MÜHENDİSLİK MİMARLIK FAKÜLTESİ ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ ÇEVRE POLİTİKALARI (ÇEV 472) Dr. Ethem TORUNOĞLU İÇİNDEKİLER I. ÇEVRE SORUNSALI II. KÜRSELLEŞMENİN KIYISINDA TÜRKİYE , ÇEVRE VE GELECEK III.ÇEVRE BİLİM VE ÇEVRE POLİTİKASI KAVRAMI IV.ÇEVRE POLİTİKASI VE TÜRKİYE V. TÜRKİYE’DE ÇEVRE POLİTİKASI’NIN GELİŞİMİ VI. TÜRKİYE’DE ÇEVRE YÖNETİMİ’NİN GELİŞİMİ ve TARİHSEL EVRİMİ VII. ÇEVRE HUKUKU VE MEVZUATI VIII. ÇEVRE ve EKONOMİ / ÇEVRE İLE UYUMLU KALKINMA IX. ULUSLARARASI POLİTİKALARI BELİRLEYEN VE YÖNLENDİREN ULUSLARARASI KURULUŞLAR X. ULUSLARARASI ÇEVRE POLİTİKALARI ve DÖNÜM NOKTASI OLAN KONFERANSLAR XI. ULUSLAR ARASI KONFERANS BELGELERİ XII. KAYNAKÇA I. ÇEVRE SORUNSALI Gündüz Vassaf, “Tarihi Yargılıyorum” adlı kitabında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: Büyük Patlama ve Evrenin Doğuşu… 13.7 milyar yıl önce Samanyolu … 13.6 milyar önce Güneş Sistemi…4.5 milyar önce Homo Erectus iki ayak üstünde ilk insan …1 milyon yıl önce Homo Sapiens Sapiens “BİZ”… 89000 yıl önce Afrika’dan Dünyaya Yayılışımız… 66000 yıl önce İlk Duvar Resimleri…30000 yıl önce İlk tarım … 10000 yıl önce İlk kentler …Çatalhöyük,Eriha…9000 yıl önce İlk yazı…5000 yıl önce İlk Kitap Gılgamış …4500 yıl önce İlk Barış Anlaşması Kadeş …3266 yıl önce Birleşmiş Milletler’in Kuruluşu …63 yıl önce Savaşın Yasaklanması, Japonya…61 yıl önce Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi…60 yıl önce Kyoto Protokolü…12 yıl önce İnsanın Doğaya Bakışı ve Algılayışı İnsan doğada varoluşundan bu yana, doğadan yararlanmış, doğa ile iç içe bir yaşam sürmüştür. İnsan doğayı işlemiş, bilgi birikimine ve teknik ilerlemeye koşut olarak doğaya egemen olmaya çalışmıştır. Galileo ve Newton gibi doğa bilimcilerden bu yana, bilimin temel hedefi doğaya egemen olmak üzerine şekillenmiştir. Öte yandan, bilim, bilgi üretme ve tekniği geliştirme olgusudur. Bu noktada, doğada üstünlük kurmaya yönelen bir arayış, insan ve insanın yaşadığı doğal ortam arasında var olagelen uyumu bozmuştur. Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkışı Çevrenin kirlenmesi ya da bozulması, çevreyi oluşturan öğelerin bu süreç içinde giderek niteliğinin değişmesi, değerini yitirmesi olayıdır. Çevre sorunları birden bire ortaya çıkmamış, zaman içinde birikerek varlığını duyurmuştur.Doğal varlıkların sınırlı olduğunun anlaşılması, bu noktada doğal varlıkların ve doğal kaynakların yalnızca zengin ülkelerin tekelinde olmadığı düşüncesinin gelişmesi bir dizi tartışmaya da yol açmıştır. Ayrıca, son 25 yıldır dünya genelinde kaynak sorunu, doğal varlıkların ve enerji kaynaklarının yönetimi sorunu politik bir mesele olarak öne çıkmıştır. Paskalya Adası’ndan Alınacak Dersler Paskalya Adası, dünyanın en ücra bölgelerinden birisidir. Sadece 390 km2 bir alanı kaplayan bu Pasifik adası, Güney Amerika’nın batı sahiline 3700 km, en yakın yaşanabilir adaya 2300 km uzaklıktadır. Paskalya Adası Hollandalılar, adayı 1722 yılında ilk batılılar olarak ziyaret ettiklerinde, kulübelerde ve mağaralarda yaşayan, sürekli savaş halinde olan ve Ada’daki besin kaynaklarının yetersizliği yüzünden umutsuzca yamyamlığa yönelen 3000 kişilik ilkel bir toplum buldular. Avrupalı ziyaretçileri en fazla şaşırtan ve ilgilendiren olay ise, bütün bu sefalet ve barbarlığın arasında, bir dönemin gösterişli ve gelişmiş bir toplumuna ait, Ada’nın çeşitli yerlerinde yükseklikleri altı metreyi aşan 600′ den fazla yekpare taş anıt olmasıydı. Toplumsal açıdan gelişmiş ve teknolojik açıdan karmaşık bir iş olan heykellerin yontulması, taşocaklarından başka yerlere taşınması ve dikilmesinin bu ilkel toplum tarafından gerçekleştirilmiş olması olanaksız görünüyordu. Adayı ilk kez Hollandalı kâşif Jacob Roggeven (1659-1729) 6 Nisan 1722’de bulur. Anılarında adayı: "Adada çırılçıplak yerliler ve sarkık kulaklı sivri burunlu heykellerinden başka bir şey yoktu." diye tanımlar. Günümüzde adanın ihtişamlı günlerinden geriye, sadece 600 kadar, bazıları yıkık volkanik heykeller ve 15 adet odun üzerine yazılmış ve hâlâ çözülememiş tablet yazılar kalmıştır. Doğu Pasifik’te bulunan Paskalya Adası, birçok pasifik adasının karakteristik geniş sahiline sahip değildir. Sahili dik olarak denizin 3000 metre derinliğine kadar iner. Kumsal çok ender köşelerde (mesela kuzey sahilindeki palmiye ormanının yakınında), kayda değmez nitelikte bulunur. Ada, yüksekliği 13 km olan bir dik üçgen görünümünde olup alanı 162,5 km² dir. Üç adet sönmüş volkandan oluştuğundan, tabiatında volkanik geçmişinin etkileri vardır. Bunlar güneydoğudaki Rano Kao, doğudaki aynı isimli yarımada üzerinde olan Poike ve kuzeydeki Maunga Terevaka'dır. Bu sonuncusu 508 m yüksekliği ile merkezdeki adanın en yüksek noktasıdır. Adanın güneybatısında, üzerinde yaşam olmayan Motu Iti, Motu Kao Kao ve Moto Nui batısında Motu Tautara ve Poike Yarımadası'nın karşısında ise Motu Maroturi isimli adacıklar bulunur. Paskalya Adası'nın iklimi yarı tropiktir, dolayısıyla sıcaktır. Mevsimsel farklılıklar düşük seviyede hissedilir. Bölgesel bir rüzgar sistemi olan Passat Rüzgarları hüküm sürer. Yağışlar ortalama yıllık 1.150 mm dir. Yıllık ısı ortlaması 21 °C olup en soğuk ve yağışlı aylar Temmuz ve Ağustos'dur. Şu an hüküm süren bitki örtüsü, adanın geçmişindeki bitki örtüsüne uymaz. Bu eko sisteme insani müdahalelerin sonucudur. Botanikçi arkeologlar adanın zamanında Jubaea cinsi palmiye ormanları ile kaplı olduğu sonucuna varmışlardır. 9. ila 17 yüzyıllar arası bu ağaçlar sürekli olarak yok edilmişlerdir. Bu zaman içinde yok edilen ağaç sayısının 10 milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir. Palmiye ormanları, sürekli esen rüzgara ve dolayısla kurumaya karşı, adadaki tarımı koruyordu. Bu kayıp, ayrıca erozyon olayı sonucunda ada nüfusunda gerileme görüldü. Paskalya Adası’nın geçmişi, kayıp uygarlıklarla ya da gizemli bilgilerle dolu bir tarih değildir. Bu tarih insanın çevreye olan bağımlığını ve bu çevreyi düzeltilemeyecek biçimde bozmasının sonuçlarını gösteren çarpıcı bir örnektir. MS 5. yy’da adaya batıdan 20 - 30 Polinezyalı göçmen geldi. Adanın çok zengin olmayan bir bitki örtüsü vardı ve hiç memeli hayvan yoktu. Evcil hayvanları tavuk ve Polinezya faresinden ibaretti; temel ekinleri tatlı patatesti. Yeterli derecede besleyici olmasına karşın tekdüze seyreden bir beslenme biçiminin tek yararı, tatlı patates ekiminin zor olmaması nedeniyle başka etkinliklere ayıracak zamanlarının kalmasıydı. Temel toplumsal birimler geniş ailelerden oluşan, aralarında her konuda rekabet olan klanlardı ve her klanın kendine ait tören alanları vardı. Detail of poster for "Rapa-Nui", 1994, a dramatization of the end days of Easter Island, produced by Kevin Costner. .. (http://www.impa wards.com/1994/ra pa_nui.html) Rapa Nui (1994)… “ For the love of a woman, for the honor of their gods, they would destroy paradise." Buralarda ahu denilen dev heykellerin dikildiği atalara tapınma platformları vardı. Bu heykeller bir taş ocağında yapılıyordu ve daha sonra adanın değişik yerlerindeki tören alanlarına, yük hayvanları olmadığı için ağaç gövdeleri kızak olarak kullanılıp insan gücüyle götürülmek zorundaydı. 1550 yılında ada nüfusu 7000 kişiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Zamanla klan sayıları artmış yüzlerce ahu ve 600’den fazla dev taş heykel vardı. Sonra bu uygarlık birdenbire yıkıldı. Anıt heykellerin bir kısmı deniz kenarında, sahilde konuklara adeta “Hoş Geldiniz” diyor… Taş ocağında yarım bırakılmış heykeller kaldı. Bu yıkımın nedeni, Paskalya Adası’ndaki ”gizemi” çözmenin anahtarı, bütün adanın ormansızlaşmasının getirdiği çevresel bozulmaydı… Göçmenler adaya ilk geldiğinde adada büyük ormanlar vardı. Nüfus arttıkça, tarım alanı açmak, ısınma ve yemek pişirme, ev aletleri, direkler ve sazdan ev yapımı için malzeme elde etmek ve balık avlayabilmek için tekne yapmak amacıyla ağaçlar kesilmeye başlandı: En çok da kızak yapımı için kesiliyordu. 1600 yılında ada tamamen çıplak kalmıştı. Heykel yapımı durdu. Ev yapılamadığı için mağaralarda yaşamaya başladılar. Artık tekne yapamadıkları için balık avlayamıyorlardı ve uzun yolculuklara çıkamıyorlardı. Erozyon topraklarını zayıflattığından yiyecek üretiminde ciddi sıkıntı yaşıyorlardı. 7000 kişiyi beslemek olanaksız hale geldi ve nüfus hızla azalmaya başladı. Dünyanın bu ücra köşesinde kapana kısılan ada halkı azalan kaynaklar üzerindeki tartışmalar sonucu neredeyse sürekli savaş halindeydi. Kölelik arttı ve alınabilecek protein miktarı düştükçe yamyamlık yaygınlaştı. Savaşların temel amacı rakip klanın ahularını yıkmaktı. 1830′lar da neredeyse bu dev heykellerin tamamı yıkıldı. Adaya gelen ziyaretçiler bu heykellerin nasıl taşındığını sorduklarında adanın ilkel sakinleri, atalarının neler yaptığını artık hatırlamıyordu; yalnızca, bu dev figürlerin adanın öteki tarafından ‘yürüyerek’ geldiğini söyleyebildiler. Dünyanın öteki bölgelerinden neredeyse tamamen kopmuş olduklarını bilen Paskalya halkı, varlıklarının bu küçük adadaki sınırlı kaynaklara bağlı olduğunu anlamış olmalıydı. Taşocağının yakınında tamamlanmamış birçok heykel bulunması adada ne kadar ağaç kaldığının hiç düşünülmediğini, artan nüfusun ve ada halkının kültürel hırslarının, ellerindeki kaynaklardan çok güçlü olduğunu akla getirmektedir. Dünyamızda var olan kaynaklar, gelişen toplum düzeyimizi koruyacak ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak sonsuzlukta değildir. Paskalya Adası halkı, kısıtlı kaynaklarını tükettiğinde adeta adaya mahkum olmuş ve kaderinden kaçamamıştır. Bizim de yaşadığımız dünya dışında kaçacak yerimiz yok... İnsan türü olarak varlığımızı sürdürdüğümüz bu dünyada, elimizdeki kaynakları tüketmeyecek yaşam tarzını bulmak zorundayız. Aksi takdirde Paskalya Adası halkının tarihi dünya toplumlarının tarihi olacaktır… 1970’lerden 2000’li yıllara, “ Çevresel Bir Macera “ Küreselleşme ve Çevre Alanına Yansıyanlar Dünyayı kendilerine sınırsız bir pazar haline getirmek isteyen emperyalist güçler; başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın değişik coğrafyalarında, insanı ve geleceğimizi yok etme çabalarına işgallerle, kitlesel katliamlarla devam etmektedirler. Bu küresel paylaşım savaşlarının ortasında yer alan ve açlığın, yoksulluğun, işsizliğin ve toplumsal yozlaşmanın can yakıcı bir biçimde yaşandığı ülkemiz ise; IMF ve Dünya Bankası politikalarından, (GATS) Hizmet Ticareti-Genel Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalardan, Avrupa Birliği uyum sürecinden nasibini almaktadır. 18. yüzyılda başlayan sanayi devrimi, insanoğlunun doğayla olan ilişkilerinde köklü bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Sanayileşme-kentleşme süreçlerinin yarattığı yoğunlaşmış çevre kirliliği sorunlarıyla tanımlanabilecek bu ilişki, 20. yüzyıla gelindiğinde ne yazık ki artık küresel ölçekte bir çevresel krize dönüşmüştür. Doğadaki alıcı ortamların kirlilik özümseme kapasitelerinin aşılmaya başlanması, doğal ortamdaki dengelerin geri dönüşü zor, neredeyse imkansız bir şekilde değişiyor olması, çevre kirliliği kaynaklı büyük ölçekli sağlık sorunlarının gündeme gelmesi ve doğal varlıkların hızla tüketilmesi gibi süreçler sonucu ortaya çıkan ekolojik kriz, bu sorunun çözümüne yönelik arayışları ve bu noktada farklı yönelimleri gündeme getirmiştir. Çevre olgusu, çevre sorunları ve bu sorunların çözümü yönündeki politikalar, son dönemde politikekonomik tartışmaların odağına yerleşmiştir. Çevre sorunlarının doğal yaşamı ve insanlığı tehdit eder noktaya gelmesi, sorunun yaşamsal önemini de ortaya koymuştur. Böylece erozyondan su kirliliğine, küresel ısınmadan radyoaktif atıklara kadar uzanan bir dizi çevresel sorun, konuya bütünsel ve çevrebilimsel bir yaklaşımla çözüm getirme gereğini tartışılmaz kılmıştır. Nüfus, Açlık ve Barınma Ekolojik krizin temelindeki etkenlerden biri de hızlı nüfus artışıdır. Bugün dünya, mevcut kaynakları yetersiz kılan ve bu nedenle ekolojik dengeyi bozmaya başlayan bir nüfus artışı ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bilim çevrelerinin hesaplarına göre, ancak dünya nüfusu önümüzdeki yüzyılın ortalarında 8 milyarda kalırsa, yaşanılabilir bir dünyaya sahip olabileceğiz. Bu iyimser beklentinin gerçekleşebilmesi için bugünkü nüfus artış hızının yarı yarıya düşmesi gerekiyor. Oysa, yine bir tahmine göre, dünya nüfusu 2050 yılında 11 milyara ulaşacağı belirtiliyor. Böyle bir dünyada ise tüm ekolojik dengelerin bozulacağı, çöllerin, aşınmış dağların, tükenmiş okyanusların ve yok olmuş tropik ormanların devri başlayabilecektir. Bu arada, ne gariptir ki; gelişmiş kapitalist ülkeler, yaşanmakta olan çevre kirliliğinin sorumlusu olarak azgelişmiş ülkeleri ve onların sahip olduğu nüfusun doğal kaynaklar üzerindeki aşırı baskısını gerekçe olarak görmektedirler. Oysa ki, günümüz dünyasının karşı karşıya olduğu Kuzey-Güney ikilemi sonucu nüfus baskısı kavramı, tek başına pek bir anlam taşımamaktadır. Çünkü asıl sorun ; “nerede kaç kişinin yaşadığı değil, kimin ne kadar tükettiği” sorunsalıdır. Nüfus artışının yarattığı en çarpıcı ve dramatik sorunlar üç ana başlıkta sıralanabilir: yoksulluk açlık barınma Azgelişmiş ülkelerin birçoğu, başta Afrika ülkeleri olmak üzere açlık ve barınma sorunu ile karşı karşıyadır. İklim değişikliğinin yarattığı doğal felaketler su, toprak, orman gibi doğal varlıkların tahribini hızlandırırken, bir yandan da bu varlıklara bağımlı insan neslini kıtlık ve açlık sorunu ile yüz yüze getirmiştir. Bu durumda, gıdasız, susuz kalan milyonlarca insan ya ölümü ya da göç seçeneğini tercih etmek durumunda kalmıştır. İşte son yıllarda Hindistan’da, Afrika’da veya Latin Amerika’da yaşanan doğal felaketlerin, çevre felaketlerine dönüşmesinin sonucu olarak binlerce insan yaşamını kaybederken, binlercesi de göç etme yolunu seçmiştir. Su ve Yaşam Birleşmiş Milletler Çevre Programının (UNEP) 2002 yılında yayınladığı “3. Küresel Çevre Raporu” na göre, başta Afrika ve Asya kıtalarında yaşayanlar olmak üzere, dünyada 1,1 milyar insan güvenli içme suyu, 2,4 milyar insan ise güvenli arıtma hizmetlerinden yoksundur. 2002 yılında düzenlenen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde ise, son 10 yılda temiz suya erişim ve atık suların arıtımında karşılaşılan yetersizliklerin sebep olduğu çocuk ölümlerinin, 2. Dünya Savaşından sonra yaşanan silahlı çatışmalarda kaybedilen insan sayısından fazla olduğu gerçeğini gözler önüne sermiştir. İklim Değişikliği, Kuraklık ve Çölleşme Küresel sınma ya da sözleşmelerde geçen ifadesiyle Küresel İklim Değişikliği, doğanın kendi varlık koşullarını zorlayan, onun kendini yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıran bir değişimi ifade etmektedir. Küresel ısınmaya yol açan sera gazları; temel olarak, sanayi toplumunda kullanılan fosil yakıtlardan, çeşitli sanayi kollarında özellikle, çimento, enerji, ulaşım sektörlerinin yoğunlaşmasıyla gökyüzüne salınan ve endüstriyel tarım neticesinde meydana çıkan gazlardır. Bu gazların bir bölümü karasal ve okyanus kaynaklı ekosistemler tarafından tutulur. Ancak, artık hem bu tutucu ortamların azalması ve yok olması hem de atmosfere bırakılan sera gazı miktarındaki artış, küresel karbon dengesini bozmaktadır. Bunun sonucunda da 19.y.y sonlarında başlarında ortaya çıkan , yüzey sıcaklıklarındaki artış. 20.yy sonlarında doruğa ulaşmıştır. Her yıl da sıcaklık artışlarında “uygarlığımız” rekora koşmaktadır. Bu yüzey sıcaklığı artışı, 20. yy dan günümüze 0.8 derecelik bir artışa sahne olmuştur. 20. yüzyılda sıcaklıklarda gözlenen bu ısınma, geçen 1,000 yılın herhangi bir dönemindeki artıştan daha büyüktür. Atmosferin en alt 8 kilometrelik bölümündeki hava sıcaklıkları da, geçen 40 yıllık dönemde belirgin bir artış eğilimi göstermektedir. Öte yandan, 20. yüzyılda, orta enlem ve kutupsal kar örtüsü, kutupsal kara ve deniz buzları ile orta enlemlerin dağ buzulları azalırken, küresel ortalama deniz seviyesi, yaklaşık 0.1-0.2 m arasında yükselmiş ve okyanusların ısı içerikleri artmıştır. Yağışlar kuzey yarımkürenin orta ve yüksek enlem bölgelerinde her on yılda yaklaşık % 0.5 ile % 1 arasında artmış, subtropikal karaların önemli bir bölümünde her on yılda yaklaşık % 3 azalmıştır. Küresel İklim Değişikliğinin oldukça sık gündeme girmesine sebebiyet veren bu tablo karşısında, tüm gözler, bir kurtarıcı umudu ile Birleşmiş Milletlere , İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne ve onun eki olan Kyoto Protokolü’ne çevrilmiştir. Atmosfer bilimcilerine göre küresel ısınmaya bağlı şu anki küresel iklim değişikliğinin işaretlerinden bazıları şöyle sıralanabilir : Buzulların gitgide eriyerek kutuplara doğru çekilmesi ve yüksek dağlardaki kar örtüsünün azalması Deniz suyu seviyesinin yükselmesi 1990'lı yıllarda son 1400 yılın en sıcak yıllarının ard arda gelmesi Bitki ve balık türlerinin göçleri Ağaçlardaki yaş halkalarının daha hızlı büyüme göstermesi Havadaki kirleticilere karşı hassas kuş türlerinin azalması Aslında iklimler sürekli olarak değişmektedir. Doğal koşullarda iklim değişiklikleri oldukça uzun dönemler içerisinde gerçekleşmektedir. İklimlerdeki bu değişiklikler tüm canlıları doğrudan etkilemiş ancak bu değişikliklerin çok uzun bir süreç içerisinde gerçekleşmesi nedeniyle canlıların büyük bir kısmı değişikliklere kendilerini uyarlayabilmişlerdir. İnsanlığın doğal koşullara uyumlu gelişmesi 19. yy sonu, 20. yy başındaki sanayi devrimine kadar devam etmiş, bu andan itibaren gelişme, atmosfer üzerindeki insan etkisiyle birlikte “Küresel ısınmaya bağlı bir iklim değişikliği mi?” sorusunu gündeme getirmiştir. Dünya yüzeyinde bir başka felaket ya da tehlikeli gidiş de, ekilebilir toprakların aşırı kullanımı, ölçüsüz kullanılan kimyasal gübreler ve zararlılarla mücadele ilaçlarının (pestisidler) etkileridir. Bu arada, nüfus baskısı sonucu tarıma elverişli olmayan toprakların kullanılması daha fazla alanı çoraklaştırıp verimsizleştirmektedir. Yapılan tahminlere göre, bugünkü gidiş durdurulamazsa 2000 yılında ekilebilir topraklar yaklaşık % 20-30 oranında azalacaktır. Bu arada belirtilmesi gereken bir konu da, mega projeler olarak görülen sulama projeleridir. Bu projeler süreç içinde doğru yönlendirilmezse topraktaki tuz oranı artacaktır. Bir araştırmaya göre, her yıl bu tür olumsuzluklar yüzünden verimsizleşip terk edilen alanın yaklaşık 10 milyon hektar olduğu tahmin edilmektedir. İnsanlığın geleceğini ve yaşamını tehlikeye atan bu olumsuz gidiş çölleşme olarak adlandırılmaktadır. Enerji Politikaları Çıkmazı Bugün dünya nüfusunun yaklaşık %80’ini oluşturan azgelişmiş ülkeler dünya gelirinin yalnızca %15’ini alırken bu durumun “sürdürülebilir kalkınma” gibi kavramlarla açıklanmasının hiçbir inandırıcılığı yoktur. Çünkü, tüketim mallarının %85’i zenginler tarafından üretilmekte ve enerjinin de %75’i zenginler tarafından kullanılmaktadır. Peki enerji ne için kullanılıyor ya da insanın ve doğanın ihmal edildiği yerde enerji “kalkınma” açısından ne anlam taşıyor? Enerji, sanayileşme ve kalkınma arasındaki ilişki, son dönemde enerji üretim seçeneğinin ekonomik olmasının yanı sıra çevresel boyutunu da tartışma gündemine getirmiştir. Bu bağlamda enerji üretim seçenekleri üzerine yapılan tartışmalar genelde enerji ihtiyaç senaryolarına dayandırılmaktadır. Bir ülkenin enerji açığının ya da fazlasının olması, gelecek yıllarda ne kadar enerji tüketeceği, kalkınma hızı gibi veriler ve enerji talepleri ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Sonuçta enerji üretim seçeneği olarak nükleer, termik ya da doğal gaz gibi seçenekler gündeme gelmektedir. Batılı uzmanlara göre dünya ülkeleri bundan 30 yıl öncesine oranla %30 daha fazla enerji tüketmektedir. Ve tahminlere göre, 2025 yılında enerji ihtiyacı bugünkünden %65 daha fazla olacaktır. Bu nedenle, enerji açığı ya da enerji krizi söylemlerine dayanak aranmakta ve oluşturulmaktadır. Atık Sorunu Gelişmiş sanayi ülkelerinde yaşanan çevresel sorunların teknolojik değişimle çözülmesi yönünde çabalar sürerken, yaratılan tüketim toplumu ve bu topluma sunulan ürünlerin yarattığı sorunlardan biri de atık ve çöp sorunu olarak ortaya çıkmıştır. Tüketim alışkanlıklarının değişmesi ile yaygınlaşan ambalajlı ürün kullanımı ve “kullan at” türünden malzemeler, bugün dev boyutlara ulaşan çöp sorununun başlangıç noktası olmuştur. Örneğin, yapılan bir araştırmada, ABD’de NewYork kenti çöp toplama merkezi “Fresh Hills” e haftada 100 bin tondan fazla çöp atılmaktadır. Bu miktar, örneğin, Mısır’daki piramitlerden 10 kat daha büyük bir kütleye eşittir. Yine yapılan bir diğer araştırmada, çöplerin %25’inin hazır yemek ambalajı, %30’unun polistirin köpük, %25’inin kağıt, geri kalanının ise ağırlıklı olarak plastik, çocuk bezi türü atıklar olduğu görülmüştür. Öte yandan, plastik atıkların ya da plastik türevi atıkların çöp dağlarını oluşturan atıklar içinde, zehirli radyoaktif atıklardan sonra en tehlikeli atık türü olduğu bilinmektedir. Sonuç olarak, kola kutularından pet şişelere, hastane atıklarından radyoaktif atıklara kadar çöpün içeriğini oluşturan malzemeler çeşitlilik ve çokluk göstermektedir. Böylece, dünya kapitalizmin çöplüğü olmuş ve insanlık çöp sorunu, çöp dağları ile karşılaşmıştır… Plansız Sanayileşme Bugün gerek ABD’de, gerekse Avrupa Birliği bünyesinde çok ciddi yaptırımlarla donatılmış çevre yasaları bulunurken, gelişmiş ülkelerden kaynaklı ya da bu ülkelerden yayılan “potansiyel kirlilik” nasıl açıklanabilir? Herhalde, bu sorunun yanıtını kalkınma paradigmalarında aramak gerekmektedir. Bu noktada kapitalizmin “varoluş ve işleyiş” yasası gereği, hem insanı hem doğayı sömürüp tüketmek gibi bir işlevi olduğu gözardı edilemez. Örneğin, dünyada yılda 1 milyon tondan fazla zehirli madde doğaya atılmaktadır. Resmi kayıtlara göre, yalnızca ABD’de kimya sektöründe 700 bin ton, çevreyi kirletici zehirli maddenin oluştuğu bilinmektedir. Yine ozon tabakasını etkileyen CFC (kloro-floro-karbonların) ve halonların üretimine sınırlama getirilememektedir. Bu nedenle, CFC’lerin denetlenmemesi sonucunda ozon tabakasındaki incelmenin artacağı ve dünya üzerindeki yaşamın büyük ölçüde tehlikeye gireceği tahmin edilmektedir. Öte yandan, 1992 Rio Zirvesi’nin (Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı) önemli anlaşmalarından birisi olan “Küresel Isınma (İklim Değişikliği) Anlaşması”, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler tarafından imzalanmamış ve bu konudaki tartışmalar, ülkelerin yükümlülükleri gibi konular uluslararası çevre hukukunun önemli bir sorun alanı olarak ortada durmaktadır. Rio süreci ve Kyoto Protokolü ile birlikte, iklim değişikliğine yol açan gazların yayımının sınırlanması doğrultusunda gelişmiş ülkelerin karbondioksit yayımı miktarlarını, ülkelerin 1990 yılı karbondioksit yayımı seviyesinde tutmaları yönünde bir ilke kararı benimsenmiştir. Bu anlaşmanın ABD ve gelişmiş sanayi ülkeleri tarafından imzalanmaması, uzun yıllar askıda bırakılması ise aslında siyasal bir tercih olarak yorumlanmalıdır. Gelişmiş ülkelerin bilinen ikiyüzlü politikaları, ekolojik sorunlar karşısındaki çelişkileri tam da bu süreçte su yüzüne çıkmıştır. Böylece, yıllarca dünyanın bütün varlıklarını sanayileşme ve kalkınma uğruna tüketen bugünün sanayileşmiş ülkeleri (geri kalmış ülkelere çevreyi koruyarak kalkınmayı, daha doğrusu “kalkınmamayı” öğütlerken) ekolojik sorunların çözümü için herhangi bir kaynak aktarımına, önlem almaya yanaşmamakta “kararlı” bir tavır sergilemişlerdir! Oysa ki, CFC, karbondioksit ve metan gibi gazlar, atmosferde oluşturdukları tabaka ile güneş ışınlarını tutarak, küresel ısınmaya ve sera etkisine neden olmaktadırlar. Böylece, buzulların erimesi ile birlikte denizlerin yükselmesi, deniz ekolojisinin bozulması, seller ve erozyon gibi olaylar yaşanmaktadır-yaşanacaktır. Bir diğer yandan, ozon tabakasının incelmesi sonucunda yeryüzüne atmosfer süzgecinden geçmeden ulaşan güneş ışınları söz konusudur. Bu durum ise insanlar için başta cilt sağlığı problemleri olmak üzere geri dönüşü olmayan yeni bir felaketler dizisinin habercisi olmaktadır… Sanayileşme ve küresel kalkınma tezlerinin artık ne anlama geldiği bilinmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin tüm dünya toplamının yüzde 95’ine karşılık gelen zararlı atık üretimi, 1970’li yıllardan bu yana büyük artışlar göstermiştir. Örneğin, ABD’nin 1970’li yıllarda 25 milyon ton olan zararlı atık üretimi, 2000 yılı itibarıyla 500 milyon tona ulaşmıştır. Yine 2000 yılı verileri ile AB’nin ve OECD’ye bağlı ülkelerin yıllık zararlı atık üretimi ise, toplam olarak 40 milyon ton olmuştur. Bu kapsamda yukarıda sıralanan resmi verilerin dışında, bu verilere yansımayan zararlı atık miktarı ve bunların ülkeler arasında taşınması ise başlı başına önemli bir çevre sorunu olarak ortada durmaktadır. Küresel kalkınma ve çevre, acaba ateşlebarut gibi iki kavram mıdır? Ya da bir başka ifade ile küreselleşmenin yarattığı savaş, açlık, sömürü sürecinin bir boyutu da ekolojik sorunlar olarak mı ortaya çıkmaktadır? III. ÇEVRE BİLİM VE ÇEVRE POLİTİKASI KAVRAMI Politika, belirli bir sorunun çözümü için geleceğe yönelik olarak alınması gereken önlemlerin ve benimsenen ilkelerin bütünüdür. Bu bağlamda, dar anlamda politika, devlet işlerine katılma ve devlet etkinliklerinin biçim, amaç ve içeriğinin belirlenmesi işi olarak da tanımlanmaktadır. “Çevre Politikası” ise bir ülkenin çevre sorunlarının çözümü yönündeki ve bu alandaki, tercih ve hedeflerinin belirlenmesi olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda, çevre politikası kavramı ile, bir ülkenin çevre konusundaki ve çevre sorunları alanındaki çözüm arayışlarına yönelik tercih ve hedeflerinin belirlenmesi anlaşılır. Çevre politikası, en genel anlamı ile, toplumların sağlıklı bir çevrede yaşamalarının sağlanmasını ve doğal varlıkların korunmasını hedef alır. Sosyal bilimler açısından bakıldığında, Çevre Politikaları’nın, nesnel ve bilimsel olmasını sağlamak için dayanılması gereken temel ilkeler şu şekilde özetlenebilir : Çevre politikalarının ekolojik sistemler ve nüfus dağılımı üzerinde yaratacağı etkiler dikkate alınmalıdır. Çevre üzerindeki olumsuz etkilerden bazıları tümüyle giderilebilecek niteliktedir, bazıları ise etkileri ile ciddi ve kaçınılmaz sorunlar yaratabilir. Bunların birbirlerinden ayrılarak, her birini gerçekleştirmenin kısa ve uzun dönemdeki maliyetleri hesaplanmalıdır. Bir yatırım, yerleşim kararı vb. faaliyetlerin gelecek kuşaklar için etkileri dikkate alınmalıdır. Etkilerin, geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açması durumunda, karar vericilere durum aktarılmalıdır. Yatırım, yerleşim vb. kararların farklı toplumsal kesimlere getireceği fayda ve zararlar göz önüne alınmalıdır. Politika kavramı üzerinde konuşulmaya başlandığında, politikanın ne olduğunun/ya da ne olacağının belirlenmesi ve bu noktada doğru zaman ve koşullarda bu politikanın uygulanması büyük önem taşımaktadır. Teorik olarak, çevre politikasının belirlenmesinde ve ardından uygulanmasında temel koşullar şöyle sıralanmaktadır : • Bu aşama, çevre sorununun belirlenmesi, sorunun nedenleri ve bileşenleri ile, çözüme taraf olabilecek kişi – kurumlar arasında bağlantı kurulması gibi noktaları kapsar. Tanı (Teşhis) : Karışma / Düzenleme (Müdahale) : Uygulama: • İkinci aşama olarak görülebilecek bu süreçte, çevre sorununun çözümüne yönelik arayışların, yöntemlerin incelenmesi ve karşılaştırılması yapılır. Son tahlilde, en uygun çözüm yöntemine karar verilir. • Son aşama olarak, belirlenen çözüm yönteminin ve politikanın karar mekanizması içinde uygulanması sağlanır. Ayrıca, politikanın hedefleri üzerinde durmakta yarar bulunmaktadır. Örneğin, çevre politikaları alanında her ülkenin farklı hedef ve yaklaşımları olmakla birlikte, ortak hedeflerden de söz edilebilir: ORTAK ÇEVRE POLİTİKALARI Sağlıklı bir çevrede, insanca bir yaşam ortamının sağlanması, Toplumun sahip olduğu çevre değerlerinin korunması ve geliştirilmesi, Çevre politikalarının uygulanmasında, gerekli olan işbirliğinin ve buradan hareketle bireyler ve toplumun değişik kesimleri arasında eşitlik ve paylaşımın sağlanması, böylece doğal varlıkların korunması – geliştirilmesinde işbirliğinin gerçekleştirilmesi. IV. ÇEVRE POLİTİKASI VE TÜRKİYE Türkiye’de, “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı“ ile birlikte (1973-1977), çevre sorunlarına yönelik politika belirleme yönünde ilk adımlar atılırken, çevre örgütlenmesi ve çevre tüzesinin oluşturulması yönünde de tartışmalar başlamıştır Bu noktada, çevre yönetimi kavramı gündeme gelmiş, kamu ve özel sektör arasında etkileşimi kuracak, doğal varlıkların korunmasını temel alacak, sorunlara merkez ve yerel düzeyde çözümler getirebilecek, eşgüdüm ve denetimi sağlayacak bir sistemin arayışları başlamıştır. Ancak, geride kalan yıllar içerisinde kurumsal anlamda güçlü ve etkin bir çevre kurumunun / örgütünün oluştuğundan söz etmek mümkün değildir. Bu noktada, çevre örgütlenmesinde bir dizi geçiş ve sorun yaşanmış, kurumsal karmaşa bir türlü giderilmemiş, beraberinde yasa, yönetmelik ve uygulamalardan kaynaklı yetki ve görev karmaşasının öne çıktığı bir süreç yaşanmıştır. Türkiye’de çevre alanında 1980’ler boyunca yaşanan ve halen de süren kurumsal ve politik arayışların, 1990’ların ikinci yarsında yerini cılız korumacılığa bıraktığını söylemek mümkündür. Siyasi iktidarın, çevre politikaları olmadığı için, günün modası gereği “çevrecilik” göze-kulağa hoş görünmüş, bu arada dileyen dilediğini yapar olmuştur. Özal hükümetleri döneminde, kentsel yağma derinleşirken, kıyılar talan edilirken, Yatağan ve Gökova Santrallari’ nin yapımı yönünde adımlar atılırken, sonraki hükümetler döneminde doğal varlıkların yağma ve talanına dönük uygulamalar yasalar yolu ile gerçekleşmeye başlamıştır. Bu arada, Türkiye, Avrupa Birliği üyelik süreci olarak adlandırılan yeni bir döneme girmiş, bir yandan yapısal sosyo-ekonomik krizler gündeme gelmiş, bir yandan da Dünya Bankası ve IMF politikaları ile şekillenen ekonomik modeller denenmiştir. Böyle bir kesitte, son olarak AKP iktidarı ile birlikte, ekolojik tahribat ve yağma en üst noktaya erişmiştir. Orman arazilerinin, meraların, ovaların yapılaşmaya açılması ve satışı yönündeki girişimler, enerji ve madencilik alanlarında özelleştirme/yabancılaştırma uygulamaları ve sonucunda yaşanan çevresel sorunlar ülke gündeminde öncelikli konular haline gelmiştir. Kentler, uluslar arası tekellerin yeni iş ve yatırım alanları olarak “gözde” mekanlar haline gelirken, kentsel alt yapı projeleri,yatırımları ve hizmetleri yabancı sermayenin ilgi odağı olmuştur. Bu yönde yapılan yeni yasal değişiklikler ile, Belediye Yasası,Çevre Yasası vb., taşlar birileri için “yerli yerine” oturmuş oluyordu. Türkiye’de, son olarak 2001 ekonomik krizinin tetiklediği siyasi ortam, erken genel seçim süreci ve ortaya çıkan parlamento yapısı krizi ekonomik, sosyal, kültürel ve çevresel alanda derinleştiren bir tablo yaratmıştır. AKP Hükümeti’nin parti programı, seçim beyannamesi, acil eylem planı ve sonrasındaki hükümet programı dışa bağımlı, IMF patentli program ve yaklaşımlardan başka bir şey değildir. AKP Hükümeti’nin uygulayıcısı olduğu “yeniden yapılanma” programı, devlette “reformu” hedefleyen, devletin küçültülmesi, özelleştirme, yerelleşme ve yabancılaştırmaya dayanan Dünya Bankası’nın programı olarak telaffuz edilebilir. Bu süreç, Türkiye’nin gündemine, belki de 24 Ocak 1980 kararları ile karşılaştırılabilecek nitelikte dönüşümleri dayatmıştır. Bakanlıkların kapatılmasıbirleştirilmesi, devletin üst kurullarla yönetilmesi, tarım, hayvancılık, enerji, madencilik ve haberleşme alanındaki yapısal düzenlemeler, yerel yönetimler alanındaki yasalar ve bir dizi yasa/yönetmelik ve Anayasa değişikliği girişimleri bu sürecin tamamlayıcısı unsurlardır. Bu gün kapsamlı bir plan doğrultusunda adım adım ülkenin temel "sermaye birikim modeli" yenilenmektedir. Bir ülkenin değer üretme mekanizmalarına dair birincil tercih ve zorunlulukların ürünü olarak ortaya çıkan birikim rejimlerindeki dönüşümler, sermayenin geleneksel iç yapılamasının yeniden konsolide edilmesinden, emek ve sermaye arasındaki ilişkilere, sektörel yatırım tercihlerinden, istihdam politikasına, temel altyapı yönelimlerinden ülkenin üstyapı kurumlarının yenilenmesine ve hatta top yekun "yönetim rejiminin" dönüşümüne yol açan bir süreç yaşanmaktadır. Bu noktada, bir yandan merkezi politik hat olarak belirlenen Avrupa Birliği'ne üyelik süreci, ülkemizin çevre politikalarını da belirlerken, diğer yandan ülkemizin sanayi politikaları, enerji politikaları, bilim ve teknoloji politikaları, eğitim politikaları, gümrük politikaları gibi bir dizi alana ilişkin öngörü ve hedefler önümüzdeki döneme ait ülkemizin çevre performansını da şekillendirecektir. V. TÜRKİYE’DE ÇEVRE POLİTİKASI’NIN GELİŞİMİ Türkiye’nin siyasi tarihi ve buna koşut ekonomik gelişmeler, cumhuriyet dönemi boyunca değişik evrelerde incelenebilir. 1960’lı yıllar, planlı ekonomi ve kalkınma arayışlarının başladığı, Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulduğu yıllardır. Bu noktada, DPT’nin iki temel görevi öne çıkmıştır : Birincisi hükümete iktisadi ve sosyal konularda danışmanlık yapmak ; ikincisi ise hükümet tarafından kabul edilen hedefleri gerçekleştirmek için uzun ve kısa vadeli planlar hazırlamaktır. 1961 Anayasa’nın kabulü, ardından 1962 yılını kapsayan bir “geçiş programı“ sonrasında 1963 – 1967 yılları arasında “Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı“, 1968 – 1972 yıllarını kapsayan “İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı“ hazırlanmıştır. İstikrarlı büyüme ve kalkınma sağlanması amacıyla, 15 yıllık bir perspektifi göz önüne alan bu planlarda çevre sorunlarına ve çözümüne yönelik politikalara rastlamak mümkün değildir. 1973 – 1977 dönemini kapsayan ve 15 yıllık uzun perspektifin üçüncü kısmını oluşturan “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı“, siyasal ve ekonomik belirsizliklerin başladığı, ithal ikameci büyümenin yarattığı sorunların ortaya çıktığı bir dönemde gündeme gelmiştir. Planda, çevre sorunları açısından ayırt edici özellik, ayrı bir çevre bölümünün olmasıdır. Bu noktada, ülkenin su, hava ve kıyı gibi belli başlı sorunlarına dikkat çekilmekte ve bunların bir bütün olarak, planlama sistemi içinde incelenmesinin gereği vurgulanmaktadır. 1979 – 1983, “Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı“nda ise, çevre sorunlarına hem toplumdaki gelişmeler, hem de temel politikalar bölümünde yer verilmiştir. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesinde ekonomik sorunlar yanında, askeri rejimin yaptırım ve uygulamalarını içeren plan, çevre konusuna ilişkin kararlarda yerel yönetimlere yetki verilmesi hususunun altını çizmektedir. 1985 – 1989 dönemini kapsayan “Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planında“ , kentleşme, sanayileşme ve tarımda modernleşmenin yarattığı çevre sorunlarının çözümünde temel ilkeler ortaya koyulmuştur. Bu noktada, yalnız kirliliğin ortadan kaldırılması değil, aynı zamanda kaynakların gelecek kuşakların yararlanabilmesi için de korunması ve geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. “Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı” (1990– 1994)“nda benimsenen temel çevre politikası, insan sağlığını ve doğal dengeyi koruyarak, sürekli bir ekonomik büyüme sağlanmasıdır. Bu dönem, sektörler itibarı ile çevre sorunlarına yönelik tedbirler ve önlemler üzerinde de durulmuş, örneğin enerji, madencilik, petrol ürünleri, nükleer güvenlik gibi konularda yasal altyapının çevre ve ekonomik değerler noktasında oluşturulması öngörülmüştür. “1996 – 2000 döneminde gündeme gelen “Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı“, 1994 ekonomik krizinin etkileri ve Avrupa Birliği üyelik süreci ile birlikte “Gümrük Birliği“ anlaşmasının politik – ekonomik kararları belirlediği bir kesitte şekillenmiştir. Dış borç, enflasyon ve büyüme sorunsalı etrafında, çevre sektörüne ilişkin yaklaşımlar, sürdürülebilir kalkınma yönündeki temenniler ve AB Çevre Müktesebatı’na uyum arayışları plana yansıyan temel olgulardır. Türkiye’de bugüne kadar kalkınma planları hazırlanırken çok sayıda özel ihtisas komisyonları kurulmuştur. 6. ve 7. Planlarda kurulan “Çevre Özel İhtisas Komisyonları“ da dahil olmak üzere, bu komisyonların temel görevi çevre ve kalkınmanın birbiriyle uyumlu hale getirilmesi olmuştur. “8. Beş Yıllık Kalkınma Planı” nın hazırlıkları sürecinde de Çevre Özel İhtisas Komisyonu kurulmuş, hatta bu komisyonun raporu, ilk kez hükümet, DPT ve ilgili bakanlık tarafından sakıncalı bulunmuştur. (Çevre alanına yönelik kurumsal reform önerisi nedeni ile...) Bu planın çevre alanındaki temel yaklaşımında 3 etken belirleyici olmuştur : Kurumsal reform AB uyum sürecinin hızlanması UÇEP’in revizyonu Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ardınan, kalkınma planları beş yıllık dönemler dışında ele alınmaya başlamıştır. Dokuzuncu Kalkınma Planı,bu yaklaşımın bir ürünü olarak 2007-2013 yıllarını kapsayacak şekilde düzenlenmiştir. Ulusal Çevre Eylem Planı Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, Dünya Bankası’nın desteği ile hazırlanan ve 1998 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından yayınlanan Ulusal Çevre Eylem Planı (UÇEP) Raporu, bugüne kadar çevre alanında hazırlanmış Türkiye’deki en kapsamlı politika dokümanıdır. Çevre ve kalkınma politikalarını uyumlu hale getirmek amacıyla, birçok alan ve sektör için önerilen somut eylemlerden oluşan UÇEP’in yasal bir bağlayıcılığı olmadığı için, hukuksal yaptırımları da olmamıştır. 2007–2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı ve UÇEP, Avrupa Birliği uyum sürecinde hazırlanan dokümanlar olduğu için, Avrupa Birliği ilke ve standartları ile ilintili, bu alandaki program ve stratejilere koşut yaklaşımların ve çalışmaların temelini oluşturmuştur. Türkiye’nin Çevre Politikaları Üzerine Kısa Bir Değerlendirme Türkiye’nin güncel çevre politika belgelerine yansıyan yaklaşımların, halen Avrupa Birliği’nin gerisinde olduğu söylenebilir. Ülkemiz çevre politikalarının, “geleneksel (konvansiyonel) çevre politikası araçları” ile şekillendiği görülmektedir. Dünya genelinde,1960 ve 1970’li yıllarda egemen olan bu anlayış, bir iktisadi faaliyet sonrasında ortaya çıkan kirletici salımlarının ve atıkların giderilmesi ve alıcı ortamlardan uzaklaştırılması anlamına gelmektedir. Kirleten Öder kavramı bu politikanın öne çıkan ilkesi olmuştur. Bu yaklaşım, onarımcı politika olarak tanımlanmaktadır. Boru Sonu (end of pipe) Yaklaşım olarak da; bilinen bu çevre politikası, bugün yerini Kirlilik Önleme politikalarına, yani önleyici politikalara bırakmaya başlamıştır. Avrupa Birliği ortamında, 2000’li yılların “çevre eylem planları”nda gözlemlenen bu politika değişimi ile “önceden tahmin edilen” politikalara doğru bir geçiş yaşanmıştır. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından "bütünsel önleyici bir çevre stratejisinin ürün ve süreçlere sürekli olarak uygulanması ile insanlar ve çevre üzerindeki risklerin azaltılması" olarak tanımlanan Kirlilik Önleme (Temiz Üretim olarak da bilinen bir yaklaşımdır.) yaklaşımında, kirliliğin oluşmadan önlenmesi/azaltılması hedeflenir. Türkiye’deki çevre politika belgelerinde ve çevre yönetimi sisteminde kirlilik önleme ve temiz üretim yaklaşımının henüz etkin bir şekilde yer almadığı söylenebilir. Türkiye’de mevcut durum, toplum ve kamu yararını temel alan çevre politikalarının oluşturulması için bir dizi düzenlemenin yapılması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bir yandan bilimsel ve evrensel ölçütler dikkate alınarak, çevrebilimin yol göstericiliğinde çevre politikaları ve çevre yönetiminde kalıcı değişikliklerin yapılması gerekmekte, diğer yandan mevcut kirliliğin, doğal ortamdaki bozulmaların giderilmesi ve çevrenin geliştirilmesi için politikaların hayat bulması gerekmektedir. ÇEVRE POLİTİKALARININ ETKİNLİĞİ Dünyada ve ülkemizde, son çeyrek yüzyıla bakıldığında, “çevre politikalarının ne kadar etkin” olduğu ya da olabildiği sorusuna bir yanıt bulunabilinir. Çevre alanında sorunlar çeşitlenip, derinleşirken, hükümetlerin bu konulara yönelik ilgisi artarken, bir dizi uluslararası konferansın çıktıları olarak çeşitli yasal düzenlemeler bölgesel ve yerel düzeyde ülkelerin çevre politikalarını belirlerken, gelinen noktada çok fazla başarı örneği bulunmadığı da görülmektedir. Çevre sorunlarına, Türkiye açısından bakıldığında ise, gerek politika alanında, gerekse de örgütlenme/kurumsal gelişmeler ve yasal düzenlemeler alanında bir karmaşanın varlığından söz etmek gerekecektir. Bu durumun çeşitli nedenleri (siyasal, ekonomik ve toplumsal) olduğu söylenebilir. Dünya Ekonomik Forumu, ABD’deki Yale ve Columbia Üniversiteleri’nin işbirliği ile 2000–2005 yılları arasında, ülkelerin “Çevresel Sürdürülebilirlik Göstergeleri”ni hesaplamıştır. Göstergelerin hesaplanmasında hava ve su kalitesi, iklim değişikliği, arazi koruma, biyolojik çeşitlilik, doğal varlık yönetimi, eko-etkenlik, çevre sağlığı, atık vb. konularda yetmişi aşkın değişkenden yararlanılmıştır. Bu göstergelerdeki değişmeler, “çevremizdeki” gidişin hiç de iyi olmadığını göstermektedir. Örneğin; Ülkemizin 2002 yılında 50,8 olarak hesaplanan “çevresel sürdürülebilirlik göstergesi”, 2005 yılında 46,6’ya düşmüştür. Bu nedenle, “çevresel sürdürülebilirlik göstergesi” sıralamasında 2002 yılında 142 ülke arasında 62. sırada olan ülkemiz, 2005 yılında 91. sıraya inmiştir. Çizelge 1’deki çeşitli çevresel göstergeler tek tek ele alındığında, bazı göstergeler için daha da olumsuz bir durum ortaya çıkmaktadır. Çizelge 1. Türkiye’nin doğal varlıkların kalitesi ve çevresel değerlere göre ülkeler arasındaki konumu Göstergeler Sıralama 2002 Yıllar 2005 Göstergeler Sıralama 2002 Yıllar 2005 Su Varlığı 112 85 Ekosistemlere Baskıların Azaltılması 29 33 Hava Kalitesi 11 20 Atıkların Azaltılması 82 50 Su Kalitesi 41 142 Nüfus Artış Hızının Düşürülmesi 62 63 Biyolojik Çeşitlilik 91 129 Çevre Sağlığı 79 58 Arazi Kullanımı 87 102 Çevresel Yaptırım Gücü 76 46 Hava Kirliliğinin Azaltılması 75 93 Eko-etkenlik 66 69 Su Yetersizliğinin Azaltılması 94 97 Sera Gazı Salımının 70 94 Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), Türkiye’nin 1990-2011 yılları arasında ürettiği sera gazı miktarlarına ait yayınladığı rapor/envanter ülkemiz doğal varlıkları için tehlike çanlarının çalmasından öte bir durumu işret etmektedir. TÜİK verilerine göre Türkiye’nin küresel ısınmaya olan katkısı her geçen yıl artıyor. Üstelik bunu durdurmaya ya ya da azaltmaya yönelik politika değişiklikleri gündemde bile değil. Sonuçlar iç açıcı değil. Bu envantere baktığımızda 2011 yılındaki toplam sera gazı emisyonumuzun 422,4 milyon ton CO2 ile 1990 yılına göre yüzde 124 arttığını görüyoruz. Yine aynı envantere göre 1990-2011 kıyaslamasında kişi başına düşen sera gazı emisyonumuz 3.2 ton/kişiden, 5.71 ton/kişiye yükseldi. 2011 yılı emisyonlarında CO2 eşdeğeri olarak en büyük payı yüzde 71 ile enerji kaynaklı emisyonlar alıyor. Tabii ki kömür ve doğalgaz santrallerı ile otomobiller bu oranın en büyük müsebbibi… Envanterde ayrıca enerji kaynakları emisyonlarını ise sırasıyla yüzde 13 ile endüstriyel işlemler, yüzde 9 ile atık ve yüzde 7 ile tarımsal faaliyetlerin takip ettiğin görüyoruz. İnsanların doğaya karşı işlediği yedi günah Türkiye'de sulak alanların yarısı son 50 yılda kayboldu.... Karadeniz'de 55 yılda 26 balık türü tükendi... 60 yıl önce Türkiye'de sadece yerli buğday tohumu ekiliyordu. Şimdi ise bu oran yalnız yüzde 5... Tarım topraklarında üretilen gıdanın yüzde 28'i israf ediliyor. Ocak 2014 yılında, ülkemizde bir kampanya başladı… Doğadaki varlıkların haklarına dikkat çekmek için sosyal medyada ‘Doğanın da hakları var’ adıyla bir kampanya başladı. Kampanyanın amacı, insanın olduğu gibi doğadaki her bir varlığın neslini sürdürme, işkence görmeme, barınma, sağlıklı bir ortamda yaşama hakkına sahip olduğunun farkına varılması... Kampanyanın maskotu ve hakları ihlal edilen canlılar adına sözcüsü, Kuzey Ormanları’nda yaşayan, 3. köprü, 3. havaalanı, Kanal İstanbul gibi mega projeler yüzünden yaşam alanlarını terk etmek üzere olan bir su samuru. SUSAM adı verilen su samuru, insanların doğaya karşı işlediği suçların ve günahların giderek arttığı vurguluyor. Günahları ise 7 başlıkta topluyor. Tohum, toprak, türler, orman, hava/iklim, su ve denizler... Tohumdan sulak alanlara... Kampanya çerçevesinde her bir günahla ilgili önemli istatistiki bilgiler yer alıyor. O bilgilerden bazıları şöyle: Tohum Anadolu topraklarında 10 binden fazla bitki türü var. Bunun 3 bini ise endemik. Sadece Muğla’nın 10 ilçesinde bile 400’ü aşkın yerel isimle anılan 28 meyve türü var. Anadolu buğday, arpa, çavdar, yulaf, nohut ve mercimeğin gen merkezi. Dünyada tarımsal genetik çeşitliliğin yüzde 75’i kayboldu. Şanlıurfa Karacadağ’da günümüzden 12 bin yıl önce ilk tarım yapılmış. 60 yıl önce Türkiye’de sadece yerli buğday tohumu ekiliyordu. Şimdi ise bu oran yalnız yüzde 5... Toprak 1 gram toprağın içinde milyonlarca canlı var. Bunların hepsi ekosistemin canlılığı için önemli. Toprağın ilk 10 santimlik üst tabakasındaki zengin çeşitlilik, insan ve diğer canlılar için gerekli besini sağlar. Türkiye’de bugün toprakların yüzde 86’sı erozyon tehlikesi altında. Tarım topraklarında üretilen gıdanın yüzde 28’i israf ediliyor. Türkiye topraklarının sadece yüzde 4’ü koruma altında. Türler Türkiye’de ormanları, dağları, vadileri, bozkırları, denizleri, nehirleri, gölleri 161 memeli, 474 kuş, 10 bini aşkın bitki, 364 kelebek, 405 balık, 141 sürüngenle paylaşıyoruz. Türkiye’de 100 bin canlı türü olduğu ve bunun 6080 bin kadarının böcekler olduğu tahmin ediliyor. Örneğin, Karadeniz’de 55 yıl önce bulunan 52 balık çeşidinden 26’sı tükendi. Orman Türkiye’deki 9 orman alanı, Avrupa’da biyolojik çeşitlilik bakımından önemli ve acil olarak korunması gereken ormanlar 100 sıcak nokta arasında yer alıyor. İstanbul’da, 3. köprü güzergahındaki kuzey ormanları da bu alanlardan biri. 2014 yılı itibarı ile; Türkiye ormanlarının yalnız yüzde 2’si korunabilmiş durumda. Hava\iklim Türkiye’de hava sıcaklığı 1976’dan bu yana 1 derece arttı. Son 100 yılda yeryüzünün ortalama sıcaklığı 0.85 derece arttı. Kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtların yakılmasından kaynaklanan karbondioksit salımları bugünkü gibi devam ederse ortalama sıcaklık, bu yüzyılın sonuna varmadan 4.5 derece artacak. İklim değişikliğine karşı önlem alınmazsa deniz seviyesindeki yükselme bu yüzyıl içinde 1 metreyi bulabilir. 2030 yılında Türkiye’de yağış miktarının bugüne kıyasla kışın yüzde 10 yazın ise yüzde 5-15 daha düşük olacağı tahmin ediliyor. Su Türkiye’deki toplam 1327 sulak alanın 135’i Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alan. Sulak alanların yarısı son 50 yılda kayboldu. Akarsular, HES’ler ve kirliliğe karşı var olma savaşı veriyor. Bugün, Türkiye’de “Ramsar Sözleşmesi” kapsamında olan 14 sulak alan her gün kirletiliyor. Denizler Araştırmalar Türkiye’nin önümüzdeki 25 yıl içinde ihtiyaç duyacağı su miktarının bugün ihtiyacı olan su miktarının yaklaşık üç katı olacağını gösteriyor. Türkiye’de son 40 yıl içinde 1 milyon 300 bin hektar sulak alan kurutuldu ve tahrip edildi. Bu miktar Van Gölü’nün üç katından daha fazla… VI. TÜRKİYE’DE ÇEVRE YÖNETİMİ’NİN GELİŞİMİ ve TARİHSEL EVRİMİ Türkiye’de, “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı“ ile birlikte, çevre sorunlarına yönelik politika belirleme yönünde ilk adımlar atılırken, çevre örgütlenmesi ve çevre tüzesinin oluşturulması yönünde de tartışmalar başlamıştır. Bu noktada, çevre yönetimi kavramı gündeme gelmiş, kamu ve özel sektör arasında etkileşimi kuracak, doğal varlıkların korunmasını temel alacak, sorunlara merkez ve yerel düzeyde çözümler getirebilecek, eşgüdüm ve denetimi sağlayacak bir sistemin arayışları başlamıştır. Ancak, geride kalan yıllar içerisinde kurumsal anlamda güçlü ve etkin bir çevre kurumunun / örgütünün oluştuğundan söz etmek mümkün değildir. Bu noktada, çevre örgütlenmesinde bir dizi geçiş ve sorun yaşanmış, kurumsal karmaşa bir türlü giderilmemiş, beraberinde yasa, yönetmelik ve uygulamalardan kaynaklı yetki ve görev karmaşasının öne çıktığı bir süreç yaşanmıştır. 1978 yılında, ilk kez Türkiye’de çevre örgütlenmesi için önemli bir adım atılmış ve çevre politikalarının oluşturulması amacı ile “Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı” kurulmuştur. 1984 yılında ise, kamu yönetiminde yapılan düzenlemeler sırasında, Çevre Müsteşarlığı, Başbakanlığa bağlı “Çevre Genel Müdürlüğü” ne dönüştürülmüştür. 1989 yılında yine Çevre Müsteşarlığı’na geçiş yaşanmış, bir anlamda çevre örgütü bir üst düzeye taşınmıştır. 1991’de ise, “Çevre Bakanlığı” kurulmuş, Yüksek Çevre Kurulu, Özel Çevre Koruma Kurumu, Çevre İl Müdürlüğü, Mahalli Çevre Kurulu gibi kurumlar Bakanlığa bağlı kuruluşlar / organlar olarak tanımlanmıştır. 2003 yılında, Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma kapsamında, birleşik Bakanlık modeline geçilmiş ve “Çevre ve Orman Bakanlığı“ kurulmuştur. Son olarak; 2011 yılında, yapılan yeni bir düzenleme ile çevre yönetimi sürecinde tartışmaya açık bir adım atılmıştır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı adı ile yeni bir bakanlık kurulmuş, eski İmar ve İskân Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı ve Toplu Konut İdaresi (TOKİ) gibi kurumlar yanında, eski Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlı bazı kuruluşlar ve birimler bu Bakanlığa bağlanmıştır. Orman ve Su İşleri Bakanlığı olarak yeniden örgütlendirilen eski Çevre ve Orman Bakanlığı’na da çevre yönetiminde yeni bir dizi sorumluluklar yüklenmiştir. Türkiye’de Çevre Örgütlenmesi’nin Gelişim ve Değişimi… 1978 “Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı” 1984 “Başbakanlık Çevre Genel Müdürlüğü” 1989 “Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı” 1991 “ Çevre Bakanlığı” 2003 “Çevre ve Orman Bakanlığı” 2011 “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ve “Su ve Orman Bakanlığı” VII. ÇEVRE HUKUKU VE ÇEVRE MEVZUATI Ünlü felsefeci, Immanuel Kant’a göre: “…hukukçular, henüz herkes tarafından kabul edilmiş olan bir hukuk tanımı bulamamışlardır.” Çevre Hukuku Bütün dünya ülkelerinde, son 20-25 yıldan bu yana üzerinde durulan ve çözüm arayışları süregelen çevre sorunu, çok boyutlu ve çok yönlü bir sorundur. Bu kadar çok boyutlu bir konunun hukukla ve hukuk bilimi ile de ilgisi ve bağlantısı olması doğaldır. Hukuk düzeni, insan için, toplum için önem taşıyan ve tüm sorunların çözümünde önde gelen araçlardan birisidir. Çevre sorunları ile birlikte, çevre duyarlılığının gelişmesi, çevresel değerlere hukuksal güvence kazandırma çabalarının gelişmesini de desteklemiştir. Çevre politikasının gerçekleşmesi için, toplum yaşamının öteki alanlarında olduğu gibi, bağlayıcı kurallara gereksinim vardır. Bu noktada, çevre sorununun çözümü “çevre politikası”nı gerekli kılıyorsa, çevre politikası da bilimsel anlamda “çevre hukuku”nun varlığını gündeme getirmiştir Çevre sorununu çözmek için, insanla çevre arasındaki ilişkilerde birtakım “davranış kuralları” oluşturmak gerekirse, bunlar kuşkusuz “hukuk kuralları” biçiminde olacaktır. Bu noktada, devlet veya kamu kurum / kuruluşları çevre sorunlarını önlemek ve yetki sahibi olacaklarsa, bunların hukuksal kalıpları da yine hukuk normları içinde olacaktır. Çevreyi korumak, çevreye verilecek zararları gidermek, bunların gerektirdiği mali kaynakları belirlemek, cezaları ve öteki yaptırımları göstermek hep hukukun alanına giren konulardır. Bütün bunların toplamından, bugün, bütün dünya ülkelerinde “çevre hukuku” adı ile anılan yeni bir hukuk dalı ortaya çıkmıştır. Hukuk ya da çevre hukuku, çevre sorununun sadece dolaylı bir çözüm aracıdır. Doğrudan çözüm kapsamlı bir çevre politikası ile gerçekleşir. Hukuk kuralları ise ancak böyle bir ortamda ve belirlenmiş esaslara, hedeflere ya da amaçlara göre işlev kazanır; Koruma anlayışı yanında, iyileştirme ve önleyici yaklaşımlar, sorunun uluslar üstü ve evrensel olmasıdır, insanı yeri. Çevre Hukukunun Tarihi Çevre hukukunun bağımsız bir hukuk dalı olarak 2030 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır. Çevre hukukuna özgü kurallaşmanın bağımsız bir hukuk dalı oluşturması yeni bir olgu olmakla birlikte, bu daha önce, çevre sorunu ile ilgili hiçbir kuralın mevcut olmadığı anlamına gelmemelidir. Uygarlık tarihi boyunca, insanlar toplu olarak yaşamaya başladıkları dönem itibarı ile, gereksinimlerini karşılamak ve doğal kaynakları kullanmak konusunda belirli bir düzen oluşturmaya çalışmışlardır. Örneğin, toprak ve su kullanımı, ormanlardan yararlanma konusunda bir dizi düzenlemenin varlığından söz etmek mümkündür. Çevrenin korunması ve geliştirilmesinin hukukun konusu olması çok eskilere götürülse de, bağımsız bir Çevre Hukuku,ancak son 30 yılda ortaya çıkmıştır. Çevre koruma konusundaki düzenlemeler, ilk aşamada, "komşuluk hukuku"”ya da "“irisinin bir eylemde bulunurken başkalarına zarar vermemesi” biçiminde düzenlenirken, zaman içinde çevre koruma ve çevre kirliliğini giderme yönündeki düzenlemelerin, insan ve çevre ilişkilerini temel alan bir düzenlemeye evrildiği söylenebilir. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Mecelle’deki bazı bölümler, Türk Medeni Kanunu’ndaki düzenlemeler çevre korumanın komşuluk hukuku kapsamında ele alındığını gösteren yaklaşımlardır. Türkiye’de Anayasa’nın 56. Maddesi (1982 tarihli Anayasa) ve ardından 1983 yılında Çevre Yasası’nın kabulü ile birlikte çevre hakkının düzenlenmesi yönünde ciddi adımlar atılmış ve böylece bağımsız bir Çevre Hukuku’nun ortaya çıkması sağlanmıştır. “Çevre Hukuku”nun Gelişimi ve Kaynakları Çevre Hukuku, gelişim aşamasında iki farklı kaynaktan beslenmiştir. Bunlardan birisi, ulusal düzenlemeler, diğeri ise uluslararası anlaşmalardır. Ayrıca, çevre sorunları ile ilgili dava süreçleri ve yargı kararları da, içtihat olarak çevre hukukuna yön vermektedirler. Ulusal Düzenlemeler Ulusal Düzeyde, anayasalarda ya da yasa ve diğer hukuksal metinlerde öngörülen çevre korumaya ilişkin düzenlemeler, çevre hukukunun gelişiminde temel kaynaklar olmuştur. Ayrıca, su kirliliği ile ilgili yönetmelik, norm benzeri düzenlemeler çevresel değerlere hukuksal güvenceler kazandırmak yönünde önemli adımlar olmuştur Uluslararası Anlaşmalar Uluslararası Çevre Hukuku olarak tanımlanabilecek bir alanı besleyen, bu anlamda ülkelerin “uluslararası sorumluluğunu” tanımlayan uluslararası sözleşmeler; çevre hukukunun gelişiminde önemli bir unsurdur. Bu noktada, uluslararası sözleşmeler ortak çevre değerlerini korumak amacıyla olduğu gibi, çevresel kaynakları korumak ya da sınır tanımayan çevre kirlenmelerini önlemek amacıyla da başvurulan bir yöntem olmuştur. Son dönemde, Birleşmiş Milletler ortamında düzenlenen konferanslar (Stockholm 1972, Rio 1992, Johannesburg 2002, Vancouver 1976, İstanbul 1996 v.b.) ve bu toplantılarda alınan kararlar, deklarasyon ve bildirgeler, Avrupa Birliği ve OECD gibi bölgesel örgütlerin aldıkları kararlar, hazırlanan ve yaptırım boyutu olan belgeler hukuk değeri taşıyan dokümanlardır. Bu kapsamda, insan hakları yazınında “çevre hakkı” kavramı ortaya çıkmış, buradan hareketle hukuk metinlerinde çevreye ilişkin düzenlemeler yer almaya başlamıştır. Anayasa’larda yer alan çevre ile ilgili bölümler, çevrenin korunması, iyileştirilmesi ve çevre kirliliğinin giderilmesine yönelik yasa, yönetmelik gibi düzenlemeler, uluslararası anlaşmalar, hukuk ortamında yargı kararları sonucunda ortaya çıkan içtihatlar, bu alana dair önemli gelişmelerdir. ÇEVRE HAKKI Tarihsel Evrimine Göre İnsan Hakları Özgürlükler ve haklar alanında, genel bir tanımla hak, bir kimsenin isteyebileceği, ileri sürebileceği, sahip çıkacağı ve kullanılabileceği bir olguyu belirtir. İnsanlık ve uygarlık tarihi, bir bakıma özgürlükler ve haklar mücadelesi tarihidir... Fransız Hukukçu Karel Vasek, tarihsel evrimine göre insan haklarını üç kuşak haklar olarak sınıflandırılmıştır Birinci Kuşak Haklar: Temel özgürlükler, kişi hakları ve . siyasal haklar. İkinci Kuşak Haklar: Ekonomi, sosyal ve kültürel haklar. Üçüncü Kuşak Haklar: Dayanışma hakları olarak tanımlanır. Fransız Devrimi’nin üç normatif temasının bu kuşakları karakterize etmesi ise ilgi çekicidir. Buna göre, birinci kuşak haklarda özgürlük, ikinci kuşak haklarda eşitlik, üçüncü kuşak haklarda ise kardeşlik nitelikleri belirleyicidir. Krzysztof Kieślowski ( Polonyalı sinemacı, yönetmen, senaryo yazarı) En bilinen filmleri Fransa bayrağının renkleri olan mavi (özgürlük), beyaz (eşitlik), kırmızı(kardeşlik) 'dan esinlenerek çektiği ÜÇ RENK serisidir.Bu filmler dünya sinema tarihinin en özgün örnekleri olarak görülebilir. Üçüncü kuşak haklar, 20. Yüzyılın ikinci yarısının, ikinci çeyreği ile birlikte gelişen ve şekillenen haklardır. Çevre Hakkı Gelişme Hakkı Barış Hakkı İnsanlığın Ortak Mirasından Yararlanma Hakkı Çevre Hakkı Kavramının Gelişimi 1970’li yıllarla birlikte, “çevre hakkı” insan hakları alanında ayrı bir hak olarak tanımlanmaya başlamış ve süreç içerisinde uluslar arası anlaşma ve belgelerde yerini almıştır. Türkiye’de de, ulusal alanda, Anayasa ve değişik yasal düzenlemeler içinde çevre hakkı kavramı yerini almıştır. Yeni bir insan hakkı olarak son yıllarda uluslararası belge ve anayasalara giren ve çevre korumanın en etkin hukuksal aracını oluşturan çevre hakkı, çevre hukukun ulusal düzeyde olduğu kadar, uluslararası düzeyde de ortaya çıkan yetersizliklerinin ve boşluklarının doğrudan bir sonucu gibi görünmektedir. Uluslararası alanda, çevre hakkının dile getirildiği ilk toplantı Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı (Stockholm 1972) olmuştur. Konferansın, çevre sorunlarına yönelik politika arayışlarında bir milat olduğu bilinen bir durumdur. Çevre hakkı açısından önemi ise, “İnsan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir.” (m.1) ilkesinin yer aldığı bildirinin kabul edilmesinden ileri gelmektedir. Çevre hakkının konusu, çevrenin korunması ve geliştirilmesidir. Bu açıdan, çevre hukuku ve hakkının konusu, çevre kavramının tanımı ile açıklığa kavuşturulmuştur. Buradan hareketle, çevre hakkının konusu olarak aşağıdaki öğeler sıralanabilir: İnsan Hayvanlar ve Bitkiler İnsan ve Diğer Canlılarla Etkileşim İçinde Bulunan Cansız Varlıklar Canlı ve Cansız Varlıkların İlişkilerini Düzenleyen Ekosistem Çevre hakkının tarafları ya da sahipleri ise bu haktan yararlanacak olanları ve bu hak nedeni ile üzerine sorumluluk yüklenecek aktörleri kapsamaktadır. Bireyler Kamusal ve Özel Kuruluşlar ile Topluluklar Devletler ve Halklar Gelecek Kuşaklar ''Çevre Hakkı'' Kavramı Nereden Geliyor? 2.Dünya savaşının dünya üzerinde yarattığı büyük tahribat ve acılardan sonra, başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere medeni ve siyasi haklar ile ekonomik ve kültürel hakları düzenleyen bir çok Beyanname ve sözleşme imzalandı ve yürürlüğe konuldu. 1968 kuşağının ilerici gençlik hareketinde , dönemin entelektüellerinin katkısı ile, dünyayı yöneten ülkelerin ve uluslararası kurumların klasik politikaları ve esas alınan temel değerler ciddi biçimde sorgulandı ve eleştirildi. 1972 Stockholm-İnsan ve Çevre Konferansı’nda ilk defa kalkınma ve gelişme ile çevre koruma kavramları birlikte ele alınmış ve dünyanın geleceği bu açıdan tartışılmaya başlanmıştır. '' Konferansın en önemli amacı ve hedefi; her ülkenin çevreye karşı sorumluluğunu kabul etmesi, insanın yeryüzündeki varlığını sürdürebilmesinin esas olduğunun görülmesidir. Konferans sonucunda ise, gelişmekte olan ülkeleri, kalkınırken çevre sorunlarının ortaya çıkmasını önlemeye yöneltmenin, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki ayrımlar giderilmedikçe çevre koşullarının iyileştirilmesinde önemli bir ilerleme kaydedilemeyeceğinin ve kalkınmanın çevreyi korumakla çelişen bir tarafının olmadığının önemine varılmış ve bu düşünceler kabul edilmiştir.'' Konferanstan sonra 1972 yılında UNEP ( Birleşmiş Milletler Çevre Örgütü) kurulmuştur. Genel olarak, insanların sağlıklı ve dengeli ortamda, temiz hava, su ve topraktan oluşan bir ''çevrede'' yaşama hakkı, sonradan Avrupa Konseyi, AGİT ve Avrupa Birliği temel metinlerine ve doğa koruma sözleşmelerine girmeye başlamıştır. Son on yıllık dönemde ''çevre hakkı'' kapsamı içinde, ''çevreyi etkileyecek yatırımlardan ve bunların risklerinden haberdar olma'', ''ÇED sürecine katılma'', ''ulusal ve uluslar arası alanda çevreye ilişkin bilgi edinme ve dava açma hakları da mütalaa edilmektedir. Örneğin , Çevre konularında Adalete Başvuru, Karar Alma Sürecinde Katılım ve Bilgiye Erişim Hakkında Birleşmiş Milletler Aarhus Sözleşmesi 25/7/1998 günü kabul edilmiş ve 30 Ekim 2001 günü yürürlüğe girmiştir. İnsan hakları ve çevre haklarını birbirine bağlayan ve doğanın korunmasında bireylere ve sivil toplum örgütlerine çok önemli haklar bahşeden bu sözleşme uzunca süredir Dışişleri ve Çevre Bakanlıkların gündeminde olmasına karşın henüz imzalanmamıştır. Vatandaşlık, milliyet ve ikametgâh ayrımı yapılmaksızın öngörülen bazı hakların ülkemizin egemenlik haklarını tehdit edebileceğine dair kaygılar,GAP gibi sınır aşan sular üzerindeki projelerin engellenebileceğine dair endişeler, mili güvenliğimizin tehlikeye düşebileceği yönündeki gerekçeler, ülkemizin sözleşmeyle üstlenilecek yükümlülükleri yerine getirecek teknik kapasiteye sahip olmaması ve yatırım kararlarının gecikebileceği yönündeki kaygılar, Türkiye’nin bu sözleşmeyi imzalamasına engel oluşturan başlıca nedenlerdir. Burada ifade edilmesi gereken bir husus, Aarhus Sözleşmesi’nin onaylanmasının Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda Türkiye’nin yerine getirmesi gereken şartlardan olduğudur. Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar Vermeye Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi (Aarhus Sözleşmesi) Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu çerçevesinde hazırlanıp, 25 Haziran 1998 tarihinde Danimarka’nın Aarhus kentinde imzaya açılmış olan uluslararası antlaşmadır. İmzalandığı yer dolayısıyla “Aarhus Sözleşmesi” olarak da anılır. Türkiye, Sözleşme’yi imzalamamış ve henüz taraf olmamıştır. Aarhus Sözleşmesi , “…şimdiki ve gelecek kuşakların sağlıklı ve iyi bir çevrede yaşam haklarının korunmasına katkı sağlamak amacıyla, çevresel konularda bilgi ve belge edinme, karar vermede halkın katılımı ve yargıya erişim konularını ele alan” ilk uluslararası sözleşmedir. Bu niteliğinden dolayı Aarhus Sözleşmesi Birleşmiş Milletler eski genel sekreteri Kofi Annan tarafından, “Çevresel demokrasi alanında Birleşmiş Milletler himayesinde şimdiye kadar gerçekleştirilen girişimlerin en iddialısı” olarak nitelendirilmiştir. Bilgiye erişim, halkın katılımı ve yargıya erişimin Aarhus Sözleşmesi’nce ele alınan temel kategoriler olması ise, bunların Aarhus Sözleşmesi’nin dayandığı üç sütun olarak nitelendirilmesine neden olmuştur. Çevrenin korunması sürecine halkın etkin bir şekilde katılımını öngören Aarhus Sözleşmesi, katılımcı demokrasi ve bilgi edinme özgürlüğünün gerçekleştirilmesine sunduğu önemli katkılar nedeniyle, çevre hukukunun gelişim eğrisinde şüphesiz yeni bir paradigmayı temsil etmektedir. Ülkemizde proje ve yatırım kararlarına katılım… ÇEVRESEL ETKİ DEĞERLENDİRMESİ YÖNETMELİĞİ Resmi Gazete Tarihi: 17.07.2008 Resmi Gazete Sayısı: 26939 …. Halkın katılımı toplantısı MADDE 9 – (1) Komisyonun kapsam belirleme toplantısından önce, halkı yatırım hakkında bilgilendirmek, projeye ilişkin görüş ve önerilerini almak üzere proje sahibi tarafından projenin gerçekleştirileceği yerde Bakanlık ile mutabakat sağlanarak belirlenen tarihte, halkın katılımı toplantısı düzenlenir. (2) Çevresel Etki Değerlendirmesi sürecinden önce proje sahibi tarafından, halkı bilgilendirmek amacıyla anket, seminer gibi çalışmalar yapılabilir. a) Toplantı yeri, Valilik ve proje sahibi tarafından belirlenir ve Valilik tarafından Bakanlığa bildirilir. Toplantı için projeden en çok etkilenmesi beklenen ilgili halkın kolaylıkla ulaşabileceği merkezi bir yerin seçilmesine özen gösterilir. b) Proje sahibi, toplantı tarihini, saatini, yerini ve konusunu belirten bir ilanı ulusal düzeyde yayımlanan bir gazete ile o yörede yayımlanan yerel bir gazetede toplantı tarihinden en az on gün önce yayınlatır. c) Toplantı İl Çevre ve Orman Müdürünün veya görevlendireceği bir yetkilinin başkanlığında yapılır. Toplantıda; halkın proje hakkında bilgilendirilmesi, görüş, soru ve önerilerinin alınması sağlanır. Başkan katılımcılardan görüşlerini yazılı olarak vermelerini isteyebilir. Toplantı tutanağı, bir sureti Valilikte kalmak üzere Bakanlığa gönderilir. (3) Valilik, halkın katılımı toplantısı ile halkın görüş ve önerilerini bildirebileceği süreç ile ilgili zamanlama takvimini ve iletişim bilgilerini halka duyurur. Halkın görüş ve önerileri zamanlama takvimi içerisinde komisyona sunulur. (4) Komisyon üyeleri, 8 inci madde de belirlendiği şekilde kendi isteklerine bağlı olarak kapsam belirleme toplantısı öncesinde proje uygulama yerini inceleyebilir; kendilerine iletilen tarihe göre halkın katılımı toplantısına katılabilirler. Halkın katılımı toplantısı çalışmaları ile ilgili sekretarya hizmeti, İl Çevre ve Orman Müdürlüğü tarafından yürütülür. Çevre ve Muafiyet*… ÇED Yönetmeliği; … Kapsam dışı projeler GEÇİCİ MADDE 3 – (Değişik:RG-5/4/2013-28609) 23/6/1997 tarihinden önce yatırım programına alınmış olup 5/4/2013 tarihi itibarıyla planlama aşaması geçmiş olan veya ihalesi yapılmış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesislere, Çevre Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde alınması gereken izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz. * muafiyet; ayrı tutulma, kendisine uygulanmama, bağışıklık. Türkiye’de “çevre hakkı” kavramının dayanakları… 1982 Anayasası 56. Madde (sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı) 43. Madde (kıyıların kullanımı ve korunması) 45. Madde (tarım arazileri ve meraların korunması) 63. Madde (kültür ve tabiat varlıklarının korunması) 169. Madde (ormanların korunması ve yönetimi) 1983 yılında yayımlanan 2872 No’ lu Çevre Yasası ve değişik yasa ve yönetmeliklerde “çevre hakkı” kavramına ya da kavramı çağrıştıran tümcelere ve yaklaşımlara rastlamak mümkündür. Ayrıca, TBMM tarafından kabul edilerek, yürürlüğe girmiş olan çevre ve doğal varlıkların korunmasına yönelik uluslararası sözleşme ve anlaşmalarda da “çevre hakkı1 kavramı yer almaktadır. Sonuç Bu noktada, toplumcu bir anlayışla tanımlanan çevre politikası, onun araçları olabilecek çevre örgütlenmesi ve çevre yönetimi, sorunları doğru bir şekilde çözümleyebilecektir. Çevre hukuku ise, tüm bu süreçlerin tamamlayıcısı ve çevre alanında hak ve yasalar yolu ile korumacılığın öznesi olarak görülebilir. “Dönüşüm” her yerde… Acele Kamulaştırma ve Afet Riski uygulamaları beraberinde 2B Orman Arazileri’nin satışı… VIII. ÇEVRE ve EKONOMİ / ÇEVRE İLE UYUMLU KALKINMA İlk kez, 1972 yılında Stockholm Çevre Konferansı’nda, Konferans Genel Sekreteri Maurice Strong’un kullandığı “çevreyi dışlamayan kalkınma” ile, yerel kaynaklardan adaletli bir biçimde yararlanmayı öngören bir kalkınma stratejisi gündeme gelmiştir. Böylece, ekonomik sistemlerin çevre sorunlarına bakışlarına ilişkin görüşler tartışmaların odağına yerleşmiş ve “çevre – ekonomi” çelişkisi politik alanın önemli bir unsuru olmuştur. Üretim ilişkileri, tüketim toplumu ve bu alandan doğal varlıklara yansıyan olumsuzluklar, yoksulluk, açlık, barınma gibi temel sorunlar, gelir eşitsizliği gibi sosyal ve siyasal sorunlar çevre – ekonomi tartışmalarını şekillendirmiştir. Bu noktada, 1970’li ve 80’li yılların birikimi ve siyasal iklimi, BM ortamında “Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu”nun kurulmasına olanak sağlamıştır. Komisyon başkanlığına Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland seçilmiş ve komisyon oldukça önemli çalışmalar yapmış, çevre alanına yönelik yeni politika önermelerinde bulunmuştur. Böylece, 1987 yılında Komisyon “Ortak Geleceğimiz” isimli bir rapor yayınlamıştır. Bu raporun temel kaygısı, “çevre ile kalkınma arasında var olan uyumsuzlukların giderilmesi” olarak özetlenebilir. Bu noktada, yeni bir kavram gündeme gelmiş, “sürdürülebilir kalkınma” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu kavram, en genel anlamda, “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılama” olarak tanımlanmaktadır.Sürdürülebilir kalkınma kavramı ve kapitalist, reel sosyalist ya da azgelişmiş üçüncü dünya ülkelerinde bu kavramın olumlu / olumsuz yansımaları ile halen süren önemli bir tartışma alanıdır. Sonuç olarak, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının temeli, 1972 Stockholm Konferansı sürecinde gündeme gelen “Büyümenin Sınırları” adlı raporda atılmış (Roma Klubü Raporu olarak da bilinir), 1987 BM Çevre ve Kalkınma Komisyonu Ortak Geleceğimiz Raporu ile geniş boyut ve ideolojik bir çerçeve / içerik kazanmıştır. 1992 Rio Konferansı –BM Çevre ve Kalkınma Konferansı– ve imzalanan belgeler, ardından 1995 GATT Uruguay Raundu ve Dünya Bankası, IMF ve OECD politikaları, 2002 Johannesburg Konferansı –BM Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi– ile kavram küreselleşme tartışmalarının odağına yerleşmiştir. Çevrenin korunması ve geliştirilmesinde , devletler arasındaki işbirliğini geliştiren, pekiştiren etkinlikler uluslararası örgütler eliyle yürütülmüştür. Bu noktada, çeşitli uluslararası kuruluş / kurumlar çevre sorunlarına yönelik politika belirleme ve çözüm oluşturma konusunu öne çıkarmaya başlamışlardır. IX. ULUSLARARASI POLİTİKALARI BELİRLEYEN VE YÖNLENDİREN ULUSLARARASI KURULUŞLAR Birleşmiş Milletler (BM) 1972’den önce, çevre sorunları ile doğrudan ya da dolaylı ilgilenen BM’ye bağlı uzmanlık kurumları: -UNESCO (BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) -FAO (BM Besin ve Tarım Örgütü) -WHO (BM Dünya Sağlık Örgütü) 1972 Stockholm Konferansı sonrasında: -UNEP (BM Çevre Programı) -UNDP (BM Kalkınma Programı) Bölgesel Örgütlenmeler -OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) -AB (Avrupa Birliği) -Avrupa Konseyi -Çevre Amaçlı Bölgesel Örgütlenmeler (Akdeniz Eylem Planı, Mavi Plan, Karadeniz’de Kıyısı Bulunan Ülkeler v.b.) X. ULUSLARARASI ÇEVRE POLİTİKALARI ve DÖNÜM NOKTASI OLAN KONFERANSLAR Çevre sorunlarına yönelik kaygıların ve toplumsal duyarlılığın artması ile birlikte, 1960’lı yılların sonunda bir dizi girişim ve etkinlik olmuştur. Bu eylem ve etkinlikleri takip eden araştırmalar, dünyanın karşı karşıya olduğu sorunu ortaya koyan çalışmalar, çevre sorunsalının ilk kez uluslararasında ve resmi düzeyde ele alınmasını sağlamıştır. Çevre politikası alanında, dönüm noktası olarak görülebilecek toplantılar ve konferanslar kronolojik olarak aşağıdaki şekilde sıralanabilir: Birleşmiş Milletler (BM), Çevre ve İnsan Konferansı (Stockholm – 1972), Bu konferansın ilkelerini izlemek ve yirmi yıllık birikimi değerlendirmek üzere, BM Çevre ve Kalkınma Konferansı (Rio – 1992) Stockholm Konferansı’nın, çevreye yönelik kaygıların 30 yıllık bilançosunu çıkarmak, olanak ve kısıtları tartışmak, çevre ve kalkınma ilişkilerini irdelemek üzere yeni bir zirve toplanmıştır. BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı (Johannesburg – 2002) XI. ULUSLAR ARASI KONFERANS BELGELERİ ÇEVRE SORUNLARI ÜLKE GÜNDEMLERİNE VE ULUSLAR ARASI ORTAMA TAŞINIYOR İlk kez, 1972 yılında Birleşmiş Milletler Stockholm Çevre Konferansı’nda, Konferans Genel Sekreteri Maurice Strong’un kullandığı “çevreyi dışlamayan kalkınma” ile, yerel kaynaklardan adaletli bir biçimde yararlanmayı öngören bir kalkınma stratejisi gündeme gelmiştir. Böylece, ekonomik sistemlerin çevre sorunlarına bakışlarına ilişkin görüşler tartışmaların odağına yerleşmiş ve “çevre – ekonomi” çelişkisi politik alanın önemli bir unsuru olmuştur. Üretim ilişkileri, tüketim toplumu ve bu alandan doğal varlıklara yansıyan olumsuzluklar, yoksulluk, açlık, barınma gibi temel sorunlar, gelir eşitsizliği gibi sosyal ve siyasal sorunlar çevre – ekonomi tartışmalarını şekillendirmiştir. Bu noktada, 1970’li ve 80’li yılların birikimi ve siyasal iklimi, BM ortamında “Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu”nun kurulmasına olanak sağlamıştır. Komisyon başkanlığına Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland seçilmiş ve komisyon oldukça önemli çalışmalar yapmış, çevre alanına yönelik yeni politika önermelerinde bulunmuştur. Böylece, 1987 yılında Komisyon “Ortak Geleceğimiz” isimli bir rapor yayınlamıştır. Bu raporun temel kaygısı, “çevre ile kalkınma arasında var olan uyumsuzlukların giderilmesi” olarak özetlenebilir. Bu noktada, yeni bir kavram gündeme gelmiş, “sürdürülebilir kalkınma” kavramı ortaya çıkmıştır. Sürdürülebilir kalkınma kavramı en genel anlamda, “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılama” olarak tanımlanmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma kavramı ve kapitalist, reel sosyalist ya da azgelişmiş üçüncü dünya ülkelerinde bu kavramın olumlu / olumsuz yansımaları ile halen süren önemli bir tartışma alanıdır. Sonuç olarak, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının temeli, 1972 Stockholm Konferansı sürecinde gündeme gelen “Büyümenin Sınırları” adlı raporda atılmış (Roma Klubü Raporu olarak da bilinir), 1987 BM Çevre ve Kalkınma Komisyonu Ortak Geleceğimiz Raporu ile geniş boyut ve ideolojik bir çerçeve / içerik kazanmıştır. 1992 Rio Konferansı –BM Çevre ve Kalkınma Konferansı– ve imzalanan belgeler, ardından 1995 GATT Uruguay Raundu ve Dünya Bankası, IMF ve OECD politikaları, 2002 Johannesburg Konferansı –BM Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi– ile kavram küreselleşme tartışmalarının odağına yerleşmiştir. Uluslararası Çevre Politikaları ve Dönüm Noktası Olan Konferanslar Çevre politikası alanında, dönüm noktası olarak görülebilecek toplantılar ve konferanslar kronolojik olarak aşağıdaki şekilde sıralanabilir: Çevre sorunlarına yönelik kaygıların ve toplumsal duyarlılığın artması ile birlikte, 1960’lı yılların sonunda bir dizi girişim ve etkinlik olmuştur. Bu eylem ve etkinlikleri takip eden araştırmalar, dünyanın karşı karşıya olduğu sorunu ortaya koyan çalışmalar, çevre sorunsalının ilk kez uluslararasında ve resmi düzeyde ele alınmasını sağlamıştır. Birleşmiş Milletler (BM), Çevre ve İnsan Konferansı (Stockholm – 1972), Bu konferansın ilkelerini izlemek ve yirmi yıllık birikimi değerlendirmek üzere, BM Çevre ve Kalkınma Konferansı (Rio – 1992) Stockholm Konferansı’nın, çevreye yönelik kaygıların 30 yıllık bilançosunu çıkarmak, olanak ve kısıtları tartışmak, çevre ve kalkınma ilişkilerini irdelemek üzere yeni bir zirve toplanmıştır. BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı (Johannesburg – 2002) Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı Deklarasyonu ( 5-14 Haziran 1972 Stockholm Konferansı ) 5-16 Haziran 1972 tarihleri arasında Stockholm'de toplanan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı, çevrenin korunması ve geliştirilmesi düşüncesini dünyadaki bütün insanlara aşılayacak, onlara yol gösterecek ortak karar ve görüşlere gereksinim duyulduğunu dikkate alarak, şunları ilan eder; 1. İnsan hem kendisine, maddi destek olan akılsal, ahlaksal, toplumsal ve ruhsal gelişimini sağlayan çevresinin yarattığı, hem de onu tahrip eden bir varlıktır. Bu gezegen üzerinde uzun ve güç gelişimi sırasında insanoğlu artık, bilim ve tekniğin hızlı gelişmesiyle çevresini sayısız yöntemlerle tahmin edilemeyecek ölçüde değiştirerek bir güç elde etmiştir. Çevre her iki yönüyle de yani hem doğal çevre, hem de insan yapısı çevre olarak insanoğlunun esenliği ve temel insan haklarından yararlanması, hatta yaşamın kendisi için gereklidir. 2. Çevrenin korunması ve geliştirilmesi, bütün insanların esenliği ve dünyadaki ekonomik kalkınma için en önemli öğedir. Bu, bütün insanların acil isteği ve bütün hükümetlerin görevidir. 3. İnsanoğlu hiç durmadan denemek, keşfetmek, icat etmek, yaratmak ve ilerlemek zorundadır. Günümüzde çevreyi değiştirebilme yeteneği akıllıca kullanıldığında , bütün insanlar, kalkınmanın nimetlerinden yararlanabilir, yaşam düzeyini yükseltme fırsatını elde edilebilirler. Fakat aynı güç, yanlış ve akılsızca kullanılırsa, insana ve çevresine tahmin edilemeyecek zararlar verebilir. İnsanoğlunun yarattığı zararın belirtilerinin giderek arttığını, dünyanın her bölgesinde görüyoruz. Suda, havada, toprakta ve canlılarda artık tehlikeli boyutlara ulaşmış bir kirlenme, biyosferin ekolojik dengesinin büyük ölçüde bozulması, yenilemeyen kaynakların yıkımı ve tükenmesi, insan eliyle yaratılmış çevrede, özellikle yaşama ve çalışma ortamlarında insanoğlunun akıl, bedensel, toplumsal sağlığına zararlı ciddi eksiklikler görülüyor. 4. Gelişmekte olan ülkelerde çevre sorunlarının çoğu, az gelişmişlikten kaynaklanmaktadır. Milyonlarca insan normal yaşam düzeylerini çok altında, yeterli besin, giyecek, barınak, eğitim, sağlık ve temizlikten yoksun olarak yaşamını sürdürüyor. Bunun içindir ki, gelişmekte olan ülkeler bütün çabalarını kalkınmaya yöneltmeli, fakat bu arada çevreyi koruma ve geliştirmenin hem bir hak, hem de bir zorunluluk olduğunu akıldan çıkarmamalıdırlar. Yine aynı amaçla, endüstrileşmiş ülkeler de kendileriyle gelişmekte olan ülkeler arasındaki farkı kapatmaya çalışmalıdırlar. Gelişmiş ülkelerde çevre sorunları, genellikle endüstrileşme ve teknolojik ilerlemeden kaynaklanmaktadır. 5. Doğal nüfus artışı, çevre koruması konusunda sorunlar yaratmaktadır. Bu sorunlarla başa çıkabilmek için uygun, yeterli yöntemler ve önlemler geliştirilmelidir. Dünya üzerindeki her şeyin en değerlisi insandır. Toplumsal gelişmeyi gerçekleştiren, toplumsal zenginliği yaratan, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle birlikte insanın çevreyi geliştirme yeteneği de günden güne artmaktadır. 6. Tarihte öyle bir noktaya gelindi ki, artık dünyanın her yerinde davranışlarımızı, çevre ile ilgili sonuçlarını dikkate alarak çok daha akılcı bir dikkatle biçimlendirmeliyiz. Bilgisizlik ve umursamazlık yüzünden yaşamımızın, mutluluğumuzun bağlı olduğu çevreye çok büyük ve giderilmesi olanaksız zararlar verebiliriz. Buna karşılık daha bilgili ve akıllıca hareketle kendimizi ve bizden sonra gelecek kuşaklar için insan, gereksinim ve umutlarına yanıt verebilecek bir çevrede, daha iyi bir yaşam sağlayabilir. Çevre kalitesinin yükseltilmesi ve iyi bir yaşam yaratılması için geniş ufuklar var. Bunları gerçekleştirmek için gerekli olan; hevesli faka sakin bir kafa ile yoğun, ancak düzenli bir çalışmadır. İnsanoğlu, doğanın dünyasında özgürlüğe kavuşmak için, doğa ile işbirliği içinde daha iyi bir çevre yaratmak için, bilgisini kullanmak zorundadır. Bugünkü ve gelecek kuşaklar için çevresini savunmak ve geliştirmek, insanoğlu için zorunlu bir amaçtır. Bu amaca, bütün dünyanın ekonomik ve sosyal kalkınması, barış için kurulmuş ve temel olmuş amaçlarla bir uyum ve beraberlik içinde ulaşılmaya çalışılmalıdır. 7. Çevreye yönelik bu amaca ulaşmak için yurttaşlar toplumlar, girişimciler, tüm kuruluşlar, her düzeyde kendilerine bir sorumluluk yüklendiğini kabul etmeli, hepsi aynı ölçüde çaba göstermelidir. Yaşamın her kesiminden kişilerle çeşitli alanlarda çalışan kuruluşlar, kendi değerleri ve çalışmalarıyla geleceğin çevresini biçimlendirecektir. Bölgesel ve ulusal yönetimler, uzun dönemli çevre politikaları nedeniyle en büyük sorumluluğun altına girecekler ve kendi yetkileri çevresinde hareket edeceklerdir. Kalkınmakta olan ülkelerin bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmelerini sağlamak ve onları destekleyecek kaynakları arttırmak için uluslararası işbirliğine de gereksinim vardır. Giderek büyüyen çevre sorunları hem bölgesel, hem de uluslar arası alana yayıldığı için uluslararasında yaygın bir işbirliğini, uluslararası kuruluşların da ortak amaçla hareket etmelerini gerektiriyor. Bu konferans, bütün insanların ve gelecek kuşakların çıkarları için bütün hükümetleri ve insanları, ortak çabalarını çevre korunmasına geliştirilmesine sarf etmeye çağırmaktadır. TEMEL İLKELER: 01. İnsanın onurlu ve huzurlu bir yaşama izin verecek nitelikli bir çevrede, eşitlik ve elverişli yaşam koşulları içinde yaşaması temel hakkıdır ve o, hem bugünkü, hem gelecek kuşakların çevresini korumak, geliştirmek için kutsal bir sorumluluk taşımaktadır. Bu nedenle ırk ayrımını, sömürgecilik ve diğer eziyet çeşitlerini, yabancı tahakkümünü destekleyen ve devamlı kılan politikalar yasaktır ve kaldırılmalıdır. 02. Hava, su, toprak, bitki ve hayvanların bütünün kapsayan yeryüzünün doğal kaynakları ve özellikle doğal ekosistemi temsil eden örnekler, bugünkü ve gelecek kuşakların çıkarları için uygun bir planlama ve yönetim ile korunmalıdır. 03. Yeryüzünün yenilenebilir doğal kaynakları ve üretim kapasitesinin sürekliliği saptanmalı, neresi elverişli ise orası korunarak geliştirilmelidir. 04. Günümüzde birçok olumsuz etkenin tehlikesi altında bulunan yabanıl yaşam ve onun doğal yerini korumak, akıllıca yönetmek, insanların özel sorumluluğundadır. Bunun için ekonomik kalkınma planları yapılırken yabanıl yaşam da içinde olmak üzere doğanın korunmasına önem verilmelidir. 05. Yeryüzünün yenilenemeyen kaynakları, gelecekteki tükenmelere karşı, gerekli önlemler alınarak kullanılmalı ve kullanımdan bütün insanlığın yararlanması sağlanmalıdır. 06. Toksik ve benzeri zehirli maddelerin deşarjı, çevrenin tekrar zararsız hale gelebilme kapasitesini aşan oran ve yoğunlukta ısı bırakmaları, ekosistemlerin ciddi ve giderilmesi olanaksız zararlara uğraması için durdurulmalıdır. Bütün ülkelerdeki insanların kirliliğe karşı haklı savaşımları desteklenmelidir. 07. Devletler, insan sağlığına, deniz canlıları, denizin doğal güzelliği ve öteki meşru yararlarına zarar verebilecek maddelerle denizin kirlenmesini önlemek üzere, mümkün olan her adımı atacaklardır. 08. İnsanın iyi bir yaşam ve çalışma çevresi sağlayabilmesi ve dünya üzerindeki yaşam düzeyini iyileştirmesi için gerekli koşulları yaratabilmesini sağlayacak ekonomik ve sosyal kalkınma, zorunlu ve gereklidir. 09. Çevre sorunları azgelişmişlikten kaynaklanmakta, doğal yıkım olayları ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu sorunlar, en iyi biçimde gelişmekte olan ülkelerin kendi çabalarına büyük maddi ve teknolojik yardımlarla katkıda bulunarak kalkınmanın hızlandırılmasıyla iyileştirilebilir ve böyle bir yardım da gereklidir. 10. Gelişmekte olan ülkelerde çevre yönetimi için fiyat sabitliği ve temel gereksinim maddeleri ile gerekli hammaddeleri alabilmeye yeterli kazanç zorunludur. Çünkü, ekolojik ilerlemeler kadar ekonomik etkenler de dikkate alınmalıdır. 11. Bütün devletlerin çevre politikaları, kalkınmakta olan ülkelerin şimdiki ve gelecekteki kalkınma potansiyellerini arttırıcı, herkesin daha iyi bir yaşam standardına kavuşmasını engellemeyen yönde olmalıdır. Çevre ile ilgili yöntemlerin uygulanmasından doğabilecek ulusal ve uluslar arası sonuçları bir araya getirerek anlaşma amacı ile bütün devletler ve uluslar arası kuruluşlar tarafından uygun adımlar atılmalıdır. 12. Kalkınmakta olan ülkelerin koşulları ve özel gereksinimleri dikkate alınarak kaynaklar, çevre koruma ve gelişmeye yararlı hale getirilmelidir. Gelişmekte olan ülkelerin kalkınma planları ile çevre koruması konusundaki işbirliğinin neden olacağı her türlü harcamalar ile kendi istekleri üzerine bu amaç için ek uluslar arası teknik ve mali yardımında da gerekli olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. 13. Çevre koruma ve kalkınmanın bir uyum içinde gelişebilmesi için kaynakların daha akıllıca kullanılmasını sağlamalı ve böylece çevreyi geliştirmeli, ayrıca çeşitli ülke insanlarının çıkarı için kullanma planlarına entegre ve uyumlu bir yaklaşımda bulunulmalıdır. 14. Kalkınma ile çevrenin korunması ve geliştirilmesinin gerektirdikleri arasındaki sorunları çözmek için temel araç, mantıklı bir planlamadır. 15. Yerleşme ve kent planları yapılırken, çevreyi etkileyebilecek olumsuz etkilerden kaçınmak ve herkes için en üst düzeyde sosyal, ekonomik ve çevresel çıkarlar elde edebilmek dikkate alınmalıdır. Bu açıdan, sömürgecilik ve ırk ayrımını destekleyen politikalar terk edilmelidir. 16. Temel insan hakları konusunda önyargılı olmayan ve ilgili hükümetler tarafından uygun görülen demografik politikalar, nüfus artış hızının çevre ve kalkınmaya zarar verecek ölçüde fazla olduğu ya da çevre koruma ve geliştirme ile kalkınmaya yetmeyecek kadar az olduğu bölgelerde uygulanmalıdır. 17. Devletlerin çevre kaynaklarını, çevreyi geliştirme ilkesinden hareket ederek planlamak, yönetmek ve denetlemek görevi, en uygun ulusal kuruluşa verilmelidir. 18. Bilim ve teknoloji, ekonomik ve sosyal kalkınmaya katkılarının bir parçası olarak çevre sorunlarının tanımı, denetimi, çözümü, bu sorunlardan kaçınılması ile insanlığın ortak iyiliği için kullanılmalıdır. 19. Çevreyi insancıl boyutları ile koruyup geliştirmek için bireylerin, girişimcilerin ve toplumların aydın bir görüş temeline gereksinimi vardır. Bu nedenle, yetişkinler ve genç kuşaklarla temel haklardan yoksun halk kitlelerine, çevre konusunda eğitim verilmesi gereklidir. İnsanın her konuda gelişmesini sağlamak amacı ile iletişim sistemleri, çevrenin bozulmasına katkıda bulunmasından kaçınmalı, tersine çevre koruma ve geliştirme üstüne eğitici bilgiler yaymalıdır. 20. Çevre sorunlarının nedenleri ve sonuçları konusundaki ulusal ve uluslararası bilimsel araştırmalar, gelişmeler her ülkede, ama özellikle gelişmekte olan ülkelerde geliştirilmelidir. Bu konuda en yeni bilgilerle deneyim alışverişinin serbest bırakılması, çevre sorunlarının çözümünü kolaylaştırmak amacıyla desteklenmelidir. Gelişmekte olan ülkelere çevre teknolojileri verilmeli, ancak bunların yaygınlaşmasının mali külfet yaratmamasına dikkat edilmelidir. 21. Birleşmiş Milletler Bildirgesi ve uluslar arası hukuk kurallarına göre, kendi çevre politikalarına uygun olarak kendi öz kaynaklarını işletmek ve yetkilerindeki çalışmaların sorumluluğunu güvence altına almak, diğer devletler ya da ulusal yetki sınırlarının ötesindeki alanlarda çevre sorunu yaratılmasını denetlemek, devletlerin egemenlik haklarındandır. 22. Devletler, bazı devletlerin yetkiler, dışındaki alanların denetimi veya yetkileri içindeki etkinliklerden kaynaklanan çevre zararlarının kurbanlarından sorumlu olduklarını ve bu zararları ödemeleri gerektiğini belirleyen uluslar arası hukuku geliştirmek, ileriye götürmek için işbirliği yapacaklardır. 23. Uluslararası düzeyde onaylanmış ilkeler ya da uluslar tarafından kabul edilmiş, karar verilmiş standartlar hakkında peşin hüküm vermeden önce, her ülkede egemen olan değer yargılarının, gelişmiş ülkelerin çoğu için geçerli olup da gelişmekte olan ülkeler için uygun ve garantili olmayabilen standartların uygulanabilirlik sınırlarını, her durumda dikkate almak zorunludur. 24. Çevre koruma ve geliştirme hakkındaki uluslar arası konular büyük, küçük bütün ülkeler tarafından işbirliğine olanak veren bir düşünceyle ve eşitlikle ele alınmalıdır. Her ülkenin kendi egemenliği ve çıkarı için yapabileceği hareketlerden doğan çevreye zararlı etkilerin denetimi, önlenmesi, azaltılması ve ortadan kaldırılması için çok taraflı, ikili veya başka biçimlerde bir iş birliği zorunludur 25. Devletler, uluslar arası kuruluşların çevrenin, korunması ve geliştirilmesinde eşit, etkili ve etkin davranmalarını garanti edeceklerdir. 26. İnsan çevresi, nükleer silahlarla diğer toplu yıkıma neden olan araçların etkilerinden korunmalıdır. Devletler, bu tür silahların ortadan kaldırılması ve tamamen tahrip edilmesini sağlamak üzere uluslar arası organlarda acilen anlaşmaya varmak için mücadele etmelidir. Bu deklarasyon ilkelerinin uygulanmasında ve sürdürülebilir kalkınma alanında uluslar arası hukukun daha da geliştirilmesinde devletler ve insanlar iyi niyet ve ortaklık ruhu ile işbirliği yapacaklardır. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ÇEVRE VE KALKINMA KONFERANSI DEKLARASYONU ( 5 Haziran 1992 Rio de Jenario ) Birleşmiş Milletler Çevre Kalkınma Konferansı; 3-14 Haziran 1992 tarihleri arasında Rio da Jenerio’da biraraya gelerek; 16 Haziran 1972 Stockholm’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı Deklarasyonu’nun teyid edilerek; yeni ve tarafsız global bir ortaklığın kurulabilmesi için devletler, toplumun anahtar sektörleri ve insanlar arasında yeni işbirliği düzeylerinin yaratılması hedefiyle; bütün toplumların kendi ilgi alanlarını dikkate alan global çevre ve kalkınma sistemini koruyan Uluslararası antlaşmalar için çalışarak; dünyanın birbirinden ayrılmayan ve bir bütün olan doğasını tanıyarak bildirmektedir ki: İLKE 1.İnsanlar sürekli ve dengeli kalkınmanın merkezindedir. Doğa ile uyum içerisinde sağlıklı ve verimli bir hayata hakları vardır. İLKE 2.Devletler, Birleşmiş Milletler Şartı ve Uluslararası hukuk prensipleri doğrultusunda, kendi çevre ve kalkınma politikalarına uygun olarak kendi doğal kaynaklarını kullanma hakkına sahiptirler ve kendi yetki ve kontrolleri dahilindeki faaliyetlerin diğer ülkelere zarar vermemesini sağlamakla sorumludurlar. İLKE 3.Mevcut ve gelecekteki nesillerin kalkınma ve çevre ihtiyaçlarının eşit olarak karşılanabilmesi için kalkınma hakkı tamamlanmalıdır. İLKE 4.Sürekli ve dengeli kalkınmanın gerçekleşebilmesi için çevre koruma, kalkınma sürecinin entegre bir parçasını oluşturacaktır, ayrı olarak düşünülemez. İLKE 5.Hayat standardındaki eşitsizliklerin azaltılması ve insanların çoğunluğunun ihtiyaçlarının daha iyi karşılanabilmesi amacıyla, sürekli ve dengeli kalkınmanın vazgeçilemez ihtiyacı olan yoksulluğun giderilmesinde tüm devletler ve insanlar işbirliği yapacaklardır. İLKE 6.Gelişme yolundaki ülkelere, özellikle az gelişmiş ve çevre konusunda en çok rahatsız olan ülkelerin özel durum ve ihtiyaçlarına özel öncelik veecrilektir. Çevre ve kalkınma konularındaki uluslararası uygulamalar tüm ülkelerin ilgi ve ihtiyaçlarına cevap verebilmelidir. İLKE 7.Dünyanın ekosisteminin korunması ve iyileştirilmesi amacıyla devletler global ortaklık ruhu içinde işbirliği yapacaklardır. Global çevre bozulmasına katkıları doğrultusunda ortak ancak farklı düzeyde sorumluluklara sahiptirler. Gelişmiş ülkeler, kendi toplumlarının global çevre üzerinde yarattığı baskı ve sahip oldukları teknoloji ve finansal kaynaklar doğrultusunda, sürekli ve dengeli kalkınmadaki sorumluluklarını kabul etmektedirler. İLKE 8.Sürekli ve dengeli kalkınmayı ve insanlar için daha kaliteli bir yaşamı gerçekleştirebilmek için devletler sürdürülebilir olmayan üretim ve tüketim kalıplarını azaltmalı, ortadan kaldırmalı ve demografi politikalarını iyileştirmelidirler. İLKE 9.Sürekli ve dengeli kalkınma için kapasiteyi güçlendirmek amacıyla bilimsel ve teknolojik bilgi alışverişi ve teknoloji transferi yoluyla devletler işbirliği yapacaklardır. İLKE 10.Çevre konuları, bireylerin belirli düzeydeki katılımları ile en iyi şekilde ele alınmaktadır. Ulusal düzeyde, her birey kamu otoritelerindeki çevreyle ilgili bilgilere (tehlikeli maddelere ve faaliyetlere ilişkin bilgiler de dahil olmak üzere) ulaşabilecek ve karar verme sürecine katılma fırsatına sahip olacaktır. Devletler, bilgileri herkes tarafından elde edilebilecek hale getirerek kamu duyarlılığını ve katılımını kolaylaştıracak ve destekleyecektir. Acil çözüm ve yeni düzenlemeler dahil olmak üzere adil ve idari uygulamalara etkin geçiş sağlanacaktır. İLKE 11.Devletler etkili çevre mevzuatı oluşturacaklardır. Çevre standartları, idari hedefler ve öncelikler, uygulandıkları alanların çevresel ve kalkınmaya ilişkin durumunu yansıtacaktır. Bazı ülkeler tarafından uygulanan standartlar, diğer ülkeler için ekonomik ve sosyal maliyet açısından uygun olmayabilir. İLKE 12.Devletler destekleyici ve açık bir uluslararası ekonomi sistemi geliştirmek için işbirliği yapacaklardır. Çevre amaçlı alınan ticaret politikası tedbirleri, uluslararası ticarete gizli bir sınırlama getirecek nitelikte olmamalıdır. İhraç eden ülkenin sınırları dışında, çevresel hususlarla ilgilenmek üzere tek taraflı eylemlerden kaçınılmalıdır. Sınırlaraşırı ya da küresel çevre sorunlarına işaret eden çevresel tedbirlerde, mümkün olduğunca uluslararası oybirliği temel alınacaktır. İLKE 13.Devletler kirlilikten zarar görenler için sorumluluk ve tazmine ilişkin ulusal kanunlar geliştireceklerdir. Devletler, aynı zamanda, sınır aşan olumsuz çevresel etkiler için sorumluluk ve tazmine ilişkin uluslararası kanun geliştirmek üzere süratli ve daha kararlı bir tavırla işbirliği yapacaklardır. İLKE 14.Devletler, çevreye veya insan sağlığına zarar veren faaliyet ve maddelerin diğer ülkelere transferini önlemek amacıyla etkili bir biçimde işbirliği yapmalıdırlar. İLKE 15.Çevrenin korunması amacıyla ihtiyat prensibi devletlerin kapasitesi doğrultusunda yaygın bir şekilde uygulanacaktır. Ciddi tehditlerin veya tamiri mümkün olmayan zararların bulunması halinde, bilimsel belirsizlik, önlemlerin alınmasını erteleyebilecek bir neden olarak kullanılmalıdır. İLKE 16.Ulusal otoriteler “kirleten öder” prensibini dikkate alarak çevre maliyetlerinin uluslararası hale getirilmesine ve ekonomik araçların kullanımını geliştirmeye gayret göstermelidirler. İLKE 17.Ulusal bir araç olarak çevresel etki değerlendirmesi çevreye önemli derecede zarar verici nitelikteki ve uzman ulusal otoritenin kararına bağlı olan faaliyetler için yapılacaktır İLKE 18.Başta devletlere zarar verecek ulusal çevre felaketleri ve olağanüstü durumlar halinde, ilgili devletler derhal uyarılacaktır. Uluslararası topluluk, bir felakete uğrayan ülkeye yardım konusunda elinden gelen her türlü gayreti sarf edecektir. İLKE 19.Ciddi boyutlarda sınırlar ötesi olumsuz etkiye sahip olabilecek faaliyetler söz konusu olduğunda, devletler bu etkilere maruz kalabilecek komşu devletleri haberdar edecek ve ilgili bilgileri bu devletlere temin edecek ve bu devletlere zamanında iyi niyet içinde danışacaklardır. İLKE 20.Kadınlar çevre yönetiminde ve gelişmesinde önemli role sahiptirler. Bu yüzden sürdürülebilir kalkınmayı başarmak için onların katılımı gereklidir. İLKE 21.Herkese daha iyi bir gelecek sağlamak ve sürdürülebilir kalkınmayı başarabilmek için dünya gençliğinin yaratıcılığı, idealleri ve cesareti global bir sorumluluğu paylaşmaları yönünden kanalize edilmelidir. İLKE 22.Yerli halk ve onların toplumları ve diğer yerel toplulukların bilgileri geleneksel uygulamaları nedeniyle kalkınma ve çevre yönetiminde önemli role sahiptirler. Devletler sürdürülebilir kalkınmanın başarılmasında etkili katılımlarını sağlamalı, kimliklerini ve kültürlerini desteklemelidir. İLKE 23.İşgal, baskı ve tahakküm altındaki halkların kaynakları ve çevreleri korunmalıdır. İLKE 24.Doğal olarak savaş, sürdürülebilir kalkınmanın yıkımıdır. Bu nedenle, devletler silahlı çatışmalarda çevrenin gözetilmesi amacıyla, uluslararası hukuka saygı gösterecekler ve gerektiğinde onun daha da geliştirilmesi için işbirliği yapacaklardır. İLKE 25.Barış, kalkınma ve çevre koruma birbirine bağlı ve bölünmezdir. İLKE 26.Devletler, çevresel anlaşmazlıkları Birleşmiş Milletler şartına uygun olarak barışçı yollardan ve uygun yöntemlerle çözeceklerdir. İLKE 27 .Bu deklarasyon ilkelerinin uygulanmasında ve sürdürülebilir kalkınma alanında uluslararası hukukun daha da geliştirilmesinde devletler ve insanlar iyi niyet ve ortaklık ruhu ile işbirliği yapacaklardır. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER DÜNYA SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA ZİRVESİ ( 26.08.2002- 04.09.2002 JOHANNESBURG ) ZİRVE ÇIKTILARI (ÖZET) “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi”ne uluslararası düzeyde yoğun katılım olmuş, 104 devlet ve hükümet başkanı yanında heyetler ve sivil toplum temsilcilerinde oluşan 21,000 kişi toplantılarda bulunmuştur. Zirve sonuncunda ise hükümetler beş öncelikli alanda (Su, Enerji, Sağlık, Tarım ve Biyolojik Çeşitlilik) atılacak adımlar konusunda taahhütlerde bulunmuşlardır. Bu amaçlara yönelik 235 milyon $ kaynak sağlayan 220’den fazla ortaklık kurulmuş, pek çok ortaklık için ise ilk girişimler yapılmıştır. Zirve’nin iki resmi sonuç belgesi vardır. Bunlardan ilki, ulusal, bölgesel ve küresel ölçeklerde eylem önerileri sunan “Uygulama Planı”, ikincisi ise devlet ve hükümet başkanları tarafından imzalanan “Siyasi Bildiri” dir. Uygulama Planı Uygulama Planı, aşağıdaki başlıklardan oluşmaktadır: I. II. III. IV. V. VI. VII. VIII. IX. X. Giriş Yoksulluğun Ortadan Kaldırılması Sürdürülebilir Olmayan Tüketim ve Üretim Kalıplarının Değiştirilmesi Doğal Kaynakların Korunması ve Yönetimi Küreselleşen Dünyada Sürdürülebilir Kalkınma Sağlık ve Sürdürülebilir Kalkınma Gelişmekte Olan Küçük Ada Devletlerinin Sürdürülebilir Kalkınması Afrika İçin Sürdürülebilir Kalkınma Uygulama Araçları Sürdürülebilir Kalkınma İçin Kurumsal Yapı Uygulama Planı’nın ana hatları ve verilen taahhütler şöyledir: Dünya ölçeğinde günde 1$’dan az kazanan ve açlıkla yaşamını sürdüren insan sayısının yarıya indirilmesi; Yoksullukla mücadele amaçlı bir Dünya Dayanışma Fonu kurulması; 2015 yılına kadar sağlıklı içme suyuna ve sıhhi koşullara ulaşamayan insan sayısının yarıya indirilmesi. (Bu kapsamda, ABD tarafından önümüzdeki üç yıl içinde su projelerine 970 milyon Dolar tutarında yatırım yapılacağı bildirilirken, AB tarafından da özellikle Afrika ve Orta Asya’da yeni ortaklıklar için anlaşmalar yapılacağı duyurusu yapılmıştır. Birleşmiş Milletler’in ilgili birimlerine ise bu konuda 20 milyon Dolar kaynak sağlayan 21 yeni ortaklık girişimi sunulmuştur.) Enerji hizmetlerine erişimin artırılması ve sürdürülebilir kalkınmaya zarar veren enerji kaynaklarına verilen desteklerin kaldırılması; (Bu amaçla dokuz büyük elektrik şirketi, gelişmekte olan ülkelerde sürdürülebilir enerji projeleri için anlaşmalar imzalamış, AB enerji konusunda 700 milyon $ tutarında ortaklık başlatacağını bildirmiş, ve A.B.D. 2003 yılında 43 milyon $ tutarında enerji yatırımı yapacağını duyurmuştur.) Daha temiz fosil kaynaklı enerji teknolojilerine geçilmesi ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının artırılması; Enerji verimliliğinin artırılması ve bu amaçla teşvikler sağlanması; Çölleşme ve toprak bozulması konularında GEF (Küresel Çevre İmkanı)’in odak noktası olması ve Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi’nin finansal kaynağı olarak GEF’in belirlenmesi; (A.B.D., sürdürülebilir tarımın desteklenmesi için 2003 yılında 90 milyon $ yatırım yapacağını duyurmuş, BM’e de bu kapsamda kurulan 17 ortaklık sunulmuştur.) 2015 yılına kadar bebek/çocuk ölümlerinin 2/3 oranında, ve hamilelikte gerçekleşen ölümlerin 2000 yılı rakamlarının ¾’ü oranında azaltılması için programlar geliştirilmesi; Biyoçeşitlilik kaybının 2010 yılına kadar yavaşlatılması; (Biyolojik çeşitliliğin korunması ile ilgili taahhütler, BM’e sunulan 100 milyon $ değerinde 32 ortaklık ve A.B.D.’nin bildirdiği 53 milyon $’lık yatırımlarla da desteklenmektedir.) Uluslararası düzeyde “iyi yönetişim”in desteklenmesi. Siyasi Bildiri Güney Afrika Cumhuriyeti yetkilileri tarafından hazırlanan Siyasi Bildiri taslağı, AB, JUSCANZ, G-77/Çin ve AB’ye aday ülkeler tarafından oluşturulan Merkez Grubu tarafından revize edilmiş, 4 Eylül 2002’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmiştir. “Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Siyasi Bildirisi”nde, öncelikle tüm liderler tarafından sürdürülebilir kalkınmaya yönelik ve eşitlikçi ve insancıl bir toplum oluşturulması için ortak taahhütler tekrarlanmış; sürdürülebilir kalkınmanın üç ayağı (sosyal, ekonomik ve çevresel) vurgulanarak tüketim/üretim kalıplarının değiştirilmesi, yoksulluğun ortadan kaldırılması ve doğal kaynakların korunması/yönetimi konularda ortak vaatler verilmiştir. Hedeflere ulaşmada karşılaşılan zorluklar arasında ise zengin ve yoksullar arasındaki uçurumun derinleşmesi, biyolojik çeşitliliğin bozulması, küreselleşmenin olumsuz etkileri ve demokratik sistemlere duyulan güvenin azalmış olması gibi faktörler gösterilmiştir. Bildiride, insani dayanışmanın önemi ve toplumlararası birliği/diyaloğun ilerletilmesi gereği vurgulanmıştır.Temiz suya, sanitasyona, enerjiye, sağlık hizmetlerine, gıdaya erişimin artırılması ve biyolojik çeşitliliğin korunması için ortaklıkların kurulmasının yanında hedef konulmasının Zirve’nin kalıcı sonuçlar bırakmasında etkili olacağı belirtilmiştir. İşgal, terör ve yolsuzluktan kaynaklanan tehditlere dikkat çekilmiş ve bulaşıcı/kronik hastalıklarla mücadele edilmesi gereği hatırlatılmıştır. Bildiri’de, kadınların özgürleşmesi ve toplumsal olarak güçlendirilmesinin gereği ve yerel halkın önemli rolü de vurgulanmıştır. Bin yıl Kalkınma Hedeflerine ulaşılması, Resmi Kalkınma Yardımları’nın artırılması ve bölgesel girişimlerin çoğaltılması için destekler yinelenmiş, istihdam koşullarının düzeltilmesi ve şirket hesap verebilirliğinin önemine tekrar değinilmiştir. BAŞKA TÜRLÜ BİR ŞEY MÜMKÜN… DOĞAL ÇEVRE İLE UYUMLU BİR YAŞAM… KÜBA XII. KAYNAKÇA Aslanoğlu, Rana, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Asa Kitabevi:11, 1. Basım, Bursa, 1998 Atina Antlaşması, Jean Giraudoux’un önsüzü ile, Milletlerarası Modern Mimari Kongresi (CIAM) 1933, Çeviren Dr. Ayda Yörükan, İmar ve İskan Bakanlığı Mesken Genel Müdürlüğü – Sosyal Araştırma Dairesi, Ankara, 1969. Benevolo, Leonardo, Avrupa Tarihinde Kentler, Çev. Nur Nirven, Afa Yayıncılık, İstanbul 1995. Berkes Fikret, Kışlalıoğlu Mine, (1990) Ekoloji ve Çevre Bilimleri, Remzi Kitabevi Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, “Ekoloji, İnsan ve Toplum”, Sayı: 57-58, Ocak – Şubat 1994. Bookchin Murray,(1996) Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, Çeviren: Rahmi G.Öğdül,Kabalcı Yayınevi Bookchin, Murray, Kentsiz Kentleşme, Yurttaşlığın Yükselişi ve Çöküşü, Çev. Burak Özyalçın, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım 1999. Bumin, Kürşat, Demokrasi Arayışında KENT, Ayrıntı Yayınevi İnceleme Dizisi: 10, Birinci Basım Ocak 1980. Çevre Kanunu'nun Uygulanması,(1999) Türkiye Çevre Vakfı Yayını Çevre Sorunları ve Politikaları, Editör: Prof. Dr. Ülker Bakır Öğütveren, Yazarlar: Dr.Çev.Müh. Ethem TORUNOĞLU (Ünite 1, 5 – 8), Prof.Dr.A.SavaşKOPARAL (Ünite 2),Doç.Dr. Ümran TEZCAN ÜN (Ünite 3),Yrd.Doç.Dr. Serdar GÖNCÜ (Ünite 4),T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2554, Açık Öğretim Fakültesi Yayını No: 1524, (KYT401U), Eskişehir, Haziran 2012. Demirer G.,Duran M.,Özgür G.,(2000), Marksizm ve Ekoloji , Öteki Yayınevi Demirer G.,(1992) Çevre Sorunları ve Kapitalizm, Sorun Yayınları Demirer G., Abay T., (2000) Küreselleşmenin Ekolojik Sonuçları, Özgür Üniversite Yayınları:28 Demirer G.,Torunoğlu E. ve diğerleri,(1997) Ve Kirlendi Dünya, Öteki Yayınevi Engels, Friedrich, Konut Sorunu (1872), Sol Yayınları, Ankara, 1996 Eryıldız, Semih, EKOKENT – Çevreyi Geliştirici Kentleşme, Gece Yayınları: 38, Ankara, Mayıs 1995. Guattari Felix, (2000) Üç Ekoloji , Bağlam Araştırma Dizisi Harvey, David, Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, Metis Yayınları, ikinci basım Kasım 1999 Havemann R.,(1990) Yarın-Sanayi Toplumu Yol Ayrımında, Eleştiri ve Gerçek Ütopya, Ayrıntı İnceleme 2000'li Yıllara Doğru Çevre, (1991) T.C. Çevre Bakanlığı Yayını Kaboğlu İbrahim, Çevre Hakkı, Cep Üniversitesi - İletişim Yayınları Keleş, Ruşen, Kentleşme Politikası, İmge Kitabevi Yayınları: 13, Ankara, Mayıs 1990. Keleş, Ruşen, Kent ve Siyaset Üzerine Yazılar (1975-1992), IULA-EMME, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği Doğu Karadeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı, Kent Basımevi, İstanbul, 1993. Keleş, Ruşen, Yerinden Yönetim ve Siyaset, Cem Yayınevi-Kültür Dizisi, Genişletilmiş 2. Baskı, Ekim 1994. Keleş Ruşen,(1997) İnsan Çevre Toplum , İmge Kitabevi Keleş, Ruşen, Çevre Politikası, İmge Yayınevi, Ankara,2005. Keleş Ruşen,Ertan Birol, (2002) Çevre Hukukuna Giriş,İmge Kitabevi Yayın Kılıçbay, Mehmet Ali, Şehirler ve Kentler, Gece Yayınları: 26, 1. Baskı, Ankara, Ocak-1993. Ortak Geleceğimiz - Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu Raporu,(1987) Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını Özdek Yasemin,(1993) İnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı , TODAİE Yayını Porritt J.,(1989) Yeşil Politika, Ayrıntı İnceleme Simonnet D.,Çevrecilik,(1990) Cep Üniversitesi - İletişim Yayınları Somersan S. (1993), Türkiye'de Çevre ve Siyaset - Olağan Ülkeden Olağanüstü Ülkeye, Metis Yayınları Torunoğlu, Ethem, Nasıl Bir Kent? Nasıl Bir Çevre? Nasıl Bir Yerel Yönetim? TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yayını, ÇMO Kitaplığı: 09–02, Mart 2009, Ankara. Torunoğlu, Ethem, Ötekilerin “Çevre”si, Ütopya Yayınevi, Ankara, Nisan 2006. Turgut Nükhet,(1993) Çevre ve Yurttaşlar, Savaş Yayınları Türkiye'de Çevre Politikaları, (1992) OECD Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı Türkiye'nin Taraf Olduğu Uluslararası Çevre Sözleşmeleri, (2000) İzmir Barosu Yayınları, Yayına Hazırlayan: Av. Uğur Kalelioğlu - Av. Noyan Özkan