İSLAM’A DAVET KİMİN GÖREVİ? Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ “İslam”, Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği tevhid (tek tanrı) esasına dayalı hak dinin adıdır. “Allah katında din ancak İslam’dır. (Al-i İmran, 3/19) ayeti bu gerçeğin ifadesidir. Yüce Allah İslam’ı hak din olarak kabul eden kimseye “Müslüman” adını vermiştir. (Hac, 22/78) “E-m-m” kökünden türeyen ve sözlükte “sınıf, grup ve cemaat” anlamına gelen (İbn Manzûr, XII, 24) “ümmet” kelimesi Kur’ân’da; din, millet, zaman, önder, itaat, sevinç ve neşe gibi farklı anlamlarda kullanılmıştır. Yüce Allah, bütün insanları Müslüman olmaya ve Müslüman olarak yaşamaya ve Müslüman olarak ölmeye davet etmektedir: “Azap size gelmeden önce içtenlikle Rabbinize dönün ve ona teslim olun.” (Zümer, 39/54) “Ey müminler! Allah’tan O’na yaraşır biçimde ittika edin ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Al-i İmran, 3/102) İnsanın doğru yolu bulabilmesi, Allah’a kulluk edip O’nun rızasını ve neticede ebedî saadeti kazanabilmesi için Allah’ın bu davetine icabet etmesi ve Müslüman olarak yaşayıp dünyadan Müslüman olarak ayrılması gerekir. İslam’ı anlatma ve tanıtma görevi başlangıçta Peygamberlere mahsustu. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.), hak din İslam’ı insanlara tebliği etti, emir ve yasaklarını, ilke ve hükümlerini, helal ve haramlarını insanlara anlattı. Hz. Peygamberin vefatından sonra bu görevi kim yerine getirecektir? İslam dininden habersiz olan veya İslam’ı gereği gibi bilmeyen insanlara İslam’ı kim anlatacak ve tanıtacaktır? Bu görevi İslam toplumunun belirli bir kesimi mi yoksa tamamı mı yerine getirecektir? Başka bir ifade ile İslam’ı tebliğ, hakka davet, insanları irşad, iyiliği emir ve kötülüğü men etme ve öğüt verme görevi kime aittir? Devlet başkanları ve yetkililerine mi, İslam bilginlerine mi? Yoksa bütün Müslümanlara mı? Bu görev, farz-ı ayın mı yoksa farz-ı kifaye midir? Bu konuda geçmişten günümüze birçok görüş ortaya konulmuş, bu görevin farz-ı ayın veya farz-ı kifaye olduğu, bu görevi yerine getirmekle sadece bilginlerin sorumlu olduğu yönünde görüşler beyan edilmiştir? Bu çerçevede Al-i İmran suresinin 104. ayetini yorumlamaya çalışacağız. Sözü edilen ayete iki şekilde anlam verebiliriz: 1 (a) “(Ey müminler!) Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.” (b) (Ey müminler!) Siz insanları hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir toplum olun. İşte kurtuluşa erenler bu görevi yapanlardır.” Birinci anlama göre “insanları İslam’a davet, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevi, Müslümanların hepsine değil içlerinden bir gruba, ikinci anlama göre Müslümanların tamamına aittir. Bu ikili anlam, ayetin başındaki “ ِم ْن ُك ْمminküm” kelimesindeki “min” edatına verilecek anlamdan kaynaklanmaktadır. Eğer “min” edatı, “min-i ba’zıyye” (bütünün bir kısmını beyan eden min) ise ayet birinci anlamdadır. Eğer “min”, min-i beyaniyye (bütünün tamamını beyan eden min) ise ayet ikinci anlamdadır. “Min” edatı, ba’zıyye mi yoksa beyaniyye midir? Tefsir kitaplarında her iki anlamın verildiğini, ancak daha çok ba’zıyye olarak kabul edildiğini görüyoruz. Mesela müfessir Kurtubî şöyle demektedir: “Minküm” kelimesindeki “min”, min-i ba’zıyyedir. Buna göre ayet; “insanları İslam’a davet etme, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevi bütün insanlara değil sadece bilginlere aittir. “Min” edatının min-i beyaniyye olduğu da söylenmiştir. Buna göre ayet; “Siz insanları hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir toplum olun” anlamına gelir. Ben derim ki birinci görüş daha sahihtir. Çünkü “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’lmünker” farz-ı kifaye bir görevdir. Yüce Allah, bu görevi yapacakları; “Onlar, şayet kendilerine yeryüzünde imkân verirsek (iktidara getirirsek), namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, iyiliği emreden kötülüğü yasaklayan kimselerdir” (Hac, 22/41) anlamındaki ayet ile bildirmiştir.” (Kurtubî, IV, 165) Hem tahlil etmeye çalıştığımız ayeti hem konu ile ilgili Kur’ân’daki diğer ayetleri birlikte ele aldığımız zaman; “İnsanları İslam’a davet etme, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevinin İslam toplumunun belirli bir kesimine değil tamamına ait olduğunu anlarız. Ayette üç şeyin yapılması emredilmektedir: Birincisi, hayra yani İslam’a davet, ikincisi, ma’ruf’u emir, üçüncüsü ise münker’i men etmektir. Sözlükte bilinen ve tanınan şey, ihsan ve iyilik anlamlarına gelen “ma’rûf” kelimesi dinî bir terim olarak; Allah ve peygamberin yapılmasını istediği, akl-ı selim sahibi insanların iyi, güzel ve yararlı gördüğü şey demektir. 2 Sözlükte aklın ve gönlün kabul etmediği, dilin itiraf etmediği garip, tuhaf ve yadırganan kötü şey anlamına gelen “münker” kelimesi dinî bir terim olarak; Allah ve peygamberin yapılmasını yasakladığı ve akl-ı selim sahibi insanların çirkin, kötü ve zararlı gördüğü şey demektir. Tahlil etmeye çalıştığımız ayette bu üç görevi yapan kimselerin “kurtuluşa erecekleri” bildirilmektedir. Eğer “insanları İslam’a davet, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” belirli bir kesimin görevi olsaydı sadece bu kimseler kurtuluşa ermiş, bu görevi yapmayanlar kurtuluşa erenlere dâhil edilmemiş olurdu. Hâlbuki ayette yüce Allah kurtuluşa ermenin yöntemini bize bildirmektedir. Bu da “İnsanları İslam’a davet, emr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevidir. Dolayısıyla bu görev bütün müminlere aittir. Nitekim tahlil etmeye çalıştığımız ayetten 6 ayet sonrasında; “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevi, İslam toplumunun belirli bir kesiminin değil tamamının niteliği olarak bildirilmiştir: “(Ey müminler!) Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, ma’ruf’u emreder, münker’i men edersiniz.” (Al-i İmran, 3/110) Ayette açıkça ümmet-i Muhammed’e ma’ruf’u emir ve münker’den men görevi yüklenmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in nitelikleri arasında ma’rufu emir ve münkeri men görevi zikredildiği (A’raf, 7/157) gibi müminlerin nitelikleri arasında da bu görev zikredilmektedir: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar; birbirlerinin velileridir, ma’rûf’u emrederler, münker’i men ederler, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah bunlara merhamet edecektir.” (Tevbe, 9/71) Ayette erkek ve kadın her müminin Allah ve Peygambere itaat etme, namaz kılma ve zekât verme görevi gibi ma’rufu emretme ve münkeri men etme görevinin de olduğu açıkça bildirilmektedir. Aynı surenin 112. ayetinde müjdelenmesi istenen müminlerin nitelikleri arasında tövbe, ibadet, Allah’ı övme, oruç, rükû ve secde / namaz ve Allah’ın koyduğu sınırları koruma ile birlikte ma’rufu emir ve münker’i men de zikredilmektedir. Yine aynı surenin 67. ayetinde münafık erkek ve münafık kadınların ma’rûf’u men ettikleri, münker’i emrettikleri bildirilerek münafıklar ile müminler arasındaki fark ortaya konulmuştur. Al-i İmran suresinin 114. ayetinde Abdullah ibn Selam gibi Hıristiyanlardan Müslüman olanlar; ma’rûf’u emrettikleri, münker’i men ettikleri ve hayır işlerinde birbirleriyle yarıştıkları bildirilerek övülmektedir. Lokman (a.s.)’ın dilinden müminlere verilen öğütler arasında ma’rufu emir ve münker’i men görevi de vardır: “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, ma’ruf’u emret, münker’den men et, başına 3 gelen musibetlere karşı sabret. Çünkü bunlar, kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokman, 31/17) Peygamberimiz (s.a.s.), “(Ey müminler!) Sizden kim bir münker’i görürse, hemen onu eli ile değiştirsin; (eliyle değiştirmeye) gücü yetmezse, dili ile değiştirsin; (dili ile değiştirmeye) gücü yetmezse, kalbi ile (kötülüğü tasvip etmesin, onu protesto etsin). Bu son durum, imanın (gerektirdiği amellerin) en zayıf olanıdır” (Müslim, İman, 78) sözüyle münker’i men etmenin her Müslüman’ın görevi olduğunu beyan etmiştir. “Kötülüklerin el ile değiştirilmesi”; fert açısından kötülüklerin önlenmesine maddî katkıda bulunmak, devlet açısından ise güvenlik güçleri vasıtasıyla kötülüklerin işlenmesine mani olmaktır. “Kötülüklerin dil ile değiştirilmesi”; yerine ve zamanına göre haramlarla, kötü ve yanlış söylem, eylem ve davranışlarla; söz, ikaz, öğüt, kınama, tavsiye vb yollarla mücadele etmektir. Bir toplumda “ma’ruf’u emir ve münker’den men” görevi yapılmazsa, bunun vebali ve cezası genel olur. Hz. Ebû Bekir (r.a.), şöyle demiştir: “Ey insanlar! ‘Ey müminler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulduğunuz zaman (haktan) sapan kimseler size zarar veremez’ (Mâide, 5/105) ayetini okuyorsunuz (ve yanlış anlıyorsunuz). Ben Resulellah (s.a.s.)’tan işittim, o şöyle buyuruyordu: “(İnsanlar,) zalim kimseyi gördüğü zaman onu zulümden men etmezlerse, Allah en yakın zamanda herkesi (zalimi ve zulme engel olmayanları) cezalandırır.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 27) Konu ile ilgili başka bir hadiste şöyle bildirilmektedir: “Bir toplumda günah fiiller işlenir, bu toplum bunu değiştirmeye gücü yettiği hâlde değiştirmezlerse, Allah en yakın zamanda o toplumu cezalandırır.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17) Mümin, İslâm’ı öğrenir, öğrendiklerini başkalarına da anlatır, kendisi İslâm’ın emir ve yasaklarına uyar; bu emir ve yasaklara başkalarının da uymalarını ister. Yüce Allah; “Ey müminler! Siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam tutar, (iman ve itaatinizde sizi devamlı kılar)” (Muhammed, 47/7) anlamındaki ayet ile dinine yardım edenlere yardım edeceğini vaat etmektedir. Eğer tahlil etmeye çalıştığımız ayet-i kerimedeki “insanları İslam’a davet, ma’ruf’u emir ve münker’i men” görevini ümmetin sadece belirli bir kısmına tahsis edersek bu ayet, zikrettiğimiz ayetlerle çelişmiş olur. Hâlbuki Kur’ân’da çelişki yoktur. Ayrıca Kur’ân’da; vaaz, zikir, nasihat, tavsiye, talim, irşad, inzâr, tahzîr, tebşir, cihad, davet ve tebliğ kelimelerinin geçtiği ayetlerde de İslam’ı anlatma, insanları öğüt verme, 4 dini öğretme, insanları kötülüklerden sakındırma ve iyiliklere yönlendirme mutlak olarak zikredilmektedir. Örnek olarak şu iki ayeti zikredebiliriz: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğüt ile çağır.” (Nahl, 16/125) “Öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.” (Zariyat, 51/55) Ayetlerde geçen “üd’u” (davet et) ve “zekkir” (öğüt ver) emirleri mutlaktır, dolayısıyla bütün müminlere yöneliktir. İnsanları İslam’a davet etme ve onlara dini öğretme görevi 4 şekilde yerine getirilebilir: 1. Uygun mekân ve zamanlarda usulüne uygun bir şekilde sözlü olarak İslam’ı anlatmak. Bu görev; okullarda, kurslarda ve seminerlerde ders verme, sempozyum, şura ve kongrelerde tebliğ sunma, konferans ve panellere konuşmacı olarak katılma, camilerde vaaz etme, televizyonlarda dinî program yapma ve konuşmacı olarak katılma, ev sohbetleri ve benzeri şekillerde yerine getirilebilir. Bu görevlerde herkes bilgisine ve konumuna göre hareket eder. İslam’ı sözlü olarak anlatabilmek ve insanlara öğretebilmek için İslam’ı bilmek ve öğrenmek gerekir. Dolayısıyla insanları “İslam’a davet edin, ma’ruf’u emredin ve münker’i men edin” demek, aynı zamanda “İslam’ı, ma’ruf’u ve münker’i” öğrenin demektir. Ancak İslam’ı anlatabilmek için bilgin olmak şart değildir. Her Müslüman İslam’ın temel ilkeleri bilir. Söz gelimi, Allah’ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed’in son Peygamber, Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunu, namaz, oruç, hac ve zekâtın farz olduğunu; içki, kumar, zina, hırsızlık, cana kıyma, ahde vefasızlık, yala, iftira ve gıybetin haram olduğunu bilir ve bunları insanlara anlatabilir. Dolayısıyla kadın ve erkek her Müslüman bilgisi ve gücü nispetinde insanları İslam’a davet etmek, ma’ruf’u emredip münker’i men etmekle yükümlüdür. Müslüman, bu görevi yaparken kaş yapayım derken göz çıkarmaz, insanları İslam’a ısındırayım derken onları dinden soğutmaz, yanlış bilgiler vermez, ehil olanların yanında susar, bu görevini onların yapmasını ister ve dinlemesini bilir. 2. İslam’ı yazılı olarak anlatmak. İslam’ı sözlü olarak anlatmak mümkün olduğu gibi kitap ve makale türü eser yazarak da anlatmak mümkündür. Hikâye, şiir, film ve benzeri 5 faaliyetlerle de insanlara İslam anlatılabilir. Geçmişten günümüze binlerce bilgin İslam’ı insanlara anlatabilmek binlerce eser hazırlamıştır. 3. Söz, eylem ve davranışlar ile örnek olmak. Bir Müslüman; Kur’ân ahlakına sahip olarak yaşarsa çevresine örneklik etmiş, yaşamı ile İslam’ı anlatmış ve tebliğ etmiş olur. Sözünde duran, sözleşmesine uyan, insan haklarına saygılı olan, güler yüzlü, düzenli, temiz ve nazik, dürüst ve çalışkan bir Müslüman bu davranışı ile Müslüman olan ve olmayan herkesin takdirini kazanır. Bu davranışı, kendisine İslam’ın kazandırdığını çevresine hissettirebilirse İslam’ı insanlara sevdirmiş olur. İslamî hüküm ve ilkelere uyarak İslam’ı insanlara anlatma görevini yüce Allah Kur’an’da şöyle ifade etmektedir: “Böylece, sizler insanlara birer şahit ve örnek olasınız ve Peygamber de size bir şahit ve örnek olsun diye sizi adil, seçkin ve dengeli bir ümmet yaptık.” (Bakara, 2/143) “Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit ve örnek olsun, siz de insanlara şahit ve örnek olasınız.” (Haç, 22/78) Müslüman’ın, İslam’ı tebliğ edip başkalarına öğüt verirken kendini unutmaması gerekir. Yüce Allah, başkalarına iyiliği emredip kendilerini unutanları kınamaktadır: “Siz Kitabı okuyup durduğunuz halde başkalarına iyiliği, iyi ve güzel amelleri emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara, 2/44) İslam’ı tebliğ, ma’rufu emir ve münker’i men görevini yapabilmek için kişinin İslam’ın bütün görevlerini kendi hayatında uygulaması şart değildir. (Kurtubî, IV, 47) Çünkü kusuru, eksiği ve günahı olmayan Müslüman bulmak mümkün değildir. Günahsızlık peygamberlere mahsustur. Dinin kurallarını kendisi uygulamayan günahkâr müminlerin yaptığı davetin, marufu emir ve münkeri men etmenin bir faydası olmaz demek de doğru değildir. Netice Allah’a aittir. Kişi sadece görevini yapmakla yükümlüdür. Peygamberler, birçok insanı inkâr ve günahtan alıkoyamamıştır. Peygamberler, kendi söylediklerini uygulamadılar mı? İhlâs ve samimiyetleri mi yoktu? Bazen bir kötülüğü yapan bir insanın, bu konuda başka insanları uyarması daha etkili olabilir. Mesela içki içen, uyuşturucu kullanan ve sigara içen bir insan, “ben bunların zararlarını çok gördüm, sakın siz içki içmeyin, uyuşturucu kullanmayın, sigara içmeyin” şeklindeki bir uyarısı hiç içki içmeyen, uyuşturucu kullanmayan ve sigara içmeyen birisinin telkinlerinden daha etkili olabilir. Onun için her Müslüman’ın usul ve esaslarına uyarak, zaman, 6 mekân ve şartları gözeterek İslam’a davet, ma’rufu emir ve münkeri men görevini bilgisi ve imkânı nispetinde yapması gerekir. 4. İslam’ın tebliğ edilmesi ve insanlara öğretilmesi faaliyetlerine maddî ve manevî destek vermek. İlahiyat fakültesi, imam-hatip lisesi, Kur’ân kursu, öğrenci yurdu ve cami yapımı, dinî bir eserin basımı ve dağıtımı, konferans ve panel düzenlenmesi, radyo ve televizyon programı yapılması, dergi ve gazete yayını ve benzeri faaliyetlere maddî ve manevî destek vermek de İslam’ın tebliği edilmesine ve öğretilmesine katkı sağlamaktır. İslam’ı Müslüman olmayan bütün insanlara tanıtmak her Müslüman’ın görevidir. Hiçbir Müslüman bu görevden kendisini hariç tutamaz. Her Müslüman’ın gücü ve bilgisi nispetinde İslam’ın bilinmesi, tanınması ve yaşanmasına doğrudan veya dolaylı olarak katkı sağlaması gerekir. Elbette bu görevi en iyi bir şekilde yazılı ve sözlü olarak yapacak bir grubun bulunması gerekir. (Tevbe, 9/122) Ancak böyle bir grubun bulunması diğer Müslümanların bu görevden muaf olduğu anlamına gelmez. Din bilgini olanlar bu görevi yapmadıkları zaman sorumlu oldukları gibi diğer Müslümanlar da sorumlu olur. Peygamberimizin eğitim ve öğretimi ile yetişen sahabe-i kiram ve onları takip eden diğer Müslümanlar İslam’ı insanlara tebliğ edebilmek için bütün güçleri ile çalışmışlardır. Aynı şekilde günümüzde de bütün kurum ve kuruluşlar, fert ve cemaat olarak Müslümanların İslam’ı bütün insanlara anlatmak ve tanıtmak için çalışmaları gerekir. İslam’ı Müslüman olmayanlara anlatmak dinî bir görev olduğu gibi Müslümanlara öğüt vermek ve İslam’ı yaşamalarını teşvik etmek de dinî bir görevdir. Müslümanların vaaz ve öğüde ihtiyacı vardır. Müslümanlara öğüt vermek; onların ibadet ve itaate devam etmelerini; haram, isyan ve günahlardan sakınmalarını sağlamak; gaflete düşmelerine engel olmak, imanlarının kuvvetlenmesine, bilmediklerini öğrenmelerine ve kalplerinin yumuşamasına sebep olmaktır. Tebliğ ve öğüdün fayda verip vermemesi tamamen Allah’ın iradesine bağlıdır. Dolayısıyla fayda versin vermesin İslam tebliğ edilmesi ve insanlara vaaz ve nasihatte bulunulması gerekir: “Öğüt fayda versin (vermesin) öğüt ver. Allah’a karşı derin saygı duyarak O’ndan korkan öğüt alır, en şaki ve bedbaht kimse ise öğüt almaktan kaçınır.” (A’la, 87/9-11) Bu ayeti, “Eğer öğüt fayda verirse, öğüt ver” şeklinde anlamak doğru değildir. 7 Öğüt vermeden öğüdün fayda verip vermediğini nereden bileceğiz? Kaldık ki Kur’ân’da, öğüdün müminlere fayda vereceği bildirilmektedir. (Zariyat, 51/56) Yüce Rabbimiz, “Siz haddi aşan bir topluluk oldunuz diye vazgeçip Zikir’le (Kur’ân ile) sizi uyarmaktan geri mi duralım” (Zuhruf, 43/5) buyurarak ısrarla İslam’ın anlatılması gerektiğine işaret etmektedir. Bir grup cumartesi günü balık avlama yasağını ihlal edenleri uyarmış, bir grup yasağı işleyenleri uyarmadığı gibi uyaranları da eleştirmiştir. Kur’ân-ı kerim’de münker’i men edenler övülmektedir: “Hani onlardan bir grup demişti ki: “Siz Allah’ın helak edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?” Onlar da; “Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)” demişlerdi. Onlar kendilerine hatırlatılanı unutunca biz de kötülükten alıkoymaya çalışanları kurtardık, zulmedenleri yoldan çıkmaları sebebiyle şiddetli bir azapla yakaladık.” (A’raf, 7/164-165) Ayetlerden açıkça anlıyoruz ki bir kötülüğü ve haramı işleyen insanlara ısrarla öğüt verilmesi gerekir. Öğüt fayda vermese bile öğüt veren, ma’ruf’u emreden ve münker’i men eden kimse, dinî görevini yapmış, sevap kazanmış ve ilahî azaptan kurtulmuş olur. Ma’ruf’u emir ve münker’i men görevini yapmayan kimse hem günahkâr olur hem de günahkârların akıbetine uğrayabilir. Bu hususa yukarıdaki ayetler işaret ettiği gibi “Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir azaptan sakının” (Enfal, 8/25) anlamındaki ayet de işaret etmektedir. Sonuç olarak; insanları İslam’a davet etmek, ma’rufu emir ve münker’i men; sadece İslam bilginlerinin değil bütün Müslümanların görevidir. Dolayısıyla iyi insan iyi Müslüman, bu görevi usulüne uygun olarak yerine getirmeye çalışır, bu konuda elinden geleni gayreti gösterir. 8