MARXİZM’İN DEVRİMCİSİZLEŞTİRİLMESİ (Yarım doğru en büyük yanlıştır) Marxizm, elbette bir devrim politikası programı değildir. Başka ifadeyle salt siyasal eylemin yol göstericiliğine indirgenemez. Bu anlamda, Marksizm’i bir devrim programı kataloguna indirgemek yanlıştır. Ancak daha yanlışı Marxizmi irdelerken burada takılı kalmak, bu takıntı ile de, başka yarım doğrular üretmektir. O halde, Marxizm’in bir bilim olduğu ve felsefi kaynağını diyalektik ve tarihsel materyalizmden aldığı gerçeği ile başlamak yerinde olacaktır. Bu gün hâlâ dünyanın hemen her yerinde, insanların, sürekli bunalımlarla sarsılan kapitalist sistemin ve onun manevi-kültürel değerlerinin seçeneğini aramaya devam ettikleri de bir gerçektir. Ancak bu arayışın bir yanında hâlâ burjuva ideolojisinin etkileri var olmaya devam etmektedir. Buna karşın, yine de sosyalizm seçeneğinin çekiciliği artan hızla kendini göstermeye devam etmektedir. Bu da, sosyalizmin dünya görüşünün temeli olan Marxizm – Leninizm’e yönelişi artırarak sürdürmektedir. Bu yönelişin artarak devam etmesi karşısında endişelerinin sürdüğünü gizlemeyen kapitalizmin temsilcileri de boş durmamakta ve bu yönelişin önünü kesmek için uydurulmuş veya çarpıtılmış Marxizm örnekleri üretmekte ve yaymaktadır. İşte bu nedenle ve günümüzde Marxizm-Leninizm’i gözden düşürmek, tarihte kaldığını ve geçerliğini yitirdiğini kanıtlamak için, neredeyse tümüyle laboratuarlarda üretilen ideolojik saldırı malzemeleri ile ve yine neredeyse tümüyle, işçi sınıfının, sosyalist hareketin içindeki sahte sol/sosyalist gömlekli burjuvazinin seçilmiş görevlileri eliyle ve sinsi çabalarla, sürdürülmeye devam eden ideolojik saldırının etkilerini kırmak, ortadan kaldırmak için, Marxizm-Leninizm’i, Marxist bir yaklaşımla ve eleştirel bir gözle irdelemek ve çağın gereklerine uygun, çağın bilimsel gelişmişlik düzeyini de göz önüne alarak, hiçbir katkıda bulunulamasa bile, gözden geçirmek yararlı ve ilerletici sonuçlar doğuracaktır. Bunun anlamı, Marxist dünya görüşünün tüm bilgi alanlarındaki bileşimini yeniden ortaya koymaktır. Bunu ben çok kez yineleyerek, Marx’ı ( elbette Engels ve Lenin’de içindedir) Marx ‘ta kalarak aşmak ifadesi ile tanımlamaya çalışmışımdır. Bu konuda özellikle gençlere ve elbette sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş olan, eskiden arta kalan, daha doğrusu eskinin eksikli, yarım doğrularla sosyalist hareketi büyük bir parçalanmaya iten yanlışlarının sersemletici etkisi ile kendini kaybetmemiş olan dürüst devrimcilere vereceğim temel adres, Engels’in son derece titizlikle ve son derece cesurca Marx’ın düşüncesinin en tam biçimde anlaşılmasını, öğrenilmesini sağlayacak şekilde ortaya koyduğu çalışma olan Anti-Dühring olacaktır. Anti-Dühring’in Marxizm’in temel ilkelerini açık ve eksiksiz bir biçimdeki açıklaması olarak önemi son derece büyüktür. O kadar öyle ki, Sovyetler Birliğindeki kapitalist yenileme çabalarını finale götürmek isteyenlerce, en önemli engellerden birisi olarak görülmüş ve yıkılış arifesinde, Anti-Dühring’in geçerliğini yitirdiği yönlü kararlar alınarak, Anti- Dühring’in eskimişliği üzerinden Marxizm-Leninizm’in temellerine saldırıya yeni bir boyut kazandırılmıştır. Oysa Engels, bu yapıtında, Dühring’in etkisinde kalan en yüksek düzeydekileri dâhil, Alman Sosyal-Demokrat liderlerin ve kadrolarının Marxizm konusunda zihinlerini açmak için, Dühring’in, sosyalizmin yandaşı görüntüsü altında yaymaya çalıştığı bilimsellikle tümüyle ters orantılı ve Alman Sosyal Demokrat liderlerin ideolojik yetersizliklerinin üzerine basarak bilimsel tonda sunmayı başardığı fikirlerini, Materyalizmin kendi zamanındaki bilime uygun düşen biçimini saptayarak yerle bir ediyordu. Bu gün gençler, Marxizm-Leninizm’i anlamak ve öğrenmek için son derece geniş olanaklara sahiptirler ancak, aynı oranda da Marxizm-Leninizm’i anlamalarının ve öğrenmelerinin önünde son derece sinsi engeller vardır. O nedenle de, Marxizm-Leninizm’in, üçüncü şahıslardan değil, kaynağından öğrenilmesi -yine son derece- önem taşımaktadır. Ola ki üçüncü şahısların çalışmalarına başvurulması kaçınılmaz ise,- Marxist-Leninist etiketle öne çıkmış çeşitli örgütler de bunun içindedir- yine de Marxizmin temellerine kendi kaynaklarından vakıf olmak temel düstur olmalıdır. Bu, bu temelde hareket eden örgütlerin bünyesindeki unsurların en tepedeki ile en uç köşedekilerinin arasındaki ideolojik-politik yaklaşımındaki farkı veya eksikliği neredeyse sıfır noktasına çekebilmenin güvencesi olacaktır. Bu da, Marksizm’i dışardan eleştirerek bozmaya çalışanların etkilerine maruz kalmamanın güvencesi olacaktır. Marxizm’e vurgu yaparken, onun tek bir parçadan ibaret olmadığını hatırlamak gerekir. Doğanın, toplumun ve düşüncenin genel gelişim yasalarının kavranması elbette Marksizm’in içerdiklerinin sadece bir bölümüdür. Başka parçaları da olduğunu biliyoruz ki, ikinci parça Ekonomi Politiktir, yani insanların üretim süreci içinde kurdukları toplumsal bağların ve ilişkilerin bilimi; Diğer parça ise, Bilimsel Sosyalizmdir, yani işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin karakterinin ve koşullarının, bu sınıfın hedefinin ve sosyalist toplumun temel ilkelerinin bilimidir. Bu bütünlük kavranmadan Marxizm’in temellerine vakıf olmak eksikli kalacaktır. Kalıyor. Bununla birlikte Marxizm’in birden bire ortaya çıkmadığı, felsefi, tarihsel ve sınıfsal çeşitli önceleyenlerin üzerinden yükseldiği ve Marx ile Engels’in bu önceleyenlerle birlikte, kendilerinin yaşadıkları çağın gerçekliklerini de irdeleyerek geliştirdiği bir bilim olduğu da unutulmamalıdır. Örnek olsun, Marksizm’den, Marksizm’i kanıt göstererek uzaklaşmak veya vazgeçmek isteyenlerin, buna felsefi bir ton vermek üzere ortaya saçtıkları ünlü ve bu gün yarım doğru şeklinde koskoca bir yalana dönüştürülmeye çalışılan, “değişmeyen tek şey değişimdir” ifadesinin kökü Marx’tan çok önceye dayanır. Bu biçimde düşünmek, Antik Yunan filozoflarına aittir ve ilk formüle eden Herakleitos’tur. “her şey hem kendisidir ve hem de değildir; çünkü her şey akar, sürekli dönüşme, var oluş ve yok oluş durumundadır.” Örnekleyebileceğimiz bir başka önemli nokta da, Kant’ı ve Laplace’ı hatırlamamızı gerektiren Alman felsefesidir. Evrenin, onun ve insanlığın evriminin olduğu gibi, bu evrimin, insanların beynindeki yansımasının da doğru bir biçimde kavranması,(öyleyse ancak varoluş ve yokoluşun, ilerleyen ve gerileyen değişikliklerin evrensel karşılıklı etkilerini sürekli göz önünde tutarak), diyalektik yoldan olanaklıdır. İşte modern Alman felsefesinin çıkışı tam buradadır. Kant “güneş doğmuş olduğuna göre, güneş sisteminin bir gün mutlaka sönmek zorunda olduğu” sonucunu çıkarmıştı. Ve bu teorik çıkarım, Laplace tarafından, neredeyse 50 yıl sonra matematiksel olarak kanıtlanıyordu. Ardından Hegel sisteminin geldiğini ve bir dönem Marx ile Engels’in Hegelyen olduklarını, sonra onu aşarak Marxizme yol aldıklarını, daha sonra Hegel’i eleştiren Feuerbach’ın, özellikle de Hıristiyanlığın özü, Essence of Christianity, çalışmasından etkilenerek Feuerbachyen olduklarını ve onu da aşarak Marxizmi geliştirmeye devam ettiklerini biliyoruz. Ve ütopik sosyalizm. Demek ki, Marxizm, gökten hazır reçetelerin taşındığı bir torba içinde yeryüzüne sarkıtılmış değildir. Ancak tarihin çözerek ilerleyen gelişim çizgisi üzerinde taşınarak açığa çıkan gerçekliklerin, Marxizmin kurucularının ve onları önceleyenlerin önüne sarkıtılmasını tasavvur etmek pek de yanlış olmaz. Ancak burada irade, doğanın ve toplumun gelişmesi yanında, buna zaman zaman paralel, zaman zaman ters orantılı olarak gelişen düşünceye aittir. İşte Marxizmin kurucuları, bu gelişmelerin taşıdığı çözülmüş veya çözülmemiş olarak, yaşadıkları çağın gerçeklikleri olarak ve çoğu zaman görünmeyen olarak önlerine düşen gerçeklikleri, tarihin ve toplumun derinliklerinden almış, doğa biliminin gelişmesi ile de daha bilimsel bir yaklaşımla, başka ifade ile bilim adamı iyimserliği ile çözümlemiş, işlemiş ve bir teori olarak ortaya koymuşlardır. Serüveni bu kadarla sınırlı olmayan ve kısa veya lokal cümlelerle bütünlüğüne vakıf olunamayacak denli geniş bir alanı ve içeriği olan Marksizm’i, bir de Leninizm ile birlikte ele almak, bu bütünlük içinde değerlendirmek gerekmektedir. Burada ve bu günün koşullarında, yani, sosyalizmin yıkılmış olduğu, tarihin bittiği, sınıfların ve sınıf mücadelesinin ortadan kalktığı, en azından belirleyiciliğinin ortadan kalktığı biçimindeki zorlama telaffuzların etrafa saçıldığı koşullarda, Marxizmin üç temelinin sapasağlam ayakta durduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim. Öncelikle, Marx’ın teorisinin, yani sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu teorik saptamasının, Sovyet sosyalizminin yıkılışındaki derslerde çok daha rafine olmak üzere, reel sosyalizm ile kanıtlanmış olduğunu artık hiç unutmamak gerekmektedir. İkinci olarak, emek sürecinin belirleyiciliği ilkesinin de son derece somut olarak ayakta durduğunu görebilmek çok daha kolay bir açıklıktadır. Bu gün hâlâ Kapitalistler kaygılarının kaynağını bu süreçte bulmaktadır. Üçüncü olarak ise, tarihin gelişiminin motorunun hâlâ sınıf mücadelesi olduğu apaçık görülmektedir. Dolayısıyla kapitalistler, en büyük, şiddetli ve sinsi saldırılarını bu üç temel üzerinde yoğunlaştırmakta, sosyalizmin işçilerin malı olmadığını, kapitalistlerin de malı olduğunu, dolayısıyla kapitalizmin gelişimini tamamlaması ile birlikte, kaçınılmazlıkla ve kendi isteği ile sosyalizme geçmeye karar vereceğini; bunun için de, kapitalizmin aksaklıklarının giderilmesi yoluyla kerte kerte sosyalizme varılacağını; bu nedenle de sınıf mücadelesinin tarihe karıştığını, işçi sınıfı ile kapitalistlerin empati içinde birbirlerini tamamlayabileceklerini, aslolanın insan olduğunu, kavganın iyi insanlarla, kötü insanlar arasında olduğunu, dolayısıyla insanın yerine sınıfı ve sınıf çatışmasını koymanın ırkçılık olduğunu ve daha birçok şaşırtıcı inciler dökerek, sonuçta kapitalistlere ait bir Marksizm’in ve dolayısıyla sosyalizmin insanlık için çok daha yararlı olacağını inandırmaya çalışmaktadırlar. Böylece, güler yüzlü sosyalizmden, “demokratik”,”özgürlükçü” ,”insancıl” sosyalizme kadar uzanan çeşitli teoriler, emperyalist kapitalizmin laboratuarlarında lezzetli tadlar, kulağa ve göze hoş gelen renkler katılarak üretilip, sosyalist mücadele alanlarına şırınga edilmekte iken, aynı zamanda emek sürecinin yoğun olduğu yerlere kapitalistler, asker ve polis gücünü yığmakta, zorunun korkutucu gücünü yerleştirmektedirler. Yani kısaca, bir taraftan emek sürecinde buldukları kaygılarını gidermek için, kapitalistler buralara “zor”unu yığarlarken, sınıf mücadelesini köreltmek için son derece sinsi yöntemler ve araçlar geliştirmekte ve elbette bunlarla birlikte, kendisine uygun sosyalizmi üretmeyi ve buna uygun olarak Marxizm-Leninizm’in içini boşaltmayı ve ondan önce Leninizm’i Marxizmden ayırarak, Marksizm’i güler yüzlü bir iktisat doktrini ve felsefe tarihinin sevimli bir dipnotu olarak yansıtmayı bir politika ve ideolojik mücadelelerinde bir silah olarak öne çıkarmaktadırlar. Öyleyse, bu serüveni derinlemesine takip etmeyi ve bu derinlikte anlamayı ve öğrenmeyi okuyuculara ama ondan önce bu konuda hassasiyetlerini öne çıkartarak bir lokal vurgu ile sorunu çözdüklerini sanan yorumculara bırakıp, Leninin katkısına, dolayısıyla MarxizmLeninizm bütünlüğünün önemine geçebiliriz. Buna geçmeden önce, Marxizm’in üç temelinin sapasağlam durduğu şeklindeki vurgumuza, Marx’ın düşüncesinin kaçınılmazı ortaya çıkaran bir teorik yapı olduğu yönlü vurguyu da eklemek istiyorum; buradan hareketle kaçınılmazı bulup ortaya çıkarmanın, bilimin işi olduğunu ve bir bilimselliğin ifadesi olduğunu, bilimselliğin, kaçınılmazlık ve zorunluluk olduğunu, özgürlüğün ise, bu zorunluluktan kaçılmaz olarak doğduğunu; düzeni tasarlamak ve iktidarı politik müdahale ile almanın özgürlük olduğunu ve bu noktada Lenin’i, Leninizm’i hatırlamak gerektiğini vurgulamak istiyorum Dolayısıyla klasik iktisatçıların son derece kötümser olduklarını, söz yerinde ise felaket tellalı olduklarını ancak felaketi insanlığın üzerine yıktıklarını hatırlatarak; Marx’ın da bir iktisatçı olduğunu fakat bu şom ağızlı iktisatçılardan ayrıldığını; kapitalizmin gelişiminin kıyamete götürdüğünü onun da gördüğünü, ancak bu kıyametin kapitalistlerin kıyameti olduğunu, bu kıyametin içinde insanlığa bir cennet doğduğunu ortaya koyduğunu, bu çerçevede de son derece iyimser olduğunu, dolayısıyla iyimserliğinin kaynağının bilimsel olduğunu, bu iyimserliğin işaret ettiği cennetin ise sosyalizm olduğunu ve işte Marxizmin bu cennete açılan teorik bir kapı olduğunu, ancak sadece bu olmadığını, kapılar sonuna kadar açıldıktan sonra cenneti kalıcı kılacak olan ve insanlığın gelişiminin temel yol göstericisi olarak gelişmeye ve geliştirilmeye devam edecek olan bir bilim olduğunu; Leninizmin ise bu kapıları sonuna kadar açan iradenin adı olduğunu, başka ifadeyle Marxizmi yaşatanın, Kapitalistlerin gönlündeki, iktisat derslerinde okutulan bir ekonomi politik doktrinler tarihi bölümü ve felsefe tarihinin bir dipnotu olmaktan kurtaran, Ekim devriminde vücut bulan teorik-pratik bütünlüğe içerilmiş irade olduğunu; daha ileri giderek, Leninizm’in Rusya Marxizmi olduğunu ve Marxizmi başarıya götürenin Rusya Marxizmi olduğunu hatırlatmak istiyorum. Bunları neden hatırlattığıma gelince; Marksizm’i, “Marxizm, ezilen veya sömürülen siniflarin bilimidir” demek ile “ işçi sınıfının bilimidir” demek arasındaki tartışma sınırında irdelemenin; ne Marksizm’i bütünsel olarak ve çağımızdaki sosyalizmin sorunlarının çözümüne dönük olarak irdelemek olduğunu, ne de Marksizm’i eleştirel bir yöntemle irdelemek, başka ifadeyle Marksizm’i, Marxist yöntemle eleştirmek demek olduğunu göstermek istediğim içindir. İlaveten, Marxizm’e sahip çıkmak adına, Marxizm’e dair eksikli veya yanlış, ki eksikli olanlar yarım doğru mislidir ve yanlıştan bin kat yanlış olmayı içermektedir, ifadelere işaret ederek, onların yanlışlığını veya eksikliğini göstermek üzerinden başka yanlış ve eksik ifadeler kurulmasının çok daha büyük bir eksiklik ve yanlışlık olduğunu ve hatta bilinçli bir çabayı ve de kötü niyeti içerdiğine işaret etmek istediğim içindir. Diğer yandan, Marksizm’i bilimselliğinden ayırırsak, doğa felsefesinden de ayırmış oluruz ki bu Marxizm’in bilimselliğini kabul ederken, bu bilimselliği bir öznellik içine hapsetmeye sürükler; Marksizm’i son tahlilde bir vahiy niteliğinde tasvir etmeye veya dogma biçiminde algılamaya, dolayısıyla, da Marxizm’in Marxist yöntemle eleştirilip, geliştirilmesinin bir bilim karakteri içerdiğini yadsımaya götürür. Örnek olsun, Kant’ın, Kopernicus’ten sonra yaptığı en büyük ilerlemenin ifadesi olan teorisi ile Marxizmin gelişimi arasında bir bağ olduğunu görmemek, bu yadsımayı anlatmaktadır. Biraz daha açarsak, bu yadsıma bizi, Kant’ın bu teorisini, matematiksel olarak geliştiren Laplace’ın ilkel bulutsu teorisinin, yıldızlar ile güneş sisteminin oluşmasının açıklanmasının Marxizm’in gelişmesine hiçbir etkisi olmadığının kabul edilmesine götürür. Ayrıca, Marxizme göre, bilgimiz genişlediği, gerçeği daha bilimsel bir biçimde kavradığımız ölçüde, düşüncelerimizin biçimleri dönüşür. Felsefe, artık, öteki bilimler üstünde, bilgimizin eksiklerini kapatmayı gözeten bir bilim değildir. Gerçekliğin düşünce düzeyindeki dışavurumudur; doğal ve insanal olayların araştırılmasında bilim tarafından elde edilen sonuçların genelleştirilmesi ve benimsenmesidir. Buradan varacağımız nokta, bilginin her ilerlemesinin, teorinin bir yeniden ayarlanması olduğu, Engels’in deyimiyle, Materyalizmin yeni bir biçimini içermesi olduğudur. Yani Marxizm, özünde, bilim tarafından elde edilmiş sonuçların bir özümleme ve bileşimi yöntemidir. Dolayısıyla Marxizm, bilginin her yeni adımı ile kendi yasası gereği, zenginleşmek ve dönüşmek zorundadır. Örnek olsun, genel biyoloji ve genetikteki büyük ilerlemeler ile nükleer biyolojinin ortaya çıkması, organik dünya üzerindeki bilgimize çok önemli ve sıçramalı bir katkı sağlamıştır. Bu anlamda, Engels’in, Materyalizmin kendi çağının bu bilimsel bulgularından çıkan biçimini belirlemesinin ifadesi olan vargılarının yanında, Lenin’in ondan 30 yıl sonra, Materyalizm ve Ampiriokritisizm çalışması ile kendi çağının bilimsel bulgularına dayanarak, materyalizmin buna uygun biçimini belirlemeye çalışması son derece öğreticidir. Öyleyse, Marxizm’in bilimsel gelişmelere uygun olarak zenginleşmesi ve dönüşmesi düşüncesinden, Marxizmi “dört mevsim”e benzetmeyi çıkarmak, son derece zorlama bir düşüncedir. Böyle olunca, Marksizm’i sözde dar sınırından kurtararak, bilimsel alanına götürmek için hassasiyet gösteriyor gibi görünürken, bilimselliğinden ve bilim ile bağından büsbütün koparmaya kapı açmak kolay olmaktadır. Daha önemlisi, Marxist yöntemin bilgimizin gelişmesine ve derinleşmesine katkıda bulunduğunun üzerinden atlamak kolaylaşmaktadır. Çünkü Marxist düşünce yöntemi, gerçeğin bilgisi üzerinden şekillenir ve gelişirken, dünyayı bilimin onu kavrama yetisi gösterdiği ölçüde açıklar. Böyle olmasaydı, Marxist felsefe, tanrı olmaksızın mutlak hareketsizlikten harekete geçmeyi açıklayamayan metafizikçilerin karşısına, hareketin, maddenin oluş biçimi olduğu yalın gerçeğini koyamazdı. Demek ki, Marxizm’in doğa yasalarına benzemediği biçimindeki ifade ve bunu tanıtlamak için eklenen, Marxizm’in kendi yasaları olduğu biçimindeki ifade Marksizm’i yarım doğrulardan korumak için değil, aksine ve bilerek Marksizm’in bilimsel niteliğinin yadsınması, Marksizm’i bilimden ve bilimsel yasalardan büsbütün koparmak ve bir öznellik içine hapsetmek için öne çıkartılan bir yarım doğru niteliğindedir. Öte yandan, elbette organik doğada, hiç olmazsa doğrudan doğruya gözlemleyebildiğimiz ölçüde, çok geniş sınırlar içinde oldukça düzenli bir biçimde yinelenen bir süreçler dizisi ile uğraşıldığını biliyoruz. Buna karşın, toplum tarihinde insanlığın ilkel durumunu, yani taş devri denilen şeyi, aştığımız andan başlayarak, durumların yinelenmesi kural değil, ayrıklamadır ve bu tür yinelenmelerin kendini gösterdiği yerde de bu yinelemeler hiçbir zaman aynı koşullar içinde ortaya çıkmazlar. Bu nedenle insanlık tarihi alanında sağlam bilgimiz, biyoloji alanında olduğundan çok geridedir. Bunun anlamı, toplum tarihinde de bilginin özsel olarak göreli olduğudur. Ancak bu, Marksizm’in doğa yasalarına benzemediğini; Onun, kendi yasaları ile baş başa olduğunu tanıtlamadığı gibi, Marxizmin ne olduğunu tanıtlamanın da bir aracı değildir. Fakat, Marksizm’i bilimden ve bilimsel gelişmelerin geliştirici etkisinden soyutlamanın aracı olarak kullanılabilir. Öyleyse bilgi alanlarının ne olduğunu kısaca hatırlamakta ve bir yere not etmekte yarar vardır. Bütün bilgi alanının üç büyük kesime bölündüğünü biliyoruz; buna göre, birincisi, kesin bilimler de denilen, cansız doğa ile uğraşan ve matematik olarak işlenmeye az çok elverişli bütün bilimleri kapsar; matematik, astronomi, mekanik, fizik, kimyadır. Bu bilimlerin kimi sonuçları ölümsüz doğrular olarak kabul edilebilir. Ancak son çözümlemede kesin doğruluklar, zamanla bu alanda görülmedik biçimde seyrekleşir. İkincisi ise, canlı organizmaların irdelenmesini içine alan sınıftır; bu alanda da, ölümsüz doğrulukların durumu birincisinde olduğu gibidir. Bilimlerin üçüncü grubunda ise, yani insanların yaşama koşullarını, toplumsal ilişkileri, hukuk ve devlet biçimlerini, felsefeden, dinden, sanattan vb. oluşan ideal üst yapıları ile birlikte, tarihsel ardışıkları ve o günkü sonuçları içinde irdeleyen tarihsel bilimlerde ölümsüz doğruluklar için işler daha da kötü gider. Bu alanda da son çözümlemede, kesin doğruluklar, mutlak olarak değişmez doğruluklar da zamanla son derece seyrekleşir. Diğer yandan, “Marxizmin doğa yasalarına benzemediğini ve kendine özgü yasaları olduğunu” vurguladıktan sonra, “Marxizm’in, ancak kapitalizmin ortaya çıktığı noktada var olan sermaye ve ücretli emek ilişkisinin sonucu olduğu” biçiminde ifade edilen “mutlak doğruluğu”na varmanın, Engels’in ifadesiyle mutlak olarak değişmez doğruluklar avına çıkıp, elinde çok az şeyle dönen avcıyı hatırlatmaktan başka bir öğreticiliği yoktur. Bilimselliğinden arındırılmış Marksizm’i, bu kez, hem de mutlak doğru olarak, emek sermaye çelişkisine indirgemek, Marksizm’i kapitalizmin ekonomi politiğine hapsetmek demektir. Bunda ısrar etmek, Marx’ın devrimlerin kaçınılmazlığını anlatan Kapitalinin, felsefi planda ve kaçınılmaz olarak tedriciliği işaret etmesinin üzerinden atlayarak olumlamak, zorunluluk ile özgürlük ilişkisini ıskalamak ve buradaki bilimselliğin özünden uzaklaşmak oluyor. Başka ifadeyle Marksizm’i kapitalin felsefi sınırına indirgemek, Marx’ın bilimselliğinin ifadesi olan kaçınılmazlık ve zorunluluğun içinden, özgürlüğün ortaya çıkmasına bir tedricilik tonu yüklemeyi kolaylaştırıyor. Bu nokta Marx’ı, Lenin’den ayırmanın en kolay olduğu noktadır. Böylece, Marxizm’e özgü yasallıkları tedriciliğin peşine takıp, işçi sınıfına bu sınırda bir bilim hediye etmek ve kurtuluşunun gerçekleşmesi için kendi düzenini tasarlamasının yeteceğini ama iktidarını politik bir müdahaleyle alma fikrinden, dolayısıyla iktidarını korumak için politik müdahaleye devam etmek fikrinden uzaklaştırmak kolaylaşmaktadır. Oysa Engels, çok önceden bilimlerin gelişmesinin materyalist felsefeyi zorla nasıl kabul ettirdiğini göstermişti. Bu kendini zorla kabul ettiren, bir fikir değildi. Örnek olsun, biyoloji biliminin gelişmesi, kendini henüz kabul ettirmiş olan belirlenimciliği(determinizm) yeni baştan tartışma konusu yapıyordu. Burada bir özetin özeti yaparak, Marksizm’i sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkiye hapsetmek, ve bilim olma olgusunu bu sınıra indirgemek, emek-sermaye çelişkisinin kaçınılmaz ve zorunlu olarak sosyalizmi getireceği bilimsel çıkarımında takılı kalmak demek olduğunu, bunun açık ucunda ise, son çözümlemede, politik mücadeleden kaçınmanın yeşereceğinin altını çizmek istiyorum. Bu, Marxizm’in devrimcisizleştirilmesinin öteki adı olmaktadır. Marxizm’in bu sınıra indirgenerek vulgarlaştırılmasının sonucunu ve bu sonuçtan bir adım öncesini hepimiz biliyoruz. Bir adım önce, Anti-Dühring’in geçerliğinin kalmadığından hareketle rafa kaldırılması gerçekleşirken, sonrasında kapitalist restorasyonun gerçekleşmiş olması son derece öğretici olmuştur. Bu, 18.nci yüzyılın ürünü olan ekonomi politiğin ve bu çağın iktisatçılarının, tıpkı aydınlanma çağı filozofları gibi, yeni bilimi, kendi çağlarındaki koşulların ve gereksinmelerin dışa vurumu değil de, ölümsüz aklın dışavurumu olarak görmelerindeki mutlaklığa hapsolması gibidir; yani o zamanki iktisatçıların, bu bilimin bulduğu üretim ve değişim yasalarını, bu eylemlerin tarihsel olarak belirlenmiş bir biçiminin değil ama doğanın ölümsüz yasaları olduğunu kabul ettikleri gibi, Marxizmin de böyle ölümsüz, değişmez yasalara, hem de doğa yasalarına benzemez denildiği halde, sahip olduğunu tanıtlamaya çalışmaktır. Buradan hareketle bu çabanın bir adım sonrası, zorun sömürüye yalnızca yardımcı olduğunu ama onun nedeni olmadığını; sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin sömürülmenin nedeni olduğunu ve bu ilişkinin de zor yolundan değil, salt ekonomik biçimde doğmuş olduğunu görmezden gelmek olacağı kuvvetle muhtemeldir. Böyle olunca da, konuyu “bu anlamda sadece ve sadece işçi sınıfının bilimidir. Onun kurtulusunun öğretisidir.” Diye bağlamak, Marxizmin işçi sınıfının bilimi olduğunu tanıtlamaktan çok, işçi sınıfına yüce bir kurtarıcılık vererek fetişleştirmek yanında, Marksizm’i bir vahiyler kataloguna indirgeyerek dogmatizme hapsetmek demektir. Başka ifadeyle işçi sınıfı dalkavukluğu yaparak işçi sınıfını sıfırlamaktır. Oysa işçi sınıfını, bilimini ve kurtuluşunu önemsemek, bilimin merkezine işçi sınıfını koymakla mümkün olmaktadır. Marx’a göre, insanlığın gelişmesi durmayacaktır ve buradan hareketle burjuvazinin değiştirici rolünü, emek süreci alanına kaydırıp, burada ayrıntılandırırken, sınıf çelişkilerine önünde durulamaz bir güç yüklüyor. Bu biliniyor ve bunda en küçük bir yanılgıya düşmediği çok açıktır. Dolayısıyla yeni olguların, geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçirmeye zorlamasının hem normal ve hem de, bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşı tarihi olduğunu; birbirlerine karşı savaşım durumundaki bu toplumsal sınıfların, her zaman üretim ve değişim ilişkilerinin, kısacası çağlarındaki ekonomik ilişkilerin ürünleri olduklarını; buna göre, toplumun ekonomik yapısının her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumların tüm üst yapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin, dinsel, felsefi ve öteki fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğunu gösterdiğini ve böylece, idealizmin kovulmuş olup, tarihin materyalist bir anlayışının ortaya çıktığını dolayısıyla insanların varlığını bilinçleri ile açıklamak yerine, insanların bilincini varlıkları ile açıklamak için yol bulunmuş olduğunu hatırlamak; bunun sonucu olarak da, sosyalizmin, artık şu ya da bu dâhinin rastgele buluşu olduğunu değil ama tarih tarafından oluşturulan iki sınıfının, proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü olarak görünmesini hatırlamak son derece öğretici olmalıdır. Bütün bunların yanında, sosyalist mücadelenin ve sosyalist yaşamın bilime dayandığını; sosyalizm ile bilim arasındaki bağdan ve bilimselliğe vurgudan anlıyoruz; bilimsellik ise, hem yeni bilimsel bilgi yaratmayı ve hem de bilgiye güvenmeyi gerektiriyor. Bu ise, örgütlü yaşamanın hem en önemli nedenlerinden, hem de en önemli sonuçlarından birisi olarak ortaya çıkıyor. Bu tarihe materyalist bakmayı anlatmaktadır. Materyalist bakmak, bir felsefedir; diyalektik ise bir düşünme yöntemidir. İnsanın, ancak içinde bulunduğu maddi ve toplumsal üretim koşullarının bilincine varması aksiyomuna buradan geçiliyor ve bu aksiyom, doğruluğunu koruyor. Ancak, üretimin sosyalizasyonunun işçi sınıfında sosyalizm bilincini yansıtmamaya başlaması, bu doğrunun ağırlığının, çözümleme yönünde mi, yoksa devrimcileştirme yönünde mi olduğunu düşünmeyi gerektiriyor. Marxizm, her zaman yaşamla bağ içindedir ve kendisini yaşamla birlikte geliştirir. Önceden kotarılmış formüllerle ve dar görüşlerle gerçeği kendisine uyarlayan bir öğreti değildir, aksine kendisini gerçeğe uyarlayan bir öğretidir. Bilimsel düzeyde çıkardığı sonuçları, gerçeğin çok derinden ve her yönüyle araştırılmasından elde eder ve bu sonuçları tekrar tekrar gerçekle karşılaştırarak doğrular ve düzeltir. Politik, ekonomik ve felsefi görüşlerin oluşturduğu bütünsel bir öğreti olan Marxizm, hiçbir zaman bitmiş ve kapanmış olmayıp, her zaman yaratıcı gelişmeye açıktır. Bu kadar ve burada bitiriyorum, bitirirken, hep ifade ettiğim gibi, kimseyi kırmak istemeden ve inanarak ortaya koyduklarımın, Marxizmin ne olduğu ve ne olmadığı konusunda, yorumculara önemli açıklıklar sağlayacağı ve bununla birlikte, kendilerini yarım doğrulardan sakınmalarının önemini kavramalarına yardımcı olacağı yönündeki umudumu belirtmek istiyorum. Fikret Uzun 10 Haziran 2012