Ortaçağ ve Rönesans dönemi Avrupa'sında Bilim 4. Skolastik Dönemde Bilim Batı’da Üniversitelerin Doğuşu İslâm dünyasında bilimsel çalışmalar yoğunluk kazanırken, başka yerlerde hiçbir kıpırdama olmadığını sanmak yanlıştır. Nitekim İslâm bi(*) Sayılı, A., «Orta-Çağ İslâm Dünyasında İlmî Çalışma Tem posundaki Ağır­ laşm anın Bazı Temel Sebepleri», Araştırm a, I, D.T.C.F., A nkara, 1963. (*) Sayılı, A., aynı kaynak, s. 32. 80 1iminin Avrupa’yı etkilemesi, Avrupa’nın buna bir ölçüde hazır olduğu­ nu gösterir. Gerçekten, sekizinci yüzyıldan başlayarak Batı’da zaman za­ man bazı girişimler göze çarpar; ne var ki, bu girişimler sürekli olmadığı gibi, çoğu kez tepeden inmedir; halkın temel eğitim yönünden yetersizliği nedeniyle gereğince başarılı olamaz. Kişilerin ilgisi bilimden çok sözde bilim olan simya, astroloji ve büyü gibi uğraşılara yöneliktir. Bunda da şaşılacak bir nokta yok: Bu konular insanların zayıf yanlarına hitap eder­ ken, bilim her türlü pratik ilgilerin dışında kalıyordu. Bununla birlikte, Batı’da yer alan girişimlerden birkaçına değinmek yerinde olur. Bunlardan biri 787’de Şarlman (Charlemagne)’m başlattığı eğitim hareketidir. İmparator, tüm kilise ve bağlı kuruluşların birer okul açma­ kları için kararname çıkarır. Lâik eğitime yönelik bu okullar ilerde kuru­ lacak üniversitelerin çekirdekleri olmuştur. Doğu’da üstü örtük de olsa canlılığını sürdüren eğitim ve öğretim geleneği böylece Batı’ya bir ölçüde aktarılma olanağı bulur. Bizanslılarm dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda kültüre daha fazla önem vermeleri, antikçağdan kalma eserleri toplama­ ları, Doğu’nun etkisini daha da arttırmıştır. Hatta imparatorlar arasında bilimle yakından ilgilenenler de çıkmış­ tır. Örneğin, onuncu yüzyılda Leo VI ile Konstantine VII adlı iki Bizans imparatorunun astronomiye yakın ilgi gösterdikleri görülür. Ne var ki, bu tür ilgilerin sınırlı kaldığı, bilimsel gelişme yönünden fazla etkili ol­ ---- ^¡> ı-tUUl madığı gözden kaçmamaktadır. Bu tür girişimlerin en çarpıcı örneğini bilindiği gibi, kutsal Roma ^ \ İmparatoru Frederik II vermiştir. «Evrenin harikası» diye ün kazanan Frederik (1194-1250) çok yönlü yetenekleri ve son derece renkli kişiliği ile tarihin seçkin kişilerindendir: Devlet adamlığı yanında şair, asker, dilci yönleriyle de dikkati çeker. Frederik’in aynı zamanda gösteriş ve eğlenceye de büyük bir tutkusu vardı. İsa, Musa ve Muhammed’i, «sah­ te peygamberler» diye nitelemekten çekinmeyen Frederik, Papa ile sürekli didişme içine düşmüş, bu yüzden iki kez aforoz edilmiştir. Felsefe ve matematik yanında astroloji ve tıp da onun çok önem verdiği konulardı. Girişimleri arasında Napoli ve Padua üniversitelerini başlatmak da yer alır. Bu arada Yahudi çeviricilerden yararlanarak Arapçadan bir dizi bi­ limsel eserleri Latinceye çevirtir. Tarihçiler, onun bu atıhmlarıyla asıl amacının bilime yardım mı, yoksa Papa’yı rahatsız etmek mi olduğu ko­ nusunda tam anlaşmış değiller. Önemli olan sonucun bilim yönünden par­ laklığı: Öklid, Archimedes, Apollonius, Batlamyus gibi antik dünyanın ünlü bilginlerine ait eserlerin üniversitelerde ve aydın çevrelerde okunma olanağı bulması Frederik IFnin kişisel çabasıyla gerçekleşir. 6 81 Bilimlere duyduğu ilgi amatörceydi, fakat zaman zaman kuvvetli bir tutku niteliği kazanırdı. Bir keresinde Pisa’daki gezisini yarıda keserek, o dönemin ünlü matematikçisi Pisa’lı Leonardo’yu başka matematikçiler­ le birlikte sınava çeker. İmparatorun sorduğu sorular, hem kendisinin yeteneği, hem de o zamanki matematik biliminin düzeyi hakkında fikir vermesi yönlerinden önemlidir. Bunlardan biri x gibi öyle bir sayı bulun­ malı ki, x2+ 5, x2 ve x2—5 ifadeleri birer kare olsun. Doğru cevabı (x = 41/12) Leonardo bulur. Bir diğer problem de, x2+ 2x2-f 10x = 20 denk­ lemini geometrik yöntemle çözmekti. Leonardo bunun olanaksızlığını gös­ terir, fakat cebirsel yoldan x = 1.3688081075 çözümünü (ki ondalık do­ kuz basamağa kadar doğrudur) verir. Frederik döneminde tıp ve hukuk öğrenimi de yeni canlılık kazanır. Salerno, daha önce de belirtildiği gibi, tıp biliminin en önemli merkezi ol­ muştur. Bologna Üniversitesi hukuk öğrenimi ile başlar, fakat çok geçme­ den tıp ve felsefeye de yer verir. Bu gelişmeler arasında öğrencilerin ken­ di haklarını korumak ve öğretim üyesi tutmak için Universitas adı altın­ da kurdukları lonca ilginçtir. Aynı dönemde Paris’de de benzer bir ge­ lişme göze çarpar: Öğretim üyeleri kendi yönetimlerinde bir diyalektik okul kurarlar. Bu model İngiltere’de de benimsenir. Oxford ve Cambridge Üniversitelerinin ortaya çıkması, öğretim üyeleri loncası (universitas)’nın girişimiyle gerçekleşir. Ne var ki, üniversitelerde yoğunlaşmasına karşın, öğrenim oldukça basit bir düzeydeydi. Hemen tüm programlarda dersler iki ana grupta toplanıyordu. Trîvium denilen birinci grup gramer, retorik ve diyalektik l[ya'<iâ mantık) gibi daha çok dilsel nitelikte konuları; Quadrivium deni­ len ikinci grup ileri düzeyde okutulan aritmetik, geometri, müzik ve astronomi gibi akademik dersleri içine alıyordu. Geometri adına okutulan Öklid’in teoremleriydi. Bunlar ispatlanmaksızın öğretilirdi. Aritmetik ve astronomi ise çoğu kez paskalyanın tarihini saptama ötesinde fazla bir ağırlık taşımazdı. Daha sonraları felsefeye de yer verilirse de, diyalekti­ ğin bir uzanımı olmaktan ileri geçmez bu. Gerek Paris’de, gerek daha sonra Oxford ve Cambridge’de öğrenimin asıl odak noktasını kutsal inan­ cın öğretisi teoloji oluşturuyordu. Ortaçağ felsefesi, aslında, bu teoloji ile. Aristoteles mantığının bir karışımından başka bir şey değildi. Bilimin Gelişiminde Manastırların Rolü Onüçüncü yüzyıl yalnız üniversitelerin kurulduğu dönem olmakla kal­ mamış, bilimin gelişiminde önemli etkileri olan iki manastır düzeninin (bunlara «tarikat» da denebilir) ortaya çıkmasına da yol açmıştır: 1209’da 82 Fransisken (Gri Frerler) tarikatı, 1215’de Dominiken (Siyah Frerler) ta­ rikatı kurulur. Başlangıçta her iki tarikat da dinsel kuruluşlardı. Gide­ rek birincisi bilime, İkincisi doktriner felsefeye yaptıkları katkıyla tanınır. Fransisken tarikatını kuran Assisi’li St. Francis zengin bir tacirin çocuğuydu. Gençliğini şen ve şakrak geçiren St. Francis’in duygularında bek­ lenmedik bir değişiklik meydana gelir: Rahat ve eğlence dolu yaşamım bir yana iterek, kendini hastaların iyileşmesine, günahkârların bağışlanma­ sına verir. Çevresinde toplananlarla birlikte manastır düzenine girer; din­ sel öğretileri basit bir dille anlatarak halkı aydınlatmaya çalışır. Ancak sapkın (heretical) akımların yaygınlığı karşısında bu yöntemin yetersizliği anlaşılınca, Hıristiyanlığı daha inandırıcı bir şekilde savunmak için her şeyden önce kendilerinin iyi bir eğitim almış olmaları gereği ortaya çıkar. "N Dominiken tarikatının niteliği oldukça farklıydı. Tarikatın kurucusu St. Dominic meslekten bir teologdu; son derece sıkı kurallara bağlı bir yaşamı vardı. Tek amacı sapkınlığın her türlüsünü kökünden kazımak ve tam bir yokluk içinde gerçek Hıristiyanlığı yaymaktı. Dominikenler de bu amaca ulaşmanın ancak bilgi ve eğitimle mümkün olduğunu an­ lamakta gecikmediler. Özellikle üniversitelere el atmak, öğretim kadrola­ rına yerleşmek gereğini duydular. Ne var ki, tarikatlarının ruhuna, gide­ rek katılaşan ve sonunda Engizisyon’a dönüşen bir bağnazlık egemendi. Rönesans’a gelinceye dek yetişen bilgin ve düşünürlerin büyük bir bölümü bu iki tarikatın ürünleridir. Fransisken’ler daha çok bilime, Dominiken’ler ise düşünce tarihine önem verirlerdi. Ortaçağın en büyük din düşünürü St. Thomas Aquinas (1225-1274) Dominiken düzenine bağlıydı. Hocası Albertus Magnus, Aristoteles felse­ fesini o zamana dek bilinen tüm bilgiler (astronomi, coğrafya, zooloji, bo­ tanik ve tıp)’le birleştirme yoluna gider. Thomas ise kutsal ve kutsal ol­ mayan bilgilere akılcı bir temel arar. Gerçekten skolastik düşünce, Hıristiyanlığa akılcı bir temel bulma çabasının ürünüdür. Başlangıçta bu temel Platon’un, daha sonra Aristoteles’ in felsefesinde aranmıştır. Aslında karanlık çağda egemen olan Yeni-Platonculuğa göre daha rasyonel ve bilimsel olan Aristoteles’in görüşünü Hı­ ristiyan düşüncesiyle birleştirme ve barıştırma son derece güç bir işti; hatta düpedüz dine aykırı bir girişimdi. 1209’da Paris’de bir kilisenin Aristoteles’i yasakladığı görülür; ne var ki, «Anlamak için inanıyorum» diyen Anselmus’a karşı, «İnanmak için anlamak gerekir» diyen Abelard’da belirgin bir nitelik kazanan bağımsız düşünme eğiliminin gücü karşısında kilisenin geleneksel direnci her nedense uzun sürmez; 1225’de Paris Üni­ versitesi, Aristoteles’in tüm eserlerinin incelenmesini kabul eder. Anlamaya verdiği önemle onüçüncü yüzyıl «aydınlık çağı»na giden yolu açan Abe83 ) / lard’m Sic et ııon (Evet ve Hayır) adlı eserinde skolastik düşünme me­ todunu çok açık bir biçimde belirttiğini görüyoruz: Bir yanda kilise ba­ balarının, öte yanda Platon ve özellikle Aristoteles’in görüşlerini karşılaş­ tırarak ortak ve farklı noktaları gösterir; sonunda iki görüşün nasıl bağ­ daştığını, daha doğrusu felsefenin dine nasıl bir rasyonel temel sağladığını ortaya koyar. St. Thomas, Summa Contra Gentiles (Kâfirlere Karşı) adlı eserinde, bilgi edinmenin iki kaynağından söz eder: Banlardan biri inanç, diğeri doğal akıl yürütmedir. İnanç bilgisini kutsal kitaptan alır; doğal düşünme ise akim süzgecinden geçirilerek düzenlenen ve yorumlanan duyu veri­ lerini kullanır. St. Thomas’a göre bu sonuncu tür bilginin en yüce örnek­ lerini Platon ve Aristoteles’de bulmaktayız. St. Thomas’ın en belirgin özelliği bu iki bilginin sentezini yapmaktır. Her iki bilgi türü de Tanrı’dan geldiğine göre, bağdaşır olmaları gere­ kir; nedeni şu ki, Tanrı kendisiyle çelişmez. Bundan çıkan sonuç şu: Platon ile Aristoteles’in Hıristiyan diniyle uyum içinde olması gereği. O, başka bir eserinde, Summa Theologica’da, bunu ispatladığı iddiasındadır. «Skolastisizm» denilen düşünme biçimi böylece tutarlı ve sistematik bir öğreti (doktrin) karakteri kazanır. Karanlık çağ teologları, aklın kullanılmasını sakıncalı saymışlardı. Oysa Thomas, dine bağlı olmakla birlikte, sistemini akılla ve akim teme­ line oturtarak ortaya koyar. Hem Tanrı’yı hem de doğayı kavrama amacı güden bu sistemin temel dayanağı akıldır. Nitekim Thomas, Aristoteles’ in bilim ve mantığını olduğu gibi benimser. Tasım biçimindeki çıkarım­ larda Aristoteles’in kullandığı öncüller Thomas için, Katolik öğretileri dile getiren birer sezgisel aksiyom niteliğindeydi. Oysa Aristoteles mantığı do­ ğanın deneysel incelemesine elverişli olmaktan çok uzaktı. Skolastik me­ todun bilime ters düşmesi en başta bu noktada kendini gösterir. St. Thomas’nın oluşturduğu görüş Aristoteles bilimi ile Hıristiyan öğretisinin kaynaştığı, yaratılışın amacı olarak insanın alındığı, evrenin insan duyarlığıyla tanımlandığı bir görüştür. Thomas için arz’ı evrenin mer­ kezi kabul eden Batlamyus sistemi sadece işe yarar bir hipotezdir. Ne var ki, kendisini izleyenlerin onun «hipotez» diye nitelediği sisteme mut­ lak bir doğruluk gözüyle baktıklarına tanık olacağız. Thomas’nm öğretisi giderek katı, değişmez ve söz götürmez bir doğru sayılır; o kadar ki, on­ dan sonra Aristoteles’e yönelik en küçük bir eleştiriye yer verilmez artık. Aristoteles’e dil uzatmak, Hıristiyanlığa dil uzatmak demek olur. Skolastik düşünce onüçüncü yüzyılda büyük bir güçle ve hızla yük­ selir; fakat sonraki iki yüzyılda aynı hızla geriler ve düşer. Her şeyi man­ tık kalıplarına dökme çabası, soyut ve genel kavramlar ötesinde yaşan­ 84 tıyla ilginin kesilmesi, skolastizmin başlıca zaafıydı. Rönesans’la birlikte in­ san kafasını hazır ve katı kalıplar içinde tutmanın olanağı kalmayınca skolastisizmin düşmesi kaçınılmazdı. Onaltmcı yüzyıl, skolastik gelenekle birlikte Aristoteles’in de yıkılışına tanıklık edecektir. Roger Bacon Bilimin gelişiminde, fikirlerinde daha az dogmatik olan Fransisken’ lerin rolü büyük olmuştur. Yetiştirdikleri yüksek din adamları arasında seç­ kin bilim adamları da yer alır. Robert Grosseteste (Oxford Üniversitesi Rektörü) ve John Peckham bunların başında gelir. Her ikisi de İbnü’l Heysem’i izleyerek optik problemlere dair yazdılar. Özellikle Grosseteste’in aynalar üzerindeki çalışmaları deneye yer vermesi bakımından önemlidir. Fransisken’lerin yetiştirdiği bilim adamları arasında hiç kuşkusuz en önemlisi Roger Bacon (1214-1294)’dır. Bacon tarikat içinde, hiçbir ma­ kamı veya rütbesi olmayan basit bir rahipti. Öğrenimini önce Oxford, sonra Paris’de yapan Bacon’ın yaşamı hakkında fazla bir şey bilinmemek­ tedir. Babadan kalma servetini kısa sürede tükettikten sonra tarikata gi­ ren Bacon, çok geçmeden manastırda sürdürülen basit din yaşamını da doyurucu bulmaz, kendini bilime verir. Ancak, tarikat yetkilileri onun serbest bilim yaşamına dönmesini engellerler; Bacon 10 yıl süren bir bas­ kı altında çalışmalarının sonuçlarını yazamaz. Baskı, Papa IV. Clement’ in araya girmesiyle kalkar; Bacon, Papa’nın isteği üzerine, o dönemin tüm bilgilerini özetleyen Opus Maius adlı eserini yazar. Ne yazık ki, Papa çok geçmeden ölür, Bacon’m başı yeniden derde girer; 1278’de Paris’de yargılanarak hapse atılır. Rivayete göre, Bacon yalnız gerçek bilimle değil, büyü ile de uğ­ raşmıştır. Bilimde özel ilgisi belki de İbn El Haitham’m etkisiyle optik üzerindeydi. Işığın yansıma ve kırılma yasalarını biliyor, merceklerden nasıl gözlük ve teleskop elde edilebileceğini açıklıyordu. Hatta gökkuşağı üzerinde bilimsel bir teori geliştirdiği söylenir. Fakat, onun ilgi alanı bu kadarla kalmıyordu. O zaman için salt hayal olan birtakım icatlar üze­ rinde duruyordu. Mekanik hareket eden araba, gemi, uçan makine vb. düşündüğü şeylerden bazıları. Bugün hep bildiğimiz, fakat o dönemde son derece garip olan barut, yakan cam, yer küresini gemiyle dolaşma gibi şeylerden de bahsediyordu. Daha da önemlisi: Gezegenlerin yörüngeleri­ nin çembersel olduğu öğretisine belki de ilk karşı çıkan o’dur. Ayrıca, Batlamyus astronomisinin yanlış, hatta bilim dışı olduğunu ileri sürü­ yordu. Bacon’m bilimin genel ilkeleri üzerindeki düşünceleri daha da önem­ 85 lidir. Ona göre, iyi bir eğitim ancak matematik’e dayanmakla mümkün­ dür. Çünkü, yalnız matematik «zekâyı biler ve öğrenciyi bilgi edinmeye hazırlar». O, aynı zamanda, bilimin deneye dayanması gereği üzerinde ıs­ rar eder. Kesin bilgiye bizi deney götürür; deney dışında her şey tah­ minden ibarettir, ona göre. Öte yandan Bacon, skolastik düşünceyi eleştirir; filozof ve teologla­ rın antik dilleri bilmemekten dolayı büyük hatalara düştüklerini söyler. Bunların iddialarını çürütmenin tek yolu olarak gözlem ve deneyi gös­ terir. Yalnız kafa eğitiminde değil, deneysel bilimde de matematiğin bü­ yük önemini belirtir. Oysa, o dönemde astronomi gibi matematiğe de Müs­ lüman ve Yahudilerin uğraşısı olması nedeniyle iyi gözle bakılmıyordu. Papa, ondan incelemelerinin sonuçlarını yazıp, göndermesini iste­ meseydi, Bacon belki de ya büsbütün unutulur gider, ya da sadece bir büyücü olarak hatırlanmakla kalırdı. Her türlü bilginin kaynağı olarak vahiy ve Aristoteles mantığının gösterildiği bir dönemde, deneye gitmenin, deneysel olgulara başvurma­ nın gereğini belirtmek sanıldığı kadar ne kolay, ne de az bir başarıdır. «Doğru» nun ölçütü olgularda değil, Aristoteles ile kutsal kitabın uyumun­ da aranıyordu. Böyle bir koşullanma karşısında Bacon deneye başvur­ mayı öğütlüyordu. Aslında Bacon da tam bir devrimci sayılamaz. Bilimle dinin er geç bağdaşması gereğine içtenlikle inanıyordu. Ama, gene de çağının çok ilerisindeydi. Onun önemini belirttiği matematik ve deneyin elele vermesi onaltmcı yüzyılı, Galileo’nun sahneye çıkmasını, bekleyecek­ tir. Felsefede gerçek başkaldırma ondördüncü yüzyılın başlarını bekler. Din ve felsefeyi birleştiren skolastik sistemi kırma, felsefede özgür dü­ şünceyi egemen kılma yolunda ilk ciddî mücadeleyi Duns Scotus ile Ockham’lı William verirler. Fransisken tarikatına bağlı bu iki düşünür, dinle felsefenin apayrı şeyler olduğunu savundular. Açıkçası, bu bir isyandı ve kilise buna seyirci kalamazdı. Ne var ki, Scotus ile Ockham’lmın eleştirileri yeterince önlenemedi; uzun sürede skolastik felsefe için öldürücü darbe oldu. Hoşgörü Ortamı Onüçüncü yüzyıl yeni ve aydınlık bir dönemin ilk belirtilerini ver­ mişti: Kişioğlu artık gerçeği antik yazarların kitaplarında değil, doğrudan doğayı incelemede aramaya başlamıştı. Bu değişikliğin nedenleri bugün bile tam aydınlık kazanmış değildir. Klasik edebiyat ve sanattaki «Röne­ sans» m başlaması onbeşinci yüzyılı bekler. Kaldı ki, bu yeniden doğuş’la, 86 bilimsel gelişmenin yönleri ters düşmektedir. Rönesans antik düşünce ve sanatın kaynaklarına dönüşü temsil eder. Oysa, bilimin gözü geriye de­ ğil, ileriye dönüktür. Gerçi bilimde de antik bilginlerin ulaştıkları sonuç­ lardan yararlanma yoluna gidilir; fakat düşünme yöntemi yönünden apayrı bir yol izlenir; deney yolundan olgulara başvurma ön plana geçer. Bu değişiklikten ilk yararlanan bilim, daha Yunan döneminde ba­ ğımsız bir kimlik kazanmış olan astronomiydi. Ondördüncü yüzyılın seç­ kin bir bilgin olarak karşımıza çıkardığı Piskopos Oresme, astronomide olduğu kadar matematik ve ekonomi alanlarındaki çalışmalarıyla da dik­ kati çeker. Bilimsel düşünceye en büyük katkısı, yer küresinin sabitliği ile ilgili Aristoteles öğretisine karşı çıkmasıdır. Oresme’den yüzyıl sonra gelen Cusa’lı Kardinal Nicolas daha da ileri giderek, antik astronominin tümünü reddeder, dünyanın da diğer gezegenler gibi kendi ekseni etra­ fında döndüğünü kanıtlayıcı bazı gözlemlere dikkati çeker. Matematik ve fizikte de bazı ileri adımlar atan Nicolas, büyüyen bir bitkinin havadan bir «şey» aldığını ileri sürer. Ona göre, Tanrı akıl yoluyla değil, ancak mistik sezgiyle bilinebilir. Dikkatten kaçmaması gereken nokta, bilimdeki yeni hareketin ön­ cülerinin hemen tümünün din adamları arasından çıkması. Bu dönemde kiliseye bir hoşgörü havası egemendir. Kilise hiyerarşisinde önemli yer ve makam işgal eden kimselerin, resmî öğretilerle çelişen, hatta Hıristi­ yanlığa aykırı düşen fikir ve çalışmalarında serbest kalmaları gerçekten ilginç bir noktadır. Örneğin, dünyanın hareket halinde bir küre olduğunu ileri sürmek düpedüz kutsal öğretiyi inkâr demekti. Oysa, ileri sürmek bir yana, bu tür teorilerin öğretimi bile yapılabiliyordu. Öyle görünüyor ki, kilisenin bu gelişmelere gözyumması, bilimin er geç kutsal inançları pe­ kiştiriri sonuçlar vereceği yolundaki kanısından ileri geliyordu. Ondördüncü yüzyılın başlarından Rönesans’a kadar düşünce yönün­ den genel bir durgunluk göze çarpar. Ortama yeni bir mistisizm egemen olmuştur. Bu dönemde Cusa’lı Nicolas dışında önemli bir düşünüre rastlamamaktayız. Bilimin yeniden doğuşuna yol açan bu gelişmelere bazı entellektüel ve teknik koşullar da eklenmiştir. Bir yandan özgür düşünme ve düşün­ düğünü ifade etme olanağı, öbür yandan antik dünyanın bilim ve düşün ürünlerine duyulan ilgi bu dönemin en belirgin iki özelliği olarak göze çarpmaktadır. Matbaanın icadıyla, hazırlık niteliği taşıyan bu dönem büs­ bütün hız kazanır. Daha önce okuma ancak büyük kütüphane merkezle­ rine seyahat etmekle mümkündü. El yazması kitaplar son derece paha­ lıydı; üstelik çok sayıda nüsha üretme olanağı yok gibiydi. Bugün on binlerce baskı için harcanan emek kadar emek gerektirirdi tek bir nüs­ 87 hanın hazırlanması. Çinlilerin yüzlerce yıl önce icat ettikleri bir tür kâğıt ve baskı aracının Avrupa’da bulunması ondördüncü yüzyılı bekler. An­ cak bundan sonradır ki, ucuz kitap edinme ve okuma olanakları artar, evlerde bile küçük çapta kitaplıklar oluşmaya başlar. Başlangıçta dinsel ve klasik edebî eserlerin baskı ve dağıtımı ön­ celik alır. Pliny’nin Doğal Tarih adlı eseri 1469’da Venedik’te basılıncaya dek bilimsel nitelikte hiçbir kitabın basıldığı görülmez. Batlamyus’un Latinceye çevrilen Coğrafya adlı eseri 1475’de çıkar. Bir yıl sonra Aris­ toteles’in gene Latinceye çevrilmiş biyoloji ile ilgili üç çalışmasının bas­ kısı yapılır. Öklid’in Geometri'si 1482’yi, Aristoteles’in tüm eserleri 1495’i bekler. Batlamyus’un Almagest’inin baskısı 1515’e, Archimedes’in Psammites’inin baskısı ise 1544’e dek gecikir. Ortam artık bilimin yeni bir hız ve güçle doğuşuna hazırdır; onaltıncı yüzyılda derecikler biçiminde akan bilimin, onyedinci yüzyılda ka­ baran ve taşan bir nehir olarak karşımıza çıktığını göreceğiz. ı 88 IV. BÖLÜM RÖNESANS VE MODERN BİLİM 1. Rönesans ve Bilim Rönesans’ın Etkileri Yaşam ve düşünün birçok alanlarında olduğu gibi, modern bilimde de Rönesans’ı bir başlangıç noktası saymak çok yaygın bir alışkanlık ol­ muştur. Bu bir bakıma doğru, bir bakıma da yanlıştır. Rönesans, dinsel bağnazlığın egemenliğini kırdığı ölçüde, kuşkusuz bilimin gelişimine yararlı olmuştur. Fakat bunun da ötesinde Rönesans’ın simgelediği uyanış ve atılım, bilimsel gelişmenin muhtaç olduğu koşulların başında gelir. Bu dönemin özelliği nedir? Fransız tarihçisi Michelet, Rö­ nesans’ı, «dünyayı ve insanı keşfetme» diye niteler. Ünlü tarihçi bununla şunu anlatmak istemiştir herhalde: Rönesans kafası cennet, cehennem gibi sorunlarla ilgilenmekten vazgeçmiş, gözlerini gerçek dünyaya çevirmiştir. Onun için insanın başka bir dünyadaki geleceği değil, yaşadığı dünyadaki sorunları ve temel değerleri ön plana geçmiştir. Teoloji ve onun hizmetin­ deki skolastik felsefe, yerini gerçeklere dönük özgür araştırma ve öğrenme çabasına bırakmıştır. Rönesans’la ortaya çıkan canlı atılımda ilk bakışta birbirleriyle bağda­ şır görünmeyen iki hareket ayırdedilebilir: 1. Dünyaya açılma,>yeni ülke ve toplulukları keşfetme, 2. İnsanı ve ona kişilik veren değer ve özellik­ leri antik dönemin sanat ve düşünce ürünlerinde arama. Birinci hareketin bilimsel önemini belirtmeye gerek yoktur. İkinci harekete gelince, bu ge­ riye dönüşün ileriye dönük bilimle ilgisi tartışma götürür bir konudur. Gerçekten salt bilim açısından Rönesans’ı bir yeniden uyanış saymak olanaksızdır. Sanat ve edebiyatta son derece canlı ve yaratıcı olan bu dö­ nem, bilim için tam bir durgunluk dönemidir, denebilir. Gerçekten, bi­ limde asıl uyanışın iki dönemi vardır ve Rönesans bu iki dönem arasında yer alır. Birinci dönem, onbirinci yüzyılın ikinci yansında başlar ve onüçüncü yüzyılda doruk noktasına erişir. İkinci dönem, ona\tıncı yüzyıl sonlarında başlayan, bir yandan deneye, öbür yandan matematiğe daya­ nan modem bilim dönemidir. Birinci dönem aslında Arap kaynaklarından 89 yararlanarak antik bilim ve düşünceyle temas kurma biçiminde ortaya çıkmıştır. Bir ileri atılımdan çok, eldeki bilgiyi alma ve sindirme çabası bu dönemin belirgin özelliğidir. Oysa, onyedinci yüzyılda, tüm parlaklı­ ğıyla ortaya çıkan ikinci dönem gerçek bir atılımı, doğaya yeni ve ya­ ratıcı bir yaklaşımı temsil eder. Rönesans bu iki dönem arasında, «orta­ çağların çözülüşü» niteliğinde bir harekettir. Rönesans’ı bir ölçüde bilime karşı bile görmek olanağı yok değildir. Leonardo da Vinci dışında o dönemin yetiştirdiği seçkin kafaların hemen hiçbiri bilime yönelik olmadığı gibi hümanistlerde bilime karşı yer yer kendini gösteren bazı eğilimlere bile rastlamak mümkündür. O dönemin ünlüleri sanat, tarih, politika alanlarında yetişmiştir. Bilime karşı kayıt­ sızlık başka türlü de kendisini göstermiştir: Hem matbaanın ortaya çı­ kışı, hem de coğrafî keşifler ilgi toplamak şöyle dursun, bir tür kuşku ve yadırgama konusu olmuştur. Günümüzde sanat çevrelerinin sinema, gramafon, televizyon gibi şeylere karşı gösterdikleri küçümseme, Röne­ sans hümanistleri arasında matbaaya karşı gösterilmişti. Aynı şekilde, göz kamaştırıcı büyük keşifler (örneğin, Kolomb’un Amerika’yı keşfi) de hü­ manistler üzerinde etkisiz kalmıştır. O halde Rönesans’ın bilime bir katkısı yok mudur? Vardır, elbet de; fakat bu katkı seçkinlerden değil, zanaatçılardan gelmiştir. Modern bilimin doğuşunda atölye ve benzer işyerlerinde, çıraklık yoluyla kazanılan el becerileri ile teknik bilgilerin önemini ilerde göreceğiz. Leonardo da Vinci Rönesans’ın bir katkısı, insan kafasını evrene açmak ise, bir başka katkısı da Leonardo da Vinci (1452-1519)’yi insanlığa armağan etmiş ol­ masıdır. Gerçekten Leonardo, evrensel zekâsı, yaratıcı dehası ile insanlık tarihinin eşsiz kişilerinden biri, belki de başlıcasıdır. O, büyük bir ressam, büyük bir heykeltraş, büyük bir mimardı. Fakat aynı zamanda büyük bir bilgin, büyük bir mühendis ve büyük bir filozoftu. Yazmayı tasarladığı kitapları yazma fırsatı bulsaydı, bilimin sonraki dönemlerde uğradığı zor­ lukların çoğu ortaya çıkmaz, birçok hatalara düşülmezdi. Leonardo, Floransa ile Pisa arasında Vinci’de zengin bir noter ile bir köylü kadının evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğumundan hemen sonra, evden uzaklaştırılan annesini bir daha görmeden yetişti; yaşamı sırasıyla Floransa, Milano, Roma saraylarında geçti; son üç yılını Fransa’da, François I’in hizmetinde geçirdi. Leonardo sanat dışı çalışmalarında dağınık, süreksiz ve yavaş dav­ ranmıştır. Ama gene de üstün ve çok yanlı çalışmaları ile göz kamaştırıcı­ 90 dır. Uygulamalı alanlardaki projeleri arasında uçan makine, helikopter, paraşüt ve çeşitli silah modelleri yer alır. Anatomi üzerindeki inceleme­ leri başlı başına bir değer taşır: Sayısı 750’yi bulan çizgi ve 10 insan cesedi üzerinde yaptığı diseksiyon çalışması ona anatomi tarihinde büyük bir yer sağlamıştır. Fizyolojideki katkısı kanın işlev ve hareketiyle ilgilidir: Kanın orga­ nizmanın çeşitli bölümlerine besini nasıl taşıdığını ve bu bölümlerden ar­ tıkları nasıl uzaklaştırdığını açıklamaya çalışır. Kanın vücuttaki hareke­ tini suyun hareketine benzetir: Yağmur olarak bulutlardan yere düşen su, denizlerde toplanır, oradan buharlaşarak bulutları meydana getirir ve yeniden yağmura dönüşerek yere iner. Bu benzetişte, Harvey’in 100 yıl sonra keşfettiği kan dolaşımı fikri kendini göstermektedir. Leonardo, astronomide, yerküresinin «diğer gezegenler gibi bir ge­ zegen» olduğunu ileri sürerek Kopernik’i haber verir. Oysa, Aristoteles’e göre gök cisimleri tanrısal nitelikleriyle yer küresinden tümüyle farklı nes­ nelerdi. Fizikte, özellikle mekanikte, ulaştığı sonuçları Galileo ve Newton’ un buluşlarına çok yakındır. «Her cismin hareket ettiği yönde ağırlığı olduğu» nu; düşen bir cismin düşme mesafesiyle orantılı olarak hız kazan­ dığını söyler. Hatta daha da ileri giderek, Aristoteles öğretisinin tam ter­ sine, kuvvetin yalnızca hareketi değil, ivmeyi meydana getirdiği görüşünü savunur. Bu görüşün daha sonra hareketin birinci yasası olarak ifade edildiğini göreceğiz. Leonardo, bir kuvvet kaynağı olarak sürekli hareketin olanak dışı olduğunu görmekte gecikmemiş, bundan kaldıraç yasasına ulaşmıştır. Archimedes’in hidrostatik ve hidrodinamik üzerindeki unutulan buluşları­ nı ortaya çıkarmış; suyun kanallardaki akışı, su yüzeyinde dalgaların da­ ğılışı, havada dalgalanma ve sesin oluşumu gibi olgular arasında ilişkiler kurmuş, ışığın da dalga niteliğinde olduğunu ileri sürmüştür. İlginç bir açıklaması da hilâl halindeki ay’m karanlık tarafının belirsiz de olsa gö­ rünmesi üzerinedir. Leonardo, «eski ay, yeni ay’m kucağında» diye tas­ vir ettiği bu olayın dünyanın yansıttığı ışıktan ileri geldiğini söyleyerek ilk doğru açıklamasını yapar. Leonardo’ya jeolojinin kurucusu gözüyle de bakılabilir: Ona göre, dağlarda bulunan fosillerin bir kısmı deniz yaratıklarına aitti. Yerküresi kabuğunun değişikliklere uğradığı, yeni tepe ve vadilerin meydana geldiği söz götürmeyecek kadar kesindi. Üstelik bu tür değişiklikler için ola­ ğanüstü olaylara (örneğin, katastrof türünden doğal taşkınlıklara) da ih­ tiyaç yoktu. Nitekim, Po nehri denize taşıdığı toprakla Lombardi’nin büyük bir bölümünü meydana getirmiş değil miydi? 91 Bilim yöntemi üzerindeki görüşleri Leonardo’yu günümüz bilim fel­ sefecileri arasına sokacak niteliktedir. O da Roger Bacon gibi, bilimin gözlem veya deneye dayanması gereği üzerinde ısrar eder. Şu kadar ki, Bacon bir yanıyla teolojiye bağlıydı. Oysa Leonardo, bir Rönesans ada­ mıydı, kafası tam bir bağımsızlığa sahipti. Günündeki kiliseye egemen hoşgörüden de yararlanarak geçmişin hiçbir otoritesine kendini bağlı gör­ müyordu. Sadece Archimedcs’e büyük bir değer veriyordu. Geçmişi yad­ sımıyordu kuşkusuz. Fakat tüm doğruların Aristoteles gibi otoritelerde olduğuna karşı çıkıyordu. Leonardo’nun ancak son zamanlarda ele geçen notlarından, kendisi gibi daha başkalarının da matematik ve deneysel bilimle ilgilendiklerini öğreniyoruz. Ona göre kesinlik bilimde değil, ancak matematikte vardır. Matematik ideal ya da soyut zihinsel kavramlarla uğraşır; kesinliğinin kay­ nağı da budur. Oysa, öteki bilimler gözlemle başlar, verilerini matema­ tiksel yoldan işler, ulaştığı sonuçları deneye giderek irdelemeye çalışır. Leonardo, teori ve uygulamanın el ele gitmesi gereği üzerinde durur; uygulamasız teori anlamsız, teorisiz uygulama ise kısır ve sonuçsuzdur. O, bir çocuk gibi her soruyu yeniden ele alır. Doğaya kendi çıplak gözüyle bakar; doğa ile kendi arasında ne kitap, ne de başka biri vardır. Gözle­ diği dünya bir bütündür. Onun için sanat, bilim, felsefe ayrı şeyler değil­ dir. Kendini kısır tartışmalarda kaybetmez; kelime üzerine kurulu genel­ lemelere bırakmaz; her sorunu kendi içinde anlamaya ve deneysel yoldan çözmeye çalışırdı. Onun için her şeyin başında ve sonunda deney vardı, matematik bu iki uç arasında yer alır. Francis Bacon’ın yüz yıl sonra savunduğu, Galileo’nun maharetle uyguladığı bilimsel yöntemi tümüyle Leonardo’da bulmak mümkün. Onun çalışmalarında oluşturduğu yaklaşım biçimi insanlık kültür birikimine yaptığı katkıların belki de en büyüğü. Leonardo’nun yöntem anlayışı belli bir dünya anlayışına, insanın ev­ rendeki yeri ile ilgili yeni bir görüşe yol açar. Bu yeni görüşün daha be­ lirgin ifadesini Kopernik devriminde bulacağız. 2. Astronomide Devrimsel Atılımlar , Kopernik ve Güneş-Merkezli Sistem Kopernik, düşünce tarihinde bir dönüm noktasını simgeler: Onun adıyla anılan sistem yalnız modern bilimin doğuşuna değil, insanın ev­ ren içindeki yerini saptamada yeni ve daha ölçülü bir görüşün ortaya çık­ masına da başlangıç sayılır. Gerçekten Kopernik’le birlikte insanoğlunun 92 kendini evrenin merkezinde sayma iddiası yıkılmış, doğanın bir uzantısı, bir parçası olduğu düşüncesi doğmuştur, denebilir. Bu devrimin kaynağı Kopernik’in ölüm yatağında (1543’te) ilk nüs­ hasını gördüğü, Göksel Kürelerin Dolanımı Üzerine adlı ünlü eseridir. Gerçi kitap tümüyle devrimci olmaktan uzaktır; hatta birçok yanlarıyla Aristoteles görüşünü yansıttığı söylenebilir. Ne var ki, Batlamyus’un «geosentrik» sistemi yerine, «heliosentrik» sistemin önerilmesi, sonuçları yö­ nünden bilimde olduğu kadar diğer düşünce alanlarında da sarsıcı ve önem­ li olmuştur. Kopernik (1473-1543), Polonya’da bulunan Torun kentinde dünya­ ya gelir; babası kentin ileri gelen kişilerindendi. On yaşında babası ölünce, tanınmış bir din adamı olan amcası, onu yanma alır, kilisenin yüksek görevleri için yetiştirmeye koyulur. Kopernik, okulu bitirdikten sonra otuz yaşma dek öğrenimini çeşitli üniversitelerde sürdürür. Önce kendi ülke­ sinde Cracow Üniversitesine, daha sonra İtalya’ya giderek sırasıyla Bo­ logna, Ferrara ve Padua Üniversitelerine devam eder. O dönemde böyle uzun bir eğitim bir bakıma kaçınılmazdı. Bugünkü anlamda uzmanlaşma yoktu henüz; iyi bir eğitim için kişi, bilim ve düşün alanlarının tümünü kapsayan çok yanlı bir öğrenimden geçmek zorundaydı. Kopernik, klasik kültür, matematik, astronomi, tıp, hukuk, ekonomi ve en başta teoloji alanlarında geniş bilgiler edinerek yetişir. Leonardo gibi o da çok yan­ lıdır: Bir yandan hekim olarak hastaların tedavisine koşarken, diğer yan­ dan ekonomik konularda yazı yazar; Polonya hükümetine parasal sorun­ larda danışmanlık yapar; bilimsel incelemelerinde kullandığı araçları ha­ zırlar; boş zamanlarında da şiir ve resimle uğraşır. Yönetici ve işletmeci olarak da başarılı çalışmalar yapar; hatta bir keresinde bir barış konfe­ ransına diplomat olarak katılır. Fakat, onun asıl ilgi duyduğu konuların matematik ve astronomi olduğunu söylemek gerekir. Kopernik’in üniversitelerde öğrenimini sürdürdüğü sıralarda matema­ tik ve astronomi programlarda önemli yer tutan derslerin başında geli­ yordu. Öklid geometrisi, küresel geometri, coğrafya, astroloji ve Batlamyus sistemi onun özellikle izlediği dersleri oluşturuyordu. Batlamyus astronomisi kilise ve üniversitelerin resmî olarak doğru kabul ettikleri sistemdi. Fakat bazı ileri düşünürler, sistemin yanlış oldu­ ğu üzerindeki kuşkularını saklamıyorlardı artık. Kaldı ki, bu tür kuşkular yeni de değildi: Daha önce de belirttiğimiz gibi, Oresme, Cusa’lı Nicolas, Leonardo da Vinci astronomide resmî görüşle çelişen bazı fikirler or­ taya atmışlardı. Kopernik’in Bologna’daki astronomi ve matematik hocası Dominico Novaro, Batlamyus sistemini açıktan eleştiriyordu. Novaro, bir Yeni-Platoncu olarak Batlamyus sistemini çok karmaşık buluyordu. Bu 93 konuda özellikle Pythagoras’çı literatürün etkisi büyük olmuştur. Hatırla­ nacağı üzere, onlar evren ile ilgili tüm gerçeklerin her şeyden önce ba­ sit, zarif ve uyumlu ilişkiler içinde olması gereği üzerinde duruyorlardı. Oysa Batlamyus sisteminin bu özellikleri taşımadığını Novaro yakından biliyordu. Kopernik’in yeni sistemi oluşturma çabasında hocasının etkisin­ de kalmadığı söylenemez. Üstelik o, geniş çapta okuyan bir kişiydi: Antik döneme ait kaynaklardan Yunan filozof veya bilginlerinin dünyanın dö­ nüp dönmediği konusunda çeşitli görüşler ortaya atmış olduklarını öğren­ memiş olması düşünülemez. Nitekim ünlü kitabını Papa III. Paul’a ithaf ederken, «Çiçero’ya göre, Hicetas’ın dünyanın hareket halinde olduğunu savunduğunu, Plutarch’a göre aynı görüşün başkaları tarafından da ileri sürüldüğü» noktalarını belirtmeyi ihmal etmediğini görmekteyiz. Bu nok­ taların onu uzun süre meşgul ettiği; en sonunda kitabında ileri sürdüğü sistemi oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bunda onu teşvik eden bazı aktüel gelişmeler de olmuştur. Örneğin, Kristof Kolomb’un seyahati ve takvim üzerindeki reform gereksinmeleri bu gelişmeler arasında başlıca yeri tut­ maktadır. Kopernik Devriminin Önemi Kopernik sistemi birçok yönlerden Aristoteles görüşünden ayrılmaz. Kitabının ilk bölümlerinin başlıkları bu gerçeği göstermeye yeter: «Evrenin küresel olduğu» «Arz’m küresel olduğu» «Göksel cisimlerin hareketlerinin düzgün dairesel, ve sürekli olduğu»... gibi. Onun sistemine devrimci niteliği veren şey yer küresini evrenin mer­ kezi olmaktan çıkarıp, güneş etrafında dolanan sıradan bir gezegen say­ masıdır. Yer küresinin yerine güneşi koyması dışında, bu sistem Batlam­ yus sisteminden temelde ayrılmaz. Evren gene sınırlıdır: Gezegenlerin ha­ reketi gene ortak-merkezli (concentrical) kürelerin dönüşü olarak görül­ mektedir. Üstelik Batlamyus sisteminin karmaşıklığından büsbütün kurtulunmuş değildir: Skiller ve episkiller olduğu gibi korunmakta, sadece kürelerin sayısını 70’den 36’ya indirmekle yetinilmektedir. Aslında bilim tarihinde yeni bir dönem açan Kopernik devrimini Kopernik’in kendi ese­ rinde bulmak çok güçtür. Bu devrim, Kopernik’in başlangıç oluşturduğu, fakat ondan sonra oluşan radikal bir gelişmeyi, dünya görüşünde köklü bir değişikliği ifade etmekle önemlidir. Kuşkusuz, Kopernik’i yeni bir sistem aramaya iten başlıca neden, Batlamyus sisteminde gözden kaçmayan bazı yetersizlikler olmuştur. Ör­ neğin, görülüyordu ki, yer küresi evrenin sabit merkezi olarak düşünüldü­ 94 ğünde gezegenlerin konumlarını gerçeğe uygun hesaplama olanaksızdır. Bu gözlemden hareket eden Kopernik, tartışmaya şu sözlerle girer: «Gözlenen her yer değişimi, ya gözlenen nesnenin hare­ ketinden, ya gözlemcinin kendi hareketinden, ya da her iki­ sinin hareketinden meydana gelir. Eğer yer küresinin bir ha­ reketi varsa, bu hareket onun dışında bulunan her şeyde ters yönde bir hareket olarak farkedilebilmelidir: Sanki o şeyler hareket halinde, yer küresi ise sabitmiş gibi. Aeneas’ın Virgil’de dile getirdiği ilişkiye benzer bir ilişki; ‘gemimiz limanı terk ederken, köy ve kentler hızla geriye çekilir’.» «O halde,» diyor Kopernik «sabit yıldızlar küresinin hareketi görünüşten ibarettir; günde bir dönüş yapan şey yıldızlar küresi değil, bize sabit görünen yer küresinin kendisidir». Bu tür açıklamanın kendisinden önce Siraküz’lü Hicetas, hatta on­ dan da önce bazı Pythagoras’çılar tarafından ileri sürülmüş olduğunu be­ lirten Kopernik, sözlerini şöyle sürdürür: «Biri çıkar, yerkürenin günlük dönüşünden başka bir ha­ reketinden daha söz ederse, hiç şaşmamalı. Rivayete göre, iyi bir matematikçi olan Pythagoras’çı Philolaus, yerkürenin ken­ di ekseni etrafında dönüşünden başka çeşitli hareketlerle uzay­ da ilerlediğini, daha doğrusu gezegenlerden biri olduğunu söy­ lediği için Platon kendini tutamamış, onunla görüşmek üzere hemen İtalya’ya hareket etmiş.» Kopernik’in, kökeni Aristarkus ve Pythagoras’çılara uzanan heliosentrik sistemi önerirken, bunun yol açacağı tepkileri daha baştan sezinle­ diği görülmektedir. Bu yüzden kitabının yayınlanmasını uzun süre beklet­ miş, ancak dostlarının ısrarı üzerine yayınlamayı kabul etmiştir. Yazılış biçimi yönünden de kitabın asıl etkisinin ancak astronomide iyi eğitim görmüş kişiler üzerinde olabileceği hesaplanmıştır. Kopernik’in hastalığı sırasında kitabın basım işiyle uğraşan dostu Osiander, bir teolog olarak doğacak tepkileri gözönüne alarak yazdığı önsözde, önerilen sistemin bir hesaplama aracı olmaktan ileri geçmediği konusunda okuyucuyu uyarır. Ona göre, sistem sadece matematiksel olarak doğru sayılabilir; felsefî doğruluğu söz konusu değildir*. (*) Kilisenin tepkisini önlemeye yönelik bu ayırım ilginçtir. Kilise ve kilise­ nin öğretisine bağlı pek çok kimse için K opernik sistemi yanlış, fakat açıklama yönünden elverişli bir hipotezden başka b ir şey değildi. K atolik kilisesi bu tu tu m u n u 1822’ye kadar sürdürm üştür. 95 Aslında endişeye fazla yer niş bir hoşgörü içindedir. Kitap tekim, onaltmcı yüzyıl boyunca entellektüellerin küçümsemesine masına hedef olur Kopernik: yoktur: Kilise bu dönemde oldukça ge­ da kolayca anlaşılır türden değildir. Ni­ önemli bir tepki görülmez. Sadece bazı ve bu arada Martin Lüther’in şu kına­ «Bu budala, tüm astronomi bilimini ters-yüz etme hevesindedir. Oysa, kutsal kitap bize, Joshua’nm yerküresini de­ ğil, güneşi durdurduğunu söyler.» Calvin de kutsal kitabın bir âyetine yollama yaparak şöyle sorar: «Kopemik’i kim kutsal ruhun üstünde tutabilir?» 1610’a dek Katolik kilisesi bu tür kınamalar dışında kalır. Fakat giderek kuşkular artar, Giordano Bruno’nun yakılmasıyla birlikte kilise tedirginliğe düşer; Kopernik’in ateist olduğu düşüncesi yayılır; sistemin Hıristiyanlığın özüne ters düştüğü görüşü kuvvet kazanır. Yukarda da belirtildiği üzere, büyük bir düşünce devrimine yol açan heliosentrik sistemde Kopernik’in payı büyük değildir. Kopernik es­ ki bir görüşü canlandırmakla elbet de büyük bir iş yapmıştır. Fakat, asıl önemlisi onu büyük bir gözlemci olan Tycho Brahe ile eşsiz bir astronom olan Johannes Kepler’in izlemiş olmasıdır. Tycho Brahe DanimarkalI bir astronom olan Tycho Brahe, birçok yönlerden Kopernik’e ters düşer. Kopernik bir matematikçi ve atılımlı bir teorisyendi; fakat gözlemci olarak zayıftı. Tycho Brahe (1546-1601) ise tam tersine bir matematikçi ve teorisyen olarak zayıf; fakat bir gözlemci olarak eşsizdir. İki astro­ nomun birbirlerini andıran yönleri de var: Değişik yönlerden olmakla birlikte ikisi de aslında devrimci olmaktan çok tutucudur. Kopernik elin­ den geldiğince yerleşik sistemi korumaya çalıştı. Ne var ki, Yeni-Platoncu eğilimleri ister istemez onu heliosentrik görüşe itti. Yer küreyi gezegen saymakla çembersel sistemi basitleştirebileceğini umuyordu belki de. Tycho’ ya gelince, o da Aristoteles sistemini zedelemeden koruma çabasındaydı. O kadar ki, Kopernik’in açıklamasına karşın, yer kürenin hareketini bir türlü kabul etmedi. Fakat korumaya çalıştıkları sistemin yıkılmasında iki­ sinin de payı büyüktür: Kopernik dünya ile güneşin yerlerini değiştire­ rek, Tycho kendi zamanında ortaya çıkan bir super-nova ile kuyruklu­ yıldızlar üzerindeki gözlemleriyle. Tycho, öğrencilik yıllarında meydana gelen bir güneş tutulmasıyla 96 m astronomiye merak sardırır; Batlamyus sistemini incelemeye koyulur; kendi yaptığı basit ve kaba araçlarla astronomik gözlemler yapar. Kopenhag Üni­ versitesinden sonra Leipzig, Wittenberg, Rostock ve Basle Üniversitelerini dolaşır; buralarda matematik ve astronomi öğrenimini sürdürür. Ülkesi­ ne döndükten sonra, kralın sağladığı olanakla Kopenhag’a yakın bir ada üzerinde ünlü gözlemevini kurar. Gözlemevini mevcutlara göre daha bü­ yük, daha duyarlı ve daha ince kalibre edilmiş araçlarla donatır. Tycho, Kopernik sistemini reddeder, çünkü yerküresi gibi ağır ve masif bir kütlenin uzayda hareket etmesini hem fizik yönünden, hem de kutsal kitaba aykırılığı bakımından yanlış bulur. Yerkürenin sabitliği ile ilgili eskiden beri ileri sürülen «argüman» lar, onun için geçerlidir. Özel­ likle üzerinde durduğu «argüman» yıldızların göresel konumlarını koru­ maları ile ilgili olanıdır. Gerçekten dünya hareket etmiş olsaydı, yıldız­ ların sabit görünmemesi gerekirdi. Kopernik görünüşteki bu tutarsızlığı yıldızların tahminlerimizin çok üstünde dünyaya uzak olmalarıyla açıkla­ mıştı. Yıldızlar sanıldığı gibi yakın olsaydı yerkürenin güneş etrafındaki dolanımı sırasında yer değiştirir gibi görünmeleri gerekmez miydi? Oysa, herhangi bir yer değiştirme göze çarpmıyordu ve Tycho, eldeki araçlarıyla bunu saptayacak durumda değildi. (Son derece küçük olan bu yer değiş­ tirmeler ancak ondokuzuncu yüzyılda gözlenebilmiştir). Başka bir zorluk daha vardı: Yıldızları ortalama güneş büyüklüğünde kabul edersek, Kopernik’in istediği uzaklıkta, bize göründükleri kadar bü­ yük görünmemeleri gerekirdi. Ancak, Tycho, ışığın gözbebeğinde uğra­ dığı kırılmanın bu sonuçtan sorumlu olduğunu bilmiyordu kuşkusuz. Öte yandan Tycho için Batlamyus sistemi de yeterli değildir. Her iki sistemi kapsamında uzlaştıran, aynı zamanda yıldızların yer değiştir­ mesini de gerekli kılmayan yeni bir sistem kurar. Buna göre, ay ve güneş merkezde sabit duran yer kürenin etrafında, gezegenler de güneşin etrafında dolanmaktadır (bkz. Şekil 4). Bu sistem bir yandan Kopernik sisteminin matematiksel basitliğini, öte yandan kilisenin resmî görüşü olan Aristoteles kozmolojisini koruma amacındadır. Ne var ki, başlangıçta astronomlara çok çekici gelen bu sistem kısa sürede çekiciliğini yitirerek bir kenara itilir. Kepler’den iti­ baren seçkin astronomların hemen tümü için Kopernik sistemi geçerlidir. Tycho’nun asıl önemi gözlemci olarak yaptığı çalışmada kendini gös­ terir. O, astronomiye daha önce erişilemeyen bir kesiniik getirir. Hem kullandığı araçları daha güçlü ve duyarlıdır, hem de gözlem yönetimi daha güvenilir ve tutarlıdır. Tycho, bu sonucu birçok gözlemlerin ortalama değerini alarak sağlıyordu. Bu yöntemle o, astronominin çok önemli bazı 7 97 sabit değerlerini bulur. Özellikle gezegenlerin konumları üzerindeki göziemleri astronomi tarihinde önemli yer tutar. Tycho’nun gezegen ve -yıldızların konumlarını belirleyen gözlemleri dışında, Aristoteles kozmolojisi hakkında ciddî şüphelere yol açan iki gözlemi var ki, bunlara kısaca değinmek gerekir. Hatırlanacağı üzere, Aristoteles’e göre gök cisimleri, kusursuz ve değişmez nesnelerdir. 1572’de Cassiopeia yıldız kümesinde yeni bir yıldız ortaya çıkar. Super-nova tü­ ründen olan bu yıldız belirsiz ve uzak bir yıldızda yer alan çekirdek pat­ lamalarıyla meydana gelmiştir. Kısa bir süre en parlak yıldızlar gibi parlar, sonra giderek söner, belirsiz hale gelir. Bu tür novaların ortalama 300 yılda bir meydana geldiği gözönüne alınırsa, Tycho’nun zamanına rast­ lamasını bir talih saymak gerekir. Yıldızın konumunu belirlemeye çalışan Tycho, diğer yıldızlar arasında yer değiştirmediğini ve paralaks (paral98 lax)* göstermediğini saptar. Bu yeni cismin, değişmez ve yetkin sayılan yıldızlar küresinde olduğu demekti. Aristoteles kozmolojisine ters düşen ikinci gözlem, kuyrukluyıldız­ larla ilgiliydi. Aristoteles kuyrukluyıldızları atmosfere ait olgular saymıştı. Oysa Tycho’nun 1577’de yaptığı gözlemler, bu göksel cisimlerin ay’ın çok ötesinde olduğunu göstermekle kalmadı, gezegenleri kapsayan ve ge­ çilemez sanılan kristal küreleri bile aşıp geçtiğini ortaya koydu. Bu gözlemler Aristoteles sisteminin temellerine yerleştirilmiş birer di­ namitti adeta. Fitilin ateşlenmesi Kepler’i bekler. Kepler ve Yasaları • Johannes Kepler (1571-1630)’e «astronominin prensi» demek yeri­ dir. Hatta daha ileri giderek, onu bilim tarihinin en seçkin kişilerinden biri sayabiliriz. Kepler, kendine özgü bilimsel tutku ve dehası ile astro­ nomiye modern karakterini kazandıran kişidir. Bilimsel gelişmeye katkısı kendini iki yönden gösterir: Önce güneş sistemiyle ilgili bulguları ile daha kapsamlı Newton teorisinin ortaya çıkmasına zemin ve malzeme hazırlar. Sonra hipotez veya teorilerin gözlemsel olgulara uygun düşmesi üzerin­ deki ısrarıyla bilimsel araştırma ve yöntem anlayışını yeni bir düzeye çıkarır. Kepler, Tübingen Üniversitesinde öğrenciyken, Kopernik sistemini benimser ve matematiksel olarak ispatına koyulur. Gezegenlerin yörünge­ lerini ve hareket biçimlerini anlamak başlıca tutkusuydu. Onun, Kopernik sistemini benimsemesi açıklanması gerekli bir olaydır. Sistemin olgusal dayanakları henüz yeterince sağlanmamıştı. Olgusal kanıtlamaya büyük önem veren Kepler’in çeşitli zorlukları olan Kopernik sistemini benimsemesini onun mistik ve estetik eğilimlerine bağlamak mümkündür. Kopernik, gü­ neşe hayranlığını ifade etmişti. Kepler, güneşe taparcasına bağlıdır. Daha öğrenciyken şunları yazmıştı: «... evrendeki tüm cisimler içinde en yücesi, en büyüğü özü salt ışık olan güneştir. Güneş, tek başına her şeyi yara­ tan, koruyan ve ısıtan kaynaktır. Evrenin zengin, tükenmez ve katıksız ışık çeşmesi olan güneş... Hareketi ile gezegen­ lerin padişahı, gücüyle dünyanın kalbi, güzelliğiyle gözü, en (*) «Paralaks», bir gözlemcinin konum undaki değişiklikten dolayı bir gök cis­ m inin (örneğin bir yıldızın) yönünde veya görünürdeki konum unda meydana gelen değişikliğe denir. 99 yüce tanrı katında meleklerle konaklamaya lâyık bir varlık­ tır.» Bu, görüldüğü gibi, dinsel nitelikte bir tapmadır, güneşi evrenin mer­ kezine alan Kopernik sistemini benimseme nedeni de bu duygusal bağlı­ lıkta aranabilir. Kepler’in 1597 de yayınlanan ilk kitabı (Cosmographical Mystery), onun mistik eğilimlerini açıkça yansıtmaktadır. Pythagoras’çılar gibi Tanrı’ nın evreni yaratırken basit bir sayı sistemine uyduğuna inanır; Platon gibi gezegen yörüngelerinin yarıçapları arasında basit sayısal ilişkiler bul­ maya çalışır. Geometrik cisimlerin (düzgün çok yüzlülerin) özelliklerinden hareketle gezegenlerin (dünya dahil) neden altı olması gerektiğini ve yö­ rüngelerinin neden bilinen boyutlarda olması gerektiğini ispat ettiğini sanır. O, bu «buluş»larıyla «Tanrı»nın yüceliğini gizleyen peçeyi kaldırdığı ve O’nun sonsuz büyüklüğünü algılama olanağı getirdiği iddiasındadır. Bu yayının bir olumlu sonucu, onun Tycho Brahe ile tanışması olur. Prag gözlemevinde asistanı olarak işe başlayan Kepler, Tycho’nun kısa bir süre sonra ölmesi üzerine Kraliyet Matematikçisi olarak büyük göz­ lemcinin yerine geçer; ustasının sabır, dikkat ve özenle topladığı gözlem­ sel verilere sahip olur. Tycho’nun Kopernik sistemini çürütmek üzere top­ ladığı bu verileri Kepler sistemi temellendirmek için kullanır. Kepler’in, Tycho’dan kalan gözlemsel verileri gereğince değerlendir­ diği 1609’da yayınlanan Yeni Astronomi adlı kitabında görülmektedir. Bi­ lim tarihindeki başarısının doruk noktasını oluşturan gezegenlerle ilgili üç yasasından ilk ikisi bu kitapta yer almıştır. Birinci yasa, gezegenlerin yörünge biçimleriyle ilgili olup, şöyle ifade edilir: (1) Bir gezegen, odaklarından birinde güneş olan bir elips çizer. İkinci yasa, gezegenlerin yörüngelerindeki hareket hızlarıyla ilgilidir: (2) Bir gezegeni güneşe birleştiren doğru parçası eşit sürelerde eşit alanlar alır. Buna göre, gezegenin güneşe yakın geçtiği yerlerde hızının arttığı, uzak geçtiği yerlerde düştüğü anlaşılmaktadır. Kepler, üçüncü yasasını aradan dokuz yıl geçtikten sonra, 1618’de bulur: (3) 100 Bir gezegenin yörüngesini tamamlamak için geçirdiği sürenin karesi, onun güneşe olan ortalama uzaklığının küpü ile orantı­ lıdır. Başka bir deyişle, bir gezegenin periodik süresini T ile, yörün­ gesinin ortalama yarıçapını r ile gösterirsek, r3/T 2 oranı bütün gezegenler için aynıdır. «Harmonik Yasa» denilen bu yasa, gezegenler arasında yörüngeleri­ ni tamamlamada geçirdikleri süre yönünden mukayeseye olanak vermekte­ dir. Örneğin, Satürn gezegeninin yörüngesinin yarıçapı dünyamızınkinin 9,54 katıdır. İki gezegene ait yarıçapların küplerinin birbirine oranı (ki 868,3’dür), iki gezegenin periodik sürelerinin (yani, yıllarının) karelerinin birbirine olan oranına eşittir. Buna göre 868,3’ün kare kökü (ki 29,5’dir) bize Satürn gezegeninin periodik süresini (bizim yılımız birim alınarak) vermektedir. Kepler’in bu üç yasasının sayısız gözlem ve ölçmelerle kanıtlandığını söylemeye gerek yoktur. Gerçi, bugün bu yasaların tam kesin olmadığını biliyoruz; fakat aradan geçen üç yüzyılı aşkın süreye karşın yasaları sar­ sıcı tek bir olgu veya gözleme rastlandığı da söylenemez. Kepler Yasalarının Önemi Gezegenler astronomisine temel oluşturan Kepler yasalarının ilk iki­ si, Platon ve Aristoteles’den kaynaklanan geleneksel düşüncenin özü ile ters düşmeleri, üçüncü yasa ise göksel nesneler arasındaki ilişkilerin ma­ tematiksel olarak ifade edilebileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Kepler bu yasalara büyük çaba ve uzun süren hesaplamalar sonucunda ulaş­ mıştır. Fakat evreni harmonik görmek isteyen estetik eğilimli Kepler için birinci yasayı keşfetmek hepsinden daha güç olmuştur. Bu güçlüğü Russell şöyle dile getirmektedir: «Gezegenlerin elips yörünge çizdikleri sonucuna varma biz modernlerin tasavvur edebileceğinden daha büyük bir ça­ bayı, gelenekten kopma çabasını, gerektirmiştir. Kepler’e ge­ linceye dek istisnasız tüm astronomların üzerinde anlaştıkları bir şey vardıysa, o da göksel hareketlerin çembersel oldu­ ğuydu... Elipsin çember yerine konması, Pythagoras’dan beri astronomiye egemen olan estetik kaygının terk edilmesi de­ mek olmuştur. Çember, mükemmel bir şekildir; göksel yö­ rüngelerin de mükemmel olması gerekir... Mükemmel cisimle­ rin hareketinin mükemmel biçimde olabileceği son derece açıktır. Üstelik gök cisimleri, itilip çekilme olmaksızın ser­ bestçe hareket ettiklerinden, hareketleri «doğabdır. Böyle olun­ ca, elipsin değil çemberin «doğal» nitelikte olduğunu düşün­ 101 mek şüphesiz daha kolaydı. Görülüyor ki, Kepler’in birinci yasasını doğru kabul etmeden önce pek çok saplantı ve ön­ yargılardan kurtulmak gerekiyordu. Antik bilginlerden hiçbiri, hatta Sisam’lı Aristarkus bile, böyle bir hipotezi akıllarından geçirmemişlerdi.» *. Birinci yasa, göksel hareketlerin çembersel olma gereğini yıktığı gibi, ikinci yasa da düzgün olma gereğine son vermiştir. Kepler bu iki yasayı, Tycho’nun gözlemlerine dayanarak Mars gezegeninin yörüngesini belirle­ me çabasında keşfetmiş, daha sonra diğer gezegenlere genellemiştir. Yukarda da değindiğimiz gibi, Kepler’in kendisi estetik kaygılara uzak değildi. Fakat, onun nesnel olgulara olan saygısı, sonunda kişisel ve duy­ gusal beğeni ve eğilimlerine baskın çıkar. Elips hipotezini benimsemeden önce, gezegenlerin çembersel yörünge çizdiklerini göstermek için uzun ve yorucu hesaplamalarını en az onsekiz kez yenilemekten kaçınmamıştır. Kepler’in gerçek bilim adamı olarak büyüklüğünü en başta şu iki özelliği kanıtlamaktadır: (1) Kaynağını antik otoritelerden alan bazı düşünce veya inanç­ ların yanlış olabileceğini görmek ve bunları ortaya koyabilecek kadar dürüst ve yürekli olmak. (2) Son çözümlemede beğeni ve eğilimlerimize uyan birtakım dü­ şünce veya teorilere değil, fakat nesnel ve olgusal verilere bağlı kalmak, teorilerimizi olgulara tam uyacak şekilde değiştirmek­ ten, ne pahasına olursa olsun, kaçınmamak. Birinci özellik onun eleştirisel yargılama gücünü, İkincisi nesnel ol­ gulara saygısını göstermektedir. İkisi birlikte üstün bir bilim kafasını nite­ leyen özelliklerdir. Astronomi biliminin gelişmesini Galileo ve Newton’da izlemeye geç­ meden önce, bilimin öteki kollarındaki gelişmeleri kısaca gözden geçir­ meye ihtiyaç vardır. 3. Kimya, Tıp ve Hayat Bilimlerinde Durum Rönesans, sanat, edebiyat ve felsefede yeniden doğuşun yer aldığı bir dönemdir; bilimde aynı ölçüde bir canlılık göze çarpmaz. Gözlerin (*) 102 B. Russell, H istory o f W estern Philosophy, s. 552. ' I |p| eski Yunan kaynaklarına çevrildiği bu dönemde, Hipokrat ve Galen gibi yazarların gözden büsbütün uzak tutulduğu da söylenemez elbette. Arap geleneğine bağlı yorum yerini giderek özgün kaynakları doğrudan in­ celemeye bıraktığından, özellikle tıp alanındaki bilgilerde de göze çarpar bir ilerleme meydana gelir. Şu kadar ki, bu ilerleme kısa sürede kendini tüketme tehlikesine uğrar; çünkü, özgün inceleme ve deney yerine eski otoritelere bağlanma eğilimi yeniden kafalara egemen olmaya başlar. Tıp’m bu çıkmazdan kurtulması, kimya ile birlikte, gözlem ve deney yöntemine dönmesiyle ancak olanak kazanır. İslâm bilginleri de Pythagoras’çılar gibi asıl elementleri maddelerde değil, ilkelerde veya özelliklerde arama gereği üzerinde durmuşlardı. On­ lara göre, «kükürt» denilen ve bir maddeyi yanıcı kılan ve yandığında kaybolan kısmın, «cıva» denilen ve sıvı olarak damıtılabilen maddenin, «tuz» denilen herhangi katı bir tortunun özellikleri temel ilkeleri oluştu­ rur. Bu görüş İslâm dünyasının diğer bilgileriyle birlikte olduğu gibi Av­ rupa’ya geçmiştir. Eski gelenek ve otoritelere ilk yüzçeviren İsviçreli hekim Theophrast von Hohenheim (1490-1541) olur. Hekimliğe başlamadan Avrupa’yı do­ laşıp çeşitli ülkelerdeki mineral, araç, hastalık ve tedavi yöntemlerini inceleyen Hohenheim, sonunda Basle’da yerleşir; orada sağladığı şöhreti, halk ona eski Roma’nın büyük hekimi Celsus’a izafeten ‘Paracelsus’ adı­ nı vererek simgeler. Paracelsus, günün bilim adamlarını geleneğin katı fikir ve yöntem­ lerine bağlılıkları yüzünden küçümser; kendisi tıp alanında Falen ve İbn Sina’nın öğretilerini bir yana iterek gözlem ve deney yolundan doğrudan incelemelere girişir. Bir kimyacı olarak da bazı başarılı çalışmalar yapar. Örneğin, eter ve diğer bazı kimyasal maddeleri hazırlar, tavuklar üzerinde yürüttüğü deneylerle eterin anestetik özelliklerini keşfeder, ilerde insanlı­ ğa sağlayacağı büyük yararı bilmeksizin. 1577’de Brüksel’de doğan Van Helmont, hem mistik hem de de­ neyciydi. Değişik maddelerin hava halinde olduğunu keşfeden Helmont, bunlara ortak bir isim olmak üzere ilk kez «gaz» kelimesini kullanır. Van Helmont, suyun biricik element olduğuna inanıyordu. Bunu is­ patlamak için, belli ağırlıkta bir miktar kuru toprağa bir söğüt diker ve yalnız su verir. Beş yıl geçtikten sonra söğüt 62 kg. ağırlık kazandığı halde topraktaki eksilme sadece 60 gram kadar olur. Van Helmont bun­ dan, ağacın maddesinin sudan meydana geldiği sonucunu çıkarır. Aslında bu sonuç o zaman için mantık dışı da sayılmaz: Yeşil bitkilerin havadaki karbondioksitten karbon aldıkları çok sonraki bir keşiftir. İnsan vücudunun sıcaklığını ölçen termometre de bu dönemde bu103 lunmuştur. Gene, Dubois adında bir bilim adamı, tıp’a kimyayı uygula­ yarak sağlığın, birbiriyle birleşip daha ılımlı bir madde meydana getiren değişik türde vücut sıvılarına dayandığını söyler. Yanma olgusuna da­ yanmayan bu ilk kimya teorisi daha sonra asitlerin, alkalilerin ve tuzla­ rın genel bir incelemesine yol açar ve bundan da kimyasal ilgi (affinity) kavramı ortaya çıkar. Modern anlamda anatomi Andréas Vesalius (1515-1564) tarafından kurulur. Galen’in öğretisinin etkisini sürdürdüğü ondan önceki dönemlerde fazla bir gelişme göze çarpmaz. Onüçüncü yüzyıla gelinceye dek insan vücudunun diseksiyonu günah sayıldığı için anatominin bilim olarak ge­ lişmesine olanak yoktu. Vesalius, Fcıbrica Humani Corporis adlı eserinde, kendisinden önce bilinenleri tekrarlamak yerine, kendi gözlemlerini ve bu gözlemlerden çıkardığı sonuçları ortaya koyar. Bunlar arasında ke­ mikler, damarlar, iç organlar ve beyin üzerindeki incelemeleri özellikle dikkat çekicidir. Ayrıca, insanların sınıflanmasında kafatası biçiminin öne­ mini de ilk kez onun belirttiğini görmekteyiz. Böylece, Vesalius öncülü­ ğünde, onaltıncı yüzyıl sona ermeden anatomi gözleme dayalı bir bilim kimliğini kazanır. Vesalius’un fizyolojideki çalışmasına gelince, o zaman yaygın olan bazı metafiziksel nitelikteki düşüncelerden fazla ileri gitmez. O da di­ ğerleri gibi, vücuda alman besine karaciğerde «doğal ruh» kazandırıldığı, bunu kalbin «yaşamsal ruha», beynin de «hayvansal ruha» dönüştürdüğü görüşündeydi. Ona göre bu sonuncusu, «gerçek bir nesne olmaktan çok bir özelliktir», asıl ruhun işleyişiyle vücut hareketlerini, sinirler yoluyla sağlamaya yarar. Vesalius’un beyinle ilgili şu gözlemi bugün bile önemi­ ni yitirmiş sayılmaz: «Beynin yapısına gelince, bugüne dek incelediğim maymun, köpek, at, kedi ve diğer bazı dört ayaklı hayvanların hemen her ayrıntıda insana tam bir benzerlik gösterdiğini saptadım.» Kanın işlevleri konusunda da Galen’in öğretileri uzun süre olumlu çalışmaları engellemiştir. Galen’e göre atar ve toplardamarlardaki kan, gel-git hareketiyle «yaşamsal» ve «doğal» ruhları dokulara taşıyan iki ayrı akıntıdır. Bir hekim ve din adamı olan Servetus akciğerler yoluyla olan kan dolaşımını keşfeder (Servetus, resmî görüşe ters düşen fikir­ lerinden dolayı Calvin tarafından Cenevre’de yakılarak öldürülür). Fa­ kat gerek akciğerlerde, gerek tüm vücutta kanın dolaşımını düzenleyen kalbin çalışma biçiminin aydınlığa kavuşması William Harvey’i (1578-1657) beklemiştir. Cambridge Üniversitesinde öğrenim yapan Harvey, birkaç yıl dış ülkelerde dolaştıktan sonra İngiltere’ye döner ve bir hekim olarak çalış­ maya koyulur. 104 1628’de Latince olarak yayınladığı küçük, fakat önemli bir kitapta Harvey buluşunu ortaya koyar. Harvey, kalpden yarım saatlik sürede geçen kanın tüm vücuttaki kan miktarına denk olduğunu, bu nedenle kanın arterlerden damarlara geçmesi ve tekrar kalbe dönmesi gereğini belirtir. «Kendi kendime acaba “çembersel” bir dolaşımdan bahsedilemez mi, diye düşündüm. Daha sonraki çalışmalarım bu fikrin doğru olduğunu gösterdi.» Harvey’in «daha sonraki çalışmaları» canlı hayvan kalpleri üze­ rinde yaptığı gözlemsel incelemeleridir. Harvey kan dolaşımı problemini mekanik bir problem olarak ele almış ve öyle çözmüştür. Ne var ki, kan dolaşımı hipotezinin, «ispatlanması» mikroskobun icadını beklemiştir. 1661’de Bologna’lı Malpighi mikroskop kullanarak kurbağa akciğerinde atardamarlarla toplardamarların birtakım kılcal damarlar aracılığıyla bağlı olduklarını saptar. Harvey’in 1651’de yayınlanan ikinci bir kitabı embri­ yoloji alanında Aristoteles’den beri en büyük ilerlemeyi ortaya koyu­ yordu. Rönesans ve onu hemen izleyen dönemde yaşamın kavuştuğu huzur ve güven, sanat ve edebiyatla birlikte başka bazı alanlarda da artistik duyguların canlandığını görürüz. Yer yer, bu arada Padua, Pisa, Paris ve Leyden gibi merkezlerde, kurulan botanik ve zooloji bahçeleri (Jardin du Plantes) insanların doğaya olan ilgilerini sanat yönünden olduğu ka­ dar bilimsel yönden de beslemeye yaramıştır. ' I ' 4. Fizik ve Matematikte Durum Onyedinci yüzyıldan önce, William Gilbert’in mıknatıs üzerindeki çalışması dışında fizikte önemli bir gelişme göze çarpmaz. Fizik’in geliş­ mesi her şeyden önce deneyle matematiksel düşünmenin el ele verme­ sine bağlı kalmıştır. Oysa, onaltmcı yüzyıla gelinceye dek teknik beceri ile teorik bilgi ayrı ve birbirine yabancı tutulduğundan, el becerisi ge­ rektiren deneyin bilime girmesi pek az olanak bulmuştur. Onaltmcı yüzyılda zanaat ile kitaba bağlı öğrenim arasındaki uçu­ rum kapanmaya yüztutar. Bir yandan loncalar giderek zayıfladığından teknik beceri ve başarıları sır olarak saklama alışkanlığı ve zorunluluğu ortadan kalkar; öte yandan bazı bilim adamlarının teknik beceri ve bil­ gilere artan ilgiyle el attıkları görülür. Örneğin, bir İtalyan metal ustası yazdığı bir kitapta, metallerin eritilerek arıtılması, top ve çan dökümü, madenî para basma, barut yapımı gibi konulardaki bilgi ve deneyimlerini dile getirir. Daha sonra yazılan bazı kitaplarda da belli konularda teknik bilgilerle bilimsel buluşların birlikte yer aldığı görülür. Bunun bir örne105 ğini, emekli bir denizci ve pusula yapıcısı olan Robert Norman adlı bir İngiliz’in 1581’de yayınlanan The Newe Attractive adlı kitapçığında bul­ maktayız*. Norman’ın kaydettiği ilginç gözlemlerinden biri şu: Ortasında asılı mıknatıslı bir iğnenin kuzeyi göstermekle kalmadığı, fakat aynı za­ manda «dalma açısı» denilen yer küresine dikey bir meyil yaptığı. Norman bir deneyinde demir tozlarını mıknatıslamadan önce ve mıknatısladıktan sonra tartarak mıknatısın tartılabilir olup olmadığını saptamak ister. Baş­ ka bir deneyinde, mantar üzerine yerleştirdiği bir mıknatısı suda yüz­ dürür. Mıknatısın sadece kuzey-güney yönüne döndüğünü, fakat bu yön­ lerden ne birine ne ötekine hâreket etmediğini görür ve bundan şu so­ nucu çıkarır: Mıknatıs bir devindirici kuvvet değil, sadece bir yönlendirme kuvvetidir. Norman bu sonuçlara bilimin temelleri saydığı «deneyim, akıl yü­ rütme ve ispat»la ulaştığını söylemekle yetinir; mıknatıs teorisi ile ilgili konularda kendisini çok aşan mantıkçılarla tartışmaya giremeyeceğini kay­ deder. Norman’ın kaçındığı teoriyi, teknik bilgilere ilgi duyan bilim adamı William Gilbert (1540-1603) sağlar. Gilbert, De Magnet (Mıknatıs Üze­ rine) adlı ünlü eserinde, mıknatıs ile ilgili kendi gözlemleriyle o zamana dek birikmiş tüm bilgileri toplar. Mıknatıslar arasındaki kuvvetleri ince­ leyen Gilbert, yer küresinin de dev bir mıknatıs olduğunu, kutuplarının bilinen coğrafî kutuplara yaklaşık düştüğünü, ayrıca türdeş (mütecanis) bir mıknatıs taşında, mıknatıs kuvvetinin taşın kütlesiyle (ağırlığıyla değil) orantılı olduğunu ileri sürer. Gilbert, sürtünmeyle kehribar (amber) taşının çekme kuvveti kazan­ dığını göstererek, asılı bir iğneyle bu kuvveti ölçer. Bu tür gözlem sonuç­ larını bir kelime altında toplamak için «amber» kelimesinin Yunanca kar­ şılığından yararlanarak ilk kez «elektrik» kelimesini kullanır. Ona göre, mıknatıslı veya elektrikli bir madde, civarındaki maddeleri adeta kucak­ layan ve kendine çeken maddesel olmayan, adeta ruhsal türden bir etki yapar. Güneşin ve gezegenlerin hareketini açıklamada da, onun bu tür yarı mistik kavramlar kullandığını görmekteyiz. Gilbert ünlü eserini, «bilgiyi kitaplarda değil, fakat olguların in­ celenmesinde arayan» yeni kuşağa ve bu kuşağın oluşturduğu yeni geleneğe itham etmekle, skolastik geleneğe ve o geleneğe bağlı kimselere tepkisini belirtmekten de geri kalmamıştır. (*) Pusula bilindiği gibi onbirinci yüzyılda Çinliler tarafından A vrupa’ya yüz yıl sonra Arap denizcileri tarafından getirilir. 106 bulunm uştur. Rönesans sonrası dönemde matematikte yer alan gelişmeler fizik­ teki gelişmelerden daha önemli görünmektedir. Gerçi bu dönemin mate­ matikçilerini «büyük» sıfatından çok «değerli» sıfatı daha iyi niteler. Nitekim, bunların özellikle matematiksel yöntemlerin gelişiminde elde ettikleri sonuçlar son derece değerli olmuştur. Bunlar arasında Tartaglia (Kekeme) takma adıyla ün kazanan Niccolo Fontana (1506-1559) seçkin bir yer tutar. Çocukken bulunduğu kasaba Fransız istilâsına uğrar; olup bitenler sırasında kafatası çatlar, çene ve damağı parçalamr. Bu yüzden sakat ve kekeme kalan Tartaglia Venedik’te matematik profesörü olduktan sonra Nova Scientia adlı bir kitap yayınlar. Kitapta «yerçekimi» altında cisimlerin hareketi, mermi atış mesafesi gibi konuların ele alındığını görmekteyiz. Tartaglia, sayılar üze­ rinde yazdığı başka bir eserinde (1 + x) n ifadesinden (1 + x)n + l ifa­ desinin nasıl elde edilebileceğini göstererek binomial teoreme doğru ilk adımı atmış olur. Tartaglia, x, x2 ve x3 gibi terimleri içeren üçüncü dereceden denk­ lemler üzerinde de çalışır. Bu konuda kendisine meydan okuyan başka bir matematikçi ile yarışmaya hazırlanırken tüm küpsel denklemler için genel çözüm yolunu bulur ve yarışmayı kolayca kazanır. Ancak, çok geçmeden karşısma başka bir matematikçinin, Girolamo Cardan (15011576)’ın çıktığı görülür. Aslında bir hekim olan Cardan, ününü astroloji ve cebir alanlarındaki çalışmalarına borçludur. Cardan kör ve sağırların okuyup yazması için ne gibi yöntemlerden yararlanılabileceği konusunda da bir kitap yazmaktan geri kalmaz. Tartaglia’nın yarışmayı kazanması üzerine, Cardan ondan küpsel denklemleri nasıl çözdüğünü kendisine göstermesini ister. Asla kimseye açıklamayacağına onur sözü vererek Tartaglia’nın sırrını öğrenir. Ne var ki, aradan on beş yıl geçtikten sonra, Tartaglia’dan söz etmeksizin, öğ­ rendiği yöntemi cebir ile ilgili yazdığı kitabında açıklar. Buna son de­ rece üzülen Tartaglia, sözünü tutmayan Cardan’ı matematiksel yarışma biçiminde düelloya çağırır; fakat Cardan yarışma günü ortadan kaybola­ rak Tartaglia ile karşılaşmaktan kaçar. Cardan’m cebir üzerine yazdığı kitapta çok daha önemli bir konu göze çarpmaktadır: y /- \ ile simgelenen sanal sayıJar. İlk bakışta gerçek dışı ve işe yaramaz gibi görünen bu tür sayıların yalnız matematikte değil, dalga-hareketi ve özellikle elektrik akımı konusunda gördüğü uy­ gulama ile fizikte de büyük önem taşıdığı bilinmektedir. Giderek önemi artan sanal sayıların daha ne gibi gelişmelere yol açacağını kestirmek güçtür. Cardan bu parlak katkısı dışında şunu da gösterir: Bir denkle­ 107 min* kökü ya gerçel ya da sanal olabilir; sanal ise daima çift olarak ortaya çıkar. Cardan’dan sonra sanal sayıları daha ayrıntılı bir biçimde gene bir İtalyan matematikçisi olan Bombelli ele alır; fakat onu izleyen iki yüzyıl boyunca, Euler ve Gaus’a gelinceye dek, kimse bu konuyla ilgilenmez. Bombelli cebirsel notasyonun geliştirilmesinde de önemli katkılarda bulu­ nursa da bu konuda asıl kalıcı çalışmayı bir Fransız hukukçusu olan Vieta (1540-1603) yapar. Bu dönemin çok daha değerli bir başarısı John Napier’e (1550-1617) aittir: Logaritmenin icadı. Zengin bir İskoç olan Napier’in asıl yaşam meşgalesi din ve politikaydı. Matematik sadece boş zamanlarında ilgi­ lendiği bir «uğraşı» olmaktan ileri geçmiyordu. Archimedes’den beri bilinen Am X An — Am+n formülü, Vieta’nın üs konusunu ele almasıyla yeniden dikkati üzerine çekmişti. Bu formülden logaritmenin temel kavramına geçmek bir adım­ lık sıçrayıştan ileri bir şey gerektirmiyordu. Ancak Napier bu sıçramayı yaparak değil, uzun ve çetin çalışmalarla sonuca ulaşabildi. Amacı trigo­ nometrik hesaplamaları kısaltıcı bir yol bulmaktı; bildiğimiz aritmetik iş­ lemler onu ilgilendirmiyordu. Bu sonuncu gelişme Napier’in dostu as­ tronomi profesörü Henry Briggs’in çalışması ile tamamlanır. Bilimlerin tarihi I 63 Bölüm 4 Ortaçağda Bilim. Geçiş Dönemi. 4.1 Avrupada Teknikler ve Bilim Kalıntıları Bu bölüm, beşinci yüzyılda, klasik Greko-Romen kültürünün çöküşünden, Rönesanta yeni bir ekonomik sistem ile, yeni bir deneysel bilime dayalı, yeni bir kültürün doğuşuna dek geçen uzun bir zaman dilimini incelemektedir. On yüzyılı geçen bu tarihsel sürecin dinamik bir devamlılığı mevcuttur. Bütün çağ boyunca, çürümeyi, dönüşümü, kendini buluşu ve büyük ölçüde Hellenistik dünyadan kaynaklanan teknik ve Bilimlerin tarihi 64 kökenleri, din ve kilisenin bilimin gelişmesi üzerindeki etkileri ile, çağın, dünya kültürüne en büyük katkıda bulunan Ortadoğu ve Asyadaki paralel fakat tamamen ayrı olan gelişmelerini içerir. Bu dönem, İ.S. 450-1150 arasında Avrupa'da klasik teknikler ve bilim kalıntılarından kurtarılabilmiş olanlar ile, Suriye, Mısır, İran, Hint ve Çin'de, dolaylı ya da dolaysız olarak, Hellenistik kültürün etkisi altında gerçekleşen gelişmelerin belirginleştiği 700 yıllık bir dönüşüm devresidir. Bunların sonuçları, dönemin sonunda, kısa fakat parlak gelişimi sırasında, hem eski kültürün yeni çağlara aktarılmasını, hem de bilimde yeni aşamalara geçilmesini sağlayan İslam kültürü içinde eritildi. Bölümün ikinci döneminde yani İ.S. 1150-1440 arasındaki yılları kapsayan dönem, sadece Avupada belirgindir. Bu dönem, bilim alanında, Hellenistik bilimin İslamik türünün, feodal toplumu etkilemesi ile başlar ve ortaçağ düşüncesinin parlak fakat dayanıksız fikirsel hareketlerine yönelir. Bilimsel ve teknik ilerlemenin hızı bu dönemde ağır bir tempoda artar. Bu ilerleme ve onun neden olduğu ekonomik sonuçları daha ilerde incelenecek olan kapitalizme meydan hazırlar. Modern bilimin doğuşu işte bu dönemde yer alır. Barbar İstilaları ve Uygarlık. Geleneksel eğitim sistemimizde Roma imparatorluğuna ve özellikle onun batı bölümüne o kadar önem verilmiştir ki, üçüncü ve dokuzuncu yüzyıllar arasında uygarlığın bütünüyle yok olduğu düşüncesi yaygındır. Aslında bütün olanlar, Avrupanın en geç ve en yapma bir şekilde uygarlaşmış kısımlarında; Britanya, Fransa, Ren bölgesi, Ispanya ve İtalya'da köleci zengin yerlilerden oluşan bir sınıfın temsilcisi olan hükümetlerin çökerek, yerine temeli daha yaygın olarak köylülerden oluşan ve iç uyumu olmayan feodal bir düzenin geçmekte , oluşundan ibarettir. Bu arada Avrupada, beş altı ve yedinci yüzyıllarda, feodalleşme sürecini hızlandıran ve kavimler göçü olarak adlandırdığımız bir olgu da başgöstermiştir. Bu dönemde Franklar Fransa'ya, Angıllar İngiltere'ye gelip yerleşirken Burgundlar ve Lombardlar kuzeyden güneye inmekte, Vandallar Orta Avrupa'dan başlayarak İspanya üzerinden Afrika'ya göç etmekte ve Karadenizin kuzeydoğusundan yola çıkan Hunlar tüm Avrupaya yayılmaktaydı. Bu kitlesel göçlerin yarattığı çalkantı içinde, uygarlık ve bilimin olumlu etkilerinin ortadan kalkmış olmasından daha doğal birşey düşünülemez. Göçlerin yol açtığı diğer bir gelişme de başta (İngiltere olmak üzere, Avrupa'nın birçok yerinde, birtakım kentlerin haritadan silinmesidir. Bu olayların, Fransa'da da yoğun bir şekilde ilenmesine karşılık, İtalyan kentleri önemli ölçüde yıkılmakla birlikte halk bu şehirleri terketmemiştir. Avrupa’da olaylar bu yönde gelişirken, bu dönemde Dünya'nın farklı yörelerinde olaylar farklı doğrultuda bir gelişme göstermiştir. Örneğin Bilimlerin tarihi 65 I batı Roma imparatorluğunun başkenti Romada görkemli yapıların büyük bir bölümü yıkılmaya terkedilirken, Doğu Roma ya da Bizans impatorluğu en parlak dönemlerini yaşamakta, başkent Konstantinopolis de tüm Avrupanın en göz alıcı yapıları örneğin Hagia Sophia ortaya çıkmakta, İskenderiye ve Antiohos gibi büyük kentler gelişmelerini sürdürdüğü gibi, daha doğudaki Hindistan ve Çin'de de, yeni büyük kentler ortaya çıkmaktaydı. Bu örneklerden de anlaşılabileceği gibi, Ortaçağ'da, bilinen dünyanın geneliyle ele alınması durumunda, uygarlığın ilerlemesinde gerçekte bir duraklamanın söz konusu olmadığı görülmektedir. Bu gerileme sadece, dünyanın daha yakından tanıdığımız bölümü olan Avrupa için geçerliydi. Feodalizme Geçiş ve Dinsel Etkenler. Roma imparatorluğunun gerileyişi ve çöküşü, tüm insanlık tarihinde çok önemli bir çağı belirler. Altın devirlerinde, dünyanın en büyük devleti idi. Askeri ve sivil örgütleri ve ticareti, hacimsel olarak, uzun yüzyıllar hiçbir toplumun ulaşamayacağı sınırlara erişmişti. Roma imparatorluğu dışında, onunla kıyaslanabilecek tek devlet Çin'di. Roma tarzı plütokratik ve köleci ekonomi, her tarafta çöktükçe verini, taşınmaz bir mülk olan toprağa bağlı köylülerin Bilimlerin tarihi 66 ettirmeyi hedef aldılar. Bu arada, tanrılar, efsaneler ve öteki dünya tanımlamaları, dikkatleri başka yönlere çekmeye ve bu dünyanın haksızlıklarına karşı bir gökyüzü dengesi kurmaya yaradı. Bu unsurlar, Hıristiyanlığın ilk aşamalarında özellikle belirgindir. Bu tarihin saptanması ve bilinmesi, bilimin idraki bakımından çok önemlidir. Zira, İslam'ın egemen olduğu kısa bir dönemin dışında, modern bilimin olgunlaşması Hıristiyanlığın çerçevesi içerisinde gerçekleşmiştir. Hıristiyanlığın ayrıntılı örgütü, bütün itaatkar ve uysal görünümüne karşın, zalim ve günahkar klasik medeniyette hiçbir rol almamaya kararlıydı. Hıristiyanlık kaçınılmaz bir şekilde, büyük kentlerde ezilen aşağı sınıfların özlemlerini temsil eden ve yukarı sınıfların baskılarına karşı, halkların gösterdiği bir tepki durumuna7girdL_ Ne varki, hıristiyanlığın, aşağı sınıfların dini olarak kalması uzun f sürmedi. Zamanla daha kültürlü kişiler bu dini seçtikçe, klasik dünyanın çeşitli görüşleri hıristiyanlığın içerisine sızdılar. Bunlardan bazıları, özellikle Platonizm ve onun, dinin "öteki dünyacılığını,” vurgulamakta çok yararlı olan Yeni Platonculuk öğretileri, diğerlerine oranla daha kolayca özümsenebildiler. Böylelikle hıristiyan dininin, yukarı sınıflarca himaye edilen ve zamanımızın Mahkemeyi-Kübra ve Cennet kavramlarına q \ dönüşen öteki dünyacı davranışı bütün Hıristiyanlık tarihi boyunca ve / günümüze dek geçerli kaldılar. Böylelikle karanlık ve orta çağlarda baskın bir rol oynayan kilise, yeni yerleşen kültürün karakterini saptamakta da büyük bir rol oynadı. Batıda İmparatorluğun çöküşü I sırasında ayakta kalan tek kurum Kilise oldu. Bu kurum, esasında çökmenin tamalanmasından çok önce, İmparatorluğun eski sınırlarının çok ötelerine nüfuz etmiş, İrlanda'dan Kafkasya'ya kadar Avrupa'nın büyük bir kısmını kapladıktan başka Asya'ya da yayılmıştı. Eski Mısır'dan bu yana görülmedik bir tarzda, kültür ve okur-yazarlık, din adamlarına özgü özellikler durumuna girmiştir. Kilise, ruhani işlevlerine ek olarak, eğitim, yönetim ve ortaçağın başlarında, hukuk ve tıp alanlarında da etkinlik göstermeye başlamıştı. / Felsefe ve dini birleştirme konusunda Kilise tarafından gösterilen f büyük gayret sonucunda ortaya çıkan, çelişkilerle dolu bir sentez oldu. i Zira, iman ile aklı uzlaştırmak, mantığa ters düşmek demekti. Dini, akılla ^ ' bağdaştırabilecek bir tarzda değiştirmeye çalışmak ve mantığı ise i yolundan saptırmak, düşünce dünyası bakımından çok zararlı sonuçlar verdi. Bütün bu dinsel tartışmalar arasında, gürültüye giden müspet bilimler oldu. Bununla birlikte şu hususu tespit etmekte çok büyük yarar vardır: günümüzde, eski çağlardan zamanımıza dek bilimi muhafaza etti diye, Kiliseyi kutsamak moda bir davranış olmuştur. Gösterileceği gibi bilim, Bilimlerin tarihi İ 67 daha çok, gerçek dünyaya ayak uydurmak bakımından, iman'ın yaya kaldığı durumlarda başarılı olduğu için hayatta kalabilmiştir. Kendisini, köhnemiş ve çelişkili dinsel inançların boyunduruğu altına alabilmek için, yüzyıllar boyu süren çabalar sayesinde değil, bu çabalara rağmen bilim ayakta kalabilmiştir. Göreceğimiz gibi, Darvvin'in evrimi üzerindeki tartışmalara dek birçok kez, Tekvin’e uydurulamadıkları için, doğrulukları kesin olan çözümlerin kabulü, uzun yıllar geriye atılmıştır. Ortaçag'da Avrupa'da Bilimsel ve Zanaat Geleneklerindeki Gelişmeler. Bu aşamaların açıklanmasına geçmeden önce, bu zaman sürecinde, bunların gelişmesini hızlandıran bazı sosyal olayların anlatılması yararlı olacaktır. v / Bilimlerin tarihi 'j ^ ■ 76 Daha önceki açıklamalarımızda Roma tarzı köleci ekonominin beşinci yüzyıldan itibaren çöküş dönemine girdiği ve bunun yerine, birimi köy olan feodal bir ekonomik sistemin yerleşmeye başladığı ifade edilmişti. Bununla birlikte feodal sistem tam olarak, siyasi ve dini hiyerarşileri ile birlikte, bilimsel ve zanaat geleneklerinin bütünleştiği, onbirinci ve ondördüncü yüzyıllar arası Avrupasında ortaya çıkmıştır. Feodal sistemin ekonomik temeli topraktı. Büyük ölçüde, üretildiği yerde tüketilen bölgesel tarım üretimine ve el zanaatları endüstrisine dayanıyordu. Feodal sistemde, köyde erkekli kadınlı ve çokçası akraba bir sürü insan, toprağı ve emeği ortaklaşa paylaşıyorlardı. Köylüler üzerinde laik ya da ruhani lordlar, lordların üzerinde daha büyük patronlar, piskoposlar ve krallar, en yukarıda da imparator ve papadan oluşan bir hiyerarşi vardı. Burada lord'un serileri, hem kendileri hem de lord için çalışmak zorundaydılar. Bu feodal sistemde köylüler, zilyet oldukları yani, babadan oğula intikal eden toprakları işlemekle yükümlüydüler. Bu sistem, köle ekonomisinden ileri fakat ücret-emek sistemi olan kapitalizmden ise geri bir sistemdi. Teoride, feodal yükümlülükler tek yanlı değildi. Köylülerin hizmetlerine karşılık lord da onları korumakla görevliydi. Lord'un köylüleri koruyacağı en büyük tehlike ise, diğer lord'ların saldırılarıydı. Asil lord'un bütün görevi, çağrıldığı zaman kendi patronunun yardımına koşmaktı; amacı ve çıkarı gerektirirse, bazen ona karşı da dövüşürdü. Ulaşım yetersizliği nedeni ile bütün yüksek asiller, maiyetleri ile birlikte, malikanelerinin çevresinde ne var ne yoksa yiyip bitirmek zorundaydılar. Kral bile, uzun zaman, aynı bir yerde kalamazdı. Erkanı ile birlikte bir yerden başka bir yere sirk gibi dolaşırdı. Feodal sistemin asil ve ruhanileri, köy ekonomisi bakımından bir asalaktan başka birşey değildi. Büyük ölçüde bir ticaret ya da örgütlenme olmaksızın, üretken olmayan yardımcıları ile birlikte, nüfusun yüzde onunu bulan ve lüks bir hayat süren bir asalak sınıfın devamlılığı, feodal köy ekonomisinin hiç de ilkel olmadığının bir kanıtıdır. Gerçekten de demir'in yaygın kullanılışı, daha iyi sabanlar, daha iyi koşumlar, daha kullanışlı dokuma tezgahları ve değirmen gibi, emekten tasarruf edici aletlerin kullanmasıyla bu ekonomi, teknik bakımdan köleci ekenomiden daha yüksek bir seviyede idi. Bu teknik gelişmeler, feodal sistemde, her yerde ve bölgede, bir artı-değer yaratacak biçimde, kırsal kesimlere yayıldı. Bu yüzden feodal sistem, köleci ekonomiye oranla çok daha sağlam bir temele dayanıyordu. Bununla birlikte, yapısal nedenlerle bu sistem, hızlı bir gelişmeyi gerçekleştiremeyecek kadar bölgesel bakımdan bölünmüş ve Bilimlerin tarihi I 77 yoğunlaşmada yetersiz kalmıştı. Yapabileceği tek şey, özellikle onbirinci ve onüçüncü yüzyıllar arasında, Avrupanın işlenmemiş ve sahipsiz topraklarına yayılmak, ormanları keserek tarıma açmak oldu. Toprağın işlemesinin yaygınlaşması feodal ekonominin, özelliğini yitirmeden gelişebileceği tek yoldu; o da bunu gerçekleştirdi. / \ Bu arada feodal sistem içinde, temeli ticaret ve kentsel imalat I olan ve tarıma dayanmayan başka ekonomik biçimler de gelişiyordu. Bu \ gelişmeler sonunda, doğrudan doğruya toprağa dayalı olmayan örgütlenmelere duyulan eğilimler, ortaya çıkmaya başladı. ] Ortaçağ Kentleri. Önce Karanlık Çağlardan en az etkilenen güney İtalya, Provence ve Katalonya'da, ve hemen ardından da tarımsal artı değerin en fazla olduğu Ren bölgesi, Hollanda ve Lombardiya'da olmak üzere, kentler yeniden büyümeye başladılar. Onbirinci yüzyılda bu bölgelerdeki kentler artık iyice gelişmişlerdi; onikinci yüzyılda kuzey \ Fransa, İngiltere, ve Almanya'nın Ren doğusunda kalan kısımlarında yer alan kentler de büyümeye, ve geliştikçe, kendilerini kilise ve feodal Bilimlerin tarihi 78 Bu ilerlemenin ve kentleşmenin sonuçları, feodal sistemin kurumlarını, ve böylelikle ortaçağın feodal düzenini temelinden yıktılar. Bütün bu ekonomik değişimlerin yanı sıra, Kilise'nin tutumunda da birtakım gelişmeler gerçekleşti. Ortaçağların ekonomik bünyesini feodal sistem, entellektüel ve yönetim düzeyim ise Kilıse~belırlivordLT Asillerin anarşik eğilimlerini dengeleyen ve tüm Hıristiyanlık alemi için ortak bir otorite kaynağı temin eden, Kilise'nin birliği ve düzeniydi. Belirli konularda, imparatorla papa ve Kral ile piskopos arasında genellikle hep tartışma çıkıyordu, ama bunlar, düzenin devamı ve varfığı bakımından, diğerine olan ihtiyacı kabullenmişlerdi. Kilise feodal sisteme karşı deâil. onun temel bir parçasıyclj. Reform'da görüldüğü gibi, gerçekten de biri değişmeden ötekinin değişmesi olanaksızdı. Ortaçağ'ın bütün ilk safhaları boyunca, İtalya'da bile, Kilise papaz ve keşişleri, eğitim hatta oRur yazarlık üzerinde tam bir tekel kurdular. Feodal yönetmenlerin hepsi, dinsel çevrelerce uygulanan bir eğitimden geçmek zorundaydılar. Bu tekelleşme, ortaçağ düşüncesinde bir birlik sağ[adı_ ama, ufuklarını ciddi ölçüde daralttı. Tarihte ne Yunan ne de İslam düşüncesîlek bir gurup tarafından böylesine tehdit edilmemişti. j <ilise, dünvevi işlere daima karıştı ve feodal düzenin korunmasında büyük çaba harcadı. Kilisenin, feodal ekonominin devamı konusundaki tutumu, onikinci yüzyıldan sonra, yeni kentlerin ve zanaatkarların laik toplumlarının çıkarlarına ters düşmeye başladı. Bu toplumlar da tatminsizliklerini genellikle mistik türden bir tarikat ile belirttiler ve insanın Tanrı’ya, açgözlü ve sefih Kilise adamlarının aracılığı olmadan da ulaşabileceğini ileri sürdüler. Bu tür tarikatlar başlangıçta kılıç gücü ile bastırılabildi. Ama onüçüncü yüzyılın ortalarında Kilise'ce daha sağlam bir yol bulundu. Kilise, ruhsatlı Fransisken ve Dominiken rahiplerinin kişiliklerinde yeni bir silah kazandı. Fransisken'ler daha çok bilime, Dominiken'ler ise düşünce tarihine önem verirlerdi. Rönesans'a gelinceye kadar yetişen bilgin ve düşünürlerin büyük bir bölümü bu iki tarikattan birine mensuptular. Diğer taraftan St. Dominik'in vaizleri başlangıçtan beri tutucuydular. Asıl amaçları halkı ikna ederek kiliseye karşı olan hareketi önlemekti. Kent halkı artık akıllanıyor, hatta bilinçleniyordu; onlara karşı tutucu öğretiyi bütün ağırlığı ile kullanmak gerekiyordu. St. Albertus Magnus (1193-1280) ve Aquinolu Thomas (1227-1274)'in, Hıristiyan Kilisesi için önemli bir görevi yerine getirmeye çalışmaları, bu döneme rastlar. Skolastik felsefe ile beslenen yani, Hiristiyanlığa akılcı bir temel bulma çabası olarak niteleyebileceğimiz skolastik düşüncenin ortaya çıkması ve Platoncu-Aristocu öğretiyi, yani Hıristiyan dogmasını, kavramsal bir çerçeve içinde sistemleştirmek, bunu akılla bağdaşan Bilimlerin tarihi I 79 bir öğreti olarak temellendirmek gayretlerinin esası budur. Açılan cihatların ve engizisyonun daha acımasız yöntemlerine oranla bu ikna çabalarının ne derece etkili olduğunu söylemek güçtür ama, mistik inanışın üçyüz yıl bununla denetim altında tutulduğu da bir gerçektir. Ne var ki, rahiplerin çabalarına rağmen, yukarıda açıklanan olaylar sonucu Ortaçağların son ikiyüz yılında kentlerle birleşen kralların artan güçleri ve gelişen kentlerin baskısıyla gitgide, Kilisenin belirgin bir şekilde zayıflamasına tanık olundu. Ama, fikirsel ve toplumsal alanlarda kilise damgasını öyle kuvvetle vurmuştu ki, sonraki birkaç yüzyılın siyasi ve bilimsel tartışmaları hep dinsel bir çerçeve içerisinde yürütüldü. / 4.3 İslam Biliminin Etkileri ve Ortaçağda Bilim Geleneği. Orta çağlarda bilgi öğreniminin yeniden doğuşu; onbirinci ve onüçüncü yüzyıllar arasında zanaat ve ticaretin gelişmesi, katedrallerin inşası ve üniversitelerin kurulması gibi önemli olaylarla birlikte gerçekleşti. Batı İslam halifeleri döneminde Toledo, bir hıristiyan başpiskoposluğu olarak kalmasaydı, belki de eski Yunan bilim ve felsefesinin batıya aktarılmasına daha önce başlanabilirdi. Gerçekten de kilisenin yukarıda açıklanan tutumu nedeniyle, dokuzuncu yüzyılda, Romalı papazların, İspanyol Hiristiyanlarının arapça eserleri incelemelerini eleştirmelerinden dolayı eski Yunan biliminin batıya doğru yayılması engellenmişti. Batılıların, İspanya'daki İslam ülkelerine yaptıkları batı haçlı seferleri sonucu Toledo 1085 yılında Hiristiyanların eline geçti. Böylelikle eski Yunan bilimsel eserlerinin, Arapça metinlerden çevirileri yapılmaya başlandı. Toledo'nun düşüşünden bir süre sonra başpiskopos Raymond bir çeviri okulu kurdu. Bu çevirilerin en yoğun olduğu dönem 1125-1280 arasıdır. Çevirmenlerden en önemlisi Cremona'lı Gérard (1114-87)'dır. Gérard, içerisinde Ptolemi'nin Almagest'i ile Euclid'in Elemanlarfmnda bulunduğu 80 İslam eserini Latinceye çevirdi. Bunun dışında Moerbeke'li William yunancadan latinceye, Arşimed dahil, teolojiden bilim ve felsefeye kadar uzanan 49 eseri aktardı. İslam bilimleri ile ikinci bir temas noktası da 130 yıllık Müslüman egemenliğinden sonra 1091 yılında Hıristiyanların eline geçen Sicilya oldu.Sicilya'lılar, Latince ve arapçanın yerel lehçelerinin yanı sıra yunan'cada konuşuyorlardı. Başlıca, museviler olmak üzere bazıları da bu üç dilde yazılı belgelere aşina idiler. Sicilya'da 1235 yılında ölen Michael Scot, Sicilya kıralı Frederik H'nin teşvikleri sonucu Aristo'nun biyoloji ile ilgili eserleri ile birlikte İslam simyasının önemli bir bölümünü de çevirdi. Batı'da muhafaza edildiğinden çok daha zengin bir klasik bilgi hâzinesine sahip olan arap bilimi, işte böylesine kısıtlanmış ve arzulu bir fikir dünyasını etkilemeye başladı. Onbirinci yüzyılda çevrilen birkaç eseri, Onikinci ve onüçüncü yüzyıllarda bir sürüsü izledi. Bunlar Bilimlerin tarihi 80 Latinceye, çoğu arapçadan, bir kısmı ise doğrudan doğruya Yunanca’dan çevrilen arap ve yunan klasikleri idi. Bütün bunlara ek olarak, bazı arapça eserler, Kuzey Afrika ve Sicilya arasındaki ticaret yolları ile de Avrupa'ya aktarıldı. Bunlar arasında en önemlileri Pisa'lı Leonardo'nun getirdiği matematik eserleri ile Afrika'lı Constantin'in sağladığı tıbbi çalışmalardı. Bu kültür nakli, eski çağların kültür alış-verişinden tamamen farklı bir karakterde idi. Çünkü burada, ölmüş bir geleneği yeni ve canlı bir kültüre aktarmak yerine, canlılığını daha tam yitirmemiş olan bir kültürün meyveleri iletiliyordu. Gerçekten, Batının, zaten temelini oluşturmuş olan Hellenistik kültür, kökenine bağlı olarak daha geliştirilmiş bir tarzda aktarılmış oluyordu. Üniversiteler. Batı Hıristiyanlığının onuncu yüzyılda başlayan • uyanışı, bölük pörçük bilgilerden daha geniş bir fikirsel temele ihtiyaç duyuyordu. Din adamları, düşünebilecek ve yazabilecek tarzda eğitilmeli, kilise'nin ruhani ve cismani bütün istekleri ortaya konulup savunulabilmeliydi. Önceleri bu ihtiyaç Chartres ve Reims'deki katedral okullarının kurulması ile karşılandı. On ikinci yüzyılda bunlar, yedi çeşit yüksek bilimi, felsefeyi ve teolojiyi öğreten derslerin konulmasıyla üniversite olacak kadar gelişeceklerdi. Ayrıca Lonca Tipi demekleri oluşturan usta ve çırakların kilise katedrallerinde biraraya gelişi ile ortaya çıkan okullar da üniversitelerin ilk çekirdeğini oluşturmuştur. Onbirinci yüzyılda "Üniversite" ve "Lonca", zanaat demeklerini tanımlayan hemen hemen eşdeğer iki kelime idi. Fakat onüçüncü yüzyıla gelmeden önce "Üniversite" deyimi özellikle bir öğrenci-öğretim üyesi birliği anlamında kullanılmaya başlandı. Başlıca üç tür üniversite ortaya çıktı. Bunlardan birincisi, kilise temelli olup, usta ve öğrencilerin bir şansölye altında, kapalı bir örgütte işbirliği yapmaları sonucu gelişiyordu. Paris, Oxford ve Cambridge bu tip üniversitelerdi. İkinci olarak Bologna ve Padua gibi, öğrenciler tarafından seçilmiş bir rektörün yönetimindeki kent üniversiteleriydi. Üçüncüler ise Papalık icazeti altında faaliyet gösteren monarkların kurduğu üniversitelerdir. Sicilya'lı II. Frederik'in kurduğu Napoli ve Kastilya'lı III. Ferdinand'ın kurduğu Salamanka üniversiteleri bu türe örnek olarak gösterilebilir. Bütün konuların birlikte incelenebileceği üniversite fikri tamamiyle yeni bir fikir değildi. Eski çağlarda Atina'da okullar açılmış, İskenderiye Müzesi kurulmuştu. Müslümanların kendi Cami okulları olan Medreselerinde yüzyıllar boyu, dinle birlikte felsefe de okutulmuştu. Onbirinci yüzyıldan beri de Salerno'da bir tıp okulu faaliyetini sürdürüyordu. Ayrıca Oxford'da çok önceleri kurulmuş olan Merton Koleji, ondördüncü yüzyıl süresince, ortaçağ biliminde büyük bir rol Bilimlerin tarihi 81 ! oynayacaktı. Ortaçağın yeni üniversitleri bütün bu yorumlardan esinlendilerse de öğretimlerinde daha genel ve sistematiktiler ve bir öğretim hâzinesi olarak hiristiyanlık dünyasında özel bir yer kazandılar. Bologna ve Paris üniversiteleri 1160'da Oxford 1167'de, Cambridge 1209'da, Padua 1222'de, Napoli 1224'de, Salamanka 1227'de, Prag 1337'de, Harkov 1364, Viyana 1367'de, St Andrews 1410'da kuruldu. Üniversitelerin ilk kuruluşlarından bu yana, oldukça kısa bir süre öncesine kadar, esasında kilise söz sahibi olduğundan, din adamlarını eğiten birer kurum olarak kaldılar. Kitaplar çok nadir olduğundan öğretim, konferanslardan ve tartışmalardan ibaretti. Eğitimin temelini, klasik öğretimin aşırı basitleştirilmiş bir özeti olan yedi yüksek bilim oluşturuyordu. İlk üçü, öğrenciye anlamlı konuşmayı ve latince yazmayı öğreten gramer, hitabet ve mantıkdı. Bunlardan sonra aritmetik, geometri, astronomi ve müzik dörtlüsü geliyordu. Felsefe ve teoloji dallarına ancak bu çalışmalar Bilimlerin tarihi 82 Diğer bir tanınmış deneyci de, asalet ünvanına sahip ve muhtemelen Bacon'un bir arkadaşı olan Pierre de Maricourt (Hacı Peter) idi. Kendisi 1269'da manyetik deneylerini anlatan (Epistola de Magnete) isimli kitabını yayınladı. Bu eser, özgün düşüncenin ve bir dizi deneyi planlayabilme ve uygulayabilme yeteneğinin bir örneğidir. Maricourt, manyetizma üzerinde çalışanların mantık hatalarına düşmemeleri için deney yapmaları gereğini vurguluyordu. Kendisi, mıknatıs taşından imal ettiği bir küre üzerinde deneyler yaparak, bunun magnetik enlemlerini saptadı. Maricourt, biribirine benzemeyen manyetik uçların biribirini çektiğini, benzeyenlerin ittiğini öğrenmişti. Anatomi konusundaki deneysel çalışmalar 1275-90 yılları arasında Mondino de Luzzi tarafından yürütüldü. İki kadın kadavrası üzerinde uyguladığı otopsi sonuçlarını, yayınladığı bir kitapta açıkladı. Bu kitap daha sonraları bütün ortaçağ boyunca tıp okullarında ders aracı olarak okutuldu. Bununla birlikte Mondino'dan sonra otopsi işlemleri, ameliyata karışmayan doktorların gözetiminde birtakım berber cerrahlar tarafından yapılageldi. Onüçüncü yüzyılda Avrupa'da, üzerinde deneyler yapılarak yeniden gündeme gelen diğer bir konu da simya olmuştur. Simya biliminin yayılması ile birlikte birtakım yeni kimyevi maddeler bulundu. Bunlara örnek olarak 1295'de Vital du Four'un sözünü ettiği madensel asitler ile 1167 yılında şarap ve bira damıtılmasında ortaya çıkan alkol gösterilebilir. 1317 yılında papa XXII John'un simya uygulamalarını yasaklaması ile, o devirde bu bilim dalının dikkati çekecek kadar yaygınlaştığını anlıyoruz. Ortaçağ simyacılarının kuramlarında gerçek anlamda pek fazla yenilikler yoktu. Onların inaçlarına göre metaller, sülfürün erkek öğesi ile civanın dişi öğesinin birleşmesi sonucu ortaya çıkıyordu. Genel olarak tüm organik maddeler beden ve ruh'dan ya da madde ve ruh'dan oluşmaktaydılar. Maddeyi oluşturan cisimler ısıtılmak suretiyle ayrıştırılabiliyordu. Bu süreç içerisinde maddeyi oluşturan ruh birçok durumlarda bir sıvı şeklinde yoğunlaştırılabilmekteydi. Maddenin tüm karakteristikleri ve özellikleri bu sıvı tarafından meydana getiriliyordu. Bu nitelikleri ile bu sıvılar, yaşlı bedenlere yeni yaşam gücü aktarabilirlerdi. Ne var ki bütün metallerden sadece cıva buharlaştırılarak içindeki ruh izole edilebilmekteydi. Böylelikle simyacıların teorisine göre, buharı, metallerin yüzlerini parlattığı için civa, gümüşün ruhu olarak algılanıyor ve tüm metalleri doğuran ve hatta daha geniş anlamda herşeyin başlangıcı olarak düşünülüyordu. Cıva'yı herşeyin merkezine yerleştiren böyle bir sistem, Raymond Lull (1232-1315) tarafından önerilmiştir. Bilimlerin tarihi I I I ■ 83 Her türlü bilginin kaynağı olarak Aristo mantığının gösterildiği bir dönemde, deneye gitmenin, deneysel olgulara başvurmanın gereğini belirtmek gerçekten bir başarıdır. "Doğru"nun ölçütünün olgularda değil Aristo ile kutsal kitabın uyumunda aranılan bir çağda, çeşitli alanlarda gerçekleştirilen deneylerin sağlıklı yorumlarını yapabilmek ve değerlendirmek, devrimci ve araştırmacı bir düşüncenin ürünüdür. Hareket halinde bulunan bir cismin, üzerine etkiyen bir impetus yani sürükleyici kuvvetin etkisi ile hareketini sürdürebileceği kavramı, bu çağda yeniden gündeme geldi. Eğer cismin hareketini durdurabilecek herhangi bir engel mevcut değil ise cisim aldığı impetusun etkisiyle hareketine bir süre daha devam eder; engel varsa hareket dururdu. Eğer impetus zaman içerisinde hiç zayıflamayacak şekilde etkiyorsa, cisim hareketini sonsuza dek sürdürür. Oxford üniversitesinden Ockhamlı William'a göre, hareket halinde bulunan harhangi bir cismin, hareket ettirici ile doğrudan temas halinde bulunmasına kesin bir gereksinme yoktu; tıpkı bir mıknatısın temasta olmadığı bir demir parçasını kıpırdattığı gibi. Çok olasıdır ki bu örnekte gösterilen uzaktan etkileşimlerin sağlanabilmesi, Aristo'nun iddia ettiğinin aksine, uzayın madde ile dolu olmasını gerektirmiyordu. Bu olaylar pekala, boşluk içerisinde de sürüp gidebilirdi. Böylece Ockham, altıncı yüzyılda İstenderiye'li John Philiponos tarafından ortaya atılan ve daha sonraları Müslümanlar tarafından Avrupa'ya getirilmiş bulunan impetus kavramını yeniden gündeme getirdi. Ockham, "Daha azla yapılabilecekleri daha çokla yapmak beyhudedir" şeklindeki ilkesini ortaya attı. Bu ilke ustura ilkesi olarak bilinir. Daha sonraları Buridan (1297-1358) ve Oresme (1320-138)'in temsil ettiği Paris ekolleri, Aristo'nun hareket doktrini'ni eleştirirken Ockham'ın yöntemini kullandılar ve yolu Galileo'nun dinamikteki reformlarına açtılar. Ortaçağda Teknoloji ve Zanaat Geleneği. Roma'nın yaklaşık 455 yılındaki düşüşünden, batının Papa Sylvester II (999-1003) (Bu papa'nın asıl adı Aurillaclı Gerbert (yak. 946-1003) olup, onuncu yüzyıl sonlarında, Kuzey Ispanya'da, kilise ile olan bağlantısından yararlanarak, birkaç Arap eserinin Latince çevirisini elde etti^ Abaküs ve usturlabı öğrendi ve öğretmenlik yaptı) yönetimindeki ilk entellektüel uyanışına kadar sürmüş ~ olan zaman aralığına, geleneksel olarak Avrupa'nın karanlık dönemi gözü ile bakılır. Doğa felsefesinde böyle olmakla birlikte, bu yüzyıllar süresince, antik çağlarda yaşamış insanların çoğunluğunun hayat düzeylerine göre büyük gelişmeler sağlayan, birtakım temel yenilikler gerçekleştirilmiştir. Roma imparatorluğunu dağıtarak istila eden barbar Cermen'ler uzun elbise yerine pantolon, zeytinyağı yerine tereyağ kullanımı, keçe yapımı Bilimlerin tarihi 84 yöntemleıykayak-icızağı, varil, banyo teknesi, v.b alıştığımız bjj^süEü-ufak, tefeiT şeyleri beraberlerinde getirmişlerdir. Daha da önemlisi mimaride yapılan atılımlar besin maddeleri tarımına giriş, atlı binicilerde üzengi kullanımı, iri tekerlekli saban ve diğerleri barbar istilasından sonra kullanılmaya başlanmıştır. Ortaçağ Mimarisi. Roma imparatorluğunun çökmesinin yol açtığı gelişmelerden biri de mühendislik ve mimarlık alanlarında uygulanan tekniklerin değişmesidir. Gerek Hıristiyan ve gerekse İslam mimarisinde bu çağda benimsenmiş olan yeni bir yöntem, kilise ya da cami gibi büyük yapılarda, eskiye göre daha küçük boyutlarda taşların kullanılmasıdır. Mısırlılar piramit ve tapınaklarında boyları 12 metreye dek varan taştan yontulmuş büyük kirişler kullanmışlar, Yunan tapınakları da, tek parça kayadan yontulmuş büyük sütunlar ve çapraz kirişlerden oluşmaktaydı. Roma dönemi mimarisinin bir özelliği de, olağanüstü boyutlarda kemer ve tonozlardır. Buna karşılık İslam mimarisinde hafif tuğlalardan örülmüş kubbeler kullanılmış, kuzey Hıristiyanları da yapılarında yine benzer biçimde küçük taşlardan yararlanmışlardır. Bu dönemde yapılmış kubbe ve tonozlarda kullanılmış olan en büyük taşlar, enine ve boyuna 50-60 santimetredir. Yontma teknikleri geliştikçe, taşlar ağırlık kazanmıştır. Tekerlekli Saban Kullanımı. Antik devirlerde kullanılan eski saban, Tunç çağı başlangıcından son günlere kadar değişmeden kalmış, I.Ö 100 yıllarından itibaren saban kulağı denilen parçanın ahşap yerine demirden yapılma geleneği sürdürülmüştü. Başlangıçta sabanın tekerleği olmadığından onu kullanan kimsenin toprağı gereken yükseklikte kesebilmesi içi.n sabajıı ustalıkla yönetmesi ve bunun için de ayrı bir güç harcaması gerekiyordu. İ.Ö. 100 yıllarında barbarlar tarafından kullanılmaya başlayan yeni saban'ın tekerlekleri vardı. Böyİece sabanın toprakta açtığı izin derinliği kontrol edilebildiği gibi, sürücünün gücünden de tasarruf sağlanabiliyordu. Ayrıca tarlanın bir kısmını dinlendirmek amacı ile nadas sistemi uygulanmaya başlayınca, tarlaların verimi arttığı gibi, belirli bir ürünün yetişmesine uygun olan topraklarda, her çeşit ürünün yetiştirilmesi zorunluluğu ortadan kalkınca, verimlilik daha da yükseldi. Köylülerde tarımsal üretimin gelişmesi, değiş tokuş edilen daha fazla artık ürün demekti. Bu da ticareti teşvik etti. Buna karşılık Ticaret, tüccarların ve kentlerin önemini arttırdı. Böylece gelişen kentlerde el zanaatları endüstrisi de gelişmeye başladı. Yeni At Koşumu. Yapılan icatlar içinde, at hamudu, gücün iletilmesinde en etkili araçlardan biri oldu. At'ın göğsündeki nefes borusunu sıkan bant yerine, omuzlarına geçirilen hamut sayesinde, faydalanılabilir çekme kuvveti beş kat arttı. Yedinci yüzyılda Çin'den gelen hu yenilik Bilimlerin tarihi 85 Avrupa'ya onbirinci yüzyıl başlarında ulaşabildi. Bunun ilk sonuçları sabana koşulan öküzlerin yerini at’ın alması ve öküzün çektiği sabanla sürülmeye uygun olmayan dönümlerce toprağın tarıma açılması oldu. Yeni at koşumunun yararları ilk önce Frank ve Norman’ların ülkelerinde görüldü ve esasen verimli bir toprağa ve yağmurlu bir iklime sahip Kuzey Denizi ve Manş çevresinde bulunan ülkeleri, büyük bir üretim merkezi durumuna getirdi. Bu ise Kuzey ve güney arasındaki ticareti arttırdı. Biribiri ardına koşulmuş koşum takımları ve demir at nalı da daha sonra devreye girmiş ve böylelikle antik çağlardakinin üç veya dört katı bir çekme gücü sağlanmıştır. Su Çarkları ve Değirmen. İnsan gücünden, ekonomi sağlamak amacı ile kullanılan diğer bir buluş da su çarklarıdır. Mısır tanelerini öğütme için genellikle insan veya hayvan gücü ile döndürülen değirmenlerin kullanılması antik çağlarda başlamış ve karanlık çağlarda da sürdürülmüştür. Rüzgar değirmeni bir sonraki asırda ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. Normandiya'daki ilk değirmen 1180 tarihli olup, dönen yatay bir mile ve düşey kanatlara sahipti ve olasılıkla, düşey milli ve dönebilen rüzgar kanatlı değirmenden bağımsız olarak keşfedilmişti. Bilimlerin tarihi 86 Gemicilik. Ticaretin yayılmasına, ilk olarak Avrupa'da onüçüncü yüzyılda yapılan gemilerde görüldüğü ifade edilen arka dümeni ile, gemi burnundaki yatay direk (civadra) gibi denizcilikle ilgili yeni donanımlar eşlik etmiştir. Eski devirlerde, gemilerin dümen donanımı denildiğinde, geminin arka tarafından bir yana doğru kano küreğine benzer olarak sarkıtılan bir kürek anlaşılırdı. Büyük, yelkenli gemilerde bu yöntemin başarısı, geniş yelken alanının gerektirdiği sağlıklı dümen kullanma koşulu nedeniyle sınırlıydı. Arka dümen donanımı bu kısıtlamayı ortadan kaldırırken Civadra, ana yelkenin ön alt köşesini, gemi burnunun ötesine taşımak suretiyle yelkenin rüzgara maruz alanını daha da genişletiyor ve yelkenin, rüzgara karşı kullanımını da sağlıyordu. Kıç dümenininde Çin orijinli olduğu bilinmektedir. Gemicilikte başarılan bu tür keşifler, kürekçilerin kol emeğinden tasarruf sağladığı gibi ulaşımı da daha uzak mesafelere taşımada yardımcı olmuştur. Daha büyük gemiler yapılmış, kürekçilerden boşalan yerlerle geminin yük taşıma kapasitesi artmış, daha etkili dümen donanımları kullanılarak, eski devirlerdeki sahil gemiciliğinin yerine açık deniz gemiciliği geçmeye başlamıştır. Denizci Pusulası. Magnetik pusula, yer magnetik alanının doğrultusunu gösterecek şekilde yerleştirilmiş, mıknatıslı bir ibreden başka ' birşey değildir. Yerin mıknatıs üzerindeki yönlendirici etkisini ilk farkeden Çin’liler oldu. Çinli denizciler, yedinci ve sekizinci yüzyıllarda, mıknatıslı iğneyi yön belirlemekte kullanmaya başladılar. Pusula’nın kullanışını Çinlilerden öğrenen Arap'lar da bunu Avrupa’ya taşıdılar. 1180 yılına doğru yaşamış bir AvrupalI yazarın açıkladığına göre, bu ''denlzcilerİDLYQjdaş''ı, yarısına kadânsu dolu bir cam kap içine konmuş mıknatıslı bir iğnedir. İki saman çöpü üzerinde yüzen bu iğne, gemici pusulalarının temelini oluşturmuştur. Rüzgar gülü ile birlikte, eksiksiz bir pusula'nın Portekizli Perranda tarafından yapıldığı söylenir. Böylelikle kapalı havalarda da gemicilerin yön belirlemeleri mümkün olabilmiştir. Su Gücünden Yararlanma Tekstil endüstrisinde çırpma işlemine su gücü uygulanmaya başlanmıştır. Böylelikle kumaşın yoğunluğu ve dayanıklılığı artmıştır. Vurma, başlangıçta el ile yapılmışsa da, daha sonra su çarkı ile çalışan fabrika çekiçleri devreye girmiştir. Kısa bir süre sonra da deri işçileri için boyamada kullanılan çivit otunu ve dabaklama işlemlerinde kullanılan ağaç kabuklarını ezmek amacıyla yine aynı çekiçler kullanılmaya başlanmıştır. Su gücü, onüçüncü yüzyılda bıçkı atelyelerine, demirhane körüklerine, demir atelyelerine, maden ocaklarındaki drenaj için pompaların kullanılmasına ve demir ocaklarındaki hava basan körüklerini çalışmasına da uygulanmıştır. Bilimlerin tarihi I I ■ [| 87 Kâğıt Üretimi Sebze liflerinden kâğıt üretme işlemi, aslında Çin'de j geliştirilmişti. Bu ürün, I.Ö. birinci yüzyılda yazı malzemesi olarak / kullanılıyordu. Bununla ilgili diğer teknik buluşlar da Avrupa’ya, \ Müslümanlar tarafından Moğollar aracılığı ile getirilmişti. Avrupa'da kâğıt, '/ keten bezlerinden yapılıyordu. İlk kâğıt yapım tekniği Müslümanlarca 1150'de Ispanya'da uygulanmıştır. Birkaç yıl içinde 1189'da Hıristiyan I dünyasında ilk kâğıt fabrikası Fransa'da Herault'da kurulmuştur. Kâğıt \ yapımı 1276'da İtalya'ya 1391'de Almanya'nın Nürnberg kentine ulaşırken J İngiltere'ye 1494 varabilmiştir. Baskı tekniğine gelince, çok olasıdır 4<r Moğollar, Avrupayı istila ettikleri zaman beraberlerinde bu tekniklerle ilgili bilgileri ve belki de bazı örnekleri yanlarında getirmişlerdir. Saat Yapımı Mekanik saat'in Çin'de uzun ve başarılı bir geçmişi vardı. Saat kullanımının, takvimin saptanması ve astronomi ile ilişkili olduğunu bilen Çinliler, saat yapımına da ayrı bir önem vermişlerdir. Çin'de 1077 yıllarında, zamanın imparatoru, takvim değişikliği nedeniyle yeni bir saatin yapılmasını istemiştir. Bu saat de, geleneksel olarak, o zamana kadar yapılanlarda olduğu gibi, su ile çalışıyordu ve 3 katlı bir bina yüksekliğindeydi. İlk mekanik saatler onüçüncü yüzyılda ortaya çıkmış ve 1232 ile 1370 arasında otuz dokuz saat yapıldığı kaydedilmiştir. Bu saatler büyük, ağır ve kaba olup, sadece kamu binalarında, manastırlarda ve katedrallerde kullanılmıştır. Nitekim bugün İngiltere'de çalışan ve günümüze kadar gelmiş en eski saat Salisbury (1380)’de olup, hiçbir vida kullanılmaksızın yapılmıştır. Fakat, zanaatkarlar bunları çabucak geliştirmişler ve onaltıncı yüzyılda Nürenberg’de ilk cep saati imal edilmiştir. Mercek ve Gözlük. Merceği ilk bulanlar Araplar oldu. Onlar, optik biliminin en yaygın kullanım alanını ortaya çıkaracak olan bir şey bulmuşlardı. Mercekle bakıldığı zaman her şey, bu arada yazılar daha büyük görünüyordu, o halde gözleri iyi görmeyenler de artık okuyabilirdi. Uzun zaman bu amaçla bir çerçeve ve sapla donatılıp büyüteç olarak kullanıldı ama, daha sonraları birisi (kim olduğunu bilmiyoruz!) her iki göz için ayrı bir mercek yaparak bunları tek bir çerçeveye yerleştirmeyi akıl etti. İlk mercekler cam yerine saydam taşlardan, özellikle de berilyumdan yapılıyordu. Almancada gözlük için kullanılan Brillen sözcüğü buradan türemiştir. Merceklerin bu anlatılan keşfi 1350'de İtalya'da gözlüğün icadına _yol açtı. Bunların kullanılması optik alanındaki araştırmaları daha da hızlandırdı. Grosseteste, Roger Bacon ve Freibourg'lu Dietrich, merceklerini hem ışınları odağa düşürmesi ve hem de büyütmesi işlevlerini açıkladılar. Bunun yanı sıra Dietrich, gökyüzündeki su damlacıklarından kırılıp gelen ışınların oluşturduğu, gökkuşağı kuramını Bilimlerin tarihi 88 açıkladı. Gözlüklere olan talep, mercek ve gözlük yapımcılığının gelişmesine yol açtı. Bunlardan biri olan Lipperchey'e teleskobun icadını (1608) borçluyuz. Bu işin, büyük bir olasılıkla, bir gözlükçü dükkanında belirli bir şekilde dizilen merceklerin arkasından bakıldığında, bakılan cismi büyütüp yakınlaştırması sonucu ortaya çıktığı rivayet edilir. Camın o tarihlerde ucuz ve bol olması da bu endüstriyi teşvik etmiştir. Barut ve Top. Ortaçağlarda, Batı'ya tanıtılan tüm icadların içinde en yıkıcı olanı barut olup bu, aynı zamanda politik, ekonomik ve bilimsel açılardan en etkilisi oldu. Orijinal olarak barutun bir Arap ya da Bizans icadı olduğu iddia edilegelmişse de, kanıtlar Çinlilerden yanadır. Barutun ilk olarak Avrupa'da ortaya çıkışı, onüçüncü yüzyıldadır. Bu madde, ilk kez Moğol istilasından birkaç yıl sonra 1249'da, Roger Bacon'un yazdığı bir mektupta konu edilmektedir. Top, ilk olarak 1325'de ele alınmış ve ilk resimli açıklamaları 1327'de yapılmıştır. Bu resme göre ilk toplar, baş tarafı sivri olan bir kitleyi vazo şeklindeki bir araçtan fırlatmaktaydı. Büyük bir olasılıkla ilk top, Çinlilerin geliştirmiş olduğu, içi barut ile doldurulmuş bir demir kap'tan fırlatılan bombadan esinlenmişti. Mancınık şeklindeki bu kap, yarı yarıya barutla dolduruluyor ve mermi aracın ağzından dışarı doğru fırlatılıyordu. Patlama işlevinin anahtarı, yanıcı maddelerin havasız yerde yanmalarını sağlayan potasyum nitrat'ın (güherçile) ek olarak katılmasıdır. İlk kez, ya şans eseri donanma fişeklerinin bileşiminde kullanıldı, ya da kömür yakarken katkı maddesi olarak yararlanıldı. Basımcılık ve ateşli silahların ortaçağın sonunda yaptığı etkiler; alfabe ve demirin Tunç çağını etkilemesine oldukça benzemektedir. Baskıcılık, alfabede ortaya çıkana benzer olarak, okur yazarlığın a S artmasına, kültür bilim ve zanaat geleneklerinin öğrenilmesinin yaygınlaşmasına hizmet etmiştir. Daha önceleri demir silahlar; tunç çağı şövalyelerini, savaş arabaları ve bronz kılıçları ile birlikte nasıl ortadan kaldırmışsa, barut ve ateşli silahlar da zırhlı şövalyeler ve onların güçlü kalelerinin devrini öyle sona erdirmişlerdir. Bununla birlikte top ve ateşli silahlar, bunlarla donanmış askeri güçleri yöneten ve denetleyen onaltıncı ve onyedinci V yüzyılların mutlak monarşilerinin yükselmelerine de hız kazandırmıştır. Toplar bir kez ortaya çıkınca, yapım endüstrisi de şekillenmekte • gecikmedi. İlk geliştirilen toplar daire şeklindeki metal çemberlerin üzerine, yanyana dizilen demir çubukların silindirik bir şekil almasıyla üretilmişti. Daha sonraları, metalürji teknikleri kullanılarak, döküme geçildi. Mevcutiyeti, savaş anında galibiyeti mutlak kılan bir ekonomi’de böylece gelişmeye başladı. Sadece tüccarların desteklediği zengin I Bilimlerin tarihi I I I I I I | I I 89 cumhuriyetler ve krallıklar, topun yapımında gerekli maden kaynaklarına ve teknik maharete komuta edebiliyorlardı. Yeni astronomi ve pusulanın yönettiği gemilere yerleştirilmiş deniz toplarında barut, batı AvrupalIları, o zamandan yüzyılımızın ortalarına dek, dünyanın bütün denizlerinde üstün kıldı. Kısa zamanda, dünyanın elde edilebilir zenginliğini kendi ellerinde yoğunlaştırmalarına olanak sağladı. Barutun Kimya ve Fizik Dallarındaki Etkileri. Makine çağının gelmesinde en büyük neden, barutun, savaştan çok, bilim alanında meydana getirdiği etkilerdi. Barut ve Top, ortaçağ dünyasını sadece ekonomik ve politik bakımdan sarsmakla kalmadılar; çağın eski fikir sistemlerinin yıkımında da en büyük etken oldular. Bir kez, bunlar dünyada yeni şeylerdiler. Yunancada bunlara ad yoktu. İkinci olarak barutun yapımı, patlaması, gülenin topun ağzından çıkış ve izlediği yol v.b sorunların çözümleri, yeni bilimlerin doğmasına yol açtı. Barutun ana bileşeni olan potasyum nitrat (Güherçile) ancak ' simya ile ilişkili olarak, tuzların ayrışma ve saflaştırılmalarının dikkatli bir incelenmesi sonucu elde edilebilirlerdi. Yapımının gerektiği yerlerde, dikkatleri, eriyik ve kristalleşme olaylarına çekti. Ayrıca barutun patlamasının açıklanması, ortaçağ kimya ve fiziğinin bütün olanaklarının seferber edilmesine yol açtı. Bu açıkça, ateşle ilgili bir olaydı ama, bütün > diğer yeryüzü ateşlerinin tersine, havaya gerek duyulmuyordu. Böylece j a barut, dörtyüzyıl süren bir tartışma ve deney devresinden sonra oksijenin keşfine ve çağdaş kimyanın doğuşuna neden olacaktı. Bundan başka top güllesinin havadaki hareketi (balistik), dinamik bilimin esin kaynağı , oldu. Klasik bilim adamları hareketsiz cisimleri ya da, biribirlerine ^ zamanla değişmeyen kuvvetlerle etki yapan cisimleri incelemişlerdi. Yeni dünya, hızla hareket eden cisimler sorunu ile uğraşacak ve bu temel üzerinde yeni ve çok daha karmaşık bir mekanik bilimi olan Dinamik kurulacaktı. Yeni mekanik, klasik mekanikten çok önemli bir Hnoktada ayrılıyordu; bu mekanik matematiğe dayanıyor ve matematiğin gelişmesinin teşvikçisi oluyordu; yani yeni mekanik nicel ve sayısaldı. ' Damıtma ve Alkol. Alkol, büyük bir olasılıkla, bir ilacın hazırlanması sırasında rastlantı sonucu bulundu. JElde edilmesi imbiğin, _alkol ve suyun sıvılaşabilecekleri yeterlikte soğutulmasına bağlıydı. Ortaya çıkan madde, önce müstesna bir ilaç olarak içildi ve ferahlatıcı özellikleri dikkati çekti. Kısa zamanda, yanacak kadar kuvvetli bir şekilde damıtılabildi; ve bu prestijini arttırdı. Ondördüncü yüzyılda Raymond Lull'un, şarabı, sönmemiş kireçle damıttığı ve hemen hemen saf alkolü elde ettiği söylenir. Alkole olan büyük talep (İrlanda ya da Iskoç Viskisi, brendi) ancak ondördüncü yüzyılda Kara ölüm (Veba) ile ortaya çıktı. Bunu Bilimlerin tarihi 90 düzenli olarak içenlerin, hiçbir zaman ölmeyeceklerine inanıldı. Abu hayat sözü buradan gelmektedir. Kullanılmasını yasaklayan bir sürü yasanın yürürlüğe konmuş olmasından anlaşılacağı gibi, sonraları, doktorların denetiminden çıktı ve büyük mikdarlarda imal edilmeye başlandı. Alkolün elde edilişinin sosyal ve bilimsel sonuçları çok yönlü oldu. En belirgini, içilmesinin sonuçları ve iptilası Avrupa'da etkili olmadı, ama barbarları uygarlaştırmada çok etkili oldu. HollandalIlar, Manhattan adasını, 1626'da. Kızılderililerden üç fıçı rom karşılığı aldılar. Adının anlamı "Sarhoş olduğumuz yer"dir. Bilim bakımından alkol hem kimyasal hem de fiziksel olarak önemlidir. Alkolün elde edilişi, bu yöntemin diğer maddelere uygulanmasını teşvik etti, imbik ve kondensatör, organik kimyayı mümkün kıldı. Baskı Teknikleri. Ortaçağ Avrupasında, el yazmalarında alfabe'nin büyük harfleri, Moğol istilasından ve Çin baskı tekniği ile ilgili İslam kaynaklarından evvel, 1174 yılında Engelberg manastırında tahta kalıplarla basılmaktaydı. Avrupa'da blok baskılarla ilgili ilk kayıtlar, bu tekniğin 1289 yılında Ravenna'da uygulanmakta olduğunu göstermektedir. 1381'de Simoges 1417 Antverp ve 1435'de Haarlem'deki örneklerden de görülebileceği gibi, hareketli metal parçalardan yapılmış harflerin geliştirilmesi çok zaman almadı. Nihayet Mainz da 1436 ve 1450 yılları arasında, kuyumcu olan babasının yanında çalışırken kazandığı maden işleme tekniklerini, matbaa ve basım işlerine uygulayan Gutenberg, baskı ile ilgili ilk modern hareketli metal hurufat yöntemlerini ve baskı için pres kullanma tekniğini tam anlamıyla geliştirdi. Basımcılık, çok önceleri alfabenin keşfinde olduğu gibi, okur yazarlığın yaygınlaşmasına katkıda bulunmuş, insan uygarlığının birikimlerinin kullanılabilmeleri için kaydedilmelerini sağlamış ve zanaatkarların deneyimlerinin tarihte ilk kez kaydedilerek geleneklerinin değerlendirilmesine hizmet etmiştir. Î Hareketli tahta hurufat ile baskı, aslında Onbirinci yüzyılın bir Çin icadıdır. Doğu ve Batıda “Basımın” yazgısını büyük ölçüde farklı dil yapıları etkilemişti. Çin’de fonotik bir alfabenin olmayışı sorunlar yarattı. Avrupa’dan (Gutenberg’den) yaklaşık dörtyüz sene önce Çin’de aynı harf bloklarının yerleri değiştirilmesi ilkesine dayanan (Tipo Baskı Tekniği) denendi. Hareketli madeni hurufât ise ilk kez ondördüncü yüzyılda Koreliler tarafından kullanıldı. Koreliler kısa sürede dünyanın bir numaralı baskı ustaları olmuşlardı. Kore’de basımın ilerlemesi ile, basım için gerekli ahşap kıtJığı baş göstermişti. Kore, mürekkep yapımı için gerekli çam ağaçları açısından zenginse de, tahta basma kalıplar için gerekli sert damarlı ağaçlardan yoksundu. Bunlar Çin’den ithal edilmek zorundaydı. Koreliler parlak bir fikirle zaten para kalıbında kullanmış oldukları döküm tekniğini Bilimlerin tarihi 91 metal harf blokları çıkarmak için kullandılar. Böylelikle Kore’de kullanılan madeni para boyutlarında ilk harf 1234’de ortaya çıktı. Koreliler bu metal harf blokları ile birkaç kitabın yüzlerce nüshasını kopyaladı. Sayfanın bütünüyle kalıbını hazırlamak yerine harflerin yerlerini değiştirirerek baskı yapabilmek için Koreliler kendi yazı dillerinde bazı değişiklikler yapmak zorundaydılar. Yüzlerce yıl karmaşık Çin işaret yazısını kullanmışlardı. Yeni hanedanın kralı Büyük Sjong (1419-1450) halk için bir yazı oluşturmak amacıyla bilim adamlarını uygun bir alfabe bulmakla görevlendirdi. Bilim adamları önceki yazı dillerinden tamamen bağımsız yirmibeş harflik Hangul alfabesini geliştirdiler. Ne yazık ki, ne Koreli bilim adamları ne de basım işiyle uğraşan kişiler bu fonotik alfabeden yararlanmadı. Aksine Çin yazı tarzına körü körüne bağlı kaldılar. Sonuçta tahta kalıp tekniğine ve el yazmacılığına geri dönülerek, Koreliler tarihi bir fırsat kaçırmış oldular. Ucuz Kitaplar. Din ve Yeni Eğitim. Hareketli hurufat Onbeşinci yüzyılın ortalarında Avrupa'ya aktarıldı ve olağanüstü bir hızlsı yayılarak önceleri duaların, daha sonra da kitapların basımında kullanılmaya j başlandı. Yeni ve ucuz kitaplar, okur-yazar sayısınıruartmasına neden oldu i ve bu olgu zincirleme reaksiyon gibi gitgide daha da arttı. Doğal olarak matbaacılar, önceleri, en fazla talep edilen el yazmasf eserlerin basımına / -giriştiler. Bunlar da dinle ilgili konular ve özellikle Incil'di. İncilin basımı ve \ yükselen orta sınıflar içinde yayılması, kiliseye karşı düşünce özgürlüğünün kazanıldığı, ve reform ile sonuçlanan bir döneme rastlamıştı. , Bunlardan sonra dini, yeni kültürler kazanmış aristokrasi ve burjuvazinin / istediği şiir ve edebiyat izliyordu. j Böylece, büyük ölçüde onaltıncı yüzyılda olmak üzere m atbaa,/ büyük bir çoğunluğa hitabetmesi bakımından önemli teknik ve bilimsel değişimlerin bir aracı oldu. Doğa hakkında bilinenler, dünya’nın yeni keşfedilen bölgeleri, ilk kez olarak zanaatlerle ilgili işlemler, herkesin okuyabileceği bir tarzda çoğunluğa iletildi. O zamana kadar zanaatkarların teknikleri gelenekseldi ve hiçbir zaman yazıya dökülmemişti. Bunlar deney yolu ile ustadan çırağa aktarılırdı. Basılı kitaplar, zanaatkarların önceleri okur-yazar olmalarını mümkün, sonraları ^ "m e c b u ri kıldı. Kitaplardaki teknik işlem tarifleri, hatta daha da çok bunlanrrçizimleri, ilk kez ticaret ve zanaat erbabı ile aydınlar arasında, yakın ilişkiler oluşmasını sağladı. Örneğin 1250 yıllarına dayanan, Macaristandaki Moğol istilasında tahrip edilmiş kiliselerin yeniden onarımını üstlenip, gördüğü hemen hemen herşeyin kayıtların çıkarmış bulunan üstat taş ustası Villard de Honecourt'un kayıt defterleri, bugün elimizin altında bulunmaktadır. Özellikle, canlılar dünyasıyla ilgili Bilimlerin tarihi 92 resimlerin gerçeğe uygunluğu, bunların dikkatli bir gözlem sonucu çizildiğini göstermektedir. Ressamcılık sanatının değerlerinden söz eden en eski belgelerden birisi, Floransalı ressam Cennini'nin 1400 yılında yerel dille yazdığı bir el kitabıdır. Bu hitapta ilk kez olarak, özellikle boya pigmentlerinden ve resim tekniklerinden söz ettiği kısımlarda, ressamın deneysel davranışları ortaya çıkmaktadır. / Cennini kitabının bir yerinde, kendi eli ile geliştirdiği deneylerden söz etmektedir. Görülüyor ki Cennini'nin el kitabında lonca geleneğinin ruhu hakim olmaktaydı. Böylelikle yazar bir yandan öğrencilerine bu ruhu aşılamaya çalışırken öbür yandan, mensubu olduğu zanaat konusunda çalışan çıraklara yararlı olmayi amaçlamıştı. Gotik bina yapımcısı Mathias-Roriczer, de 1486 da yazdığı bir eserde, kendisi tarafından keşfedilen bazı bina konstrüksiyonlarının geometrik şemalarını vermiştir. Roriczer, Cennini'ninkinden dahâ genel bir eser yazmak hedefine yönelmiş ve sadece kendi zanaatini geliştirmeyi değil "nerede daha iyileştirilecek birşey varsa o zanaatlerle ilgili düzeltme ve açıklamalarfda yazmıştır. Teknikteki bu ilerlemeler, işçilikteki farklılaşmayı da beraberinde getirmiştir. Bunun sonunda mühendisler ve araç yapımcıları, değirmen yapımcıları ve demircilerden; heykeltraş ve ressamlar ise, taş yontma ustaları ve süslemecilerden tamamen ayrılmışlardır. Özel zanaatkarlıktaki bu ustalaşma sonunda, bunlar arasındaki okur-yazarlık artarak, sanatlarında elde ettikleri deneyimleri kaydetmişler ve kısa bir süre sonra bu tür sanatkarlar, bilimsel geleneğin bazı bilgilerini özümseyerek, daha sonraları modern bilimin gelişimine katkıda bulunmuşlardır. Ticaret ve Matematik. Orta çağların son dönemlerinde, düşünce hayatı ve özellikle bilimin gösterdiği gelişmeler bakımından, dikkatimizi kentlerde yoğunlaştırmamız gerekecektir. Buralarda, yeni ve laik bir aydınlar sınıfı palazlanıyordu. Bunlar iyi birer hıristiyandılar ama, hala en büyük toprak ağası ve feodal sisteme sıkı sıkıya bağlı bir durumda olan kiliseden, büyük ölçüde bağımsız ve hatta bir dereceye kadar ona karşıydılar. Bununla birlikte yeni burjuvazi inançtan çok kâra ve gösterişe ilgi duyduğundan, önceleri karşılıklı çıkarları pek çatışmadı. Ticari matematik, iyi zanaatkarlık ve sanat bunları, ekoller arasındaki tartışmalardan çok daha fazla ilgilendiriyordu. Sonraları gitgide artan servet ve güçlerine karşın Kilise, bir engel olarak çıkmaya başlayınca bunlar, en hararetli birer reform yanlısı oldular. Leonardo Fibonaççi'nin 1202 yılında ilk kez topluma tanıttığı arap rakkamlarının kullanıldığı en geniş uygulama alanı, ticari muhasebe oldu. Birkaç onyıl içerisinde, o zamana dek bir avuç metamatikçiye özgü Bilimlerin tarihi 93 I bir sır olarak kalan aritmetiğin dört işlemini öğrenmek, her tüccar çırağı için bir yükümlülük halini aldı ve bu arada bir sürü insan matematiğin zevkine varabilecek düzeye eriştiler. Sonuç simgesel cebir, ve kontrolörlerin az ve fazlalıkları belirtmekte kullandıkları + ve - işaretleri yaygınlaştı. Denizcilikte yararlanılmak üzere, astronomi tablolarını ve yeni haritaları önceleri koruyan, sonraları ise geliştiren neden, yine bu ticari çıkarlar olmuştur. Sanat. Bilim ve Tıp. Tüccarların artan servetleri hem sanatı teşvik edici yeni bir faktör oldu hem de onun konularını ve stilini değiştirdi. Hala anlatımı dini bir biçimde ise de bu yeni sanat, Gotik katedrallerde ifadesini bulan, ortaçağın ilk dönemlerinin kilise sanatı değildi. Dinsel sembolizmin yerini, doğa tasvirleri almıştı. Sanat, aynı zamanda hem daha laik, hem de natüralist oluyordu. Zanaatkarların sayıları hızla çoğaldı ve teknikleri sürekli olarak gelişti. Tekstil, çömlekçilik cam ve maden işletmeciliği alanlarında, maddenin fiziksel ve kimyasal özelliklerini araştırmak amacıyla yapılan bilimsel araştırmalar desteklendi ve teşvik edildi. Bu durum, bilimin canlanışı bakımından, gerekli maddi temelin oluşmasını sağladı. Rönesans için sahne artık hazırdı. Tıp’a gelince, Ortaçağ ve Rönesans tıp kuramına göre, Dünya’yı meydana getiren dört öğenin (toprak, ateş, hava, su) her birinin, insan Bilimlerin tarihi 94 A çerçevesinde kısmen yanıtlanabilir.Pozitif bilimlerdeki büyük Hellenistik atılımın mirasçıları arasında sadece Batı Avrupa, bu atılımı sürdürebilecek durumdaydı. Onbeşinci yüzyılda, İslam dünyası ekonomik olarak çökmüş ve kırıp geçiren savaş ve istilalarla yıkılıp gitmiş, Türk ve Moğolların tüm başarılarına rağmen fikir atılımları için gerekli bütün nedenler yitirilmişti. İslam dini artık özgür olmak özelliğinden yoksun bir süreçte, dar bir tutuculuğa indirgenmişti. Hindistan dalga dalga gelen İslam istilacıları ile, tüm gelişimleri tıkayan bir kast yapısı içinde dondurulmuş bir Hindiuizm arasındaki sürekli bir savaş durumuna gelmişti. Çin için ise geçerli gerekçe; tekniğin ilerlemesinde çıkarları bulunmayan ve yeni pazarlar açarak tekniğin ilerlemesine neden olabilecek tüccarları baskı altında tutmayı amaç edinen, edebi bir eğitim görmüş bürokrasinin yükselişidir. Nitekim, Kolomb’dan bir yüzyıla yakın bir zaman önce müslüman Çin amirali hadım Cheng-Ho 1405 yılında, 130 m uzunluğunda 55 m genişliğinde ve 9 direkli amiral gemisi başta olmak üzere okyanus aşırı geziler için planlanmış 317 gemi ve 37000 tayfa ile (80,S.80) Çin’den Hindiçini, Afrika ve Arabistan kıyılarına 7 sefer düzenlemiş, buralarla Çin arasındaki ticareti ve bilgi alışverişini arttırmayı amaçlamıştı (85,S.278). Cneng-Ho’nun 1432’deki yedinci gezisinden sonra Konfiçyüz Mandarinleri (bürokratlar) imparatoru, bu tür gezilerin Çin zararına olup yurt dışına gezi yapmanın hatalı olduğuna inandırdılar. Böylelikle Çin’de umut verici bir başlangıç tutucu dogmanın müdahalesi ile yok oldu. XIII. yüzyıldan çok önceleri biçimlenmiş olan klasik Çin, özellikle teknik alanda olmak üzere çok akıllı olmasına rağmen, ne yazık ki çok büyük bir nüfusa sahip olmuştur. İnsan bu toplumda hiçbir değere sahip değildir ve uygulamada, evcil hayvanı olmayan bir ekonomide, bütün işleri o yapmaktadır. Bu aşırı nüfus olasılıkla, teknik gelişmeleri engellemiştir. Ortalıkta kaynaşan insanlar, tıpkı eski Yunan ve Roma'daki kölenin de yaptığı gibi, makine kullanımını gereksiz kılmaktadırlar (55.S.214). Bunun sonucu olarak, bilimsel alanda uzun süre önde olan Çin, modern bilimin eşiğini aşamayacaktır. Bu ayrıcalığı ve şerefi, bu kârlı işi Avrupa’ya bırakacaktır. Avrupa'da ise; geniş bir alanda uygulamaya aktarılan yeni icatlar; artan verimlilik ve ticaret dolayısıyle, feodal örgütlenmeyi gitgide çökerten teknik bir devrime neden oldular. Bunun sonunda eski bir toplum ölürken onun yerini bir yenisi, Avrupa'nın doğal kaynaklarından, işgücünden, orta çağların lordları ve piskoposlarından, çok daha iyi yararlanabilecek yetenekte bir yenisi alıyordu. Bu gerçeğin değişik bir açıklamasını şöyle de yapabiliriz. Bu dönemde Avrupa'da gereken ölçüde bir b'ilgi birikirm sağlanmamış, belli bir refah düzeyine erişilmemiş ve örneğin matematik Bilimlerin tarihi 95 I için söz konusu olduğu gibi, belli teknik yetiler gelişmemiş olsaydı, ilk bilimsel devrimin, yeni güneş sisteminin, evrensel çekimin, ışık, vakum ve gazların özelliklerinin, kısacası fiziğin tüm ana dallarının bugünkü biçimiyle ortaya konması gibi olağanüstü gelişmelerin gerçekleşmemiş olacağını biliyoruz. Diğer yandan aynı dönemde bu koşulların Çin ve Hindistan gibi dünyanın değişik bölgelerinde de sağlanmış bulunduğunu gözönüne aldığımızda "neden Avrupa" sorusuna yanıt getiremiyoruz. Bulabildiğimiz tek açıklama bu olgunun aynı zaman diliminde Avrupa'da ortaya çıkan üç önemli gelişme ile bağlantılı olma olasılığıdır. Bu gelişmeler sırasıyla rönesans, reformasyon ve kapitalizmin doğuşudur. Burada kapitalizm, ilk ikisinin sonucu olarak ortaya çıkmasına karşın, bilimsel devrim ile çok daha bağlantılıdır. Bilimlerin tarihi 96 Bölüm 5 Bilim, yerleşik hayata/tarıma geçmiş toplumların; tarih ise değişen toplum­ larm ürünüdür. Bozkurt Güvenç - Türk Kimliği Modern Bilimin Doğuşu. Rönesans Avrupa’sı Modern Bilimin Oluşumundaki Başlıca Aşamalar. Modern bilimin gerçek yaradılış sürecini kavrayabilmek için, bütün bilimsel devrim dönemini üç aşamaya ayırmak uygun olur. 1) Rönesans Aşaması (1440-1540). Bu aşamada, Rönesans ve Reform hareketlerini, denizcilik alanındaki büyük gelişmeleri ve İtalya'nın siyasi özgürlüğünü sona erdirip, ispanya'nın dünyanın ilk büyük devleti olarak ortaya çıkmasına yol açan savaşları görüyoruz. Bilimde buna karşı gelen gelişmeler, ilk aşamada Orta Çağ'ın eski klasik zamanlardan aldığı dünya görüşünün bütününe meydan okunmasıdır. Bu meydan okuma en kesin ifadesini, Kopemik'in, Aristonun dünya merkezli, evren anlayışını yadsıyıp yerine, dünyanın da diğer gezegenler gibi güneşin etrafından döndüğü bir güneş sistemi anlayışı getirmesinde bulur. 2) Din Savaşları Aşaması (1540-1650). Amerika'nın ve Doğu'nun, Avrupa ticaretine açılması ve korsanlık, bütün Avrupa ekonomisini sarsan bir fiyat krizi biçiminde kendini hissettirmeye başladı. Bu dönem Fransa ve Almanya'da sonuçsuz kalan din savaşları dönemi idi. Tarihi bakımdan çok daha önemli iki olay ise, bu dönemin başında Hollanda burjuva Cumhuriyetinin, sonunda ise Britanya burjuva Cumhuriyetinin kurulması olmuştur. ikinci aşamada görülen bilimsel gelişmeler, birinci aşamadaki meydan okuma, ağır muhalefete karşı, Kepler ve Galile tarafından sürdürülmüş ve Harvey tarafından da, insan bedenini de içine alacak şekilde genişletilmiştir. Bu, yeni deneysel yöntemlerin kullanılması sayesinde mümkün olmuştur. Yeni Çağın bilim alanındaki ilk kahinleri de Bacon ve Descartes'dir. 3) Restorasyon Aşaması (1650-1690). Bu aşama bir siyasi uzlaşma dönemidir. Hükümet sistemlerinin monarşi olmasına rağmen, iktidarın ipleri burjuvazinin eline geçti. Versailles'daki büyük hükümdarların tüm debdebesine karşın H ollandalIlar bu döneme damgalarını bastılar. İngiltere'de bu dönem, anayasal monarşinin ve hızlı ticari ve endüstriyel gelişmenin başladığı dönemdir. Bilimlerin tarihi 97 Üçüncü aşamada bilimin zaferi, hızla gelişip, yeni alanlara yayılması ve toplum içindeki ilk örgütleniş aşaması olmuştur. Bu, Böyle, Hooke ve Huygens'in çağı, yeni bir matematik, mekanik felsefe çağıdır. Birçok insanın, birçok beynin çalışması, Nevvton'un "Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri" formülasyonu ile sonuçlandı; bütün diğer bilimlerin, emin bir şekilde bunun üzerinde kurulabileceği düşünülüyordu. Orta çağın hiyerarşik evreni aşıldı ve yerini yeni bir evren anlayışı aldı. 5.1. Rönesans Aşaması (1440-1540) Rönesans dediğimiz zaman, aklımıza ilk gelen kavram sanattır. Bu dönemi sanat alanında, ya resimde, müzikte, heykeltraşlıkta, edebiyatta, mimaride ve bunların ya sıra tüm bir yaşam biçiminde görülen bir devrim olarak tanımları Rönesans'ın getirdiği yenilikler din, ekonomi ve teknoloji gibi alanları d etkilediği gibi, insanların dünyaya bakış açısında köklü bir değişim gerçekleşmesine yol açmıştır. Bilimsel devrim, Rönesans ve Reformasyon adlarını verdiğimiz olguları bir bütün olarak incelemek ve bunlardan geniş bir sonuç çıkarmak için ayrıntılı bir tarihsel analize girişmemiz gerekiyor, bu da bizim konumuzun dışında kalmaktadır. Bunun yerine bu gelişmeleri bilimle olan bağlantıları açısından ele alıp bütünün çeşitli parçalarını birbirine uyacak biçimde bir araya getirmeye çalışacağız. Bilimsel Devrimin, birdenbire ortaya çıkmadığı göz önüne alınırsa, birinci aşamanın daha çok bir hazırlık aşaması niteliğinde olup, başlangıç tarihi genellikle, Konstantinopolis'in düştüğü ve bunun sonucu olarak, yunan kültürünün son dönemini simgeleyen Bizans İmparatorluğunun ortadan kalktığı yıl olan 1453 olarak kabul edilir. Bilimsel Devrimin bu ilk aşamasının sona erdiği tarih ise yine genellikle 1543 olarak benimsenir ki, bu tarih de ilki gibi bir bakıma eskinin yerini yeniye bırakmasını simgelediği •için uygundur. 1543 yılında PolonyalI gökbilimci Nicola Kopernik’in (14731543) evrenin merkezinde dünyanın bulunduğuna ilişkin eski görüşün sonunu hazırlayan Güneş merkezli evren teorisini kanıtlarıyla birlikte ortaya koyduğu De Revolutionibus Orbium Coelestum (Göksel Kürelerin Dönüşleri) başlıklı eseri, Arşimed’in matematik ve fizik kitaplarının yunancadan çevirisi ve Andreas Vesalius’un anatomi kitabı yayınlanmış ve böylece Kopernik Devrimi olarak adlandırılan olay gerçekleşmişti. Bilimsel Devrimin birinci aşamasına önem kazandıran başlıca bir öge dönemde eski sistemlerin sorgulanmaya başlanması ve bunların yerini alacak yenilerinin anahtarlarının belirlenmesidir. Zanaatkarla Bilgin Arasındaki Kaynaşma. Paranın kazanılması için olduğu gibi, harcanması içinde varlıkları gerekli olan teknisyenler ve zanaatkarlar artık, eski klasik zamanlarda ya da Ortaçağda yapıldığı gibi 1 Bilimlerin tarihi 98 küçük görülmüyorlardı. Süsleme ve sergileme sanatları, resim, heykel ve mimari eski çağlara göre çok daha büyük bir orijinallikle serpilip geliştiler. Asıl yeni olan; iplik eğiriciliği, dokumacılık, çömlekçilik ve cam yapımcılığı gibi pratik sanatlara, ve ondan daha çok, madencilik ve metal işçiliği gibi, hem refah hem de savaş ihtiyaçlarına cevap veren zanaatlere saygı gösterilmesiydi. Sanat tekniklerine Rönesansta, eski çağlarda olduğundan çok daha fazla değer veriliyordu. Çünkü artık bunlar kölelerin değil, özgür insanların elindeydi ve bu insanlar, sosyal ve ekonomik bakımdan, toplumun hakim kişilerinden çok farklı bir durumda değillerdi. Böylelikle, onaltıncı yüzyılın başından itibaren ressamlar ve heykeltraşlar, yaptıkları işlerin parasını almak için epey ter dökmek zorunda kalsalar bile, papaların ve kralların zevklerine hükmediyorlardı. Zanaatkarların statüsündeki bu ilerleme, onların ve bilginlerin gelenekleri arasındaki, ilk uygarlıkların başlangıcından beri, hemen hemen kopmuş olan bağın yenilenmesini mümkün kıldı. Her iki tarafın da yapabileceği büyük katkılar vardı : Zanaatkarlar, klasik antikite'nin eski tekniklerine, Orta Çağ boyunca doğmuş olan yeni hünerleri ekleyebilirlerdi; bilginler de bir dünya görüşü, yeni fikirler, belki de hepsinden çok araplar ve skolastik felsefe yoluyla eski Yunan'dan alınmış mantıki tartışma yöntemleri, ve yeniden geliştirilmiş hesap metotları getirebilirlerdi. Bu iki yaklaşımın birbiri içerisinde eritilmesi biraz zaman aldı. Önce, bilgi ve eylemin değişik kesimlerinden başlayarak yavaş yavaş yayıldı. Zanaatkarların tümü, uğraştıkları meslek guruplarınca yönetilen loncaların üyeleri oldular. Kral ya da prenslerin sarayları, bilim adamlarını ve gözde sanatkarları himaye etmeye, onları desteklemeye başladılar. Gerçekten bunların durumu, bilginlerin prens saraylarının süsü olduğu eski arap dönemindeki duruma benziyordu. Orta çağ üniversiteleri, İtalya dışında, feodal düşüncenin kaleleri olarak kaldılar ve yeni bilime karşı çıktılar. Fransa Kralı Francois I. Sorbonne'un kabul etmediği sosyal bilimler öğretimini yapmak üzere 1530'da, sonradan College de France adını alacak olan College Royal'i kurmak zorunda kaldı. Leonardo Da Vinci. Sanat, mimarlık ve mühendislik meslekleri, Rönesans'da birbirinden ayrılmış değildi. Rönesans sanatçısı, prensi ya da kenti tarafından, bir heykel dökmeye, bir katedral inşa etmeye, bir bataklık kurutmaya v.b işler için görevlendirilebilirdi. Usta bir zanaatçı olarak daima, malzemenin özelliklerini ve onu kullanma yollarını bilmesi zorunluydu. İşine, geometri ve mekaniği de karıştırması gerekiyordu. İşte bu alanda, aslında üstün bir sanatçı ve doğa araştırıcısı olan Leorando da Vinci (1452-1519) büyük yeteneğini ortaya koydu. Not defterleri, maden işleyicilerin ve mühendislerin çalışmalarını ne kadar yakından Bilimlerin tarihi 99 izlediğini, ve kendisinin de nasıl ilk büyük mekanik ve hidrolik ustası olduğunu gösterir. Leonardo'nun en büyük girişimi, gerçi başaramadı ama, mekanik uçuşu gerçekleştirmeye çalışmaktı. Kuşların gözlemlenmesi, modellerin, hesapların ve tam ölçekli denemelerin yapılması ile, bu bir mühendislik araştırması şaheseriydi. Un değirmeninden, hareketli kanal açıcıya kadar, Leonardo'nun planlayıp çizdiği sayılmayacak kadar çok mekanik aletlerin incelenmesi, dehasının bir başka yanını ortaya çıkarır. Kendisi projelerini gerçekleştirme olanağını tam olarak bulabilseydi bile, planlarını çizdiği yeni makinaların hiçbirisi çalışmayacaktı. Zira, aslında bir ressam olarak eğitim gören Leonardo, nicel bir statik ve dinamik bilgisi olmadan ve buhar makinası gibi bir ilk hareket vericiyi kullanmadan, bir Rönesans mühendisinin, geleneksel pratiğin öngördüğü sınırları ötesine geçebilmesi olanaksızdı. Leonardo, bütün hayatında, doğanın ve toplumun temelinde yatan olaylara, daha derinden nüfuz etmeye çalıştı. Fakat fikirlerini sonuna kadar uygulamak ya da başkalarını, fikirlerinin doğruluğuna inandırmak için ne sistematik bir görüşe ne de yeterli matematik ve mekanik bilgisine sahipti. Arkasında, bir ekol bırakmadı, ve bir yol göstericiden çok bir ilham kaynağı oldu. Kendisinden geriye kalan birçok eserler arasında, zincirlerin, dişli çarkların, volanların işlettiği çeşitli makinaların yer aldığı Codice Atlantico isimli bir kitabı mevcuttur. Metalürji Kimya. Rönesans'ta, teknolojinin en fazla ilerlediği alanlar, birbirlerine yakından bağlı olan kimya, metalürji ve madencilik konularında oldu. Madene duyulan ihtiyaç önce orta Almanya'da, Ispanya'da daha sonraları yeni keşfedilen Amerika'da, hızla maden ocakları açılmasına olanak sağladı. Ortaçağlar boyunca madencilik, tek kişilik ya da az sayıda ortaklı ve riskli işletmeler olarak " serbest madenciler tarafından yapılırdı. Bunlar, maden arama işlerini de kendileri yaparlardı. Daha sonraları, daha büyük çapta madencilik yapan şirketler şeklinde birleştiler, ve elde ettiklerini paylaştılar. Maden ocakları daha da derinleştikçe, su pompalama ve yukarı çekme aletleri de daha zorunlu olmaya başladı. George Bauer ya da Agricola'nın (De Re Metallica) isimli oniki ciltlik dev eseri 1556'da yayınlandı ve gelecek ikiyüz yıl boyunca, madencilik ve metalürji alanlarında çalışanların el kitabı haline geldi. Eserde, ocakların yapımı, maden filizlerinin ocaklardan çıkarılması, ocakta biriken suyun boşaltılması gibi konuların yanı sıra, metal işletmeciliği için önemli bilgiler verilmekteydi. Ayrıca Biringuccio'nun 1540'da yayınlanan (De La Pirotechnica) adlı eserinde, Maden ve Cam işçiliği ile Kimya teknolojisi de anlatılmaktadır. Bilimlerin tarihi 101 Maden eritme, gerçek bir kimya okuluydu. Yaygın bir şekilde yapılan madencilik, kaçınılmaz olarak ortaya değişik maden cevherleri hatta çinko, bizmut, kobalt, nikel gibi yeni madenler çıkardı. Bu madenleri ayırma ve işleme yönteminin benzetme yoluyla bulunması ve yanlışların zahmetli deneylerle dü zeltilmesi gerekiyordu; fakat bu yapılırken, oksitlenme, indirgenme, damıtma, v.b denemelerle, genel kimya teorisi, dolaylı yoldan olsa bile, biçimlenmeye başladı. Böylelikle değerli bir madendeki maden cevheri miktarını bulmak için, tahlil yapmak yolu ile analiz deneylerinin temeli atılmış oluyordu. Rönesans madencilerinin ilgilendiği maden cevherleri, yalnızca minerallerden oluşan değildi. Bernard Palissy (1510-1590) gibi bazıları da, çanak çömleklere yeni bir parıltı kazandırabilmek amacıyla, toprak ve killeri inceliyorlardı. Bu sırada Avrupa çömlekçileri, Iran'lı çömlekçilerin teknik başarılarına yetişmeye başlamışlardı. Kumaş ve deri endüstrisinin ana maddelerinden olan şap, çok daha büyük bir ekonomik önem taşıyordu. 1462'de ilk kimya tröstünü kuran Papalığa, sahip oldukları şap madenleri nakit para sağlıyordu. Ne yazık ki Papalığın şapları pahalıydı. Papalığın, bu tekeli çeşitli tehditlerle sürdürme çabalan, kuzeyli kumaşçı ve terzileri Reformasyonu tercih etmeye götüren nedenlerden biri olacaktı. Rönesans sonralarındaki kimya laboratuarları, ocakları, fırınları, imbikleri, damıtma gıtları ve terazileri ile, hiçbir köklü değişme geçirmede, bugünün laboratuarlarına kadar gelmişlerdir. Rönesans Tıbbı. Rönesansın, tıp üzerinde yoğunlaşan biyoloji araştırmalarına büyük katkısını burada ele almak uygun olur. İtalyan üniversitelerinin tıp fakülteleri, bu üniversitelerin genel kısırlığının ve gericiliğinin en önemli istisnasıdır. Özellikle Padua Üniversitesinde tıp fakültesi, zamanla çok büyük bir itibar kazandı ve bu konuda, döneminin en büyük zekalarını topladı. Bununla birlikte bunun, tıp uygulamasına pek fazla bir etkisi olmadı. Zira hastalıklarla savaşımda, bilimin etkili bir şekilde uygulanmasını sağlamaya yetecek ölçüde kimya ve biyoloji bilgisine ihtiyaç vardı. Bunun içinse, daha yüzyılların geçmesi gerekecekti. Bilimlerin tarihi 107 İtalyan doktorları ve İtalya'ya tıp okumak üzere gelen çok sayıda yabancı öğrenci, yalnız değillerdi. Bunlar, sanatçıların, matematikçilerin, astronomların, mühendislerin arasına serbestçe karışıyorlardı. Aslında birçokları da esasında bu meslekleri öğreniyorlardı. Örneğin Kopernik burada eğitim görmüş, bir idareci ve iktisatçı olmasının yanı sıra tıp öğrenimini de tamamlayarak doktorluk yapmıştır. Avrupa tıbbına, özellikle İtalyan tıbbına, o kendine özgü tanıtımcı, anatomik ve mekanik eğilimi kazandıran, işte bu bağlantılardır. İnsan bedeni teşrih ediliyor, araştırılıyor, ölçülüyor, kaydediliyor ve son derecede karmaşık bir makina olarak açıklanıyordu. Bu çalışmalar özetini, bedenin bütün organlarının en eksiksiz bir tasviri olan Andreas Vesalius'un büyük (Di Humani Corporis Fabrica)'sında buldu. Fakat, bu eser bile, Galen'in klasik tasvirinin ciddi bir eleştirisinden yoksundu ve kötü bir fizyolojiye hizmet eden iyi bir anatomi oldu. Buna rağmen Andreas Vesalius'un 1537'de Padua'da kurduğu okul, Harvey'e kadar ulaşan birçok anatomist yetiştirdi. Onaltıncı yüzyıldaki yeni tıp gelişmeleri sırasında, tıp mesleğindeki zanaatsal ve bilimsel unsurlar arasında eski bölünmeden, hala birşeyler kalmıştı. Çünkü anatomi bilgisi genellikle akademisyenler ve özellikle Sorbonne tıp fakültesinden Michael Servetus, (1511-64) (Servetus, dinsizlik suçlaması nedeni ile 1553'de yeni basılan kitabı ile birlikte Calvin tarafından yakıldı), Padua tıp fakültesinden Andreas Vesalius (1514-64), Realdus Columbus (1516-59), ve Hieronymus Fabricus (1537-1619) tarafından öğretilirken, cerrahi teknikler de özellikle Fransız Ambroise Paré (1510-90) gibi, berber-cerrahlar tarafından geliştirildi. Paré zamanla çeşitli cerrahi müdahale yöntemleri geliştirerek, o devrin en tanınmış cerrahı oldu. Geziler ve Kesifler. Madencilik alanındaki teknik gelişmeler, bilime büyük katkılarda bulunduğu halde, kendileri bilimden çok az yararlanmışlardır. Bütün dünyayı Avrupa kapitalist girişimciliğine açacak olan büyük gezilerde ise, durum bunun tam tersi olmuştur. Bu geziler, astronomi ve coğrafya bilimlerinin, zenginlik ve kâr hizmetinde ilk kez bilinçli bir şekilde uygulanmasının ürünleridir. Venedik, Cenova, Floransa ve Nürenberg gibi İtalyan ve Alman şehirleri geniş kapsamlı ticaretleri ile, bu alanda öne geçmişlerdir. Onüçüncü yüzyılda Çin'e kadar giden Marco-Polo (1254-1324) ve Rubriquis gibi eski gezginlerin raporları, ve son zamanlarda okyanuslara açılan gemicilerin seferlerinin sonucu, Yunan coğrafyası modernleştirilmiş ve genişletilmiştir. Aynı zamanda İtalyanlar ve Almanlar, astronominin denizciliğe uygulanmasını geliştirmişler, denizcilerin yararlanabilecekleri kadar doğru ve basit astronomik tablolar ve üzerine seyir yollarının Bilimlerin tarihi 108 işaretlenebildiği haritaların yapımı yolundaki bir atılımın yaratıcısı olmuşlardır. işin pratik yanı, Portekiz ve İspanyol denizcilerini ilgilendiriyordu. Teori ve pratik Portekizli Prens Denizci Henry'nin (1394-1460), Sagres’deki sarayında bir araya geliyordu. Burada Faslı, Yahudi, Alman ve Italyan uzmanlar, tecrübeli Atlantik kaptanları ile yeni gezileri görüşüyorlardı. Onüçüncü yüzyılda Ptolemi sistemine göre hesaplanmış Alphonsine astronomi cetvelleri Purbach ve onun öğrencisi Regiomontanus (14361476) tarafından yeni baştan esaslı bir şekilde gözden geçirildi ve Levi ben Gerson (1288-1344)'un trigonometrisi kullanılarak basitleştirildi. Ayrıca bunlar yine Gerson tarafından bulunan ve o zamanın denizcileri tarafından yaygın bir şekilde, açı ölçmek amacı ile kullanılan haç çubuğu ile (Şek.22) donanmış gemicilerin yararlanacağı hale getirildi. Buna ek olarak matema- Bilimlerin tarihi 109 Bir geminin denizdeki konumunu belirlemek ve yeni keşfedilen toprakların yerlerini saptayabilmek için, o yerin enlem ve boylamlarının ölçülmesini sağlayacak işlemler gerekiyordu. Ekvatorun güney ve kuzeyinde olan bir yerin enlemi, Greklerin de bildiği gibi gündüzün güneşin enlemi ve gece vakti de kuzey yarım kürede kutup yıldızının enlemi ölçülerek bulunabiliyordu. Fakat iki nokta arasındaki boylamsal mesafeyi ölçmek daha zordu. Bu tür uzaklıklar, söz konusu olan noktaların yerel zamanları arasındaki farkı ölçerek hesaplanabilirdi, bu ise, o zaman, birtakım güçlüklere sahipti. Bu iş için farklı yerlerde bulunan kişilerin, yerel zamanı, aynı anda gözleyeceği güneş ya da ay tutulmasına göre belirlemeleri gerekiyordu. Bu yöntem, antik devir ve ortaçağlarda boylam bulmak için biricik metodu oluşturuyordu. Fakat güneş ve ay tutulmaları, onaltıncı yüzyıl gemicilerinin bu metodu kullanabilmeleri için de çok nadir olaylardandı. Onbeşinci yüzyıl sonlarında Türklerin doğu ticaretini tamamıyla tekelleri altında tutması, Hint okyanusuna Kızıl Denizden daha başka bir yolla geçmek fikrini, çok çekici kılıyordu. Teoriciler iki mümkün yoldan söz ediyorlardı. Bunlardan apaçık olarak görüleni, Afrika'nın etrafından dolaşmaktı. Portekizlilerin tercih ettiği yol buydu. Vasco de Gama (14601524) 1497'de başladığı geziyi, Afrika'nın güneyindeki Ümit Burnunu dolaşarak 1498'de Hindistan’ın Kaliküt limanında tamamladı. Kristof Kolomb ve Yeni Dünya. Astronomlar ve Floransalı Toscanelli gibi, Teorik coğrafyacılar arasında konuşulan öteki Proje, batıya doğru yelken açıp, hiç aşılmamış okyanusu geçerek yuvarlak dünyanın öbür yanındaki Çin'e ulaşmaktı. Fakat böyle bir varsayımın üzerinde tartışmak, dosdoğru denize açılmaktan çok farklı birşeydi. Halkın söylentilerine göre, böyle maceracıların başına herşey gelebilirdi. Ömürlerinin sonuna kadar denizde kalabilirler, dünyanın öbür kenarından dışarı düşebilirlerdi. Kimsenin önceden düşünemediği tek şey ise, yolda yeni bir kıta ile karşılaşılabileceği idi. Kolomb (1451-1506) gerçekte bir bilim adamı değildi. Kendisi hiç eğitim görmemişti; sonraları Latince okumayı öğrendi ve kendi kendisini eğitti. Kolomb yıl boyunca Portekiz, Ispanya, İngiltere ve Fransa saraylarında, batıya yönelerek Hindistan'a varılabileceği fikrini savunarak para bulmaya çalıştı. Uzun çabalardan sonra 100 tonluk bir gemi ve iki filika ve 120 adam ile denize açılma iznini aldı. Bununla birlikte, Portekizlilerin Afrika'nın etrafında dolaşması ile, Kolomb'un bunun hemen ardından büyük tehlikeye atılarak dosdoğru Atlantik boyunca yelken açması arasındaki fark, geleneklerin gelişmesi sonucu ulaşılan teknik ilerleme ile, akıl yolunu izleyerek kendisini geleneklerden koparan bilimsel ilerleme arasındaki farkın tipik örneğidir. Zira Kolomb'u bu işe iten nedenler, gezileri için Bilimlerin tarihi 110 gördüğü destek, bilimsel bir hipotezin doğrulanmasından umulan kazanç hesabına dayanıyordu. Belki şaşıracaksınız ama Columbus’un gerçek uzmanlık alanı denizcilik değil, bugün teorik olarak tanımladığımız başka bir şeydi. O zamanlar kafası çalışan herkes artık dünyanın top biçiminde olduğunu biliyorsa da bu topun çapı konusunda çok çeşitli görüşler vardı. Columbus dünyanın çevresini dolaşma yolundaki projesini “satmaya” çalıştığı sıralarda dünyanın çapına ilişkin olarak öne sürülen rakamlar arasında en küçüğünü seçmişti. Zira, dünyanın gerçekte ne denli büyük olduğu bilinirse kimseden parasal destek alamayacağının bilincindeydi. Doğal olarak o zamanlar Columbus’un kendisi de dahil olmak üzere kimse yol üzerinde Amerika’nın bulunduğunu bilmiyordu. Columbus projesine destek sağlamak için aklına gelen her yolu denedikten ve bu uğurda yıllarca kapı kapı dolaştıktan sonra nihayet, belki de sadece Portekizlilere üstünlük sağlama amacını güden İspanya Kraliçesi isabella’dan istediği yardımı sağlayabildi. Portekiz o dönemde Doğu ile ticaretin tekelini elinde bulunduruyordu ve İspanyollar, Columbus adındaki bu çılgının dünyanın çevresini dolaşmayı başarması ve söylediği gibi doğu yerine sürekli batıya gitgide Çin’e ulaşması durumunda Portekizlilerin denizcilik alanındaki egemenliğinin sarsılacağını umuyorlardı. Böylece Columbus, 1492’de ilk seferine çıktı. Demin de söylendiği gibi aslında bir tür teorik fizikçi olsa da denizcilik bilgisi tartışılmazdı. Bunun yanı sıra çok da akıllı bir adam olmalıydı ki büyük bir titizlikle tuttuğu seyir defterine gerçek rakamlar yerine, adamlarını çok daha az yol aldıklarına inandıracak rakamlar yazmaktaydı. Columbus, bunu yapmadığı taktirde, ilk kez girişilen böyle bir yolculukta karşılaşabilecekleri tehlikelerden zaten ürken ve bir daha asla geri dönemeyecekleri kuşkusu içinde bulunan tayfaların, bir de ne denli uzun bir yol gitmek zorunda olduklarını öğrenirlerse ayaklanma çıkaracaklarını biliyordu. Gerçekten de kara görüldüğünde gemi mürettebatı ayaklanmanın eşiğine gelmişti. Columbus Atlantik Okyanusunu geçerken seyir defterine bazı ilginç gözlemlerini de yazmıştı. Örneğin pusulanın gerçek kuzey noktasından sapma derecesinin, önemli ölçüde değişmiş olduğunu not eden Columbus bu sapmanın, bulundukları boylam derecesinin saptanmasını kolaylaştıracağı umduğunu da belirtmişti. Ama bu gerçekte daha sonraları anlaşılacağı gibi bir işe yaramadı. Kolomb yeni bir Kıta keşfettiğini hiç öğrenemedi. Bu kıta adını, yıllar sonra, keşiflerini yazmada daha başarılı olan, Leonardo'nun bilgin arkadaşı Floransalı Amerigo Vespucci'den aldı. Sonunda, dünyanın etrafında gemi ile dolaşarak bu ispatlama işini tamamlayan, İspanya'nın hizmetindeki Portekizli Magellan oldu. Magellan'ın kendisi, yolculuğu sırasında Bilimlerin tarihi 111 Filipin'lerde öldürüldüğü için bu yolculuğu bitiremedi. Dünyanın etrafında dolaştıktan sonra, çıkış yerine ilk dönen insan da 1522’de Magellan'ın ekibinden Juan Sebastian Elcano oldu. 1492 yılı, Kral Ferdinando ve Kraliçe Isabella’nın hüküm sürdüğü dönemde ispanya iki önemli olaya daha tanık oldu. Bunlardan birincisi İspanya’da kalan son müslüman egemenliğine nihayet verilmesi ve İkincisi de yine orada yaşayan üçyüzbine yakın musevinin Fransa, İtalya ve Osmanlı Devletlerine zorla sürgüne gönderilmesidir. BÖLÜM 10 Kopernik’in Kışkırttığı Devrim Mikolaj Kopemik, Göksel Kürelerin Dönüşleri Hakkında (De Revolutionibus Orbium Coelestium) adlı kitabının basılan ilk kopya­ sını 1543 yılında ölüm döşeğindeyken almıştı. Bu özgün ve yaratıcı kitabında Kopemik, dünyanın kendi ekseni çevresinde günde bir kez ve güneş çevresinde ise yılda bir kez döndüğü günmerkezli bir koz­ moloji ortaya atmıştır. 1543 yılında dünyadaki her kültür kendi koz­ molojisinin merkezine dünyayı koyuyordu. Kopemik, yermerkezliliği ve İncil geleneğini böylesine kökten bir biçimde reddederek bilimsel bir devrim başlatmış ve modem bilimsel dünya görüşünün oluşması yönünde ilk adımları atmıştır. Bilimsel Devrim dünya tarihinde bir dönüm noktasıdır. Avrupalı bilim adamları Aristo ve Ptolemaios’un bilim ve dünya görüşlerini 1700 yılında bir kenara atmıştı. 1700’de Avrupalılar ve aradan çok geçmeden diğerleri, kendilerinden önce gelenlerin 1500 yılında yaşa­ dığı dünyadan epeyce farklı bir entelektüel dünyada yaşamaya başla­ mıştı. Bilimin dünya hakkında bilgi edinme yolu ve dünyayı değiştir­ me potansiyeli olan rolü ve gücü de aynı şekilde Bilimsel Devrimin bir parçası olarak önemli bir yeniden yapılandırma geçirmiştir. 16. ve 17. yüzyıllardaki Bilimsel Devrimin tarihsel yönden kav­ ranması yalnızca 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Bilimsel Devrim, başlangıçta doğa anlayışımızın entelektüel bir dönüşümü olarak ve uygun bir biçimde söylemek gerekirse, evrenin kapalı bir dünyadan sonsuz bir evrene gitmeyi gerektiren kavramsal bir yeniden düzenlen­ mesi olarak düşünülmüştü. Bilim adamları konu hakkında daha derin araştırmalar yaptıkça, Bilimsel Devrimin ya da bilimsel bir devrimin sorgulanmaksızın kabul edilen birliği ve gerçekliği bozulmaya başla­ mıştır. Bilimsel Devrimin bilimsel düşünce tarihinde sadece bir bölüm olması konusu uzun bir süredir geçmişte kalmıştır. Örneğin, Bilimsel AVRUPA Devrimi günümüzde herhangi bir biçimde ele alırken, yalnızca başa­ rılı bir astronomi ya da mekanikten değil, bunları yanında sihir, simya ve astroloji gibi “büyü” bilimlerinden de söz etmek gerekir. Bilimin toplumsal yaran hakkındaki ideolojik savlar Bilimsel Devrimin temel bir özelliğidir. Özellikle deneysel bilim olmak üzere yeni bilimsel yöntemlerin ortaya çıkışı da aynı şekilde 16. ve 17. yüzyılların “yeni biliminin” anahtar bir özelliği olarak görünmektedir. Çağdaş bilimin toplumsal ve kurumsal düzenlenmesindeki değişiklikler artık Bilimsel Devrimi tanımlayan ek öğeler olarak görünmektedir. Geçerli olan yo­ rumlar Bilimsel Devrimin açıkça belirlenmiş kronolojik ve kavramsal sınırlan olan tek bir olay olduğu anlayışını reddetmektedir. Artık ta­ rihçiler, Bilimsel Devrimi daha geniş tarihsel bir bağlamda çeşitli yak­ laşımlarla karmaşık ve çok yönlü bir olgu olarak üzerinde çalışılacak yararlı bir kavramsal araç olarak ele alma eğilimindedir. Avrupa Rönesansmın Yeni Dünyası 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’daki bilimin toplumsal ortamı, Orta Çağlara kıyasla dramatik olarak çeşitli şekillerde değişmişti. Askeri Devrim, Avrupalılann keşif gezileri ve Yeni Dünya’nın bulunması Bilimsel Devrimin oluştuğu ortamı değiştirmiştir. Amerika anakara­ sının bulunması Orta Çağlann sonundaki Avrupa merkezli dünyaya genel olarak zarar vermiş ve coğrafya bilimi Bilimsel Devrime kendi başına bir etki yapmıştır. Gözlemsel raporlar ve pratik deneyimlerle vurgulanan yeni coğrafi keşifler inançlara meydan okumuş ve böylece haritacılık, devralınan dogmayı tozlu kitaplardan öğrenmeye kıyasla açıkça daha üstün ve genellikle yeni olan yollardan dünyayı öğren­ menin bir örneğini oluşturmuştur. Bilimsel Devrim sırasında bilim adamlannın çoğu şu ya da bu şekilde coğrafya ve haritacılıkla ilgi­ lenmiştir. 1430’lu yılların sonlarında Johannes Gutenberg, görünüşte Asya’daki gelişmelerden bağımsız olarak, elle dizilen harflerle baskı­ yı bulmuş ve bu güçlü teknolojinin 1450’den sonra yayılması ilk mo­ dem Avrupa’nın kültürel manzarasını da aynı şekilde değiştirmiştir. Bu yeni araç, var olan bilgilerin miktannı ve doğruluğunu artıran bir “iletişim devrimi” yaratmış ve kitaplann elle kopyalanmasını gereksiz hale getirmiştir. 1500 yılında 13.000 çalışmanın basılmasını sağlayan baskı makineleri Avrupa’da hızla yayılmış ve üniversite öğreniminde­ ki tekelinin kaldınlmasında ve sıradan kişilerden yeni bir entelektüel­ 238 KOPERNİK’İN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM ler grubu yaratılmasında yardımcı olmuştur. Aslında ilk basımevleri yeni bilgilerin üretiminde yazar, yayımcı ve işçilerin birbirleriyle daha önce görülmemiş bir biçimde ilişki kurduğu entelektüel merkezler ha­ line gelmiştir. İnsani değerlere ve klasik Yunanca ve Latince metinle­ rin doğrudan araştırılmasına ağırlık veren Rönesans hümanizması, bil­ gili hümanistlerin çabalarını sürdürmesini sağlayan baskı teknolojisi olmaksızın kolay kolay düşünülemezdi. Bilimle ilgili olarak, basım ve hümanist bilimlerin gelişi eski metinlerin geri kazanılmasında yeni bir dalga oluşturmuştur. 12. yüzyılda Avrupalılann eski Yunan bilimini büyük ölçüde Arapçadan yapılan çevirilerden öğrendiği gibi, bilgin­ ler 15. yüzyılın sonlarında da Yunanca özgün metinlerden yeni çevi­ riler yapmış ve özellikle Arşimet olmak üzere yeni ve etkili kaynaklar bulmuştur. Bilimsel Devrimin gelişmesinde etkili olan ve önceleri az bilinen tekniklerin ve sihirli “sırlarla” ilgili elkitaplarının dağıtımı da aynı şekilde basımla sağlanmıştır. Baskı teknolojisi, bilimin baskı tek­ nolojine bir katkısı olmazken özellikle çağdaş bilime çok büyük bir etki yapmıştır. 14. ve 15. yüzyıllarda genellikle Rönesans olarak bilinen kültürel yaşamın ve sanatların özellikle İtalya’da canlanması, ilk modem dö­ nemdeki değişen koşulların bir öğesi olarak da düşünülmelidir. İtalyan Rönesansı, üniversiteyi değil de sarayları ve (üst rütbeli kilise pisko­ poslarının ya da keşişlerinin desteği dahil) saray desteğini yanma alan kentsel ve görece laik bir olguydu. Sanatsal eylemlerdeki büyük geliş­ meler Donatello (1386-1466), Leonardo da Vinci (1452-1519), Rafael [Raffaello (1483-1520)] ve Mikelanj [Michelangelo (1475-1564)] ile ilişkilendirilebilir. Üç boyutlu bir uzayı iki boyutlu bir tuval üzerinde gerçekçi bir biçimde oluşturan bir izdüşüm sistemi olan perspektifin kullanımı, Orta Çağ sanatıyla karşılaştırıldığında Rönesans ressam­ lığına has yeni bir özelliği göstermektedir. Sanatçılar, Leon Battista Alberti (1404-72), Albrecht Dürer (1471-1528) ve diğerlerinin çalış­ maları aracılığıyla perspektifle ilgili matematiksel kuralları uygulama­ yı öğrenmiştir. Bu yeni gelişme o kadar dikkat çekiciydi ki, 15. ve 16. yüzyıl tarihçileri Rönesans sanatçılarını doğayla ilgili yeni bilgiler keşfedenlerin öncüleri olarak görme eğiliminde olmuştur. Bu savla il­ gili olarak ne düşünülürse düşünülsün, ilk modem sanatçılar insanın kas anatomisiyle ilgili gerçeğine benzer resim ve çizimler oluşturmak için doğru bilgilere gerek duymuştur. Rönesans sırasında anatomik araştırmalarda yaşanan patlama sanat toplumunun bu gereksinimine mal edilebilir. 239 AVRUPA Büyük Rönesans anatomicisi Andries van Wesel’in [Andreas Vesalius (1514-64)] etkin anatomik yapıtı İnsan Vücudunun Yapısı Hakkında'yı (De Humani Corporis Fabrica) Kopemik’in gök cisim­ leri hakkındaki kitabının yayımlandığı 1543’te yayımlaması değişen zamanlann bir belirtisi olmuştur. Van Wesel askeri bir cerrahtı ve ana­ tomik deneyimini Rönesans sanatının estetik gereksinimlerine oldu­ ğu kadar Askeri Devrime ve ateşli silahların açtığı yeni tür yaralara da borçluydu. Diğer İtalyan anatomicileri becerilerini geliştirmeyi ve anatomik buluşlar yapmayı sürdürmüştür. Bartolomeo Eustachi (ö. 1574) ve Gabriele Falloppio (1523-62) adlarını vücutta bulunan ve önceden bilinmeyen borulara (Östaki ve Fallope) vermiş ve 1559’da Realdo Colombo (1520-60) kanın kalpten akciğerlerin içine doğru küçük dolaşım yaptığı tezini ortaya atmıştır. Bu anatomik gelişmeler İngiliz doktoru William Harvey’in (1578-1657) kan dolaşımını bul­ masıyla üst noktalara tırmanmıştır. Harvey, İtalya’da öğrenim görmüş ve anatomi dersi verdiği Londra’daki Royal College of Physicians’a (Kraliyet Doktorlar Koleji) üye olarak seçilmiştir. Harvey, kalbi terk eden kanın miktarıyla ilgili tahminlerin yanında, ölmekte olan hay­ vanların yavaş atan kalplerini de dikkatlice gözleyerek atar ve kılcal damarların birbirleriyle bağlı bir dolaşım sistemi oluşturduğu sonu­ cuna varmıştı. Buluşunun 1628’de yayımlanması verimli Rönesans anatomisinin devrimsel bir sonucuydu. Galen ve Aristo’dan miras alı­ nan anatomi öğretilerindeki bu düzeltmeler aslında 16. ve 17. yüzyıl Avrupa’sındaki Bilimsel Devrimin ne kadar kapsamlı olduğunu yan­ sıtmaktadır. Rönesanstaki sihir ve büyü bilimleri, çağdaş bilim ve doğa felsefe­ sinin tanımlayıcı bir öğesini oluşturmuştur. Rönesanstaki büyü bilim­ leri astrolojiyi, simyayı, kötü ruh bilimlerini, geleceğin öngörülmesi­ ni, sihri, Yeni Eflatunculuğu, (gizli toplulukları ve büyülü simgeleri içeren bir tarikat olan) Gül-Haç’ı (Rosicrucianism) ve (İncil’deki sır­ larla ilgili) Kabala’yı içeriyordu. İlk modem dönemde sihir eylem­ lerinin kapsamı, kötü güçlerle yasaklanan temastan kara büyüye ve (içbükey aynalar ya da mıknatıslar gibi) şaşırtıcı etkiler yaratan ola­ ğanüstü aletler, makineler veya teknik süreçlerle ilgili “doğal” ya da “matematiksel” sihre kadar geniş bir alan içinde önemli ölçüde deği­ şiklik gösteriyordu. Sihir ve büyünün akıl dışı bir yanılma ve şarlatan­ lık oldukları konusundaki önyargılanmıza rağmen Rönesanstaki sihir ve ilişkili bilgi sistemleri en üst düzeylerinde doğal dünyanın bilinçli olarak anlaşılmasını da kapsayan mhsal ve entelektüel girişimlerdi. 240 AVRUPA Büyü düşüncesinin kendisi bile hem ustaların paylaştığı sırlar hem de doğada gizli sırlar olarak iki anlam taşıyordu. Büyü bilimleri, Hermesçi yazılar olarak adlandırılan çalışmaların 15. yüzyıl ortasında bulunmalan ve çevirileriyle yasallık ve hız ka­ zanmıştır. Hermesçi felsefenin temel bir ilkesine göre, insan vücudu­ nun mikro kozmosu (ya da “küçük dünya”) bir bütün olarak evrenin makro kozmosuyla (veya “büyük dünyayla”) “sempati” ve “antipati” şeklindeki büyü ilişkileri ( ya da “gizli” ilişkiler) aracılığıyla bağlı­ dır. Bu nedenle dünya gizli anlamlar, ilişkiler ve büyü simgeleriyle dolu simgesel bir nitelik kazanmıştır. Hermesçilik, astrolojik inanç­ ların yanında, aydın bir sihirbazdaki sihir gücünün doğanın gidişini değiştireceğini onaylamıştır. (Bir sihirbazın yönetmeyi öğrenebile­ ceği “güçlerle” nabzı atan bir evren tezini öne süren Rönesans sihri ilkesi Newton’ın söz ettiği evrensel çekim gücü düşüncesinde yerini bulmuştur.) Böylece Hermesçilik, doğada altta yatan matematik ger­ çekliklerle çerçevelenmiş kutsal ve doğaüstü bir düzen görmüş ve insanların doğayı hem anlayabileceği hem de bir sihir teknolojisi ara­ cılığıyla onu kendi çıkarları için kullanabileceği yönündeki iyimser görüşü korumuştur. Bu nitelikler, Rönesans sihrini Bilimsel Devrimi oluşturan aynı kişilerin çoğuyla ve tarihsel güçlerle aynı doğrultuya getirmektedir. Bu akımların ne Aristo karşıtı oluşu ve üniversite dışı niteliği ne de desteklenme yönünde verdikleri fırsatlar gözden kaçırıl­ mamalıdır. Daha sonra 17. yüzyılda sihrin görece gerilemesi ve daha “açık” bilgi sistemlerine geçiş, Bilimsel Devrim içinde önemli bir ge­ lişmeyi göstermektedir ama bu arada Rönesans sihri, iddialara göre yararlı ve pratik güçler sağlamıştır. Kurulu düzende son derecede önemli ve tarihsel bir bozulmayı tem­ sil eden 16. yüzyılın Protestan Reformu Batı’daki Katolik Kilisesinin ruhsal ve politik birliğini ortadan kaldırmıştır. Reform hareketinde özellikle Vatikan’ın yetkisi olmak üzere dinsel yetki sorgulanmıştır. Geriye bakıldığında Reform, modem toplumun laikleştirilmesinde önemli bir adımı yani kilisenin yetkisinden toplumu yöneten sivil yet­ kiye doğru tarihsel bir kaymayı göstermektedir. Reform, 1517 yılında Martin Luther’in tartışmalı dinsel önermeler içeren Doksan Beş Tezini Wittenberg’deki kilisenin kapısına asması sonucunda, Avrupa’yı Otuz Yıl Savaşları boyunca yıkan ve 1648’de sona eren genellikle kanlı bir dinsel çatışma dönemi başlatmıştır. Bilimsel Devrim Reform sırasında başlamış ve bazılarını belirtmek gerekirse Johannes Kepler, Galileo Galilei, René Descartes ve Isaac Newton gibi devrimin anahtar oyun242 KOPERNİK’İN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM culannın çoğu teolojik kışkırtmaların alevlendirdiği dinsel konulardan derinden etkilenmiştir. Bilimsel Devrim sırasında bilim adamlarının karşılaştığı değişik koşulların listesine görece küçük ama giderek daha rahatsız edici bir sorunun da eklenmesi gerekmektedir: Takvim reformu. Sezar’ın (Julius Caesar) M.Ö. 45 yılında getirdiği 365 1/4 günlük Jülyen takvi­ mi her dört yılda bir Şubat ayına eklenen tam bir günle birlikte güneş yılından kabaca 10 dakika daha uzundu. 16. yüzyılda Jülyen takvimi­ nin güneş takvimiyle uyumsuzluğu 10 gün kadardı. Sivil ve göksel zaman arasında böyle elverişsiz bir ayrılık zaten çetrefilli bir sorun olan Paskalya tarihinin belirlenmesini daha da zora sokmuştu. Papa IV. Sextus 1475 yılında bir takvim reformu girişiminde bulunmuş ama sonuç alamamıştır. Papa X. Leo 1512 yılında sorunu yeniden ortaya atmıştır. Konu hakkında kendisine danışılan Mikolaj Kopemik, pratik bir takvim reformunun yapılabilmesi için önce astronomi kuramının dikkate alınması gerektiği hakkmdaki düşüncesini belirtmiştir. Korkak Devrimci Polonya’da doğan Kopemik (1473-1543) yaşamının çoğunu çağ­ daş uygarlığın sınırlarında ve aile bağlantıları yoluyla edinilen bir kili­ se yöneticisi (katedral papazı) göreviyle geçirmiştir. Görünüşte korkak ve otoriteye boyun eğen bir kişi olan Kopemik herhangi bir devrim başlatmak için olmayacak bir karakter gibi görünmekteydi. Kopemik, 1491’de Krakow Üniversitesine öğrenci olarak kaydolmuş ve 1500 yılı dolaylarında İtalya’nın çeşitli üniversitelerinde, resmi olarak aldı­ ğı hukuk ve tıp öğreniminin yanında on yıl boyunca astronomiye ilgi­ sini geliştirmiş ve İtalyan Rönesansınm kültürel havasını solumuştur. Kopemik öğrenciyken, aslında tipik bir hümanist çalışma olarak ka­ ranlıkta kalmış ve tartışmalı olmayan Yunan şairi Theophylaktos’tan çeviri yapmıştır. Kopemik’i ve çalışmalarını anlamanın sim , onun modem astro­ nomların ilki değil eski astronomların sonuncusu olduğunu bilmek­ ten geçmektedir. Tutucu bir kişi olarak, ileriye yeni bir geleneğe bakmak yerine geriye eski Yunan astronomisine yönelmiştir. Kepler ya da Newton’in selefi olarak değil de Ptolemaios’un bir halefi gibi çalışmıştır. En fazlasıyla, zıtlar arasında gidip gelen bir devrimciydi. Amacı eski Yunan astronomi sistemini yıkmak değil, ona özgün saflı­ ğını geri vermekti. Özellikle, olguları “kurtarmak” için hemen hemen 243 AVRUPA 2.000 yıl önce ortaya atılan düzeni ve gök cisimlerinin hareketlerini kesinlikle düzgün çembersel hareketler olarak açıklamayı ciddiye al­ mıştır. Kopemik için Ptolemaiosçu astronomi gezegenlerin yerlerini ve geriye hareketlerini açıklamakta yetersiz kalmıştır. Ptolemaiosçu astronomi karmaşık geometrik yapılarıyla bir astronomi “canava­ rıydı.” Kopemik, astronomların gök cisimlerinin düzgün çembersel hareketlerini ölçtüğü ve uzayda rastgele matematiksel bir nokta olan Ptolemaios’un sanal gözlem noktasını özellikle kabul etmemiştir. Yörüngedeki hareketin sanal gözlem noktasına dayalı düzgünlüğü tü­ müyle bir uydurmacaydı ve astronomlar sanal gözlem noktalarını kul­ landığı sürece bunlar gezegenlerin aslında düzgün olmayan hızlarda hareket ettiklerini gösteriyordu. Düzgün çembersel hareketle ve eski gelenekle daha tutarlı olan daha iyi bir yol olmalıydı. Kopemik için bu yol günmerkezlilik yani güneşi güneş sisteminin ortasına (ya da en azından yakınına) yerleştirmek ve dünyayı bir geze­ gen yapmaktı. Kopemik, günmerkezliliği ilk olarak 1514 yılından sonra profesyonel astronomlara dağıttığı “Kısa Açıklama (Commentariolus)” adlı yazan belirsiz bir kitapçıkta ortaya atmıştır. Ancak, kısa söyleniş biçimiyle Dönüşler Hakkında (De Revolutionibus) adlı büyük yapı­ tını, belki böyle gizli şeylerin açıklanmaması gerektiğini hissettiği ve kesinlikle korktuğu için, kendi deyimiyle papaya bağlılığından ve böyle “saçma” bir kuram için “sahneden ıslıklanarak kovulmamak” amacıyla bastırmamıştır. Deneyimli birinin koruması altında yetişti­ rilen genç Alman astronom Rheticus Kopemik’in bu çalışmasını gör­ müş ve 1540’ta yayımlanan İlk Açıklama'fa (Narratio prima) ondan söz etmiştir. Kopemik, görünüşte yol açılmışken basımı onaylamış ve Dönüşler Hakkında 1543 yılında Kopemik’in ölümünden hemen önce yayımlanmıştır. Kopemik, astronomisini ne yeni gözlemlere dayandırmış ne de Dönüşler Hakkında adlı kitabında günmerkezliliği kanıtlamıştır. Bunun yerine günmerkezlilik hipotezini yalnızca ileri sürmüş ve ast­ ronomi çalışmalarına bu noktadan başlamıştır. Kopemik, Öklid’in ge­ ometrisi tarzında, bazı aksiyomlannda günmerkezliliği varsaymış ve varsayılan bu koşullar altında gezegen hareketleriyle ilgili tezler ge­ liştirmiştir. Bu cesur varsayımlan özde estetik ve ideolojik nedenlerle yapmıştır. Günmerkezli sistem Kopemik için Ptolemaios’un kaba sis­ temine kıyasla daha basitti, sistemin orantılannda uyum vardı ve ente­ lektüel açıdan daha inceydi yani “düşünülmesi hoştu” ve ekonomikti. 244 KOPERNİK’İN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM Günmerkezliliğin basitliği, öncelikle, yermerkezli açıklamalarda gezegenlerin çok uygunsuz olan duruş yerlerini ve geriye hareketleri­ ni nasıl açıkladığında yatmaktadır. Kopemik sisteminde bu gibi hare­ ketler dünyanın ve söz konusu gezegenin sabit yıldızların bulunduğu arka plana göre hareketlerinden kaynaklanan bir yanılsamadır. Yani, hem gözlemlenen hem de gözlemleyen gerçekte güneş etrafında ge­ riye hareket yapmaksızın döndükçe, hareket eden bir gezegenin hare­ ket eden bir dünyadan görünüşü durma, geriye doğru gitme ve sonra yeniden ileriye doğru gitme şeklinde görünebilir. Gezegenlerin duruş ve geriye hareket görünümleri günmerkezlilikte hâlâ kalmakla birlikte problem yok olmuştur: “Geriye” hareket günmerkezlilik varsayımının otomatik bir sonucudur. Kopemik’in başarısının devrimsel niteliği, iki bin yıldır astronominin merkezinde yer alan kuramsal problemin gün­ merkezliliğin benimsenmesiyle basitçe ortadan kalkması gerçeğinden başka hiçbir olayda bu kadar açık değildir. Kopemikçi varsayım başka açılardan da daha basitti ve estetik olarak daha çekiciydi. Bu varsayım, Merkür ve Venüs gezegenlerinin güneşten hiçbir zaman sırasıyla 28 ve 48 derecelik açısal bir uzaklık­ tan daha fazla uzaklaşmadığının nedenini de açıklamıştır. Kopemikçi sistemde Merkür ve Venüs, yörüngeleri dünyanın yörüngesi için­ de kaldığından güneşin yakınlarında görünür kalmaları gerekirken, Ptolemaiosçu sistem problem için tatmin edici olmayan ve sadece ona özgü bir çözüm benimsemiştir. Benzer şekilde, Kopemikçi sistem gezegenler için kesin bir sıra (Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn) belirlemişken Ptolemaiosçu astronomide bu konu belirsiz kal­ mıştır. Astronomlar Kopemikçi gezegen sırasını, gözlemlenen geze­ gen konumlarını ve basit geometriyi kullanarak gezegenlerin güneşe olan göreli uzaklıklarını ve güneş sisteminin göreli boyutunu hesap­ layabiliyordu. Güneş, Kopemik ve onun gibi düşünen astronomlar için çok önem­ li bir konumda bulunuyordu. Dönüşler Hakkında kitabının sıkça baş­ vurulan bir yerinde Kopemik, güneşe gerçek tapınma değilse bile Yeni Eflatunculuğu anımsatır biçimde şöyle yazmıştır: Her şeyin ortasında güneşin tahtı bulunmaktadır. Bu en güzel tapmakta ışık vereni, her şeyi bir anda aydınlatabileceği daha iyi bir konuma koyabilir miydik? Ona, haklı olarak evrenin Lambası, Aklı ve Yöneticisi denir. Hermes Trismegistos onu Görünen Tanrı olarak adlandırmakta, Sophokles’in Elektra’sında o Her Şeyi Gören olarak belirtilmektedir. Bu nedenle güneş, bir kraliyet tahtında oturur gibi çocuklarını yani etrafında dönen gezegenlerini yönetir.... Bu arada dünya ise her yıl yeniden doğum için güneşten gebe kalır. 245 Şekil 10.2. Günmerkezli sistemde gezegenlerin geriye hareketi. Kopemik, çok eski bir problem olan gezegenlerin duruşu ve geriye doğru hareketlerine basit bir açıklama getirmiştir. Günmerkezli sistemde bir gezegenin sabit yıldızlardan oluşan arka plana göre döngüsel hareketi görünüşte olup dünyanın ve söz konusu gezege­ nin göreli hareketlerinin bir sonucudur. Şekildeki 18. yüzyıl oymasında 2 rakamı üstün gezegenlerin (bu durumda Mars) nasıl geriye hareket ettiklerini, 3 rakamı ise düşük dereceli gezegeni (bu durumda Venüs) göstermektedir. Kopemik’e göre dünya kendi ekseni çevresinde günde bir kez dönmekte ve böylece göklerdeki her şeyin görünen günlük hareketini açıklamakta, güneş çevresinde ise yılda bir kez dönerek güneş’in gök­ lerde yılda bir kez yaptığı hareketi açıklamaktadır. Ancak Kopemik 246 KOPERNİICİN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM dünyanın iki değil üç hareket yaptığını söylemiştir. Bu “üçüncü hare­ ketin” anlaşılması Kopemik’in dünya görüşünün özlinü ortaya koyar. Kısaca belirtmek gerekirse, Kopemik gezegenlerin güneş çevresinde boşlukta değil geleneksel astronominin kristal kürelerine katıştırılmış olarak hareket ettiğini düşünüyordu. Buna göre Dönüşler Hakkında adlı başyapıtının başlığındaki küreler Dünya, Mars, Venüs vb. geze­ genleri değil, onları taşıyan kristal küreleri belirtiyordu! Bu durumda Kopemik için ciddi bir sorun ortaya çıkıyordu: Dünya, güneş çevresinde katı bir kristal küre içinde hareket ediyorsa, dünya­ nın kuzey-güney ekseni kutup yıldızına doğru 23 1/2 derecelik sabit “eğimini” koruyamayacak ve bu nedenle hiçbir mevsim değişikliği olmayacaktı. Kopemik, dünyanın ekseni için başka bir “konik” ha­ reket düşünerek dünyanın göklerde hep aynı noktaya dönük olmasını sağlamış, dünya böylece kendi kristal küresi içinde taşınırken mevsim değişmelerini açıklamıştır. Kopemik ayrıca dünyanın bu üçüncü yıllık hareketinin süresini güneş çevresindeki yıllık dönüş süresinden biraz daha uzun tutarak başka bir zor problem olan ekinokslann presesyonunu ya da sabit yıldızlar küresinin 26.000 yıllık dönemler içindeki farklı hareketini de açıklamıştır. Kopemik, kuşkusuz, kendinden önceki Aristarkhos gibi hareketli bir dünya düşüncesine geleneksel karşı çıkışlara yanıt vermek zorun­ daydı ve bu olguyu açıklamak için standart Aristo fiziğinin düzeltilmiş bir biçimini öne sürmüştü. Kopemik’e göre küreler için çembersel ha­ reket doğaldı ve bu nedenle dünya diğer gezegenler gibi doğası gereği dönüyor ve kendi kristal küresinin özünde olan doğal hareketle güneş çevresinde taşınıyordu. Maddesel parçacıklar doğal olarak küreler içinde toplandığından dünyadaki nesneler evrenin merkezine değil yalnızca dünyanın merkezine doğru aşağıya düşer. Cisimler “anne­ lerinin” çembersel hareketlerini paylaştığı için onun günlük ve yıllık hareketleriyle dünyayı terk edip gitmez. Niteliksel açıdan her şey çok iyi çalışmaktaydı ve estetik üstünlük Kopemik’in sisteminin genel hatlarını sunduğu Dönüşler Hakkında adlı kitabının ilk cildinin ilk on iki folyosu (yirmi dört sayfası) boyunca parlamaktaydı. Dönüşler Hakkında'nın diğer beş kitabı ve 195 folyosu ise oldukça farklı bir konudur. Bunlarda Ptolemaios’un Almagest ’i kadar özenli ve anlaşılması zor olan oldukça teknik bir matematiksel astronomi refor­ mu bulunmaktadır. Aslında bu çalışmaları yüzeysel kıyaslamalarla ayırt etmek pek kolay değildir. Kopemik, çalışmasını halkın okuması için yazmamış, onu yalnızca diğer profesyonel astronomların değerlendir247 AVRUPA meşini istemiştir. Gerçekten de kendi izleyicilerine “matematik, mate­ matikçiler için yazılır” demiş ve başlık sayfasının kenarına Eflatun’un “Geometriden haberi olmayanlar girmesin” özdeyişini bastırmıştır. Dönüşler Hakkında profesyonel astronomlar için teknik bir ince­ leme olarak düşünüldüğünde, estetik çekiciliğinin çoğunu bu nedenle kaybetmektedir. Ayrıca bu inceleme güneşi güneş sistemimin ortası­ na değil de ortanın biraz yakınına koymaktadır. Kopemik, korkulan sanal gözlem noktasından kesinlikle kaçınmış ama çembersel hare­ kete bağlılığı nedeniyle, gezegenlerin güneşin çevresindeki görünen dönüş hızlarındaki diğer düzensizlikleri açıklamak için ilmikleri ve dışmerkezleri olan karmaşık bir aygıt bulundurma zorunluluğu duy­ muştur. Son çözümlemede Kopemik’in astronomisi, üst üste yığılan teknik ayrıntılara bakıldığında Ptolemaios’unkinden daha doğru ya da daha basit olmamıştır. Kopemik, büyük ilmikleri ortadan kaldırılması­ na rağmen, hangi çemberlerin sayıldığına bağlı olarak Ptolemaios’un çağdaş biçimine karşılık olandan daha çok ilmik kullanmış olabilir. Kopemikçi astronomi, çekiciliğini önemli ölçüde azaltan birkaç sinirlendirici teknik sorunla da karşı karşıya gelmiştir. Bunlann en ciddisi, antik Yunanda Aristarkhos ve günmerkezliliğe güveni sarsan KOPERNİK’İN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM yıldız paralaksı sorunuydu. Aristarkhos’un önerisini tartışırken belir­ tildiği gibi, dünya güneşin çevresinde döndükçe yıldızların görünen göreli konumlarını değiştirmeleri gerekir. Ancak astronomlar böyle bir yıldız paralaksı gözlemlememiştir. Yıldız paralaksı aslında göze çarpmayan bir olgu olup çıplak gözle asla gözlemlenemez ve 1838 yılma kadar da gerçek olarak kanıtlanamamıştır. Dünyanın yıllık hareketi 1729’da İngiliz Kraliyet Astronomu James Bradley’in yıldız sapıncını bulmasıyla kanıtlanmış, ancak fizikçi J.-B.-L. Foucault’nun dünyanın günlük dönüşünü dev bir sarkaç kullanarak kesin olarak kanıtlamasının 1851 ’i bulması hay­ ret verici olmuştur. 18. ve 19. yüzyıllarda Ptolemaiosçu astronominin varlığı sona ermiş ve o tarihlerde tüm astronomlar dünyanın günlük hareketlerine ve günmerkezliliğe inanmıştı. Bilim adamlarını yeni bir bilime inandırmak için gerekenlerin böyle kesin kanıtlar olmadığı söylenebilir mi? Gözlemlenmiş bir yıldız paralaksının yokluğu konusundaki Ko­ pemikçi açıklama Aristarkhos’unkine benzemiştir: Kopemik, yıldız­ ların çok uzakta bulunduğunu ve bu nedenle paralaksm gözlemlenemeyecek kadar küçük olduğunu varsaymıştır. Ancak bu varsayım, özellikle evrenin inanılmaz boyutlara şişmesi ve yıldız boyutlarının da (görünen boyutlardan ekstrapolasyonla) aynı şekilde inanılmaz ölçüde büyük olması gibi daha başka problemlere neden olmuştur. Ptolemaiosçu astronomi sabit yıldızlar küresinin uzaklığını 20.000 dünya yarıçapı olarak belirlemişti. Kopemik’e göre yıldızlar, en azın­ dan 16. yüzyıl astronomisi bağlamında açıkça saçma bir uzaklık olan 400.000 dünya yarıçapı uzaklıkta olmalıydı. Dünya iddia edildiği gibi hareket ederken, düşen cisimlerin geride kalmaması gerçeği de günmerkezliliğin kabulü için güçlü bir engel­ di. Bu ve diğer teknik sorunlar, Kopemikçi günmerkezliliğin kendi­ liğinden doğru ya da üstün bir astronomi sistemi olarak hemen kabul edilmediği anlamına gelmektedir. Ancak, günmerkezliliğin İncil’deki pasajlarla görünüşte çeliştiği gibi dinsel karşı çıkışları içeren başka konular da ortaya çıkmaya başlamıştır. Kopemik, belki bu gibi karşı çıkışlara engel olmak için Dönüşler Hakkında adlı kitabını Papa III. Paul’e adamıştır. Papa VII. Clemens, Kopemik’in görüşlerini daha önce 1530’larda öğrenmiş ve karşı çıkmamıştı. Katolik astronomlarla kilise adamları ise 16. yüzyılın ikinci yarısında Kopemikçi varsayım için teolojik bir istisna yapmamıştır. Diğer yandan sonraki yüzyılda Luther ve Danimarka’lı astronom Tycho Brahe dahil bazı önde gelen 249 AVRUPA Protestanlar böyle karşı çıkışlar yapmış ama Galileo teolojik tartışma ateşini körükleyince Kopemikçiliğe karşı durmuşlardır. Dönüşler Hakkında'ya iliştirilmiş sahte bir önsöz niteliğindeki bir mektup, Kopemikçiliğin neden daha ağır bir teolojik tepki almadığını açıklamaktadır. Lutherci bir papaz olan Andreas Osiander Kopemik’in kitabını basım sırasında görmüş ve kitaba kendi inisiyatifiyle “Bu Çalışmadaki Varsayımlarla İlgilenen Okuyucuya” başlıklı yazarsız bir önsöz eklemiştir. Osiander ve Kopemik, günmerkezliliğin doğru hatta olası olmasının gerekli olmadığını, onun yalnızca astronomların daha doğru hesap yapmasına izin veren kullanışlı bir matematiksel aygıt sağladığını yazmıştır. Kopemik, günmerkezliliğin fiziksel dünyanın doğru bir tanımlaması olduğunu düşünmüş ama Osiander’in önsözüne bakılırsa sadece yararlı bir spekülasyon oluşturan biri olarak ele alın­ mıştır. Osiander, Kopemikçiliği paradoksal olarak yüzeysel açıdan akla yakın göstererek bu görüşün kabulü için yolu açmış olabilir. Astronomlar arasında günmerkezlilik düşüncesi Kopemik’ten son­ ra yavaş yavaş benimsenmiştir. Astronom Erasmus Reinhold tarafın­ dan Kopemikçi ilkelere dayalı olarak hesaplanan ve Kopemik’in çalış­ masının pratik bir sonucu olan Prutenic Tablolar (Tabulae Prutenicae Coelestium Motuum) adlı yeni bir astronomi tabloları dizisi 1551 yılın­ da basılmıştır. 1582’de yetkililer, bu yeni tablolara dayalı olarak bugün de kullanılan Gregoryen takvimini düzenleyerek takvim reformunu yapmıştır. (Papa XIII. Gregorius’un adı verilen Gregoryen takvim, dör­ de bölünebilenler dışındaki yüzüncü yıllar için artık yıllan ortadan kal­ dırır.) Kopemik’in kitabı 1566 ve 1617 yıllarında yeniden basılmasına rağmen yalnızca çok az sayıda teknik astronom tarafından okunmuştur. Astronomideki devrim 16. yüzyılın ikinci yansında bile güçlükle fark edilebilmiştir. Çağdaş astronomi ya da dünya görüşünde ani bir dönü­ şüm olmayan Kopemikçi Devrim, en fazla, aşamalı bir devrimdi. Sırada Tycho Var Kopemik’in sessizce başlattığı devrimin hızını Danimarka’lı bü­ yük astronom Tycho Brahe (1546-1601) artırmıştır. Küstah ve kibirli bir aristokrat olan Tycho, kendisine Danimarka kralı II. Frederick’in tımar olarak verdiği Hveen adasını üzerindeki köyü, çiftlikleri ve köy­ lüleriyle birlikte 1570’lerin ortalanndan 1590’lann ortalanna kadar 20 yıl boyunca yönetmiştir. Adada, o günün en görkemli bilimsel ku­ ruluşunu oluşturan iki büyük astronomi sarayını, Uraniborg (göklerin 250 KOPERNİİCİN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM kalesi) ve Stjemeborg (yıldızların sarayı) adlı yapılan yaptırmış ve donatmıştır. Tycho bu donanıma kendisine ait bir basımevi, bir kâğıt fabrikası, bir kitaplık ve birkaç simya laboratuvan eklemiştir. Simya ve astrolojiyle uğraşan bir kişi olarak üstleri ve arkadaşlan için yıldız fallan açmış ve onlara simyasal ilaçlar armağan etmiştir. Bir düelloda burnunun bir kısmını kaybeden Uraniborg’un lordu Tycho bir pro­ tez taktırmış ve kendi soytansı, evcil hayvanları ve asistan grubuyla bir Rönesans sihirbazının gülünç bir taklidi gibi görünmüş olabilir. Tycho, sonraki Danimarka kralıyla bir tartışması sonucunda 1597 yı­ lında Danimarka’yı terk etmiş ve Prag’daki Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf’un İmparatorluk Matematikçisi olmuştur. Ölümüyle ilgili bir rapora göre bir ziyafet masasında çok fazla içtiği ama çok kibar oluşundan dolayı masadan kalkıp tuvalete gitmediği için idrar zorluk­ tan oluşmuştu. Bundan birkaç gün sonra da ölmüştür. Ancak, Tycho yalnızca tuhaf bir kişi olmayıp aynca biliminin gereksinimlerini anlamış usta bir astronomdu. Kariyerinin başlannda, astronomiyi geliştirmenin göklerin doğru ve sürekli gözlemlerine bağlı olduğuna inanmış ve bu gözlemleri yaşamının en önemli amacı haline getirmişti. Bu amaçla, Uraniborg ve Stjemeborg’da büyük ve duyarlı bir biçimde ayar edilmiş ve çıplak gözle kullanılan duvar kad­ ranları ve planeterler gibi yaklaşık yirmi araç daha yapmıştır. Tycho, çalışmalarının “önemli bilim” sayılması nedeniyle saray gelirlerinin yaklaşık % l ’ine eşit bir devlet desteği almış ve araçlannın çoğunun en yüksek ücretli üniversite profesörlerinin yıllık gelirlerinden daha pahalı olmasıyla övünmüştür. (Kopemik gibi Tycho’nun kariyeri de üniversite dışında gelişmiştir.) Tycho, bu büyük ve pahalı araçlarla, onları rüzgârın etkisinden koruyarak, ısı değişikliklerini en aza indire­ rek, içsel hatalannı sınayıp düzelterek ve atmosfer kınlması için ayar­ lama yaparak bazı durumlarda beş ya da on saniyelik, diğer durumlar­ da bir iki dakikalık ve her durumda dört dakikalık yaylara kadar çıplak gözle güvenilir ve kesin gözlemler yapmıştır. (Bir dakikalık yay bir derecenin l/60’ı, bir saniyelik yay bir yay dakikasının 1/60’ıdır ve 360° ise kuşkusuz bir çemberi kapsar.) Bu hata aralığı eski astronomi gözlemlerine kıyasla iki kat daha fazla bir duyarlılığı göstermektedir ve bu duyarlılığa teleskopla yapılan gözlemlerle bile daha bir yüz­ yıl boyunca ulaşılamamıştır. Ancak, Tycho’nun verilerinin güzelliği yalnızca doğruluklanndan değil, Tycho ve yardımcılannın uzun bir dönem içinde geceler boyu düzenli olarak derlediği gözlemlerin siste­ matik niteliğinden de gelmektedir. 251 KOPERNİK’İN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM Tycho’nun astronomisine aynca iki göksel olay da şekil vermiş­ tir. Tycho, 11 Kasım 1572 akşamında simya laboratuvarım terk et­ tiğinde, Koltuk (Cassiopeia) takımyıldızında (bizlerin süpemova ya da patlayan yıldız dediğimiz) Venüs parlaklığında “yeni bir yıldız” fark etmiştir. Bu yıldız üç ay boyunca parlamış ve Tycho tam paralaks gözlemleri yaparak yeni yıldızın dünyanın atmosferinde ya da ayın al­ tındaki bölgede değil, göklerde Satürn’ün küresinin üstünde olduğunu göstermiştir. Başka bir deyişle, “yeni yıldız” geçici bile olsa gerçekten de yeni bir yıldızdı. Böylece Tycho, göklerin değişebilirliğini kanıtla­ yarak Batı kozmolojisindeki merkezi öğretiye güçlü bir biçimde mey­ dan okumuştur. Tycho’nun 1577’deki kuyruklu yıldızla ilgili gözlemleri de aynı şekilde geleneksel astronomi kuramı bakımından tedirgin edici olmuş­ tur. Tycho, yine paralaks gözlemlerine dayalı olarak kuyruklu yıldızın yalnızca ayın üst tarafındaki bölgelerde hareket ettiğini göstermekle kalmamış, ayrıca onun gezegenleri taşıdığı varsayılan kristal küre­ leri de kesip geçtiği olasılığını ortaya atmıştır. Başka bir deyişle, en az M.Ö. 4. yüzyıldan beri Batı kozmolojisinin başlıca dayanağı olan göksel küreler gerçek değildi. Tycho’dan sonra göklerde gözlemlenen küresel cisimler yalnızca güneş, ay ve diğer gezegenlerdi. Tycho, çal ışmaları öğreti lere meydan okumasına rağmen Kopemik ’i ve günmerkezliliği, sağlam deneysel temellere, özellikle gözlemlene­ bilir bir yıldız paralaksı olmamasına ve hesaplarının bir sonucu olarak ve günmerkezli bir sistem varsayımıyla sabit yıldızların merkezden akıl almaz bir uzaklık olan dünya yarıçapının 7.850.000 katı uzak­ lıkta bulunmaları gerektiğine dayanarak reddetmiştir. Dünyanın gün­ merkezli sistem içinde günlük hareketi de saçma görünmüş ve Tycho, Askeri Devrimden kaynaklanan bir örnekle dönen bir dünyaya karşı tartışma başlatmıştır: Batıya (ve yükselen ufka) doğru atış yapan bir topun doğuya (ve alçalan bir ufka) doğru yapılan atışlardan daha uzağa gitmesi gerekir ki bunların hepsi deneyimlere aykırıdır. Bu nedenle bir Protestan olan Tycho da günmerkezliliğe karşı sesini yükseltmiştir. Tycho, hem Ptolemaiosçu hem de Kopemikçi astronomiyi etki­ leyen önemli problemlere yanıt olarak 1588 yılında kendi sistemini önermiştir. Tychocu yer-günmerkezli sistemde dünya evrenin merke­ zinde hareketsiz durmakta, gezegenler güneşin çevresinde ve güneş de dünyanın çevresinde dönmektedir. Bu sistemin çeşitli üstünlükleri vardı: İlmik kullanmadan gezegenlerin duruş ve geriye hareketlerini açıklıyor, hareket eden bir dünyanın saçmalıklarını ortadan kaldırıyor, 253 AVRUPA evrenin geleneksel boyutunu koruyor, kristal küreleri yok ediyordu ve matematiksel açıdan rakipleri kadar doğruydu. Dünyayı hareket­ siz tutan Tychocu sistem, sakıncaları olmayan Kopemikçi bir siste­ min eşdeğeriydi. Tychocu sistem tutucu olsa bile iyi bir bilimi temsil ediyordu. Ancak 1600’lerde Ptolemaiosçu, Kopemikçi ve Tychocu üç rakip sistemle ve yürüyen araştırmalarla birlikte astronomide bir kriz de büyümeye başlamıştır. Kürelerin Müziği Johannes Kepler (1571-1630) olayı, bilimsel buluşlardaki içsel mantığın bilimsel değişimi tek başına açıklamakta yeterli olduğu dü- Şekil 10.6. Evrenin gizemi. Johannes Kepler, Evrenin Gizemi (1596) adlı kitabında, bilinen altı gezegen yörüngesinin onları beş düzenli üç boyutlu cisim içine ve çev­ resine yuvalayarak açıklanabileceğini düşünmüştür. şüncesinin yanlışlığını göstermektedir. Kepler, entelektüel kariyerinin başlarında astroloji ve rakam gizemciliğini aklına takmış ve Kepler’in işini sürdürmesi, bilimsel başarılarının şekillenmesi ve Bilimsel Devrime yeni bir yön vermesi her şeyden çok bu takıntılar sayesinde olmuştur. Babasının para kazanmak için gezici bir askeri kariyer yap­ tığı, annesi hakkında sonradan cadılık soruşturması yapıldığı yoksul ve normal olmayan bir aileden gelen Kepler, yetenekli bir öğrenci ola­ rak Lutherci okullara ve Tübingen’deki üniversiteye gitmiştir. Gözleri iyi görmeyen ve çeşitli fiziksel ağrılarıyla mutsuz bir kişi olan Kepler 255 AVRUPA kendisini uyuz bir köpeğe benzetiyordu. Astrolojinin bazı yönlerini küçük görse de, astrolojiyi eski ve geçerli bir bilim olarak görmüş ve yaşamı boyunca düzenli bir gelir sağladığı yıldız falları açmış, olay­ ların önceden görülen belirtileri hakkında yazmış ve (çiftçi yıllıkları gibi) takvimler hazırlamıştır. Kopemikçi sistemi ilk öğrendiğinde sis­ temi benimsemiş ve Kopemik’in yaptığı gibi sistemi “akla hoş gelir” ve Tanrı’nın doğada yaptıklarını ortaya çıkarıcı olarak bulmuştur. Kepler başlangıçta bir astronom olmayı düşünmüyordu ve teolojide daha ileri çalışmalar yapma peşinde koşmuştu. Ancak, Tübingen’deki yetkililer Kepler’e derecesini vermeden önce onu Avusturya’nın Graz kentinde bulunan Protestan yüksek okulundaki bir kadroya bölge­ sel takvim yapıcısı ve matematik öğretmeni olarak aday göstermiş, Kepler de bunu kabul etmiştir. Matematik öğrencisi çok az olan za­ yıf bir öğretmen olduğu için, okul onu tarih ve etik öğretmenliğine atamıştı. Bir gün, söylendiğine göre 19 Temmuz 1595’te Kepler’e, canları muhtemelen sıkılmış geometri öğrencilerinin önünde tanrısal bir esin gelmişti. Kepler, benzer yüzlü ve yüzler arasında benzer açısı olan beş düzgün üç boyutlu cismi yani küp, dört yüzlü, sekiz yüzlü, KOPERNİK’İN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM yirmi yüzlü ve on iki yüzlüyü anlatıyordu. (Yunanlılar bunların dı­ şında başka çok yüzlü olamayacağını kanıtlamıştı.) Kepler’in gizemli anlayışına göre bu cisimler bir biçimde evreni çerçeveliyordu, yani gezegenlerin güneşten dışarıya doğru yörüngeleri arasındaki matema­ tiksel orantıları oluşturuyordu. Bu şekilde esinlenen Kepler evrenin geometrik yapısı hakkında geliştirdiği görüşlerini 1596 yılında ortaya çıkan Evrenin Gizemi (Mysterium cosmographicum) adlı kitapta top­ lamıştır. Kepler’in Evrenin Gizemi kitabı, Kopemik’in yarım yüzyıl­ dan fazla bir süre önce yazdığı Dönüşler Hakkında yapıtından beri açıkça ilk Kopemikçi çalışmaydı ve öğretim sırasında ortaya çıkması sınıfta bilimsel önemde herhangi bir şeyin olmayacağı yönündeki ta­ rihsel kuralı yıkan birkaç istisnadan biriydi. Evrendeki kutsal matematiksel uyumları çözmek isteyen Kepler, Katolikliğe dönmeyi reddettiği için Reform karşıtı Katolik kilisesi ta­ rafından 1600 yılında Graz’dan kovulmuştur. Oradan Prag’a gitmeyi başaran Kepler, Tycho’nun yaşamının son iki yılında onun yardımcısı olarak çalışmıştır. Asil ve yaşlı DanimarkalI, daha genç ve acınacak durumda olan Kepler’e Tycho’nun Mars gezegeniyle ilgili olağa­ nüstü doğruluktaki gözlemleri ile Tychocu kuramı uzlaştırabileceği ümidiyle veriler vermiştir. Yörüngesi tüm gezegenler içinde çembe­ re en benzemeyeni ve kayık merkezli olmasına rağmen Mars’ın se­ çimi bir rastlantıydı. Kepler, problemi bir intikam duygusuyla ama yalnızca Kopemikçi kuram ve kendisinin göksel uyum sezgileri için Mars’ı kurtarmak amacıyla ele almıştır. Kepler, destansı boyutlarda entelektüel bir çabayla, problem üzerinde, kahramanca bir çabanın ve eğri uydurma çalışmasının mekanik ya da elektronik hesaplayıcılar olmaksızın yapıldığının bir kanıtı olarak geriye yaklaşık 900 sayfa elyazması hesap bırakarak, yoğun bir şekilde altı yıl boyunca çalışmıştır. Kepler yayımlanan çalışmasında okuyucuya her çetrefil­ li ayrıntıyı açıklamıştır. Mars için çembersel model, çok büyük bir başarı olarak gözlemlenen verilere bir noktada 8 yay dakikasına ka­ dar yaklaşmış ama Tycho’nun verilerinin 4 dakika düzeyinde daha iyi olduğunu bilen Kepler kendi başarısını reddetmek zorunda kalmıştır. Hesaplamalarında hatalar yapmış, daha sonra bu hataları düzelten baş­ ka hatalar yapmıştır. Kepler “doğru” yanıtı bulmuş ama görememiş­ tir. Daha sonra, bir açının sekantıyla ilgili belirsiz bir matematiksel bağlantıyı fark eden Kepler’in aklında başka bir kıvılcım çakmıştır. “Sanki uykudan uyanmıştım ve üzerime yeni bir ışık doğmuştu” diye yazmış ve gerçekten de yeni bir dünyaya gözlerini açmıştır. 257 AVRUPA Kepler, gezegenlerin güneş çevresinde çembersel değil eliptik yö­ rüngelerde hareket ettiği sonucuna varmıştı. Çemberler yaklaşık 2.000 yıldan ve en azından Eflatun’dan beri göksel hareketleri açıklayan bir fizik ve metafizik sağladığı için, bu buluş hiç kuşkusuz hayret verici bir dönüm noktasını belirtmektedir. Kepler, 1609 tarihli Yeni Astronomi (Astronomia Nova) adlı kitabında gezegenlerin hareketleriyle ilgili üç ünlü yasasından ilk ikisini kesin olarak ortaya koymuştur: 1) Gezegenler güneşin bir odağında bulunduğu eliptik yörüngeler­ de hareket eder. 2) Gezegen yörüngelerinin eliptik yarıçapları, gezegensel hız yasa­ sı da denilebilecek şekilde eşit sürelerde eşit alanlar süpürür. Kepler’in ikinci yasası aynı derecede rahatsız edici olan gezegenlerin düzgün ha­ reket etmediği sonucunu da belirtmektedir. Bilindiği kadarıyla, Kepler ikinci yasasını birinciden önce geliştirmiş ve kendisi yasalarına aslında hiç dikkat çekmemiştir. Buna rağmen Kepler’in Yeni Astronomi kitabı, gezegenlerin Kepler’in belirttiği gibi hareket ettiğini ve güneşin artık tartışılamayacak şekilde merkezde olduğunu belirtmesiyle gerçek an­ lamda “yeni bir astronomiyi” temsil etmiştir. Kepler, II. Rudolf‘un 1612’de krallığı bırakmasına kadar İmpara­ torluk Matematikçisi olarak Prag’da kalmıştır. Bu tarihten sonra, Avusturya’nın Linz kentinde bölgesel matematikçi olarak Ulm ve Sagan’a taşındığı 1626 yılına kadar süren bir görev bulmuştur. Kepler, yaşamının sonraki döneminde yıkım getiren Otuz Yıl Savaşları Almanya’yı kasıp kavururken ve kendi varlığını da birkaç kez teh­ likeye atarken, güneş sistemiyle ilgili Kopemikçi görüşten daha çok kendi eliptik görüşünü ortaya koyan Kopemikçi Astronominin Özeti (Epitome Astronomiae Copemicanae, 1618-21) adlı çalışmasını ve hem Tycho’nun verilerine hem de Kopemikçi/Keplerci günmerkezliliğe dayalı yeni ve oldukça doğru bir astronomi tabloları dizisi olan Rudolf Tabloları'nı (Rudolfinischen Tafeln) yazmıştır. Kepler 1619 yılında Dünyanın Uyumu (Harmonice mundi) adlı eserini yayımlamıştır. Bu çalışma, Evrenin Gizemi ile başlayan ça­ banın ve Kepler’in evren yapısının temelindeki matematiksel düzen hakkındaki derin düşüncelerinin ve araştırmalarının doruk noktası ol­ muştur. Kepler, Dünyanın Uyumu adlı yapıtında astrolojik ilişkileri, gezegenlerin metallerle benzerliklerini, gezegenlerin hareket ederken ürettiklerine inandığı o işitilemeyen tonları yani kürelerin müziğini ve benzer bağlantıları hesaplamıştır. Bu çalışmanın derinliklerinde, o 258 KOPERNİK’İN KIŞKIRTTIĞI DEVRİM zaman için tuhaf bir deneysel yasa olan Kepler’in üçüncü yasası yani bir gezegenin yörüngedeki bir dönüş süresinin karesinin ortalama ya­ rıçapın küpüyle orantılı olması yatıyordu. Kepler’den önceki astronomlar ve fizikçiler, günmerkezliliğe ina­ nan az sayıda kişiyle birlikte göksel hareketler konusunda geleneksel bir dinamizme sahipti: Gezegenlerin içsel doğaları gereği düzgün çem­ bersel hareket yaptığı ya da kristal kürelerle taşındığı kabul ediliyordu. Ancak Kepler, düzgün çembersel hareketi bir kenara koyduğu zaman, bir dinamik sağlama ve gezegenlerin boşlukta neden kendi düşündü­ ğü gibi hareket ettiklerini açıklama sorunuyla karşılaşmıştır. Kepler bu yükümlülüğün farkında olduğu için 1609 yılındaki Yeni Astronomi kitabında Nedenler ya da Göksel Fizik Temelinde şeklinde ikincil bir başlık kullanmıştır. Kepler, erken bir evrede, güneşte bir anima motrix yani gezegenleri yörüngelerinde hareket ettiren ve Kutsal Ruha benzeyen bir ruh olduğuna inanmıştı. Daha olgunken yaptığı formülasyonlarda canlı olan ruhun yerine daha cansız ve hareket ettirici bir çeşit manyetik güç olan vis motrix'i koymuştur. Kepler, bu sonuncu düşünceyi William Gilbert’ın 1600’de yayımlanan ve dünyayı çok bü­ yük bir mıknatıs gibi gösteren etkili Mıknatıslara Dair (De Magnete) adlı yapıtından türetmiştir. Bu durumda gezegenler, Kepler’e göre, gü­ neşin ve gezegenlerin mıknatıslan dönüşümlü olarak birbirlerini çekip ittikçe çembersel hareketlerinden sapmaktadır. Kepler’in göksel fiziği gezegenlerin hareketleri için akla yakın bir açıklama sağlamış ama zorlayıcı olmamakla birlikte bazı problemler yine kalmıştır. Örneğin, Kepler güneşten çıkan gücün nasıl teğetsel etki yaptığını yani geze­ genleri nasıl “süpürdüğünü” ve güneşten yayılan güç çizgileriyle dik açıda nasıl etki yapabildiğini açıklamamıştır. Aynca Kepler, paradok­ sal olarak bu hareket ettirici gücü hiçbir zaman gezegenlerin yörünge­ lerini belirlemesindeki aynı matematiksel titizlikle ve duyarlılıkla ele almamıştır. Göksel hareketin dinamiği Kepler’den sonra yanıtlanma­ mış bir soru olarak kalmıştır. Kepler, 1630 yılında alacaklı olduğu paralan toplamak için gezi yaptığı sırada ateşli bir hastalık nedeniyle yaşamını kaybetmiştir. Bilimsel Devrime çok büyük katkısına rağmen Kepler bu devrimi tepe noktasına ulaştıramamıştır. Bugün, daha sonraki bilim için tarih­ sel rollerini ve önemini bildiğimiz için Kepler’in üç yasasını çalışma­ larından kolayca çıkarsak da, Kepler’in çağdaşlan bunu yapmamış ve yapamamıştır. Çalışmalannı gerçekten az sayıda astronom okumuş ve Kepler genel olarak yandaş kazanmamıştır. Aslında, Kepler’in çalış­ 259 AVRUPA malarını fark eden bilim adamlarının çoğunluğu, özellikle de çağdaşı büyük Galileo onun görüşlerini reddetmişti. Tuhaf bir gizemci olarak Kepler, büyük bir kaçık astronom olduğu şeklindeki ününden de hoş­ lanıyordu. 260