EDEP Yaz Programı Başarıyla Tamamlandı

advertisement
Edeple gelen, lütufla gider!..
EDEP Yaz Programı Başarıyla Tamamlandı
EDEP Yaz Programı, 120 öğrenci içerisinden çeşitli üniversitelerin farklı bölümlerinde eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdüren 40 öğrenci ile 4
Ağustos-12 Eylül 2014 tarihleri arasında başarıyla
tamamlanmıştır. Zikredilen tarihleri kapsayan altı
haftalık yaz programı çerçevesinde öğrenciler farklı
seviyelerde Klasik Arapça seminerlerini, Muhammet Emin Kılıç; Modern Arapça seminerlerini, Zeynep Taşkın, Esma Sağ Şencal ve
Rissam Sreiwel; İslami İlimlere Giriş seminerlerini, Mürteza Bedir; Fıkıh seminerlerini, Sümeyye Sarıtaş; Hadis seminerlerini
Rahile Kızılkaya Yılmaz; Kur’an seminerlerini, Fatma Aliye Kaya, Firkat Işık ve Ayşegül Işık; Mektubat seminerlerini ise Recep Şentürk gibi alanında
yetkin hocalardan almışlardır. Yaz programı sadece
seminerlerle sınırlı kalmamış haftalık düzenlenen
ve Nazife Şişman tarafından yürütülen kitap müzakereleri; Zekeriya Güler, Mehmet Yağcı, Necmettin Kızılkaya, Berat Açıl, Ahmet Karakaya ve
Recep Şentürk’ün vermiş olduğu konferanslar ve yüksek lisans/doktora tez sunumları
ile zenginleştirilerek öğrencilerin istifadesine sunulmuştur.
Eğitime Destek Programları Merkezi
Center for Excellence in Education
‫معهد للﺘفوﻕ العلمي‬
YAZ 2014 YIL:1 SAYI:1
Editör: Betül Tarakçı
Yayın Kurulu: Sümeyye Sarıtaş, Sevinç Akay, Saliha Çelenlioğlu
Adres: Hırka-i Şerif Mah. Akseki Camii Sk. No:1 Fatih/İstanbul (Hırka-i Şerif Camii yanı - Muhafız Konağı) www.edepmerkezi.org • bilgi@edepmerkezi.org
Tel: 0212 532 04 08 Faks: 0212 532 04 07
Baskı&Cilt: Limit Ofset: Litros Yolu 2. Matbacılar Sit. ZA13 Topkapı - Zeytinburnu / İstanbul • Tel: +90 216 212 567 45 35
Yılda iki sayı olarak yayınlanır.
Ücretsizdir.
Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir.
Editörden
Seneler önce zihne, gönle ve dahi Nurbanu Sultan’ın himayesinde,
Atik Valide sırtlarına atılmış tohumların filizlenip boy vermesiyle
oluşmuştu aslında EDEP. Halkanın zincirleri büyüyecek, eskiler
yenilere danişmendlik yapacaktı. Kötü bir rüyadan uyanır gibi bedenen yenilenen Muhafız Konağı’nın ruhen de hayat bulması için
gönül erlerine ihtiyaç vardı. Etraftaki keşmekeşe ve kadir bilmezliğe inat ölmeyip sükunet içinde uyuyan ulemanın varisi olacak ilim
talebelerine. Bu kabiliyeti haiz hanımefendileri bulmaktı bu kez niyetimiz. Hali hazırdaki “boyun eğişin derununda yatan entelektüel
durgunluğu atıp alışkanlıkların yerine bilinçle izlenecek bir hayat”
programının yükünü yükleneceklerdi. Kardeş olacak, kaygıdaş olacak, huzur içinde o büyülü dengeyi yakalayacaklardı. Bu kez Abdülmecid Han’dan destur aldılar.
Sultan’ın Efendimiz’in ‘şanına layık’ yaptırdığı Hırka-i Şerif Camii’nin yanı başındaki Muhafız Konağı’nda hırkanın yeni muhafızları olan Edep talebeleri oturacaktı artık. Alim kişinin zahide nispetle parlayacağını öğrenmişlerdi, tıpkı on dördündeki ayın diğer
yıldızlara üstünlüğü gibi. Verilen sözler kadar tuzaklar da büyüktü,
İbn Arabi’nin Şatranc-ı Urefa’da bahsettiği afaki ve enfüsi tuzaklar!
Kemalden zevale, kötü akıldan pişmanlığa, öfkeden hacalete düşmek gibi. Fakat yola çıkılmışsa bir kere hayat boyu sürecek cehd
ve muhasebeye göğüs gerilmiş demekti. Bize düşen derin ümid ve
heyecanla başlanılan bu mübarek yolculuğa katılanların her daim
yanında olmak ve hayırlı akıbetleri için niyazda bulunmaktı!
EDEP’e Dair... / 4
Recep Şentürk Hocamızla Röportaj / 6
EDEP Eğitim Programı / 10
Klasik ve Modern Arapça / 13
Tez Sunumları / 14
Konferanslar / 19
Kitap Müzakeresi / 32
Mektubat Dersleri / 39
Safahat Okumaları / 40
Yurtdışı İzlenimleri / 42
EDEP Yurdu Denince / 44
Misafir Öğrenciler / 45
Veda Zamanı / 46
BÜLTEN 2014 YAZ
EDEP’e Dair...
EDEP, TÜRGEV (Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) tarafından kurulmuştur. Mart
2014’ten itibaren Prof. Dr. Recep Şentürk’ün başkanlığında Hırka-i Şerif Muhafız Konağı’nda toplanmaya başlamış, eski talebeler yeni fikirleri yoğurarak taşın altına ellerini koyunca günden güne büyümüştür. Koca binanın ardındaki bu ufak topluluğun
‘Gelin tanış olalım’ sözü mucibince serdettikleri tercüme-i halleridir.
Recep Şentürk, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansını yaptıktan sonra, ikinci yüksek
lisansını ve doktorasını Columbia Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde bitirdi. Daha sonra İSAM’da
araştırmacı olarak bulundu. Aynı zamanda Atlanta’da Emory Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde misafir
araştırmacı olarak insan hakları konusunda araştırmalar yaptı. 2005 yılında British Academy’nin davetlisi olarak Oxford Brookes Üniversitesi Sosyal Bilimler ve Hukuk Fakültesi’nde insan hakları konusundaki çalışmalarını yürüttü ve aynı konuda İngiltere’nin çeşitli üniversitelerinde konferanslar verdi.
Halen FSM Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nün müdürüdür.
EDEPBÜLTEN 4
Hüseyin Taşkın, 1975 yılında Alucra Kur’an kursunda hafızlığını tamamladı. 1982 yılında İstanbul
İmam-Hatip Lisesi’nden, 86’da 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Kur’an
kurslarında ve Özel İslami İlimler Lisesi’nde öğreticilik yaptı. Yanı sıra çeşitli şirketlerde yönetim kurulu üyeliği ve yöneticilikte bulundu.
Betül Tarakçı, Üsküdar’da doğdu. Mukadderat eseri girdiği İlahiyat Fakültesi’nde bencileyin ilim halkaları ararken okumanın manası üzerine düşündü. Seyahat etmeyi, uşşak makamında İstanbul’un arka
sokaklarında kain metruk külliyeleri keşfetmeyi ve Hz. İnsan’ı misafir edip kurabiye pişirmeyi sevdi.
‘IV. yy.da Kutsal Ruh’un Dogmalaşmasında Kapadokyalı Babaların Etkisi’ adlı doktora tezini yazacakken yolu Edep’e uğradı.
İşin başından beri akademik yükünü taşıyan Eğitim Koordinatörümüz Nilüfer Kalkan Yorulmaz,
1987 yılında İstanbul’da doğdu. 2009 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun
oldu. 2011 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim
Dalı Hadis Bilim dalında İmam Muhammed’in Kitâbu’l-âsâr’ı ve Rivâyetlerinin Kütüb-i Sitte ile Karşılaştırılması isimli yüksek lisans tezini tamamladı. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı’nda doktora eğitimine başladı ve halen burada eğitimini sürdürmektedir.
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku dalında doktorasına devam eden ve küçük Elif ’e
rağmen bizleri yalnız bırakmayan araştırmacımız Sümeyye Sarıtaş, 1986 yılında İstanbul’da doğdu.
2004 yılında Kadıköy İmam Hatip Lisesi’nden, 2009 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde mezun oldu. 2009 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku alanında yüksek lisans yapmaya hak kazandı. Aynı yıl İSM’nin eğitim programına katıldı. 2011’de “Zürrî Vakıflarda
Kullanılan “Çocukların Çocukları” Lafzının Vâkıfın Kızının Çocuklarını Kapsaması(Hatibzâde,Kemalpaşazâde ve İbn Nüceym’in Risaleleri Bağlamında)” başlıklı çalışmasıyla yüksek lisansını tamamlayıp
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku alanında doktora eğitimine başladı. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Aile Hukukunda Kanunlaştırma Çabaları” başlıklı doktora çalışmasını
sürdürmektedir. 2014 yılında Edep’te araştırmacı olarak göreve başladı. Halen bu kurumda faaliyet
göstermekte olup evli ve bir çocuk annesidir.
Zihnî olarak var olan Edep’in görünür kılınması için ilk olarak Edep broşürlerine ve
yoğun yaz programımızın afişlerine karar verdi bu ekip, uzun uğraşlar sonucu. Bina
tedrisat için hazır hale getirilip hocalarımız da bizleri yalnız bırakmayınca geriye kalan
mülakat yapıp kırk EDEP’liyi seçmek oldu. 19 Ağustos 2014’de yaptığımız mütevazı bir
açılışla yola çıkan bu kervan, bünyesine yeni hocalar ve talebeler alıp her geçen gün
genişlemektedir. Gerisini zaten onlar anlatacaklar!
EDEPBÜLTEN 5
BÜLTEN 2014 YAZ
Edep’in idarî ve tefrişat işlerinden müdürümüz Hüseyin Taşkın ve yardımcısı Betül
Tarakçı sorumludur. Haziran 2014’de Yeşilay’ın binadan çıkışından bu yana bayram
seyran demeden büyük bir emek verilip görenleri hayran bırakacak şekilde donatılmıştır Edep.
BÜLTEN 2014 YAZ
EDEP bir medeniyet
projesidir; kopan ilim,
fikir ve sanat geleneği
zincirimizi yeniden
ihyayı amaçlamaktadır.
“
“
Recep Şentürk hocamızla
hasbihal ettik...
Eskilerden biri olarak talebelerinize üniversite dışında da hamilik yaptığınızı biliyorum. Tecrübelerinizi de katarak Edep
fikrinin olgunlaşıp vücut bulma serüvenini bizimle paylaşmanızı isteriz.
EDEP’te müstakbel alime talebelerimize şu üç
vasfı kazandırmayı hedefliyoruz: ilim, edep, ihsan. İlimle geleneksel ve modern bilimleri, edep
ile beşeri ilişkilerde nebevi ahlakın ve nezaketin
en üst mertebesini, ihsan ile de bir yandan amel
EDEPBÜLTEN 6
ve takvanın en üst seviyesini diğer yandan öğrenilen bilginin karşılık beklemeksizin başkalarıyla paylaşımını kastediyoruz. Bu maksada ulaşmak için üç metot uygulayacağız: talim, terbiye
ve tezkiye. Başarımızı bu üç özelliği talebelerimize ne kadar kazandırabildiğimize bakarak
ölçeceğiz. İnşallah beş yıllık onur programımıza
devam eden talebelerimiz, bu üç vasfı kazanmış
olarak mezun olacaklardır. Vaadimiz budur. Niyetimiz budur. Allah’ın yardımıyla bu vaadimizi
Bunu Doğu’da ve Batı’da elde ettiğim çok farklı
ve zengin tecrübelerime dayanarak söylüyorum. EDEP’in kuruluş felsefesi benim farklı kurum ve coğrafyalardaki öğrenci ve hoca olarak
tecrübe ve gözlemlerimle doğrudan irtibatlıdır.
Ortaokul yıllarımdan başlayarak uzun yıllar
hocalarımdan hususi olarak geleneksel usulde
dersler almaya başladım. Bu dersler bana okuldaki resmi müfredat dışında unutulmuş bir ilim
geleneğimiz olduğunu gösterdi. Bu nedenle bir
yandan Türkiye’de, Mısır’da ve Amerika’da dünyanın en önde gelen üniversitelerinde İslami
ilimler ve sosyoloji alanında akademik eğitimimi sürdürürken, diğer yandan saygın alimlerin
rahle-i tedrisinde geleneksel eğitimimi tamamlayarak unutulmuş ilim geleneğimizle sağlam
bir irtibat kurmaya çalıştım. Bu süreçte şunu
öğrendim ki tek başına akademi bir insanın ihtiyacı olan bilgileri sunmaya yeterli değildir. Başka bir ifadeyle, bir insan ihtiyaç duyduğu tüm
bilgileri akademiden alamaz. Günümüzde Zulcenaheyn (iki kanatlı) alim olmanın yolu geleneksel ve modern bilgiyi usulünce cem etmekten ve sağlam bir temel kazanıp bunlar arasında
köprü kurmaktan geçmektedir.
Daha lise yıllarımdan itibaren, o zamanki İstanbul İmam Hatip Lisesi müdürünün de teşvikiyle,
geleneksel usulde ders vermeye de başladım. Bu
dersleri akşamları ve hafta sonları camilerde ve
evlerde yapıyorduk. O günden bu yana etrafımda
hep hususi ders halkaları oldu. Hocalarımızdan
aldıklarımızı talebelerimize vermeye çalıştık.
Sizinle tanışmamız İSAM’daki ders halkama dahil olmanızla oldu. Üniversitede modern usulde
verilen eğitimin tek başına yeterli olmadığına
inanan öğrenciler ders halkama katılıyordu. Hatta o zamanlar, sayıları kırka yaklaşan bayan öğ-
rencilerimiz olarak, Bacıyân-ı Dil diye bir grup
da oluşturmuştunuz. O günden beri ilişkimiz
devam ediyor çünkü geleneksel usulde hoca-talebe ilişkisi muvakkat değildir, aksine hoca-talebe ilişkisi hususi bir uhuvvet ve muhabbetle
ilelebed devam eder. Ben de, bana hocalarımın
davrandığı gibi, talebelerimi kardeşlerim olarak
İlme küllünü vermeyen
ilmin cüzünü alamaz.
sevdim ve onları Rabbani birer alim olarak yetiştirmeye çalıştım. EDEP’in kuruluşunu uzun
yıllardır tanıdığımız sizin gibi hanım talebelerimizle gerçekleştirmiş olmak bana ayrı bir memnuniyet veriyor. Bir talebe için iyi bir hocaya
sahip olmak ne kadar büyük bir sevinç kaynağı
ise, bir hoca için de iyi talebere sahip olmak o
kadar büyük bir sevinç kaynağıdır.
EDEP genellikle erkek talebelere açık olan ilim
halkalarından istifade edemeyen gayretli kızlarımız ve hanım kardeşlerimiz için kurulmuştur.
EDEP, sadece modern akademik eğitimi yeterli
görmeyen, sıradan bir akademisyen değil bir
‘alime’ olmak isteyen gayretli ve başarılı öğrenciler için eşsiz bir imkan sunmaktadır. EDEP bir
EDEPBÜLTEN 7
BÜLTEN 2014 YAZ
yerine getirme konusunda başarılı olacağımıza
inancım tamdır. İnsan niyetidir; herkese niyet
ettiği verilecektir.
BÜLTEN 2014 YAZ
Alimler peygamberlerin varisleridir. EDEP’li olmanın şartı peygamber varisi olmaya aday olacak gayret, fedakarlık ve çalışma disiplinine sahip olmaktır.
medeniyet projesidir; kopan ilim, fikir ve sanat
geleneği zincirimizi yeniden ihyayı amaçlamaktadır. EDEP İslam alimi deyince bunu sadece
ilahiyatçı olarak görmeyip, hangi alanda olursa
olsun, alanına İslami açıdan bakan herkesi İslam
alimi olarak kabul eden bir yaklaşımdan hareket
etmektedir. İslam’ı ilahiyat fakültelerine hapsetmek laikliği benimsemektir.
EDEP’e bünyesinde yer veren TÜRGEV’e ve
özellikle de bu kuruluş sürecinde benimle beraber heyecanla gayret gösteren ve halen de yardımcılarım olan Esra Albayrak ve Şule Albayrak
hoca hanımlara teşekkür ediyorum.
Fizikî ve akademik şartları açısından bir
ayrıcalık olduğu ortada. Edep’li olmanın
kriterleri nedir peki?
EDEP’li olmanın en önemli şartı tüm hayatını
ilme vakfetmiş olmaktır. İlme küllünü vermeyen ilmin cüzünü alamaz. Bu da ancak, ilim
rütbesinin bütün rütbelerden daha yüksek olduğuna inanmakla ve hayatını o rütbeye ulaşmaya adamakla olur. Alimler peygamberlerin
varisleridir. EDEP’li olmanın şartı peygamber
varisi olmaya aday olacak gayret, fedakarlık ve
çalışma disiplinine sahip olmaktır.
EDEPBÜLTEN 8
Taş üzerine yazı yazmaya çalışarak ilim
tahsil eden alimleri biz ancak kitaplarda
okuyoruz. Fetret devrinin izlerini bizden
daha yoğun yaşamış biri olarak ilim talebesinin üzerine düşen nedir?
İlim talebesine düşen, ilk önce, ihlasla ilim yoluna girmektir. İkinci olarak, ilimde erişilebilecek
en üst mertebeyi hedeflemek ve o mertebeye
erişebilmek için tüm gayretiyle gece gündüz çalışmaktır. Üçüncü olarak, öğrendikleriyle amel
etmektir. İnsanın amel, ahlak ve takvasını geliştirmeye katkı yapmayan bilgi faydasız ilimdir.
Dördüncü olarak, öğrendiklerini maddi hiç bir
karşılık beklemeden Allah rızası için başkalarına öğretmektir. Beşinci olarak, ilmi dünyevi ve
nefsani bir amaç için kullanmamalıdır.
Hocalarının rahle-i tedrisinden geçip
icazet almak birinci hedefleri olacak
Edep talebelerinin. Peki ameli irşad konusunda onları bekleyen ne olacak?
Akademisyen ile alim arasındaki fark şudur ki
alim, ilmî faaliyeti Allah katındaki en efdal ibadet olarak görür. Akademisyen için önemli olan
bilgiye sahip olmaktır; amel etmek akademik
BÜLTEN 2014 YAZ
ilerleme için şart olarak görülmez. İslam eğitiminin amacı ihsan makamına ermiş insan-ı
kamiller yetiştirmektir. Bundan da öte alim, kamil ve mükemmil olmalıdır yani kendisi kemal
sahibi olup başkalarını da kemale erdirebilecek
eğitimi verebilme kabiliyetine sahip olmalıdır.
Kadın olmak ve kadın kalmak üzerine
çokça kafa yorulan şu dönemde Edep
sizce nasıl bir boşluk dolduracak?
İhsan makamına ermiş bir insan-ı kamil olmak,
kamil ve mükemmil bir alim olmak noktasında kadın ve erkek arasında bir fark yoktur. Hz.
Peygamber (SAV)’in varisi olma ve onun miras
bıraktığı ilim mirasından pay alma hakkı sadece
erkeklere has değildir. Nitekim bizim ilim geleneğimizde ilim yolunda erkekler ve kadınlar
birlikte çalışmışlardır. Kadınlar sadece ilimle
uğraşmakla kalmamış, aynı zamanda Bezm-i
Alem Valide Sultan, Atik Valide Sultan, Mihrimah Sultan gibi meşhur örneklerde olduğu gibi
devirlerinin prestijli külliyelerini (o zamanın
önde gelen üniversiteleri) kurmuşlardır.
Maalesef günümüzde bu gelenek kesintiye uğramıştır. Günümüzde zengin hanımlar var ama
üniversite kurmak için parasını harcayan yok.
Bu da kadınların Osmanlı dönemindeki ilim
alanındaki etkin rollerinin, günümüzde gerilediğini göstermektedir. İnşallah EDEP kadınlara,
İslam ilim geleneğini yeniden ihya ederek İslam
medeniyetini yeniden inşa etmede rol oynayabilecek bir donanım kazandıracaktır. Bu donanım sadece bilgi değil; amel, ahlak ve heyacanı
da içerecektir.
Son olarak siz ilim tahsil ederken idealinizin ulaştığı yerler nelerdi ve Edep’lilerin ideali ne üzerine olmalı?
Bir EDEP’li küresel bir alim olmayı ve alanın-
Bir EDEP’li Allah’ın yeryüzünde halifesi olmaya, mürekkebi şehitlerin kanından daha
değerli bir alim olmaya talip
olmalıdır.
da dünyada birinci olmayı hedeflemelidir. Bu
yüzden akademik Arapça ve İngilizceyi en üst
düzeyde bilmesi, başka dünya dillerini de öğrenmesi, kendi alanında dünyadaki en son gelişmeleri takip etmesi ve onlara katkı yapacak bir
donanıma sahip olması son derece önemlidir.
Bir EDEP’li evrensel bir yaklaşımla günümüzde
insanlığın maddi ve manevi tüm dertlerini kendi derdi bilmeli ve onlara İslami bir yaklaşımla
çözüm üretmeye çalışmalıdır. Bir EDEP’li Allah’ın yeryüzünde halifesi olmaya, mürekkebi
şehitlerin kanından daha değerli bir alim olmaya talip olmalıdır. Bu da ilim yolunda i’lây-ı
kelimetullah için bir şehidin yaptığından kat kat
daha büyük fedakarlık yapmakla mümkün olur.
EDEP’i kurmakla TÜRGEV çok önemli bir
hizmet başlatmıştır. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
EDEPBÜLTEN 9
BÜLTEN 2014 YAZ
EDEP EĞİTİM PROGRAMI
EDEP (Eğitime Destek Programları) Merkezi akademik çalışmalarını derinleştirmek isteyen, her alandan lisans ve lisansüstü hanım öğrencileri klasik ve modern ilimleri kapsayan, ilim ve irfanı
birleştiren eğitim programları ile donatarak onlara bilinç ve ahlaki
bir duruş kazandırmayı amaçlar.
Edep’te beş yıl süren Onur programı ve dönemsel yoğun programlarla sahasında uzman hocalar tarafından Arapça dil ve alet
ilimleri eğitimi verilir. Bunun yanı sıra İslami ilimler ve sosyal bilimlerin farklı konularında seminerler düzenlenir. Temel Arapça
eğitimini tamamlayan veya kendi çabasıyla o düzeyde eğitim almış
öğrencilere yönelik İngilizce, Farsça ve Osmanlıca atölyeler ve ihtisas sınıfları açılır. Bütün bu çalışmalarımızda İslam ilim geleneğini sürdüren, klasiği güncelle irtibatlandırarak güncel meselelere
çözümler sunmayı amaçlayan bir yöntem uygulanır. Ayrıca tertip
edilen konferans ve tez sunumları ile öğrenciler farklı perspektifler
kazanmaktadır. Programda onar kişilik öğrenci grupları yıl boyunca çalışmalarını bir eğitim danışmanı gözetiminde yürütürler.
Bu minvalde 4 Ağustos-12 Eylül 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilen altı haftalık Edep Yoğun Yaz Programı’nda, Klasik ve Modern Arapça, İslami İlimlere Giriş, Fıkıh, Hadis, Kıraat derslerinin
yanı sıra kitap müzakeresi saati ve haftalık konferanslarla, talebeler zamanın ve mekanın bereketini hissettikleri unutulmaz bir ilim
yolculuğuna çıkarıldı. ‘Kem aletle kemalat olmaz’ düsturu gereğince ilahiyatçılara okullarında tatmadıkları, ilahiyatçı olmayanlara
ilk kez tadacakları bir ortam oluşturmak için kollar sıvandı. Sizlerle de ‘hatıra-i uhuvvet’ kabilinden hocalarımızı ve bazı demleri
paylaşalım istedik.
Klasik Arapça’da Edep’liler kıymetli hocamız
Muhammed Emin Kılıç’ın tecrübeleri ve nev-i
şahsına münhasır anlatımlarından istifade ettiler.
Müftülüğü’ne bağlı İsmailağa Kur’an Kursu’n-
1993 yılında El-Ezher Üniversitesi Usulü’d-Din
Fakültesi’nden mezun olan Kılıç, aynı yıl Fatih
Fakültesi’nde “İlk Dönem Maturidi kaynakla-
EDEPBÜLTEN 10
da öğretici olarak göreve başlamış, 1994-1997
yılları arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat rında Istılahlar” adlı teziyle kelam bilim dalında
BÜLTEN 2014 YAZ
EDEP EĞİTİM PROGRAMI
yüksek lisansını tamamlamıştır. Haseki Eğitim
Merkezi’nde 16.dönemi başarıyla tamamlayan
Kılıç, daha sonra aynı merkeze öğretici olarak
atanmıştır.
Modern Arapça’da ise Rissam Sreiwel, Esma
Sağ Şencal ve Zeynep Taşkın’ın genç dimağlarıyla tanıştılar.
Yaz programının başından beri bizimle beraber
olan Rissam Sreiwel, Şam Üniversitesi İngiliz
Dili bölümünden 2008 yılında mezun oldu.
Suriye, Mısır ve Türkiye’de çeşitli resmi ve özel
kurumlarda öğreticilik ve tercümanlık yaptı.
Kendisinin aynı zamanda İbn Teymiyye’nin
Fetava’sından tercemeleri mevcuttur.
Zainab AlHaj Hasan, yaz programının beşinci haftasında
aramıza katılmıştır. Ürdün
Üniversitesi Dil Merkezi’nde yabancı öğrencilere akademik danışmanlık yaparak
kariyerine başlamış, dünyaca ünlü Qasıd Enstitüsü’nde
beş yılı aşkın koordinatörlük
ve eğiticilik yapmıştır. Kısa bir süre
İspanyolca tercümanlık da yapmış, Molham’a bağlı olarak Suriye’li göçmenlerle alakalı
gönüllü faaliyetlerde bulunmuştur.
Esma Sağ Şencal, 2008-2011 seneleri arasında Ürdün Universitesi, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü tamamladı. 2012’de Atik Valide
Külliyesi bünyesindeki İSM’de Arapça Hocası
olarak görev yaptı. 2012-2013 ders dönemlerinde Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nde asistan öğrenci sıfatıyla Arapça öğretmenliği yaptı.
2014’de FSM Vakıf Üniversitesi Medeniyetler
İttifakı Enstitüsü’nde yüksek lisans eğitimini
tamamladı ve “Mana oluşumunda iç ve dış bağlam ilişkisi: Abdülkahir el-Cürcani ile Saussure
karşılaştırması” başlıklı tezini başarıyla savundu. Aynı sene içinde Durham Üniversitesi Dil
Merkezi’nde Akademik İngilizce eğitimi gördü
ve EDEP’in yaz programında Arapça öğretmeni
olarak hizmet verdi.
Zeynep Taşkın, 1986 İstanbul doğumlu. İlahiyat fakültesinden mezun olduktan sonra çeşitli
kurumlarda öğretmenlik, tercümanlık ve muhabirlik yaptı. Ürdün’de Zarqa Üniversitesi ve
Uluslararası Envar-ul Ulûm Merkezi’nden sertifikaları mevcuttur.
İslami İlimlere Giriş dersinde Prof.
Dr. Murteza Bedir Hocamız fıkıh,
tefsir, hadis, kelam ve tasavvuf
ilminin prensiplerini Edep talebeleri ile tartıştılar.
Mürteza Bedir, 1992 yılında
Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nden mezun oldu.
1995 yılında Londra Üniversitesi’nde hukuk alanında master
yaptı. 1999 yılında Early Development
of Hanafi Usul al-Fiqh başlıklı çalışmasıyla
Manchester Üniversitesi’ndeki doktora eğitimini tamamladı. “İslam/Hanefî Hukuk Teorisi”, “Karşılaştırmalı Hukuk”, “İslam Hukuku ve
Modernleşme”, “Fetva Edebiyatı”, “Vakıf Hukuku” alanlarında araştırmaları bulunan Murteza Bedir’in eserleri şunlardır: Fıkıh, Mezhep
ve Sünnet: Hanefi Fıkıh Teorisi’nde Peygamberin
Otoritesi; Hz. Peygamber’in Evrensel Mesajı: Sünnet; Kurban Kitabı; Buhara Hukuk Okulu;10-13.
Yüzyıllar Orta Asya Vakıf Hukuku Bağlamında
Bir İnceleme. Halen İstanbul Üniversitesi İlahiEDEPBÜLTEN 11
BÜLTEN 2014 YAZ
EDEP EĞİTİM PROGRAMI
yat Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Murteza
Bedir, bunun yanında aynı fakültede dekanlık
görevini de yürütmektedir.
Edep talebeleri Hadis dersinde büyük bir şevkle hadis ezberlemelerinin yanı sıra usul bilgilerini de genişlettiler.
Rahile Kızılkaya Yılmaz, Uludağ Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi’nden birincilikle mezun oldu.
Aynı yıl Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Hadis Bilim Dalı’nda başladığı “İbn
Ebî Hâtim er-Râzî’nin ‘İlelü’l-hadîs’ Adlı Eserinde Vasledilmekle İlletli Saydığı Mürsel Rivâyetler” adlı teziyle yüksek lisans eğitimini tamamladı. Akademik araştırmalar yapmak amacıyla
Ürdün’de bulundu. 2011’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne araştırma görevlisi olarak atandı. Temmuz 2011’de Prof. Dr. Nureddin
Itr’dan hadis icazeti aldı. Eylül 2012-Mart 2014
döneminde Columbia University in the City of
New York’ta misafir araştırmacı olarak bulundu.
Halen “Modern Hadis Tartışmaları Bağlamında
Muvatta’daki Mürsel Rivâyetler” başlıklı doktora
tezi ile ilgili çalışmalarını sürdürmektedir.
Kur’ân-ı Kerim dersinde asistanımız Esra
Geylani de aralarında olmak üzere üç hocamız
Edep’lileri seviyelerine göre sınıflara ayırdılar.
Kıraat ve ezberlerini geliştirdikleri gibi kapanış
programımızda makam üzere aşr-ı şerif okuyan
arkadaşlarımız da oldu!
Fatma Aliye Kaya, Medrese usulü İslâmi
eğitimini Süleymaniye Tûbâ Kız Kur’ân Kursu’nda aldı. Hatay Habibünneccar Kız Kur’ân
Kursu ve Süleymaniye Tûbâ Kız Kur’ân Kursu’nda bir süre görev yaptı. Bahçelievler Müftülüğü’nde uzun süre öğreticilik yaptıktan
sonra 2006 yılında emekli oldu. Görev sırasınEDEPBÜLTEN 12
da ve sonrasında muhtelif hocalardan talim,
kıraat dersleri aldı. Yanı sıra bazı okul ve kurumlarda Kur’ân-ı Kerîm muallimliği yapmış,
kurs ve seminerler vermek suretiyle eğitim
hizmetlerine katılmıştır.
Firkat Işık, 1977 İstanbul doğumlu. İlkokuldan sonra hafızlık eğitimini tamamladı. 1995
yılında İmam-Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra Yıldız Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü’ne girdi fakat başörtüsü yasağı sebebiyle
ayrılmak zorunda bırakıldı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun
oldu. Aynı fakültenin Tefsir Anabilim Dalı’nda
yüksek lisans yapmakta ve halen Diyanet İşleri Başkanlığı Kuran Kursu Öğreticiliği görevini
sürdürmektedir.
Ayşegül Işık, 2009 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Halen
İslam Hukuku alanında “Fıkhî Açıdan Leasing
İşlemlerinde Mülkiyetin Devri” başlıklı yüksek lisans çalışmasını sürdürmektedir. 2012
yılından bu yana Elmalılı Hamdi Yazır Kur’an
Akademi’de Fatih Çollak Hoca ile ihtisas sınıfı
kıraat derslerine devam etmektedir. 2012-2014
yılları arasında özel bir okulda Din Kültürü,
Kur’an-ı Kerim ve Değerler Eğitimi öğretmeni
olarak görev yapmıştır. Halen EDEP’te İslâmi
İlimler eğitmeni olarak çalışmaktadır.
Bu derslere ilaveten Başkanımız Recep Hoca ile
Mektubat ve araştırmacımız Sümeyye Sarıtaş
ile Fıkıh dersleri yapıldı. Fıkıh dersinde Şürünbülâlî’nin Nûru’l Îzâh adlı eseri merkezinde temizlik ve namaz konuları işlendi.
BÜLTEN 2014 YAZ
Klasik ve Modern Arapça
Arapça ile muhabbetim eskiye dayansa da Klasik
Arapça ile EDEP vesilesi ile tanıştım. Şimdi bunu
söylemeye utansam da onun kötürüm bir sistem
olduğuna kani idim, Emin Hoca ile tanışana, onun
öğrencisi olma şerefine erene kadar. Emsile baplarını sayarken Emin Hoca tabiri caizse tüm hücreleri ile Arapçalaşıyordu. Dersleri ‘anzer balı’ gibiydi ve tadı damağımızda kaldı vesselam.
Güngör ÖZBİRECİKLİ ve Sümeyra Hatice KOÇ
Haftada altı saati bulan modern Arapça derslerinin
yedi kişilik sınıfta her bir kişiye özel ilgi gösterilerek işlenmesi gayet keyifliydi. Arap edebiyatıyla
tanışmamız da cabası. İlk haftalarda alışık olmadığımız için bazı zorluklarla karşı karşıya geldik
tabi. Bir Avuç Hurma (‫ )حفنــة التمــر‬ile döneme zor
ve hüzünlü bir giriş yaptık. Tüm sınıfı derinden
etkileyen bu parça üzerine uzun mülahazalarda
bulunduk. Metinde geçen bazı deyim ve kalıplar
hakkında günlük hayattan cümleler kurmaya çalışarak bu tabirleri dil hazinemize kazandırmanın
yanı sıra yapılan karakter tahlilleri yorumlama kabiliyetimizi de geliştirdi. Hocamızın sadece ders
dahilinde değil haricindeki ilgi ve yardımları da
kenetledi bizi derse.
Hüznü katlayacaktık anlaşılan. İkinci parça olarak
daha ağır bir edebî üslûba sahip olan Baba’nın Hikayesi (‫ )قصــة اب‬derin duygularımızı katmerleştirdi. Parçada geçen metaforları anlamlandırmak için
Arap mantığıyla düşünme yetimizi geliştirmeye
çalıştık. Bu kadarı da fazla mıydı ne? Tüm cesaretimizi toplayarak yetti gayrı deyip bu denli yoğun
edebiyattan sonra zihnimizin dinlenmesi adına hocamızdan makale işlemesini rica ettik. Dünyanın
en iyi eğitim veren ülkesi sayılan Finlandiya’daki
eğitim hakkında bilgiler içeren makaleyle ilk kez
Arapça bir makale okumuş ve medya Arapçasına
değinmiş oluyorduk. Sonrasında Kudüs’ün fethi
hakkında izlediğimiz istima videosu ile duyduğumuzu ne kadar anlayabildiğimizi tespit ettik.
Hocamızın bu metodu ve ders dışında da her bir
öğrenciyle ilgilenişi şahsım adına bende Arapça
eğitimi adına yeni ufuklar açtı. Monoton derslerden bıkmıştık artık. Rissam hoca metindeki olaylara benzer anılarımızı anlatmamızı talep ederek
bir yandan dikkatimizin dağılmasını önlerken
diğer yandan yanlış da yapsak muhadese yeteneğimizi geliştirmemizi ve medeni cesaretimizi güçlendirmemizi sağlıyordu. Her dersin başında istediğimiz konularla alakalı 10 dakikalık sunumlar
yaptırarak konu üzerinde kendi fikirlerimizi sunmamızı ve tartışmamızı istiyordu. Böylece derse
aktif bir giriş yaparak cesaretimizi artırıyordu.
Sonraki hafta fusha Arapçaya ihtimamıyla tanınan
arap edîbi Taha Hüseyin’in kendi hayat öyküsünü
anlatan Günler (‫ )أيــام‬adlı eserinin bir parçasını
okuduk. Konusu ve üslûbu yönünden çok zevkli
olan parçada hocamız farklı kelimelerin ve kalıpların anlamlarının geçtiği kağıdı dağıtarak sınav
haftasına yakın bize bazı tüyolar verdi. Ve dönemi
hocamızın da memleketi olan Dımaşk ve tarihi
ile alakalı videoyu izledikten sonra Yanan Dımaşk
(‫ )دمشــق الحــراءق‬adlı kitabın Unutulan Kiraz
(‫ )يــا أيهــا الكــرز المنســي‬hikayesini okuyarak bitirdik. Diğerlerinden tamamıyla farklıydı üslubu.
Ötekilere nispetle daha kolaydı hani. Hikayenin
sonu tüm sınıfı öylesine sarsmıştı ki tüm karakterleri ayrı ayrı tahlil edip ikinci veya üçüncü kişilerin
bakış açısıyla metni özetledik. Böylece yaklaşan final korkumuzu da yeniyorduk, ne de olsa epey yol
almıştık artık!
Edebiyat bilgimizin ve muhadese yeteneğimizin
dönem başına oranla çok arttığını gönül rahatlığıyla söyleyebileceğimiz bu ders, zorluklarının
yanı sıra güzellikleriyle zihinlerimizde unutulmaz
hatıralar bıraktı. İlerde kendimi Arapça eğitmeni
olarak görmek istediğimden Edep yaz tecrübesinin kendi adıma ayrı bir motivasyon sağladığını
söyleyebilirim. Emeğini ve yardımını esirgemeyen hocamıza sınıfım adına buradan teşekkürü bir
borç bilirim.
EDEPBÜLTEN 13
BÜLTEN 2014 YAZ
Tez Sunumları
Çağdaş Felsefede İlim ve Din: Émile Boutroux,
Ayşe Hilal Akın, 2 Eylül 2014 - Değerlendiren: Rukiye Alper
Edep Programı bünyesinde yaz döneminde
gerçekleşen dersler akabinde yapılan tez sunumlarında, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Felsefesi alanında yüksek lisans
öğrencisi olan arkadaşımız Ayşe Hilâl Akın tezi
için üzerine çalıştığı Fransız filozof Émile Boutroux’nun, Çağdaş Felsefe’de İlim ve Din adlı eserini bizlere tanıttı.
Ayşe Hilâl’in, tezine konu olarak Boutroux’nun
bu eserini seçmesinde felsefe tarihinde kadim
bir tartışma olan bilim-din, bilim-felsefe çatışmasının günümüzde önemini halen koruyor
olması etkili olmuşa benziyor. 19. yüzyıl Fransa’sında, ilişkilendirilmesi güç olarak düşünülen
bilim-din, felsefe-din tartışmalarına ‘materyalist
bir bilim’ perspektifinden bakılmasına rağmen
spiritualist bir duruşla Boutroux’nun bilim ve
EDEPBÜLTEN 14
din uzlaşabilir mi, uzlaşmalı mı sorusunu gündeme getirmesi de araştırmayı ilginç kılıyor.
Türkiye’de Dil Devrimi’nden hemen önce tercümesi yapılan eseri Ayşe Hilal hem tahlil ediyor hem de latinize halini tezinin son bölümüne
dercediyor.
19. yüzyıl Batı felsefesinde oldukça önemli bir
yere sahip olan ve aynı zamanda Bergson’un da
hocası olan Fransız filozof Émile Boutroux’nun
felsefesinin temelinde Tabiat Kanunlarında Zorunsuzluk yani olumsallık doktrini yer alıyor.
Olumsallık ne derseniz bir şeyin olmasının da
olmamasının da mümkün oluşu. Selefi Hume
gibi zorunluluk kavramından bahsediyor fakat
ondan biraz daha ileri giderek tabiatta bulunduğu öne sürülen determinizmin sebep-sonuç ilişkisindeki zorunluluk prensibini, bunun yalnızca görünüşte olduğunu söyleyerek reddediyor.
Tabiat kanunlarında zorunluluk değil olumsallık olduğunu Newton’un çekim yasasını da bu
olumsallığa dâhil ederek savunuyor.
Boutroux yukarıda adı geçen eserinde bilim ve
din arasındaki tartışmayı, tabiatta bulunan düzeni nesnel yasalarla açıklayan tabiatçılık (naturalisme) ve ruhçuluk (spiritualisme) doktrinleriyle ilişkilendirerek ortaya koyuyor ve ikisi
arasında çatışma değil bir çeşit uyum olduğunu
söylüyor ama nasıl?
Velhasıl Ayşe Hilal’in tezine giriş mahiyetindeki bu sunumu, var olan kadim sorulara verilebilecek yeni cevapların imkanını sorgulatıyor
bizlere.
Özge Özçelik, 9 Eylül 2014 - Değerlendiren: Süheyla Akçay
Özge Özçelik FSM Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nde bu yıl bitirdiği tezini
Edep’te bizimle paylaştı. ‘Bilim kurgunun babası’ olarak tanımlanan, 1866-1946 seneleri
arasında yaşamış önemli İngiliz yazarlardan biri
olan Herbert George Wells’in edebiyatçı kimliğine değindi önce. Fakat vurgusu siyaset ve tarih
içerikli eserlerine idi daha çok. I. Dünya Savaşı
sonrası insanlığın yeniden yapılandırılması için
yazdığı The Salvaging of Civilization: The Probable Future of Mankind (Medeniyeti Kurtarma:
İnsanlığın Muhtemel Geleceği - 1921) adlı teorik
eseri, Wells’in medeniyet analizlerine yer verdiği bir çalışmaydı ve bu çalışmasında medeniyeti
kurtarma projesinden bahsediyordu. Yazarın
daha önceki yıllarda kaleme aldığı bilim kurgu
türündeki romanlarından özellikle The Time
Machine (Zaman Makinesi - 1895), The Invisible Man (Görünmez Adam - 1897) ve The War
of the Worlds (Dünyaların Savaşı - 1898)’nda
da bu projeyle paralellik gösteren medeniyeti
kurtarma mesajları bulunuyordu. Özçelik bu
bağlamda medeniyetin bilim kurgu ile ilişkilendirilmesine dair kısa bir girişten sonra yazarın
teorik ve kurgusal eserlerini karşılaştırmalı olarak incelediği süreci özetledi ve medeniyetin
kurtulması için gereken unsurları nasıl tasnif ve
tasvir ettiğini anlatarak sunumunu noktaladı.
Safahat’ta İnsanın Zaman, Mekân ve Eşya ile İlişkisi,
Demet Koçyiğit, 10 Eylül 2014 - Değerlendiren: Esma Sağ
Edep’in düzenlediği tez sunumlarının üçüncü
konuğu FSM Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yüksek lisansını tamamlayan arkadaşımız Demet Koçyiğit’ti. Mehmet Kaplan’ın
ifadesiyle şiiri “hayatın ta kendisi” kılan Âkif ’in
muhatabına sunduğu “insan ideali”nden bahsetti. Safahat’ta Âkif ’in işaret ettiği “insan”, hangi
özelliklere sahip veya sahip olmalı, içinde bulunduğu dünyayı, çağı ve varlık âlemini nasıl değerlendirmeli ve kendisini bu unsurların içinde
nerede ve nasıl konumlandırmalı, değer algısı ve
ölçütü bu unsurlar karşısında hangi çerçevede
olmalı?
Tezinin başlığına atıfla Safahat’ta insanın zaman, mekân ve eşya ile ilişkisini konuşmak için
zaman, mekân ve eşya hakkındaki bazı soruların yanıtlanması gerekliydi öncelikle. Bu unsurlarla insan nasıl bir ilişki içinde bulunmuştur, şu anki durumu nedir ve gelecekte nasıl bir
hâle gelmelidir? Tüm bu sorular insanın kendi
yaratılış gayesini anlayarak bütün yaratılanları
bu gayeye uygun kullanmasını, kendi yaratılış
EDEPBÜLTEN 15
BÜLTEN 2014 YAZ
Medeniyeti Kurtarma Düşüncesinde Bilim Kurgu ve Teori:Herbert George Wells,
BÜLTEN 2014 YAZ
Âkif zaman, mekân ve eşya ile kurulacak ilişkinin ölçüsünün Yaradan’ın bu unsurları yaratma
gayesine ve insanın yaratılış gayesine uygun bir
şekilde oluşması ve sürdürülmesi gerektiğini
düşünür. Yaratıcı’nın gayesi, insan şuurlu bir
şekilde düşündüğünde kendini gösterecektir.
Geçmiş-hâl-gelecek şeklinde beliren tarihsel
zaman içerisindeki devinim, asrın durumu
ve ihtiyaçları, metafizik zamana dair kabuller
tahlil edildiğinde zaman; varlığını sürdüren
dünya, zorluklar içinde olan vatan ve ümmet,
insanı olumsuz yönde etkileyen sosyal mekânlar tahlil edildiğinde mekân; eşyanın yaşantı
içindeki yeri tahlil edildiğinde ise eşya insana
bir adım daha yaklaşacaktır ve Safahat’ın insanının ilişki ağını değerlendiren ölçü ortaya
çıkmış olacaktır.
gayesi doğrultusunda çalışmasını sağlayacaktır.
Nitekim İslam dini, insanın bu minvalde bir hayat sürmesini istediği için Âkif ’in bu gayretini
dinî bir kaygı ve hassasiyetle yerine getirdiği
söylenebilir.
Bu unsurların tanımları, insana etkileri, hayatı
şekillendirmede insanın bu unsurların ne kadar
farkında olduğu gibi konular Safahat’ta irdelenir, adeta insan zaman, mekân ve eşya ile ilişkisi
bağlamında yeniden inşa edilir. Âkif ’e göre tek
çözüm yolu milletin ve dolayısıyla insanın İslam’ın aslına dönmesi, yaşadığı dönemi İslam
ile yaşamasıdır. Asrın idrakine İslam’ı söyletmek gerekmektedir. Âkif ’in bunu sağlamak
için gösterdiği insan portresini görebilmek için
çeşitli benzetmeler, tepkisellikler, öfkeler, eleştiriler dışarıda bırakılmalı, Âkif ’in bu konuda ne
düşündüğü ifade edilmelidir.
EDEPBÜLTEN 16
İnsan, bir zaman diliminde, çeşitli mekânlar
içinde/arasında ve eşya ile ilişki hâlinde yaşar.
Bu nedenle zaman, mekân ve eşyanın yaratılışa
uygun bir şekilde tanımlanması ve bu tanıma
uygun bir şekilde insan hayatında yer edinmesi
gerekmektedir. Zaman, mekân ve eşya Allah’ın
bütün yaratılanlar için istemli ya da istemsiz
olarak sahip olduğu ‘çalışma yasası’na uygun bir
bakışla Safahat’ta yer alır. İnsan, isteği dışında
bu yasaya uyan zaman, mekân ve eşyayı tahlil
ederek gayret açısından örnek almalıdır. İslam
inancına sahip olan insan modeli iyi niyetle bu
tahlili yapar ve kendisi de çalışma yasasına uymaya azmettiği gibi yaratılanlara da bu gaye ile
hayatında yer verir.
Âkif ’e göre zamanla kurulan ilişkinin yeniden
inşası insanın içinde bulunduğu zamanın farkında olarak geçmişi idrak etmesi ve geleceği
hedef edinmesini gerektirir. Geçmiş, körü körüne bağlanmayı değil incelenerek güne taşınmayı gerektiren bir zaman dilimidir. Allah, insanın
gelecek için hedefler tayin etmesini ister ve in-
Mekân ve eşya ile kurulan ilişkinin yeniden inşa
edilmesi ise insanın sahip olma arzusunu tahlil etmesini gerektirir. Mekâna ve eşyaya sahip
olma hırsı, insanın İslami bir gelecek kaygısından uzaklaşmasına sebep olur. Mekânı ve eşyayı
doğru bir şekilde tahlil edemeyen insan kendi
aslından ve toplumdan uzaklaşır. Bu nedenle,
insan mekân ve eşyayı bir emanet ve imtihan
aracı olarak düşünmeli, onları da asıllarına uygun olarak hayatına almalıdır.
Zaman, mekân ve eşya kişinin kendisi ile kurduğu ilişkiyi şekillendirmede önemli olduğu
gibi Allah’la ve toplumla kurduğu ilişkiyi de etkiler. Yaratılış gayesine uygun şekilde yaşamaya
çalışan insan, yaratılanları da bu gaye ile değerlendirdiğinde Yaradan’a yakınlaşır, toplumla bütünleşir ve olması gereken insan modeli hâline
gelir.
Özetle ifade etmek gerekirse; Safahat, zaman
kavrayışı bakımından istikbale yönelmiş, günü
ve geçmişi istikbali kurmak için anlama çabası
gösteren, mekân ve eşyayı şahsi arzularına değil yaratılış gayesine uygun bir şekilde değerlendiren, mekânı yalnız kendi çevresi ile sınırlı
tutmayarak uzak beldeleri ve toplumları en yakınındaki gibi değerlendirecek bir ufka ve şuura
sahip olan, eşyayı tahlil ederek eşyaya tasarrufunu hırslarından uzak tutan, zaman-mekân-eşya yaklaşımında somut yaklaşımlarla birlikte
metafizik duyuşu da ihmal etmeyen bir insan
modeli inşa eder.
Mana Oluşumunda İç ve Dış Bağlam İlişkisi: Abdülkahir Cürcani/Saussure
Esma Sağ, 11 Eylül 2014 - Değerlendiren: Demet Koçyiğit
Modern Arapça hocamız Esma Sağ, FSM Üniversitesi MEDİT’te sıcağı sıcağına savunduğu
tezini Edep’te öğrencilerine de aktardı. Çalışmasında cevabını aradığı soru iç bağlam ile dış
bağlam arasında nasıl bir ilişki olduğu ve bu
ilişkinin mana oluşumunda nasıl bir rol oynadığıdır. İç bağlam (dil-içi veya dilbilimsel bağlam), dilbilgisi, kelime bilgisi vb. dilbilimsel
özelliklerden oluşan ve cümleye bakıldığında
bu özellikler sayesinde bir mana anlaşılan bağlamdır. Yani cümlede görülen ve cümle sınırları
içinde kalan bağlamdır. Fakat bir sözün manasının anlaşılması için bazen dil-dışı unsurlara da
ihtiyaç duyulmaktadır. Tam da burada dış bağlam (dil-dışı veya dilbilimsel olmayan bağlam),
dilbilimsel özelliklerin oluşturduğu mananın
ötesinde bir mananın anlaşılmasını sağlar. O
halde bağlam, dilbilimsel (kelime yapısı, dilbilgisi kuralları, cümle yapısı, vb.) ve dilbilimsel
olmayan (kültürel düzey, sosyolojik konum, tarihi süreç, vb.) etkenlerin çoğunu kendi bünyesinde toplayan son derece kapsamlı bir bütün,
bir sistemdir.
EDEPBÜLTEN 17
BÜLTEN 2014 YAZ
san günü bu hedeflere ulaşmak için yaşar. Geçmişin ve günün iyi bir şekilde tahlil edilmesi insanı gelecekte vadedilen şartlara ulaştıracaktır.
BÜLTEN 2014 YAZ
Esma Hoca, çalışmasını iki farklı medeniyetten
iki önemli dilci seçip karşılaştırma yaparak incelemiştir; Abdülkahir el-Cürcânî(?-1079) ile
Ferdinand De Saussure (1857-1913). Her ikisi
de dili bir bütün olarak ele alan kapsamlı bir bakış açısına sahiptir. Abdülkahir el-Cürcânî’nin
“Nazım Teorisi” ile Saussure’ün yapısalcı yaklaşımı bu kapsamlı bakışın en güzel temsilidir.
Cürcânî’ye göre söz oluşturmak isteyen kimse,
aklındaki manayı aktarabilecek en uygun lafızları seçerek sözdizimsel özelliklerle donatmakta ve bu lafızları belirli bir sıraya koymaktadır.
Bundan kastının, “lafzın cümle içindeki dilbilgisel görevinin belirlenmesi” olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin söz oluştururken lafzın fiil olmasına karar verildi ise öznesini düşünüp fiile isnât
etmek yahut isim olmasına karar verildi ise haberini düşünüp ismi habere isnât etmektir. İşte
buna dayanarak, Cürcani’nin özellikle iç bağlama önem verdiği öne sürülebilir. Bu sözdizimsel mananın muhâtaba kastedildiği şekilde aktarılması için lafızlar bir araya gelerek aralarında
birtakım bağlar kurulmakta ve sözdizimsel kurallar ışığında en uygun sıraya göre dizilmektedir. Söz oluşturan kimse, lafızlara vaz edilen
lügavi manalarını değil, bu lafızlarla sözdizimsel unsurların bir araya gelerek oluşturdukları
bileşimin taşıdığı manayı kastetmektedir. Öte
yandan, Cürcânî’ye göre bu sözdizimsel mana
karşı tarafa ya doğrudan ya da dolaylı olarak aktarılmakta, dolaylı aktarılan mana ise bir takım
dil-dışı unsurlar aracılığı ile anlaşılmaktadır.
Özetle Cürcânî’ye göre mananın üç mertebesi
vardır: Birinci mertebe lafızların yalın hâlleri,
sözlük manaları; ikinci mertebe lafızların sözdizimsel özellikler sayesinde kazandığı, bir başka
ifade ile diğer lafızlara bağlanması sonucunda iç
bağlamdan anlaşılan mana; son mertebe ise sözdizimin ötesinde dil-dışı unsurların aracılığıyla
yani dış bağlamdan anlaşılan manadır.
Saussure’a gelince “değer” olgusuna önem vermiş ve bunun anlama eylemi için çok önemli
EDEPBÜLTEN 18
olduğunu belirtmiştir. Ona göre bir göstergeyi
en doğru şekilde anlamak için onu mensup olduğu sisteme, çevreye göre değerlendirmek gerekmektedir. Saussure’ün bu yaklaşımı bağlam
ile paralel gözükmektedir zira bir birimi bütün
içinde yorumlamak, onun çevresini göz önünde
bulundurmak aynı zamanda bağlamın da vazifesidir. Verdiği şu örnek yapısalcılık ve bağlam
ilişkisine işaret etmektedir: Fransızca “mouton”
kelimesi İngilizce “sheep” kelimesi ile aynı manaya sahip gibi durabilir, fakat aynı değere sahip
değildir. Çünkü pişmiş ve servis edilmeye hazır
olan et için İngilizler “sheep” kelimesini değil
de “mutton” kelimesini kullanırlar. İngilizce’de
iki farklı kelime kullanılırken Fransızca’da sadece bir kelime kullanılır ve geldiği bağlama göre
“sheep” veya “mutton” değerlerinden birini yüklenmektedir. Bu da şu anlama gelmektedir: Sistemin bir göstergeye ona hangi değeri yüklediğini anlamak için diğer göstergeleri göz önünde
bulundurup eleme yapmak, karşıtlıklarını tespit
etmek gerekmektedir. Ancak bu yöntemle o
göstergenin değeri anlaşılacaktır.
Son olarak, Saussure’e göre göstergeler ve göstergelerin bileşenleri (gösteren ile gösterilen)
arasındaki ilişkinin rastlantısal olduğunu da belirten hocamız göstergelerin bu yüzden kendilerinden kaynaklanan bir özellikleri olmadığını
vurguladı. Yani değerlerini mensup oldukları
sistemden alıyorlar, sistemin dil-içi ve dil-dışı
unsurlarına göre değer kazanıyorlardı. Dolayısıyla Saussure’ün yapısalcı dilbilim yaklaşımında öncelikle iç olmak üzere bağlamın her iki
düzlemini de göz önünde bulundurduğunu
söylemek mümkündür.
Yoğun bir Edep gününün ardından intibak etmek kolay olmasa da zülcenaheyn olmaya talip
bizler için ufuk açıcıydı vesselam!
BÜLTEN 2014 YAZ
E D E P KON FE RAN S L A R I 1
PEYGAMBERİMİZ, İLİM VE EDEB
Prof. Dr. Zekeriya Güler
6 Ağustos 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu
Değerlendiren: Afra Görücüoğlu
EDEP Yaz Programı, konferanslar serisine İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Zekeriya Güler’in “Peygamberimiz (sav), İlim ve Edeb” başlıklı konuşmasıyla
başladı.
Hocamız İbnü’s-Salâh (v. 643/1245) ve onu takip eden muhaddislerin tavsiyesine dayanarak
besmeleden sonra şu hamd ve salat-ü selam ile
giriş yaptı.
ٍ ‫ْح ْم ِد َعلَى ُك ِّل َح‬
‫الص َل ُة‬
َ ‫ْح ْم ُد َِّل َر ِّب الْ َعالَ ِم‬
َّ ‫ال َو‬
َ ‫ني أَ ْك َم َل ال‬
َ ‫ال‬
ِ ‫َك َر ُه ال َذ‬
َ ‫ني ُكلَ َّما ذ‬
‫ّاك ُرو َن‬
َ ِ‫الس َل ُم الَْتَ َّما ِن َعلَى َسيِّ ِد ال ُْم ْر َسل‬
َّ ‫َو‬
َ ‫َو ُكلَ َّما َغف‬
‫َل َع ْن ِذ ْك ِر ِه الْ َغافِلُو َن اللَّ ُه َّم َص ِّل َعلَيْ ِه َو َعلَى آلِِه‬
ِ ‫ني َو‬
‫ني نِ َهايَ َة َما يَنْبَ ِغي أَ ْن‬
َ ‫الصالِ ِح‬
َ ِّ‫َو َسائِ ِر النَّبِي‬
َّ ‫آل ُك ٍّل َو َسائِ ِر‬
.َ‫السائِلُون‬
َّ ‫يَ ْسأَلَُه‬
İlim ve edep kavramlarının birbirleriyle ilişkisini
ele aldıktan sonra Peygamberimiz (sav)’in ashabını öğrenmeye ve öğretmeye nasıl teşvik ettiğine değindi. Bu bağlamda zikrettiği pek çok hadisten biri olan şu rivayet, ilimle iştigal edenler
açısından çok etkileyiciydi: “Resûlullah (sav),
bir gün, hücrelerinden çıkıp mescide girmişti.
Mescitte ise iki halka vardı. Birinde halk Kur’ân
okuyup Allah’a dua ederken diğerleri ilim öğrenip öğretmekle meşguldü. Hz. Peygamber “Her
ikisi de hayır üzeredir: Şunlar Kur’ân okuyorlar,
Allah’a dua ediyorlar, Allah (taleplerini) dilerse
onlara verir, dilerse vermez. Bunlar ise öğrenip,
öğretiyorlar. Ben de bir muallim olarak gönderildim!” buyurdular ve ilim halkasına oturdular.”
Zekeriya Güler
Güler lisans, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Bakü Devlet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Selçuk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde idarecilik ve bölüm başkanlığı yaptı. 2011 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde hadis
ana bilim dalında çalışmalarını sürdürmektedir.
Akabinde hocamız ‘edep’in Arapça’da biri nazım ve nesir sanatlarını kapsayan edebî; diğeri
(güzel terbiye, iyi davranış, nezaket gibi) ahlakî olmak üzere iki anlamı olduğunu ve hadis
kitaplarında bölüm başlığı olarak kullanılan
“Kitâbu’l-Edeb” ile ikinci anlamının kastedildiğini yani bununla şer’i eğitimden kazanılan
ahlak eğitiminin murad edildiğini ifade etti. Bu
bölümlerin içeriğinde ise Hz. Peygamber’in
huyları, yumuşak huyluluk, vakar, affedici olmak, iyi geçinmek, iyiliğe teşekkür etmek, bir
Müslümanın gıybetinin yapılmasına engel olmak, bir Müslümanın ayıbını örtmek, Müslümanların arasını düzeltmek gibi pek çok başlık
bulunduğuna temas etti.
Bir Müslümanın kemale ermesinin ancak ilim,
amel ve edebinin bütünleşmesiyle gerçekleEDEPBÜLTEN 19
BÜLTEN 2014 YAZ
şeceğini söyleyen hocamız
kadim ulemamızın bu hususa
çok önem verdiğini ve bunun
en güzel örneklerinden birini
İmam Malik’in hayatında görebileceğimizi ifade etti son olarak. İmam Mâlik, hadis rivâyet
etmek amacıyla ilim meclisine
gitmeden önce tıpkı namaza
hazırlanır gibi abdest alır, en
güzel elbiselerini giyer, fesini
giyip sarığını sarar ve sakalını
tarardı. Bunun sebebi kendisine
sorulduğunda da, “Ben böyle
yapmakla Rasûlullah’ın (s.a)
Bir Müslümanın kemale ermesinin ancak
ilim, amel ve edebinin
bütünleşmesiyle gerçekleşeceğini söyleyen
hocamız kadim ulemamızın bu hususa
çok önem verdiğini ve
bunun en güzel örneklerinden birini İmam
Malik’in hayatında görebileceğimizi ifade etti
son olarak.
hadisine hürmet göstermiş
oluyorum” derdi.
Edep, ilk konferansını taşıdığı ismin altındaki manayı
konuşarak başlattı. Kimi zaman sözde kalıp öze sirayet
etmeyen bu hadis-i şerifleri
hal diliyle anlatan hocamızın
zatında görmekti bizi etkileyen aslında. Unuttuklarımızı
zikretmeyenler olmasa yoldan şaşmak işten bile değildi!
Ve’l-hamdulillahi rabbi’l-alemin.
E D E P KON FE RA N S L A R I 2
İSLAM ESTETİĞİ VE EDEBİYAT
Yrd. Doç. Dr. Berat Açıl
13 Ağustos 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu
Değerlendiren: Reyhan Şenyüz, Betül Tarakçı
Üniversite dışında birçok vakıfta akranlarımızla
yaptığı çalışmalardan aşina olduğumuz Berat
hocayı Edep’te ağırlamak büyük zevkti doğrusu.
Estetik düşüncenin Yunan felsefesindeki temsilcilerine ve bu birikimin İslam dünyasında nasıl
dönüştürüldüğüne değindi önce.
Bizim geleneğimizde estetiğin bugünkü anlamda kullanılmadığından zira ‘malumu ilam
etme’nin zaid addedilmesinden hareketle şunu
sordu: ‘nedir malum olan?’ Birincisi kelamın bir
düzen içerisinde söylenmesi gerektiğiydi. Bunun İslam akidesi ile ilgisi tabiatın/ kainatın da
aslında bir metin olması ve yazıya dökülen kelamın da bu düzene ayak uydurmasıydı. İkincisi ve
- Allah’a inanmanın ön koşulu olması hasebiyleEDEPBÜLTEN 20
daha önemli olanın soyutlama olduğunu belirtip
‘Kelam için ne ise estetik için de olmazsa olmazdır soyutlama, arazları törpüleyip öze inmektir’
dedi. Estetiğin varlık alanı kelamda/sözde gösteriyordu kendini daha çok. Söz yüceltilmişti.
Kur’an lafzı itibarıyla bir mucize, peygamber de
bu mucizeyi bize ulaştıran idi. Bu minvalde hicivleriyle tanıdığımız şair Nefî’nin bir beyiti ile
konuyu örneklendirdi.
Tûti-i mucize gûyem ne desem laf değil
Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil
Şair önce bir fahriye olarak şunu der gibiydi:
‘Ben söz sahasının peygamberiyim. Bunlar bana
söyletilmiş şeylerdir. Konuştuğum zaman insan-
BÜLTEN 2014 YAZ
Osmanlı estetiğinin amacının
îcazlı söz söylemek fakat özelliğinin anlaşılabilir olmak olduğunu vurguladı hocamız. ‘Şairin bu
uğurda harcadığı emek bir nevi
cihattı çünkü herkes işini en iyi
yaptığı oranda cihat etmekteydi’.
Yani ilk bakışta fahr, övünç gibi
görünen şeyin ardında tevazunun gizli olduğunu hissettirdi
bizlere.
lar beni anlamaktan aciz kalırlar zira gönülleri
pak değildir’. Burada da görüldüğü gibi Osmanlı
estetiğinin amacının îcazlı söz söylemek fakat
özelliğinin anlaşılabilir olmak olduğunu vurguladı hocamız. ‘Şairin bu uğurda harcadığı emek
bir nevi cihattı çünkü herkes işini en iyi yaptığı
oranda cihat etmekteydi’. Yani ilk bakışta fahr,
övünç gibi görünen şeyin ardında tevazunun
gizli olduğunu hissettirdi bizlere.
Sonuç itibarıyla buradaki îcazlı söz söylemekten
kasıt şiirin şerh ve tahlilleriyle anlaşılacak birden fazla manasının olduğu idi. Neyi nasıl kullandığınız nerde durduğunuzu da gösteriyordu.
Mesela zülüften bahsedenlerin seyri sülukun
başında olduğu anlaşılırdı zira zülüf kesret demekti. Bunu aşabilen şair kemale ermiş, çilesini
tamamlamıştı. Geleneği bilenler o anlamların
hepsine vakıf idi.
Arkadaşlarımızın Batı’daki dönüşümün bizde
nasıl yaşandığı sorusundan hareketle o devirlerde edebi eserlerin içinde bulundukları dine hizmet etmek için var olduğunu aktardı hocamız. O
kültürün içinde yoğrulup asırlar geçse de anlaşılan aynı manaların ancak modernite ile bozulduğuna dikkat çekti. Artık mana yerine her bir
insana ya da şairin o andaki durumuna göre değerlendirilen ilişki ağları önemliydi. Yani anlam
teke indirgenmişti ve sembolikti. Oysa Osmanlı
Berat Açıl
Berat Açıl lisans, yüksek lisans (Sırrî Râhile Hanım ve Dîvânı”
ve doktora “On Altıncı Yüzyıla Ait Alegorik Bir Eser: Muhyî’nin
Hüsn ü Dil’i) çalışmalarını Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Aynı üniversitede araştırma görevliliği, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Türkçe Okutmanlığı yaptı. Indiana Üniversitesi, Bloomington Merkezi
Avrasya Çalışmaları Bölümü’nde misafir araştırmacı olarak
bulundu. 2009’dan bu yana Şehir Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nde görev yapmaktadır.
geleneğinin bir temsilcisi olan Şeyh Galip’in
Hüsn-ü Aşk’ında hiçbir inkıtaya uğramadan yedi
ayrı anlam katmanı vardı ve hocamızın deyimiyle bu, bir nevi alegoriydi. İşte bu mukayeseyi yapıp anlam arayışını sürdüren muhafazakar insan
bunu kabule yanaşmamakta ve kopan zincirin
halkalarını birleştirmeye çalışmakta ısrar etmekteydi.
Kanaatimce konferanstan payımıza düşen ‘eski’
başlığıyla müzelik hale getirdiğimiz şiirlerin ve
onları kaleme alan şairlerin inşa ettikleri anlam
katmanlarının yok oluşunun, böylelikle düşünme ve de davranma becerimizin kısırlaştırıldığının farkına varabilmekti.
EDEPBÜLTEN 21
BÜLTEN 2014 YAZ
E D E P KON FE RA N S L A R I 3
GÜNÜMÜZDE MEZHEPLERIN ANLAM VE ÖNEMI
Yrd. Doç. Necmettin Kızılkaya
20 Ağustos 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu
Değerlendiren: Sümeyra Yıldız
İhtilaf’ta İttifak
20 Ağustos tarihinde EDEP Merkezi İstanbul
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku
Anabilim Dalı öğretim üyesi Dr. Necmettin
Kızılkaya’nın ‘İslam’da Mezhep kavramı’ başlıklı bir konferansına ev sahipliği yaptı. Üç ana
başlık altında organize ettiği konferansın birinci
bölümünde mezheplerin tarihsel olarak ortaya
çıkış sürecini anlatan Kızılkaya, ikinci bölümde bir sistem ve yöntem olarak klasik dönemde mezhebin rolü meselesine açıklık getirdi.
Konferansın son bölümü ise modern dönemde
mezhep algısının ne olduğu ve nasıl şekillendiği üzerineydi. İslam’da mezhep meselesini ana
hatlarıyla kısa sürede kavrama imkânı verecek
şekilde planladığı konferansının sonunda işlediği kavramsal meselenin güncel ile olan ilişkisine dair verdiği ipuçları kavramların Müslüman
Dünya’nın sosyal ve siyasi hayatı üzerindeki elle
tutulur etkilerini fark ettirip konuya dair hatırı
sayılır bir merak uyandırdı. Konferans notlarını
meseleye dair derli toplu bir analiz olarak sizlere
sunmanın faydalı olacağına inanıyorum.
Mezhebin Tarihsel Olarak Ortaya Çıkışı
Mezhebin Müslümanlar arasında kavram olarak
ortaya çıkışı Hicri IV, Miladi X. yıllara tekabül
eder. Kavramsallaştırmanın ortaya çıkmasının
öncesinde ise üç aşamalı bir süreçten bahsetmek mümkündür. Sırasıyla değinecek olursak
vahiy döneminde müslümanlar için bir zihinsel
konforun varlığından söz etmek mümkündür.
Bu dönemde İslami ilimlerin varoluş kaynağı olan Kuran sorunlara çözümler getirmekte,
Hazreti Peygamber (s.a.v) ise inşa edici olarak
EDEPBÜLTEN 22
vazife yapmaktadır. Sahabenin ictihadı Hazreti
Peygamber (s.a.v)’in kontrolünden geçtiğinden
herhangi bir dini problemden de söz etmek
mümkün değildir.
Sahabe Dönemi’nde İslam ordularının hızlı ilerleyişi ve ticari faaliyetlerin artışı Müslümanların
farklı medeniyetlerle karşılaşmasını sonucunu
doğurmuştur. Medine’deki sade hayatın problemleri yerini karmaşık sorunlara bırakmıştır. Sayılan sebeplerden ötürü bu dönemde artan ictihad faaliyetleri genellikle Hazreti Peygamber’in
sünnetini aktarmak şeklinde olmuştur. Bu dönemde her sahabe gittiği yerde kendi ders halkasını oluşturmuştur. Otorite sahibi kimselere fikir
sorma amacını aşıp ilim yapmaya varan bir gelişim süreci izleyen bu halkalara düzenli katılanlar
arasından tabiin dönemi alimleri yetişmiştir.
Ellerindeki hadis malzemesinin sınırlı olması
sebebiyle sahabe dönemindeki gibi ictihad, rivayetlerle sınırlı kalmamıştır. Bununla birlikte
bu dönemde bölgesel farklılıkların metodolojik
farklılıklara evrildiği görülür. Daha fazla sahabenin çokça aktarımda bulunduğu Hicaz bölgesinde daha çok rivayete dayanan Hicaz Ekolü
Ehl-i Hadis olarak anılmaya başlanırken, daha
çok ictihada dayanan Irak/ Kufe ekolü Ehl-i rey
olarak tanınır.
Klasik Dönemde Mezhep
Metodolojik tartışmalara girilen ve fıkhın her
konusunda tartışmaların yapıldığı bu dönemde sözü geçen tartışmaları ihtiva eden eserler
telif edilmiş; dönemin devlet yöneticilerinin
ve kadılarının başvurduğu kaynaklar haline gelen bu eserler elimizdeki temel fıkıh eserlerini
Modern Dönemde Mezhep Algısı
Klasik ve Modern Dönem arasında en fazla
anlam kaymasına uğrayan kavramların başında
“ihtilaf ” kavramı gelir. Klasik Dönemde ihtilaf,
ortaya çıkışı itibariyle olumsuz değildir. Aksine Klasik İslam Düşüncesi’nde ihtilaflar İslam
medeniyetinin zenginliğinin kaynağı kabul edilmiştir. Ancak İslam dünyasının sömürgeleşme
ve ulus devletlere dönüşme sürecinde ihtilaf
kavramına olumsuz anlamlar yüklendiğine şahit
olunur. Bu dönemde ihtilaf artık tefrika olarak
algılanmaktadır. Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi isimlerin dinî ıslah hareketlerinde mezhep kavramına yönelik
eleştiriler görülür. İslam toplumlarının içinde
bulunduğu geri kalmışlık ve parçalanmışlığın
temelinde İslam’ın taklit yoluyla uygulanması
olduğunu öne süren bu düşünce ‘taklidin kaynağı mezheptir’ diyerek mezhep eleştirisi getirmiştir. Afgani, emperyalizm ile mücadelenin İslam Birliği ile mümkün olabileceği bu sebepten
mezheplere uymaktan ziyade yeni ictihadlara
ihtiyaç olduğunu, bunun ise mezhepler üstü bir
anlayışla mümkün olabileceğini öne sürmüştür.
Ancak mezhep yok sayılarak girişilen bir tecdit
çabasının ilmi olarak problemli olduğu ortadadır. İlim kendisinden önceki literatürü çöpe atıp
yeni başlangıçlar üreterek değil, mevcut literatürün üzerine bir şeyler koyarak veya eleştiriler
getirmek suretiyle ilerler. İslami ilimleri içinde
geliştiği tarihsel süreçteki birikiminden, yöntemsel araçlarından ve ekollerinden kopararak
yenileme çabası ümmetin birliğine değil bilakis
fikri bir kısırlığa yol açacaktır. Mezhep içindeki
yönteme dönerek ictihatta bulunmamız İslam
BÜLTEN 2014 YAZ
teşkil etmiştir. Bunlar aynı zamanda imamların
görüşlerinin tüm İslam dünyasının farklı bölgelerine ulaştırılmasına vesile olmuş ve artık
‘Ebu Hanife’nin takipçileri’ gibi gruplar ortaya
çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde mezhep artık
bir yöntemi ifade etmektedir. Klasik Dönemde
mezhep bir müctehidler topluluğunun fıkhın
değişik konularıyla ilgili ortaya koymuş olduğu
görüşler manzumesi olarak kullanılmıştır.
Necmettin Kızılkaya
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2001 yılında
mezun oldu. Aynı üniversitenin İslam Hukuku Anabilim Dalı’nda “Kasânî’nin Bedâyi‘ İsimli Eserinde Kavâid’in Yeri” adlı
yüksek lisansını 2005 yılında tamamladı. Selçuk Üniversitesi
İslam Hukuku Anabilim Dalı’nda “Hanefî Mezhebinde Kavâ‘id
İlmi ve Gelişimi” başlığıyla hazırladığı doktora tezini 2011’de
başarıyla savundu. Bu çalışma İz yayınları tarafından 2013
yılında basıldı. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde
görev yapan Kızılkaya hukuk teorisi, islam hukuk usulü ve
Mecelle’nin külli kaideleri gibi dersler vermektedir.
Dünyası’nın karşı karşıya kaldığı meseleleri çözmemizi sağlayacaktır.
Konferanstan Arda Kalan
Bugün Müslüman toplumlar kendi iç savaşlarında ilmi enerjilerini, ekonomik kaynaklarını
ve insanlarını kaybetmeye devam etmektedirler.
Konferanstan bir siyaset öğrencisi olarak bana
kalan en önemli nokta Müslümanların iç çatışmalarını anlamaya ve bu çatışmalara çözüm
getirmeye çalışırken analiz edilmesi gereken
faktörler arasında tarafların ihtilaf ettikleri meselelerin ötesinde ihtilaf kavramının kendisine
verdikleri anlamın da bulunması gerektiği fikri.
İhtilafı, ilmi bir zenginlik, bir kolaylık vesilesi
olarak gören yaklaşıma sahip bir grubun kendisiyle ihtilaf halinde bulunduğu gruba karşı
girişeceği mücadelenin amacı ve yöntemiyle;
ihtilafı ümmete ve dinin kendisine karşı büyük
bir tehlike olarak telakki eden anlayışa sahip bir
grubun ihtilaf etttiği bir mevzuda girişeceği mücadelenin amaç ve yöntemi birbirinden çok farklı olacaktır. İhtilafın meşruiyetine dair bir ittifak
arayışının Müslümanlar arasındaki çatışmaların
çözümlenmesi noktasında araçsallaştırılma ihtimali var mıdır? Varsa, bu hangi çatışmalar üzerinde etkili olabilir? Hangileriyle bir münasebeti
yoktur? soruları konferanstan bana arda kalan.
EDEPBÜLTEN 23
BÜLTEN 2014 YAZ
E D E P KON FE RA N S L A R I 4
KARDEŞLİK VE ARAPÇA’NIN ÖNEMİ
Mehmet Yağcı
27 Ağustos 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu
Değerlendiren: Zeynep Taşkın, Ayşe Betül Karaaslan
‫تقرير عن محاضرة ألقاها األستاذ محمد يغجي في مركزنا‬
‫لقــد شــرفنا األســتاذ الكريــم محمــد يغجــي بحضــوره إلــى مركزنــا األدب إللقــاء خطــاب عــن أهميــة‬
‫نورنــا بنصائحــه وخبراتــه العميقــة حــول‬
ّ .‫اللغــة العربيــة وكيفيــة تعلــم هــذه اللغــة خــارج البلــد العربــي‬
.‫تعليــم اللغــة العربيــة لألتــراك منــذ ســنوات كثيــرة‬
‫ و ليــس مــن الســهل أن نتعلــم لغــة مــا‬، ‫قــال فــي خطابــه أن تع ّلــم اللغــة يحتــاج إلــى جهــد وصبــر كبيــر‬
‫ لذلــك علــى طالــب اللغــة أن يســتعمل مــا تعلمــه مــن‬،‫ ألن اللغــة حيــاة يجــب العيــش معهــا‬، ‫خــارج بلدهــا‬
.‫اللغــة أثنــاء كالمــه مــع أصدقائــه و إال يضيــع بعــض مــا تع ّلمــه ألن اللغــة تتطــور و تســتقر باإلســتعمال‬
‫وتحــدث عــن أهميــة اللغــة العربيــة و عــن كــون العربيــة لغــة القــرآن الكريــم وأحاديــث الرســول صلــى‬
‫اهلل عليــه وســلم و قــال يجــب أن يكــون هدفنــا األساســي فــي تعلمهــا هــو فهــم لغــة القــرآن و أحاديــث‬
‫ وأضــاف‬.‫الرســول ألننــا مســلمون أوال و أن هــذه اللغــة ليســت لغــة العــرب فحســب بــل لغــة المســلمين‬
‫إلــى ذلــك علــى أن طالــب العلــم أن يطــور لغتــه بشــكل جيــد حيــث يرفــع مســتواه فــي اللغــة العربيــة إلــى‬
.‫مســتواه فــي اللغــة التركيــة‬
Edep yaz programı Çarşamba konferanslarının
üçüncü haftasında, ‘Kardeşlik ve Arapça’nın
Önemi’ konulu konferansını vermek üzere aslen Türk olan lakin hayatını Arapçaya kalb etmiş, Arapça sevgisini her zaman dipdiri tutan
ve binlerce insana bu sevgiyi aşılayan Mehmet
Yağcı hocamız aramızda bulundular. Konferansa başlamadan önce hocamızın âdeti üzere önce
tüm cep telefonları bir kutuda (mutfak leğeninde!) toplandı ve dışarıya çıkarıldı. Böylelikle
hayatımızda artık olmazsa olmazımız haline
gelen telefonlara kısa süreliğine veda ettik. Bu
ufak vakit zihnimizi ve ruhumuzu Arapçanın
derinliği ile süslememize yetti doğrusu.
EDEPBÜLTEN 24
Mehmet hoca adeta Türkçe konuşanları yok
sayıyordu kendi hayatında. Konferans dili de
Arapça idi zaten. Hocamıza göre Arapça, insanın kendini ifade etmesini sağlayan bir vasıta
niteliğinden ziyade yaşamına yön veren Allah’ın kelamı olan Kur’an diliydi. Nitekim Allah-u Teala yüce kitabında şöyle buyuruyordu;
.‫ــون‬
َ ‫ــاه ُق ْرآ ًنــا َع َرب ًِّيــا َّل َع َّل ُك ْــم َت ْع ِق ُل‬
ُ ‫ إ َِّنــا أَ َنز ْل َن‬Mehmet
Yağcı hocamız bu çerçevede Arapça’yı öğrenme metotlarından ve onu hayatımıza nasıl dâhil edeceğimizden bahsetti. Arapça talebesinin
mutlaka defteri açık, elinde kalemiyle bekleyip
hocadan duyduğu yeni kelimeleri yazması, her
yeni öğrendiği kelime ile tabir oluşturması ve
BÜLTEN 2014 YAZ
bu tabirleri dağarcığına eklemesi gerekiyordu.
Bu menheçler gerçekleştirilmediği takdirde
Allah’ın bu nimeti elimizden almasıyla imtihan
olunacağımızın altını çizdi ve Arapçamızı muhafaza etmemiz gerektiğini ısrarla vurguladı.
Akabinde konferansın konusu olan ‘Arapça ve
Kardeşlik’ ele alınarak müslümanlar kardeştir
ve Arapça kardeşliğimizin dilidir meyanında
konu genişletildi. Kendi katında bizleri kardeş
kılan Yüce Rabbimiz Hucurat suresi 10.ayetinde şöyle buyuruyordu: ‫ــو ٌة‬
َ ُ‫إ َِّنمــا ا ْلم ْؤ ِمن‬
َ ‫ــون إ ِْخ‬
َ
ُ
ِ َ
َ
.‫ـون‬
َ ‫الل َل َع َّل ُكـ ْـم تُ ْر َح ُمـ‬
َ َّ ‫َفأ ْصل ُحــوا َب ْيـ َـن أ َخ َو ْي ُكـ ْـم َو َّات ُقــوا‬
Hocamız Arapça sevgisi ve onu hayatımıza tatbik etmenin kardeşlerimiz arasındaki ünsiyeti
arttıracağını söyleyip sağlanan muhabbetin biz-
Konferansa başlamadan önce hocamızın âdeti üzere önce tüm cep telefonları bir kutuda (mutfak leğeninde!)
toplandı ve dışarıya çıkarıldı. Böylelikle hayatımızda artık olmazsa olmazımız
haline gelen telefonlara kısa süreliğine
veda ettik. Bu ufak vakit zihnimizi ve
ruhumuzu Arapçanın derinliği ile süslememize yetti doğrusu.
riyorsa Arapça öğreniminde de talebenin günlük düzenli dinlemeler yapması ve muhakkak
Türkçesini Arapçaya tercüme etmesi gerekiyordu. O zamana kadar düşündüğünü, tartıştığını,
yorumladığını yani her şeyini artık Arapça’ya
aktarmalıydı.
leri din-dil kardeşliğinde buluşturmasına vesile
olmasını temenni etti. Kardeşliğimizin temelini
Havva annemizden başlatan, din kardeşliğimiz
ile onu ziyadeleştiren ve bizi dünyada aynı kutsal kitabı anlamak ve yaşamakla onurlandıran
Rabbimiz yine cennette Arapça’yı ortak dilimiz
kılarak ehemmiyetini göstermiyor muydu?
Konferansın ilerleyen saatlerinde bizlere tek
tek sordu: ‘Arapça öğrenme niyetin nedir?’ ve
şöyle sürdürdü. ‘Bir işe başlarken niyet o işin
seyri sülukunu belirler ve Arapça yabancı bir
dil öğrenmek için öğrenilmez çünkü Arapça
yabancı bir dil değildir. Arapça Kur’an dilidir,
din dilidir ve burada tek niyet Kelamullah’ı
anlamaktır, hayatının merkezine koymaktır ve
onunla kuşanmaktır’. Nitekim hocamızın sürekli vurguladığı gibi ‘Ebu Cehil Arapça’yı bizden
daha iyi bilmektedir’. Bu yüzden insan niyetini
unutmamalı, sık sık tazelemeli ve muhafaza etmelidir.
Hocamız konferansında insanın ana dilini nasıl
öğrendiği üzerinde de durdu ve bu vehbî kazanımı Arapça öğreniminde nasıl kullanacağımızı
şöyle izah etti: Bir bebek nasıl sürekli dinleyerek ve duyarak kelime dağarcığını zenginleşti-
Edep’teki birkaç arkadaşımla beraber Mehmet
Yağcı hoca ile tanışmamız aslında eskilere dayanır. Bilmeyenler için söylemekte fayda var, hoca
Haznedar Kuyulu Camii’nde yıllardır Arapça
seminerleri vermektedir. Seminerler Arapça işEDEPBÜLTEN 25
BÜLTEN 2014 YAZ
lenir ve talebelerin konuştuğu tek dil Arapça’dır.
Talebe Arapça seminerlerine başladığı andan
itibaren başka türlüsü muhaldir. Seminerler devam ettikçe, artan kelime dağarcığı ile konuşma
daha güzelleşir ve bir süre sonra dildeki en büyük zorluk olan muhadese halledilir.
Bu seminerler insanlar arasında biraz da ödevlerin kesretiyle meşhurdur. Çünkü işlenen her
parça önce ezberlenir, sonra Arapçası rik’a hattı
ile deftere yazılır ve karşısına Türkçe tercümesi
yapılarak tedribatlar eksiksiz tamamlanır. Daha
sonra metin, hocayla beraber işlenir. Yeni kelimelerin ve tabirlerin altı çizilir ve onlarla ilgili
cümleler kurulur. Böylelikle dili konuşma ve
yazma işi kolaylaşır. Zira bir insan konuşurken
düşünmez. Önceden duyduğu, ezberlediği kelimelerle düşünmeden konuşur. Yeni tabirleri
ezberlemek ve onlarla ilgili cümleler kurmak,
kompozisyonlar yazarken bu tabirleri kullanmak, o dile vukufiyeti gösterir. Bu sebepten
ödevler çok önemlidir ve öğrenmeyi hızlandırır.
Tüm bunlara ilaveten o binada kardeşliği hissedersin ve Allah’ın buyurduğu ‫ــع‬
َ ‫َو ُكونُــوا َم‬
ِ
ِ
‫الصادقيـ َـن‬
َّ ayetinin tecellilerini görürsün ve orada sadıklarla beraber olduğunu bilirsin. Allah
her vakit bizleri sadıklarla beraber eylesin ve
bizleri de sadıklardan eylesin. Arapça sevgimizi
daima dipdiri tutma duası ile...
E D E P KON FE RA N S L A R I 5
TÜRKIYE’DE ULEMANIN
BIYOTEKNOLOJIYE BAKIŞI: KÖK HÜCRE ÖRNEĞI
Ahmet Karakaya
3 Eylül 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu
Değerlendiren: Ayşenur Elvin Filiz
Edep yaz programının beşinci konferansı benim
gibi tıp öğrencileri başta olmak üzere hepimiz
için dikkat çekiciydi. Ahmet Karakaya ile kök
hücre, organ nakli, tüp bebek, sperm bankası,
taşıyıcı annelik gibi konular üzerine konuştuk.
Tıp alanındaki ilerlemeler sayesinde yapılabilecek çok şey var fakat bu onları uygulamaya
geçirebileceğimiz anlamına gelir mi? Yarar-zarar oranını iyi tartabiliyor muyuz, insan ile ilgili
müdahalelerimizin sınırı neresi, insanın değerini hangi ölçütlerle belirliyoruz, mükemmel insan hevesimiz ne kadar doğru, ruhu nereye yerleştiriyoruz? Cevaplanması hiç kolay olmayan
EDEPBÜLTEN 26
bu sorular üzerine bir nebze olsun kafa yorduk.
Tıptaki gelişmeler özellikle batıdan, kültürünü
de yanına katıp çığ gibi üzerimize geliyor. Bunlara arkamızı dönmemiz, gözümüzü kapatmamız mümkün değil. Problemli alanlardan yalnızca biri olan kök hücre çalışmalarını incelediğimizde dahi, yakından ilişkisi olan in vitro fertilizasyon, kürtaj, implantasyon öncesi tanı, gen
seçimi gibi konuları bir kenara bırakamıyoruz.
Kök hücre yaşamın başlangıcı sayılabilecek;
farklılaşmaya, çoğalmaya, hatta tam bir organizmayı oluşturmaya elverişli temel hücrelere verilen isim. Genel olarak iki ana başlığa ayırabiliriz
Embriyonik kök hücre elde edilmesinde en yaygın yöntem tüp bebek diye bilinen in vitro fertilizasyon (IVF) yöntemi artığı olan embriyolardır. Tüp bebek konusunda yaygın görüş; anne
ve babanın kendi hücreleri kullanıldığı takdirde
bu tedavinin caiz olduğudur, hatta bu konuda
teşvik söz konusudur. Sorun tıbbî bilgilendirmedeki yetersizlikten kaynaklanarak şurada
başlamaktadır: IVF yöntemi uygulamasında tek
bir yumurta hücresinin alınıp döllenmesi gibi
bir durum söz konusu değildir. Anne adayını
bu tedavide kolay bir süreç beklemez. Ovaryum
folliküllerinin olgunlaşması için kullanacağı
hormonlar, ilaçlar ve bu foliküllerin aspirasyo-
BÜLTEN 2014 YAZ
bunları: Erişkin ve embriyonik kök hücreler.
Erişkin kök hücrelerle yapılan tedavilerle alakalı- hasta çocuğu iyileştirmek için yeni bir kardeş
düşüncesi gibi etiğe konu olmuş durumlar yer
alsa da- fukaha görüşlerine baktığımızda genel
olarak büyük bir sorun ile karşılaşmayız. Çünkü
bu hücreler bir canlı yok etmeye dayanmaksızın
kordon kanı, kemik iliği gibi dokulardan alınan, multipotent ve unipotent olmak üzere farklı
hücrelere dönüşebilen hücrelerdir. Ama konu
embriyonik kök hücre olduğunda, embriyoyu
yok etme, bir canlıyı öldürme, onun insan olma
potansiyeli gibi son derece ciddi problemler
gündeme gelmektedir. Embriyonik hücrelerin
mucizevî yanı, insan vücudunda bulunan herhangi bir hücre tipine, dokuya, organa dönüşebilecek olmasıdır. Elbette bu kadar değerli bir
hücreyi kullanmak, sınırlarını görmek isteyen
bilim insanı sayısı gün geçtikçe artmaktadır.
Şimdilik Türkiye’de, birçok ülkede olduğu gibi,
insan olma potansiyeline sahip olması sebebiyle
embriyonik kök hücre kullanımı yasaktır. Fakat
kan hastalıkları, alzheimer, parkinson, diyabet,
medulla spinalis hasarları gibi birçok hastalığın
kök hücre ile tedavi edilebilmesi fukahanın kök
hücre çalışmalarına bakışında farklılığa neden
olmuştur. Bu görüşleri daha iyi anlayabilmemiz
için önce embriyonik kök hücrelerin ne şekilde
elde edildiğine bakalım.
Ahmet Karakaya
1986 yılında Sivas’ta doğdu. İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nden
mezun olduktan sonra Yeditepe Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünden lisans derecesi aldı. Ardından FSM Vakıf
Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Bölümü’nde yüksek
lisans eğitimine başladı ve “Kök Hücre Çalışmaları ve Etik;
Türkiye’de İnsan Embriyosundan Elde Edilen Kök Hücreler
Üzerinde Yapılan Çalışmalarda Etik Sorunlar” başlıklı yüksek
lisans tez çalışmasını Prof. İlhan İlkılıç danışmanlığında 2013
yılında tamamladı. Halen aynı bölümde biyoetik alanında
doktora çalışmalarına devam etmektedir.
nunda kullanılacak iğneler anne için maddî-manevî bir yüktür. Bu yüzden döllenme ihtimalini
olabildiğince arttırabilmek adına anneden fazlaca oosit (yumurta) toplanır. Laboratuvar ortamında döllenmeye bırakılan yumurta ve spermlerden, çoğu zaman birden fazla zigot oluşur. Bir
iki bölünmenin ardından sağlıklı görünen embriyolardan biri anne rahmine nakledilir. Peki,
kalan embriyolar? Bir kısmı 5 yıl içinde tekrar
kullanılmak üzere sıvı nitrojende dondurulur.
Bir kısmı ise atılır ki işte bu kısım, kök hücre
çalışmalarına konu olmaktadır. Atılması yerine
bu çalışmalarda kullanılmasını tercih edenler ile
embriyonun insan olma potansiyeline vurgu yapanlar bu noktada görüş ayrılığına düşmektedir.
Bir embriyo ne zaman insan olmaktadır ve acaba değeri sadece canlılığından mı kaynaklanmaktadır? Öncelikle döllenme, yeni canlının
genetik yapısının tam olarak oluştuğu aşamadır.
EDEPBÜLTEN 27
BÜLTEN 2014 YAZ
Yaklaşık altı gün sonra embriyo rahimde uygun
çamurdan yarattık. Sonra onu, oturaklı bir kayeri bulur ve implantasyon gerçekleşir. Bundan
rargahta bir nutfe (tohum) yaptık. Sonra o damsonra adeta embriyoda hücreler arası görev paylayı bir pıhtıya dönüştürdük, bu pıhtıyı bir et
laşımı yapılır ve gastrulasyon aşamasına geçilir
parçacığına dönüştürdük, bu et parçacığını bir
ki bu aşama tıp çevrelerinde genelde embriyotakım kemiklere çevirdik, derken bu kemiklere
nik yaşamın başlangıcı kabul edilir. Bu evreye
bir et giydirdik; sonra ona bambaşka bir yaratık
kadar embriyonun rahme tutunamayıp atılma,
olarak hayat verdik. Bak ne şanlı o Allah, yarabölünme ve ikiz olma ihtimalleri var iken bu
tanların en güzeli!’ (Müminun, 23/12-14)
aşamada oluşan yapı tek canRuhun üflenmesi konusunda
lıya ait hale gelir. Sonrasında
iki farklı hadis ise şöyle: “Doğkan damarları ile ilkel bir sinir
Peki, tehlikenin ne karusu yaratılışınız bu hikmet
sistemi oluşur ve takriben 22.
üzeredir. Sizden birinin yaradar farkındayız? Mesele
günde kalp atmaya başlar.
tılışı annesinin karnında kırk
sadece kök hücre veya
Embriyoloji alanındaki bilgigecede toplanır. Sonra bir o
embriyo telefi ile sınırlı
lerimiz böyle devam ederken
kadar zaman içinde alaka olur.
değil. Haddi zatında
hayatın başlangıcının manevi
Yine bir o kadar zaman içindaha
birçok
teknolojik
boyutu ile ilgili mesele tüm
de mudga olur. Sonra ona bir
kültürlerde elbette farklı yomelek gönderilir ve o kişinin
gelişme ile karşı karşırumlanmaktadır. Hayatın başrızkı, eceli, ameli ve said yayayız. Biyoteknolojinin
langıcı çok sayıda bilim adamıhut şaki olduğu şeklinde dört
sadece teknoloji kısmı
nın, ilahiyatçının, felsefecinin
hususu yazması ona emredilir.
gelmiyor;
felsefi
altyatemel sorunlarından olsa da
Ardından ona ruh üflenir.” (Sapısını, batı jargonu olan
henüz net bir yanıta sahip dehih-i Muslim bi Şerhi’n Neveğil. Bu yanıt, seküler perspektif
vi, Kader, c.16, 6390. Kahire:
kavramlarını da berabesahipleri için biraz daha kolay
Matbaa-i Mısri, 1965, s. 189.)
rinde getiriyor.
fakat bizim için insan salt fizik“Nutfenin rahme yerleştirilsel bir varlık olmadığından işin
mesi üzerinden kırk veya kırk
içine ruhanî varoluş boyutu da girmekte ve yabeş gece geçince bir melek gelir ve şöyle der:
nıt hayli zorlaşmaktadır.
Yarabbi kadın mı erkek mi? Rabbin dilediğine
hükmeder ve melek yazar. Yarabbi eceli nedir?
Yahudilik ve Hristiyanlıkta tam insan olma hali
Rabbin dilediğini buyurur ve melek yazar. Yave ruh konusunda değişik düşünceler olmakla
rabbi rızkı nedir? Rabbin hükmeder, melek
birlikte ilahi kitaplardan yalnızca Kur’an’da hayazar ve elindeki sahifelerle çıkar. Onun bu işyatın başlangıcı ve ruhun üflenmesi konusunda
leminden sonra ne bir arttırma ne bir eksilme
ayrıntılı açıklama mevcut. Özellikle bu konuda
olur.” (Sahih-i Muslim bi Şerhi’n Nevevi, Kaüzerine en çok konuşulan iki ayeti bilmemiz geder,c.16,6392, s.193.)
rekiyor. ‘O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı ve
insanı yaratmağa bir çamurdan başladı. Sonra
Fukahanın bir kısmı embriyoya yapılan tıbbi
onun neslini (değersiz bir su özünden) yaptı.
müdahalelerde yukarıda bahsi geçen ruh üfSonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi
lenmesi hadisesini merkezî bir konuma yerleşruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler,
tirmektedir ki bu noktada hadisleri ve ayetleri
kalpler verdi. Çok az şükrediyorsunuz!’ (Secde,
farklı yorumlayarak ruhun üflenmesini 40, 42,
32/7-9). ‘Andolsun ki biz insanı süzülmüş bir
45, 120 gün olarak kabul edenler vardır. Bu göEDEPBÜLTEN 28
Bu noktada, embriyonik kök hücrenin kullanılmasına izin veren görüş yaşamın embriyonun
rahim duvarına tutunmasıyla başladığını savunur. İmplantasyonu insan hayatının başlangıcı
kabul eden fukaha ilk 5-6 günde alınan embriyonun tedavi amaçlı kullanılmasını uygun bulmaktadır. Embriyonik kök hücrenin kullanılmasına karşı çıkanlar ise Allah’ın iradesinin o kişi
üzerinde döllenme anından itibaren gerçekleşmiş olduğunu, zigotun meydana geldiği ilk andan itibaren genetik bilgi şifresinin belirlenmiş
olduğunu söylerler. Yani ilk andan potansiyel
insan olan o benzersiz hücreye dokunulmasının
dinen uygun olmadığını ifade ederler. Bir başka
grup ise embriyonun anne rahminden alınmasına karşı çıkıp tüp bebek merkezlerinde fazladan
bulunan embriyoların atılması yerine tedavide
kullanılmasını yeğlerler.
Günümüzde fukaha, fetva verirken maslahatı
göz önünde bulundurup bu tedavilere ruhsat
kapısı açmaya çalışırken, kişisel hayatlarımızda
azimeti ön planda tutmamız gerektiğine vurgu
yapıyor. Sınırları naslarla belirlenmemiş olaylarda maslahat-mefsedet ilişkisine bakıp insanın dünyada imtihanda olduğu, imtihan için de
sağlığın önemli olduğu argümanını kullanıyor.
Fetva vermeyenler ise makasidü’ş-şeria çerçevesine aykırı bulup insanın yeryüzünde Allah’ın
halifesi olduğunu öne çıkararak embriyoya zarar veren bu tedavilere karşı çıkıyor. Bu noktada
aklımıza Mecelle’den “İctihad ictihadı nakzetmez.” ilkesi geliyor. Argümantasyon farklılığının ana sebebi hali hazırda konunun naslarla
belirlenmemiş ictihadî bir mesele olmasından
ileri geliyor.
Peki, tehlikenin ne kadar farkındayız? Mesele
sadece kök hücre veya embriyo telefi ile sınırlı değil. Haddi zatında daha birçok teknolojik
gelişme ile karşı karşıyayız. Biyoteknolojinin
sadece teknoloji kısmı gelmiyor; felsefi altyapısını, batı jargonu olan kavramlarını da beraberinde getiriyor. Bu konuda ilk yapılması gereken meseleyi kendi medeniyet ufkumuz içinde
ele almak. Biyoteknolojik gelişmeler karşısında
Müslüman olarak tutumumuzu belirleyen en
önemli etkenin vahiy ve bu vahye bağlı olarak
oluşan varlık tasavvurumuz olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bu ilkeleri ve gayeleri belirlerken vahiyle kurduğumuz ilişkinin sıhhati de en
az bu ilişki kadar mühim.
Diğer bir problem ise konunun çok yönlü ve
küllî biçimde ele alınması zorunluluğu. Artık
fukahanın sadece ictihad geliştirmesi yeterli
görünmüyor. Bu meselelerin ciddi okumalar,
felsefi altyapı, tıbbî-hukukî bilgi ve sağlam bir
İslamî müktesebatla değerlendirilmesi gerekiyor, disiplinler arası çalışmalar zaruri görünüyor. Eşref-i mahlukat kabul ettiğimiz insan ile
ilgili konularda tüm ilkeleri, öncelikle güçlü bir
dinamiği olan İslam Fıkhını sıhhatli bir şekilde
anlayarak değerlendirmemiz, cevapları kendi
değer sistemimizde aramamız gerekiyor.
EDEPBÜLTEN 29
BÜLTEN 2014 YAZ
rüşlerden hareketle ruhu olmayan bir canlı üzerinde tasarrufumuz nereye kadar olabilir sorusu
ortaya çıkmaktadır. Bazı özel durumlarda 40 yahut 120 güne kadar kürtaja izin verilirken, insan
kabul edilmese dahi ceninin bir canlı olduğu ve
-ruhu olmamasından yola çıkarak- herhangi bir
hayvanı bile gereksiz yere öldüremeyeceğimiz
unutulmakta mıdır acaba? Şu da var ki ruh konusunun çok açık olmadığı konusunda hemfikiriz. Allah (c.c.) ruh konusunda bizim bilgimizin
kısıtlı olduğunu söylüyor zaten. Bu hadisleri
Buharî’nin kader bahsi içinde ele aldığını unutmamak gerekir. Yani burada vurgulanan zamanlama değil, Allah’ın ilmi ve kudretidir. Fetüsün
geleceğine, ameline, eceline, cinsiyetine dair
bilgiler zaten en baştan Allah’ın (c.c.) ilmi dahilindedir. Buradaki süreç, bu bilgilerin meleğe
aşikar kılındığı zamanı da işaret ediyor olabilir.
Bunun hadis ilmine ve Arapça’ya ciddi hakimiyet isteyen bir konu olduğu şüphesizdir.
BÜLTEN 2014 YAZ
E D E P KON FE RA N S L A R I 6
AÇIK MEDENİYET
Prof. Dr. Recep Şentürk
10 Eylül 2014 Çarşamba/Edep Konferans Salonu
Değerlendiren: Feyza Tüzgen
kapalı medeniyet olgusunun ortadan kalkması
zorunluluğunu doğurmuştur. Bunun yanı sıra
küreselleşme kitabının kısa bir tanıtımını yapmaya gayret ettiğim Prof. Dr. Recep Şentürk hocamızın “Açık medeniyet” olarak isimlendirdiği
medeniyet tarzına geçişi gerekli kılmıştır.
Recep Şentürk
Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde
tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Bölümü’nde yüksek lisansını yaptıktan sonra, ikinci yüksek
lisansını ve doktorasını Columbia Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde bitirdi. Daha sonra İSAM’da araştırmacı olarak bulundu. Aynı zamanda Atlanta’da Emory Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nde misafir araştırmacı olarak insan hakları konusunda araştırmalar yaptı. 2005 yılında British Academy’nin
davetlisi olarak Oxford Brookes Üniversitesi Sosyal Bilimler ve
Hukuk Fakültesi’nde insan hakları konusundaki çalışmalarını
yürüttü ve aynı konuda İngiltere’nin çeşitli üniversitelerinde
konferanslar verdi. Halen FSM Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nün müdürüdür.
Medeniyetler arasındaki ilişkiler 20. yüzyıla kadar coğrafi sınırları dolayısıyla komşu olan medeniyetlerin etkileşimi şeklinde iken küreselleşme her birinin kendisini yegane medeniyet
olarak gördüğü bu “kapalı medeniyet”lerin ve
EDEPBÜLTEN 30
Günümüzde “coğrafi olarak birbirinden ayrılmış çok medeniyetli bir dünyadan, sembolik
sınırlarla birbirinden ayrılmış ancak aynı fiziki
ve sosyal mekanı paylaşan çok medeniyetli”
toplumlarda yaşıyoruz artık. Bu değişim ile birlikte, farklı kültür ve medeniyetlere mensup insanlardan oluşan toplumlar ortaya çıkıyor yani
“Açık medeniyet”ler.
Görülüyor ki coğrafi sınır engelinin ortadan
kalkmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan
medeniyet etkileşimine dünya; fikri, siyasi ve
hukuki açıdan hazırlıksız yakalanmıştır. Güçlü
aktörler diyebileceğimiz; Amerika, Rusya, Çin
vb. ülkeler bu soruna bir çözüm üretmemektedirler. Halbuki şu iki meselenin halledilmesi
gereklidir: Medeniyetler birbirleri ile ilişkilerini
nasıl yürütecekler? Ve çok medeniyetli toplumlar nasıl idare edilecekler?
İşte bu noktada İslam medeniyeti, çok medeniyetli toplum tecrübesini, yani “açık medeniyet”
olgusunu daha önce yaşamış olması sebebiyle
devreye girmektedir/girmelidir. Bir açık medeniyet örneği olmasından ötürü; fikri, sosyal,
hukuki ve siyasal alt yapıların inşası için diğer
medeniyetlere ilham kaynağıdır.
Müslüman yöneticiler ve halk,
fetihten sonra ehl-i kitabı yahut ineğe tapan hinduları dışlamamışlar, sadece kestikleri
eti yemeyi ve onlarla evlenmeyi dinen caiz görmemişlerdir,
Çünkü hanefi ulemasına göre
ismet yani dokunulmazlık ilkesi insan olmak hasebiyle herkesi kapsar.
O dönemle kıyaslandığında
dünya, medeniyetler ve uluslararası ilişkiler bir değişim geçirmiştir elbette, lakin mühim
olan, geçmişteki tecrübenin
bugüne aktarılması ve bugüne
bakan yönlerinin açığa çıkarılmasıdır.
üzerinden tanım ve öneriler
sunmaktadır bizlere.
Kitaba da ismini veren
“Açık Medeniyet” tabirinden anlayabileceğimiz
gibi, modernleşen ve globalleşen yapısı itibari ile
dünya artık bu yapıya bir
anlamda muhtaçtır. Kendisini dünyanın tek medeniyeti görüp, diğerlerini
yok etmeye çalışan ve
kendi kapalı havzasında
var olmaya gayret eden
“Kapalı Medeniyetlerin”
günümüz dünyasında
yaşama şansı zordur.
Biz müslümanların burada iki
yönlü bir sorumluğu vardır:
Genel olarak beşeriyete karşı
ve özel olarak İslam Medeniyetine olan sorumluluğumuz...
Bu iki veche ile olaya bakıp
Müslümanların çözüm üretmeleri gerekmekte, Klasik Dönemdeki gibi tüm beşeriyeti
düşünmek ve beşeriyetin ortak
kaderine dair bilinci ihya etmek başlıca hedefi
olmalıdır.
Bu şekilde kısa bir özetini konuya başlangıç
mahiyetinde verebileceğimiz kitabında Recep
Şentürk hocamız, medeniyetlerin geçmişte ve
şu an içinde bulundukları durum hakkında genel bir analiz yapıp, yeni bir kavramsallaştırma
Kitaba da ismini veren “Açık
Medeniyet” tabirinden anlayabileceğimiz gibi, modernleşen ve globalleşen yapısı itibari ile dünya artık bu yapıya bir
anlamda muhtaçtır. Kendisini
dünyanın tek medeniyeti görüp, diğerlerini yok etmeye
çalışan ve kendi kapalı havzasında var olmaya gayret eden
“Kapalı Medeniyetlerin” günümüz dünyasında yaşama
şansı zordur.
Tam da bu noktada çok katmanlı varlık, bilgi ve hakikat
anlayışı ile geleneksel İslam
düşüncesindeki Açık Medeniyet tecrübesinden bugünümüze iz düşümler bulmak
gerekmektedir. Müslümanlar
için bu Endülüs’ten Hindistan’a ve Osmanlı’ya, çok
medeniyetli toplumları idare
eden kendi gelenekleri ile irtibat kurmakla ve batıya entelektüel bağımlılık sorununun aşılması ile mümkündür.
Bağımlılık veya düşmanlık
yerine, kendimiz olarak Batı
ile sağlıklı iletişim kurmamız
gerekmektedir.
Bu bilinç ile Açık Medeniyet kavramını çeşitli
yönleri ile irdelediği kitabında Recep Şentürk
Hocamız, İslam Medeniyetinden tecrübe ve
örneklerle günümüze ışık tutmakta, çağımız
Batı toplumları ile İslam toplumlarının içinde
bulunduğu duruma dair öneriler sunmaktadır.
EDEPBÜLTEN 31
BÜLTEN 2014 YAZ
Bir küçük örnekle konuyu somutlaştırmak gerekirse, Hindistan’ın müslümanlar tarafından fethedilmesinin ardından
oluşan topluma göz atmak yeterli olacaktır
BÜLTEN 2014 YAZ
Son kitabı Yeni İnsan: Kaderle Tasarım
Arasında adlı kitabını zevkle okuduğumuz Nazife Şişman’la yaptığımız kitap
müzakereleri Edep’in lütuflarından
biriydi bize. Aramızdan biri gibi samimane konuştuk hayata dair herşeyi.
Sorgulamadan okuduğumuz kitaplar
üzerinde kafa yormayı garipsesek de
önce, bu yaz için bahtımıza düşen hikaye, deneme ve biyografi örneklerinin
bakışımızı değiştirdiğinin farkındaydık.
KİTAP MÜZAKERESİ SAATİ
Dermiş bana keşf oldu hep esrar-ı hakikat
Vallahi yalandır sözü billahi yalandır.
Levha 3, s.34
Mustafa Kutlu, Yoksulluk İçimizde, İstanbul, Dergah Yayınları, 2014.
Saliha Çelenlioğlu
Hidayet romanlarının kurgusunu değiştiren
Mustafa Kutlu için ‘modern bir Leyla-Mecnun
hikayesi yazıyor, aslında bir menkıbe anlatıyor’
diyor Nazife Şişman ve devam ediyor ‘Bugünün
hikayesini bugünküler anlatacak: Bizim yüreğimizdeki Engin kim ve toka ne?’
Edep Programı dahilindeki Kitap Müzakeresi
dersimizin ilkinde, Nazife Şişman’la Mustafa
Kutlu’nun Yoksulluk İçimizde kitabını konuştuk.
Kitap hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse,
Dergâh yayınlarından ilk olarak 1981 yılında basılmış bir hikâye kitabı. Bir takım hikemiyat içeEDEPBÜLTEN 32
ren levhalar ve bölümlerden oluşan ince sayılabilecek bu kitap, Mustafa Kutlu’nun post modern
hikâyeciliğe en çok yaklaştığı söylenen öykü kitabıdır. Olay sırasındaki belirsizlik, kopukluklar
ve hikâyedeki zamanın alışık olduğumuz şekilde
akmayışı bunu düşündüren sebeplerden. Kitapta işlenen temel düşünce ise zenginliğin eşyaya
bağlanmakla değil; eşyadan kurtulup maneviyatımızı güçlendirmekle kazanılacağı.
Kitap müzakerelerine Mustafa Kutlu’yla başlamak, grubumuzda daha önce kendisinin öyküleriyle karşılaşmamış olan arkadaşlarımız
Dergâh yayınlarından ilk
olarak 1981 yılında basılmış
bir hikâye kitabı. Bir takım
hikemiyat içeren levhalar
ve bölümlerden oluşan ince
sayılabilecek bu kitap, Mustafa Kutlu’nun post modern
hikâyeciliğe en çok yaklaştığı söylenen öykü kitabıdır.
Olay sırasındaki belirsizlik,
kopukluklar ve hikâyedeki
zamanın alışık olduğumuz
şekilde akmayışı bunu
düşündüren sebeplerden.
Kitapta işlenen temel düşünce ise zenginliğin eşyaya
bağlanmakla değil; eşyadan
kurtulup maneviyatımızı
güçlendirmekle kazanılacağı.
Şu yaşadığımız yıllarda, ben
de böyle bir hidayet öyküsünü
pek gerçekçi bulmayanlardanım. 35 yıl önce gerçekleşmesi çok daha olası bir hikâye hakikaten. Belki
bu yüzden Nazife Hanım’ın yaklaşımı benimkinden farklı oldu. Nazife Hanım için hikâye
sadece gerçekçi değil, neredeyse gerçekti! Bu
hikâyeyi yaşayanlara tanıklık etmişti o. Arkadaşları farklı hidayet öykülerinin kahramanlarıydı.
Ama benim için şu an gerçek hidayet öyküleri,
bambaşka bir dine mensup
olup gayrimüslim bir ülkede
yaşayıp da internet ve çevresinden İslam’ı tanıyıp dönüş
yapan insanların hikâyelerinden ibaret. Öyküler oldukça
farklı aslında. Nazife Hanım’ın
öykülerinin
kahramanları
aynı ortamı paylaştığı insanlar
olabilir, daha çok ortak yönü
bulunabilir onlarla. Ama ben
kendi zihnimdeki hidayet öyküsü kahramanlarını kendimden oldukça uzaklaştırmışım,
onları yurtdışına göndermişim, onlara başka diller, başka
dinler, başka ırklar atfetmişim.
Ve hikâyelerini içselleştirmem
imkânsıza dönmüş. Okuyup
dinleyip ‘vay be!’ demekten
ibaret olmuşlar benim için.
Ama Süheyla bir Türk, Süheyla Müslüman, Süheyla’nın
annesi dindar bir kadın, Süheyla’yla aynı şehirde yaşıyoruz, tek büyük farkımız onun
80’lerde yaşamış olması. Süheylâ’yla evlerimiz benzer, kafamızı kurcalayan sorularımız
benzer. Bu yüzden ‘Süheylâ
benim için örnek olabilir mi,
olamaz mı?’ sorusu ara ara zihnimde belirdi kitabı okurken.
Kitapta hemen hemen hepimizin dikkatini çeken bir bölüm vardı mesela; kaybolan
bir saç tokasının Süheyla’ya düşündürdükleri.
55. sayfada, ‘Tenhalık Basınca’ bölümünün girişinde şöyle yazıyor Mustafa Kutlu Süheyla’nın
dilinden:
‘Hayatım her gün kazandığım yeni yalnızlıklarla
zenginleşiyor. Ancak bütüne oranla devede kulak
EDEPBÜLTEN 33
BÜLTEN 2014 YAZ
için de güzel bir başlangıç
oldu. Sınıfa toplaşıp ne yapacağız ki şimdi derken birden
kendimizi kitabın içinde bulduk. Herkesin söyleyecek bir
şeyleri vardı ve ilginç olan,
hiçbirimiz diğerimizle aynı fikirde değildik. Yaşı, tecrübesi
farklı olan herkes bir başka
şekilde yorumladı okuduğunu. Birinci meselemiz Huzur
Sokağı – Yoksulluk İçimizde
benzetmesi oldu. Okur olarak
ister istemez kitabı bir hidayet
öyküsü olarak düşünmüştük.
İkinci meselemiz ise bu öykünün gerçekçiliğiydi. Kimilerine eski zamanlardan kalmış
bir öykü gibi geldi Süheylâ’nın
başından geçenler. Kitap zaten 1981 yılında basıldığı için,
1990’lı yıllarda doğmuş olan
neslin böyle hissetmesi pek
şaşırtıcı değildi. Ancak burada
da farklı görüşler çıktı ortaya.
Kimimiz kendimizi hikâyeye
kaptırıp, Süheylâ’dan inanılmaz etkilenmiş ve ilham almıştık, kimimiz ise kitabı daha
ziyade dışarıdan okuyup, başarılı ya da başarısız bulmakla
yetinmiştik.
BÜLTEN 2014 YAZ
kalan bu zenginleştirme çabasına zaman zaman
acıyorum. O kadar miniminnacık duruyor ki öbürlerinin yanında: Önemli olmaktan ziyade sevimli.
Mesela dün saç tokalarımdan birini kaybettim.
Bir süre telaşla arandım durdum. Odadan odaya,
dolaptan dolaba gidip geliyordum. El çantalarının,
kol çantalarının, etajerlerin, çeşitli boy ve yapıda
kutuların içini karıştırdım.
Aman Allahım!..
Ne kadar çok saç tokam varmış benim.
Benim ne kadar çok el çantam, kol çantam varmış.
Bunların içinde, üzerinde küçük mavi-pembe mineli çiçekleri olan saç tokam kayboluvermiş.
Nedense ona pek önem verirmişim.
İşte bu küçük eşyanın beni yalnız bıraktığı gün.
Onun benden, benim ondan kurtulduğum gün,
böylesine miniminnacık bir yalnızlık daha edinmiş
oldum. Kim bilir içimde daha nice saç tokaları,
nice el-kol çantaları çöreklenmiş yatıyor.’
Bu kadar basit, bu kadar günlük hayatın parçası
olmuş bir unsurdan hayata ve kendine dair bir
sorgulamaya gitmek aslında bu sorgulamayı
okuyucu için de etkili hale getiriyor. Çünkü biliyorum ki hepimiz kaybolan saç tokasını arama
tecrübesini defaatle yaşamış hanımlarız. Bu sebeple benim de Süheylâ’yla ilişki kurabildiğim
bir bölüm oldu bu. ‘Varlık aleminde yalnızca
sen ve Allah varsınız’ demişti bir dostum, onu
hatırlattı bana. Geri kalan her şey sen onlara
mana atfettiğin için oradalar. Aslına kaybettiğin
şeylere üzülmemek son derece mümkün. Süheyla’nın yalnızlığı ise bir başına kalmak değil;
Allah ile bir başına kalmak, yani gerçek zenginlik aslında. Derler ya, asıl zenginlik az şeye ihtiyaç duymaktır diye. Aslında en büyük zenginlik
Allah’tan başkasına ihtiyaç duymamak. Tam
olarak bu sebeple, yoksulluk içimizde.
Burada Mustafa Kutlu’nun yazarlığına da değinmeden geçmemeliyiz bana sorarsanız. Bu fikri
bir saç tokası üzerinden bu kadar etkileyici bir
şekilde verebilmek yazarın ustalığındandır.
EDEPBÜLTEN 34
İçerikle ilgili tüm bu yorumlar bir yana, Mustafa Kutlu denince benim ilk aklıma gelen şey
üsluptur. Bu sebeple her kitabını bir çırpıda
okuyabileceğimi, neden bahsederse bahsetsin keyif alarak okuyabileceğimi düşünürüm.
Bunun yanında, Mustafa Kutlu beni herhangi
bir yazardan, özellikle de güldürmek için çaba
harcayanlardan daha çok güldürüyor. Ben bir
satırda zekice ve beklemediğim bir cümleyle
karşılaştığımda tebessüm ediyorum. Ve Mustafa Kutlu bunu kusursuzca yapıyor! ‘Ben ateistim’
diyen birine cevaben şunu söyletebiliyor: ‘Peki
insan ateist olunca kavunun tadı değişiyor mu?’
(s.80) Levhalardan birinde ise şöyle bir kısım
geçiyor: ‘Yumurtanın sarısını nasıl istersiniz: Saman sarısı, kavuniçi, kanarya. Elinizdeki formda,
sağ üst köşede, alt alta sıralanan karelerden birini
işaretleyiniz.’ (s.33)
Mustafa Kutlu’nun sevdiğim bir yanı da kitapları içerisinde kendisiyle ve okuyucuyla konuşuyor olması. Siyah Gemiler bölümünün
başında şöyle diyor: ‘Biliyorsunuz aslında ben
Süheylâ’nın hikâyesini bitirmiştim. Yani kendi hesabıma sevgilisi Engin onu terk edip de kara-kuru
ancak fevkalade zengin biriyle nişanlanınca artık
bitti bu hikâye demiştim. Ama hayat tesadüflerle
doludur. Bir gün yeniden Süheylâ ile karşılaşacağımı nereden bilebilirdim…’(s. 25)
‘Gittikçe incelen (burada incelik herhalde zarafet
manâsında ve döndükçe daralan bir yoldayız.’ (s. 33)
Bu örnekler, bana öyle geliyor ki Mustafa Kutlu’nun serbest çağrışımları. Beklenmedik kelimeler, cümleler Mustafa Kutlu’nun zihninden
zorlamadan çıkıyor. Eğer hayatı da bu şekilde
yaşıyorsa kendisi, pek keyif alıyor olmalı.
Ez cümle; pek çok farklı yorumla okunabileceği
gibi, kimilerine de Süheylâ ile birlikte yoksulluğun, zenginliğin, maddiyatın ve maneviyatın
hayattaki yerini sorgulatabilecek keyifli bir kitaptı Yoksulluk İçimizde. Nazife Hanımefendi’ye başlangıcı böyle hoş bir kitapla yaptığı için
teşekkürü bir borç bilirim.
BÜLTEN 2014 YAZ
İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde, İstanbul, Dergah Yayınları, 2006.
Büşra Beşikçi
İnsanlar vardır ilim ile bütünleşen, varlığı ilim üzerinden derinleşen.
İnsanlar vardır sonsuz nur olan ilim sıfatının tezahür mahalli haline gelen.
İşte bu nadide zümreden olduğunu düşündüğümüz Muhammed Hamidullah Hocamızı, İsmail
Kara’nın “Sözü Dilde Hayali Gözde” isimli eseri
merkezinde Nazife Şişman Hoca ile konuştuk.
Bu sohbetimizi tam olarak klasik bir biyografi okuması şekli
üzere gerçekleştirmedik. İlmin
hayata dokunan hayatla hemhal olan nefeslerine de temas
etmek istedik.
“İlim adamlığı”nın bilgi depolayan ayaklı bir seyyar belleğe
dönüşmekten ibaret olmadığını, takva elbisesine bürünmedikçe, hayatın akışında onu
çevreleyen bir yorum ve bakış
açısı kazandırmadıkça mezkur
sıfatın kişiler üzerinde eğreti
kalacağını bu yolun yolcuları
olmaya namzet bizlere hatırlattık. Hoca’nın hayatındaki bazı
tercihlere ve hassasiyetlere de
değindik.Bunlardan bazı pasajları sizlerle paylaşalım istedik:
melerde gördüğü eksiklikleri mütercimlerinin
kulaklarına fısıldamak suretiyle düzeltilmesini
temin etmiştir. Ayrıca yapmış olduğu programların herkese açık bir yapı arz etmesi çeşitli alanlardan insanların kendisinden
istifade etmesini sağlamıştır.
Eserleri arasında en çok
tanınanı, kendisinin ifadesiyle fıkha yönelik çalışmalarına bir hazırlık aşaması
oluşturan “İslam Peygamberi” isimli kitabıdır. Büyük
iltifat görmüş olan bu eser
Muhammed Hamidulah’ın
“İslami ilimler”e yaklaşımının bütüncüllüğünün bir
yansıması da sayılabilir.
Bir dil, bir insan…Hamidullah Hocanın; içinde Urduca,
Hintçe, İngilizce, Fransızca,
Almanca, İtalyanca, Rusça,
Arapça, Farsça ve Türkçenin
de bulunduğu 12 dil bildiği,
bu dillere okuyup yazabilecek
derecede hâkim olduğu ve pek
çoğunu konuşabildiği bilinmektedir. Zira Hoca
vermiş olduğu ders ve konferanslarda dinleyici
kitlesinin durumuna ya da kendisine eşlik eden
mütercimin ihtisas alanına göre kullanacağı dili
belirlemiş, bununla beraber icap ettikçe tercü-
Nakledildiğine göre; İstanbul
Yüksek İslam Enstitüsü’nde
verdiği ”İslam’da kölelik“ ile
alakalı bir konferansın akabinde sorular faslına geçince orta yaşlı ve muhtemelen
“dışardan” bir şahıs kendisine
bir sual yöneltir. Soru sünnet
namazların kılınmaması durumunda ne olacağıyla ilgilidir.
Salondakiler tarafından bu,
konuyla alakasız görülür ve
fısıldaşmalar, gülüşmeler başlayıverir. Hamidullah Hoca
ise bir o kadar ibretamiz şekilde salondaki hareketliliği
noktalar ve: “Niçin müdahale
ediyorsunuz? Elbette herkes
en çok önemsediği ve anlamak
istediği konuda soru soracaktır” der.
Bu anekdot sohbetimiz esnasında bizleri belki de en çok
etkileyen kısımlardan biriydi.
İnsanlarla münasebetimizi ve
onların soru ve sorunlarına
bakışımızın kuşatıcılığını tespit açısından da
önemliydi. Hoca, kendisine yapılan eleştirileri
büyük bir olgunlukla karşılamış; şükranla mukabele etmiş, hatası olduğunda onu düzeltmekten ictinab etmemiş, kendisini zemmedenlere
ise hiçbir karşılık vermemiştir.
EDEPBÜLTEN 35
BÜLTEN 2014 YAZ
Bir gün Hayrettin Karaman, Hamidullah Hoca’ya söylenenlere tepkisiz kalmaya devam ettiği takdirde kendilerinin cevap vermeye başlayacaklarını söyleyince, Hoca, ‘Hayır bunu ne
siz yapacaksınız, ne de ben. İslam dünyası zaten
birçok karışıklık içerisinde, ben bunlara bir tanesini daha katmayacağım, siz de buna alet olmayacaksınız’ demiştir.
Bizlere sunduğu bu düşünce yapısı kişinin atacağı adımın öncelikle kimlerin işine yarayacağını düşünmesi ve hadiseler karşısında kendini
müdafaa üzerinden dahi olsa ümmeti sıkıntıya
düşürecek, sıkıntısını perçinleyecek hamlelerde
bulunmama soğukkanlılığını göstermesi açısından büyük bir numune teşkil etmektedir.
Hamidullah Hoca Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman gibi pek çok öğrencisi tarafından defaatle Türkiye’ye tamamıyla yerleşmek,
İSAM’da araştırmacılara yol göstermek üzere
davet edilmiş olsa da; Fransa’daki Müslümanların da bilgilerinden istifade edecekleri kişilere ihtiyaç duyabileceklerini ve oradaki işlerini
henüz tamamlayamadığını dile getirerek kabul
etmemiştir. Fakat yine de Salih Tuğ’un da ifade
ettiği üzere yoğun çalışmaları arasında büyük
bir fedakârlıkla 1950’li yıllarda yılın üç ayı Türkiye’de çeşitli fakültelerde dersler vermek için
bulunmuştur. Hayatını Fransa’da BM’nin verdiği bir kart ile geçirmiş, Türkiye’den de vatandaşlık teklifleri kendisine gönderildiği halde vatanının işgaline teslim olmadığını hiçbir ülkenin
vatandaşlığına girmemek ve “vatansız” kalmak
ile göstermiştir. Bir İslam âliminin işgaller ve
haksızlıklar karşısında eğilmeyen ve tek kişilik
gerçekleştirdiği ömürlük bir boykot ile verdiği
temsil mücadelesidir bu…
Hoca’nın Arapçaya olan sevgisi de malumdur.
Biliyoruz ki kendisi Arapçayı ana dili olarak
kabul eder, bir konuşmayı Arapça yapacaksa
muhakkak bu hususa dikkat çeker, Ahzab Suresi’nin 6. ayetini de okumadan geçmezmiş. “Size
annelerinizin diliyle hitap edeceğim”. Nitekim
Arapça Rasulullah (s.a.v) Efendimiz’in ve sevgili eşlerinin konuştukları dildir. Rasulullah’ın
EDEPBÜLTEN 36
(s.a.v) eşleri bütün mü’minlerin anneleridir. O
halde annemizin dili bizim dilimizdir” dermiş.
Hoca’nın eserlerinden telif bedeli almadığını,
bu ücretin kitap satım fiyatlarından düşülmesini istediğini de öğreniyoruz. Bazı devletlerden
ödüller, bir takım nişaneler almış; ancak maddi nitelikli olanları kabul etmemiştir. Eserleri
arasında en çok tanınanı, kendisinin ifadesiyle
fıkha yönelik çalışmalarına bir hazırlık aşaması
oluşturan “İslam Peygamberi” isimli kitabıdır.
Büyük iltifat görmüş olan bu eser Muhammed
Hamidulah’ın “İslami ilimler”e yaklaşımının
bütüncüllüğünün bir yansıması da sayılabilir.
İsmail Kara’nın Hamidullah ile yaşadığı şu hadise de dikkati şayandır. İsmail Kara, Muhammed
Hamidullah’ın kitaplarının bir kısmını Türkçeye
tercüme eden Macit Yaşaroğlu’ndan kendisi adına Hoca’dan imzalı bir Fransızca Kuran tercümesi istemesini rica eder. Beklenen meal gelir;
ama imzasızdır. Zira Hamidulah Hoca kitabın
beraberindeki bir mektupta Kur’an’ın kendisinin değil Allah’ın kitabı olduğunu, bu sebeple
onu imzalayamayacağını ifade eder. İsmail Kara,
Muhammed Hamidullah’tan imzalı bir kitap
elde etme fırsatını kaçırdığı için hayıflandığını
zikreder hatıratında.
Hoca’nın fotoğraf çekilmekten hoşlanmadığı ve
zaruri durumlar haricinde kaçındığı da bilinmektedir. Bazı fotoğraflarda el sallıyormuş gibi
görülmesi de bu sebepledir. İlmi meseleler dışında az konuşmakta ve az yemeği tercih etmektedir. Bol çeşitli yiyeceklerin bulunduğu sofralarda
dahi az bir miktarla; bazılarında yarım tas çorba,
bazılarında ise birazcık yoğurt ile iktifa ettiği de
anlatılmakta, bir toplantı ya da sözleşmesi var ise
tam belirlenen vakitte orada olduğu, beklediği
ama bekletmediği söylenmektedir.
Muhammed Hamidullah Hoca hakkında talebelerinden öğrendiğimiz, okuduğumuz, dinlediğimiz kadarıyla Müslüman duruşun ve ilmin
bir şahsiyette nasıl akis bulduğunu gösteren
birkaç ipucunu yakalamış olduk. İpuçlarını takip edip kaynağa gitmek, kaynaktan beslenerek
filizlenmek gerek…
BÜLTEN 2014 YAZ
Nazife Şişman, Günün Kısa Tarihi, İstanbul, İstanbul, Timaş Yayınları, 2013
Şeymanur Ekren
Mehmed Yağcı hocamız “tatil katildir” derdi
hep. Biz de Arapça’yla dolu bir yazımız olsun,
okullar hazır tatile girmişken, vaktimizi “Öyleyse, bir işi bitirince diğerine giriş” (İnşirah
7) düsturunca değerlendirelim istemiştik. Nihayetinde EDEP gibi bir ortam nasip oldu,
çok şükür. Beklediğimizden
de yoğun geçen ilk haftanın
sonunda, haftanın son dersini Nazife Şişman hocamızla
kitap tahlili şeklinde yapacağımızı
öğrendiğimizde,
aklımızda bir yanda haftanın
yorgunluğu olmasına rağmen
diğer yanda bu yorgunluğu
atmanın en iyi yolunun böyle
farklı bir derse girişmek olduğu düşüncesi vardı.
ler” ve “Seyirlik Dünya” başlıklarının altında
bir çok alt başlıkla, geçmişte yaşanmış bir kaç
küçük olay veya hal tahlili giriş mahiyetinde
veriliyor ve sonrasında esas konuya giriliyor.
Altbaşlıkların ana teması ise, modern insanın
ancak günümüz dünyasını tanıyarak bu yapay
atmosferin dışına çıkabileceği
ve modernle geçmiş arasındaki yüzleşmede Hak’ka yönelip,
kabukla değil özle ilgilenenlerden olabileceği gerçeği. Bu gerçeği vurgulamak için de yazar,
teknolojik gelişmelerden, ibadet anlayışımızdaki değişimlere; evlilik anlayışımızdan hayallerimize kadar pek çok konuda
alışılmışın dışına çıkıp sorular
soruyor ve sormamıza vesile
oluyor. Tüm bu sorgulamalar
Ve nitekim Edep yaz prograise temelde, bilfiil tecrübe etmı boyunca Nazife hocamızla
tiğimiz, hangi yaşta olursak
çeşitli tahliller yapma şansını
olalım yetişmeye çoğunlukla
Kitapta “Ambalajlı Mutluluk”,
yakaladık. Şans diyorum zira
güç yetiremediğimiz, çağımı“Seküler Hayaller” ve “Sekendisinin günümüzdeki hızlı
zın en önemli özelliklerinden
değişime bakış açısı, modern
yirlik Dünya” başlıklarının
biri olan “hızlı değişim”le ve bu
insanı ve bu insanın duygu ve
altında bir çok alt başlıkla,
değişimin sonucu olarak “hayabeklentilerini sorgulayış şekli,
geçmişte yaşanmış bir kaç
tın verilmiş bir mühlet olduğu”
bize de sıradanlaştırdığımız
küçük olay veya hal tahlili
gerçeğinden uzaklaşan “moiçin çoğunlukla fark edemedigiriş mahiyetinde veriliyor
dern insan”la alakalı. Hiç şüpğimiz modern hayatın mantave sonrasında esas konuya
hesiz, bu altbaşlıkların bir kaçı
litesini sorgulayarak günümügiriliyor.
üzerinden konuşursak, yazarın
zü daha iyi anlama çabamızda
varmak istediği nokta daha iyi
yardımcı oldu. Okuduğumuz
anlaşılacaktır.
ve üstüne konuştuğumuz kitaplardan biri de
kendi yazmış olduğu “Günün Kısa Tarihi” kitaYazar kitaba anneannesin “biz hiç fakirlik çekbı idi…Biz de gelin kısa bir yolculuk yapalım.
medik” sözüyle başlayarak, günümüz insanının
Kitapta “Ambalajlı Mutluluk”, “Seküler Hayalyoksulluk ve yoksunluk algısına değiniyor. Bir
EDEPBÜLTEN 37
BÜLTEN 2014 YAZ
diğer ifadeyle her zaman izafi olan yoksulluk
algısına ek olarak çağımızda, zenginliğin görselleşmesi ve seyirlik hale getirilmesiyle modern insanın yoksunluk hissiyatının beslendiği,
bunun da insanın kanaat dengesini bozduğu
gerçeğine parmak basıyor. Tabi kanaat gibi bir
zenginliği kaybeden insanoğlunu tatmin edecek
hiçbir zenginlik kalmıyor.
kisinin yerine bir şey koyamayan modern hayattan bahsediyor.
İlerleyen sayfalarda yazar, çağımız insanına artık
mutluluğun anahtarının bile satıldığından, eskiden en büyük erdemlerden sayılan “çalışma”nın
yerini en büyük başarı sayılan “eğlenme”ye bıraktığından, tüketimin artması sonucu insanın
eşyaya bakışının değişmesinden, bilimsel gelişmelerle birlikte ötenazi, kürtaj, klonlama gibi
yaklaşımlarda ortaya çıkan insanın bedenine
dair hakimiyet iddiasından, geleneksel toplumlarda aşk, evlilikle meşruiyet kazanırken günümüzde evliliklerin aşkla meşrulaştırılmasından
ve genel olarak da dinin yıkılan “iyi hayat” telak-
Sözümüzü kitapta değinilen hayat ve ölüm tasavvuruna dair Nazife hocamızın verdiği bir misalle sonlandıralım:
EDEPBÜLTEN 38
“Bunlar benim de soru işaretlerimden bazıları”
diyen arkadaşlarımız için kitabı alıp okumak elzemdir. Bizim kadar kısmetlilerse belki Nazife
hocayı bulup onunla sohbet etme şansını da yakalarlar. Güzel insanlarla karşılaşmamızı nasip
eden Rabb’imize hamdolsun.
“Ömer bin Abdulaziz, hilafet yükünü omuzladığında, “makam”ının “yer”ini unutturmaması için
kendisine bir hatırlatıcı tayin eder. Her gün “Ey
müminlerin emiri, senden büyük Allah var!” der
bu görevli. Ta ki halifenin sakalına ak düşünceye
dek. Sakala düşen ak, hatırlatıcılık görevini devralır: insan acizdir, dünya fanidir, ölüm haktır. Ölmezden evvel ölümü hatırlamak, “yer”ini bilmek
için kafidir.”
Prof. Dr. Recep Şentürk
Zeynep Büşra Usman
‘Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli
günlerinizde, İslamiyeti öğreniniz ve ona uygun
yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş
şeyler peşinde, oyun ve eğlence ile geçirmemek
için uyanık olunuz.’ buyuran İmamı Rabbani
(ks)’nin öğüdünü şiar edindik ve gençliğimizin
en güzel yazını EDEP’te geçirdik. Bizlere teneffüs imkanı sağlayan derslerden biri de Prof. Recep Şentürk Hocamız ile yaptığımız Mektubat
okumaları idi. İmamı Rabbani Hazretleri sıcak
yaz günlerinde gönüllerimize derin tasavvuf anlayışıyla adeta su serpti.
Mektubat Okumaları dersimiz, bizlere yolumuzun, yarış bittikten sonrada koşacağım diyenlerin yolu olduğunu ve bu yolda mütesahilliğin
fayda vermeyeceğini öğretti. İhsan ve itkânın
her daim birlikte bulunması gerektiğini, ilme
küllünü vermeyenin ilmin cüzünden elde edemeyeceği gerçeğini Recep Şentürk Hocamızın
tecrübeleriyle bir kez daha hatırlattı.
Hazretin Seyyid şeyh Ferid’e gönderdiği mektupların biri mesela insanların en iyisi olan
Muhammed (sav)’i methetmenin ve onun ümmeti oluşumuzun kıymetini anlamamız gerekliliği hakkında idi. Bir Arabî beyt tercümesinde;
‘Muhammed aleyhisselamı medh edemiyorum, onunla yazılarımı kıymetlendiriyorum’
dendiği gibi, bizlerde dersimizde Efendimiz’i
belki gereğince methedemedik ancak derslerimizi O’nu (as) anmaya ve anlamaya çalışmakla
bereketli hale getirebildik.
Seyyid Mahmud’a yazdığı diğer bir mektubunda ise İmam Rabbani ‘Günah işlese de, çekilmez hesaba böyle bir Seyidin izindeki kimse’
şiarıyla yola çıkmış olan ehli sünnet ve’l cemaat
büyüklerine tabi olanın yolunu kaybetmeksizin
sülukunu tamamlayacağını söylüyordu. Ben de
naçizane kendi seyri sülukumda, halde ve kalde
edebi nasihat eden tüm Ehli İslam’a ve bu Ehli
İslam’ın yolunu edeple, Edep’te öğreten tüm
hocalarımıza, hasseten ‘Hizmetteki edep hizmetten daha üstündür’ şiarıyla yola çıkmış olan
Recep Şentürk Hocamıza ve üzerimizde emeği
geçen -görünen ve görünmeyen- tüm EDEP
kahramanlarına teşekkürü borç bilirim.
EDEPBÜLTEN 39
BÜLTEN 2014 YAZ
Mektubat-ı Rabbanî Dersleri
BÜLTEN 2014 YAZ
Safahat Okumaları
Sevinç Akay, Ayşegül Gündoğan
Medrese geleneği ve akademiyi birleştiren bir
eğitim vermek gibi büyük bir amaçla yola çıkan
EDEP’te bu amaça yakışan bir amel olarak Yaz
Programı’nda Safahat okumalarını müdür yardımcımız Betül Tarakçı moderatörlüğünde başlattık. Mehmet Akif ’in 1911-1933 yılları arasında tamamladığı yedi şiir kitabından oluşan
Safahat adlı nadide eserinden Fatih Camii isimli
şiirini, orijinal metninden okuyarak tahlil etme
zevkini tadımlık da olsa yaşadık. İlkokuldan üniversiteye, Mehmet Akif ’in İstiklal Marşı’ndan
başka bir eserini gündemine almayan eğitim
sistemimizin azizliğine uğrayan birçoğumuz, en
gözde üniversitelerimizden Boğaziçi’nde bile
adı neredeyse hiç anılmayan Akif ’in Safahat’ıyla EDEP’te meşgul olma fırsatını yakalamıştık.
EDEPBÜLTEN 40
Betül Hoca’mız ve master tezini Safahat üzerine yazmış olan Demet Koçyiğit arkadaşımızın
diliçi çeviri ve tahlilleriyle Fatih Camii şiirinin
manasına erişmeye çalışırken, bunu Akif ’in de
doğduğu yer olan Fatih’te, EDEP’in güzide mekanı Hırka-i Şerif Muhafız Konağı’nda yapıyor
olmak bize farklı bir heyecan kattı.
Akif ’in kelime olarak “hayatın değişik yüzleri,
görünümleri” anlamına gelen Safahat isimli eseri, yaşadığı devrin sosyal-siyasi yapısını
teferruatlarıyla göstermenin yanında eşsiz bir
edebi incelikle donatılmıştır. Eserde devrindeki
hemen hemen her şeyin şairin engin görüş ve
duyuş sahnesinden bütün ifade araçlarıyla tasvir edilmesinin ilk örneği Fatih Camii şiiridir.
Akif, şiirde mezkur mabedi ince benzetmeler ve
BÜLTEN 2014 YAZ
coşkulu bir anlatımla tasvir etmenin yanı sıra lirik üslubunu hikaye edici anlatımla birleştirerek
okuyucuya yani bizlere camideki ibadet tecrübesini ve bu tecrübenin doğurduğu huşuyu etkili bir şekilde aktarmayı başarır.
Bu eşsiz aktarımdan bir pay almaya çabalarken
bizler, duvarında asılı bulunduğu şiiri bir kere
de ismini aldığı Fatih Camii’nde, bütün haşmetiyle cami duvarını süsleyen, Kabe tasvirli
tarihi tablonun karşısında okuyarak, şiirin manasından alacağımız huşunun en yüksek derecelerine varmayı arzulamıştık. Kimbilir belki de
bu arzumuzu o ulvi mabedte Akif ’in yaklaşan
ölüm yıldönümünde sabah namazına müteakiben gerçekleştirmek ve onu şiirleriyle layık
olduğu şekilde andıktan sonra Edirnekapı Mezarlığı’nda bulunan kabrini ziyaret ederek ona
olan gönül borcumuzu bir nebze olsun ödemek
nasip olur. Bu arzumuzdan sonra sözü, Akif ’in
Dokusunda Akif’in savrulmuş hatıraları
bulunan Fatih semtinde, gördük ki doğduğu evin yerine ruhsuz bir apartman
dikilmiş, kapısına harflerinin dökülmeye
yüz tuttuğu ufak bir tabela asılmıştı. Belediyeye verdiğimiz ses akis buldu, harflere can geldi. Bize düşenin Safahat’i ete
kemiğe büründürmek olduğunu hayıflanarak farkettik. Sizler de Sarıgüzel’e gittiğinizde Akif’i İstiklal Şairi yapan ilmin,
mücadelenin ve merhametin rüzgarını
hissedin ve bir Fatiha okuyun istedik!
mezkur şiirinde cami için kullandığı teşbihli beyitiyle ve o teşbihin EDEP şahsında dahi vücud
bulması niyazıyla nihayete erdirelim…
Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır,
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr.
(Evet, bir kalbdir o, coşkulu bir aşık kalbi,
Ki içinden çıkıp yükselir her dem bin zikir feryadı)
EDEPBÜLTEN 41
BÜLTEN 2014 YAZ
Türkiye’de Entelektüel Müslüman Kadının
Kendilik Algısı Üzerine Bir Sunumun Anatomisi
Şule Albayrak
Esra Albayrak ve Şule Albayrak’ın ASR’nin 76. toplantısında sundukları tebliğler Türkiye’nin son dönemdeki serencamını göz önüne sermesi açısından ilgi çekiciydi. California-Berkeley Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayan Esra Albayrak ‘ın ‘Morticians
or Simply Devout Muslims: A Sociological Analysis of Turkey’s Imam-Hatip Schools’
başlıklı bir konuşma yaptığı toplantıda Şule Albayrak’ın nelerden bahsettiğini gelin
kendisinden dinleyelim.
13-15 Ağustos 2014 tarihleri arasında ABD,
San Francisco’da düzenlenen Amerikan Sosyoloji Derneği’nin (ASR) yıllık kongresinde sunduğum bildiri Türkiye’deki Entelektüel Müslüman
Kadınların Kendilik Algısı: Tartışmalı Bir Kamusal Alanın Yeni Aktörleri (Self Identification
of Intellectual Muslim Women in Turkey: New Actors in a Contested Public Sphere) başlığını taşıdı.
Üniversite mezunu olup profesyonel hayatın
içinde yer alan ve biri dışında tümü başörtülü
olan 13 kadınla derinlemesine mülakat tekniğiyle yaptığım araştırmanın sonuçlarını paylaşEDEPBÜLTEN 42
tığım bildiride, kamusal hayatın içinde yer alan
Müslüman kadınlara yönelik “fundamentalist”,
“İslamcı” ve “feminist” tanımlamalarının kadınlar açısından geçerliliğini ve uygunluğunu değerlendirmeye çalıştım.
Gerek ülkemizde gerekse dünyanın bir çok yerinde kamusal alanda var olan ya da var olma
çabası içinde olan Müslüman kadınlar, bir takım tanımlama ve yakıştırmalarla karşı karşıya
kalmaktadırlar. Çalışmamın temel sorusu bu
tanımlamaların söz konusu kadınlar tarafından
BÜLTEN 2014 YAZ
benimsenip benimsenmediği, dahası entelektüel Müslüman kadınların kendilerine dair görüşlerinin ne olduğu idi. Zihnimde önceden
beri yer almakta olan bu sorunun bir çalışmaya
tahvil edilmesi ise yine ASR’de önceki yıl bildiri
sunan bir Amerikalı akademisyenin sunumu vesilesiyle oldu. Kuveyt’te İslami Feminizm başlıklı
bir kitap yazan akademisyen, konuşması sırasında “Aslında Kuveytli kadınlar kendileri için feminist ifadesini kabul etmediler ama ben onları
feminist olarak tanımlıyorum” demesi sosyal
bilimler çalışmalarındaki metodolojik yaklaşım
hatalarının özellikle Doğu toplumları söz konusu olduğunda nasıl da görmezden gelindiğini
benim açımdan teyit etmiş oldu. İşte bu hadise, Müslüman kadınların kendilerine yönelik
tanımlamalara dair görüşlerini konu edinen bir
çalışma yapmam konusunda beni teşvik etti.
Feminist, İslamcı ve fundamentalist kavramlarına dair görüşler etrafında şekillenen çalışmamın
sonuçları içinde öncelikle belirtilmesi gereken
nokta mülakata katılan Müslüman kadınların
fundamentalizm tanımlamasını direk ve tereddütsüz reddedişleridir. Bu tümden karşı çıkışın
temel nedeni ise ne fundamentalizmin geleneği dışlayan tavrı ne de kökeninin Protestan bir
topluma dayanıyor olmasıdır. Temel neden fundamentalizmin Müslümanlarla ilişkilendirildiği
hemen her durumda şiddetten bahsedilmesidir.
İkinci olarak her ne kadar birçoğu feminist yakıştırmasına maruz kalsa da (kimisi reçel yapamadığı için, kimisi okumayı yazmayı sevdiği için
kimisi ise eşinden ayrı bir ilgi ve beceri alanına
sahip olduğu için) bu tanımlama da kadınların
büyük çoğunluğunca reddedilmiştir. Mülakata
katılan kadınların sadece ikisi kendilerini feminist olarak tanımlamışlardır.
Son olarak belirtilmesi gereken bulgu, Müslüman kadınların İslamcılıkla olan ilişkisinin
beklediğim düzeyden daha düşük olduğudur.
Yalnızca 5 kadın kendini İslamcı olarak tanımlarken çoğu bireyselleşmiş bir İslamcılık tanımı
yapmıştır. Kendini İslamcı olarak tanımlamayan kadınların temel kaygısı ise yine İslamcılığın şiddetle özdeşleştirilmesi ve kamu oyuna
yansıtılma biçimi olmuştur. Örneğin biri neden
İslamcı olarak tanımlanmak istemediğini söylerken “Muhatabın İslamcılıktan ne anladığı
önemli. Dindar bir Müslümanı da anlayabilir,
bir el-Kaide üyesini de. İslamcılık çok yüklü ve
provakatif bir kelime olduğu için kullanmamayı tercih ediyorum” demiştir. Bununla beraber
mülakata katılan kadınlar, kendilerine Müslüman tanımlamasının Allah tarafından verildiğini ve bu haliyle başka bir tanımlamaya ihtiyaç
hissetmediklerini belirtmişlerdir.
Mülakatlar sırasında bir katılımcı “tanımlamak
şiddettir” ifadesini kullanmıştı. Bu ifadenin en
sarih örneklerini gerek kendi sosyo-kültürel ortamlarında gerek seküler çevrelerde ve gerekse
uluslararası platformlarda sürekli tanımlanan
ve muhayyel tanımlarla üzerlerine hüküm bina
edilen kadınlarla konuşurken gördüğümü belirtmek isterim. Zaten uzunca bir süre Müslüman kadınların kamusal alandan dışlanmaları
tam da bu muhayyel tanımlamalar üzerinden
meşrulaştırılmaya çalışılmıştı.
EDEPBÜLTEN 43
BÜLTEN 2014 YAZ
EDEP Yurdu Denince…
Sevdenur Köse
Edep...
Müeddebîne dahil olma gayreti...
Ortak gayeleri, ortak hayalleri, ortak dertleri olan güzel insanların buluşma noktası.
Koşturmacayla geçen o bir buçuk ayı düşününce aklıma ilk gelen ruha ferahlık veren bir tütsü kokusu...Rüya gibi, hayal gibi geliyor hala ve tam manasıyla burnumda tütüyor!
Maddi manevi sıpsıcak pek sevgili, şirin yurdumuz :)
Yazın hararetinden değil, yanılmayın sakın, sakinlerinin kalplerinden gelir o hararet!
İlim aşkı, merhamet yoğunluğu, hayırda yarışma telaşı, tevazu derinliği ısıtmıştır kalplerini bu yurdun sakinlerinin. Çevrelerine huzur ve nur yayarlar, görenlere Allah’ı hatırlatırlar, tebessüm huylarıdır, samimiyet fıtratları...
Başka ne gelir aklıma edep hülyalarıma dalınca?
EDEP idaresinin durmak yorulmak bilmeyen hizmet aşkı, sadakati, istikrarı. Fedakarlık, diğergamlık, vefa ve daha nice edeb
ü erkanı insan olmanın...
Hızlı adımlarla kol kola dergaha gitme aşkı, meşki, pazartesi perşembenin heyecanı...
Hocalarımız, ilim halkalarımız, edebi sohbetlerimiz,
tatlı münakaşalarımız gelir aklıma bir de, sınav
heyecanları, hadis ezberleme telaşları, birlikte
öğrenmelerimiz... Fıkıhta sular kuyular, temizlenme için sayılan kovalar, baş baş hayvanlar,
sünnetler vacipler farzlar... Arapça’nın
belini nasıl da kırdığımı hatırlayıp utandığımda kıymetli hocamın tebessümü
belirir de rahatlarım :)
Yurt sohbetleri gelir aklıma sonra, çay
fasılları, Fatih’i keşfetmelerimiz, gerçekleştiremediğimiz piknik hayallerimiz, sabah namazı maceralarımız, bizi
doyuran Yasemin ablamızın kocaman
kalbi...
Anlatmak zor, kelimeler kifayetsiz...
Dileyen kapısını tıklatıversin Edebimizin, bir huzurlu merhaba ve sıcak
çay karşılayacaktır sizi, varın kendiniz
keşfedin...
EDEPBÜLTEN 44
BÜLTEN 2014 YAZ
Yabancı Misafirlerimiz
İlk misafirimiz Hartford Seminary’den Yrd. Doç.
Feryal Salem idi. Annesi Türk olan Feryal Hanım’ın kusursuz telaffuzunu duymak şaşırttı beni
önce. Yürümeyi sevdiğini söyleyince kendisini
Sabetay mezarlığından sonra Selami Ali Efendi
mahallesinden aşırarak götürdüm Atik Valide
Külliyesi’ne. ‘Taksi tutsak iyi olur’ deyince Mimar
Sinan’ın üç yüzyıllık minarelerini gösterdim ona
karşı tepeden neredeyse geldiğimizi işaret etmek
için. Tabi İstanbul yedi tepe, Connecticut’a benzemez! Kendisi ile önce İSM’yi(İlimler ve Sanatlar Merkezi), sonra İSAR’ı (İstanbul Araştırma ve
Eğitim Vakfı), ertesi gün de EDEP’i gezdik. Neredeyse gözleri dolu ‘Amerika’da bizim böyle yerler
kurmamız için senelerin geçmesi gerekli, inşallah
günün birinde…’ demekten kendini alamadı.
Meryem Sheibani de henüz sıralar bile yokken
Edep’in ilk öğrencisi oldu. Ottowa doğumlu
Sheibani her ikisi de Carleton Üniversitesi’nde
olmak üzere lisansını Public Affairs and Policy
Management bölümünde, yüksek lisansını Legal
Studies’te tamamladı. Harvard ve Princeton’dan
kabul alan Meryem doktorasına Chicago Üniversitesi’nde İslam düşüncesi alanında başlamayı
tercih etti. Aynı zamanda Kanada’daki en prestijli
kurumlardan biri olan SSHRC’den doktora süreci
boyunca kabul almıştır.
İlk Skype görüşmemizde heyecanı sesinden okunuyordu. Recep Bey kendisine Edep’ten bahsedince Chicago Üniversitesi’nde aldığı Türkçe’sini
geliştirmek ve İslam Hukuku alanındaki çalışmalarını desteklemek için üç ayını Hırka-i Şerif ’te
geçirmeyi koymuştu aklına. Uzun sıcak Ramazan
günlerinde bazen yolumuzu kaybederek Medit’teki derslere koşturuyor, bazen Tophane Kadiri Yokuşu’nda keşfe çıkıyor, bazen de Türk-Arap damak
tadlarımıza yenisini ekliyorduk. Kimi zaman da in
cinin top oynadığı yurtta açıyorduk iftarımızı. O
benim mercimek çorbama bayılıyordu, ben onun
Kanada yapımı mapple şuruplu pancake’ine. Bir
haftalığına gittiği İspanya’dan yolladığı ‘La Ğalibe İllallah’ yazılı kartpostallar ve turunç kokulu
sabunlar odamı süslüyor. Kendisinden söz aldım
bile doktora tezinin ilk sunumunu Edep’te yapacağına dair. Tezveren Hazretleri’nin himmetiyle
çabucak bitmesi temennimizdir!
Yaz programının sonuna doğru Rıhla grubu uğradı Edep’e Meryem’in mihmandarlığında. O sırada
dinlediğim merhum Nezih Uzel’in ilahileri ayaklarının tozuyla döndükleri Konya’dan getirdikleri
ulvi esintileri ziyadeleştirmişti. Mahasin Muhsin
California’da İslami İlimler Fakültesi’ne denk olan
Zeytuna College’ın Şeyh Hamza liderliğindeki
Rıhla grubuna katılmıştı. Eyüp’deki bir akşam
yemeğinde diğer hocalarla birlikte Mahasin’in İstanbul’da kalması kararı alınmıştı bile. Bize de ‘baş
göz üstüne’ demek düştü. FSM Vakıf Üniversitesi
Medeniyetler İttifakı Enstitüsü’nde misafir öğrenci olarak bulunan Mahasin Tömer’de Türkçe
kursuna devam etmekte, bir yandan da yeni hocamız Alaa AlGhazawi’nin Arapça derslerine devam
etmektedir. İslam Hukuku alanında Hanefi okulunun kökeni ve oluşum sürecine dair çalışmalara
katkı yapmayı planlamaktadır.
Bakalım başka kimler uğrayıp soluklanacak bu
âb-ı hayat sunan çeşmede!
EDEPBÜLTEN 45
BÜLTEN 2014 YAZ
Veda Zamanı...
Ayşe Büşra Tüzgen
EDEP altı haftalık yaz programından çok daha
önce başlamıştı benim için. Recep Şentürk Hocamızla yaklaşık dört yıl önce Şam-ı Şerif ’te tanışmış ve bu günlerin hayalini kurmuştuk. Derken o günleri görmek nasip oldu ve hayallerden
çok daha güzel bir tablonun içinde buldum kendimi. Denildi ki, “Hazreti Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem’in mübarek hırkasının muhafızlarının konağına bekliyoruz sizleri, sünnet-i seniyyeyi ihya niyeti ile gelin, yolunuz açık olsun.
Dualarımız sizinle.” Bismillah dedik çıktık yola.
İsmiyle müsemma olabilmemiz için “ilim öğrenme edebi” ile ilk günden başladık derslere:
ihlas, ilim ile amel ve ilmi gelecek nesillere nakletme. Birbirinden kıymetli hocalarımızla Arapça, Fıkıh, İslami ilimlere giriş, Kıraat, Mektubat
okumaları derslerinin ardından farklı alanlardan
birçok konuşmacının haftalık seminerleri bizleri dinlendirdi. Tez sunumları ve Nazife Şişman
Hocamız ile kitap tahlilleri ise haftanın en çok
beklenen saatleri idi sanırım. Üzerinde titizEDEPBÜLTEN 46
likle çalışıldığı belli olan, çok emek verilmiş bir
yaz programıydı, elhamdulillah. Ve bu uğraşları
boşa çıkarmama bilinciyle hareket eden, ‘Sadece onunla tanışmak için gelinirmiş’ diyebileceğim birçok arkadaşla vakit geçirmek de diğer bir
ayrıcalıktı.
Bu güzel atmosfer içinde altı hafta nasıl geçti,
ben pek anlayamadım. Böyle kısa bir süre zarfında aramızda oluşan güçlü bağlar zannediyorum o ortamın bereketiydi, ve son günde de
gözlerimiz bu manevi birliktelikten yaşardı. Sibel Eraslan Hocamızın da teşrif ettiği, belgelerimizi takdim edip çokça hayır duada bulunduğu
kapanış programıyla Edep’e şimdilik veda ettik.
Perde arkasında emeği geçen herkese ve tüm
hocalarımıza; ama hassaten her türlü ihtiyacımızla, dertlerimizle ilgilenen, Edep’e attığımız
ilk adımda bizi güleryüzüyle karşılayan Betül
Tarakçı ablamıza çok teşekkür ederim. Onun
da hep bahsettiği gibi “Kubbede kalan hoş sada”
oldu bu günler bizler için.
BÜLTEN 2014 YAZ
Son Söz
Uzun redd-i miraslara katlanmak zorunda kalıp
bir kısmıysa yüksek lisans ve doktora öğrencisi
yok sayılmış Muhafız Konağı, arkasına yerlerin
olan genç kızlarımızın ilim ve irfanı birleştiren
ve göklerin ordularını almış Edep talebeleri taihtisas programından mezuniyetleri günüydü.
rafından ihya edilecekti artık Sibel Eraslan’ın
İslami ilimler, sosyal bilimler, dil eğitimi yanı
deyimiyle. Yaşadığı yoksunluksıra edep ve takva eğitimi dersların kendisini nasıl kadın tarihi
leri de görmüşler. Adabı muaçalışmalarına yönlendirdiğine deşeret, ahlak, tezkiye ve sosyal
Edep talebeleri altı
haftalık
yoğun
progğinen Sibel Hanım konuşmasında
sorumluluk gibi başlıklarıyla
ramın ardından şehaEfendimiz’in ‘cennet kadınlarının
“edep” kürsüsü çok dikkat
detnamelerini Sibel
sultanları’ dediği Hz. Asiye, Merçekiciydi. Sürekli
bahsettiEraslan ve Kur’an-ı
Kerim
hocamız
Fatyem, Hatice ve Fatıma anneleriğimiz medeniyet tasavvuruma Aliye Kaya’nın
mizin ruh benzeşimlerinin farkına
nun artık söz olmaktan çıkıp,
elinden aldılar. Fatma
varmamızı istedi bizden. 1903 İshayatiyet bulması gerekiyor.
hocamız talebelerine
hediye
kabilinden
tanbul doğumlu anneannesi ZeyAralarındayken, size Hz.MuGazalî’nin Munnep Hanım’ın Osmanlıca mekhammed’in (s) kokusunu taşıkız’larından atmıştı
terkisine. Kendisi
tuplarını zamanında okuyamamış
yacak edepli, latif gençlerden
Arapça ufak bir piyes
olmak kaybolmuş hikmeti bulma
bahsediyorum. Şehadetnamehazırlatmış, aşır tiladerdini salmıştı içine. Bizlere de
lerini aldıkları hocalarının, eğilip
veti ve ilahilerle programı zenginleştirmiş,
bu yüzyıllık kopukluğu ilmek
ellerini öpen öğretim üyeleri,
doyumsuz bir hatim
ilmek dokuyarak ve dahi ilmi,
doktor mühendis adayları, hafız
duasıyla da taçlandırdirenci, sadakati, birri dirilterek
sosyologlar, psikologlar, gencemıştı kapanışımızı.
emaneti hakkıyla taşımamızı salık
cik Kur’an öğreticileri görmek,
verdi, hakla batılın ayrıldığı yolda.
ölsem de gam yemem dedirtiyor
Ve bir hafta sonra şunları yazdı köşesinde:
insana. Ve edep! İlla edep... Ne de çok yakışıyor gençlere...
‘Cuma günü Prof. Recep Şentürk’ün EDEP’li
(Eğitime Destek Programları Merkezi) taleGüneş gibi parlıyorlar, bir ayet gibi yazılıbeleriyle birlikteydim. Bir kısmı üniversiteli
yorlar hayatın içine...’ EDEPBÜLTEN 47
Eğitime Destek Programları Merkezi
Hırka-i Şerif Mah. Akseki Camii Sk. No:1 Fatih/İstanbul
(Hırka-i Şerif Camii yanı - Muhafız Konağı)
www.edepmerkezi.org • bilgi@edepmerkezi.org
/EdepMerkezi
/EdepMerkezi
Tel: 0212 532 04 08 Faks: 0212 532 04 07
EDEP Türgev bünyesinde
hizmet veren bir kuruluştur
Download