1 İMPARATORLUK-MEŞRUTİYET-CUMHURİYET TARTIŞMALARI ARASINDA BİRİNCİ KUŞAK TÜRK SOSYOLOGLARININ SİYASAL HASSASİYETLERİ VE SİYASET-SOSYOLOJİ İLİŞKİSİ Ufuk Özcan* Özet Sosyoloji, doğuşunun gerçekleştiği Avrupa'da olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’na girdiği ilk evreden itibaren siyasal ideolojilerle doğrudan ilişki ve etkileşim halinde olmuştur. Osmanlı aydınları sosyoloji teorileriyle büyük ölçüde siyasal nedenlerle ilgilenmişlerdir. İmparatorluğun son çeyrek yüzyılında Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük siyasetleri Osmanlı aydınlarının entelektüel yönelimleri üzerinde etkisini göstermiştir. Türkiye’de sosyoloji bu siyasetlerle bağlantılı bir şekilde gelişme göstermiştir. İmparatorluğun dağılma sürecinde sosyoloji kurtarıcı bir misyon üstlenmiştir. İlk Türk sosyologlarının başat kaygısı, imparatorluğun Batı dengeleri içindeki siyasi rolünü sürdürebilmesinin olanak ve koşullarını araştırmak olmuştur. Sosyoloji ekolleri arasındaki farklılaşma da sosyologların siyasal tercihlerine bağlı olarak gerçekleşmiştir. Anahtar Kelimeler: İdeoloji, Siyaset, Sosyoloji, Pozitivizm, Jön Türkler, İttihat ve Terakki. BETWEEN EMPIRE, CONSTITUTIONALISM AND REPUBLIC DEBATES POLITICAL SENSITIVITIES OF FIRST GENERATION OF TURKISH SOCIOLOGISTS AND POLITICS-SOCIOLOGY RELATIONS Abstract Sociology, as it is in Europe where its origin took place, has been in a direct relation and interaction with the political ideologies since it appeared in the Ottoman Empire from the first phase. Ottoman intellectuals were interested in sociology theories in terms of political reasons to a great extent. In the last quarter century of the empire, Ottomanism, Islamism and Turkism policies had an effect on the mental tendencies of Ottoman intellectuals. Sociology in Turkey has improved with regard to these policies. In the process of the disintegration of the empire, sociology undertook a redemptive mission. The dominant concern of the first Turkish sociologists was to analyze the possibilities and conditions of maintaining the political role of the empire in the West balances. The differences between sociology schools has also realized depending on sociologists’ political preferences. Keywords: Ideology, Politics, Sociology, Positivism, Jeune Turks, İttihat ve Terakki. * Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. 2 Giriş: Batı’da Sosyolojinin Kuruluşu, Siyaset ve İzm’ler Sosyoloji-siyaset-ideoloji ilişkisi oldukça tartışmalı konulardan biri olma özelliğini hep sürdürmüştür. Sosyoloji, daha kuruluş evresinde kendi bilim kimliğini doğrulama çabası içinde, Aydınlanma çığırının ve Fransız Devriminin doğurduğu siyasal ideolojilerle hesaplaşma ve böylece kendisini konumlandırma kaygısı içinde olmuştur. Fransız Devrimi’nden sonra bir dizi siyasal kriz, devrim ve altüst oluşlar yaşayan Kıta Avrupası’nda özellikle radikal siyasal ideolojiler yönetim katında tehlikeli bulunduğu için,† sosyolojinin kurucuları siyasal ideolojilerle kendi teorileri arasına kalın bir çizgi çekme gereği duymuşlardır. Marx, kendi sistemini bütün ideolojilerden ayrı tutarak “bilimsel sosyalizm” olarak adlandırırken, Durkheim mümkün olduğu kadar siyasal bir izm’e bağlı olduğu izlenimi vermemiş, buna karşılık akademinin korunaklı duvarları arkasında muhafazakar, milliyetçi ve konformist bir dünya görüşüne bağlı kalmıştır. Pedagoji, ahlak, din ve hukuka özel bir ilgi göstermesinin arka planında, yaşadığı dönemin Fransa’sında toplumsal gerginlik, çatışma ve çözülme eğilimlerinin önlenmesi kaygısı yatmaktadır. Durkheim’ın bütün eserleri, derinlerde yatan siyasal kaygılarının izlerini taşımaktadır. Buna karşılık Marx’ın bütün entelektüel hayatı makro düzeyde bir siyasal yaklaşımla dolaysız bir biçimde ilişkilidir. Genç sayılabilecek yaşta ihtilalci düşüncelerini dile getirdiği Komünist Manifesto’yu kaleme almış, birçok kez kovuşturmaya maruz kalmış, asıl adı Uluslararası İşçi Birliği olan I. Enternasyonal’in kurucusu olmuş, 1871’de Paris komünarlarıyla temas kurmuş, siyasal faaliyetleri dolayısıyla Avrupa ülkelerinde barınamayarak İngiltere’de yaşamak zorunda kalmış bir eylemci-teorisyendir. Sosyalizm ve komünizm idealine bağlı bir düşünür olarak bütün bir XX. yüzyılın siyasal gelişmelerini küresel ölçekte etkilemiştir. Marx ile Durkheim arasında bir kıyaslama, bu iki düşünürün sosyal teori-siyaset ilişkisi itibariyle ne denli farklı konumlarda olduğunu anlamak açısından öğretici olacaktır. Marx’tan farklı olarak Durkheim toplumdaki sınıf çatışmaları ve toplumsal devrim sorunları üzerinde yoğunlaşmamış, tam tersine “toplumsal düzen” sorununu sosyoloji anlayışının merkezine yerleştirmiştir. Durkheim sosyolojisinin temelini, modernitenin hızlı değişimleri karşısında toplumsal düzenin nasıl korunacağı sorunu oluşturuyordu. Bu nedenle Marx’a tamamen ters düşecek biçimde, toplumun üyelerini birbirine bağlayan ortak değer, † Napoleon Bonapart'ın sosyolojinin ilk habercilerini "ideolog" olarak nitelendirerek onlara karşı olumsuz bir tutum takınması ve onları akademiden uzak tutma gayreti bilinmektedir. 3 inanç ve bağlara dikkatini yöneltmiştir. Durkheim toplumsal gerçeğin temelini kolektif bilinçte görmektedir. Bu kavram onun sosyolojik evreninde önemli bir yer işgal etmektedir. Toplum içindeki sınıf bölünmelerini ve bundan kaynaklanan çatışma ve kuralsızlık (anomi) durumunu bir tehdit olarak algılayan Durkheim entelektüel formasyonunu Paris Komünü’nün şiddetle bastırılmasından sonra kazanmıştır. Komün sonrası La Belle Époque (Güzel Çağ) olarak da anılan dönemin başat muhafazakar dünya görüşünün bütün unsurlarını Durkheim’ın sosyolojisinde bulmak mümkündür. Sosyoloji anlayışı, bu devrin hem iyimserliğini hem de endişelerini yansıtan muhafazakar bir anlayışla taçlanmıştır. Durkheim’ın içinde yetiştiği karmaşık toplumsal, siyasal ve entelektüel ortam onu ütopist ya da devrimci olmaktan ziyade muhafazakar, reformist ve evrimci bir çizgiye doğru yöneltmiştir. Yaşadığı dönemde birbiri ardı sıra gerçekleşen devrimlerin, barikat savaşlarının, derin sınıfsal eşitsizliklerin, sınıf mücadelelerinin ve siyasal kargaşaların yaşandığı vatanı Fransa’da toplumsal denge ve uyumun sağlanması için ciddi bir entelektüel uğraş vermiştir. Sosyolojinin kurucuları arasında yer alan Weber’in siyasetle ve siyasal ideolojilerle ilişkisi de dikkat çekicidir. Weber, 1890 parlamento seçimleri sırasında ilk kez oy hakkını kullanmıştır. Kuşkusuz bu olay, temsili hükümete sahip bir ülkede siyasete giriş anlamına geliyordu. Weber, hayatının çeşitli dönemlerinde siyasete oldukça hevesli bir biçimde ilgi duymuştur. Yayılmacı Alman siyasetinin dünya üzerinde başarı kazanmasına özel bir anlam atfediyordu. Almanya XIX. yüzyıl boyunca daima karizmatik liderlerin inisiyatifiyle oldukça hızlı bir emperyal gelişme göstermişti. Karizmatik otoritenin Weber’in gözünde özel bir önemi bulunuyordu. Entelektüel gelişimi sırasında derinlikli Marx okumaları yaptığı bilinen Weber, kendi ülkesinde oldukça etkili olan devrimci sosyalist faaliyetlere hep mesafeyle ve kuşkuyla yaklaşmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında da siyasete ilgisini sürdürmekle birlikte, (Szakolczai, 1998: 111) akademinin ve özel olarak da sosyal bilimcinin siyasal normlar üretmesine olumsuz bakıyordu (Weber, 1998; Giddens, 1992). Şunu da eklemeli: Protestanlık, burjuvazi, rasyonel bürokrasi ve yayılmacı Alman ulusçuluğu onun sosyolojik analizlerinin merkezinde yer alıyordu. 1919’da Versay Konferansı’nda Alman delegasyonunun bir üyesi olarak siyasete aktif bir şekilde girmiş, ancak siyasetten umduğunu bulamayıp tekrar akademiye geri dönmüştür (Szakolczai, 1998: 187). Weber’in sosyolojisini anlamak için, onun tahlillerini Almanya’nın ulusal ve uluslararası konumundaki değişiklikler bağlamında 4 okumak gerekmektedir. (Gerth & Mills, 1991)‡ Gerek Durkheim, gerekse Weber, kendi yaşadıkları dönemde emperyalist yayılma eğilimi içine giren ülkelerinin yaşadığı siyasal ve toplumsal krizlere çözüm bulma arayışına girerek açıkça muhafazakar ve örtük olarak da ulusçu bir tavır sergilemişlerdir. Sosyolojinin her iki kurucu isminin de, özellikle II. Dünya Savaşından sonra Anglo-Amerikan sosyal bilimcileri tarafından Marksizmin karşısına çıkarılan başlıca referans kaynakları olmaları rastlantı değildir. Sosyolojinin İmparatorluk Türkiyesi’ne Giriş Koşulları Görüleceği gibi sosyoloji, doğuşunun gerçekleştiği Avrupa’da bile siyasal ideolojilerle bir biçimde ilişki ve etkileşim halinde olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda da durum çok farklı değildir; hatta sosyoloji tartışmaları siyasetle çok daha iç içedir. Osmanlı’nın son yüzyılında Avrupai düşünceler ve sosyoloji akımları oldukça hızlı ve etkili sayılabilecek bir şekilde izlenmeye ve benimsenmeye başlanmıştır. Kuşkusuz Osmanlı aydınının sosyolojiye ilgisi yalınkat bir bilimsel merak veya arayış olmaktan uzaktı. Bu ilginin arka planında derin siyasal kaygılar yatmaktaydı. Osmanlı aydınları doğrudan doğruya siyasal nedenlerle, devletin bekası sorununa çözüm bulma arayışına girişmişlerdi. Bu arayışlarına siyasal düzenin korunması için birtakım ıslahat/reformların yapılması düşüncesi eşlik ediyordu. Tanzimat aydınları ve onların ardılları olan Genç Osmanlılar ve Jön Türklerin toplumsal devrim düşüncesine pek itibar göstermedikleri bilinmektedir. Bununla birlikte bu öncü aydınlar siyasal değişim noktasında oldukça ısrarlı bir tutum takınmışlardır. Bu bakımdan Osmanlı Türkiyesi’nde sosyolojinin oldukça dikkat çekici bir öyküsü olduğunu ileri sürebiliriz. Sosyolojinin imparatorluk coğrafyasına girişinin XIX. yüzyılın ortalarına kadar geri giden uzun bir serüveni var. Öncelikle belirtmekte yarar bulunuyor, bu serüven birçok dünya ülkesine kıyasla daha uzun, daha renkli ve özgül bir serüvendir. Bu uzun soluklu ve kendine özgü nitelikleri olan serüveni bir çırpıda kavramak mümkün gözükmemektedir. İster istemez belirli tarihi kesitler içinde ele alma yolunu tutmak gerekiyor. Şüphesiz kesitler çıkarmanın avantajı kadar dezavantajları da bulunuyor. Söz konusu olan yüz elli yılı aşan bir tarih olduğu zaman, bu geniş tarih dilimini kesitlere ayırarak analize girişmek zorunludur. Analizin dezavantajı, ele aldığı bütünsel bir dokuyu parçalayarak kavramaya çalışmasıdır. Teşrih eden ‡ Weber'in kısa biyografisi, Almanya'nın üstünlüğüne odaklanmış düşünceleri ve ulusçu yaklaşımlar içeren entelektüel kaygıları hakkında bkz. From Max Weber: Essays in Sociology, Trans. and ed. H.H. Gerth, C. Wright Mills, Routledge, 1991, (Bryan S. Turner'ın yazdığı önsöz), ss. xii-xxx. 5 adeta elinde bir neşter tutmaktadır. Bir başka sosyolojik kavrama yöntemi ise sentezleme, kesitler arasında anlamlı bağlar kurmaktır. Sentezlemede geçerli olan, ele alınan tarih dilimini uzun süreye yayarak kesinti veya kopuklukların arka planındaki süreklilikleri aramaktır. Başka deyişle uzun bir tarihi değerlendirmek söz konusu olduğunda uzun menzilli bir bakış açısı gereklidir. Bu, Braudel’in “longue durée” adını verdiği şeydir: Uzun vadede değişmeyen yapıları aramak, kesit ve parçalar arasında organik bağlar kurmak ve bir bütünlüğe ulaşmak. Dolayısıyla sosyoloğun en son yapabileceği tercih bir cerraha özenmektir. Türkiye’de oldukça erken bir dönemde sosyolojiye ilgi duyulmuştur. Bunun anlaşılabilir sebepleri bulunmaktadır. Sosyolojinin Osmanlı aydınlarının dikkatini çekmeye ve birbirine alternatif siyasi çizgiler§ içinde birleşip billurlaşmaya başladığı dönemde Osmanlı İmparatorluğu parçalanmanın eşiğindedir ve savunma konumuna çekilmiştir. İmparatorluğun bütünlüğünü tehdit eden sorunlara sosyoloji çerçevesinde çözüm arama kaygısı, sosyoloji ile siyaset arasındaki yakın ilişki ve örtüşmeyi açıklamaktadır. Hatta ilk Türk sosyologlarının hemen hepsi aynı zamanda oldukça etkili siyasal kimliklere sahip kişilerdir. Ahmet Rıza ve Sabahattin Bey Avrupa’da sürgün bulunan Jön Türklerin liderleridir. Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’nin merkez-i umumi üyesidir. Sabahattin Bey’in adı Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Ahrar Fırkası ile birlikte geçer. Örnekler çoğaltılabilir. Sosyoloji Türkiye’de, imparatorluğun çözülmeye yüz tuttuğu, büyük siyasi güçlüklerle karşı karşıya geldiği bir dönemde düşünce gündemine gelmiş ve siyasi çözüm arayışlarının bir ifadesi, vasıtası olagelmiştir. Başka deyişle sosyolojiye ilginin asıl saikini “devletin kurtarılması” çabaları oluşturmaktadır. Batı’da sosyoloji yeni toplumsal örgütlenme biçiminin korunarak sürdürülmesine yönelik bir üstünlük bilincini yansıttığı kadar, düzenin aşılması ve daha “ileri” bir toplum evresine (sosyalizm) geçilmesi yönündeki önerilere de kaynaklık etmiştir. Ancak hangi eğilimi temsil ederlerse etsinler, sosyolojinin kurucularında Batı’nın üstünlüğü bilinci her durumda açık bir biçimde gözlemlenmektedir. Türkiye ise Batı ile aynı koşullardan yoksundur. Batı karşısında üstünlüğünü, dünyadaki gelişmeler üzerindeki denetimini yitirmiştir. Öte yandan ne sömürgeleri olan ve bu yüzden sömürge toplumlarını tanıma ihtiyacı duyan bir ülkedir; ne de toplumun en geniş kesimlerine sorun ve çözümlerin tartışılmasını açmaya yanaşmaktadır. Sosyolojiye, Batıcı siyasetin bir gereği olarak, birbirinden farklılaşan siyasal stratejileri (Osmanlı birliği, İslam birliği, Türk birliği vb.) meşrulaştıracak argümanları sağlamak üzere ilgi gösterilecektir. Siyasetin temeli devlet § XX. yüzyılın başında Yusuf Akçura bu siyasi çizgileri “Üç Tarz-ı Siyaset” genel başlığı altında Türkçülük, İslamcılık ve Osmanlıcılık olarak belirleyip tasnif ve tahlil etmiştir. 6 olduğu için de, imparatorluğun dağılma sürecinde sosyolojiye kurtarıcı bir misyon yüklenmiştir. İlk sosyologlarımızın başat kaygısı, imparatorluğun Batı dengeleri içindeki siyasi rolünü/varlığını sürdürebilmesinin imkân ve koşullarını araştırmak olmuştur. Böylece Batıcı siyasete eklemlendikleri ölçüde sosyologlar ve ortaya koydukları eserler anlam ve değer kazanmıştır. Birinci Devre: Hazırlık Döneminin Genel Özellikleri Aydınlanmanın uzantısı olarak XIX. yüzyıl Batı düşüncesini etkileyen ana akımlar, özellikle rasyonalizm, pozitivizm, materyalizm, ateizm gibi felsefi akımlar, Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı aydınları üzerinde etkili olmaya başlamıştı. Avrupa etkisi bununla da sınırlı kalmadı, kimi muhafazakar Osmanlı aydınları spiritüalizm, idealizm gibi akımlara da ilgi gösterdiler ve maneviyatçı yönleriyle diğerlerinden ayrıldılar. XIX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Bergsonizm, liberalizm, sosyalizm gibi akımlar da Osmanlı ülkesinde temsilcilerini bulmaya başlamıştı. Materyalizmin Osmanlı aydını üzerindeki bu etkileri karşısında çok geçmeden itirazlar da belirmiştir. Sözgelişi Ahmet Mithat, maddeci felsefelerin insanları manevi bir tatminsizliğe sürüklediğini, toplumsal dayanışmayı zayıflatıp kuralsızlık (anomi) ve intihara yol açtığını öne sürer. Özellikle sosyal yapının çözülmeye başladığı XIX. yüzyıl Osmanlı toplum hayatında bu akımlar daha fazla ilgi çekmiştir. Türkiye’de pozitivist sosyolojinin ilk izlerini Tanzimat’ın ilk döneminde görüyoruz. Pozitivizmin kurucusu olarak kabul edilen Auguste Comte (1798-1857)’un, Osmanlı İmparatorluğu’nda fikirlerinin yayılması ve uygulanması için Mustafa Reşid Paşa’ya bir mektup gönderdiği bilinmektedir. Paşa’nın bu mektuba cevap verip vermediği bilinmiyor. Ancak bu mektubun ilk meyvesini Osmanlı fikir dünyasında yaklaşık otuz yıl kadar sonra Beşir Fuad (1852-1887)’da görmekteyiz. M. Orhan Okay’ın Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti adlı önemli monografik çalışmasında bu öncü sosyoloğun düşünceleri etraflı olarak tahlil edilmektedir. Beşir Fuad’ın pozitivist felsefeyle ilgili olarak ileri sürdüğü fikirleri yeterince sistemli ve kapsamlı değildir; ancak onun Türkiye’de sosyolojinin öncülerinden biri olduğunu düşünmemiz için geçerli nedenler bulmak güç değildir. Auguste Comte’un 1853’te -Islahat Fermanı’ndan üç yıl önce- Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı mektup sonraki dönemin gelişmelerini anlamak açısından da önemli bir referans noktası teşkil etmektedir. Nitekim Comte’un pozitivist anlayışının iki temel kavramı, “düzen” (ordres) ve “ilerleme” (progress) XIX. yüzyılın sonlarında Osmanlı’da oldukça önemli bir 7 siyasal hareketin adına bile yansıyor: İttihad ve Terakki Cemiyeti (daha sonra partileşecektir). Comte’un Osmanlı’ya önerisi kabaca şudur: “Pozitif dinin istediği hazırlıkların tümüne göre müspet din sadece Batı’dan çıkabilir. (..) Müslüman dehasının, ilk şaşkınlıklarını atlattıktan sonra, belli başlı kaygılarına umulmadık çözümü kendi kendiliğinden sunan müspet dini (“Yeni insanlık dini” olarak nitelediği kendi pozitif felsefesini kastetmektedir) kabul edeceklerine şüphem yoktur. Hiçbir metafizik geçiş olmaksızın İslâm’dan, insanlığa tapınmanın ulu evrenselliğini sistemleştiren pozitivizme geçerek, büyük peygamberlerine özgü değerli niyetlerinin lâyık devam ettiricilerini hissedeceklerdir. Böyle boş bir politik birliği terk etme yoluyla, geçici egemenliğin tabii bölgesini her tarafa sınırlayan sosyolojik kanunun normal bir tatbikatını görerek Osmanlı İmparatorluğu’nun zaruri dağılmasına üzülmelerini bırakacaklardır. Bu büyük gayeye Allah’ın yerine insanlığı geçirerek, daha iyi ulaşılacağını yakından göreceklerdir.” (Comte, 2004) Bu mektubun yazılıp gönderildiği 1853 tarihini kurumsal olmayan sosyolojinin Türkiye’de başlangıcı olarak değerlendirebiliriz. Halbuki Türkiye’de sosyolojinin II. Meşrutiyet yıllarında başladığı yolunda yanıltıcı ve bir o kadar da genelleşmiş bir yargı var. Doğrusu sosyolojinin kurumlaşmaya başlaması II. Meşrutiyet yıllarına rastlamaktadır. Ancak bu bakış ön-sosyoloji evresinin önemsiz görülmesi keyfiyetini de beraberinde getirmektedir. Osmanlı’nın son yüzyılına damgasını vuran düşünce hareketlerini göz ardı ederek, sosyolojiyi Türkiye’de kurumsallaştığı dönemle başlatmanın mantığını anlamak güç. Türkiye’de sosyolojinin hazırlık devresinde öne çıkan Osmanlı düşünürleri şunlardır. 1860’lardan itibaren Genç Osmanlılar: Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa, Ali Suavi, Ahmet Cevdet Paşa. Örneğin Şinasi’nin, Voltaire, Montesquieu, Auguste Comte gibi Fransız yazar ve düşünürlerinin etkisi altında kaldığını biliyoruz. Sadık Rıfat Paşa, Sait Halim Paşa gibi isimler de sosyal düşünceye katkıda bulundular. Şüphesiz bu aydınlar sosyolojik düşünceye yabancı değillerdi, ancak pür sosyolojik teoriye yabancı oldukları ve görüşlerini bilimsel bir sistem dahilinde dile getirmedikleri de bir gerçektir. Yüzyılın son safhasında Jön Türkler sahneye çıkar: Ahmet Rıza, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp ve diğerleri. Ahmet Rıza, Comte’un pozitivizmine; Sabahattin Bey ise, bilindiği gibi Le Play sosyolojisine bağlıydı. Ve bu iki anlayış birbiri karşısında konumlanacaktı. Ayrı bir kategoride, Tanzimat dönemi devlet adamı Cevdet Paşa’nın adını da anmak gerekir. Cahit Tanyol ve Ümit Meriç, Cevdet Paşa’nın ilk Türk sosyoloğu olduğunu iddia edecek kadar onun görüşlerine değer vermektedirler. Bu isimlerin hepsini birinci kuşak Türk sosyologları arasında değerlendirmek mümkündür. Ancak bu kişilerden pek azı görüşlerini sosyolojik bir disiplin içinde 8 sistemleşme başarısını gösterebilmiştir. Bu nedenle Tanzimat’tan itibaren toplum düşüncesi bağlamında oluşan büyük bir külliyatın Türkiye’de sosyoloji geleneğinin nüvesini, çekirdeğini, ön sahnesini oluşturduğunu iddia etmek anlamlıdır. Bu dönemin külliyatı sosyolojinin daha sonraki kurumlaşma aşamasında oldukça etkili olmuştur. “Proto-sosyoloji” kavramı, sosyolojinin bir anda ortaya çıkmadığını, belirli bir birikimin sonrasında geliştiğini, hatta bu birikimin bir öncülük, bir başlangıç ve bir ön sahne niteliğinde olduğunu ima ediyor. Pekala “pre-sosyoloji”, yani “sosyolojinin tarih-öncesi” adını verebilirdik. Yaygın kanının aksine, sosyoloji ülkemizde II. Meşrutiyet döneminde birden bire ortaya çıkmamıştır. Türkiye’de sosyolojinin kurucuları arasında adları ilk planda geçen Sabahattin Bey ve Ziya Gökalp gibi isimler kendilerinden önceki Tanzimatçı aydınların entelektüel mirasına çok şey borçludurlar. Dolayısıyla proto-sosyoloji terimi, sosyolojinin Türkiye’de kurumlaşma devresini hazırlayan olay ve gelişmeleri, belirli bir birikim devresini ifade etmektedir. Dolayısıyla Türkiye’de sosyolojinin kaynakları XIX. yüzyılda ve bu yüzyılın koşullarında aranmalıdır. Bu birikim devresi olmaksızın belki Türk sosyolojisinden de bahsedemeyeceğiz. Başka bir deyişle, Türkiye’de sosyoloji adına söylenen sözlerin XX. yüzyıldan önce “tabula rasa”dan ibaret olmadığını iddia edebiliriz. Kuru bir iddianın ötesinde, bu sosyoloji tarihine ilgi duyan herkes için uzun soluklu bir araştırma konusudur. XIX. yüzyıl ve öncesinde Osmanlı aydınlarının toplum sorunları hakkında hiçbir şey düşünmediklerini, düşündüklerini sistematik bir biçimde dile getirmediklerini öne sürmek herhalde yadırgatıcı bir iddia olur. Bu düşüncelerin toplamını proto-sosyoloji adını verdiğimiz terimle ifade etmek istiyoruz. XIX. yüzyılda Osmanlı’da modernleşme ya da Batıcılaşma adını verdiğimiz gelişmeler sadece kendi özellikleri içinde anlaşılamaz. Batı’dan yeni düşünce akımları, ideolojiler, reform stratejileri gelmiştir. Bu akımlar Türkiye’de biçimlenmekte olan sosyoloji geleneklerinin de olmazsa olmaz ön koşullarını oluşturacaktır. En başta rasyonalizm, materyalizm ve pozitivizmin imparatorluk sınırları içine dahil oluşu bile başlı başına büyük bir gelişmedir. Bu akımların aktarım süreci ve bir kuluçka devresi olmaksızın sosyolojinin Türkiye’deki başlangıç ve gelişimini kavramak da oldukça güçtür. Dönemin yükselen siyasal eğilimlerine bakıldığında karşımıza ilk önce anayasa ve anayasal kurumların gerekliliği tartışmaları çıkmaktadır. Reformlar sadece siyasal temelde değil, hukuksal ve kurumsal çerçevede de ele alınmaktadır. Buna bağlı olarak basın ve “efkârı umumiye”nin (kamuoyu) doğuşu ve gelişmesi söz konusu olmuştur. Böylece Osmanlı’da tedrici olarak modern anlamda bir muhalefet de oluşmaya başlar. Dönemi karakterize eden bir olay, meşrutiyet tartışmaları ve ilk Osmanlı meclisinin teşekkülüdür. Buna bağlı olarak anayasal hak talepleri ve meşruti idare düşüncesi gündeme gelmiştir. Teşrii (anayasal) ve 9 temsili organların teşkili ile padişahın yetkileri kısıtlanmak istenmektedir. “Şura” (konsey, meclis, danışma kurulu, divan) ve “meşveret” (danışma) kavramları Tanzimat dönemi aydınlarının sıklıkla kullandıkları kavramlar arasında yer almaktadır. Genç Osmanlılar’ın en önemli yayın organlarından birinin adının Meşveret olması da oldukça anlamlıdır. Bir Jön Türk yayın organının adı da Şura-yı Ümmet’tir. Çağrışımları oldukça güçlü olan bu terimler parlamentoyu, anayasayı ve demokratik yönetimi imlemektedir. “Meşveret”/”şura” usulünün İslam tarihinde de önemli ve ayırt edici bir yeri vardır. Bu nedenle bir İslam ülkesinde parlamento, anayasa gibi modern Batılı kurumları ithal etmeye kalkma girişimi İslam hukuku ile de bağdaştırılmak istenmiştir. Böylece Batılı kurumlar meşru kılınmaya çalışılmıştır. Osmanlı’da ilk defa “vatan” ve “vatandaşlık” mefhumunun doğuşu da aynı döneme rastlar. “Memalik-i Şahane” yerine “vatan”; “tebaa” yerine “vatandaş” kavramının geçmeye başlaması Namık Kemal gibi öncü aydınların gayretleri sonucudur. Pozitif bilimler okuyarak entelektüel donanımlarını kazanan ve Aydınlanmacı görüşlerin etkisi altında olan aydınlar Osmanlı Devleti’nde birtakım reformların yapılmasını talep etmektedirler. Din ve inancın yerine aklın öne geçmesi, rasyonel düşünce ile birlikte seküler bir dünya görüşünün gelişmesi söz konusu olmuştur. Rasyonel düşünce ve pozitif bilimler vasıtasıyla topluma yön verilebileceği, imparatorluğun içinde bulunduğu çöküntüden kurtarılabileceği görüşü güçlenmiştir. Şinasi bu açıdan bir ilktir. Diğer Genç Osmanlılar, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa da benzer görüştedirler. Daha sonra Genç Osmanlılar’ın düşünce ve eylem mirasını Ahmet Rıza, Sabahattin Bey gibi Jön Türkler sürdürmüşlerdir. Yüzyılın sonlarına doğru ön-sosyolojiden sosyolojiye ve kurumsal sosyolojiye geçiş evresi yaşanacaktır. Ön-sosyoloji evresi Tanzimatçı siyasetle iç içe geçmiş bir toplum anlayışıyla tezahür etmektedir. Tanzimat döneminde Osmanlı’nın geleneksel dünya görüşü kırılmaya, kabuk değiştirmeye başlamıştır. Yeni dünya görüşünün oluşması sancılı bir şekilde gerçekleşmiştir. XIX. yüzyılın son çeyreğine kadar toplum sorunları ile ilgili yeni konular ve yeni düşünce biçimleri bilimsel bir terminolojiyle ve sistemli bir çerçevede dile getirilmemiştir. Genç Osmanlılar ve onların ardılları görüşlerini çoğu zaman şiir, piyes, roman, kaside, iktibas, lahika, ariza ve gazete köşe yazısıyla ifade etmişlerdir. Bunun nedeni, yeni fikirlerin dolaysız ifadesinin yadırganması ve suçlanmasıdır. Bu açıdan şiirsel üslup ve anlatım tarzı daha elverişli bir yol olarak görülecektir. Gerçekten de akılcı düşünce, dilde sadeleşme arzusu ve Batılı yaşam ölçülerine uyum toplumun genelinde tepki çekmektedir. Modernleşme ya da Batılılaşma sürecinde Avrupa’dan gelen liberal etki, içeride İslam kültürüyle çarpışmış, zaman zaman karşı duruşlar olsa da, İslam’la uzlaştırılmaya çalışılmıştı. Birçok reformun kağıt üstünde kalmasında, toplumun reformlara karşı direnci ve eğitimsizliği 10 de önemli bir yere sahipti. Namık Kemal ve diğerleri devlet düzeni ve toplum yaşantısı bakımından yenileşme girişimlerini temsil ediyorlardı. İkinci Devre: Sosyolojinin Kurumlaşması İlk dönemde Fransız sosyal bilimcileri yakından izlenmiş; Montesquieu, Comte, Durkheim, Demolins ve Bouglé’dan vb. çeviriler yapılmıştır. İlk sosyologlarımız Batı’dan aktardıkları sosyoloji kaynakları konusunda olduğu kadar, ele aldıkları sorunlar konusunda da seçici olmuşlardır. Bu seçicilikte Osmanlı Devleti’nin sorunlarının ve içinde bulunduğu koşulların payı büyüktür. Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak gibi eser adları bile, Türk sosyolojisinin biçimlenmesinde siyasi tercihlerin ne kadar belirleyici olduğunun bir göstergesidir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupa’da sürgünde bulunan Jön Türklerin ülkeye dönmesiyle Türk sosyolojisinde yeni bir dönem açılmıştır. Bu dönemde birbiri ardı sıra sosyoloji kitapları çevrilmeye başlanmış, zengin bir tartışma gündemi doğmuştur. Çeviri faaliyetine bağlı olarak çeşitli sosyoloji anlayışları da şekillenmeye başlamıştır. Başlangıç evresinde Türk sosyolojisinde dört ana çizgiyi ayırt etmek mümkündür: Le Play-Demolins çizgisi (Science Sociale okulu), Comte-Durkheim çizgisi, Herbert Spencer kaynaklı organizmacı-biyolojik sosyoloji yaklaşımı ve Gustave Le Bon kaynaklı sosyal psikoloji yaklaşımı. Bu çeşitlilik, Türkiye’de sosyolojinin daha doğuşundan itibaren ne kadar değişik kaynaklardan beslendiğinin bir göstergesidir. Ahmet Rıza ve Sabahattin Bey Jön Türk hareketinin önde gelen ideologları arasında yer almaktadırlar. Her ikisi de Türk siyasal yaşamına değişik biçimlerde müdahale etmişlerdir. Ahmet Rıza II. Meşrutiyet döneminde ülkenin kaderini tayin eden siyasal kadrolar içinde yer almıştır. İttihat ve Terakki üyeliğinde bulunmuş, Meclis-i Mebusan başkanlığı yapmıştır. II. Meşrutiyet yıllarında siyasal etkinliği ile ön plana çıkan Ahmet Rıza, bu dönemin düşünce ve tartışma gündemi içinde eski ağırlığını koruyamamıştır. Onun temsil ettiği Comte pozitivizmi çizgisi Durkheim’ın sosyoloji yaklaşımıyla bütünleştirilerek daha sistemli bir biçimde Gökalp tarafından geliştirilmiştir. Sosyoloji Türkiye’de birtakım pratik ihtiyaçların ürünü olarak doğmuştur. Sosyolojinin aydınlar arasında önem kazandığı dönemde Osmanlı Devleti çözülme sürecine girmiş bulunmaktadır. Mevcut Tanzimatçı siyasetin sürdürülmesinde ciddi tıkanıklıklar baş göstermiştir. İmparatorluğun çeşitli unsurlarını bir araya getirmeyi amaçlayan Osmanlıcılık siyasetinin, farklı din ve milletlerden bir Osmanlı insanı yaratma fikrinin başarısızlığı 11 kesinleşmiştir. Fransız Devrimi’nin bütün dünyada etkisini gösteren eşitlik, ulusçuluk ve ulusdevlet idealleri özellikle imparatorluğun çevre bölgeleri olan Balkanlar’da etkisini göstermeye başlamıştır. İmparatorluğun çevre/taşra unsurları bağımsız çözüm arayışlarına girişeceklerdir. Bir bakıma sosyoloji de söz konusu arayışlara alternatif oluşturacak çözüm arayışlarının bir ifadesi olarak biçimlenmiştir. Gökalp, sosyoloji yardımıyla çareyi “ümmet” bağından, imparatorluk mirasından ve tebaalık konumundan kurtulmakta görürken, “milletleşmek” çözümünü önermektedir. İkinci devre, Türkiye’de sosyolojinin kurumlaşmaya başladığı devredir ve II. Meşrutiyet’in ilk yıllarına kadar geri gider. Sosyolojinin kurumlaşmasını, sadece akademi içinde yer alması olarak görmemek gerekir. Sosyolojik düşünceler birtakım düzenli yayın organlarında ifadesini bulmaya başlamıştır. Bu açıdan Türkiye’de yayımlanan ilk sosyoloji dergisi olarak, 1908’de yayınına başlayan Ulum-i İçtimaiye ve İktisadiye Mecmuası’nı gösterebiliriz.** Yine Ziya Gökalp’in 1917’de yayınladığı İçtimaiyat Mecmuası da kurumlaşma yolunda atılan bir adımdır. Ancak bunlardan daha önemlisi, dünyanın ikinci sosyoloji kürsüsünün İstanbul Darülfünunu bünyesi içinde 1914 yılında kürsüleşmiş olmasıdır. Bugün Türkiye’de sosyolojinin 100. yılı adına sempozyumlar, toplantılar düzenlenmesinin anlamı da burada yatmaktadır. Ancak altını çizerek belirtelim, sosyolojinin Türkiye’de bir de kurumsal olmayan tarihi vardır. Eğer birinci devre yaşanmamış olsaydı, onun temelleri üzerinde ikincisinin de kurulması ne ölçüde mümkündü, tartışmalıdır. Birinci devre ile ikinci arasındaki geçişkenlik, bütünleşme ve örtüşmeler de göz önünde bulundurulmalıdır. Daha geniş bir bakış açısıyla bakıldığında, bugün Türkiye’de sosyolojinin 160. yılından söz etmek ve başlangıç tarihi olarak ise, Comte’un Mustafa Reşit Paşa’ya mektubunu yazdığı tarihi belirlemek anlamlı olabilir. Üçüncü Devre: Cumhuriyet’in Tek Partili Dönemi Üçüncü devre Cumhuriyet’in ilanıyla açılır. Bu dönemde sosyoloji yeniden bir canlanma içine girmiştir. Türk düşüncesi içindeki eski önem ve ağırlığını yitirmemiş, aksine Malta sürgününden dönen Gökalp’in çabaları ile yeniden ülkenin bilim ve düşünce gündeminde yerini almıştır. Gökalp 1924 yılında yeni siyasetle uyum içinde, yeni siyasetin çerçevesini ve ilkelerini çizen Türkçülüğün Esasları’nı kaleme almıştır. Bu eser, Gökalp’in ** Mehmet Kanar öncülüğünde bir ekip tarafından tüm ciltlerinin çevrimyazısı yapılarak Doğu Kitabevi tarafından 2015 yılında yayımlanmıştır. 12 görüşlerini yeniden gözden geçirdiği ve eski sistemini bazı unsurlarından arındırdığı bir eserdir. Gökalp yeni siyasetle bağlantılı olarak sistemini yeniden gözden geçirme gereğini duymuştur. Çökmekte olan bir imparatorluğu kurtarma kaygısı yoktur artık; bütün ilgisini yeni kurulmakta olan devletin düşünsel temellerinin belirlenmesine odaklamıştır. Gökalp devlet düzeyinde yapılan yeni siyasi seçimin meşrulaştırılmasına çalışmaktadır. Türkçülüğün Esasları yeni dönemde Cumhuriyet ideolojisinin parlak örneklerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Etkisi günümüzde de sürmektedir. İmparatorluğun tasfiyesi ardından sosyolojideki tartışmalar da farklı bir mecraya kaymıştır. Ancak bu dönemin önceki dönemden keskin bir biçimde ayrıştırılmasında da güçlük vardır. Çünkü Cumhuriyet döneminde etkili olmuş birçok sosyolog, asıl donanımlarını II. Meşrutiyet ve hemen öncesi dönemde kazanmışlardır. Örnek olarak Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi adları verebiliriz. Bu kişiler aynı zamanda Cumhuriyetin de fikir mimarları arasında yer alırlar. Cumhuriyet, daha önceki dönemde (Tanzimat ve iki ayrı meşrutiyet deneyimiyle) girişilen bütün Batıcılaşma girişimlerinin bir mirasçısı ve devamcısı, ama öncekilerden daha radikal bir harekettir. Osmanlı tebaasının yerine vatandaşı geçirmek isteyen Jön Türklerin mirasçısı olan Cumhuriyet kadroları Misak-ı Milli sınırları içinde bir Türk ulusu yaratma tasarısını gerçekleştirmeye yönelmişlerdir. Geleneksel özelliklerinden arındırılmış bir yurttaş tipi yaratmak hedefi, Anadolu köylüsünden Batı tipinde bir yurttaş çıkarma girişimleriyle sürüyor. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yıllarında köy meselesi Türk sosyolojisinin en önemli meseleleri arasında yer alıyor. “Kılıca karşı saban”, “köylü milletin efendisidir”, “kalkınma”, “asrileşme”, “ülkeyi baştan başa demir ağlarla ördük” anlatıları döneme damgasını vuruyor. Temelde siyasi bir seçime bağlı olan bütün bu uygulamaların sosyolojide de izleri görülüyor. Sosyoloji bu büyük tabloda merkezi bir konumda yer alıyor. Sonuç Yerine Türkiye’de, Batı’dakinden başka saik ve gerekçelerle sosyolojiye ilgi duyulmuştur. Her şeyden önce Türkiye’de sosyoloji daha başlangıçta siyasetle yakından ilişkili olmuş ve bir tür “devlet bilimi” olarak gelişme göstermiştir. Türkiye’de adı sosyolojinin kurucuları arasında geçen Sabahattin Bey, devletin kurtarılmasına yönelik bazı çözüm önerilerini devletin kadim “layiha” geleneğine uyarak yazdığı “ariza” ve “mektup”larla padişaha ve devletin diğer ileri 13 gelenlerine sunmuştur.†† Bu gelenek sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Sosyologlar ülke siyasetini belirlemeye, etkilemeye çalışmakla birlikte, kendileri de belirli siyasal gelişmelerin ve siyasal iradenin etki ve belirlenimine açık olmuşlardır. Sosyoloji Türkiye’de büyük ölçüde siyasal değişme ve gelişmelere bağlı olarak gelişme olanağı bulabilmiştir. Türkiye’nin geçirmiş olduğu büyük siyasal dönüşümlerin sosyolojideki yansıma ve izdüşümlerini takip etmek hiç de zor değildir. İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte, Cumhuriyetin Tek Partili döneminden Çok Partili döneme geçişte, 1960 ve 1980 askeri darbelerinden sonra Türkiye’de sosyoloji pratikleri belirgin bir biçimde değişime maruz kalmıştır. Bugün de durum çok farklı değildir. Türkiye’de sosyoloji son yüz elli yıl boyunca kendine özgü bir gelişim seyri izlemiştir. Bu gelişim serüvenini, sosyolojinin başka ülkelerdeki serüveniyle kıyaslamak anlamlı olacaktır. Böylece Türkiye’de sosyolojinin özgül yönleri daha berrak bir biçimde görülebilecektir. Türk sosyolojisi, dönemsel farklılaşmalarına ve farklı ekolleşmelerine rağmen, büyük ölçüde, Türkiye’nin Batılılaşma sürecinin bir parçası ve yansımasıdır. Türkiye’de sosyoloji, dönemden döneme değişkenlik gösteren Batıcılaşma programlarının savunulması işine koşulmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de sosyolojinin egemen Batıcı siyasetle kesişen, örtüşen noktaları üzerinde dikkatle durulmalıdır. Nihayet, sosyolojinin Türkiye’deki tarihsel mirası önünde şu soruları açık bir şekilde sormak gerekmektedir: Türkiye’de sosyoloji yüz elli yıldır hangi toplumsal sorunların çözümünde rol oynamıştır? Bugün gelinen noktada bütün bu deneyimlerden kazanılmış olumlu bir birikim ya da alınan dersler var mıdır? Sosyolojinin siyasete ve devlete aşırı bağlılığı, buna karşılık kendi nesnesi olan toplumdan kopukluğu ne gibi zaaflar doğurmaktadır? Türkiye’de bir sosyoloji geleneği ne ölçüde oluşabilmiştir? Kısacası, bugün Türkiye’de sosyolojiden beklenen nedir? Kaynakça Akçura, Yusuf. (1987), Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi. Akçura, Yusuf. (1988), Osmanlı Devletinin Dağılma Devri (XVIII ve XIX. Asırlarda), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yay. †† Sabahattin Bey, imparatorluğun dış politikasına yön vermek üzere, benzer “mektup”ları yabancı sefirliklere de göndermiştir. 14 Akçuraoğlu, Yusuf. (1339/1923), Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler ve Fikri Cereyanlar, İstanbul, Yeni Matbaa. Comte, Auguste. (2004), “Auguste Comte’un Mustafa Reşit Paşa’ya Mektubu ve Tercümesi”, Çev. Nurmelek Demir, Düşünen Siyaset, Sayı: 19, ss. 287-293. Giddens, Anthony. (1992), Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji, Çev. Ahmet Çiğdem, Ankara, Vadi Yay. Ziya Gökalp. (1976), Türkçülüğün Esasları, Haz. Mehmet Kaplan, İstanbul, Kültür Bakanlığı Yay. Ziya Gökalp. (1976), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Yay. Haz. İbrahim Kutluk, Ankara, Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yay. Kaçmazoğlu, H. Bayram. (1999), Türk Sosyoloji Tarihi Üzerine Araştırmalar: Öncüleri ve Temelleri Çerçevesinde Yaklaşımlar, İstanbul, Birey Yay. Kaçmazoğlu, H. Bayram. (2001), Türk Sosyoloji Tarihine Giriş: Ön Koşullar, Cilt: I, İstanbul, Birey Yay. Mardin, Şerif. (1983), Jön Türklerin Siyasi Fikirleri: 1895-1908, İstanbul, İletişim Yay. Mardin, Şerif. (1996), Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul, İletişim Yay. Ahmet Rıza. (1989), Batı’nın Doğu Politikasının Ahlaken İflası, Çev. Z. Ebuzziya, İstanbul. Prens Sabahattin. (1999), Görüşlerim, Haz. Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul, Buruc Yay. Prens Sabahattin. (1999), Türkiye Nasıl Kurtarılabilir ve İzahlar, Çevriyazı: Fahri Unan, Ankara, Ayraç Yay. Szakolczai, Arpad. (1998), Max Weber and Michel Foucault: Parallel Life-Works, New York, Routledge. Weber, Max. (1991), Essays in Sociology, Trans. and ed. H.H. Gerth, C. Wright Mills, Routledge, Weber, Max. (1998), Sosyoloji Yazıları, Çev. Taha Parla, İstanbul, İletişim Yayınları.