Edeple gelen, lütufla gider!.. EDEP Yaz Programı Başarıyla Tamamlandı EDEP Yaz Programı, 120 öğrenci içerisinden çeşitli üniversitelerin farklı bölümlerinde eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdüren 40 öğrenci ile 4 Ağustos-12 Eylül 2014 tarihleri arasında başarıyla tamamlanmıştır. Zikredilen tarihleri kapsayan altı haftalık yaz programı çerçevesinde öğrenciler farklı seviyelerde Klasik Arapça seminerlerini, Muhammet Emin Kılıç; Modern Arapça seminerlerini, Zeynep Taşkın, Esma Sağ Şencal ve Rissam Sreiwel; İslami İlimlere Giriş seminerlerini, Mürteza Bedir; Fıkıh seminerlerini, Sümeyye Sarıtaş; Hadis seminerlerini Rahile Kızılkaya Yılmaz; Kur’an seminerlerini, Fatma Aliye Kaya, Firkat Işık ve Ayşegül Işık; Mektubat seminerlerini ise Recep Şentürk gibi alanında yetkin hocalardan almışlardır. Yaz programı sadece seminerlerle sınırlı kalmamış haftalık düzenlenen ve Nazife Şişman tarafından yürütülen kitap müzakereleri; Zekeriya Güler, Mehmet Yağcı, Necmettin Kızılkaya, Berat Açıl, Ahmet Karakaya ve Recep Şentürk’ün vermiş olduğu konferanslar ve yüksek lisans/doktora tez sunumları ile zenginleştirilerek öğrencilerin istifadesine sunulmuştur. Eğitime Destek Programları Merkezi Center for Excellence in Education معهد للﺘفوﻕ العلمي YAZ 2014 YIL:1 SAYI:1 Editör: Betül Tarakçı Yayın Kurulu: Sümeyye Sarıtaş, Sevinç Akay, Saliha Çelenlioğlu Adres: Hırka-i Şerif Mah. Akseki Camii Sk. No:1 Fatih/İstanbul (Hırka-i Şerif Camii yanı - Muhafız Konağı) www.edepmerkezi.org • bilgi@edepmerkezi.org Tel: 0212 532 04 08 Faks: 0212 532 04 07 Baskı&Cilt: Limit Ofset: Litros Yolu 2. Matbacılar Sit. ZA13 Topkapı - Zeytinburnu / İstanbul • Tel: +90 216 212 567 45 35 Yılda iki sayı olarak yayınlanır. Ücretsizdir. Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Editörden Seneler önce zihne, gönle ve dahi Nurbanu Sultan’ın himayesinde, Atik Valide sırtlarına atılmış tohumların filizlenip boy vermesiyle oluşmuştu aslında EDEP. Halkanın zincirleri büyüyecek, eskiler yenilere danişmendlik yapacaktı. Kötü bir rüyadan uyanır gibi bedenen yenilenen Muhafız Konağı’nın ruhen de hayat bulması için gönül erlerine ihtiyaç vardı. Etraftaki keşmekeşe ve kadir bilmezliğe inat ölmeyip sükunet içinde uyuyan ulemanın varisi olacak ilim talebelerine. Bu kabiliyeti haiz hanımefendileri bulmaktı bu kez niyetimiz. Hali hazırdaki “boyun eğişin derununda yatan entelektüel durgunluğu atıp alışkanlıkların yerine bilinçle izlenecek bir hayat” programının yükünü yükleneceklerdi. Kardeş olacak, kaygıdaş olacak, huzur içinde o büyülü dengeyi yakalayacaklardı. Bu kez Abdülmecid Han’dan destur aldılar. Sultan’ın Efendimiz’in ‘şanına layık’ yaptırdığı Hırka-i Şerif Camii’nin yanı başındaki Muhafız Konağı’nda hırkanın yeni muhafızları olan Edep talebeleri oturacaktı artık. Alim kişinin zahide nispetle parlayacağını öğrenmişlerdi, tıpkı on dördündeki ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibi. Verilen sözler kadar tuzaklar da büyüktü, İbn Arabi’nin Şatranc-ı Urefa’da bahsettiği afaki ve enfüsi tuzaklar! Kemalden zevale, kötü akıldan pişmanlığa, öfkeden hacalete düşmek gibi. Fakat yola çıkılmışsa bir kere hayat boyu sürecek cehd ve muhasebeye göğüs gerilmiş demekti. Bize düşen derin ümid ve heyecanla başlanılan bu mübarek yolculuğa katılanların her daim yanında olmak ve hayırlı akıbetleri için niyazda bulunmaktı! EDEP’e Dair... / 4 Recep Şentürk Hocamızla Röportaj / 6 EDEP Eğitim Programı / 10 Klasik ve Modern Arapça / 13 Tez Sunumları / 14 Konferanslar / 19 Kitap Müzakeresi / 32 Mektubat Dersleri / 39 Safahat Okumaları / 40 Yurtdışı İzlenimleri / 42 EDEP Yurdu Denince / 44 Misafir Öğrenciler / 45 Veda Zamanı / 46 BÜLTEN 2014 YAZ EDEP’e Dair... EDEP, TÜRGEV (Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) tarafından kurulmuştur. Mart 2014’ten itibaren Prof. Dr. Recep Şentürk’ün başkanlığında Hırka-i Şerif Muhafız Konağı’nda toplanmaya başlamış, eski talebeler yeni fikirleri yoğurarak taşın altına ellerini koyunca günden güne büyümüştür. Koca binanın ardındaki bu ufak topluluğun ‘Gelin tanış olalım’ sözü mucibince serdettikleri tercüme-i halleridir. Recep Şentürk, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansını yaptıktan sonra, ikinci yüksek lisansını ve doktorasını Columbia Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde bitirdi. Daha sonra İSAM’da araştırmacı olarak bulundu. Aynı zamanda Atlanta’da Emory Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde misafir araştırmacı olarak insan hakları konusunda araştırmalar yaptı. 2005 yılında British Academy’nin davetlisi olarak Oxford Brookes Üniversitesi Sosyal Bilimler ve Hukuk Fakültesi’nde insan hakları konusundaki çalışmalarını yürüttü ve aynı konuda İngiltere’nin çeşitli üniversitelerinde konferanslar verdi. Halen FSM Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nün müdürüdür. EDEPBÜLTEN 4 Hüseyin Taşkın, 1975 yılında Alucra Kur’an kursunda hafızlığını tamamladı. 1982 yılında İstanbul İmam-Hatip Lisesi’nden, 86’da 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Kur’an kurslarında ve Özel İslami İlimler Lisesi’nde öğreticilik yaptı. Yanı sıra çeşitli şirketlerde yönetim kurulu üyeliği ve yöneticilikte bulundu. Betül Tarakçı, Üsküdar’da doğdu. Mukadderat eseri girdiği İlahiyat Fakültesi’nde bencileyin ilim halkaları ararken okumanın manası üzerine düşündü. Seyahat etmeyi, uşşak makamında İstanbul’un arka sokaklarında kain metruk külliyeleri keşfetmeyi ve Hz. İnsan’ı misafir edip kurabiye pişirmeyi sevdi. ‘IV. yy.da Kutsal Ruh’un Dogmalaşmasında Kapadokyalı Babaların Etkisi’ adlı doktora tezini yazacakken yolu Edep’e uğradı. İşin başından beri akademik yükünü taşıyan Eğitim Koordinatörümüz Nilüfer Kalkan Yorulmaz, 1987 yılında İstanbul’da doğdu. 2009 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2011 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Hadis Bilim dalında İmam Muhammed’in Kitâbu’l-âsâr’ı ve Rivâyetlerinin Kütüb-i Sitte ile Karşılaştırılması isimli yüksek lisans tezini tamamladı. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı’nda doktora eğitimine başladı ve halen burada eğitimini sürdürmektedir. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku dalında doktorasına devam eden ve küçük Elif ’e rağmen bizleri yalnız bırakmayan araştırmacımız Sümeyye Sarıtaş, 1986 yılında İstanbul’da doğdu. 2004 yılında Kadıköy İmam Hatip Lisesi’nden, 2009 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde mezun oldu. 2009 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku alanında yüksek lisans yapmaya hak kazandı. Aynı yıl İSM’nin eğitim programına katıldı. 2011’de “Zürrî Vakıflarda Kullanılan “Çocukların Çocukları” Lafzının Vâkıfın Kızının Çocuklarını Kapsaması(Hatibzâde,Kemalpaşazâde ve İbn Nüceym’in Risaleleri Bağlamında)” başlıklı çalışmasıyla yüksek lisansını tamamlayıp İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku alanında doktora eğitimine başladı. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Aile Hukukunda Kanunlaştırma Çabaları” başlıklı doktora çalışmasını sürdürmektedir. 2014 yılında Edep’te araştırmacı olarak göreve başladı. Halen bu kurumda faaliyet göstermekte olup evli ve bir çocuk annesidir. Zihnî olarak var olan Edep’in görünür kılınması için ilk olarak Edep broşürlerine ve yoğun yaz programımızın afişlerine karar verdi bu ekip, uzun uğraşlar sonucu. Bina tedrisat için hazır hale getirilip hocalarımız da bizleri yalnız bırakmayınca geriye kalan mülakat yapıp kırk EDEP’liyi seçmek oldu. 19 Ağustos 2014’de yaptığımız mütevazı bir açılışla yola çıkan bu kervan, bünyesine yeni hocalar ve talebeler alıp her geçen gün genişlemektedir. Gerisini zaten onlar anlatacaklar! EDEPBÜLTEN 5 BÜLTEN 2014 YAZ Edep’in idarî ve tefrişat işlerinden müdürümüz Hüseyin Taşkın ve yardımcısı Betül Tarakçı sorumludur. Haziran 2014’de Yeşilay’ın binadan çıkışından bu yana bayram seyran demeden büyük bir emek verilip görenleri hayran bırakacak şekilde donatılmıştır Edep. BÜLTEN 2014 YAZ EDEP bir medeniyet projesidir; kopan ilim, fikir ve sanat geleneği zincirimizi yeniden ihyayı amaçlamaktadır. “ “ Recep Şentürk hocamızla hasbihal ettik... Eskilerden biri olarak talebelerinize üniversite dışında da hamilik yaptığınızı biliyorum. Tecrübelerinizi de katarak Edep fikrinin olgunlaşıp vücut bulma serüvenini bizimle paylaşmanızı isteriz. EDEP’te müstakbel alime talebelerimize şu üç vasfı kazandırmayı hedefliyoruz: ilim, edep, ihsan. İlimle geleneksel ve modern bilimleri, edep ile beşeri ilişkilerde nebevi ahlakın ve nezaketin en üst mertebesini, ihsan ile de bir yandan amel EDEPBÜLTEN 6 ve takvanın en üst seviyesini diğer yandan öğrenilen bilginin karşılık beklemeksizin başkalarıyla paylaşımını kastediyoruz. Bu maksada ulaşmak için üç metot uygulayacağız: talim, terbiye ve tezkiye. Başarımızı bu üç özelliği talebelerimize ne kadar kazandırabildiğimize bakarak ölçeceğiz. İnşallah beş yıllık onur programımıza devam eden talebelerimiz, bu üç vasfı kazanmış olarak mezun olacaklardır. Vaadimiz budur. Niyetimiz budur. Allah’ın yardımıyla bu vaadimizi Bunu Doğu’da ve Batı’da elde ettiğim çok farklı ve zengin tecrübelerime dayanarak söylüyorum. EDEP’in kuruluş felsefesi benim farklı kurum ve coğrafyalardaki öğrenci ve hoca olarak tecrübe ve gözlemlerimle doğrudan irtibatlıdır. Ortaokul yıllarımdan başlayarak uzun yıllar hocalarımdan hususi olarak geleneksel usulde dersler almaya başladım. Bu dersler bana okuldaki resmi müfredat dışında unutulmuş bir ilim geleneğimiz olduğunu gösterdi. Bu nedenle bir yandan Türkiye’de, Mısır’da ve Amerika’da dünyanın en önde gelen üniversitelerinde İslami ilimler ve sosyoloji alanında akademik eğitimimi sürdürürken, diğer yandan saygın alimlerin rahle-i tedrisinde geleneksel eğitimimi tamamlayarak unutulmuş ilim geleneğimizle sağlam bir irtibat kurmaya çalıştım. Bu süreçte şunu öğrendim ki tek başına akademi bir insanın ihtiyacı olan bilgileri sunmaya yeterli değildir. Başka bir ifadeyle, bir insan ihtiyaç duyduğu tüm bilgileri akademiden alamaz. Günümüzde Zulcenaheyn (iki kanatlı) alim olmanın yolu geleneksel ve modern bilgiyi usulünce cem etmekten ve sağlam bir temel kazanıp bunlar arasında köprü kurmaktan geçmektedir. Daha lise yıllarımdan itibaren, o zamanki İstanbul İmam Hatip Lisesi müdürünün de teşvikiyle, geleneksel usulde ders vermeye de başladım. Bu dersleri akşamları ve hafta sonları camilerde ve evlerde yapıyorduk. O günden bu yana etrafımda hep hususi ders halkaları oldu. Hocalarımızdan aldıklarımızı talebelerimize vermeye çalıştık. Sizinle tanışmamız İSAM’daki ders halkama dahil olmanızla oldu. Üniversitede modern usulde verilen eğitimin tek başına yeterli olmadığına inanan öğrenciler ders halkama katılıyordu. Hatta o zamanlar, sayıları kırka yaklaşan bayan öğ- rencilerimiz olarak, Bacıyân-ı Dil diye bir grup da oluşturmuştunuz. O günden beri ilişkimiz devam ediyor çünkü geleneksel usulde hoca-talebe ilişkisi muvakkat değildir, aksine hoca-talebe ilişkisi hususi bir uhuvvet ve muhabbetle ilelebed devam eder. Ben de, bana hocalarımın davrandığı gibi, talebelerimi kardeşlerim olarak İlme küllünü vermeyen ilmin cüzünü alamaz. sevdim ve onları Rabbani birer alim olarak yetiştirmeye çalıştım. EDEP’in kuruluşunu uzun yıllardır tanıdığımız sizin gibi hanım talebelerimizle gerçekleştirmiş olmak bana ayrı bir memnuniyet veriyor. Bir talebe için iyi bir hocaya sahip olmak ne kadar büyük bir sevinç kaynağı ise, bir hoca için de iyi talebere sahip olmak o kadar büyük bir sevinç kaynağıdır. EDEP genellikle erkek talebelere açık olan ilim halkalarından istifade edemeyen gayretli kızlarımız ve hanım kardeşlerimiz için kurulmuştur. EDEP, sadece modern akademik eğitimi yeterli görmeyen, sıradan bir akademisyen değil bir ‘alime’ olmak isteyen gayretli ve başarılı öğrenciler için eşsiz bir imkan sunmaktadır. EDEP bir EDEPBÜLTEN 7 BÜLTEN 2014 YAZ yerine getirme konusunda başarılı olacağımıza inancım tamdır. İnsan niyetidir; herkese niyet ettiği verilecektir. BÜLTEN 2014 YAZ Alimler peygamberlerin varisleridir. EDEP’li olmanın şartı peygamber varisi olmaya aday olacak gayret, fedakarlık ve çalışma disiplinine sahip olmaktır. medeniyet projesidir; kopan ilim, fikir ve sanat geleneği zincirimizi yeniden ihyayı amaçlamaktadır. EDEP İslam alimi deyince bunu sadece ilahiyatçı olarak görmeyip, hangi alanda olursa olsun, alanına İslami açıdan bakan herkesi İslam alimi olarak kabul eden bir yaklaşımdan hareket etmektedir. İslam’ı ilahiyat fakültelerine hapsetmek laikliği benimsemektir. EDEP’e bünyesinde yer veren TÜRGEV’e ve özellikle de bu kuruluş sürecinde benimle beraber heyecanla gayret gösteren ve halen de yardımcılarım olan Esra Albayrak ve Şule Albayrak hoca hanımlara teşekkür ediyorum. Fizikî ve akademik şartları açısından bir ayrıcalık olduğu ortada. Edep’li olmanın kriterleri nedir peki? EDEP’li olmanın en önemli şartı tüm hayatını ilme vakfetmiş olmaktır. İlme küllünü vermeyen ilmin cüzünü alamaz. Bu da ancak, ilim rütbesinin bütün rütbelerden daha yüksek olduğuna inanmakla ve hayatını o rütbeye ulaşmaya adamakla olur. Alimler peygamberlerin varisleridir. EDEP’li olmanın şartı peygamber varisi olmaya aday olacak gayret, fedakarlık ve çalışma disiplinine sahip olmaktır. EDEPBÜLTEN 8 Taş üzerine yazı yazmaya çalışarak ilim tahsil eden alimleri biz ancak kitaplarda okuyoruz. Fetret devrinin izlerini bizden daha yoğun yaşamış biri olarak ilim talebesinin üzerine düşen nedir? İlim talebesine düşen, ilk önce, ihlasla ilim yoluna girmektir. İkinci olarak, ilimde erişilebilecek en üst mertebeyi hedeflemek ve o mertebeye erişebilmek için tüm gayretiyle gece gündüz çalışmaktır. Üçüncü olarak, öğrendikleriyle amel etmektir. İnsanın amel, ahlak ve takvasını geliştirmeye katkı yapmayan bilgi faydasız ilimdir. Dördüncü olarak, öğrendiklerini maddi hiç bir karşılık beklemeden Allah rızası için başkalarına öğretmektir. Beşinci olarak, ilmi dünyevi ve nefsani bir amaç için kullanmamalıdır. Hocalarının rahle-i tedrisinden geçip icazet almak birinci hedefleri olacak Edep talebelerinin. Peki ameli irşad konusunda onları bekleyen ne olacak? Akademisyen ile alim arasındaki fark şudur ki alim, ilmî faaliyeti Allah katındaki en efdal ibadet olarak görür. Akademisyen için önemli olan bilgiye sahip olmaktır; amel etmek akademik BÜLTEN 2014 YAZ ilerleme için şart olarak görülmez. İslam eğitiminin amacı ihsan makamına ermiş insan-ı kamiller yetiştirmektir. Bundan da öte alim, kamil ve mükemmil olmalıdır yani kendisi kemal sahibi olup başkalarını da kemale erdirebilecek eğitimi verebilme kabiliyetine sahip olmalıdır. Kadın olmak ve kadın kalmak üzerine çokça kafa yorulan şu dönemde Edep sizce nasıl bir boşluk dolduracak? İhsan makamına ermiş bir insan-ı kamil olmak, kamil ve mükemmil bir alim olmak noktasında kadın ve erkek arasında bir fark yoktur. Hz. Peygamber (SAV)’in varisi olma ve onun miras bıraktığı ilim mirasından pay alma hakkı sadece erkeklere has değildir. Nitekim bizim ilim geleneğimizde ilim yolunda erkekler ve kadınlar birlikte çalışmışlardır. Kadınlar sadece ilimle uğraşmakla kalmamış, aynı zamanda Bezm-i Alem Valide Sultan, Atik Valide Sultan, Mihrimah Sultan gibi meşhur örneklerde olduğu gibi devirlerinin prestijli külliyelerini (o zamanın önde gelen üniversiteleri) kurmuşlardır. Maalesef günümüzde bu gelenek kesintiye uğramıştır. Günümüzde zengin hanımlar var ama üniversite kurmak için parasını harcayan yok. Bu da kadınların Osmanlı dönemindeki ilim alanındaki etkin rollerinin, günümüzde gerilediğini göstermektedir. İnşallah EDEP kadınlara, İslam ilim geleneğini yeniden ihya ederek İslam medeniyetini yeniden inşa etmede rol oynayabilecek bir donanım kazandıracaktır. Bu donanım sadece bilgi değil; amel, ahlak ve heyacanı da içerecektir. Son olarak siz ilim tahsil ederken idealinizin ulaştığı yerler nelerdi ve Edep’lilerin ideali ne üzerine olmalı? Bir EDEP’li küresel bir alim olmayı ve alanın- Bir EDEP’li Allah’ın yeryüzünde halifesi olmaya, mürekkebi şehitlerin kanından daha değerli bir alim olmaya talip olmalıdır. da dünyada birinci olmayı hedeflemelidir. Bu yüzden akademik Arapça ve İngilizceyi en üst düzeyde bilmesi, başka dünya dillerini de öğrenmesi, kendi alanında dünyadaki en son gelişmeleri takip etmesi ve onlara katkı yapacak bir donanıma sahip olması son derece önemlidir. Bir EDEP’li evrensel bir yaklaşımla günümüzde insanlığın maddi ve manevi tüm dertlerini kendi derdi bilmeli ve onlara İslami bir yaklaşımla çözüm üretmeye çalışmalıdır. Bir EDEP’li Allah’ın yeryüzünde halifesi olmaya, mürekkebi şehitlerin kanından daha değerli bir alim olmaya talip olmalıdır. Bu da ilim yolunda i’lây-ı kelimetullah için bir şehidin yaptığından kat kat daha büyük fedakarlık yapmakla mümkün olur. EDEP’i kurmakla TÜRGEV çok önemli bir hizmet başlatmıştır. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır. EDEPBÜLTEN 9 BÜLTEN 2014 YAZ EDEP EĞİTİM PROGRAMI EDEP (Eğitime Destek Programları) Merkezi akademik çalışmalarını derinleştirmek isteyen, her alandan lisans ve lisansüstü hanım öğrencileri klasik ve modern ilimleri kapsayan, ilim ve irfanı birleştiren eğitim programları ile donatarak onlara bilinç ve ahlaki bir duruş kazandırmayı amaçlar. Edep’te beş yıl süren Onur programı ve dönemsel yoğun programlarla sahasında uzman hocalar tarafından Arapça dil ve alet ilimleri eğitimi verilir. Bunun yanı sıra İslami ilimler ve sosyal bilimlerin farklı konularında seminerler düzenlenir. Temel Arapça eğitimini tamamlayan veya kendi çabasıyla o düzeyde eğitim almış öğrencilere yönelik İngilizce, Farsça ve Osmanlıca atölyeler ve ihtisas sınıfları açılır. Bütün bu çalışmalarımızda İslam ilim geleneğini sürdüren, klasiği güncelle irtibatlandırarak güncel meselelere çözümler sunmayı amaçlayan bir yöntem uygulanır. Ayrıca tertip edilen konferans ve tez sunumları ile öğrenciler farklı perspektifler kazanmaktadır. Programda onar kişilik öğrenci grupları yıl boyunca çalışmalarını bir eğitim danışmanı gözetiminde yürütürler. Bu minvalde 4 Ağustos-12 Eylül 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilen altı haftalık Edep Yoğun Yaz Programı’nda, Klasik ve Modern Arapça, İslami İlimlere Giriş, Fıkıh, Hadis, Kıraat derslerinin yanı sıra kitap müzakeresi saati ve haftalık konferanslarla, talebeler zamanın ve mekanın bereketini hissettikleri unutulmaz bir ilim yolculuğuna çıkarıldı. ‘Kem aletle kemalat olmaz’ düsturu gereğince ilahiyatçılara okullarında tatmadıkları, ilahiyatçı olmayanlara ilk kez tadacakları bir ortam oluşturmak için kollar sıvandı. Sizlerle de ‘hatıra-i uhuvvet’ kabilinden hocalarımızı ve bazı demleri paylaşalım istedik. Klasik Arapça’da Edep’liler kıymetli hocamız Muhammed Emin Kılıç’ın tecrübeleri ve nev-i şahsına münhasır anlatımlarından istifade ettiler. Müftülüğü’ne bağlı İsmailağa Kur’an Kursu’n- 1993 yılında El-Ezher Üniversitesi Usulü’d-Din Fakültesi’nden mezun olan Kılıç, aynı yıl Fatih Fakültesi’nde “İlk Dönem Maturidi kaynakla- EDEPBÜLTEN 10 da öğretici olarak göreve başlamış, 1994-1997 yılları arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat rında Istılahlar” adlı teziyle kelam bilim dalında BÜLTEN 2014 YAZ EDEP EĞİTİM PROGRAMI yüksek lisansını tamamlamıştır. Haseki Eğitim Merkezi’nde 16.dönemi başarıyla tamamlayan Kılıç, daha sonra aynı merkeze öğretici olarak atanmıştır. Modern Arapça’da ise Rissam Sreiwel, Esma Sağ Şencal ve Zeynep Taşkın’ın genç dimağlarıyla tanıştılar. Yaz programının başından beri bizimle beraber olan Rissam Sreiwel, Şam Üniversitesi İngiliz Dili bölümünden 2008 yılında mezun oldu. Suriye, Mısır ve Türkiye’de çeşitli resmi ve özel kurumlarda öğreticilik ve tercümanlık yaptı. Kendisinin aynı zamanda İbn Teymiyye’nin Fetava’sından tercemeleri mevcuttur. Zainab AlHaj Hasan, yaz programının beşinci haftasında aramıza katılmıştır. Ürdün Üniversitesi Dil Merkezi’nde yabancı öğrencilere akademik danışmanlık yaparak kariyerine başlamış, dünyaca ünlü Qasıd Enstitüsü’nde beş yılı aşkın koordinatörlük ve eğiticilik yapmıştır. Kısa bir süre İspanyolca tercümanlık da yapmış, Molham’a bağlı olarak Suriye’li göçmenlerle alakalı gönüllü faaliyetlerde bulunmuştur. Esma Sağ Şencal, 2008-2011 seneleri arasında Ürdün Universitesi, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü tamamladı. 2012’de Atik Valide Külliyesi bünyesindeki İSM’de Arapça Hocası olarak görev yaptı. 2012-2013 ders dönemlerinde Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nde asistan öğrenci sıfatıyla Arapça öğretmenliği yaptı. 2014’de FSM Vakıf Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladı ve “Mana oluşumunda iç ve dış bağlam ilişkisi: Abdülkahir el-Cürcani ile Saussure karşılaştırması” başlıklı tezini başarıyla savundu. Aynı sene içinde Durham Üniversitesi Dil Merkezi’nde Akademik İngilizce eğitimi gördü ve EDEP’in yaz programında Arapça öğretmeni olarak hizmet verdi. Zeynep Taşkın, 1986 İstanbul doğumlu. İlahiyat fakültesinden mezun olduktan sonra çeşitli kurumlarda öğretmenlik, tercümanlık ve muhabirlik yaptı. Ürdün’de Zarqa Üniversitesi ve Uluslararası Envar-ul Ulûm Merkezi’nden sertifikaları mevcuttur. İslami İlimlere Giriş dersinde Prof. Dr. Murteza Bedir Hocamız fıkıh, tefsir, hadis, kelam ve tasavvuf ilminin prensiplerini Edep talebeleri ile tartıştılar. Mürteza Bedir, 1992 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1995 yılında Londra Üniversitesi’nde hukuk alanında master yaptı. 1999 yılında Early Development of Hanafi Usul al-Fiqh başlıklı çalışmasıyla Manchester Üniversitesi’ndeki doktora eğitimini tamamladı. “İslam/Hanefî Hukuk Teorisi”, “Karşılaştırmalı Hukuk”, “İslam Hukuku ve Modernleşme”, “Fetva Edebiyatı”, “Vakıf Hukuku” alanlarında araştırmaları bulunan Murteza Bedir’in eserleri şunlardır: Fıkıh, Mezhep ve Sünnet: Hanefi Fıkıh Teorisi’nde Peygamberin Otoritesi; Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajı: Sünnet; Kurban Kitabı; Buhara Hukuk Okulu;10-13. Yüzyıllar Orta Asya Vakıf Hukuku Bağlamında Bir İnceleme. Halen İstanbul Üniversitesi İlahiEDEPBÜLTEN 11 BÜLTEN 2014 YAZ EDEP EĞİTİM PROGRAMI yat Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Murteza Bedir, bunun yanında aynı fakültede dekanlık görevini de yürütmektedir. Edep talebeleri Hadis dersinde büyük bir şevkle hadis ezberlemelerinin yanı sıra usul bilgilerini de genişlettiler. Rahile Kızılkaya Yılmaz, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden birincilikle mezun oldu. Aynı yıl Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Hadis Bilim Dalı’nda başladığı “İbn Ebî Hâtim er-Râzî’nin ‘İlelü’l-hadîs’ Adlı Eserinde Vasledilmekle İlletli Saydığı Mürsel Rivâyetler” adlı teziyle yüksek lisans eğitimini tamamladı. Akademik araştırmalar yapmak amacıyla Ürdün’de bulundu. 2011’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne araştırma görevlisi olarak atandı. Temmuz 2011’de Prof. Dr. Nureddin Itr’dan hadis icazeti aldı. Eylül 2012-Mart 2014 döneminde Columbia University in the City of New York’ta misafir araştırmacı olarak bulundu. Halen “Modern Hadis Tartışmaları Bağlamında Muvatta’daki Mürsel Rivâyetler” başlıklı doktora tezi ile ilgili çalışmalarını sürdürmektedir. Kur’ân-ı Kerim dersinde asistanımız Esra Geylani de aralarında olmak üzere üç hocamız Edep’lileri seviyelerine göre sınıflara ayırdılar. Kıraat ve ezberlerini geliştirdikleri gibi kapanış programımızda makam üzere aşr-ı şerif okuyan arkadaşlarımız da oldu! Fatma Aliye Kaya, Medrese usulü İslâmi eğitimini Süleymaniye Tûbâ Kız Kur’ân Kursu’nda aldı. Hatay Habibünneccar Kız Kur’ân Kursu ve Süleymaniye Tûbâ Kız Kur’ân Kursu’nda bir süre görev yaptı. Bahçelievler Müftülüğü’nde uzun süre öğreticilik yaptıktan sonra 2006 yılında emekli oldu. Görev sırasınEDEPBÜLTEN 12 da ve sonrasında muhtelif hocalardan talim, kıraat dersleri aldı. Yanı sıra bazı okul ve kurumlarda Kur’ân-ı Kerîm muallimliği yapmış, kurs ve seminerler vermek suretiyle eğitim hizmetlerine katılmıştır. Firkat Işık, 1977 İstanbul doğumlu. İlkokuldan sonra hafızlık eğitimini tamamladı. 1995 yılında İmam-Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü’ne girdi fakat başörtüsü yasağı sebebiyle ayrılmak zorunda bırakıldı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı fakültenin Tefsir Anabilim Dalı’nda yüksek lisans yapmakta ve halen Diyanet İşleri Başkanlığı Kuran Kursu Öğreticiliği görevini sürdürmektedir. Ayşegül Işık, 2009 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Halen İslam Hukuku alanında “Fıkhî Açıdan Leasing İşlemlerinde Mülkiyetin Devri” başlıklı yüksek lisans çalışmasını sürdürmektedir. 2012 yılından bu yana Elmalılı Hamdi Yazır Kur’an Akademi’de Fatih Çollak Hoca ile ihtisas sınıfı kıraat derslerine devam etmektedir. 2012-2014 yılları arasında özel bir okulda Din Kültürü, Kur’an-ı Kerim ve Değerler Eğitimi öğretmeni olarak görev yapmıştır. Halen EDEP’te İslâmi İlimler eğitmeni olarak çalışmaktadır. Bu derslere ilaveten Başkanımız Recep Hoca ile Mektubat ve araştırmacımız Sümeyye Sarıtaş ile Fıkıh dersleri yapıldı. Fıkıh dersinde Şürünbülâlî’nin Nûru’l Îzâh adlı eseri merkezinde temizlik ve namaz konuları işlendi. BÜLTEN 2014 YAZ Klasik ve Modern Arapça Arapça ile muhabbetim eskiye dayansa da Klasik Arapça ile EDEP vesilesi ile tanıştım. Şimdi bunu söylemeye utansam da onun kötürüm bir sistem olduğuna kani idim, Emin Hoca ile tanışana, onun öğrencisi olma şerefine erene kadar. Emsile baplarını sayarken Emin Hoca tabiri caizse tüm hücreleri ile Arapçalaşıyordu. Dersleri ‘anzer balı’ gibiydi ve tadı damağımızda kaldı vesselam. Güngör ÖZBİRECİKLİ ve Sümeyra Hatice KOÇ Haftada altı saati bulan modern Arapça derslerinin yedi kişilik sınıfta her bir kişiye özel ilgi gösterilerek işlenmesi gayet keyifliydi. Arap edebiyatıyla tanışmamız da cabası. İlk haftalarda alışık olmadığımız için bazı zorluklarla karşı karşıya geldik tabi. Bir Avuç Hurma ( )حفنــة التمــرile döneme zor ve hüzünlü bir giriş yaptık. Tüm sınıfı derinden etkileyen bu parça üzerine uzun mülahazalarda bulunduk. Metinde geçen bazı deyim ve kalıplar hakkında günlük hayattan cümleler kurmaya çalışarak bu tabirleri dil hazinemize kazandırmanın yanı sıra yapılan karakter tahlilleri yorumlama kabiliyetimizi de geliştirdi. Hocamızın sadece ders dahilinde değil haricindeki ilgi ve yardımları da kenetledi bizi derse. Hüznü katlayacaktık anlaşılan. İkinci parça olarak daha ağır bir edebî üslûba sahip olan Baba’nın Hikayesi ( )قصــة ابderin duygularımızı katmerleştirdi. Parçada geçen metaforları anlamlandırmak için Arap mantığıyla düşünme yetimizi geliştirmeye çalıştık. Bu kadarı da fazla mıydı ne? Tüm cesaretimizi toplayarak yetti gayrı deyip bu denli yoğun edebiyattan sonra zihnimizin dinlenmesi adına hocamızdan makale işlemesini rica ettik. Dünyanın en iyi eğitim veren ülkesi sayılan Finlandiya’daki eğitim hakkında bilgiler içeren makaleyle ilk kez Arapça bir makale okumuş ve medya Arapçasına değinmiş oluyorduk. Sonrasında Kudüs’ün fethi hakkında izlediğimiz istima videosu ile duyduğumuzu ne kadar anlayabildiğimizi tespit ettik. Hocamızın bu metodu ve ders dışında da her bir öğrenciyle ilgilenişi şahsım adına bende Arapça eğitimi adına yeni ufuklar açtı. Monoton derslerden bıkmıştık artık. Rissam hoca metindeki olaylara benzer anılarımızı anlatmamızı talep ederek bir yandan dikkatimizin dağılmasını önlerken diğer yandan yanlış da yapsak muhadese yeteneğimizi geliştirmemizi ve medeni cesaretimizi güçlendirmemizi sağlıyordu. Her dersin başında istediğimiz konularla alakalı 10 dakikalık sunumlar yaptırarak konu üzerinde kendi fikirlerimizi sunmamızı ve tartışmamızı istiyordu. Böylece derse aktif bir giriş yaparak cesaretimizi artırıyordu. Sonraki hafta fusha Arapçaya ihtimamıyla tanınan arap edîbi Taha Hüseyin’in kendi hayat öyküsünü anlatan Günler ( )أيــامadlı eserinin bir parçasını okuduk. Konusu ve üslûbu yönünden çok zevkli olan parçada hocamız farklı kelimelerin ve kalıpların anlamlarının geçtiği kağıdı dağıtarak sınav haftasına yakın bize bazı tüyolar verdi. Ve dönemi hocamızın da memleketi olan Dımaşk ve tarihi ile alakalı videoyu izledikten sonra Yanan Dımaşk ( )دمشــق الحــراءقadlı kitabın Unutulan Kiraz ( )يــا أيهــا الكــرز المنســيhikayesini okuyarak bitirdik. Diğerlerinden tamamıyla farklıydı üslubu. Ötekilere nispetle daha kolaydı hani. Hikayenin sonu tüm sınıfı öylesine sarsmıştı ki tüm karakterleri ayrı ayrı tahlil edip ikinci veya üçüncü kişilerin bakış açısıyla metni özetledik. Böylece yaklaşan final korkumuzu da yeniyorduk, ne de olsa epey yol almıştık artık! Edebiyat bilgimizin ve muhadese yeteneğimizin dönem başına oranla çok arttığını gönül rahatlığıyla söyleyebileceğimiz bu ders, zorluklarının yanı sıra güzellikleriyle zihinlerimizde unutulmaz hatıralar bıraktı. İlerde kendimi Arapça eğitmeni olarak görmek istediğimden Edep yaz tecrübesinin kendi adıma ayrı bir motivasyon sağladığını söyleyebilirim. Emeğini ve yardımını esirgemeyen hocamıza sınıfım adına buradan teşekkürü bir borç bilirim. EDEPBÜLTEN 13 BÜLTEN 2014 YAZ Tez Sunumları Çağdaş Felsefede İlim ve Din: Émile Boutroux, Ayşe Hilal Akın, 2 Eylül 2014 - Değerlendiren: Rukiye Alper Edep Programı bünyesinde yaz döneminde gerçekleşen dersler akabinde yapılan tez sunumlarında, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Felsefesi alanında yüksek lisans öğrencisi olan arkadaşımız Ayşe Hilâl Akın tezi için üzerine çalıştığı Fransız filozof Émile Boutroux’nun, Çağdaş Felsefe’de İlim ve Din adlı eserini bizlere tanıttı. Ayşe Hilâl’in, tezine konu olarak Boutroux’nun bu eserini seçmesinde felsefe tarihinde kadim bir tartışma olan bilim-din, bilim-felsefe çatışmasının günümüzde önemini halen koruyor olması etkili olmuşa benziyor. 19. yüzyıl Fransa’sında, ilişkilendirilmesi güç olarak düşünülen bilim-din, felsefe-din tartışmalarına ‘materyalist bir bilim’ perspektifinden bakılmasına rağmen spiritualist bir duruşla Boutroux’nun bilim ve EDEPBÜLTEN 14 din uzlaşabilir mi, uzlaşmalı mı sorusunu gündeme getirmesi de araştırmayı ilginç kılıyor. Türkiye’de Dil Devrimi’nden hemen önce tercümesi yapılan eseri Ayşe Hilal hem tahlil ediyor hem de latinize halini tezinin son bölümüne dercediyor. 19. yüzyıl Batı felsefesinde oldukça önemli bir yere sahip olan ve aynı zamanda Bergson’un da hocası olan Fransız filozof Émile Boutroux’nun felsefesinin temelinde Tabiat Kanunlarında Zorunsuzluk yani olumsallık doktrini yer alıyor. Olumsallık ne derseniz bir şeyin olmasının da olmamasının da mümkün oluşu. Selefi Hume gibi zorunluluk kavramından bahsediyor fakat ondan biraz daha ileri giderek tabiatta bulunduğu öne sürülen determinizmin sebep-sonuç ilişkisindeki zorunluluk prensibini, bunun yalnızca görünüşte olduğunu söyleyerek reddediyor. Tabiat kanunlarında zorunluluk değil olumsallık olduğunu Newton’un çekim yasasını da bu olumsallığa dâhil ederek savunuyor. Boutroux yukarıda adı geçen eserinde bilim ve din arasındaki tartışmayı, tabiatta bulunan düzeni nesnel yasalarla açıklayan tabiatçılık (naturalisme) ve ruhçuluk (spiritualisme) doktrinleriyle ilişkilendirerek ortaya koyuyor ve ikisi arasında çatışma değil bir çeşit uyum olduğunu söylüyor ama nasıl? Velhasıl Ayşe Hilal’in tezine giriş mahiyetindeki bu sunumu, var olan kadim sorulara verilebilecek yeni cevapların imkanını sorgulatıyor bizlere. Özge Özçelik, 9 Eylül 2014 - Değerlendiren: Süheyla Akçay Özge Özçelik FSM Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nde bu yıl bitirdiği tezini Edep’te bizimle paylaştı. ‘Bilim kurgunun babası’ olarak tanımlanan, 1866-1946 seneleri arasında yaşamış önemli İngiliz yazarlardan biri olan Herbert George Wells’in edebiyatçı kimliğine değindi önce. Fakat vurgusu siyaset ve tarih içerikli eserlerine idi daha çok. I. Dünya Savaşı sonrası insanlığın yeniden yapılandırılması için yazdığı The Salvaging of Civilization: The Probable Future of Mankind (Medeniyeti Kurtarma: İnsanlığın Muhtemel Geleceği - 1921) adlı teorik eseri, Wells’in medeniyet analizlerine yer verdiği bir çalışmaydı ve bu çalışmasında medeniyeti kurtarma projesinden bahsediyordu. Yazarın daha önceki yıllarda kaleme aldığı bilim kurgu türündeki romanlarından özellikle The Time Machine (Zaman Makinesi - 1895), The Invisible Man (Görünmez Adam - 1897) ve The War of the Worlds (Dünyaların Savaşı - 1898)’nda da bu projeyle paralellik gösteren medeniyeti kurtarma mesajları bulunuyordu. Özçelik bu bağlamda medeniyetin bilim kurgu ile ilişkilendirilmesine dair kısa bir girişten sonra yazarın teorik ve kurgusal eserlerini karşılaştırmalı olarak incelediği süreci özetledi ve medeniyetin kurtulması için gereken unsurları nasıl tasnif ve tasvir ettiğini anlatarak sunumunu noktaladı. Safahat’ta İnsanın Zaman, Mekân ve Eşya ile İlişkisi, Demet Koçyiğit, 10 Eylül 2014 - Değerlendiren: Esma Sağ Edep’in düzenlediği tez sunumlarının üçüncü konuğu FSM Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yüksek lisansını tamamlayan arkadaşımız Demet Koçyiğit’ti. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle şiiri “hayatın ta kendisi” kılan Âkif ’in muhatabına sunduğu “insan ideali”nden bahsetti. Safahat’ta Âkif ’in işaret ettiği “insan”, hangi özelliklere sahip veya sahip olmalı, içinde bulunduğu dünyayı, çağı ve varlık âlemini nasıl değerlendirmeli ve kendisini bu unsurların içinde nerede ve nasıl konumlandırmalı, değer algısı ve ölçütü bu unsurlar karşısında hangi çerçevede olmalı? Tezinin başlığına atıfla Safahat’ta insanın zaman, mekân ve eşya ile ilişkisini konuşmak için zaman, mekân ve eşya hakkındaki bazı soruların yanıtlanması gerekliydi öncelikle. Bu unsurlarla insan nasıl bir ilişki içinde bulunmuştur, şu anki durumu nedir ve gelecekte nasıl bir hâle gelmelidir? Tüm bu sorular insanın kendi yaratılış gayesini anlayarak bütün yaratılanları bu gayeye uygun kullanmasını, kendi yaratılış EDEPBÜLTEN 15 BÜLTEN 2014 YAZ Medeniyeti Kurtarma Düşüncesinde Bilim Kurgu ve Teori:Herbert George Wells, BÜLTEN 2014 YAZ Âkif zaman, mekân ve eşya ile kurulacak ilişkinin ölçüsünün Yaradan’ın bu unsurları yaratma gayesine ve insanın yaratılış gayesine uygun bir şekilde oluşması ve sürdürülmesi gerektiğini düşünür. Yaratıcı’nın gayesi, insan şuurlu bir şekilde düşündüğünde kendini gösterecektir. Geçmiş-hâl-gelecek şeklinde beliren tarihsel zaman içerisindeki devinim, asrın durumu ve ihtiyaçları, metafizik zamana dair kabuller tahlil edildiğinde zaman; varlığını sürdüren dünya, zorluklar içinde olan vatan ve ümmet, insanı olumsuz yönde etkileyen sosyal mekânlar tahlil edildiğinde mekân; eşyanın yaşantı içindeki yeri tahlil edildiğinde ise eşya insana bir adım daha yaklaşacaktır ve Safahat’ın insanının ilişki ağını değerlendiren ölçü ortaya çıkmış olacaktır. gayesi doğrultusunda çalışmasını sağlayacaktır. Nitekim İslam dini, insanın bu minvalde bir hayat sürmesini istediği için Âkif ’in bu gayretini dinî bir kaygı ve hassasiyetle yerine getirdiği söylenebilir. Bu unsurların tanımları, insana etkileri, hayatı şekillendirmede insanın bu unsurların ne kadar farkında olduğu gibi konular Safahat’ta irdelenir, adeta insan zaman, mekân ve eşya ile ilişkisi bağlamında yeniden inşa edilir. Âkif ’e göre tek çözüm yolu milletin ve dolayısıyla insanın İslam’ın aslına dönmesi, yaşadığı dönemi İslam ile yaşamasıdır. Asrın idrakine İslam’ı söyletmek gerekmektedir. Âkif ’in bunu sağlamak için gösterdiği insan portresini görebilmek için çeşitli benzetmeler, tepkisellikler, öfkeler, eleştiriler dışarıda bırakılmalı, Âkif ’in bu konuda ne düşündüğü ifade edilmelidir. EDEPBÜLTEN 16 İnsan, bir zaman diliminde, çeşitli mekânlar içinde/arasında ve eşya ile ilişki hâlinde yaşar. Bu nedenle zaman, mekân ve eşyanın yaratılışa uygun bir şekilde tanımlanması ve bu tanıma uygun bir şekilde insan hayatında yer edinmesi gerekmektedir. Zaman, mekân ve eşya Allah’ın bütün yaratılanlar için istemli ya da istemsiz olarak sahip olduğu ‘çalışma yasası’na uygun bir bakışla Safahat’ta yer alır. İnsan, isteği dışında bu yasaya uyan zaman, mekân ve eşyayı tahlil ederek gayret açısından örnek almalıdır. İslam inancına sahip olan insan modeli iyi niyetle bu tahlili yapar ve kendisi de çalışma yasasına uymaya azmettiği gibi yaratılanlara da bu gaye ile hayatında yer verir. Âkif ’e göre zamanla kurulan ilişkinin yeniden inşası insanın içinde bulunduğu zamanın farkında olarak geçmişi idrak etmesi ve geleceği hedef edinmesini gerektirir. Geçmiş, körü körüne bağlanmayı değil incelenerek güne taşınmayı gerektiren bir zaman dilimidir. Allah, insanın gelecek için hedefler tayin etmesini ister ve in- Mekân ve eşya ile kurulan ilişkinin yeniden inşa edilmesi ise insanın sahip olma arzusunu tahlil etmesini gerektirir. Mekâna ve eşyaya sahip olma hırsı, insanın İslami bir gelecek kaygısından uzaklaşmasına sebep olur. Mekânı ve eşyayı doğru bir şekilde tahlil edemeyen insan kendi aslından ve toplumdan uzaklaşır. Bu nedenle, insan mekân ve eşyayı bir emanet ve imtihan aracı olarak düşünmeli, onları da asıllarına uygun olarak hayatına almalıdır. Zaman, mekân ve eşya kişinin kendisi ile kurduğu ilişkiyi şekillendirmede önemli olduğu gibi Allah’la ve toplumla kurduğu ilişkiyi de etkiler. Yaratılış gayesine uygun şekilde yaşamaya çalışan insan, yaratılanları da bu gaye ile değerlendirdiğinde Yaradan’a yakınlaşır, toplumla bütünleşir ve olması gereken insan modeli hâline gelir. Özetle ifade etmek gerekirse; Safahat, zaman kavrayışı bakımından istikbale yönelmiş, günü ve geçmişi istikbali kurmak için anlama çabası gösteren, mekân ve eşyayı şahsi arzularına değil yaratılış gayesine uygun bir şekilde değerlendiren, mekânı yalnız kendi çevresi ile sınırlı tutmayarak uzak beldeleri ve toplumları en yakınındaki gibi değerlendirecek bir ufka ve şuura sahip olan, eşyayı tahlil ederek eşyaya tasarrufunu hırslarından uzak tutan, zaman-mekân-eşya yaklaşımında somut yaklaşımlarla birlikte metafizik duyuşu da ihmal etmeyen bir insan modeli inşa eder. Mana Oluşumunda İç ve Dış Bağlam İlişkisi: Abdülkahir Cürcani/Saussure Esma Sağ, 11 Eylül 2014 - Değerlendiren: Demet Koçyiğit Modern Arapça hocamız Esma Sağ, FSM Üniversitesi MEDİT’te sıcağı sıcağına savunduğu tezini Edep’te öğrencilerine de aktardı. Çalışmasında cevabını aradığı soru iç bağlam ile dış bağlam arasında nasıl bir ilişki olduğu ve bu ilişkinin mana oluşumunda nasıl bir rol oynadığıdır. İç bağlam (dil-içi veya dilbilimsel bağlam), dilbilgisi, kelime bilgisi vb. dilbilimsel özelliklerden oluşan ve cümleye bakıldığında bu özellikler sayesinde bir mana anlaşılan bağlamdır. Yani cümlede görülen ve cümle sınırları içinde kalan bağlamdır. Fakat bir sözün manasının anlaşılması için bazen dil-dışı unsurlara da ihtiyaç duyulmaktadır. Tam da burada dış bağlam (dil-dışı veya dilbilimsel olmayan bağlam), dilbilimsel özelliklerin oluşturduğu mananın ötesinde bir mananın anlaşılmasını sağlar. O halde bağlam, dilbilimsel (kelime yapısı, dilbilgisi kuralları, cümle yapısı, vb.) ve dilbilimsel olmayan (kültürel düzey, sosyolojik konum, tarihi süreç, vb.) etkenlerin çoğunu kendi bünyesinde toplayan son derece kapsamlı bir bütün, bir sistemdir. EDEPBÜLTEN 17 BÜLTEN 2014 YAZ san günü bu hedeflere ulaşmak için yaşar. Geçmişin ve günün iyi bir şekilde tahlil edilmesi insanı gelecekte vadedilen şartlara ulaştıracaktır. BÜLTEN 2014 YAZ Esma Hoca, çalışmasını iki farklı medeniyetten iki önemli dilci seçip karşılaştırma yaparak incelemiştir; Abdülkahir el-Cürcânî(?-1079) ile Ferdinand De Saussure (1857-1913). Her ikisi de dili bir bütün olarak ele alan kapsamlı bir bakış açısına sahiptir. Abdülkahir el-Cürcânî’nin “Nazım Teorisi” ile Saussure’ün yapısalcı yaklaşımı bu kapsamlı bakışın en güzel temsilidir. Cürcânî’ye göre söz oluşturmak isteyen kimse, aklındaki manayı aktarabilecek en uygun lafızları seçerek sözdizimsel özelliklerle donatmakta ve bu lafızları belirli bir sıraya koymaktadır. Bundan kastının, “lafzın cümle içindeki dilbilgisel görevinin belirlenmesi” olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin söz oluştururken lafzın fiil olmasına karar verildi ise öznesini düşünüp fiile isnât etmek yahut isim olmasına karar verildi ise haberini düşünüp ismi habere isnât etmektir. İşte buna dayanarak, Cürcani’nin özellikle iç bağlama önem verdiği öne sürülebilir. Bu sözdizimsel mananın muhâtaba kastedildiği şekilde aktarılması için lafızlar bir araya gelerek aralarında birtakım bağlar kurulmakta ve sözdizimsel kurallar ışığında en uygun sıraya göre dizilmektedir. Söz oluşturan kimse, lafızlara vaz edilen lügavi manalarını değil, bu lafızlarla sözdizimsel unsurların bir araya gelerek oluşturdukları bileşimin taşıdığı manayı kastetmektedir. Öte yandan, Cürcânî’ye göre bu sözdizimsel mana karşı tarafa ya doğrudan ya da dolaylı olarak aktarılmakta, dolaylı aktarılan mana ise bir takım dil-dışı unsurlar aracılığı ile anlaşılmaktadır. Özetle Cürcânî’ye göre mananın üç mertebesi vardır: Birinci mertebe lafızların yalın hâlleri, sözlük manaları; ikinci mertebe lafızların sözdizimsel özellikler sayesinde kazandığı, bir başka ifade ile diğer lafızlara bağlanması sonucunda iç bağlamdan anlaşılan mana; son mertebe ise sözdizimin ötesinde dil-dışı unsurların aracılığıyla yani dış bağlamdan anlaşılan manadır. Saussure’a gelince “değer” olgusuna önem vermiş ve bunun anlama eylemi için çok önemli EDEPBÜLTEN 18 olduğunu belirtmiştir. Ona göre bir göstergeyi en doğru şekilde anlamak için onu mensup olduğu sisteme, çevreye göre değerlendirmek gerekmektedir. Saussure’ün bu yaklaşımı bağlam ile paralel gözükmektedir zira bir birimi bütün içinde yorumlamak, onun çevresini göz önünde bulundurmak aynı zamanda bağlamın da vazifesidir. Verdiği şu örnek yapısalcılık ve bağlam ilişkisine işaret etmektedir: Fransızca “mouton” kelimesi İngilizce “sheep” kelimesi ile aynı manaya sahip gibi durabilir, fakat aynı değere sahip değildir. Çünkü pişmiş ve servis edilmeye hazır olan et için İngilizler “sheep” kelimesini değil de “mutton” kelimesini kullanırlar. İngilizce’de iki farklı kelime kullanılırken Fransızca’da sadece bir kelime kullanılır ve geldiği bağlama göre “sheep” veya “mutton” değerlerinden birini yüklenmektedir. Bu da şu anlama gelmektedir: Sistemin bir göstergeye ona hangi değeri yüklediğini anlamak için diğer göstergeleri göz önünde bulundurup eleme yapmak, karşıtlıklarını tespit etmek gerekmektedir. Ancak bu yöntemle o göstergenin değeri anlaşılacaktır. Son olarak, Saussure’e göre göstergeler ve göstergelerin bileşenleri (gösteren ile gösterilen) arasındaki ilişkinin rastlantısal olduğunu da belirten hocamız göstergelerin bu yüzden kendilerinden kaynaklanan bir özellikleri olmadığını vurguladı. Yani değerlerini mensup oldukları sistemden alıyorlar, sistemin dil-içi ve dil-dışı unsurlarına göre değer kazanıyorlardı. Dolayısıyla Saussure’ün yapısalcı dilbilim yaklaşımında öncelikle iç olmak üzere bağlamın her iki düzlemini de göz önünde bulundurduğunu söylemek mümkündür. Yoğun bir Edep gününün ardından intibak etmek kolay olmasa da zülcenaheyn olmaya talip bizler için ufuk açıcıydı vesselam! BÜLTEN 2014 YAZ E D E P KON FE RAN S L A R I 1 PEYGAMBERİMİZ, İLİM VE EDEB Prof. Dr. Zekeriya Güler 6 Ağustos 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu Değerlendiren: Afra Görücüoğlu EDEP Yaz Programı, konferanslar serisine İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Zekeriya Güler’in “Peygamberimiz (sav), İlim ve Edeb” başlıklı konuşmasıyla başladı. Hocamız İbnü’s-Salâh (v. 643/1245) ve onu takip eden muhaddislerin tavsiyesine dayanarak besmeleden sonra şu hamd ve salat-ü selam ile giriş yaptı. ٍ ْح ْم ِد َعلَى ُك ِّل َح الص َل ُة َ ْح ْم ُد َِّل َر ِّب الْ َعالَ ِم َّ ال َو َ ني أَ ْك َم َل ال َ ال ِ َك َر ُه ال َذ َ ني ُكلَ َّما ذ ّاك ُرو َن َ ِالس َل ُم الَْتَ َّما ِن َعلَى َسيِّ ِد ال ُْم ْر َسل َّ َو َ َو ُكلَ َّما َغف َل َع ْن ِذ ْك ِر ِه الْ َغافِلُو َن اللَّ ُه َّم َص ِّل َعلَيْ ِه َو َعلَى آلِِه ِ ني َو ني نِ َهايَ َة َما يَنْبَ ِغي أَ ْن َ الصالِ ِح َ َِّو َسائِ ِر النَّبِي َّ آل ُك ٍّل َو َسائِ ِر .َالسائِلُون َّ يَ ْسأَلَُه İlim ve edep kavramlarının birbirleriyle ilişkisini ele aldıktan sonra Peygamberimiz (sav)’in ashabını öğrenmeye ve öğretmeye nasıl teşvik ettiğine değindi. Bu bağlamda zikrettiği pek çok hadisten biri olan şu rivayet, ilimle iştigal edenler açısından çok etkileyiciydi: “Resûlullah (sav), bir gün, hücrelerinden çıkıp mescide girmişti. Mescitte ise iki halka vardı. Birinde halk Kur’ân okuyup Allah’a dua ederken diğerleri ilim öğrenip öğretmekle meşguldü. Hz. Peygamber “Her ikisi de hayır üzeredir: Şunlar Kur’ân okuyorlar, Allah’a dua ediyorlar, Allah (taleplerini) dilerse onlara verir, dilerse vermez. Bunlar ise öğrenip, öğretiyorlar. Ben de bir muallim olarak gönderildim!” buyurdular ve ilim halkasına oturdular.” Zekeriya Güler Güler lisans, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Bakü Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde idarecilik ve bölüm başkanlığı yaptı. 2011 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde hadis ana bilim dalında çalışmalarını sürdürmektedir. Akabinde hocamız ‘edep’in Arapça’da biri nazım ve nesir sanatlarını kapsayan edebî; diğeri (güzel terbiye, iyi davranış, nezaket gibi) ahlakî olmak üzere iki anlamı olduğunu ve hadis kitaplarında bölüm başlığı olarak kullanılan “Kitâbu’l-Edeb” ile ikinci anlamının kastedildiğini yani bununla şer’i eğitimden kazanılan ahlak eğitiminin murad edildiğini ifade etti. Bu bölümlerin içeriğinde ise Hz. Peygamber’in huyları, yumuşak huyluluk, vakar, affedici olmak, iyi geçinmek, iyiliğe teşekkür etmek, bir Müslümanın gıybetinin yapılmasına engel olmak, bir Müslümanın ayıbını örtmek, Müslümanların arasını düzeltmek gibi pek çok başlık bulunduğuna temas etti. Bir Müslümanın kemale ermesinin ancak ilim, amel ve edebinin bütünleşmesiyle gerçekleEDEPBÜLTEN 19 BÜLTEN 2014 YAZ şeceğini söyleyen hocamız kadim ulemamızın bu hususa çok önem verdiğini ve bunun en güzel örneklerinden birini İmam Malik’in hayatında görebileceğimizi ifade etti son olarak. İmam Mâlik, hadis rivâyet etmek amacıyla ilim meclisine gitmeden önce tıpkı namaza hazırlanır gibi abdest alır, en güzel elbiselerini giyer, fesini giyip sarığını sarar ve sakalını tarardı. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda da, “Ben böyle yapmakla Rasûlullah’ın (s.a) Bir Müslümanın kemale ermesinin ancak ilim, amel ve edebinin bütünleşmesiyle gerçekleşeceğini söyleyen hocamız kadim ulemamızın bu hususa çok önem verdiğini ve bunun en güzel örneklerinden birini İmam Malik’in hayatında görebileceğimizi ifade etti son olarak. hadisine hürmet göstermiş oluyorum” derdi. Edep, ilk konferansını taşıdığı ismin altındaki manayı konuşarak başlattı. Kimi zaman sözde kalıp öze sirayet etmeyen bu hadis-i şerifleri hal diliyle anlatan hocamızın zatında görmekti bizi etkileyen aslında. Unuttuklarımızı zikretmeyenler olmasa yoldan şaşmak işten bile değildi! Ve’l-hamdulillahi rabbi’l-alemin. E D E P KON FE RA N S L A R I 2 İSLAM ESTETİĞİ VE EDEBİYAT Yrd. Doç. Dr. Berat Açıl 13 Ağustos 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu Değerlendiren: Reyhan Şenyüz, Betül Tarakçı Üniversite dışında birçok vakıfta akranlarımızla yaptığı çalışmalardan aşina olduğumuz Berat hocayı Edep’te ağırlamak büyük zevkti doğrusu. Estetik düşüncenin Yunan felsefesindeki temsilcilerine ve bu birikimin İslam dünyasında nasıl dönüştürüldüğüne değindi önce. Bizim geleneğimizde estetiğin bugünkü anlamda kullanılmadığından zira ‘malumu ilam etme’nin zaid addedilmesinden hareketle şunu sordu: ‘nedir malum olan?’ Birincisi kelamın bir düzen içerisinde söylenmesi gerektiğiydi. Bunun İslam akidesi ile ilgisi tabiatın/ kainatın da aslında bir metin olması ve yazıya dökülen kelamın da bu düzene ayak uydurmasıydı. İkincisi ve - Allah’a inanmanın ön koşulu olması hasebiyleEDEPBÜLTEN 20 daha önemli olanın soyutlama olduğunu belirtip ‘Kelam için ne ise estetik için de olmazsa olmazdır soyutlama, arazları törpüleyip öze inmektir’ dedi. Estetiğin varlık alanı kelamda/sözde gösteriyordu kendini daha çok. Söz yüceltilmişti. Kur’an lafzı itibarıyla bir mucize, peygamber de bu mucizeyi bize ulaştıran idi. Bu minvalde hicivleriyle tanıdığımız şair Nefî’nin bir beyiti ile konuyu örneklendirdi. Tûti-i mucize gûyem ne desem laf değil Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil Şair önce bir fahriye olarak şunu der gibiydi: ‘Ben söz sahasının peygamberiyim. Bunlar bana söyletilmiş şeylerdir. Konuştuğum zaman insan- BÜLTEN 2014 YAZ Osmanlı estetiğinin amacının îcazlı söz söylemek fakat özelliğinin anlaşılabilir olmak olduğunu vurguladı hocamız. ‘Şairin bu uğurda harcadığı emek bir nevi cihattı çünkü herkes işini en iyi yaptığı oranda cihat etmekteydi’. Yani ilk bakışta fahr, övünç gibi görünen şeyin ardında tevazunun gizli olduğunu hissettirdi bizlere. lar beni anlamaktan aciz kalırlar zira gönülleri pak değildir’. Burada da görüldüğü gibi Osmanlı estetiğinin amacının îcazlı söz söylemek fakat özelliğinin anlaşılabilir olmak olduğunu vurguladı hocamız. ‘Şairin bu uğurda harcadığı emek bir nevi cihattı çünkü herkes işini en iyi yaptığı oranda cihat etmekteydi’. Yani ilk bakışta fahr, övünç gibi görünen şeyin ardında tevazunun gizli olduğunu hissettirdi bizlere. Sonuç itibarıyla buradaki îcazlı söz söylemekten kasıt şiirin şerh ve tahlilleriyle anlaşılacak birden fazla manasının olduğu idi. Neyi nasıl kullandığınız nerde durduğunuzu da gösteriyordu. Mesela zülüften bahsedenlerin seyri sülukun başında olduğu anlaşılırdı zira zülüf kesret demekti. Bunu aşabilen şair kemale ermiş, çilesini tamamlamıştı. Geleneği bilenler o anlamların hepsine vakıf idi. Arkadaşlarımızın Batı’daki dönüşümün bizde nasıl yaşandığı sorusundan hareketle o devirlerde edebi eserlerin içinde bulundukları dine hizmet etmek için var olduğunu aktardı hocamız. O kültürün içinde yoğrulup asırlar geçse de anlaşılan aynı manaların ancak modernite ile bozulduğuna dikkat çekti. Artık mana yerine her bir insana ya da şairin o andaki durumuna göre değerlendirilen ilişki ağları önemliydi. Yani anlam teke indirgenmişti ve sembolikti. Oysa Osmanlı Berat Açıl Berat Açıl lisans, yüksek lisans (Sırrî Râhile Hanım ve Dîvânı” ve doktora “On Altıncı Yüzyıla Ait Alegorik Bir Eser: Muhyî’nin Hüsn ü Dil’i) çalışmalarını Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Aynı üniversitede araştırma görevliliği, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Türkçe Okutmanlığı yaptı. Indiana Üniversitesi, Bloomington Merkezi Avrasya Çalışmaları Bölümü’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. 2009’dan bu yana Şehir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde görev yapmaktadır. geleneğinin bir temsilcisi olan Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ında hiçbir inkıtaya uğramadan yedi ayrı anlam katmanı vardı ve hocamızın deyimiyle bu, bir nevi alegoriydi. İşte bu mukayeseyi yapıp anlam arayışını sürdüren muhafazakar insan bunu kabule yanaşmamakta ve kopan zincirin halkalarını birleştirmeye çalışmakta ısrar etmekteydi. Kanaatimce konferanstan payımıza düşen ‘eski’ başlığıyla müzelik hale getirdiğimiz şiirlerin ve onları kaleme alan şairlerin inşa ettikleri anlam katmanlarının yok oluşunun, böylelikle düşünme ve de davranma becerimizin kısırlaştırıldığının farkına varabilmekti. EDEPBÜLTEN 21 BÜLTEN 2014 YAZ E D E P KON FE RA N S L A R I 3 GÜNÜMÜZDE MEZHEPLERIN ANLAM VE ÖNEMI Yrd. Doç. Necmettin Kızılkaya 20 Ağustos 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu Değerlendiren: Sümeyra Yıldız İhtilaf’ta İttifak 20 Ağustos tarihinde EDEP Merkezi İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyesi Dr. Necmettin Kızılkaya’nın ‘İslam’da Mezhep kavramı’ başlıklı bir konferansına ev sahipliği yaptı. Üç ana başlık altında organize ettiği konferansın birinci bölümünde mezheplerin tarihsel olarak ortaya çıkış sürecini anlatan Kızılkaya, ikinci bölümde bir sistem ve yöntem olarak klasik dönemde mezhebin rolü meselesine açıklık getirdi. Konferansın son bölümü ise modern dönemde mezhep algısının ne olduğu ve nasıl şekillendiği üzerineydi. İslam’da mezhep meselesini ana hatlarıyla kısa sürede kavrama imkânı verecek şekilde planladığı konferansının sonunda işlediği kavramsal meselenin güncel ile olan ilişkisine dair verdiği ipuçları kavramların Müslüman Dünya’nın sosyal ve siyasi hayatı üzerindeki elle tutulur etkilerini fark ettirip konuya dair hatırı sayılır bir merak uyandırdı. Konferans notlarını meseleye dair derli toplu bir analiz olarak sizlere sunmanın faydalı olacağına inanıyorum. Mezhebin Tarihsel Olarak Ortaya Çıkışı Mezhebin Müslümanlar arasında kavram olarak ortaya çıkışı Hicri IV, Miladi X. yıllara tekabül eder. Kavramsallaştırmanın ortaya çıkmasının öncesinde ise üç aşamalı bir süreçten bahsetmek mümkündür. Sırasıyla değinecek olursak vahiy döneminde müslümanlar için bir zihinsel konforun varlığından söz etmek mümkündür. Bu dönemde İslami ilimlerin varoluş kaynağı olan Kuran sorunlara çözümler getirmekte, Hazreti Peygamber (s.a.v) ise inşa edici olarak EDEPBÜLTEN 22 vazife yapmaktadır. Sahabenin ictihadı Hazreti Peygamber (s.a.v)’in kontrolünden geçtiğinden herhangi bir dini problemden de söz etmek mümkün değildir. Sahabe Dönemi’nde İslam ordularının hızlı ilerleyişi ve ticari faaliyetlerin artışı Müslümanların farklı medeniyetlerle karşılaşmasını sonucunu doğurmuştur. Medine’deki sade hayatın problemleri yerini karmaşık sorunlara bırakmıştır. Sayılan sebeplerden ötürü bu dönemde artan ictihad faaliyetleri genellikle Hazreti Peygamber’in sünnetini aktarmak şeklinde olmuştur. Bu dönemde her sahabe gittiği yerde kendi ders halkasını oluşturmuştur. Otorite sahibi kimselere fikir sorma amacını aşıp ilim yapmaya varan bir gelişim süreci izleyen bu halkalara düzenli katılanlar arasından tabiin dönemi alimleri yetişmiştir. Ellerindeki hadis malzemesinin sınırlı olması sebebiyle sahabe dönemindeki gibi ictihad, rivayetlerle sınırlı kalmamıştır. Bununla birlikte bu dönemde bölgesel farklılıkların metodolojik farklılıklara evrildiği görülür. Daha fazla sahabenin çokça aktarımda bulunduğu Hicaz bölgesinde daha çok rivayete dayanan Hicaz Ekolü Ehl-i Hadis olarak anılmaya başlanırken, daha çok ictihada dayanan Irak/ Kufe ekolü Ehl-i rey olarak tanınır. Klasik Dönemde Mezhep Metodolojik tartışmalara girilen ve fıkhın her konusunda tartışmaların yapıldığı bu dönemde sözü geçen tartışmaları ihtiva eden eserler telif edilmiş; dönemin devlet yöneticilerinin ve kadılarının başvurduğu kaynaklar haline gelen bu eserler elimizdeki temel fıkıh eserlerini Modern Dönemde Mezhep Algısı Klasik ve Modern Dönem arasında en fazla anlam kaymasına uğrayan kavramların başında “ihtilaf ” kavramı gelir. Klasik Dönemde ihtilaf, ortaya çıkışı itibariyle olumsuz değildir. Aksine Klasik İslam Düşüncesi’nde ihtilaflar İslam medeniyetinin zenginliğinin kaynağı kabul edilmiştir. Ancak İslam dünyasının sömürgeleşme ve ulus devletlere dönüşme sürecinde ihtilaf kavramına olumsuz anlamlar yüklendiğine şahit olunur. Bu dönemde ihtilaf artık tefrika olarak algılanmaktadır. Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi isimlerin dinî ıslah hareketlerinde mezhep kavramına yönelik eleştiriler görülür. İslam toplumlarının içinde bulunduğu geri kalmışlık ve parçalanmışlığın temelinde İslam’ın taklit yoluyla uygulanması olduğunu öne süren bu düşünce ‘taklidin kaynağı mezheptir’ diyerek mezhep eleştirisi getirmiştir. Afgani, emperyalizm ile mücadelenin İslam Birliği ile mümkün olabileceği bu sebepten mezheplere uymaktan ziyade yeni ictihadlara ihtiyaç olduğunu, bunun ise mezhepler üstü bir anlayışla mümkün olabileceğini öne sürmüştür. Ancak mezhep yok sayılarak girişilen bir tecdit çabasının ilmi olarak problemli olduğu ortadadır. İlim kendisinden önceki literatürü çöpe atıp yeni başlangıçlar üreterek değil, mevcut literatürün üzerine bir şeyler koyarak veya eleştiriler getirmek suretiyle ilerler. İslami ilimleri içinde geliştiği tarihsel süreçteki birikiminden, yöntemsel araçlarından ve ekollerinden kopararak yenileme çabası ümmetin birliğine değil bilakis fikri bir kısırlığa yol açacaktır. Mezhep içindeki yönteme dönerek ictihatta bulunmamız İslam BÜLTEN 2014 YAZ teşkil etmiştir. Bunlar aynı zamanda imamların görüşlerinin tüm İslam dünyasının farklı bölgelerine ulaştırılmasına vesile olmuş ve artık ‘Ebu Hanife’nin takipçileri’ gibi gruplar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde mezhep artık bir yöntemi ifade etmektedir. Klasik Dönemde mezhep bir müctehidler topluluğunun fıkhın değişik konularıyla ilgili ortaya koymuş olduğu görüşler manzumesi olarak kullanılmıştır. Necmettin Kızılkaya Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2001 yılında mezun oldu. Aynı üniversitenin İslam Hukuku Anabilim Dalı’nda “Kasânî’nin Bedâyi‘ İsimli Eserinde Kavâid’in Yeri” adlı yüksek lisansını 2005 yılında tamamladı. Selçuk Üniversitesi İslam Hukuku Anabilim Dalı’nda “Hanefî Mezhebinde Kavâ‘id İlmi ve Gelişimi” başlığıyla hazırladığı doktora tezini 2011’de başarıyla savundu. Bu çalışma İz yayınları tarafından 2013 yılında basıldı. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev yapan Kızılkaya hukuk teorisi, islam hukuk usulü ve Mecelle’nin külli kaideleri gibi dersler vermektedir. Dünyası’nın karşı karşıya kaldığı meseleleri çözmemizi sağlayacaktır. Konferanstan Arda Kalan Bugün Müslüman toplumlar kendi iç savaşlarında ilmi enerjilerini, ekonomik kaynaklarını ve insanlarını kaybetmeye devam etmektedirler. Konferanstan bir siyaset öğrencisi olarak bana kalan en önemli nokta Müslümanların iç çatışmalarını anlamaya ve bu çatışmalara çözüm getirmeye çalışırken analiz edilmesi gereken faktörler arasında tarafların ihtilaf ettikleri meselelerin ötesinde ihtilaf kavramının kendisine verdikleri anlamın da bulunması gerektiği fikri. İhtilafı, ilmi bir zenginlik, bir kolaylık vesilesi olarak gören yaklaşıma sahip bir grubun kendisiyle ihtilaf halinde bulunduğu gruba karşı girişeceği mücadelenin amacı ve yöntemiyle; ihtilafı ümmete ve dinin kendisine karşı büyük bir tehlike olarak telakki eden anlayışa sahip bir grubun ihtilaf etttiği bir mevzuda girişeceği mücadelenin amaç ve yöntemi birbirinden çok farklı olacaktır. İhtilafın meşruiyetine dair bir ittifak arayışının Müslümanlar arasındaki çatışmaların çözümlenmesi noktasında araçsallaştırılma ihtimali var mıdır? Varsa, bu hangi çatışmalar üzerinde etkili olabilir? Hangileriyle bir münasebeti yoktur? soruları konferanstan bana arda kalan. EDEPBÜLTEN 23 BÜLTEN 2014 YAZ E D E P KON FE RA N S L A R I 4 KARDEŞLİK VE ARAPÇA’NIN ÖNEMİ Mehmet Yağcı 27 Ağustos 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu Değerlendiren: Zeynep Taşkın, Ayşe Betül Karaaslan تقرير عن محاضرة ألقاها األستاذ محمد يغجي في مركزنا لقــد شــرفنا األســتاذ الكريــم محمــد يغجــي بحضــوره إلــى مركزنــا األدب إللقــاء خطــاب عــن أهميــة نورنــا بنصائحــه وخبراتــه العميقــة حــول ّ .اللغــة العربيــة وكيفيــة تعلــم هــذه اللغــة خــارج البلــد العربــي .تعليــم اللغــة العربيــة لألتــراك منــذ ســنوات كثيــرة و ليــس مــن الســهل أن نتعلــم لغــة مــا، قــال فــي خطابــه أن تع ّلــم اللغــة يحتــاج إلــى جهــد وصبــر كبيــر لذلــك علــى طالــب اللغــة أن يســتعمل مــا تعلمــه مــن، ألن اللغــة حيــاة يجــب العيــش معهــا، خــارج بلدهــا .اللغــة أثنــاء كالمــه مــع أصدقائــه و إال يضيــع بعــض مــا تع ّلمــه ألن اللغــة تتطــور و تســتقر باإلســتعمال وتحــدث عــن أهميــة اللغــة العربيــة و عــن كــون العربيــة لغــة القــرآن الكريــم وأحاديــث الرســول صلــى اهلل عليــه وســلم و قــال يجــب أن يكــون هدفنــا األساســي فــي تعلمهــا هــو فهــم لغــة القــرآن و أحاديــث وأضــاف.الرســول ألننــا مســلمون أوال و أن هــذه اللغــة ليســت لغــة العــرب فحســب بــل لغــة المســلمين إلــى ذلــك علــى أن طالــب العلــم أن يطــور لغتــه بشــكل جيــد حيــث يرفــع مســتواه فــي اللغــة العربيــة إلــى .مســتواه فــي اللغــة التركيــة Edep yaz programı Çarşamba konferanslarının üçüncü haftasında, ‘Kardeşlik ve Arapça’nın Önemi’ konulu konferansını vermek üzere aslen Türk olan lakin hayatını Arapçaya kalb etmiş, Arapça sevgisini her zaman dipdiri tutan ve binlerce insana bu sevgiyi aşılayan Mehmet Yağcı hocamız aramızda bulundular. Konferansa başlamadan önce hocamızın âdeti üzere önce tüm cep telefonları bir kutuda (mutfak leğeninde!) toplandı ve dışarıya çıkarıldı. Böylelikle hayatımızda artık olmazsa olmazımız haline gelen telefonlara kısa süreliğine veda ettik. Bu ufak vakit zihnimizi ve ruhumuzu Arapçanın derinliği ile süslememize yetti doğrusu. EDEPBÜLTEN 24 Mehmet hoca adeta Türkçe konuşanları yok sayıyordu kendi hayatında. Konferans dili de Arapça idi zaten. Hocamıza göre Arapça, insanın kendini ifade etmesini sağlayan bir vasıta niteliğinden ziyade yaşamına yön veren Allah’ın kelamı olan Kur’an diliydi. Nitekim Allah-u Teala yüce kitabında şöyle buyuruyordu; .ــون َ ــاه ُق ْرآ ًنــا َع َرب ًِّيــا َّل َع َّل ُك ْــم َت ْع ِق ُل ُ إ َِّنــا أَ َنز ْل َنMehmet Yağcı hocamız bu çerçevede Arapça’yı öğrenme metotlarından ve onu hayatımıza nasıl dâhil edeceğimizden bahsetti. Arapça talebesinin mutlaka defteri açık, elinde kalemiyle bekleyip hocadan duyduğu yeni kelimeleri yazması, her yeni öğrendiği kelime ile tabir oluşturması ve BÜLTEN 2014 YAZ bu tabirleri dağarcığına eklemesi gerekiyordu. Bu menheçler gerçekleştirilmediği takdirde Allah’ın bu nimeti elimizden almasıyla imtihan olunacağımızın altını çizdi ve Arapçamızı muhafaza etmemiz gerektiğini ısrarla vurguladı. Akabinde konferansın konusu olan ‘Arapça ve Kardeşlik’ ele alınarak müslümanlar kardeştir ve Arapça kardeşliğimizin dilidir meyanında konu genişletildi. Kendi katında bizleri kardeş kılan Yüce Rabbimiz Hucurat suresi 10.ayetinde şöyle buyuruyordu: ــو ٌة َ ُإ َِّنمــا ا ْلم ْؤ ِمن َ ــون إ ِْخ َ ُ ِ َ َ .ـون َ الل َل َع َّل ُكـ ْـم تُ ْر َح ُمـ َ َّ َفأ ْصل ُحــوا َب ْيـ َـن أ َخ َو ْي ُكـ ْـم َو َّات ُقــوا Hocamız Arapça sevgisi ve onu hayatımıza tatbik etmenin kardeşlerimiz arasındaki ünsiyeti arttıracağını söyleyip sağlanan muhabbetin biz- Konferansa başlamadan önce hocamızın âdeti üzere önce tüm cep telefonları bir kutuda (mutfak leğeninde!) toplandı ve dışarıya çıkarıldı. Böylelikle hayatımızda artık olmazsa olmazımız haline gelen telefonlara kısa süreliğine veda ettik. Bu ufak vakit zihnimizi ve ruhumuzu Arapçanın derinliği ile süslememize yetti doğrusu. riyorsa Arapça öğreniminde de talebenin günlük düzenli dinlemeler yapması ve muhakkak Türkçesini Arapçaya tercüme etmesi gerekiyordu. O zamana kadar düşündüğünü, tartıştığını, yorumladığını yani her şeyini artık Arapça’ya aktarmalıydı. leri din-dil kardeşliğinde buluşturmasına vesile olmasını temenni etti. Kardeşliğimizin temelini Havva annemizden başlatan, din kardeşliğimiz ile onu ziyadeleştiren ve bizi dünyada aynı kutsal kitabı anlamak ve yaşamakla onurlandıran Rabbimiz yine cennette Arapça’yı ortak dilimiz kılarak ehemmiyetini göstermiyor muydu? Konferansın ilerleyen saatlerinde bizlere tek tek sordu: ‘Arapça öğrenme niyetin nedir?’ ve şöyle sürdürdü. ‘Bir işe başlarken niyet o işin seyri sülukunu belirler ve Arapça yabancı bir dil öğrenmek için öğrenilmez çünkü Arapça yabancı bir dil değildir. Arapça Kur’an dilidir, din dilidir ve burada tek niyet Kelamullah’ı anlamaktır, hayatının merkezine koymaktır ve onunla kuşanmaktır’. Nitekim hocamızın sürekli vurguladığı gibi ‘Ebu Cehil Arapça’yı bizden daha iyi bilmektedir’. Bu yüzden insan niyetini unutmamalı, sık sık tazelemeli ve muhafaza etmelidir. Hocamız konferansında insanın ana dilini nasıl öğrendiği üzerinde de durdu ve bu vehbî kazanımı Arapça öğreniminde nasıl kullanacağımızı şöyle izah etti: Bir bebek nasıl sürekli dinleyerek ve duyarak kelime dağarcığını zenginleşti- Edep’teki birkaç arkadaşımla beraber Mehmet Yağcı hoca ile tanışmamız aslında eskilere dayanır. Bilmeyenler için söylemekte fayda var, hoca Haznedar Kuyulu Camii’nde yıllardır Arapça seminerleri vermektedir. Seminerler Arapça işEDEPBÜLTEN 25 BÜLTEN 2014 YAZ lenir ve talebelerin konuştuğu tek dil Arapça’dır. Talebe Arapça seminerlerine başladığı andan itibaren başka türlüsü muhaldir. Seminerler devam ettikçe, artan kelime dağarcığı ile konuşma daha güzelleşir ve bir süre sonra dildeki en büyük zorluk olan muhadese halledilir. Bu seminerler insanlar arasında biraz da ödevlerin kesretiyle meşhurdur. Çünkü işlenen her parça önce ezberlenir, sonra Arapçası rik’a hattı ile deftere yazılır ve karşısına Türkçe tercümesi yapılarak tedribatlar eksiksiz tamamlanır. Daha sonra metin, hocayla beraber işlenir. Yeni kelimelerin ve tabirlerin altı çizilir ve onlarla ilgili cümleler kurulur. Böylelikle dili konuşma ve yazma işi kolaylaşır. Zira bir insan konuşurken düşünmez. Önceden duyduğu, ezberlediği kelimelerle düşünmeden konuşur. Yeni tabirleri ezberlemek ve onlarla ilgili cümleler kurmak, kompozisyonlar yazarken bu tabirleri kullanmak, o dile vukufiyeti gösterir. Bu sebepten ödevler çok önemlidir ve öğrenmeyi hızlandırır. Tüm bunlara ilaveten o binada kardeşliği hissedersin ve Allah’ın buyurduğu ــع َ َو ُكونُــوا َم ِ ِ الصادقيـ َـن َّ ayetinin tecellilerini görürsün ve orada sadıklarla beraber olduğunu bilirsin. Allah her vakit bizleri sadıklarla beraber eylesin ve bizleri de sadıklardan eylesin. Arapça sevgimizi daima dipdiri tutma duası ile... E D E P KON FE RA N S L A R I 5 TÜRKIYE’DE ULEMANIN BIYOTEKNOLOJIYE BAKIŞI: KÖK HÜCRE ÖRNEĞI Ahmet Karakaya 3 Eylül 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu Değerlendiren: Ayşenur Elvin Filiz Edep yaz programının beşinci konferansı benim gibi tıp öğrencileri başta olmak üzere hepimiz için dikkat çekiciydi. Ahmet Karakaya ile kök hücre, organ nakli, tüp bebek, sperm bankası, taşıyıcı annelik gibi konular üzerine konuştuk. Tıp alanındaki ilerlemeler sayesinde yapılabilecek çok şey var fakat bu onları uygulamaya geçirebileceğimiz anlamına gelir mi? Yarar-zarar oranını iyi tartabiliyor muyuz, insan ile ilgili müdahalelerimizin sınırı neresi, insanın değerini hangi ölçütlerle belirliyoruz, mükemmel insan hevesimiz ne kadar doğru, ruhu nereye yerleştiriyoruz? Cevaplanması hiç kolay olmayan EDEPBÜLTEN 26 bu sorular üzerine bir nebze olsun kafa yorduk. Tıptaki gelişmeler özellikle batıdan, kültürünü de yanına katıp çığ gibi üzerimize geliyor. Bunlara arkamızı dönmemiz, gözümüzü kapatmamız mümkün değil. Problemli alanlardan yalnızca biri olan kök hücre çalışmalarını incelediğimizde dahi, yakından ilişkisi olan in vitro fertilizasyon, kürtaj, implantasyon öncesi tanı, gen seçimi gibi konuları bir kenara bırakamıyoruz. Kök hücre yaşamın başlangıcı sayılabilecek; farklılaşmaya, çoğalmaya, hatta tam bir organizmayı oluşturmaya elverişli temel hücrelere verilen isim. Genel olarak iki ana başlığa ayırabiliriz Embriyonik kök hücre elde edilmesinde en yaygın yöntem tüp bebek diye bilinen in vitro fertilizasyon (IVF) yöntemi artığı olan embriyolardır. Tüp bebek konusunda yaygın görüş; anne ve babanın kendi hücreleri kullanıldığı takdirde bu tedavinin caiz olduğudur, hatta bu konuda teşvik söz konusudur. Sorun tıbbî bilgilendirmedeki yetersizlikten kaynaklanarak şurada başlamaktadır: IVF yöntemi uygulamasında tek bir yumurta hücresinin alınıp döllenmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Anne adayını bu tedavide kolay bir süreç beklemez. Ovaryum folliküllerinin olgunlaşması için kullanacağı hormonlar, ilaçlar ve bu foliküllerin aspirasyo- BÜLTEN 2014 YAZ bunları: Erişkin ve embriyonik kök hücreler. Erişkin kök hücrelerle yapılan tedavilerle alakalı- hasta çocuğu iyileştirmek için yeni bir kardeş düşüncesi gibi etiğe konu olmuş durumlar yer alsa da- fukaha görüşlerine baktığımızda genel olarak büyük bir sorun ile karşılaşmayız. Çünkü bu hücreler bir canlı yok etmeye dayanmaksızın kordon kanı, kemik iliği gibi dokulardan alınan, multipotent ve unipotent olmak üzere farklı hücrelere dönüşebilen hücrelerdir. Ama konu embriyonik kök hücre olduğunda, embriyoyu yok etme, bir canlıyı öldürme, onun insan olma potansiyeli gibi son derece ciddi problemler gündeme gelmektedir. Embriyonik hücrelerin mucizevî yanı, insan vücudunda bulunan herhangi bir hücre tipine, dokuya, organa dönüşebilecek olmasıdır. Elbette bu kadar değerli bir hücreyi kullanmak, sınırlarını görmek isteyen bilim insanı sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Şimdilik Türkiye’de, birçok ülkede olduğu gibi, insan olma potansiyeline sahip olması sebebiyle embriyonik kök hücre kullanımı yasaktır. Fakat kan hastalıkları, alzheimer, parkinson, diyabet, medulla spinalis hasarları gibi birçok hastalığın kök hücre ile tedavi edilebilmesi fukahanın kök hücre çalışmalarına bakışında farklılığa neden olmuştur. Bu görüşleri daha iyi anlayabilmemiz için önce embriyonik kök hücrelerin ne şekilde elde edildiğine bakalım. Ahmet Karakaya 1986 yılında Sivas’ta doğdu. İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olduktan sonra Yeditepe Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünden lisans derecesi aldı. Ardından FSM Vakıf Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Bölümü’nde yüksek lisans eğitimine başladı ve “Kök Hücre Çalışmaları ve Etik; Türkiye’de İnsan Embriyosundan Elde Edilen Kök Hücreler Üzerinde Yapılan Çalışmalarda Etik Sorunlar” başlıklı yüksek lisans tez çalışmasını Prof. İlhan İlkılıç danışmanlığında 2013 yılında tamamladı. Halen aynı bölümde biyoetik alanında doktora çalışmalarına devam etmektedir. nunda kullanılacak iğneler anne için maddî-manevî bir yüktür. Bu yüzden döllenme ihtimalini olabildiğince arttırabilmek adına anneden fazlaca oosit (yumurta) toplanır. Laboratuvar ortamında döllenmeye bırakılan yumurta ve spermlerden, çoğu zaman birden fazla zigot oluşur. Bir iki bölünmenin ardından sağlıklı görünen embriyolardan biri anne rahmine nakledilir. Peki, kalan embriyolar? Bir kısmı 5 yıl içinde tekrar kullanılmak üzere sıvı nitrojende dondurulur. Bir kısmı ise atılır ki işte bu kısım, kök hücre çalışmalarına konu olmaktadır. Atılması yerine bu çalışmalarda kullanılmasını tercih edenler ile embriyonun insan olma potansiyeline vurgu yapanlar bu noktada görüş ayrılığına düşmektedir. Bir embriyo ne zaman insan olmaktadır ve acaba değeri sadece canlılığından mı kaynaklanmaktadır? Öncelikle döllenme, yeni canlının genetik yapısının tam olarak oluştuğu aşamadır. EDEPBÜLTEN 27 BÜLTEN 2014 YAZ Yaklaşık altı gün sonra embriyo rahimde uygun çamurdan yarattık. Sonra onu, oturaklı bir kayeri bulur ve implantasyon gerçekleşir. Bundan rargahta bir nutfe (tohum) yaptık. Sonra o damsonra adeta embriyoda hücreler arası görev paylayı bir pıhtıya dönüştürdük, bu pıhtıyı bir et laşımı yapılır ve gastrulasyon aşamasına geçilir parçacığına dönüştürdük, bu et parçacığını bir ki bu aşama tıp çevrelerinde genelde embriyotakım kemiklere çevirdik, derken bu kemiklere nik yaşamın başlangıcı kabul edilir. Bu evreye bir et giydirdik; sonra ona bambaşka bir yaratık kadar embriyonun rahme tutunamayıp atılma, olarak hayat verdik. Bak ne şanlı o Allah, yarabölünme ve ikiz olma ihtimalleri var iken bu tanların en güzeli!’ (Müminun, 23/12-14) aşamada oluşan yapı tek canRuhun üflenmesi konusunda lıya ait hale gelir. Sonrasında iki farklı hadis ise şöyle: “Doğkan damarları ile ilkel bir sinir Peki, tehlikenin ne karusu yaratılışınız bu hikmet sistemi oluşur ve takriben 22. üzeredir. Sizden birinin yaradar farkındayız? Mesele günde kalp atmaya başlar. tılışı annesinin karnında kırk sadece kök hücre veya Embriyoloji alanındaki bilgigecede toplanır. Sonra bir o embriyo telefi ile sınırlı lerimiz böyle devam ederken kadar zaman içinde alaka olur. değil. Haddi zatında hayatın başlangıcının manevi Yine bir o kadar zaman içindaha birçok teknolojik boyutu ile ilgili mesele tüm de mudga olur. Sonra ona bir kültürlerde elbette farklı yomelek gönderilir ve o kişinin gelişme ile karşı karşırumlanmaktadır. Hayatın başrızkı, eceli, ameli ve said yayayız. Biyoteknolojinin langıcı çok sayıda bilim adamıhut şaki olduğu şeklinde dört sadece teknoloji kısmı nın, ilahiyatçının, felsefecinin hususu yazması ona emredilir. gelmiyor; felsefi altyatemel sorunlarından olsa da Ardından ona ruh üflenir.” (Sapısını, batı jargonu olan henüz net bir yanıta sahip dehih-i Muslim bi Şerhi’n Neveğil. Bu yanıt, seküler perspektif vi, Kader, c.16, 6390. Kahire: kavramlarını da berabesahipleri için biraz daha kolay Matbaa-i Mısri, 1965, s. 189.) rinde getiriyor. fakat bizim için insan salt fizik“Nutfenin rahme yerleştirilsel bir varlık olmadığından işin mesi üzerinden kırk veya kırk içine ruhanî varoluş boyutu da girmekte ve yabeş gece geçince bir melek gelir ve şöyle der: nıt hayli zorlaşmaktadır. Yarabbi kadın mı erkek mi? Rabbin dilediğine hükmeder ve melek yazar. Yarabbi eceli nedir? Yahudilik ve Hristiyanlıkta tam insan olma hali Rabbin dilediğini buyurur ve melek yazar. Yave ruh konusunda değişik düşünceler olmakla rabbi rızkı nedir? Rabbin hükmeder, melek birlikte ilahi kitaplardan yalnızca Kur’an’da hayazar ve elindeki sahifelerle çıkar. Onun bu işyatın başlangıcı ve ruhun üflenmesi konusunda leminden sonra ne bir arttırma ne bir eksilme ayrıntılı açıklama mevcut. Özellikle bu konuda olur.” (Sahih-i Muslim bi Şerhi’n Nevevi, Kaüzerine en çok konuşulan iki ayeti bilmemiz geder,c.16,6392, s.193.) rekiyor. ‘O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı ve insanı yaratmağa bir çamurdan başladı. Sonra Fukahanın bir kısmı embriyoya yapılan tıbbi onun neslini (değersiz bir su özünden) yaptı. müdahalelerde yukarıda bahsi geçen ruh üfSonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi lenmesi hadisesini merkezî bir konuma yerleşruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler, tirmektedir ki bu noktada hadisleri ve ayetleri kalpler verdi. Çok az şükrediyorsunuz!’ (Secde, farklı yorumlayarak ruhun üflenmesini 40, 42, 32/7-9). ‘Andolsun ki biz insanı süzülmüş bir 45, 120 gün olarak kabul edenler vardır. Bu göEDEPBÜLTEN 28 Bu noktada, embriyonik kök hücrenin kullanılmasına izin veren görüş yaşamın embriyonun rahim duvarına tutunmasıyla başladığını savunur. İmplantasyonu insan hayatının başlangıcı kabul eden fukaha ilk 5-6 günde alınan embriyonun tedavi amaçlı kullanılmasını uygun bulmaktadır. Embriyonik kök hücrenin kullanılmasına karşı çıkanlar ise Allah’ın iradesinin o kişi üzerinde döllenme anından itibaren gerçekleşmiş olduğunu, zigotun meydana geldiği ilk andan itibaren genetik bilgi şifresinin belirlenmiş olduğunu söylerler. Yani ilk andan potansiyel insan olan o benzersiz hücreye dokunulmasının dinen uygun olmadığını ifade ederler. Bir başka grup ise embriyonun anne rahminden alınmasına karşı çıkıp tüp bebek merkezlerinde fazladan bulunan embriyoların atılması yerine tedavide kullanılmasını yeğlerler. Günümüzde fukaha, fetva verirken maslahatı göz önünde bulundurup bu tedavilere ruhsat kapısı açmaya çalışırken, kişisel hayatlarımızda azimeti ön planda tutmamız gerektiğine vurgu yapıyor. Sınırları naslarla belirlenmemiş olaylarda maslahat-mefsedet ilişkisine bakıp insanın dünyada imtihanda olduğu, imtihan için de sağlığın önemli olduğu argümanını kullanıyor. Fetva vermeyenler ise makasidü’ş-şeria çerçevesine aykırı bulup insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu öne çıkararak embriyoya zarar veren bu tedavilere karşı çıkıyor. Bu noktada aklımıza Mecelle’den “İctihad ictihadı nakzetmez.” ilkesi geliyor. Argümantasyon farklılığının ana sebebi hali hazırda konunun naslarla belirlenmemiş ictihadî bir mesele olmasından ileri geliyor. Peki, tehlikenin ne kadar farkındayız? Mesele sadece kök hücre veya embriyo telefi ile sınırlı değil. Haddi zatında daha birçok teknolojik gelişme ile karşı karşıyayız. Biyoteknolojinin sadece teknoloji kısmı gelmiyor; felsefi altyapısını, batı jargonu olan kavramlarını da beraberinde getiriyor. Bu konuda ilk yapılması gereken meseleyi kendi medeniyet ufkumuz içinde ele almak. Biyoteknolojik gelişmeler karşısında Müslüman olarak tutumumuzu belirleyen en önemli etkenin vahiy ve bu vahye bağlı olarak oluşan varlık tasavvurumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bu ilkeleri ve gayeleri belirlerken vahiyle kurduğumuz ilişkinin sıhhati de en az bu ilişki kadar mühim. Diğer bir problem ise konunun çok yönlü ve küllî biçimde ele alınması zorunluluğu. Artık fukahanın sadece ictihad geliştirmesi yeterli görünmüyor. Bu meselelerin ciddi okumalar, felsefi altyapı, tıbbî-hukukî bilgi ve sağlam bir İslamî müktesebatla değerlendirilmesi gerekiyor, disiplinler arası çalışmalar zaruri görünüyor. Eşref-i mahlukat kabul ettiğimiz insan ile ilgili konularda tüm ilkeleri, öncelikle güçlü bir dinamiği olan İslam Fıkhını sıhhatli bir şekilde anlayarak değerlendirmemiz, cevapları kendi değer sistemimizde aramamız gerekiyor. EDEPBÜLTEN 29 BÜLTEN 2014 YAZ rüşlerden hareketle ruhu olmayan bir canlı üzerinde tasarrufumuz nereye kadar olabilir sorusu ortaya çıkmaktadır. Bazı özel durumlarda 40 yahut 120 güne kadar kürtaja izin verilirken, insan kabul edilmese dahi ceninin bir canlı olduğu ve -ruhu olmamasından yola çıkarak- herhangi bir hayvanı bile gereksiz yere öldüremeyeceğimiz unutulmakta mıdır acaba? Şu da var ki ruh konusunun çok açık olmadığı konusunda hemfikiriz. Allah (c.c.) ruh konusunda bizim bilgimizin kısıtlı olduğunu söylüyor zaten. Bu hadisleri Buharî’nin kader bahsi içinde ele aldığını unutmamak gerekir. Yani burada vurgulanan zamanlama değil, Allah’ın ilmi ve kudretidir. Fetüsün geleceğine, ameline, eceline, cinsiyetine dair bilgiler zaten en baştan Allah’ın (c.c.) ilmi dahilindedir. Buradaki süreç, bu bilgilerin meleğe aşikar kılındığı zamanı da işaret ediyor olabilir. Bunun hadis ilmine ve Arapça’ya ciddi hakimiyet isteyen bir konu olduğu şüphesizdir. BÜLTEN 2014 YAZ E D E P KON FE RA N S L A R I 6 AÇIK MEDENİYET Prof. Dr. Recep Şentürk 10 Eylül 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu Değerlendiren: Feyza Tüzgen kapalı medeniyet olgusunun ortadan kalkması zorunluluğunu doğurmuştur. Bunun yanı sıra küreselleşme kitabının kısa bir tanıtımını yapmaya gayret ettiğim Prof. Dr. Recep Şentürk hocamızın “Açık medeniyet” olarak isimlendirdiği medeniyet tarzına geçişi gerekli kılmıştır. Recep Şentürk Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansını yaptıktan sonra, ikinci yüksek lisansını ve doktorasını Columbia Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde bitirdi. Daha sonra İSAM’da araştırmacı olarak bulundu. Aynı zamanda Atlanta’da Emory Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde misafir araştırmacı olarak insan hakları konusunda araştırmalar yaptı. 2005 yılında British Academy’nin davetlisi olarak Oxford Brookes Üniversitesi Sosyal Bilimler ve Hukuk Fakültesi’nde insan hakları konusundaki çalışmalarını yürüttü ve aynı konuda İngiltere’nin çeşitli üniversitelerinde konferanslar verdi. Halen FSM Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nün müdürüdür. Medeniyetler arasındaki ilişkiler 20. yüzyıla kadar coğrafi sınırları dolayısıyla komşu olan medeniyetlerin etkileşimi şeklinde iken küreselleşme her birinin kendisini yegane medeniyet olarak gördüğü bu “kapalı medeniyet”lerin ve EDEPBÜLTEN 30 Günümüzde “coğrafi olarak birbirinden ayrılmış çok medeniyetli bir dünyadan, sembolik sınırlarla birbirinden ayrılmış ancak aynı fiziki ve sosyal mekanı paylaşan çok medeniyetli” toplumlarda yaşıyoruz artık. Bu değişim ile birlikte, farklı kültür ve medeniyetlere mensup insanlardan oluşan toplumlar ortaya çıkıyor yani “Açık medeniyet”ler. Görülüyor ki coğrafi sınır engelinin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan medeniyet etkileşimine dünya; fikri, siyasi ve hukuki açıdan hazırlıksız yakalanmıştır. Güçlü aktörler diyebileceğimiz; Amerika, Rusya, Çin vb. ülkeler bu soruna bir çözüm üretmemektedirler. Halbuki şu iki meselenin halledilmesi gereklidir: Medeniyetler birbirleri ile ilişkilerini nasıl yürütecekler? Ve çok medeniyetli toplumlar nasıl idare edilecekler? İşte bu noktada İslam medeniyeti, çok medeniyetli toplum tecrübesini, yani “açık medeniyet” olgusunu daha önce yaşamış olması sebebiyle devreye girmektedir/girmelidir. Bir açık medeniyet örneği olmasından ötürü; fikri, sosyal, hukuki ve siyasal alt yapıların inşası için diğer medeniyetlere ilham kaynağıdır. Müslüman yöneticiler ve halk, fetihten sonra ehl-i kitabı yahut ineğe tapan hinduları dışlamamışlar, sadece kestikleri eti yemeyi ve onlarla evlenmeyi dinen caiz görmemişlerdir, Çünkü hanefi ulemasına göre ismet yani dokunulmazlık ilkesi insan olmak hasebiyle herkesi kapsar. O dönemle kıyaslandığında dünya, medeniyetler ve uluslararası ilişkiler bir değişim geçirmiştir elbette, lakin mühim olan, geçmişteki tecrübenin bugüne aktarılması ve bugüne bakan yönlerinin açığa çıkarılmasıdır. üzerinden tanım ve öneriler sunmaktadır bizlere. Kitaba da ismini veren “Açık Medeniyet” tabirinden anlayabileceğimiz gibi, modernleşen ve globalleşen yapısı itibari ile dünya artık bu yapıya bir anlamda muhtaçtır. Kendisini dünyanın tek medeniyeti görüp, diğerlerini yok etmeye çalışan ve kendi kapalı havzasında var olmaya gayret eden “Kapalı Medeniyetlerin” günümüz dünyasında yaşama şansı zordur. Biz müslümanların burada iki yönlü bir sorumluğu vardır: Genel olarak beşeriyete karşı ve özel olarak İslam Medeniyetine olan sorumluluğumuz... Bu iki veche ile olaya bakıp Müslümanların çözüm üretmeleri gerekmekte, Klasik Dönemdeki gibi tüm beşeriyeti düşünmek ve beşeriyetin ortak kaderine dair bilinci ihya etmek başlıca hedefi olmalıdır. Bu şekilde kısa bir özetini konuya başlangıç mahiyetinde verebileceğimiz kitabında Recep Şentürk hocamız, medeniyetlerin geçmişte ve şu an içinde bulundukları durum hakkında genel bir analiz yapıp, yeni bir kavramsallaştırma Kitaba da ismini veren “Açık Medeniyet” tabirinden anlayabileceğimiz gibi, modernleşen ve globalleşen yapısı itibari ile dünya artık bu yapıya bir anlamda muhtaçtır. Kendisini dünyanın tek medeniyeti görüp, diğerlerini yok etmeye çalışan ve kendi kapalı havzasında var olmaya gayret eden “Kapalı Medeniyetlerin” günümüz dünyasında yaşama şansı zordur. Tam da bu noktada çok katmanlı varlık, bilgi ve hakikat anlayışı ile geleneksel İslam düşüncesindeki Açık Medeniyet tecrübesinden bugünümüze iz düşümler bulmak gerekmektedir. Müslümanlar için bu Endülüs’ten Hindistan’a ve Osmanlı’ya, çok medeniyetli toplumları idare eden kendi gelenekleri ile irtibat kurmakla ve batıya entelektüel bağımlılık sorununun aşılması ile mümkündür. Bağımlılık veya düşmanlık yerine, kendimiz olarak Batı ile sağlıklı iletişim kurmamız gerekmektedir. Bu bilinç ile Açık Medeniyet kavramını çeşitli yönleri ile irdelediği kitabında Recep Şentürk Hocamız, İslam Medeniyetinden tecrübe ve örneklerle günümüze ışık tutmakta, çağımız Batı toplumları ile İslam toplumlarının içinde bulunduğu duruma dair öneriler sunmaktadır. EDEPBÜLTEN 31 BÜLTEN 2014 YAZ Bir küçük örnekle konuyu somutlaştırmak gerekirse, Hindistan’ın müslümanlar tarafından fethedilmesinin ardından oluşan topluma göz atmak yeterli olacaktır BÜLTEN 2014 YAZ Son kitabı Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında adlı kitabını zevkle okuduğumuz Nazife Şişman’la yaptığımız kitap müzakereleri Edep’in lütuflarından biriydi bize. Aramızdan biri gibi samimane konuştuk hayata dair herşeyi. Sorgulamadan okuduğumuz kitaplar üzerinde kafa yormayı garipsesek de önce, bu yaz için bahtımıza düşen hikaye, deneme ve biyografi örneklerinin bakışımızı değiştirdiğinin farkındaydık. KİTAP MÜZAKERESİ SAATİ Dermiş bana keşf oldu hep esrar-ı hakikat Vallahi yalandır sözü billahi yalandır. Levha 3, s.34 Mustafa Kutlu, Yoksulluk İçimizde, İstanbul, Dergah Yayınları, 2014. Saliha Çelenlioğlu Hidayet romanlarının kurgusunu değiştiren Mustafa Kutlu için ‘modern bir Leyla-Mecnun hikayesi yazıyor, aslında bir menkıbe anlatıyor’ diyor Nazife Şişman ve devam ediyor ‘Bugünün hikayesini bugünküler anlatacak: Bizim yüreğimizdeki Engin kim ve toka ne?’ Edep Programı dahilindeki Kitap Müzakeresi dersimizin ilkinde, Nazife Şişman’la Mustafa Kutlu’nun Yoksulluk İçimizde kitabını konuştuk. Kitap hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse, Dergâh yayınlarından ilk olarak 1981 yılında basılmış bir hikâye kitabı. Bir takım hikemiyat içeEDEPBÜLTEN 32 ren levhalar ve bölümlerden oluşan ince sayılabilecek bu kitap, Mustafa Kutlu’nun post modern hikâyeciliğe en çok yaklaştığı söylenen öykü kitabıdır. Olay sırasındaki belirsizlik, kopukluklar ve hikâyedeki zamanın alışık olduğumuz şekilde akmayışı bunu düşündüren sebeplerden. Kitapta işlenen temel düşünce ise zenginliğin eşyaya bağlanmakla değil; eşyadan kurtulup maneviyatımızı güçlendirmekle kazanılacağı. Kitap müzakerelerine Mustafa Kutlu’yla başlamak, grubumuzda daha önce kendisinin öyküleriyle karşılaşmamış olan arkadaşlarımız Dergâh yayınlarından ilk olarak 1981 yılında basılmış bir hikâye kitabı. Bir takım hikemiyat içeren levhalar ve bölümlerden oluşan ince sayılabilecek bu kitap, Mustafa Kutlu’nun post modern hikâyeciliğe en çok yaklaştığı söylenen öykü kitabıdır. Olay sırasındaki belirsizlik, kopukluklar ve hikâyedeki zamanın alışık olduğumuz şekilde akmayışı bunu düşündüren sebeplerden. Kitapta işlenen temel düşünce ise zenginliğin eşyaya bağlanmakla değil; eşyadan kurtulup maneviyatımızı güçlendirmekle kazanılacağı. Şu yaşadığımız yıllarda, ben de böyle bir hidayet öyküsünü pek gerçekçi bulmayanlardanım. 35 yıl önce gerçekleşmesi çok daha olası bir hikâye hakikaten. Belki bu yüzden Nazife Hanım’ın yaklaşımı benimkinden farklı oldu. Nazife Hanım için hikâye sadece gerçekçi değil, neredeyse gerçekti! Bu hikâyeyi yaşayanlara tanıklık etmişti o. Arkadaşları farklı hidayet öykülerinin kahramanlarıydı. Ama benim için şu an gerçek hidayet öyküleri, bambaşka bir dine mensup olup gayrimüslim bir ülkede yaşayıp da internet ve çevresinden İslam’ı tanıyıp dönüş yapan insanların hikâyelerinden ibaret. Öyküler oldukça farklı aslında. Nazife Hanım’ın öykülerinin kahramanları aynı ortamı paylaştığı insanlar olabilir, daha çok ortak yönü bulunabilir onlarla. Ama ben kendi zihnimdeki hidayet öyküsü kahramanlarını kendimden oldukça uzaklaştırmışım, onları yurtdışına göndermişim, onlara başka diller, başka dinler, başka ırklar atfetmişim. Ve hikâyelerini içselleştirmem imkânsıza dönmüş. Okuyup dinleyip ‘vay be!’ demekten ibaret olmuşlar benim için. Ama Süheyla bir Türk, Süheyla Müslüman, Süheyla’nın annesi dindar bir kadın, Süheyla’yla aynı şehirde yaşıyoruz, tek büyük farkımız onun 80’lerde yaşamış olması. Süheylâ’yla evlerimiz benzer, kafamızı kurcalayan sorularımız benzer. Bu yüzden ‘Süheylâ benim için örnek olabilir mi, olamaz mı?’ sorusu ara ara zihnimde belirdi kitabı okurken. Kitapta hemen hemen hepimizin dikkatini çeken bir bölüm vardı mesela; kaybolan bir saç tokasının Süheyla’ya düşündürdükleri. 55. sayfada, ‘Tenhalık Basınca’ bölümünün girişinde şöyle yazıyor Mustafa Kutlu Süheyla’nın dilinden: ‘Hayatım her gün kazandığım yeni yalnızlıklarla zenginleşiyor. Ancak bütüne oranla devede kulak EDEPBÜLTEN 33 BÜLTEN 2014 YAZ için de güzel bir başlangıç oldu. Sınıfa toplaşıp ne yapacağız ki şimdi derken birden kendimizi kitabın içinde bulduk. Herkesin söyleyecek bir şeyleri vardı ve ilginç olan, hiçbirimiz diğerimizle aynı fikirde değildik. Yaşı, tecrübesi farklı olan herkes bir başka şekilde yorumladı okuduğunu. Birinci meselemiz Huzur Sokağı – Yoksulluk İçimizde benzetmesi oldu. Okur olarak ister istemez kitabı bir hidayet öyküsü olarak düşünmüştük. İkinci meselemiz ise bu öykünün gerçekçiliğiydi. Kimilerine eski zamanlardan kalmış bir öykü gibi geldi Süheylâ’nın başından geçenler. Kitap zaten 1981 yılında basıldığı için, 1990’lı yıllarda doğmuş olan neslin böyle hissetmesi pek şaşırtıcı değildi. Ancak burada da farklı görüşler çıktı ortaya. Kimimiz kendimizi hikâyeye kaptırıp, Süheylâ’dan inanılmaz etkilenmiş ve ilham almıştık, kimimiz ise kitabı daha ziyade dışarıdan okuyup, başarılı ya da başarısız bulmakla yetinmiştik. BÜLTEN 2014 YAZ kalan bu zenginleştirme çabasına zaman zaman acıyorum. O kadar miniminnacık duruyor ki öbürlerinin yanında: Önemli olmaktan ziyade sevimli. Mesela dün saç tokalarımdan birini kaybettim. Bir süre telaşla arandım durdum. Odadan odaya, dolaptan dolaba gidip geliyordum. El çantalarının, kol çantalarının, etajerlerin, çeşitli boy ve yapıda kutuların içini karıştırdım. Aman Allahım!.. Ne kadar çok saç tokam varmış benim. Benim ne kadar çok el çantam, kol çantam varmış. Bunların içinde, üzerinde küçük mavi-pembe mineli çiçekleri olan saç tokam kayboluvermiş. Nedense ona pek önem verirmişim. İşte bu küçük eşyanın beni yalnız bıraktığı gün. Onun benden, benim ondan kurtulduğum gün, böylesine miniminnacık bir yalnızlık daha edinmiş oldum. Kim bilir içimde daha nice saç tokaları, nice el-kol çantaları çöreklenmiş yatıyor.’ Bu kadar basit, bu kadar günlük hayatın parçası olmuş bir unsurdan hayata ve kendine dair bir sorgulamaya gitmek aslında bu sorgulamayı okuyucu için de etkili hale getiriyor. Çünkü biliyorum ki hepimiz kaybolan saç tokasını arama tecrübesini defaatle yaşamış hanımlarız. Bu sebeple benim de Süheylâ’yla ilişki kurabildiğim bir bölüm oldu bu. ‘Varlık aleminde yalnızca sen ve Allah varsınız’ demişti bir dostum, onu hatırlattı bana. Geri kalan her şey sen onlara mana atfettiğin için oradalar. Aslına kaybettiğin şeylere üzülmemek son derece mümkün. Süheyla’nın yalnızlığı ise bir başına kalmak değil; Allah ile bir başına kalmak, yani gerçek zenginlik aslında. Derler ya, asıl zenginlik az şeye ihtiyaç duymaktır diye. Aslında en büyük zenginlik Allah’tan başkasına ihtiyaç duymamak. Tam olarak bu sebeple, yoksulluk içimizde. Burada Mustafa Kutlu’nun yazarlığına da değinmeden geçmemeliyiz bana sorarsanız. Bu fikri bir saç tokası üzerinden bu kadar etkileyici bir şekilde verebilmek yazarın ustalığındandır. EDEPBÜLTEN 34 İçerikle ilgili tüm bu yorumlar bir yana, Mustafa Kutlu denince benim ilk aklıma gelen şey üsluptur. Bu sebeple her kitabını bir çırpıda okuyabileceğimi, neden bahsederse bahsetsin keyif alarak okuyabileceğimi düşünürüm. Bunun yanında, Mustafa Kutlu beni herhangi bir yazardan, özellikle de güldürmek için çaba harcayanlardan daha çok güldürüyor. Ben bir satırda zekice ve beklemediğim bir cümleyle karşılaştığımda tebessüm ediyorum. Ve Mustafa Kutlu bunu kusursuzca yapıyor! ‘Ben ateistim’ diyen birine cevaben şunu söyletebiliyor: ‘Peki insan ateist olunca kavunun tadı değişiyor mu?’ (s.80) Levhalardan birinde ise şöyle bir kısım geçiyor: ‘Yumurtanın sarısını nasıl istersiniz: Saman sarısı, kavuniçi, kanarya. Elinizdeki formda, sağ üst köşede, alt alta sıralanan karelerden birini işaretleyiniz.’ (s.33) Mustafa Kutlu’nun sevdiğim bir yanı da kitapları içerisinde kendisiyle ve okuyucuyla konuşuyor olması. Siyah Gemiler bölümünün başında şöyle diyor: ‘Biliyorsunuz aslında ben Süheylâ’nın hikâyesini bitirmiştim. Yani kendi hesabıma sevgilisi Engin onu terk edip de kara-kuru ancak fevkalade zengin biriyle nişanlanınca artık bitti bu hikâye demiştim. Ama hayat tesadüflerle doludur. Bir gün yeniden Süheylâ ile karşılaşacağımı nereden bilebilirdim…’(s. 25) ‘Gittikçe incelen (burada incelik herhalde zarafet manâsında ve döndükçe daralan bir yoldayız.’ (s. 33) Bu örnekler, bana öyle geliyor ki Mustafa Kutlu’nun serbest çağrışımları. Beklenmedik kelimeler, cümleler Mustafa Kutlu’nun zihninden zorlamadan çıkıyor. Eğer hayatı da bu şekilde yaşıyorsa kendisi, pek keyif alıyor olmalı. Ez cümle; pek çok farklı yorumla okunabileceği gibi, kimilerine de Süheylâ ile birlikte yoksulluğun, zenginliğin, maddiyatın ve maneviyatın hayattaki yerini sorgulatabilecek keyifli bir kitaptı Yoksulluk İçimizde. Nazife Hanımefendi’ye başlangıcı böyle hoş bir kitapla yaptığı için teşekkürü bir borç bilirim. BÜLTEN 2014 YAZ İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde, İstanbul, Dergah Yayınları, 2006. Büşra Beşikçi İnsanlar vardır ilim ile bütünleşen, varlığı ilim üzerinden derinleşen. İnsanlar vardır sonsuz nur olan ilim sıfatının tezahür mahalli haline gelen. İşte bu nadide zümreden olduğunu düşündüğümüz Muhammed Hamidullah Hocamızı, İsmail Kara’nın “Sözü Dilde Hayali Gözde” isimli eseri merkezinde Nazife Şişman Hoca ile konuştuk. Bu sohbetimizi tam olarak klasik bir biyografi okuması şekli üzere gerçekleştirmedik. İlmin hayata dokunan hayatla hemhal olan nefeslerine de temas etmek istedik. “İlim adamlığı”nın bilgi depolayan ayaklı bir seyyar belleğe dönüşmekten ibaret olmadığını, takva elbisesine bürünmedikçe, hayatın akışında onu çevreleyen bir yorum ve bakış açısı kazandırmadıkça mezkur sıfatın kişiler üzerinde eğreti kalacağını bu yolun yolcuları olmaya namzet bizlere hatırlattık. Hoca’nın hayatındaki bazı tercihlere ve hassasiyetlere de değindik.Bunlardan bazı pasajları sizlerle paylaşalım istedik: melerde gördüğü eksiklikleri mütercimlerinin kulaklarına fısıldamak suretiyle düzeltilmesini temin etmiştir. Ayrıca yapmış olduğu programların herkese açık bir yapı arz etmesi çeşitli alanlardan insanların kendisinden istifade etmesini sağlamıştır. Eserleri arasında en çok tanınanı, kendisinin ifadesiyle fıkha yönelik çalışmalarına bir hazırlık aşaması oluşturan “İslam Peygamberi” isimli kitabıdır. Büyük iltifat görmüş olan bu eser Muhammed Hamidulah’ın “İslami ilimler”e yaklaşımının bütüncüllüğünün bir yansıması da sayılabilir. Bir dil, bir insan…Hamidullah Hocanın; içinde Urduca, Hintçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Rusça, Arapça, Farsça ve Türkçenin de bulunduğu 12 dil bildiği, bu dillere okuyup yazabilecek derecede hâkim olduğu ve pek çoğunu konuşabildiği bilinmektedir. Zira Hoca vermiş olduğu ders ve konferanslarda dinleyici kitlesinin durumuna ya da kendisine eşlik eden mütercimin ihtisas alanına göre kullanacağı dili belirlemiş, bununla beraber icap ettikçe tercü- Nakledildiğine göre; İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde verdiği ”İslam’da kölelik“ ile alakalı bir konferansın akabinde sorular faslına geçince orta yaşlı ve muhtemelen “dışardan” bir şahıs kendisine bir sual yöneltir. Soru sünnet namazların kılınmaması durumunda ne olacağıyla ilgilidir. Salondakiler tarafından bu, konuyla alakasız görülür ve fısıldaşmalar, gülüşmeler başlayıverir. Hamidullah Hoca ise bir o kadar ibretamiz şekilde salondaki hareketliliği noktalar ve: “Niçin müdahale ediyorsunuz? Elbette herkes en çok önemsediği ve anlamak istediği konuda soru soracaktır” der. Bu anekdot sohbetimiz esnasında bizleri belki de en çok etkileyen kısımlardan biriydi. İnsanlarla münasebetimizi ve onların soru ve sorunlarına bakışımızın kuşatıcılığını tespit açısından da önemliydi. Hoca, kendisine yapılan eleştirileri büyük bir olgunlukla karşılamış; şükranla mukabele etmiş, hatası olduğunda onu düzeltmekten ictinab etmemiş, kendisini zemmedenlere ise hiçbir karşılık vermemiştir. EDEPBÜLTEN 35 BÜLTEN 2014 YAZ Bir gün Hayrettin Karaman, Hamidullah Hoca’ya söylenenlere tepkisiz kalmaya devam ettiği takdirde kendilerinin cevap vermeye başlayacaklarını söyleyince, Hoca, ‘Hayır bunu ne siz yapacaksınız, ne de ben. İslam dünyası zaten birçok karışıklık içerisinde, ben bunlara bir tanesini daha katmayacağım, siz de buna alet olmayacaksınız’ demiştir. Bizlere sunduğu bu düşünce yapısı kişinin atacağı adımın öncelikle kimlerin işine yarayacağını düşünmesi ve hadiseler karşısında kendini müdafaa üzerinden dahi olsa ümmeti sıkıntıya düşürecek, sıkıntısını perçinleyecek hamlelerde bulunmama soğukkanlılığını göstermesi açısından büyük bir numune teşkil etmektedir. Hamidullah Hoca Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman gibi pek çok öğrencisi tarafından defaatle Türkiye’ye tamamıyla yerleşmek, İSAM’da araştırmacılara yol göstermek üzere davet edilmiş olsa da; Fransa’daki Müslümanların da bilgilerinden istifade edecekleri kişilere ihtiyaç duyabileceklerini ve oradaki işlerini henüz tamamlayamadığını dile getirerek kabul etmemiştir. Fakat yine de Salih Tuğ’un da ifade ettiği üzere yoğun çalışmaları arasında büyük bir fedakârlıkla 1950’li yıllarda yılın üç ayı Türkiye’de çeşitli fakültelerde dersler vermek için bulunmuştur. Hayatını Fransa’da BM’nin verdiği bir kart ile geçirmiş, Türkiye’den de vatandaşlık teklifleri kendisine gönderildiği halde vatanının işgaline teslim olmadığını hiçbir ülkenin vatandaşlığına girmemek ve “vatansız” kalmak ile göstermiştir. Bir İslam âliminin işgaller ve haksızlıklar karşısında eğilmeyen ve tek kişilik gerçekleştirdiği ömürlük bir boykot ile verdiği temsil mücadelesidir bu… Hoca’nın Arapçaya olan sevgisi de malumdur. Biliyoruz ki kendisi Arapçayı ana dili olarak kabul eder, bir konuşmayı Arapça yapacaksa muhakkak bu hususa dikkat çeker, Ahzab Suresi’nin 6. ayetini de okumadan geçmezmiş. “Size annelerinizin diliyle hitap edeceğim”. Nitekim Arapça Rasulullah (s.a.v) Efendimiz’in ve sevgili eşlerinin konuştukları dildir. Rasulullah’ın EDEPBÜLTEN 36 (s.a.v) eşleri bütün mü’minlerin anneleridir. O halde annemizin dili bizim dilimizdir” dermiş. Hoca’nın eserlerinden telif bedeli almadığını, bu ücretin kitap satım fiyatlarından düşülmesini istediğini de öğreniyoruz. Bazı devletlerden ödüller, bir takım nişaneler almış; ancak maddi nitelikli olanları kabul etmemiştir. Eserleri arasında en çok tanınanı, kendisinin ifadesiyle fıkha yönelik çalışmalarına bir hazırlık aşaması oluşturan “İslam Peygamberi” isimli kitabıdır. Büyük iltifat görmüş olan bu eser Muhammed Hamidulah’ın “İslami ilimler”e yaklaşımının bütüncüllüğünün bir yansıması da sayılabilir. İsmail Kara’nın Hamidullah ile yaşadığı şu hadise de dikkati şayandır. İsmail Kara, Muhammed Hamidullah’ın kitaplarının bir kısmını Türkçeye tercüme eden Macit Yaşaroğlu’ndan kendisi adına Hoca’dan imzalı bir Fransızca Kuran tercümesi istemesini rica eder. Beklenen meal gelir; ama imzasızdır. Zira Hamidulah Hoca kitabın beraberindeki bir mektupta Kur’an’ın kendisinin değil Allah’ın kitabı olduğunu, bu sebeple onu imzalayamayacağını ifade eder. İsmail Kara, Muhammed Hamidullah’tan imzalı bir kitap elde etme fırsatını kaçırdığı için hayıflandığını zikreder hatıratında. Hoca’nın fotoğraf çekilmekten hoşlanmadığı ve zaruri durumlar haricinde kaçındığı da bilinmektedir. Bazı fotoğraflarda el sallıyormuş gibi görülmesi de bu sebepledir. İlmi meseleler dışında az konuşmakta ve az yemeği tercih etmektedir. Bol çeşitli yiyeceklerin bulunduğu sofralarda dahi az bir miktarla; bazılarında yarım tas çorba, bazılarında ise birazcık yoğurt ile iktifa ettiği de anlatılmakta, bir toplantı ya da sözleşmesi var ise tam belirlenen vakitte orada olduğu, beklediği ama bekletmediği söylenmektedir. Muhammed Hamidullah Hoca hakkında talebelerinden öğrendiğimiz, okuduğumuz, dinlediğimiz kadarıyla Müslüman duruşun ve ilmin bir şahsiyette nasıl akis bulduğunu gösteren birkaç ipucunu yakalamış olduk. İpuçlarını takip edip kaynağa gitmek, kaynaktan beslenerek filizlenmek gerek… BÜLTEN 2014 YAZ Nazife Şişman, Günün Kısa Tarihi, İstanbul, İstanbul, Timaş Yayınları, 2013 Şeymanur Ekren Mehmed Yağcı hocamız “tatil katildir” derdi hep. Biz de Arapça’yla dolu bir yazımız olsun, okullar hazır tatile girmişken, vaktimizi “Öyleyse, bir işi bitirince diğerine giriş” (İnşirah 7) düsturunca değerlendirelim istemiştik. Nihayetinde EDEP gibi bir ortam nasip oldu, çok şükür. Beklediğimizden de yoğun geçen ilk haftanın sonunda, haftanın son dersini Nazife Şişman hocamızla kitap tahlili şeklinde yapacağımızı öğrendiğimizde, aklımızda bir yanda haftanın yorgunluğu olmasına rağmen diğer yanda bu yorgunluğu atmanın en iyi yolunun böyle farklı bir derse girişmek olduğu düşüncesi vardı. ler” ve “Seyirlik Dünya” başlıklarının altında bir çok alt başlıkla, geçmişte yaşanmış bir kaç küçük olay veya hal tahlili giriş mahiyetinde veriliyor ve sonrasında esas konuya giriliyor. Altbaşlıkların ana teması ise, modern insanın ancak günümüz dünyasını tanıyarak bu yapay atmosferin dışına çıkabileceği ve modernle geçmiş arasındaki yüzleşmede Hak’ka yönelip, kabukla değil özle ilgilenenlerden olabileceği gerçeği. Bu gerçeği vurgulamak için de yazar, teknolojik gelişmelerden, ibadet anlayışımızdaki değişimlere; evlilik anlayışımızdan hayallerimize kadar pek çok konuda alışılmışın dışına çıkıp sorular soruyor ve sormamıza vesile oluyor. Tüm bu sorgulamalar Ve nitekim Edep yaz prograise temelde, bilfiil tecrübe etmı boyunca Nazife hocamızla tiğimiz, hangi yaşta olursak çeşitli tahliller yapma şansını olalım yetişmeye çoğunlukla Kitapta “Ambalajlı Mutluluk”, yakaladık. Şans diyorum zira güç yetiremediğimiz, çağımı“Seküler Hayaller” ve “Sekendisinin günümüzdeki hızlı zın en önemli özelliklerinden değişime bakış açısı, modern yirlik Dünya” başlıklarının biri olan “hızlı değişim”le ve bu insanı ve bu insanın duygu ve altında bir çok alt başlıkla, değişimin sonucu olarak “hayabeklentilerini sorgulayış şekli, geçmişte yaşanmış bir kaç tın verilmiş bir mühlet olduğu” bize de sıradanlaştırdığımız küçük olay veya hal tahlili gerçeğinden uzaklaşan “moiçin çoğunlukla fark edemedigiriş mahiyetinde veriliyor dern insan”la alakalı. Hiç şüpğimiz modern hayatın mantave sonrasında esas konuya hesiz, bu altbaşlıkların bir kaçı litesini sorgulayarak günümügiriliyor. üzerinden konuşursak, yazarın zü daha iyi anlama çabamızda varmak istediği nokta daha iyi yardımcı oldu. Okuduğumuz anlaşılacaktır. ve üstüne konuştuğumuz kitaplardan biri de kendi yazmış olduğu “Günün Kısa Tarihi” kitaYazar kitaba anneannesin “biz hiç fakirlik çekbı idi…Biz de gelin kısa bir yolculuk yapalım. medik” sözüyle başlayarak, günümüz insanının Kitapta “Ambalajlı Mutluluk”, “Seküler Hayalyoksulluk ve yoksunluk algısına değiniyor. Bir EDEPBÜLTEN 37 BÜLTEN 2014 YAZ diğer ifadeyle her zaman izafi olan yoksulluk algısına ek olarak çağımızda, zenginliğin görselleşmesi ve seyirlik hale getirilmesiyle modern insanın yoksunluk hissiyatının beslendiği, bunun da insanın kanaat dengesini bozduğu gerçeğine parmak basıyor. Tabi kanaat gibi bir zenginliği kaybeden insanoğlunu tatmin edecek hiçbir zenginlik kalmıyor. kisinin yerine bir şey koyamayan modern hayattan bahsediyor. İlerleyen sayfalarda yazar, çağımız insanına artık mutluluğun anahtarının bile satıldığından, eskiden en büyük erdemlerden sayılan “çalışma”nın yerini en büyük başarı sayılan “eğlenme”ye bıraktığından, tüketimin artması sonucu insanın eşyaya bakışının değişmesinden, bilimsel gelişmelerle birlikte ötenazi, kürtaj, klonlama gibi yaklaşımlarda ortaya çıkan insanın bedenine dair hakimiyet iddiasından, geleneksel toplumlarda aşk, evlilikle meşruiyet kazanırken günümüzde evliliklerin aşkla meşrulaştırılmasından ve genel olarak da dinin yıkılan “iyi hayat” telak- Sözümüzü kitapta değinilen hayat ve ölüm tasavvuruna dair Nazife hocamızın verdiği bir misalle sonlandıralım: EDEPBÜLTEN 38 “Bunlar benim de soru işaretlerimden bazıları” diyen arkadaşlarımız için kitabı alıp okumak elzemdir. Bizim kadar kısmetlilerse belki Nazife hocayı bulup onunla sohbet etme şansını da yakalarlar. Güzel insanlarla karşılaşmamızı nasip eden Rabb’imize hamdolsun. “Ömer bin Abdulaziz, hilafet yükünü omuzladığında, “makam”ının “yer”ini unutturmaması için kendisine bir hatırlatıcı tayin eder. Her gün “Ey müminlerin emiri, senden büyük Allah var!” der bu görevli. Ta ki halifenin sakalına ak düşünceye dek. Sakala düşen ak, hatırlatıcılık görevini devralır: insan acizdir, dünya fanidir, ölüm haktır. Ölmezden evvel ölümü hatırlamak, “yer”ini bilmek için kafidir.” Prof. Dr. Recep Şentürk Zeynep Büşra Usman ‘Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslamiyeti öğreniniz ve ona uygun yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler peşinde, oyun ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz.’ buyuran İmamı Rabbani (ks)’nin öğüdünü şiar edindik ve gençliğimizin en güzel yazını EDEP’te geçirdik. Bizlere teneffüs imkanı sağlayan derslerden biri de Prof. Recep Şentürk Hocamız ile yaptığımız Mektubat okumaları idi. İmamı Rabbani Hazretleri sıcak yaz günlerinde gönüllerimize derin tasavvuf anlayışıyla adeta su serpti. Mektubat Okumaları dersimiz, bizlere yolumuzun, yarış bittikten sonrada koşacağım diyenlerin yolu olduğunu ve bu yolda mütesahilliğin fayda vermeyeceğini öğretti. İhsan ve itkânın her daim birlikte bulunması gerektiğini, ilme küllünü vermeyenin ilmin cüzünden elde edemeyeceği gerçeğini Recep Şentürk Hocamızın tecrübeleriyle bir kez daha hatırlattı. Hazretin Seyyid şeyh Ferid’e gönderdiği mektupların biri mesela insanların en iyisi olan Muhammed (sav)’i methetmenin ve onun ümmeti oluşumuzun kıymetini anlamamız gerekliliği hakkında idi. Bir Arabî beyt tercümesinde; ‘Muhammed aleyhisselamı medh edemiyorum, onunla yazılarımı kıymetlendiriyorum’ dendiği gibi, bizlerde dersimizde Efendimiz’i belki gereğince methedemedik ancak derslerimizi O’nu (as) anmaya ve anlamaya çalışmakla bereketli hale getirebildik. Seyyid Mahmud’a yazdığı diğer bir mektubunda ise İmam Rabbani ‘Günah işlese de, çekilmez hesaba böyle bir Seyidin izindeki kimse’ şiarıyla yola çıkmış olan ehli sünnet ve’l cemaat büyüklerine tabi olanın yolunu kaybetmeksizin sülukunu tamamlayacağını söylüyordu. Ben de naçizane kendi seyri sülukumda, halde ve kalde edebi nasihat eden tüm Ehli İslam’a ve bu Ehli İslam’ın yolunu edeple, Edep’te öğreten tüm hocalarımıza, hasseten ‘Hizmetteki edep hizmetten daha üstündür’ şiarıyla yola çıkmış olan Recep Şentürk Hocamıza ve üzerimizde emeği geçen -görünen ve görünmeyen- tüm EDEP kahramanlarına teşekkürü borç bilirim. EDEPBÜLTEN 39 BÜLTEN 2014 YAZ Mektubat-ı Rabbanî Dersleri BÜLTEN 2014 YAZ Safahat Okumaları Sevinç Akay, Ayşegül Gündoğan Medrese geleneği ve akademiyi birleştiren bir eğitim vermek gibi büyük bir amaçla yola çıkan EDEP’te bu amaça yakışan bir amel olarak Yaz Programı’nda Safahat okumalarını müdür yardımcımız Betül Tarakçı moderatörlüğünde başlattık. Mehmet Akif ’in 1911-1933 yılları arasında tamamladığı yedi şiir kitabından oluşan Safahat adlı nadide eserinden Fatih Camii isimli şiirini, orijinal metninden okuyarak tahlil etme zevkini tadımlık da olsa yaşadık. İlkokuldan üniversiteye, Mehmet Akif ’in İstiklal Marşı’ndan başka bir eserini gündemine almayan eğitim sistemimizin azizliğine uğrayan birçoğumuz, en gözde üniversitelerimizden Boğaziçi’nde bile adı neredeyse hiç anılmayan Akif ’in Safahat’ıyla EDEP’te meşgul olma fırsatını yakalamıştık. EDEPBÜLTEN 40 Betül Hoca’mız ve master tezini Safahat üzerine yazmış olan Demet Koçyiğit arkadaşımızın diliçi çeviri ve tahlilleriyle Fatih Camii şiirinin manasına erişmeye çalışırken, bunu Akif ’in de doğduğu yer olan Fatih’te, EDEP’in güzide mekanı Hırka-i Şerif Muhafız Konağı’nda yapıyor olmak bize farklı bir heyecan kattı. Akif ’in kelime olarak “hayatın değişik yüzleri, görünümleri” anlamına gelen Safahat isimli eseri, yaşadığı devrin sosyal-siyasi yapısını teferruatlarıyla göstermenin yanında eşsiz bir edebi incelikle donatılmıştır. Eserde devrindeki hemen hemen her şeyin şairin engin görüş ve duyuş sahnesinden bütün ifade araçlarıyla tasvir edilmesinin ilk örneği Fatih Camii şiiridir. Akif, şiirde mezkur mabedi ince benzetmeler ve BÜLTEN 2014 YAZ coşkulu bir anlatımla tasvir etmenin yanı sıra lirik üslubunu hikaye edici anlatımla birleştirerek okuyucuya yani bizlere camideki ibadet tecrübesini ve bu tecrübenin doğurduğu huşuyu etkili bir şekilde aktarmayı başarır. Bu eşsiz aktarımdan bir pay almaya çabalarken bizler, duvarında asılı bulunduğu şiiri bir kere de ismini aldığı Fatih Camii’nde, bütün haşmetiyle cami duvarını süsleyen, Kabe tasvirli tarihi tablonun karşısında okuyarak, şiirin manasından alacağımız huşunun en yüksek derecelerine varmayı arzulamıştık. Kimbilir belki de bu arzumuzu o ulvi mabedte Akif ’in yaklaşan ölüm yıldönümünde sabah namazına müteakiben gerçekleştirmek ve onu şiirleriyle layık olduğu şekilde andıktan sonra Edirnekapı Mezarlığı’nda bulunan kabrini ziyaret ederek ona olan gönül borcumuzu bir nebze olsun ödemek nasip olur. Bu arzumuzdan sonra sözü, Akif ’in Dokusunda Akif’in savrulmuş hatıraları bulunan Fatih semtinde, gördük ki doğduğu evin yerine ruhsuz bir apartman dikilmiş, kapısına harflerinin dökülmeye yüz tuttuğu ufak bir tabela asılmıştı. Belediyeye verdiğimiz ses akis buldu, harflere can geldi. Bize düşenin Safahat’i ete kemiğe büründürmek olduğunu hayıflanarak farkettik. Sizler de Sarıgüzel’e gittiğinizde Akif’i İstiklal Şairi yapan ilmin, mücadelenin ve merhametin rüzgarını hissedin ve bir Fatiha okuyun istedik! mezkur şiirinde cami için kullandığı teşbihli beyitiyle ve o teşbihin EDEP şahsında dahi vücud bulması niyazıyla nihayete erdirelim… Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır, Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr. (Evet, bir kalbdir o, coşkulu bir aşık kalbi, Ki içinden çıkıp yükselir her dem bin zikir feryadı) EDEPBÜLTEN 41 BÜLTEN 2014 YAZ Türkiye’de Entelektüel Müslüman Kadının Kendilik Algısı Üzerine Bir Sunumun Anatomisi Şule Albayrak Esra Albayrak ve Şule Albayrak’ın ASR’nin 76. toplantısında sundukları tebliğler Türkiye’nin son dönemdeki serencamını göz önüne sermesi açısından ilgi çekiciydi. California-Berkeley Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayan Esra Albayrak ‘ın ‘Morticians or Simply Devout Muslims: A Sociological Analysis of Turkey’s Imam-Hatip Schools’ başlıklı bir konuşma yaptığı toplantıda Şule Albayrak’ın nelerden bahsettiğini gelin kendisinden dinleyelim. 13-15 Ağustos 2014 tarihleri arasında ABD, San Francisco’da düzenlenen Amerikan Sosyoloji Derneği’nin (ASR) yıllık kongresinde sunduğum bildiri Türkiye’deki Entelektüel Müslüman Kadınların Kendilik Algısı: Tartışmalı Bir Kamusal Alanın Yeni Aktörleri (Self Identification of Intellectual Muslim Women in Turkey: New Actors in a Contested Public Sphere) başlığını taşıdı. Üniversite mezunu olup profesyonel hayatın içinde yer alan ve biri dışında tümü başörtülü olan 13 kadınla derinlemesine mülakat tekniğiyle yaptığım araştırmanın sonuçlarını paylaşEDEPBÜLTEN 42 tığım bildiride, kamusal hayatın içinde yer alan Müslüman kadınlara yönelik “fundamentalist”, “İslamcı” ve “feminist” tanımlamalarının kadınlar açısından geçerliliğini ve uygunluğunu değerlendirmeye çalıştım. Gerek ülkemizde gerekse dünyanın bir çok yerinde kamusal alanda var olan ya da var olma çabası içinde olan Müslüman kadınlar, bir takım tanımlama ve yakıştırmalarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Çalışmamın temel sorusu bu tanımlamaların söz konusu kadınlar tarafından BÜLTEN 2014 YAZ benimsenip benimsenmediği, dahası entelektüel Müslüman kadınların kendilerine dair görüşlerinin ne olduğu idi. Zihnimde önceden beri yer almakta olan bu sorunun bir çalışmaya tahvil edilmesi ise yine ASR’de önceki yıl bildiri sunan bir Amerikalı akademisyenin sunumu vesilesiyle oldu. Kuveyt’te İslami Feminizm başlıklı bir kitap yazan akademisyen, konuşması sırasında “Aslında Kuveytli kadınlar kendileri için feminist ifadesini kabul etmediler ama ben onları feminist olarak tanımlıyorum” demesi sosyal bilimler çalışmalarındaki metodolojik yaklaşım hatalarının özellikle Doğu toplumları söz konusu olduğunda nasıl da görmezden gelindiğini benim açımdan teyit etmiş oldu. İşte bu hadise, Müslüman kadınların kendilerine yönelik tanımlamalara dair görüşlerini konu edinen bir çalışma yapmam konusunda beni teşvik etti. Feminist, İslamcı ve fundamentalist kavramlarına dair görüşler etrafında şekillenen çalışmamın sonuçları içinde öncelikle belirtilmesi gereken nokta mülakata katılan Müslüman kadınların fundamentalizm tanımlamasını direk ve tereddütsüz reddedişleridir. Bu tümden karşı çıkışın temel nedeni ise ne fundamentalizmin geleneği dışlayan tavrı ne de kökeninin Protestan bir topluma dayanıyor olmasıdır. Temel neden fundamentalizmin Müslümanlarla ilişkilendirildiği hemen her durumda şiddetten bahsedilmesidir. İkinci olarak her ne kadar birçoğu feminist yakıştırmasına maruz kalsa da (kimisi reçel yapamadığı için, kimisi okumayı yazmayı sevdiği için kimisi ise eşinden ayrı bir ilgi ve beceri alanına sahip olduğu için) bu tanımlama da kadınların büyük çoğunluğunca reddedilmiştir. Mülakata katılan kadınların sadece ikisi kendilerini feminist olarak tanımlamışlardır. Son olarak belirtilmesi gereken bulgu, Müslüman kadınların İslamcılıkla olan ilişkisinin beklediğim düzeyden daha düşük olduğudur. Yalnızca 5 kadın kendini İslamcı olarak tanımlarken çoğu bireyselleşmiş bir İslamcılık tanımı yapmıştır. Kendini İslamcı olarak tanımlamayan kadınların temel kaygısı ise yine İslamcılığın şiddetle özdeşleştirilmesi ve kamu oyuna yansıtılma biçimi olmuştur. Örneğin biri neden İslamcı olarak tanımlanmak istemediğini söylerken “Muhatabın İslamcılıktan ne anladığı önemli. Dindar bir Müslümanı da anlayabilir, bir el-Kaide üyesini de. İslamcılık çok yüklü ve provakatif bir kelime olduğu için kullanmamayı tercih ediyorum” demiştir. Bununla beraber mülakata katılan kadınlar, kendilerine Müslüman tanımlamasının Allah tarafından verildiğini ve bu haliyle başka bir tanımlamaya ihtiyaç hissetmediklerini belirtmişlerdir. Mülakatlar sırasında bir katılımcı “tanımlamak şiddettir” ifadesini kullanmıştı. Bu ifadenin en sarih örneklerini gerek kendi sosyo-kültürel ortamlarında gerek seküler çevrelerde ve gerekse uluslararası platformlarda sürekli tanımlanan ve muhayyel tanımlarla üzerlerine hüküm bina edilen kadınlarla konuşurken gördüğümü belirtmek isterim. Zaten uzunca bir süre Müslüman kadınların kamusal alandan dışlanmaları tam da bu muhayyel tanımlamalar üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmıştı. EDEPBÜLTEN 43 BÜLTEN 2014 YAZ EDEP Yurdu Denince… Sevdenur Köse Edep... Müeddebîne dahil olma gayreti... Ortak gayeleri, ortak hayalleri, ortak dertleri olan güzel insanların buluşma noktası. Koşturmacayla geçen o bir buçuk ayı düşününce aklıma ilk gelen ruha ferahlık veren bir tütsü kokusu...Rüya gibi, hayal gibi geliyor hala ve tam manasıyla burnumda tütüyor! Maddi manevi sıpsıcak pek sevgili, şirin yurdumuz :) Yazın hararetinden değil, yanılmayın sakın, sakinlerinin kalplerinden gelir o hararet! İlim aşkı, merhamet yoğunluğu, hayırda yarışma telaşı, tevazu derinliği ısıtmıştır kalplerini bu yurdun sakinlerinin. Çevrelerine huzur ve nur yayarlar, görenlere Allah’ı hatırlatırlar, tebessüm huylarıdır, samimiyet fıtratları... Başka ne gelir aklıma edep hülyalarıma dalınca? EDEP idaresinin durmak yorulmak bilmeyen hizmet aşkı, sadakati, istikrarı. Fedakarlık, diğergamlık, vefa ve daha nice edeb ü erkanı insan olmanın... Hızlı adımlarla kol kola dergaha gitme aşkı, meşki, pazartesi perşembenin heyecanı... Hocalarımız, ilim halkalarımız, edebi sohbetlerimiz, tatlı münakaşalarımız gelir aklıma bir de, sınav heyecanları, hadis ezberleme telaşları, birlikte öğrenmelerimiz... Fıkıhta sular kuyular, temizlenme için sayılan kovalar, baş baş hayvanlar, sünnetler vacipler farzlar... Arapça’nın belini nasıl da kırdığımı hatırlayıp utandığımda kıymetli hocamın tebessümü belirir de rahatlarım :) Yurt sohbetleri gelir aklıma sonra, çay fasılları, Fatih’i keşfetmelerimiz, gerçekleştiremediğimiz piknik hayallerimiz, sabah namazı maceralarımız, bizi doyuran Yasemin ablamızın kocaman kalbi... Anlatmak zor, kelimeler kifayetsiz... Dileyen kapısını tıklatıversin Edebimizin, bir huzurlu merhaba ve sıcak çay karşılayacaktır sizi, varın kendiniz keşfedin... EDEPBÜLTEN 44 BÜLTEN 2014 YAZ Yabancı Misafirlerimiz İlk misafirimiz Hartford Seminary’den Yrd. Doç. Feryal Salem idi. Annesi Türk olan Feryal Hanım’ın kusursuz telaffuzunu duymak şaşırttı beni önce. Yürümeyi sevdiğini söyleyince kendisini Sabetay mezarlığından sonra Selami Ali Efendi mahallesinden aşırarak götürdüm Atik Valide Külliyesi’ne. ‘Taksi tutsak iyi olur’ deyince Mimar Sinan’ın üç yüzyıllık minarelerini gösterdim ona karşı tepeden neredeyse geldiğimizi işaret etmek için. Tabi İstanbul yedi tepe, Connecticut’a benzemez! Kendisi ile önce İSM’yi(İlimler ve Sanatlar Merkezi), sonra İSAR’ı (İstanbul Araştırma ve Eğitim Vakfı), ertesi gün de EDEP’i gezdik. Neredeyse gözleri dolu ‘Amerika’da bizim böyle yerler kurmamız için senelerin geçmesi gerekli, inşallah günün birinde…’ demekten kendini alamadı. Meryem Sheibani de henüz sıralar bile yokken Edep’in ilk öğrencisi oldu. Ottowa doğumlu Sheibani her ikisi de Carleton Üniversitesi’nde olmak üzere lisansını Public Affairs and Policy Management bölümünde, yüksek lisansını Legal Studies’te tamamladı. Harvard ve Princeton’dan kabul alan Meryem doktorasına Chicago Üniversitesi’nde İslam düşüncesi alanında başlamayı tercih etti. Aynı zamanda Kanada’daki en prestijli kurumlardan biri olan SSHRC’den doktora süreci boyunca kabul almıştır. İlk Skype görüşmemizde heyecanı sesinden okunuyordu. Recep Bey kendisine Edep’ten bahsedince Chicago Üniversitesi’nde aldığı Türkçe’sini geliştirmek ve İslam Hukuku alanındaki çalışmalarını desteklemek için üç ayını Hırka-i Şerif ’te geçirmeyi koymuştu aklına. Uzun sıcak Ramazan günlerinde bazen yolumuzu kaybederek Medit’teki derslere koşturuyor, bazen Tophane Kadiri Yokuşu’nda keşfe çıkıyor, bazen de Türk-Arap damak tadlarımıza yenisini ekliyorduk. Kimi zaman da in cinin top oynadığı yurtta açıyorduk iftarımızı. O benim mercimek çorbama bayılıyordu, ben onun Kanada yapımı mapple şuruplu pancake’ine. Bir haftalığına gittiği İspanya’dan yolladığı ‘La Ğalibe İllallah’ yazılı kartpostallar ve turunç kokulu sabunlar odamı süslüyor. Kendisinden söz aldım bile doktora tezinin ilk sunumunu Edep’te yapacağına dair. Tezveren Hazretleri’nin himmetiyle çabucak bitmesi temennimizdir! Yaz programının sonuna doğru Rıhla grubu uğradı Edep’e Meryem’in mihmandarlığında. O sırada dinlediğim merhum Nezih Uzel’in ilahileri ayaklarının tozuyla döndükleri Konya’dan getirdikleri ulvi esintileri ziyadeleştirmişti. Mahasin Muhsin California’da İslami İlimler Fakültesi’ne denk olan Zeytuna College’ın Şeyh Hamza liderliğindeki Rıhla grubuna katılmıştı. Eyüp’deki bir akşam yemeğinde diğer hocalarla birlikte Mahasin’in İstanbul’da kalması kararı alınmıştı bile. Bize de ‘baş göz üstüne’ demek düştü. FSM Vakıf Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nde misafir öğrenci olarak bulunan Mahasin Tömer’de Türkçe kursuna devam etmekte, bir yandan da yeni hocamız Alaa AlGhazawi’nin Arapça derslerine devam etmektedir. İslam Hukuku alanında Hanefi okulunun kökeni ve oluşum sürecine dair çalışmalara katkı yapmayı planlamaktadır. Bakalım başka kimler uğrayıp soluklanacak bu âb-ı hayat sunan çeşmede! EDEPBÜLTEN 45 BÜLTEN 2014 YAZ Veda Zamanı... Ayşe Büşra Tüzgen EDEP altı haftalık yaz programından çok daha önce başlamıştı benim için. Recep Şentürk Hocamızla yaklaşık dört yıl önce Şam-ı Şerif ’te tanışmış ve bu günlerin hayalini kurmuştuk. Derken o günleri görmek nasip oldu ve hayallerden çok daha güzel bir tablonun içinde buldum kendimi. Denildi ki, “Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek hırkasının muhafızlarının konağına bekliyoruz sizleri, sünnet-i seniyyeyi ihya niyeti ile gelin, yolunuz açık olsun. Dualarımız sizinle.” Bismillah dedik çıktık yola. İsmiyle müsemma olabilmemiz için “ilim öğrenme edebi” ile ilk günden başladık derslere: ihlas, ilim ile amel ve ilmi gelecek nesillere nakletme. Birbirinden kıymetli hocalarımızla Arapça, Fıkıh, İslami ilimlere giriş, Kıraat, Mektubat okumaları derslerinin ardından farklı alanlardan birçok konuşmacının haftalık seminerleri bizleri dinlendirdi. Tez sunumları ve Nazife Şişman Hocamız ile kitap tahlilleri ise haftanın en çok beklenen saatleri idi sanırım. Üzerinde titizEDEPBÜLTEN 46 likle çalışıldığı belli olan, çok emek verilmiş bir yaz programıydı, elhamdulillah. Ve bu uğraşları boşa çıkarmama bilinciyle hareket eden, ‘Sadece onunla tanışmak için gelinirmiş’ diyebileceğim birçok arkadaşla vakit geçirmek de diğer bir ayrıcalıktı. Bu güzel atmosfer içinde altı hafta nasıl geçti, ben pek anlayamadım. Böyle kısa bir süre zarfında aramızda oluşan güçlü bağlar zannediyorum o ortamın bereketiydi, ve son günde de gözlerimiz bu manevi birliktelikten yaşardı. Sibel Eraslan Hocamızın da teşrif ettiği, belgelerimizi takdim edip çokça hayır duada bulunduğu kapanış programıyla Edep’e şimdilik veda ettik. Perde arkasında emeği geçen herkese ve tüm hocalarımıza; ama hassaten her türlü ihtiyacımızla, dertlerimizle ilgilenen, Edep’e attığımız ilk adımda bizi güleryüzüyle karşılayan Betül Tarakçı ablamıza çok teşekkür ederim. Onun da hep bahsettiği gibi “Kubbede kalan hoş sada” oldu bu günler bizler için. BÜLTEN 2014 YAZ Son Söz Uzun redd-i miraslara katlanmak zorunda kalıp bir kısmıysa yüksek lisans ve doktora öğrencisi yok sayılmış Muhafız Konağı, arkasına yerlerin olan genç kızlarımızın ilim ve irfanı birleştiren ve göklerin ordularını almış Edep talebeleri taihtisas programından mezuniyetleri günüydü. rafından ihya edilecekti artık Sibel Eraslan’ın İslami ilimler, sosyal bilimler, dil eğitimi yanı deyimiyle. Yaşadığı yoksunluksıra edep ve takva eğitimi dersların kendisini nasıl kadın tarihi leri de görmüşler. Adabı muaçalışmalarına yönlendirdiğine deşeret, ahlak, tezkiye ve sosyal Edep talebeleri altı haftalık yoğun progğinen Sibel Hanım konuşmasında sorumluluk gibi başlıklarıyla ramın ardından şehaEfendimiz’in ‘cennet kadınlarının “edep” kürsüsü çok dikkat detnamelerini Sibel sultanları’ dediği Hz. Asiye, Merçekiciydi. Sürekli bahsettiEraslan ve Kur’an-ı Kerim hocamız Fatyem, Hatice ve Fatıma anneleriğimiz medeniyet tasavvuruma Aliye Kaya’nın mizin ruh benzeşimlerinin farkına nun artık söz olmaktan çıkıp, elinden aldılar. Fatma varmamızı istedi bizden. 1903 İshayatiyet bulması gerekiyor. hocamız talebelerine hediye kabilinden tanbul doğumlu anneannesi ZeyAralarındayken, size Hz.MuGazalî’nin Munnep Hanım’ın Osmanlıca mekhammed’in (s) kokusunu taşıkız’larından atmıştı terkisine. Kendisi tuplarını zamanında okuyamamış yacak edepli, latif gençlerden Arapça ufak bir piyes olmak kaybolmuş hikmeti bulma bahsediyorum. Şehadetnamehazırlatmış, aşır tiladerdini salmıştı içine. Bizlere de lerini aldıkları hocalarının, eğilip veti ve ilahilerle programı zenginleştirmiş, bu yüzyıllık kopukluğu ilmek ellerini öpen öğretim üyeleri, doyumsuz bir hatim ilmek dokuyarak ve dahi ilmi, doktor mühendis adayları, hafız duasıyla da taçlandırdirenci, sadakati, birri dirilterek sosyologlar, psikologlar, gencemıştı kapanışımızı. emaneti hakkıyla taşımamızı salık cik Kur’an öğreticileri görmek, verdi, hakla batılın ayrıldığı yolda. ölsem de gam yemem dedirtiyor Ve bir hafta sonra şunları yazdı köşesinde: insana. Ve edep! İlla edep... Ne de çok yakışıyor gençlere... ‘Cuma günü Prof. Recep Şentürk’ün EDEP’li (Eğitime Destek Programları Merkezi) taleGüneş gibi parlıyorlar, bir ayet gibi yazılıbeleriyle birlikteydim. Bir kısmı üniversiteli yorlar hayatın içine...’ EDEPBÜLTEN 47 Eğitime Destek Programları Merkezi Hırka-i Şerif Mah. Akseki Camii Sk. No:1 Fatih/İstanbul (Hırka-i Şerif Camii yanı - Muhafız Konağı) www.edepmerkezi.org • bilgi@edepmerkezi.org /EdepMerkezi /EdepMerkezi Tel: 0212 532 04 08 Faks: 0212 532 04 07 EDEP Türgev bünyesinde hizmet veren bir kuruluştur