek istenmiştir. İslam, meselelere külli bakmaktadır. İslam, her şeyi tevhide erdirmektir. İslam, birliği idrak etmektir. Bugün meselelerin sebebi; radikal, tasavvufi, oryantalistik vs. gibi ayrımlarla cephelerle anlaşılmaya çalışılıyor olması meselelerin anlaşılamamasına sebep olmaktadır. Çünkü hakîkat, bu cephelere dahil değildir ve İslam birliğe çağırmaktadır. Birlik her nerede ise İslâm’ın çağrısı odur. Her yerde birlik, tevhid çağrısıdır. Ayrılık her nerede ise İslam’ın karşısı odur. Kudret her nerede ise insanın kurtulması gereken şey odur. Bunun için ahlak meselesi insanın ödevi olarak karşısına sunulmuştur. Bu ödevi siz Kant’çı felsefedeki ödevle de, Kuran Azîm’üş-Şan’daki tekzip ayetiyle de, İslam fıkhındaki tekzip kavramıyla beraber daha da derli okuyabilirsiniz. Onun için bizim karşımıza insan olmak bakımından şu durum zuhûr eder; bitmez tükenmez bu arzuyu ve dinmez bu tutkuyu tatmin etmek, dindirmek için o mutlak, sonsuz, sınırsız güzelliğe ermek için ne yapmak gerekir? Bir tarafta bu güzelliğin ne olduğuna dair bilgi kadında anlatılıyor, Cennette anlatılıyor ve İnsan-ı Kâmilde anlatılıyor; öbür tarafta o iyiliğin nasıl temin edileceğine dair bilgi şeri- 67 Konya Kampı 68 atta anlatılıyor, tarikatta anlatılıyor, marifette anlatılıyor ki hakikat ortaya çıkıyor. Hakikatin ortaya çıktığı yerde ödev ve ödül, iyi ve güzel, etik ve estetik bir araya gelmiştir. Çünkü hakikat teklik üzerinde, külliyat üzerinde, birlik üzerindedir. Birlikten uzaklaştığınızda anlayın ki yanlış yoldasınız. Neye göre yanlış yoldasınız? İnsanlığınıza göre yanlış yoldasınız. İnsanlığınızı geride bırakmışsınız. Hani şu meşhur Afrikalıların hikayesi var ya işte yürüyorlar seyyahlar gidiyor batılılar sonra iki üç tane Afrikalı da olabilir Şarpalar da olabilir, Tibet’tekiler onlara da refakat eden, kılavuzluk eden yerliler var. Akya kabilesiydi şimdi hatırladım. Seyyahlar ya da kaşifler hızla giderlerken bakıyorlar rehberlik edecek yerliler kaybolmuş sonra dönüyorlar baya geriye gittiklerinde görüyorlar ki orda oturuyor yerliler. Ne yapıyorsunuz falan diyorlar . Yerliler cevaben diyorlar ki “O kadar hızlı gittik ki ruhumuz geride kaldı. Onun için burada onu bekliyoruz.” Ruh geride kalır mı? Ruhun olduğunu bile unuttu bugünün insanları. Ruh o kadar geride kaldı ki hayat o kadar hızlandı ki bir ruhunun olduğunu bile unuttu. Buna müslümanlar da dahil oldular. Çünkü müslümanlar da namazı unuttular. Namazı kılmaya belki devam ediyorlar, belki o istatikler bakımından bir miktar hala umut var ama namazın bu zamana müdahale etme durumu, içinde bulunduğumuz varlığı zaman diye algıladığımız, tarih diye algıladığımız bu algıyı tan diye ortasından yaran bu hakikati namaz insana öğretiyordu. Seccadenin üzerinde zamandan sıyrılıp ana ulaşmak andan geçip hakikate varmak mümkün oluyordu. Namazın vakitlerini de kendimize uydurduğumuzdan beri bizim de ruhumuz gerilerde kalmaya başladı. Şimdi onun için bir ruhumuz var mı sorusu artık inandığını söyleyen, müslüman kavarında bile gündeme getirilebilecek bir hal arz ediyor. Yani ahlak ödeviyle ilgili sorunlar hızla yükselmeye başlıyor. Çünkü güzellik yücedir, zorludur, emek gerektirir. Ona talip olanlar da paşa paşa giderler gönüllü bir şekilde güle oynaya giderler ve ahlak ödevini yerine getirirler. Ama güzelliği sizde sabitleyen, sizde güzelliğin çağrısı olan, adı olan ruhunuzu unuttuğunuzda o zaman iyiliği de, ödevi de unutmaya başlarsınız. Onun için iki sonuç mühim burda. Birisi; Müslümanların yakın zamanlarda yani, son yarım Sürekli eğer hakikate ihanet ederseniz, hakikat hususunda üşengeçlik yaparsanız, eğer ödüle ulaşmak için ödevi yerine getirmezseniz, güzele ulaşmak için olan tutkunuzun karşılığını iyiliğinizle, ahlakınızla vermezseniz o zaman bu sonuçlar ortaya çıkar. Ne o çıkan sonuç? Kavramlar kalır içerikler boşalır. onun için Kuran-ı Kerim’de İsrailoğullarının tutumlarını eleştiren ayetlerden birisi, hatta bir kaç ayette söylenilen, onlar ‘yuharrifune’l-kelime an mevadiğ’ kelimeyi, sözü kavramı yerinden oynattılar, bozdular şeklindedir. Ve hakikatten uzaklaştıkça, ruhundan uzaklaştıkça dilinden uzaklaşırlar. Dil sensin, insansın, Adem’in oluş sırrı. Çünkü Allah Zülcelalü Şan hazretleri Ademi meleklere takdim ederken siz bilmezsiniz ben bilirim dedi. Ondan sonraki aşamada da söyleyin bakıyım bu nedir meleklerden cevap yok. Sen söyle Adem deyince Adem o gün her şeyi sayıp dökmüştü değil mi, böyle biliyoruz, böyle okuyoruz, böyle inanıyoruz. İşte insanı insan yapan budur. Ve bedeninizle ruhunuzun birbirini var kılan ilişkisini bu dünyada tevhid yasası üzerine kurmak zorundasınız. Bedeniniz ve ruhunuz bir arada mecburi bir irtibat içerisinde, vazgeçilmez bir ilişki içerisinde, iyi Emr-i Hak vaki olana kadar sürdürmek mecburiyetindedir. Bu birini diğerinin önüne geçirmemek, ikisinin de hakkını vermek, gereklerini yapmak ya da biraz daha işi ilerletirseniz bedeni ruha tabi kılmak daha doğrusu ruhla bedenin bir araya gelmesinden ortaya çıkmış, doğmuş olan nefsinizi bedene olan eğilimlerinden kurtarıp ruha ait tabiatlara, karaktere, şeciaya getirmek anlamına gelir. Güzelliği istiyorsanız iyiliği yapmak zorundasınız ve iyiliğin aslı müslümanlığın tanımıyla beraberdir. Müslümanın adını iyinin yanına yazmışlardır. Nerde iyilik varsa ve siz yanındaysanız Müslümanlığınıza bir delil bulabilirsiniz. Eğer yaptığınız kötülükse hemen büyük, makro söylemler ve olaylara girmeyin. Küçücük kendi dünyanızda ve ruhunuzun derinliklerinde iyilik varsa siz o tarafa aitsiniz; kötülük varsa, oraya meyyaliyet varsa o zaman başka bir yere doğru gidiyorsunuz. Bir an önce durun, bekleyin, ruhunuzla beraber gidin. Daha çok şey var tabi söylenecek. Bir girizgah olarak bu kadarını söyleyeyim. Kadın, Cennet ve İnsan-ı Kamil bir tarafta, bunları anlatmadım. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat öbür tarafta; ödev, ödül, iyi, güzel, ahlak ve estetik sanat, nasıl derseniz. Böylece toparlamış olalım. Buradan sonrasını söyleşi şeklinde devam edelim. Buyurun sorusu olan varsa soru cevap şeklinde devam edelim diyen hocamız. daha önce bahsettiği dik konusunun da özümüz olduğunu “Süleyman kuş dilin bilir derler / Süleyman var Süleymandan içeru” dizeleriyle oradaki dilin içeruda olan özde olan hakikat olduğunu vurgulamş ve kayıdın durdurulmasını isteyerek bu güzel söyleşine soruları cevaplayarak devam etmiştir. Konya Kampı asırda özellikle tartıştığı namazın kaç vakit olduğu tartışması. Bu tartışma, namazın ne olduğunu anlamamak ve namazdan giderek uzaklaşmak sonucunda doğmuştur. Namaz tek vakit, üç vakit, beş vakit gibi tartışmalar ki sanıyorum vakıfsınızdır, ister istemez, bu tartışmalar onun ne yaptığını bilmemekten sadır olmaktadır. Öbür taraftan da bütün insanları ilgilendiren ve insanlığa tesir eden başka bir meseleden örnek verecek olursak, insanlık bu kadar aşktan sevgiden bahsedip bu kadar aşksız kalması da ruhunu arkada unutup, ruh ve beden ilişkisi içerisinde insan olunduğunu unutarak bedenin ihtiyaçlarına prestij derecesinde bağlanmaya hatta tapmaya başlamasından sonra işte aşk ve sevgi, dünyada tarihte hiç olmadığı kadar, bu kadar çok kullanılıp bu kadar çok yok bulundu. ve bu da insanlığın başına gelen bir afet olarak bizim yaşadığımız bir husustur. 69 Konya Kampı Yeni Dönemin Heyecanı Busenur Akkoyun İstanbul İlahiyat 1. Sınıf Üniversiteye başlayacak olmanın verdiği heyecanla birlikte, üniversite hayatımda bana yardımcı olacak eğitim merkezlerini araştırmaya başladım. EDEP’in afişlerini ilk olarak sosyal medyada gördüm. Bunun üzerine EDEP’in sitesini incelemeye başladım. Vermiş olduğu derslerin ve sunduğu imkanların beni oldukça geliştireceğini fark ederek başvuruda bulundum. Yapılan sınavlar ve mülakat sonucunda benim de EDEP serüvenim başladı. EDEP’te aldığım konferanslar üniversitedeki derslerime yardımcı oldu ve olmaya da devam ediyor. Bunun yanı sıra vermiş olduğu yurt imkanları öğrencilik hayatımızı kolaylaştırıyor. Aldığımız konferanslar dışında EDEP’in sıcak ve samimi ortamı, her daim bizi bekleyen demlenmiş çayı, hocalarımızın ve ablalarımızın bizler için vermiş olduğu emekler bu kuruma olan bağlılığımı, çabamı daha da arttırıyor. 70 Bu beş yıllık programın eğitimimde ve hayatımın her aşamasında bana yardımcı olacağını, Arapça ve İngilizce dil eğitiminin akademik hayatta bana öncelik sağlayacağını biliyorum ve bu bilinçle derslerime, sorumluluklarıma daha fazla özen gösteriyorum. Bizler için bu imkanları sağlayan herkese teşekkür ediyorum. Rabbi’m hepsinden razı olsun. Almanya’dan Gelen Misafirimiz Merdan Güneş Hocamız Yeni Dönem 7 Mart Pazartesi günü Almanya’daki İslam İlahiyatı alanının öncü üniversitesi Osnabrück Üniversitesi’nin kıymetli dekanı Prof. Dr. Merdan Güneş kurumumuza bir ziyarette bulundular. EDEP bünyesinde hali hazırda bulunan araştırmacılarımızla da uzun ve sıcak bir sohbette bulunan Merdan Güneş tek tek tüm araştırmacılarımızla da ilgilendi. Bizlerle Pakistan, Almanya ve ilmi amaçlı seyahatte bulunduğu ülkelerle alakalı hatıratından bahisle bir ilim adamına yakışır duruşun keyfiyyetine dair bu hoş sohbette, ilmi mübahesede Recep Şentürk hocamız da hazır bulundu. EDEP Merkezi’nde uygulanan programla yakından alakalanan ve beş yıllık onur, üç yıllık ihtisas programına dair geniş bilgiler alan Merdan Güneş, hayır dualarında bulunduktan sonra sohbetimizi tamama erdirdiler. Hepimizin hatırasında güzel bir insanla geçirilen güzel birkaç saatin kıymeti duruyordu. 71 Yeni Dönem Edep Merkezi I. Arapça Öğrenci Sempozyumunu Gerçekleştirdi Arş. Özlem Kâhya EDEP Merkezi’nde bir yıllık Arapça eğitimlerini başarı ile tamamlayan ve Ürdün yaz programına katılma hakkı kazanan öğrencilerin sunumu ile 20 Aralık 2015 tarihinde Ürdün’de Din, Kültür ve Toplum ( الثقافة و املجتمع يف،الدين )األردنbaşlıklı I. Arapça Öğrenci Sempozyumu gerçekleştirildi. Ali Emiri Kültür Merkezi’nde tertip edilen program yoğun ilgi görürken öğrenciler, seçtikleri konular ve yaptıkları sunumlarla konuklar arasında bulunan pek çok akademisyenin de takdirini kazandı. 72 EDEP Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Recep Şentürk, Modern Arapça Koor- dinatörü Yrd. Doç. Dr. Ahmed Snobar, Ürdün-QASID Dil Enstitüsü Müdürü Dr. Halid Abuamsha ve EDEP Merkezi Araştırmacısı ve Ürdün Yaz Programı Danışmanı Özlem Kâhya’nın açılış konuşmalarının ardından İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Arap Dili Öğretim Görevlisi Yrd. Doç Dr. Sultan Şimşek’in başkanlığında Ürdün’de Fikrî Meseler başlıklı ilk oturum gerçekleştirildi. “Ürdün Toplumu’nda Babalar ve Oğullar Arası Nesiller Çatışması”, “Batı’nın Gözünde İslam Tasavvuru”, “İki Nesil Arasında Filistin’e Yaklaşım Farkı” bu oturumda gerçekleştirilen sunumların Yeni Dönem başlıcaları idi. “Türkiye ve Ürdün’de Suriyeli Mülteciler’in Eğitimi”, “Ürdün’de Yetim Yurtları” gibi dikkat çekici konuların ele alındığı Ürdün’de Toplumsal ve Psikolojik Meseleler başlıklı ikinci oturumun başkanlığını ise EDEP Merkezi Klasik Arapça Hocası Yavuz Kamadan üstlendi. Sempozyumun son oturumu, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Arap Dili ve Belagatı Ana Bilim Dalı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Halil İbrahim Kaçar yönetiminde icra edildi. Ürdün’de Dini Meseleler ana başlığı altında sunumu yapılan konular içerisinde Ürdün’de Bahâîlik”, “Ürdün Toplumu’nda Çok Eşlilik” gibi başlıklar yer alıyordu. Her oturum sonunda konuklar değerli soruları ile katkıda bulunurken soru-cevap faslının akabinde öğrecilere sertifika ve hediye takdimi yapıldı. Sempozyum hazırlık süreci ile yakından ilgilenen EDEP Merkezi Modern Arapça Hoca’sı Alaa al-Ghazawi’nin sunuculuğunu yaptığı program kısa kapanış konuşması ile sona erdi. 73 iftar vakti EDEP’te Yeni Dönem “Geldi mâh- Ramazân’ım Şâd olup sevindi cânım Ramazân-ı şerîfiniz Mübârek olsun sultânım” Diye sevinirken her Ramazan’ın ilk çarşamba günü yapılan ve artık geleneksel hale gelen EDEP iftarı ile sevincimize sevinç kattık. 8 haziran 2016 günü EDEP’in bahçesinde yapılan iftarımıza TÜRGEV yönetim kademesinden, Hırka-i Şerif imam-hatiplerinden, aileleriyle hocalarımızdan ve Fatih Müftülüğü’nden geniş bir katılım sağlandı. Asıl sevincimiz ise öğrencilerimiz ve aileleri ile bir araya gelerek tanışıklığımızı, kardeşliğimizi bir adım daha öteye taşımak oldu. Kuran tilaveti ile başlayan iftar programı, Hırka-i Şerif Camii’nden okunan ezanla açıldı. Sonrasında ise program Prof. Dr. Recep Şentürk’ün konuşması ile devam etti. Açılan oruçlar, edilen dualar, dudaklardan akıveren aminlerle gönlümüzün kanatlandığı bu davet sona ereken herkesin güler yüzlerle ayrıldığını görmek bizler için ayrı bir saadet sebebi oldu. 74 Yeni Dönem Esselamu Aleykum Öğrencimizin Türgev Genel Kurulu’ndaki Konuşması Rümeysa Polat İstanbul İlahiyat 1. Sınıf Bu yazı Öğrencilerimizden Rümeysa Polat’ın TÜRGEV’in 20. Olağan Genel Kurul Toplantısı’nda yaptığı konuşmanın metnidir. Ben Rumeysa Polat. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde birinci sınıf öğrencisiyim. Şu an Edep Merkezi’nde Hazırlık A sınıfı öğrencisiyim, burada da birinci sınıf olacağım biiznillah. Edep Merkezi’nde ilim yolculuğumuz hızla devam ediyor. Ve Rabbime beni bu güzel nimetle mükafatlandırdığı için her geçen gün şükrüm artıyor. Hiçbir ilim ehlinin ilmi kolaylıkla elde etmediği gibi benim de ikinci yuvam olan Edep’e katılmam o kadar kolay olmadı. 75 Yeni Dönem Ben İmamhatip Lisesi mezunu değilim. Öğretmen Lisesi’nde okuyordum ve islami ilimlerden faydalanmak amacıyla imamhatip liselerine gidiyordum. Bir gün imamhatipte tanıştığım bir hocam bana Edep’i önerdi. O günden sonra bu ilim merkezini araştırmaya başladım. Bu kurumun islami ilimlerle sosyal bilimleri birleştirerek geleneği yeniden inşa edecek zülcenaheyn alimeler yetiştirmeyi hedefleyen bir kurum olduğunu öğrendim. İnternet üzerinden başvurumu yaptıktan sonra Edep’in mülakatına çağırıldım. Edep’in mülakatının olduğu gün ablamın düğünü vardı. Ve benim bir tercih yapmam gerekiyordu. İlim 76 yolunda beni hedeflerime ulaştıracağını düşündüğüm Edep’in mülakatına mı katılacaktım yoksa ablamın düğününe mi katılacaktım. Edep’i tercih ederek İstanbul’a geldim. Hayatımda ilk defa İstanbul’a tek başıma gelmiştim ve tek başıma Edep’i bulmam gerekiyordu. Pek çok yanlış araca binerek en sonunda Edep’i buldum. Burada beni Sultan Şimşek hocamız ve araştırma görevlisi hocalarımız karşıladı. Beni hiç tanımamalarına rağmen benimle ilgilendiler ve mülakat öncesi bizleri sakinleştirdiler. Daha sonra Edep’e kabul edildiğimi öğrendim. Ve bu güzel mekanda arkadaşlarımla beraber ilimle dolu 1 yıl geçirdim. Yeni Dönem Bu yılın sonunda Edep için bir tanıtım videosu çektik. Bu videoda Edep ile tanışma hikayemden ve Edep’in bu kısacık zaman diliminde bizlere bir pencereden bakmayı değil de dışarı çıkıp tüm binayı görmeyi hatta bunun da üstüne çıkarak o resmi tamamen görmemizi sağladığından bahsettim. Ve bu video Türgev’in 20. Yılı hasebiyle düzenlenen programında yayınlandı. Bu programda Sayın Cumhurbaşkanımız ve 3.000 davetli vardı. Ve video yayınlandıktan sonra benim bir teşekkür konuşması yapmam gerekiyordu. Program gününün sabahı erkenden kalkarak programın yapılacağı Haliç Kongre Merkezi’ne gittik. Oradaki herkes coşkuluydu ve herkeste tatlı bir heyecan vardı. Tabii ki bende de. Oradaki herkes tek bir amaca farklı şekillerde hizmet ediyordu ve Edep de bunlardan biriydi. Edep’te bulunarak bu hizmetin bir parçası olduğum için kendimi çok mutlu hissettim. Cumhurbaşkanımızın gelmesiyle program başladı ve birkaç video ardından benim videom yayınlandı. Videoyu çok kısa bir süre zarfında çektiği- miz için ilk defa yayınlanırken izleme fırsatım oldu. Videoyu izlerken bir mikrofon verildi ve videonun bitiminde “İslami ilimlerle sosyal bilimleri birleştirerek geleneği yeniden inşa edecek zülcenaheyn ilim insanları yetiştirmeyi hedefleyen Edep’in ayrıcalıklı bir öğrencisi olduğum için çok mutluyum. Ve bizlere bu imkanı sunan Türgev’e tüm Edep ailesi adına teşekkür ederim.” şeklinde bir teşekkür konuşması yaptım. Program bitiminde toplu bir fotoğraf çekimi oldu. Daha sonra Edep standına gittik ve videoyu izleyen, Edep’e katılmak isteyen arkadaşlara elimizden geldiğince bilgi vermeye çalıştık. Cumhurbaşkanımız da standımıza gelerek hocalarımızla hasbihal ettikten sonra Esra Albayrak hocamızın da yardımıyla cumhurbaşkanımızla bir fotoğraf çektirme fırsatı buldum. Evvelen bu ilim fırsatını ve bu güzel mekanı bizlere sunan Yüce Allah’a daha sonra Türgev’e, Recep Şentürk hocamıza, Hüseyin Taşkın hocamıza ve diğer tüm hocalarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Allah onlardan ebeden razı olsun. Selam ve dua ile… 77 Yeni Dönem HEDİYELEŞMEK SÜNNETTİR Büşra Ünlü Fsm Medit Yüksek Lisans Sevgiyi, muhabbeti artıran güzelliklerden biri de hediyeleşmektir. Rasulullah(sav)in de buyurduğu gibi hediyeleşmek sevgiyi pekiştirir, husumeti kaldırır: “Hediyeleşin, çünkü hediye, dostluğu artırır, kini, düşmanlığı giderir.”[Taberani, Ebu Nuaym]. Biz de bu hadisin menhecince hediyeleşmenin EDEP ailesini birbirine daha da yakınlaştıracağını düşünerek bir hediyeleşme etkinliği yapmayı planladık. Bu etkinliği arkadaşlarımızla paylaştığımızda ise ciddi bir destek ve rağbet gördük. 78 Sayımız kırkı aştıktan sonra kişileri birbirleriyle eşleştirerek hediyeleşme gününe karar vermiştik. Asıl amacımızın tanışmayanların birbiriyle tanışması, kaynaşması, gönüllerdeki muhabbetin artması olan etkinliğimize yalnızca öğrenci arkadaşlarımızdan değil EDEP yönetiminden de destek gelmesi bizi çok sevindirmişti. Büyük bir şevkle hazırlandığımız etkinliğimize yolları bize uzak olmasına rağmen kalpleri yakın olan Üsküdar şubesinden öğrenci arkadaşlar da katıldı. Kimin kime hediye aldığı isimler okunana kadar bilinmediği için etkinlik süresince heyecan doruktaydı. Her ismi okunan kişi, hediyesini aldığı ve verdiği kişiyle tanışıp kaynaşıyordu. İlginç eşleşmeler gerçekleşmişti. Kimileri ismini her zaman duyduğu ama tanışmadığı kişilere hediye almıştı. Kimileri yakın arkadaşlarından hediye almıştı. Hediyeleşme öncesinde de kişilerin birbirlerini daha yakından tanıyabilmesini sağlamak için bir form hazırlamış ve bilgilerini doldurmalarını istemiştik. Bu da sadece hediye aldıkları kişileri değil aynı zamanda hediyeleşmeye katılan herkes hakkında fikir sahibi olmalarını sağlamıştı. Hediyeler sahiplerini bulurken bu bilgiler hatırlanmıştı. Elhamdülillah etkinliğimizin sonunda herkes memnun kalmıştı. Öyle ki bundan sonraki hediyeleşme programlarına da katılmak istediğini herkes heyecanla belirtmişti. Hediyeleşme etkinliği, hepimizin birbirimizi sevmemize rağmen derslerimizin çakışması, yoğun programlarımızın olması gibi nedenlerle bulamadığımız birbirimizi görme fırsatını bizlere suntu. O günkü mutluluğumuza diyecek yoktu doğrusu. Velhasılı kelam kalpleri birbirine ısındıran Allah’tır, biz de böyle geniş bir aileye sahip olduğumuz için şükrediyoruz ve gelecek hediyeleşme programımızı dört gözle bekliyoruz. çocuklargibisendik Yeni Dönem © lily - Fotolia.com © Frog 974 - Fotolia.com Kendisi ile pek çok nimetlere kavuşup ilim ve irfan ile mücehhez kılındığımız EDEP’imiz hepimizin ikinci yuvası mesabesinde. Bahar ayları gelince ailelerle dolan, babaların mangal yaptığı, çocukların cıvıldadığı, gençlerin top oynaştığı piknik alanlarından biz de EDEP ailesi olarak beri duramazdık. Sabahın bereketli bir vaktinde Fatih EDEP’teki kardeşlerimizin Emniyet önünden, Üsküdar EDEP’teki talebenin ise Marmara İlahiyat önünden kalkan servisleri ile tek istikamete yola revan olup yol alınmaya, yollanmaya başladık. İstikamet Beykoz Kaymakdonduran Piknik Alanı. Gerisini resimlerden takip ededurun, tabii geriye kalan güzel anılar da bizde dursun. 79 Eğitime Destek Programları Merkezi Merkez: Hırka-i Şerif Mah. Akseki Camii Sk. No:1 Fatih/İstanbul (Hırka-i Şerif Camii yanı - Muhafız Konağı) Tel: 0212 532 04 08 Faks: 0212 532 04 07 Üsküdar: Aziz Mahmud Hüdayi Mah. Uncular Cad. Ahmet Çelebi Çıkmazı No:1/3 Üsküdar/İstanbul Tel: 0216 532 91 11 edepmerkezi.org / EdepMerkezi /EdepMerkezi EDEP Türgev bünyesinde hizmet veren bir kuruluştur