Haftalık Bülten 14 Ocak 2011 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler "...Mekke ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik..." (Şura, 42/7) ayetini, Peygamberimiz (asv)'in bütün insanlığa gelmesi ve İslamiyetin evrenselliği ile açıklar mısınız?........................................................................................................................................3 Milli Eğitim Bakanlığı müfredatında, İslam (Din kültürü Ahlak Bilgisi Dersi) zorunlu ders mi olmalı yoksa bu seçim ailelere mi bırakılmalı?..........................................................................4 İstibra hakkında hadislerde delil var mıdır?..............................................................................5 "Kıyamet günü kul (hesap vermek üzere huzur-u İlahîye) getirilir. Allah Teala Hazretleri: "(...) Öyleyse bugün ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) beni unuttuğun gibi!" Hadiste geçen "Allah'ın kulunu unutması..." ne anlama gelmektedir?...................................6 Dört halifeden, kendi hilafetleri döneminde bizzat savaşa katılan yalnızca Hz. Ali (ra) mıdır? Diğer üç halife bizzat savaşa katılmış mıdır?.................................................................7 "Allah katında (yeryüzünde) yürüyenlerin en kötüsü, o inkâr edenlerdir." (Enfal suresi, 8/55) ayetini açıklar mısınız?......................................................................................................8 Kul ne demektir? Kimlere kul denir? Allah´ın iyi kullarının yanında kafir veya fasık kimselerde Allah´ın kulu mudur?.............................................................................................10 Hac ibadeti yaparken, farz tavafı yapılması gerekirken, onun yerine veda tavafına niyet ederek yapılan tavaf yeterli olur mu? Herhangi bir ceza ya da tavafın yeniden yapılması gerekir mi?.................................................................................................................................11 "Gerçekten onlar düzen kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım. Sen inkarcılara mehil ver; onlara mukabeleyi biraz geri bırak." (Tarık, 86/15-17) Bu ayetlerde neden kafirlere mühlet verilmektedir?..............................................................................................................12 İsra suresi 1- 8. ayetlerinde Yahudilerin bozgunculuk ve nankörlükleri anlatıldıktan sonra "Umulur ki Rabbiniz size acır." denmesini, masumların hakları açısından değerlendirir misiniz?......................................................................................................................................13 Zilzal suresinde her amelin yazıldığı belirtilmektedir. Affedilen günahlarımız da amel defterinde görünecek midir? Günahlar namazın sevabını azaltır mı?..................................14 Namaz vakti geçmek üzere ise su da uzakta bulunuyorsa teyemmüm alınabilir mi?..........15 Peygamberimiz (asv) vefat ederken söylediği son sözler ne olmuştur?...............................16 2 Namazda secde yapmakla ilgili, ellerin dizlerden önce yere konulmasını deve çöküşüne benzeten bir hadis var mıdır? Secdeye gidiş ne şekilde olmalıdır?.......................................17 Akıl, kalb, vicdan, hafıza, hayal, irade, şuur gibi latifeler birer "meleke" midir? Bunlar hangi almelerden gelir? Ruhun emir aleminden olması ne demektir?............................................18 Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ehl-i Sünnet dışı fırkalara şefaat edecek mi?.........................21 Hz. Muhammed (asv)’in yorumlamak metadolijisinin özelliklerini tanımlar mısınız? Özellikleri, içeriği ve ümmetinin yorumlama konusundaki faaliyetleri hakkında bilgi verebilir misiniz?.......................................................................................................................22 "Öğle namazının farzından önce, dört rekat sünneti terk eden kimse şefaatime nail olamaz." Bu hadis sahih midir? Öğle namazının ilk sünnetini kılmayan şefaate nail olmaz mı?..............................................................................................................................................28 Big Bang’in hiçlikten yaratılışı kanıtlamadığı, vakum ortamında gerçekleşen kuantum dalgalanmaları ile kendiliğinden rastgele bir süreç sonucunda ortaya çıkan herhangi bir parçacığın şişerek kâinatı oluşturduğu iddiasına ne dersiniz?..............................................29 3 "...Mekke ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik..." (Şura, 42/7) ayetini, Peygamberimiz (asv)'in bütün insanlığa gelmesi ve İslamiyetin evrenselliği ile açıklar mısınız? "Böylece şehirlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik. İnsanların bir takımı cennete, bir takımı da çılgın alevli cehenneme girer."( Şura, 42/7) Bu âyette geçen ve "anakent, yerleşim yerlerinin merkezi" anlamlarına gelen "ümmülkurâ" tanımlaması, Kur'an'da Mekke şehrini ifade etmek için kullanılır. (bk.Âl-i İmrân 3/96-97; En'âm 6/92). Âyetin, "çevresindekiler" diye çevrilen kısmını Araplarla sınırlandırarak yorumlayanlar olmuşsa da müfessirlerin çoğu İslâm tebliğinin evrenselliğine dikkat çekerek, burada bütün insanların kastedildiğini savunur. Yani, Mekke bir merkez kabul edilerek, buradan başlayıp bütün insanlığa ilahi dinin tebliğ edilmesi istenmiştir. Bu evrenselliği, Kur’ân’ın pek çok âyetinde görmemiz mümkündür: "De ki: “Ey insanlar, ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim. O ki, göklerin ve yerin hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilâh yoktur. Hayatı veren de, ölümü yaratan da O’dur.” Öyleyse siz de Allah’a ve O’nun bütün kelimelerine iman eden Nebiyy–i Ümmi olan o Resûlü’ne inanın. O’na tabi olun ki, doğru yolu bulasınız." (A’raf, 7/158) "İşte bunun içindir ki ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik." (Enbiya, 21/107) "Ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik, lâkin insanların ekserisi bunu bilmezler." (Sebe’, 34/28) Bunların dışında da birtakım âyetler vardır ki, orada kullanılan kelimelerin de ortaya koyduğu üzere, Kur’ân–ı Kerim, herkese şamil olup, herkese hitap etmektedir. Çünkü, nâs (2/21; 4/79, 7/158; 10/1; 31/33; 35/5; 105, 170), insan (75/3–10; 80/17, 24; 89/15; 100/6–8; 103/1–3), abd ve ibad (2/186; 7/32; 15/49; 17/96; 39/7,10; 89/29), beşer (74/31, 36), benîâdem (7/26, 27, 31, 35; 36/60), âlemîn (21/107; 25/1; 32/2; 38/87; 45/36) gibi kelimeler, umum ifade etmektedirler. Resûlüllah (asv)’ın nübüvveti ve insanlara vahyi tebliğ etmesiyle ilgili olarak kullanılan bu kelimelerden de anlaşıldığına göre, O’nun peygamberliği zaman, mekân ve bir kavim ile mukayyet olmayıp, herkesi içine almaktadır. Resûlüllah (asv) da kendisinin yalnızca bir kavmin değil, bütün insanlara gönderilen bir peygamber olduğunu bildirmiştir: “Benden önceki peygamberlerden hiçbirisine verilmeyen beş şey bana verildi. Ben, bir aylık mesafeden korkuyla yardım edildim. Bütün yer yüzü bana (ümmetime) mescit ve temizleyici kılındı. Benim ümmetimden birisi, namaz vaktine nerede denk gelirse orada kılsın. Bana ganimetler helâl kılındı. Benden önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine 4 gönderildikleri hâlde, ben bütün insanlığa gönderildim. Ve bana şefaat hakkı verildi.” (Buharî, Teyemmüm 1, salat 56; Müslim, Mesacid 3; Nesaî, Gusül 26; Darimî, Siyer 28, Salat 111.) Milli Eğitim Bakanlığı müfredatında, İslam (Din kültürü Ahlak Bilgisi Dersi) zorunlu ders mi olmalı yoksa bu seçim ailelere mi bırakılmalı? Bu konu Milli eğitim Bakanlığının konusudur. Ancak İslam’da çocuklara YEDİ yaşından itibaren din, namaz, oruç ve diğer meseleler yavaş yavaş, onları sıkmadan ve onların anlayacağı bir dil ile öğretilmeye çalışılır. Bu İslam’ın bir emridir. Şu anda okutulan "Din kültürü ahlak öğretimi" dersi, yalnızca İslam'ın öğretildiği bir ders değildir. Ayrıca eğitimi (uygulama vb.) de yoktur. Türkçe gibi, Türk ve İslam tarihi gibi bu dersin de milli birlik ve bütünlük bakımından her vatandaşa okutulması gerekiyor. Her dinin ve mezhebin eğitimli dersi ise yine anayasada var, ama şu ana kadar uygulanmadı, onun da uygulamaya girmesi lazımdır. 5 İstibra hakkında hadislerde delil var mıdır? 104. (326) (6091)- İsa İbnu Yezdad el-Yemânî babasından naklen diyor ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz akıtınca, erkeklik uzvunu üç sefer çeksin." Bu tavsiye istibra için yapılmıştır. Yani küçük abdest bozduktan sonra, idrar borusundaki akıntının kesilmesi gereklidir. Bu, şahsa, şahsın yaşına göre değişen usullerle tahakkuk eder. Biraz beklemek, öksürmek, bir müddet yürümek, hadiste gelen tavsiyeye uymak, bu usullerden birkaçıdır. İstibra yapılmadan abdest alınır, sonra da bir sızıntı -az da olsa- meydana gelse abdest bozulur. İstibra ameliyesi daha ziyade erkeklere mahsustur." (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi) İlave bilgi için tıklayınız: İstibra nasıl yapılır ve elbiseye idrar damlaması namaza mani olur mu? İSTİBRÂ 6 "Kıyamet günü kul (hesap vermek üzere huzur-u İlahîye) getirilir. Allah Teala Hazretleri: "(...) Öyleyse bugün ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) beni unuttuğun gibi!" Hadiste geçen "Allah'ın kulunu unutması..." ne anlama gelmektedir? Ebu Saîd ve Ebu Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyorlar: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kıyamet günü kul (hesap vermek üzere huzur-u İlahîye) getirilir. Allah Teala Hazretleri: "Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanları ve ekimi musahhar kılmadım mı? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, benimle bugünkü şu karşılaşmanı hiç düşündün mü?" diye soracak. Kul da: "Hayır" diyecek. Allah Teala Hazretleri: "Öyleyse bugün ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) beni unuttuğun gibi!" buyuracak." [Tirmizî, Kıyamet 7, (2430).] Hadisin Açıklaması: Hadis, sayılan nimetlere mazhar olan bir kimsenin, nimetlere şükürle mukabele etmemesi halinde kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın da onu nisyana (unutulmaya) mahkum edeceğini bildirmektedir. "Allah'ın kulu unutması" onu azaba terketmesi, rahmetini tecelli ettirerek, azabtan kurtarmaması demektir. (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi) 7 Dört halifeden, kendi hilafetleri döneminde bizzat savaşa katılan yalnızca Hz. Ali (ra) mıdır? Diğer üç halife bizzat savaşa katılmış mıdır? 1) İlk üç halife döneminde, Aşere-i Mubeşşereden (Cennetle müjdelenen on kişi) olanlar ve halifenin şura heyeti içinde yer alanlar, genelde savaşlara gitmemişlerdir. Çünkü onların Medine'deki görevleri daha önemlidir. Bu yüzden aşere-i mübeşşere ve şûra heyeti içinde yer alan Hz. Ali (r.a.) de ilk üç halife döneminde savaşlarda görülmez. 2) Hz. Ebu Bekir (ra) 634 yılında halife olunca, irtidat (dinden dönme) olayları çıkmış ve o ilk zaman bir askeri birliğin başında savaşmak için yola çıkmıştı. Bunu duyan Hz. Ali (ra) atına binip ona yolda yetişti ve onu yoldan geri çevirdi. Çünkü o, Hz. Ebu Bekir (ra)'in Medine'den ayrılmasını tehlikeli ve mahzurlu görüyordu. Onun şehit olması durumunda İslam’ın büyük zarar göreceğini de kendisine aktarmıştı. Hz. Ebu Bekir (ra) bundan sonra iki yıllık hilafeti döneminde hiç bir askeri sefere çıkmadı. 3) Hz. Ömer (ra) 644'te halife olunca, Medine'de yerine Hz. Ali (ra)'yi devlet başkanı vekili olarak bıraktı. Irak savaşlarında bulunmak ve savaşları yönetmek için askerlerle Medine'den ayrıldı. Ordu Sırar Suyu başına kadar ilerledi. Burada yapılan istişarede, Hz. Ömer (ra)'in başkomutan olarak askeri yönetmesinin mahzurlu olduğuna karar verildi. Bir yenilgi durumunda bunun tehlikelere sebep olabileceği belirtildi. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) başkomutan olarak Sa'd b. Ebi Vakkası atadı ve Medine'ye geri döndü. Başka bir zamanda halife olarak askeri sefere çıkmadı. 4) Hz. Osman da (r.a.) hilafetinde komutan olarak sefere çıkmamıştı. 5) Hz. Ali (r.a.) ise, Cemel, Sıffin ve Haricilerle yapılan Nehravan savaşında komutan olarak bulunmuştu. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Sarıcık Murat, Dört Halife Dönemi, Nesil Yayınları, 2010.) 8 "Allah katında (yeryüzünde) yürüyenlerin en kötüsü, o inkâr edenlerdir." (Enfal suresi, 8/55) ayetini açıklar mısınız? Enfal Suresi, 55 - 59. Ayetler: "55. Allah katında (yeryüzünde) yürüyenlerin en kötüsü, o inkâr edenlerdir. Onlar inanmazlar." "56. Öyle ki, onlar kendileriyle yaptığın andlaşmayı her defasında hiç çekinmeden (ve sonucunu hesaba katmadan) bozarlar." "57. Savaşta onları (ne zaman yakalarsan) öylesine darmadağın et ki arkalarındakiler öğüt ve ibret alsınlar." "58. Eğer bir milletin hıyanetinden endişe edersen, eşit ölçülere göre sen de andlaşmayı bozup (yüzlerine) at! Çünkü Allah, elbette hâinleri sevmez." "59. O inkâr edenler, öne geçtiklerini (ve geçeceklerini) hiç de sanmasınlar. Çünkü onlar (bizi ve sizi) âciz bırakamazlar." Ayetlerin İniş Sebebi: Medine Yahudilerinden Kurayza oğulları, Müslümanlarla savaşmayacaklarına ve onlara karşı bir saldırı vuku' bulduğu takdirde saldırganlara, savaş kapısını açanlara yardım etmeyeceklerine dair Hz. Muhammed (asv) ile bir antlaşma yapmışlardı. Çok geçmeden İslâm'a karşı durmadan hazırlanan Mekke müşriklerine silâh yardımında bulunarak antlaşmayı bozmuş, sonra da unutup hatâ ettiklerini söyleyerek antlaşmayı yenilemişlerdi. Ne yazık ki, aradan bir süre geçince Hendek Savaşı patlak verdi ve Medine kuşatıldı. Müslümanların en zayıf anını fırsat bilen Yahudiler derhal harekete geçtiler ve Mekkeli müşriklerden yana olduklarını bildirmek, gerekirse her türlü yardımı yapacaklarına dair bir taahhütte bulunmak üzere Kâb b. Eşrefi Mekke'ye gönderdiler. Böylece ikinci defa yapılan andlaşmayı da bozmuş oldular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. (Lübabü't-te'vîl : 2/189) İlgili Hadîsler: «Kiminle bir kavim arasında bir antlaşma bulunuyorsa, ne o antlaşma üzerine bir düğüm daha bağlayıp sıksın, ne de onu çözsün; süresi doluncaya kadar beklesin veya karşı tarafın (hıyanette bulunarak) yaptığına eşit şekilde (o antlaşmayı) bozup atsın.» (Ebû Dâvud/cihad: 152- Tirmizî/siyer : 27Ahmed: 4/111, 113, 376) Allah'ı İnkâr, Seviyesizliğin En Kötüsüdür: «Allah katında (yeryüzünde) yürüyenlerin en kötüsü, o inkâr edenlerdir. Onlar inanmazlar.» İnsan, ruhu ve cevheri itibariyle çok şerefli bir varlıktır. Kâinatta görebildiğimiz hemen her şey onun için yaratılmıştır. O da, Allah'ı bilip tanımak, O'na kulluk etmek üzere yaratılıp dünya denilen uğrağa getirilmiştir. Ruhî yönüyle yüce âlemden, bedenî yönüyle aşağı âlemdendir. Böylece insan her iki âlemle yakından ilgilidir. Artık hangi yapısına ağırlık verirse, daha çok o âleme yaklaşıp bağlanmış olur. 9 Aşağı âlemin geçici nimetlerinin sarhoşluğu içinde yüce âlemi unutur da Allah'ı inkâr edip âyetlerini yalan sayacak olursa, artık öylesinin yüce âlemle olan ilgisi kopar ve bu yüzden ruhunu madde cenderesine sokup silik hale getirir. Bu durumda sadece aşağı âleme bağlı ve onunla ilgili sıfatları taşıyarak diğer canlılar seviyesine ve bazan da daha aşağı bir derekeye düşer. O bakımdan Allah yanında öylesi, insan suretinde et, kan, kemik ve sinirlerden oluşan bayağı bir mahlûktur; hattâ yürüyen canlıların en kötüsü ve en değersizidir. Zira hiçbir hayvan, Allah'ı inkâr edip haktan korkmayan, sorumluluk duygusu taşımayan bir insan kadar zararlı sayılmaz. Kur'ân-ı Kerîm, bu gerçeği en düşündürücü şekilde hatırlatarak insanı yüce âlemle olan irtibatındaki hikmete dönmeye çağırmakta; yaratılışındakl şerefli dereceye adım atmasını ilhamda bulunup, lâyık olduğu yerini korumasını telkîn ve tavsiye etmektedir. Bunun aksine bir yol tutup yaptığı antlaşmaları bozan, tam bir ihanet ve düşmanlık duygusuyla bozgunculuğun her çeşidini düşünen, fırsat bulduğu ân, İslâm, ahlâk ve fazîlet aleyhine öldürücü zehirini akıtan inkarcıları, yeryüzünde yürüyen en kötü canlılar olarak vasıflandırmaktadır. Antlaşmayı Bozduğunu Duyurmak: «Eğer bir milletin hıyanetinden endişe edersen, eşit ölçülere göre sen de antlaşmayı bozup (yüzlerine) at. Çünkü Allah, elbette hâinleri sevmez.» Düşmanın ihaneti, ahde vefasızlığı, hıyanet ve dönekliği devam edince, Müslümanlar da onlarla yaptığı antlaşmayı âdil ölçülere göre bozduğunu resmen karşı tarafa bildirir. Zira İslâm'da, en azgın düşmana karşı bile olsa, hıyanet, ahde vefasızlık kesinlikle haramdır. İslâm yapılan antlaşmaya, karşı taraf bağlı ve sadık kaldığı sürece bağlı ve sadık kalır; karşı taraf ihanete ve birtakım entrikalara baş vurursa, o takdirde Müslümanlar onlar gibi çirkin bir yola başvurmaz, sadece mevcut andlaşmayı bozduğunu ilân eder. Nitekim âyette «sen de antlaşmayı bozup yüzlerine at» mealindeki sözün mânası budur. Düşmanın bu gibi döneklik ve ihanetinin cezasını savaşta, diğer milletlere ve geridekilerine öğüt ve ibret olacak şekilde vermek vaciptir. Çünkü iyi bir ders, hafızalardan silinmeyecek tesirli bir ibret, ileride fazla kan akıtılmasın! önler, caydırıcı bir müeyyide olarak her zaman hesaba katılır. İşte İslâm'ın düşman ile olan tutum ve niyeti bu esaslar içinde seyreder. Keyfi hiçbir işleme, hıyanet ve zulme kapı açmaz, açılmasına fırsat vermek istemez. İhanette bulunup öne geçtiklerini ve o yüzden Müslümanları dize düşürüp perişan ettiklerini sananlar hep aldanırlar. Zira Allah hâinlerden yana değildir; O hep âdildir, adaleti, ahde vefayı sever ve emreder. Âyetler Arasındaki Bağlantı: Yukarıdaki âyetlerle, yapılan antlaşmalara bağlı kalmayıp hıyanet içinde bulunan düşmana karşı ne yapılması gerektiği belirtildi. İhanet içinde bulunan düşmanların başarıya erişmiyeceği bildirilerek her zaman olduğu gibi, böyle dönemlerde de, mü'minlerin adaletten, doğruluktan ayrılmamaları tavsiye edilerek Müslümana herkesin inanıp güvenmesinin gerektiğine işaret edildi. 10 Devamında gelecek olan âyetlerle, sadece savaş günlerinde değil, barış günlerinde de savaşa iyice hazırlanmanın önemi üzerinde duruluyor ve bu uğurda yapılan her harcamanın Allah yanında kat kat mükâfat göreceği bildiriliyor; sonra da düşman tarafı barışa yanaştığı taktirde, ciddi oldukları anlaşılınca Müslümanların da barışı kabul etmesi ve her hâlükârda Allah'a güvenip dayanmaları emrediliyor. Karşı taraf barış teklifiyle hile yapmak isterse, Allah'ın yardımının hâinlere, hilecilere değil, dosdoğru inanıp Allah'a güvenerek dayananlara yöneleceği de ayrıca açıklanarak mü'minlere manevî destek sağlanıyor. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2396.) Kul ne demektir? Kimlere kul denir? Allah´ın iyi kullarının yanında kafir veya fasık kimselerde Allah´ın kulu mudur? "Kul" ifadesi genel anlamıyla tüm insanlar için kullanılmıştır. Çünkü her insan yaratılmaları cihetiyle Allah'ın kuludur. Kur'an'da ve hadiste bütün insanlar, hatta bazan diğer varlıklar için kullanılıyorsa da daha çok “mü'min” mânasına gelmektedir. Özellikle izafet yoluyla Allah'a nisbet edilen abd ve ibâd kelimeleri, “O'na iman eden, kendisinin de sevdiği kullar.” anlamını taşımaktadır.(bk M. F. Abdülbâki, Mu'cem; DİA, Abd md.) 11 Hac ibadeti yaparken, farz tavafı yapılması gerekirken, onun yerine veda tavafına niyet ederek yapılan tavaf yeterli olur mu? Herhangi bir ceza ya da tavafın yeniden yapılması gerekir mi? Hacla ilgili olarak "kudüm tavafı", "ziyaret tavafı" ve "veda tavafı" olmak üzere ÜÇ tavaf vardır: Kudüm Tavafı, Mekke'nin dışından gelenlerin yaptığı ilk tavaf olup, yapılması sünnettir. Ziyaret Tavafı, haccın iki rüknünden biri olup, yapılması farzdır. Arafat vakfesinden sonra yapılan bu tavafa, ifada tavafı da denir. Zamanı, Kurban Bayramının ilk günü başlar. Bayramın ilk üç günü içerisinde yapılması daha iyidir. Veda Tavafı, Mekkeli olmayan ve Mekkeli hükmünde sayılmayan, uzak bölgelerden gelmiş hacıların, Mekke'den ayrılmadan önce yapmaları gereken en son tavaftır. Yapılması vaciptir. Tavafta niyet esas olmakla birlikte bu tavafın kudüm tavafı mı, ziyaret tavafı mı yoksa umre ya da veda tavafı mı olduğunu tayin etmek gerekmez; mutlak tavafa niyet yeterlidir. Ziyaret tavafından önce veda tavafı yapılmaz. Şayet yapılırsa bu tavaf ziyaret tavafı sayılır. Bu itibarla haccınız tamam olmuştur. Ancak veda tavafı Hanefilere göre vacip olduğundan, ayrıca yapılması gerekir. Terkinden dolayı dem yani kurban gerekir. Bununla birlikte kişi ülkesine dönmüş ise veda tavafının sünnet olduğu görüşünde olan alimlerin kavlince amel edilir ve bu kişiye bir şey gerekmez. 12 "Gerçekten onlar düzen kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım. Sen inkarcılara mehil ver; onlara mukabeleyi biraz geri bırak." (Tarık, 86/1517) Bu ayetlerde neden kafirlere mühlet verilmektedir? "Gerçekten onlar düzen kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım. Sen inkarcılara mehil ver; onlara mukabeleyi biraz geri bırak." (Tarık, 86/15-17) Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde Peygamberimiz (s.a.v)'e hitaben; "Haberin olsun onlar, o kâfirler, bu âyetlerin inmesine sebep olan Mekke kâfirleri bir tuzak kuruyorlar, yani Ku'ân'ı geçersiz saymak ve onun nurunu söndürmek suretiyle hakkın emrine karşı gelmek için bir takım hileler kuruyorlar, entrikalarla önlemler almak istiyorlar. Ben de hilelerine karşı hile kuruyorum." (Elmalılı, İlgili ayetlerin tefsiri) İnkarcılar Hz. Peygamber (asv)'i engellemek ve getirdiği dini yok etmek maksadıyla ona karşı düşmanca tavırlar sergiliyor, hatta onun varlığını ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı; bu amaçla ona karşı komplo düzenliyor, tuzaklar kuruyorlardı. 15. âyet bunları ifade etmektedir. Allah Taâlâ'nın onlara tuzak kurması ise "Peygamber'e karşı kurdukları tuzakları engelleyip, onların planlarını boşa çıkarması, kendi aleyhlerine çevirmesi ve onları cezalandırması." anlamına gelir. Müşrikler inkârlarına ve Resûlullah (asv)'a yaptıkları kötülüklere devam ettikleri halde Yüce Allah tarafından hemen cezalandırılmayıp onlara süre tanıması İçin Hz. Peygamber (asv)'e emir verilmesi, tövbe edip dönmedikleri takdirde cezalarının şiddetli olacağını gösterir. (Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: V/530.) “Onlara mühlet verir.” mealindeki ifade ise, “dünyada iken hemen ceza vermez, biraz daha onlara fırsat verir, özür beyan ederlerse mazeretlerini kabul eder” şeklinde değerlendirilebilir. “Allah imhal eder, fakat ihmal etmez.” ifadesi bu gerçeğin altını çizen bir vecizedir. Yani dünyada bir süre mühlet verir, fakat ahirette mutlaka onu sorguya çeker. Halim kelimesi, hoşgörülü, toleranslı, başkasının cahilliğine karşı hemen öfkelenmeyen, özrünü beyan edenin mazeretini kabul eden kimse anlamına gelir. Kur’an’da bu ismin kullanıldığı yerlerde, Allah’ın bu vasfına dikkat çekilmiş, orada söz konusu edilen kötülüğe karşı hemen cezanın verilmemesi veya yanlışlarının bağışlanmasının gerekçesi olarak bu vasıf gösterilmiştir. "Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır." "İman karşılığında inkarı satın alanlar Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar için acı bir azap vardır." "Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Al-i İmran Suresi, 3/176-178) 13 İsra suresi 1- 8. ayetlerinde Yahudilerin bozgunculuk ve nankörlükleri anlatıldıktan sonra "Umulur ki Rabbiniz size acır." denmesini, masumların hakları açısından değerlendirir misiniz? Ayet-i kerimelerde İslâm öncesi Yahudilerin nankörlük ve bozgunculuklarından söz edilmiş ve 8. ayette ise Hicaz'daki Yahudilerin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar bozgunculuk yaparlarsa Allah'ın da onları tekrar cezalandıracağı bildirilmekte, en son ceza yerinin ise Cehennem olacağı hatırlatılmakta; kendilerinden, İbrâhimî geleneğin son temsilcisi olan, Hz. Mûsâ (as) ve Hz. İsâ (as)'ın ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed (s.a.v)'e kulak vermeleri, eski hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine'deki Yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber (asv) ile yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle Müslümanlara karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları Müslüman Arapların eliyle cezalandırmıştır. (Râzî, XX, 160; Şevkânî, III, 138) İşte bundan ötürü Nadîr, Kurayza, Kaynuka ve Hayber Yahudilerinin başına ölüm ve helak gelmiş ve başlarına çökmüştür. Onlardan geriye kalanlar ise, mülkiyyetleri ve hükümranlıkları olmaksızın cizye ile ezilmişlerdir. (Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu, III/407). Tasavvuf erbabı bu ayetin, Allah'ın rahmetinin gadabına baskın çıktığına delâlet ettiğini söyleyerek şöyle demişlerdir: "Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hak, onların iyilik yapmalarından bahsedince, bu kelimeyi iki defa zikrederek buyurmuştur. Ama, onların kötülük yapmalarından bahsedince, bunu tek bir defa zikrederek buyurmuştur. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti gadabına galip ve baskın olmasaydı, bu böyle olmazdı."(Râzi, Tefsir-i Kebir, 14/406) Allah onlara, değişmeyen ilâhî kanununu hatırlatıyor: Eski nankörlük ve azgınlığınıza dönerseniz, sünnetullah yine hükmünü yürütür; başka bir güç üzerinize gönderilerek perişan edilirsiniz! Nitekim öyle olmuştur. Bu uyarı aynı zamanda inanan her milletedir de. Özellikle âyetin indiği devirde, devlet olma yoluna giren mü'minlere de tarihî bir ibret ve öğüt levhası özelliğini taşımaktadır. Yahudilerin daha çok iki büyük fesat çıkarma ve aşırı nankörlüğü, onlara pek pahallıya mal olmuş, kısa fasılalarla düşman istilasından kurtulamamışlardır.(Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3467-3468.) 14 Zilzal suresinde her amelin yazıldığı belirtilmektedir. Affedilen günahlarımız da amel defterinde görünecek midir? Günahlar namazın sevabını azaltır mı? Zilzal suresininson iki ayetinde birkaç yorumu gerektiren bir anlatım tarzı hâkimdir. Şöyle ki: Herkes işlediği iyilik ve kötülükleri mi, yoksa o iyilik ve kötülüğün karşılığını mı görecek? Konuyu Kur'ân-ı Kerîm'in bütünlüğü doğrultusunda değerlendirdiğimizde o gün herkese dünyada işlediği büyük-küçük ne kadar iyilik ve kötülükleri varsa mutlaka gösterilecek ve böylece kişi kendi hür iradesiyle kendine nasıl bir gelecek hazırladığını anlayacak ve Cenâb-ı Hakk'ın kudretinden ve ilminden hiçbir şeyin gaip olmadığını, olamayacağını müşahede edecektir. Amellerin karşılığına gelince: İşlenen günahlar tövbe ve istiğfarla, ciddi pişmanlık duymakla bağışlanmışsa, artık kıyamet gününde onlara karşı ceza takdîr edilmeyecektir. Sadece sahibine onları işlediği gösterilecek ve bundan dolayı yaptığı tevbe ve istiğfarın kabul olunduğu bildirilecektir. (Celal Yıldırım, Kur’an Tefsiri,13/6941). Bu konuda İbni Mesud'un (r.a) bir izahı var: “Kıyamet günü kişiye amel defteri arz edilecek ve adam yaptıklarının tümünü orada yazılmış bulacak. Sonra kula denilecek ki, defterine bir daha bak. Adam defterine ikinci bakışında o günâhlarının silinmiş olduğunu görecek ve çok sevinecek.”(Ali Küçük, Besairu'l Kur'an, Zilzal Suresi 8. ayetin tefsiri) Günahlar namazın geçerliliğine ve alınacak sevaba mani olmadığı gibi alınan sevapları da azaltmaz. Ancak günahlarla kirlenen kalp tövbe ile temizlenmezse namaz ve diğer ibadetlerden alınacak feyzin hissedilmesine engel olur. Bu bağlamda hadislerde geçen gıybetin salih ameli bitirmesi gibi hususlar; gıybet kul hakkı ihlali olduğu için gıybeti yapılan kişi hesab günü gıybetçinin sevablarından bir kısmını alarak hakkını almış olur. Dolaysıyla gıybet eden kişinin sevaplarında azalma olacak. Diğer kul hakları için de bu durum geçerlidir. Affedilen günahlar sahibinden başkası deftetinde görmeyecektir. Ayrıca gizli işlenen günahlar da kul hakkını ilgilendirmiyorsa gizli kalacaktır. Saîd Nursî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk'ın Settâr ve Ğaffâr isimlerinin kusurlar ve günahlara karşı bir siper hükmünde bulunduğunu; yalnız Kendisine sığınıldığında Cenâb-ı Hakk'ın günahları örttüğünü, gizlediğini ve bağışladığını kaydeder. (Lem’alar, s. 59; Mesnevî-i Nûriye, s. 113) “Günahı açıktan işlemekten sıkılmayanlar hariç bütün ümmetim bağışlanmıştır. Geceleyin bir günah işleyip, Allah da yaptığı bu günahı örtmüşken sabahleyin kalkıp, ‘Akşam şöyle şöyle yaptım’ diyen kişi, açıkça günah işlemekten sıkılmayan kimselerdendir. Rabbi geceleyin suçunu örtmüşken, sabahleyin kalkıp Allah’ın örttüğü bu örtüyü kaldırıyor.” (Riyâzu’s-Sâlihîn, 24; Câmiü’s-Sağîr, 3000) 15 Namaz vakti geçmek üzere ise su da uzakta bulunuyorsa teyemmüm alınabilir mi? Teyemmümü mübah kılan sebepler: Fıkıh kitaplarında bunu özetleyip altı madde halinde açıklayanlar olmuştur: 1. Abdest almak ya da gusletmek için su bulamamak. 2. Bir hastalık ya da yaradan dolayı mevcut suyu kullanamamak. 3. Suyun dayanılmayacak kadar soğuk olması ve abdest alındığı takdirde bir rahatsızlığa kapı açması endişesinin hâkim bulunması. 4. Mal ya da canına bir zarar dokunur endişesiyle yakınanda bulunan suyu kullanmaya cesaret edememesi, 5. Ya kendisi ya da yanındaki bir canlının, ileride susuz kalır endişesiyle mevcut suyu kullanmamayı uygun görmesi. 6. Abdest alıncaya kadar vaktin çıkacağını kestiriyorsa, mevcut su ile abdest almayıp teyemmüm etmeyi tercih etmesi. Bu madde üzerinde farklı ictihad ve görüşler vardır. Yolculuk halinde bulunsun ya da eğleşik olsun, şehir içinde veya dışında bulunsun, hiç su bulamaz veya bulunan su kendisinden en az bir mil uzaklıkta olursa, o takdirde teyemmüm etmesi caiz olur. Sahih görüş bu olmakla beraber, şehir içinde veya halkının çoğu eğleşik bulunan köy ve kasabada, teyemmüm caiz olmayacağını söyleyenler de var. Özellikle gündüzleyin şehirde ya da köy ve kasabada su bulmak mümkündür. Tebyîn sahibi ile Sülemi, böyle de olsa su bulunmazsa o takdirde teyemmüm caizdir, demişlerdir. Bu iki ayrı görüşün arasını bulmak ve konuyu fıkhın genel kaidesine göre çözümlemek gerekirse, şöyle bir hüküm vermek mümkündür: Şehir ya da kasaba ve köyde, su aramadan teyemmüm etmek haliyle caiz değildir. Ama iyice aradıktan sonra bulamayacak olursa, o takdirde teyemmüme cevaz vardır. Siracülvehhac'da da bu husus açıklanmıştır. Suyun en az bir mil uzaklıkta bulunması bu cevaza kapı açar. Aynı zamanda suyu aramada namaz vaktinin çıkması da söz konusudur. Şöyle ki: Su bulayım, derken vaktin çıkmasına neden olacak kadar bir zaman kaybetmemelidir. Bununla beraber Hidâye sahibi bu konuda muteber olan vaktin çıkmasından endişe etmek değil, belirlenen mesafedir. Bir mil ya da fazla uzaklıkta bulunan suyu aramaya gerek yoktur. (Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/70-71.) 16 Peygamberimiz (asv) vefat ederken söylediği son sözler ne olmuştur? Resûlullah (asv) vefat etmeden önce, "Lâ ilahe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!" dedi ve Hz. Âişe (r.anha)'nin kolları arasında "maa'r-refîkil-a'lâ" (en yüce dosta) sözüyle ruhunu teslim etmiştir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: Aleyhissalâtu vesselâm hastalandığı zaman O'nu, (başı) dizimin üstünde baygın vaziyette gördüm. Bir ara kendine geldi. Gözlerini evin tavanına dikti ve sonra: "Ey Allahım Refik-i A'la'da (bulunmayı tercih ederim)" dedi. Bu sözü işitince ben (kendi kendime): "Demek ki (makamı gösterildi) ve bizimle olmayı tercih etmiyor." dedim. Bunun, sıhhatli iken bize söylediği şu hadis olduğunu anladım: "Hiçbir peygamber, cennetteki makamını görmeden kabzedilmez. Bundan sonra hayatı devam ettirilir veya öbür dünyaya gitme hususunda muhayyer bırakılır." Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın telaffuz ettiği son söz: "Allahım, Refik-i A'la'da" cümlesi oldu." Refik-i A'la: Cennetin en yüksek makamında bulunan peygamberler cemaatidir. (Buhârî, Megazî 83, 84, Tefsir, Nisa 13, Marda 19, Da'avat 29, Rikak 41; Müslim, Fezail 87; Muvatta, Cenaiz 46; Tirmizî, Da'avat 77) Resûlullah (asv), pazartesi öğleden sonra, iyice ağırlaşmıştı: Nefeslerini zor alıyor, bazan da tıkanıyordu. İyileştiği bir anda kölelere iyi davranılması, namazın ihmal edilmemesini tavsiye etti. Yanındaki su çanağına arada sırada elini batırıyor ve yüzünü ıslatıyordu. "Lâilahe illallah" diyor, dua mahiyetinde ayetler okuyordu. Şu ayeti okumuştu. (Mealen): "Kimler, Allah ve Resûlü'ne itaat ederse onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kimseler ile beraberlerdir, bunlar ise ne güzel arkadaşlardır." (Nisa, 4/69). Okuduğu bir dua da şu idi: "Lailahe illallah, Lailahe illallah, Lailahe illallah. Ölümün de şiddetleri, halleri, sadmeleri var. Ey Rabbim, ölümün sarsıntılı anlarında bana yardım et. Ey Rabbim beni bağışla, ey Rabbim beni bağışla!" Resûlullah (asv)'ın mübarek yüzleri bazan sararıp, bazan kızarıyordu. Sonunda nefesi daraldı, hareketleri daha da ağırlaştı. Ellerini yukarı kaldırıp üç kere mübarek parmaklarıyla semaya doğru işaret ederek: "Refik-i A'la'ya, ulvî ve yüksek Refik'e, beni Refik-i A'la'ya ulaştır." dedi. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/226-232) 17 Namazda secde yapmakla ilgili, ellerin dizlerden önce yere konulmasını deve çöküşüne benzeten bir hadis var mıdır? Secdeye gidiş ne şekilde olmalıdır? Cumhura göre secdenin şekli konusunda sünnet olan, namaz kılan kişinin iki dizini yer üzerine önce koyması, sonra ellerini koyması, sonra alnını ve burnunu koymasıdır. Secdeden kişi önce alnını, sonra ellerini, sonra dizlerini kaldırır. Bunun dayandığı delil Vail b. Hucr'un hadisidir: "Resulullah'ı (s.a.v.) secde ederken gördüm. Secde ettiği zaman iki dizini ellerinden önce yere kor, kalktığı zaman ellerini dizlerinden önce kaldırırdı."(1) Hattabi'ye göre, bu hadis Maliki mezhebinde gelecek olan Ebu Hureyre hadisinden daha sahihtir. Çünkü mezkur tertibin aksi sünnete muhalif olmasına rağmen yeterlidir. Ancak özürlü olursa o takdirde bu müstesnadır. Malikîlere göre, secdede iki eli iki dizden önce yere koymak menduptur. Bunun gibi ayağa kalkarken iki eli iki dizden sonra yerden kaldırmak gerekir; bu, menduptur. Çünkü Ebu Hureyre hadisinde şöyle denilmektedir: "Sizden biri secde ettiği zaman, deve çöküşü gibi çökmesin, iki elini önce, iki dizini sonra koysun."(2) İbni Seyyidinnas şöyle demiştir: Ellerin dizlerden önce yere konmasından bahseden hadis daha doğrudur. İmanı Nevevî ise orta yolu takip ederek şöyle demiştir: Benim için iki mezhepten birini tercih etme durumu ortaya çıkmamaktadır. Dipnotlar: 1. Bu hadisi Ahmed dışında beş hadis imamı rivayet etmiştir. Neylü'l-Evtâr, II, 253. 2. Bu hadisi Ahmed, Ebu Dâvud, Neseî ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Daha önce de zikrettiğimiz üzere, Hattabî şöyle demiştir: Vail b. Hucr hadisi bu hadisten daha doğrudur. Tirmizî hadisi gariptir, Ebu'z-Zinad yolu ile bu yoldan başka bir yol ile bilmemekteyiz demiştir. Neylü'l-Evtâr, II, 255. (bk. Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 1, s. 523-524) 18 Akıl, kalb, vicdan, hafıza, hayal, irade, şuur gibi latifeler birer "meleke" midir? Bunlar hangi almelerden gelir? Ruhun emir aleminden olması ne demektir? Cevap 1: Meleke: Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve maharet; o şey üstünde elde edilen üstün kabiliyet ve uzmanlık demektir. Kuvve: Eyleme ve amele müsait olduğu halde, yerinde duran kabiliyet ve yetenek demektir. Şimdiki tabirle tatbike dökülmemiş potansiyel kabiliyetler manasına geliyor. Duygu: İnsanın manevi ve maddi duygularının genel adıdır. İnsanın mahiyetinde bildiğimiz bilmediğimiz ne kadar manevi duyguları varsa, bunların ortak ve genel adıdır diyebiliriz. Kalp, ruh, vicdan, sırlar bunlara örnek olarak verilebilir. Meleke, kabiliyetin kuvveden çıkıp keskinlik ve uzmanlık kazanmış şeklidir. Kuvve ise, kabiliyetin yatmış ve gelişmemiş ham şeklidir. Duygu ise, bu kabiliyet ve melekelerden başka insanın sahip olduğu hissiyatların genel bir ismidir. "Meleke" tabiri, bazen gafleti hatırlatan bir şeye ülfet ve ünsiyet etme manasında değil, tam aksine gafletin zıddı olan huzuru İlahi’de sabitlenme ve sürekli Allah’ı düşünmek ve tefekkür etmekte bir alışkanlık kazanmak anlamındadır. Bu anlamde melek ve meleke kelimelerinde bir yakınlık olabilir. Nasıl Allah’ı unutmak meleke haline geliyor ise, bunun aksi olarak Allah’ı sürekli hatırlamak ve düşünmek de meleke haline gelebilir. Peygamberlerin ve büyük zatların halleri buna güzel bir levhadır. Allah’ı sürekli hatırlamak ancak ibadetler vasıtası ile oluyor. Kur’an’ın ısrarla ibadeti emretmesi bu sebepledir. İbadeti terk eden birisi, melekeyi menfi manada olan gaflete çevirmiş demektir. Yani gafleti kendine yol tutmuş ve sürekli isyan ve nisyan halinde demektir. İbadet, imana hem sebep hem neticedir. Yani ibadeti yapmamızı sağlayan kuvvetli imandır; lakin imanı sağlam ve zinde tutan da ibadettir. Böyle olunca, iman ve ibadet biribirlerine hem sebep hem de netice olmuş oluyorlar. İkisi arasında kopmaz bir bağ vardır, biribirisiz olmaz. Cevap 2: İnsan, maddi ve manevi boyutuyla bir anahtar külçesi gibidir. Her bir aza ve duygusu, bir alemin kapısını açar ve anlaşılmasını sağlar. Mesela; dil bir anahtardır; tatlar aleminin kapısını onunla açarız ve onunla anlarız. Diğer azalar buna kıyas edilebilir. Aynen onun gibi, akıl ve kalbimiz de birer anahtar gibi, birer alemin kapısını açar ve mahiyetleri hakkında bize bilgi verirler. Akıl, kâinattaki ilim ve marifet kapısını bize açtığı gibi, kalbimiz de kâinattaki manevi tasarrufların mahiyetini bir şekilde görüp anlayabilecek bir potansiyele sahiptir. Eğitim ve öğretim sayesinde akıl melekemizi geliştirip, başkasının göremediği şeyleri gördüğümüz gibi, tasavvuf tarikiyle kalbi hayatımızı canlandırıp, geliştirdikten sonra başkasının inkâr ettiği şeyleri o şahıs, kalbi inkişafı sayesinde idrak eder ve görebilir. 19 İnsan, mahiyet ve kabiliyet olarak, çok geniş ve ihatalı bir fıtrata sahiptir. İnsanın mahiyeti Allah’ın bütün isimlerini tartıp, idrak edecek bir kıvamda yaratılmıştır. İnsanın mahiyeti, bir nevi, Allah’ın isimlerini görecek ve idrak edecek bir özet gibidir. Mesela; insan hasta olup şifa bulmak ile Allah’ın Şafi ismini idrak ediyor; açlık ile Rezzak ismine intikal ediyor ve hakeza… Hem aynı mahiyet, Allah’ın bütün şuunat ve isimlerini kıyas ile ölçecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, ben cüzi ilmim ile onun külli ilmini kıyas ederek idrak ediyorum. Kendi mahiyetimdeki lezzet, memnuniyet, şevk, öfke gibi vasıflarla ondaki kutsi lezzet, memnuniyet, şevk, gadap gibi şuunatı rasat edebiliyorum. Mutlak bilinmeyeni, bilinen ile kıyaslayıp bilinir hale getiriyorum. Diğer taraftan insan, kainattaki bütün alemlerin bir mizanı, bu büyük alemin bir listesi; şu kâinatın bir haritası; şu büyük kitabın bir fezlekesidir. Kainatta yaratılmış bütün alemlerin küçük bir modeli ve mizanı insanın mahiyetinde vardır. İnsan o model ve mizan ile o alemi idrak edip seyredebiliyor. Kainatta umumi ve azametli alemler insanda duygu ve latife olarak küçük modeller şeklini almıştır. Bu yüzden insan, mahiyet olarak küçük bir kainat gibidir. Kainatı küçültsen insan, insanı büyültsen kainat olur. Demek ki, insan küçük alemdir. Kainat ise büyük alemdir. Büyük alem olan kainat küçültülse insan olur; insan kainat kadar büyütülse kainat olur. İnsandaki zerre ve hücreler kainattaki yıldız ve galaksiler gibidir. İnsan nasıl ceset ve ruhtan oluşuyor ise, kainat da aynı şekilde maddi ve manevi alemlerden oluşur. Kainatın maddi alemi, insandaki cesede mukabil geldiği gibi, kainatın arka cephesinde öz olarak duran gaybi ve manevi alemler de insandaki ruha benzer. İnsanın nasıl ki, yalnızca maddi bedeninin göz, kulak, burun, dil gibi aza ve organları varsa; aynen onun gibi, ruhun da akıl, kalp, ruh, vicdan gibi hissiyat ve cihazları vardır. Bu ilişki aynı şekilde kainatta da caridir. Yani kainatın bedeni hükmünde olan maddi alemin de, semavat, dünya, gezegenler gibi kısımları ve alemleri vardır. Diğer taraftan, kainatın ruhu hükmünde olan manevi ve gaybi olarak misal, berzah, cennet ve cehennem, gibi alemleri de vardır. Bu manevi alemlerin kendine mahsus semaları da vardır. Alemler sadece bizim maddi olarak gördüklerimizle sınırlı değildir. Hatta insanın her manevi duygusu bu alemler ile irtibat halindedir. Mesela bizdeki hayal kuvveti, misal alemine açılan bir penceredir. Hafıza, kader levhalarının bir nümunesidir. Ruhumuz ruhlar aleminin bir kapısıdır. Kalp, vacibat alemi olan Allah’ın Zatı ile tatmin olan bir ayne-i samettir.. Alemler sadece maddi alemler ile sınırlı değildir. Hatta maddi alem bu alemlerle kıyas edildiğinde, denizde, bir damla gibidir. Mesela, insandaki hayal kuvvesi misal aleminin bir modeli ve mizanı gibidir; insan o hayal kuvvesi ile o aleme bakıyor. Ruh, alem-i ervahın bir mizanı ve modeli hükmündedir. Akıl, mana aleminin anahtarı ve penceresidir. Göz görüntü aleminin bir menfezidir. Kulak ses alemine açılan bir kanaldır vs. Diğerlerini buna kıyas edebiliriz. 20 İnsan, kainata serpilen mükemmelliklerin toplandığı bir ahsen-i takvimdir. Kainatın umumunda dağınık ve belli zamanlara bölünen kemâlatın tek noktada ve tek vakitte toplanan tek merkez, insanın mahiyetidir. Ruhun emir aleminden olması konusuna gelince: Alemi emir, harici vücut ve kanun gibi meseleler iyi anlaşılırsa, ruh da, o derece iyi anlaşılır. Alem-i Emir: Cenab-ı Hakk'ın irade sıfatının tecelli ettiği ve irade sıfatının hakim ve galip olduğu alemdir. Bir nevi irade sıfatının arşıdır. Bütün kainatta olacak, bitecek şeylerin emri ve komutu vardır. Yani, bir nevi şu görünen alemin arkasındaki komut alemidir, diyebiliriz. Bunu bilgisayardaki yazılımla da örneklendirebiliriz. Mesela, programcı, yapacağı programın önce komutlar ve emirler bölümünü tamamlar, sonra işler. Ve görüntü, o komutlara göre hareket eder. Şekiller, orada belirtilen komutlar üzerine bina olur. Aynen bunun gibi, Kainat da bir programın görünen yüzüdür. İradeden gelen alem-i emir de görünmeyen gerçek yüzüdür. Harici vücut: Alem-i emirden gelen emir ve komutların, Allah’ın kudretiyle icra edilip, cismani ve harici bir vücudun giydirilmesidir. Burada, iradenin verdiği emir ve komutu, kudret uygulayıp icra ediyor. İşte, bu uygulama ve icra işine harici vücut denir. Daha çok, kudret sıfatına bakar ve bir nevi kudret sıfatının arşı hükmündedir. Kanun: Alem-i emrin her bir tecelli ve cilvesinin tek tek adına kanun denir. Mesela, emir aleminde, yerin cisimleri çekme komutuna yer çekimi kanunu diyoruz. Bunlar anlaşıldıktan sonra, "Ruh nedir?" sorusu da netlik kazanıyor. Ruh: İrade sıfatının hakim olduğu emir aleminden gelen bir komut ve emirdir veya bir kanundur. Bu emir ve kanuna da kudret sıfatı, harici bir vücut ve ceset vererek, onu somut ve görünür hale getirmiştir. Aynı zamanda başına da şuur takarak, hem harici vücudu olan, hem de başında şuuru olan bir kanun olmuştur. Faraza, emir aleminden olan yer çekimi kanununa Allah, kudreti ile bir ceset giydirse, inayeti ile de bir şuur verse idi, o da bir insan olurdu. Ya da insanın ceset ve şuurunu alsa, biz de bir soyut kanun oluverirdik.. İlave bilgi için tıklayınız: Alem, Alem-i Emir, Alem-i Misal, Alem-i Gayb, Alem-i Berzah gibi alemler ne demektir? 21 Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ehl-i Sünnet dışı fırkalara şefaat edecek mi? Ehl-i sünnet dışında kalan fırkaların hepsi İslam dışı değildir. Ehl-i kıble olanların hepsi Ehl-i Sünnet inancında Müslüman sayılmaktadır. Ehl-i kıble zarûrât-ı diniye üzerinde ittifak eden kimselerdir" (Ali el-Karı, Şerhu'l-Fıkhı'l Ekber, 139). Ehl-i kıbleyi, ehl-i sünnet ve ehl-i bid'at şeklinde ikiye ayıran âlimler Mutezile, Şia, Kerrâmiye, Mücessime, Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at mezheplerini de ehli kıbleden saymışlar; fakat açıkça İslâm'ın temel nasslarını değiştiren, bozan, reddeden Batınîlik, Gulât-ı Şia, Hâriciye, Cehmiye, Bahâiye, Kadıyânilik, Ahmedîlik, Nusayrilik, Dürzilik gibi fırka ve mezhepleri ehl-i dalâletten saymışlardır. Çünkü bunlar arasında meselâ Hâricî* Ezârika mezhebi gibi müslümanın kanını, malını, canını helâl sayarak birçok müslümanı katletmiş olanlar bulunmaktadır. İslâm da tekfiri, ayrılığı, bölük bölük fırkalara ayrılmayı, cedeli, te'vili, inanç esaslarının tartışılmasını ehl-i bid'at mezhepleri ortaya atmışlardır. Bunların içinde de, dalâlet ehli olanlar, hevâlarına uyanlar İslâm için en tehlikeli olanlardır. Bütün sünnet ehli ya da bid'at ehli olanların kendi içlerinde aşırıları ve ılımlıları bulunmaktadır. Bunlardan Hz. Peygamber (s.a.s.)'i yalanladığı takdirde kim olursa olsun ehl-i Kıbleden değildir (İmam Gâzalî, el-İktisâd, fi'l-İtikâd, 112-130). Bu bilgiler ışığında Ehl-i sünnet dışındaki mezhepler içerisinde de müslüman olanlar vardır. Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan kimseye de şefaat edileceğinden böyle kimselere şefaat edilecektir. 22 Hz. Muhammed (asv)’in yorumlamak metadolijisinin özelliklerini tanımlar mısınız? Özellikleri, içeriği ve ümmetinin yorumlama konusundaki faaliyetleri hakkında bilgi verebilir misiniz? İslam dini vahye dayanır, bu sebeple ilahi ve semavi bir dindir. İnsanların karşılaşacağı her türlü meseleyi çözüp hükme bağlayacak zenginliğe sahiptir. Gelişen beşeri şartlarda, farklı tarih ve coğrafyalarda, değişen teknik ve teçhizat içerisinde ortaya çıkabilecek, ilk kaynaklarda bulunmayan durumları da kıyamete kadar çözmeye muktedirdir. Zira İslam, bu problemleri çözmede başvurulacak, usûl denen, genel prensipleri (metodoloji) koymuştur. Özünü Kur’an ve Sünnet’te bulan bu metodolojiye uyularak ortaya konan her mesele, yine ilahîlik ve semavilik vasfını taşır. Ancak, bu prensiplere müracaat edilmeden getirilen çözümler arzi ve beşeridir, semavi ve ilahi değildir.1 Dinin İlk Temel Kaynağı Kur’an Allah’ın son din olarak gönderdiği İslam’ın anlaşılması ve yorumlanmasında temel iki kaynak vardır: Kur’an ve Sünnet. Kur’an bizim hayat rehberimizdir. Maddi ve manevi hayatımızı ilgilendiren her şey, ehl-i ihtisas tarafından anlaşılabilecek, kaide, öz ve çekirdekler halinde, Kur’an’da gösterilmiştir. Allah, bu Kitap’ta, “Hiçbir şeyi eksik bırakmadığını” ifade eder. (En’am, 6/38) Bu bir anayasanın, ferdî, içtimai, beynelmilel konularda temel esasları ortaya koymasına benzer. Anayasa temel olmasına rağmen her kanun için ayrı tüzük, yönetmelik, kanunlar çıkarılması gibi, Kur’an’ın temel esasları da belirli olmakla birlikte fıkıh, kelam, tefsir gibi bilimler bu prensiplerin açılımlarını gösterir. Diğer yandan insanların ilgilendikleri her mesele aynı açıklıkta yer almayabilir. Çünkü Kur’an Allah’la kul arasındaki kulluk ilişkilerini düzenleyen bir kitaptır. Bir mesele Allah ile kul arasındaki ilişkinin bir tarafını anlatması cihetiyle ve önem derecesine göre orada yer alır. Kur’an’ın İlk Elden Tefsiri: Sünnet Sünnet, Hz. Peygamber (asv)'in yoludur. Bize intikal eden rivayetler ile ortaya çıkar. Onun sözü, fiili, ya da halleri sünnetidir. Sünnete müracaat etmek Kur’an’ın emridir. Konuyla ilgili bir çok ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerde Peygambere itaat Allah’a itaatle eş değerde tutulur, onun verdiği karara gönül rızası ile uymak imanın bir işareti kabul edilir.3 Çünkü sahih sünnet Kur’an’ın ifadesi ile vahye dayanmaktadır: “O hevasından konuşmaz, onun konuşması kendisine yapılan bir vahiy iledir.”4 Sünnetin bir kısmı Kur’an’ı açıklar bir kısmı da yeni ahkam koyar. Namaz, hac gibi ibadetler sünnetle açıklığa kavuşmuştur. Sünneti dikkate almadan dini ahkamın bir çoğunu ne anlamak, ne uygulamak mümkündür. Sahabelerden günümüze kadarki bütün Ehl-i sünnet alimleri “sünneti devre dışı bırakmanın İslam’ın temellerini sarsmaya yönelik bir gizli niyetten kaynaklandığı” noktasına dikkat çeker. Mesela, Kur’an-ı Kerim’in yorumunu istenen şekle dökebilmek için yapılacak şey onun birinci tefsiri olan sünneti ortadan kaldırmaktır. Günümüzde bunun karşılığı, “Kur’an’daki saf İslam, Kur’an Müslümanlığı” ya da, “Mealcilik” olmuştur. Sözleri hakikati aksettiriyor gibi görünen bu akımların nihai hedefleri sahabe, 23 tabiun ve etbauttabiin’den oluşan Selef’e olan güvenleri kırıp dinin birinci kaynağı Kur’an’ı beşeri ve arzî yorumlara tabi tutarak, İslamiyeti seküler bir din haline getirmektir. Halbuki mütevatir bir hadiste, Peygamberimiz (asv)'den sonra yaşayan ve ümmetin büyük bir hüccet olarak kabul ettiği sahabeler ve tabiin dönemi zatları “en hayırlı nesil” olarak vasıflandırılmış, Kur’an da sahabeleri övmüştür.6 Kur’an’ı ve İslam’ı anlamada önem sırasına göre Kitap ile Sünnet’i takip eden diğer deliller, “akli kaynaklar” olarak da incelenmiştir. Bunlar, icma’ kıyas ve içtihad’dır. Mü’minlerin Ortak Görüşü: İcma’ Kur’an ve Sünnet’ten sonra hüccet (dini bir delil) olmak bakımından nasslardan sonra icma’ gelir. Fıkıh terimi olarak icma’, Hz. Peygamber (asv)'den sonraki bir çağda, ameli bir meselenin şer’i hükmü üzerinde, İslam müçtehidlerinin birleşmesidir. İslam alimleri icma’nın hüccet oluşunda ittifak etmişlerdir. Hz. Peygamber (asv)'in, “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir,” ve “Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez” hadisleri ile8 “Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp mü’minlerin yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine döndürürüz ve onu Cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.”9 ayeti, icma’ın meşruiyetine delil gösterilmiştir. Zira bu ayette “mü’minlerin yolundan başkasına uymak, peygamberin yolundan ayrılmak” olarak anlatılmaktadır. Mü’minlerin yolundan başkasına uymak haram olunca, mü’minlerin yoluna uymak vacip olur.10 İslam’ın anlaşılması ve yorumlanmasında sahabelerin görüşleri öncelik hakkına sahiptir. Fakihler, sahabelerin fetvalarını Kur’an ve Sünnetten sonra üçüncü sırada yer alan şer’i birer hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bunun akli ve nakli delilleri vardır. Nakli delil olarak Kur’an sahabelerden Allah’ın razı olduğunu bildirmektedir. “Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ve onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da O’ndan razı olmuşlardır.”11 Bu ayette, Rabbimiz sahabelere uyanları övmektedir. Onların yolundan gitmek övülmeyi netice vermiştir. Görüşlerini delil olarak kabul etmek de bir tür onlara uymaktır. Sahabeler Allah’ın vahyi kendisine inen Hz. Peygamber (a.s.v)’a en yakın kimselerdi. Onların ihlas, sadakat ve dinin maksatlarını idrak derecelerine ulaşmak imkansızdır. Çünkü nassların inmiş olduğu şart ve durumları görmüşlerdi. Sahabelerin sözlerinin Hz. Peygamber (asv)’in bir sünneti olma ihtimali de vardır. Hz. Peygamber (asv)'in açıkladığı hükümleri anlatırken ona nisbet etmiyorlardı. Görüşleri kıyas ve içtihada dayansa bile uyulmaya daha layıktır. Çünkü Rasulüllah (asv), “Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir.” buyurmuştur.12 Akli Bir Metod Olarak, Kıyas Kur’an hükümlerinin açıklanması ve İslam’ın yorumlanmasında kullanılan şer’i bir delil de 24 "kıyas"tır. Fıkhi bir terim olarak kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, Kitap ve Sünnet nassı ile hükmü bilinen meseleye göre açıklamaktır. Başka bir tarif ile kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet (sebep) dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır. Buna göre müçtehid tarafından içtihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnete dayandırılmış olur. Çünkü şer’i hükümler ya doğrudan, ya da dolaylı olarak Kitap ve Sünnete dayandırılır. İslam hukukundaki kıyas insan aklının tabii olarak kabul ettiği bir gerçektir. Kur’an’da aklın eşitlik kanunu en güzel şekilde uygulanmıştır. Benzer şeylerin ayni hükmü aldıkları, benzemeyenlerin de ayrı hükümlere bağlı oldukları ifade edilmiştir.13 Bunun iki örneği şu ayetlerdir: “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları yere batırmıştır. Kafirler için de bu akıbetin benzeri vardır.” “Yoksa kötülük isteyenler, ölümlerinde ve hayatlarında kendilerini, iman edip yararlı işler işleyen kimselerle, bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”14 Hz. Peygamber (asv)'in oğulluk edindiği Zeyd b. Harise’den boşanmış olan Zeyneb ile evlenişinin sebebi Kur’an’da şöyle açıklanmıştır: “Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu (Zeyneb’i) seninle evlendirdik ki, evlatlıkların eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu eşleriyle evlenmeleri hususunda mü’minlere bir zorluk olmasın.”15 Yine, Cenab-ı Hak, ganimetlerin fakir, yetim ve Hz. Peygamber (asv)'in yakınları ve yolda kalmışlara dağıtılmasının hikmetini, servetlerin, zenginlerin ellerinde dolaşan bir sermaye olmasını engellemek olduğunu, İsrailoğullarına kendi zulümlerinden ötürü bazı helal rızıkların haram kılındığını, içki ve kumarın mü’minler arasında düşmanlık tohumlarını ekmesi sebebi ile haram ilan edildiklerini bildirmiştir.16 Bu ayetlerdeki hükümlerin sebeplerinin zikredilmesi, nassların ta’lili, yani kıyasın zaruretini göstermektedir. Öyle ise hakkında nass bulunmayan benzer hususlar, bu nasslara kıyas edilerek belirli hükümlere ulaşılabilir. Ayni misalleri Hz. Peygamber (asv)'in hayatından örneklendiren fakihler, Kıyas’ın şer’i bir delil olmasını geniş geniş açıklamışlardır. Şer’i bir hüküm çıkarmada meşru ve ma’kul bir yol kabul edilen kıyas’ın bazı istisnaları vardır. Bunların ilki, taabbudi olan hükümlerdir. Akşam namazının üç rekat olması, haccın menasikinin şekli, sayısı… gibi. Yanlış Anlaşılan Bir Terim: İçtihad Aslında içtihad sıralamada, icma’ ve kıyastan önce gelir. Kamuoyunda sıkça gündeme gelen bir kavram olan içtihad reform ile karıştırılmıştır. Reform, orijinali ve aslı bozulmuş olanı tamir etmek, düzene koymaktır. İslam’ın böyle bir sıkıntısı olmamıştır. Orijinal kaynaklar elimizdedir. Mesele, bunları anlamak, değişen zamana göre hayata tatbik etmekte düğümlenmektedir. 25 İçtihad ile reform arasında ilişki kurmak farklı bir kıyastır. Bu, zıtların hayalde bir araya getirilmesine benzer. Ne yazık ki, İslamî bilimlerin tedvini ve bölümleri hakkında bilgi sahibi olmayanlar, dinin esasıyla ilgili olmayan konularda yapılan bazı yorum, verilen fetva ve yapılan içtihadları cehaletleri sebebi ile “dinde reform” diye sunabilmektedir. Özellikle İçtihada böyle bir rol izafe etmek, İslam’ın, ameli ve hukuki yanını ilgilendiren fer’i hükümlerini anlamak ve hayata tatbik etmek için teşekkül eden fıkıh ilminin esaslarından gafil olmak demektir. Şeriatın ibadet ve muamelatla ilgili hükümleri sınırlı, vak’alar ve hadiseler ise sınırsızdır. Bu sebeple mahdut prensip ve hükümleri sınırsız hadiselere tatbik edebilmek için içtihad ve kıyasın zaruriliği şüphe götürmez bir hakikattir. Binaenaleyh içtihad farz-ı kifayedir. Hakkında hüküm bulunmayan ilmi ve dini bir konuda ancak içtihad yaparak söz söylenebilir. Bununla birlikte içtihad bazı prensipler çerçevesinde cereyan eder. Öncelikle, hakkında nass bulunan bir konuda içtihad olamaz. “Dinin zaruriyatı” namaz, zekat, hac gibi kat’i hususlarda içtihad yapılmaz. Bu husus, Mecelle’nin 14. maddesinde, “Mevrid-i nass’da içtihada mesağ yoktur” şeklinde ifade edilmiştir. Bu sebeple, ancak hakkında kat’i bir nass bulunmayan şer’i meselelerde içtihad söz konusu olabilir. İçtihadla İlgili İtiraz Noktaları İçtihad’ın dini bir hüccet olduğunu ifade ettik. Ancak günümüzde, dinin zaruri olarak bilinmesi gerekli hususlarında büyük bir ihmal söz konusudur. Mesela, gençlerimizin, Allah’a iman konusunda bir çok tereddüt ve istifhamları vardır. İlim yuvası olarak bildiğimiz üniversitelerde Allah’a iman etmekte tereddüt içinde olanların yüzdesi az değildir. (Basında çıkan bir ankette yüzde kırk civarında olduğu ifade edilmişti.) İçtihadi konular ihtilaflıdır ve dinin aslıyla ilgili değildir. Şeriatın yüzde doksanı herkesin kabul ettiği ve dinin zaruri hususlarından meydana gelir. (Müsellemat-ı diniye, zaruriyat-ı diniye)—Said Nursi’nin ifadesi ile—bunlar elmas birer sütun gibidir. İçtihada bakan ihtilaflı, fer’i konular ise yüzde on civarındadır. “Doksan elmas sütunu on altının sahibi kesesine koyamaz. Ona tabi kılamaz. Elmasların madeni Kur’an ve hadistir.”22 Bunun manası, on altın için doksan elmastan sarf-ı nazar etmemek gerektiğidir. İnsanların nazari ve ihtilaflı meselelerden daha çok, dinin esas unsurlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Çünkü çoğunluk ihtilafların inceliklerine tam vakıf olamadığı için, farklı birbirine zıt konuları düşünürken, bilgisizlik sebebi ile onların dinin kudsiyet ve azameti hakkındaki düşüncesi de yıkılır. Bu sebeple asıl üzerinde durulması gereken hususlar, dinin esaslarıdır. Vakıa bu olmakla birlikte, zaman zaman dinin fer’i konularındaki içtihad tartışmaları asıl bilinmesi ve öğretilmesi gereken zaruriyatı arka plana itmektedir. Üstelik, bu tür içtihad hevesiyle ortaya çıkanların bir kısmı da dinin içinden gelen kişiler değil, din hakkında dışardan söz söyleme cür’etini gösterenlerdir. Bu sebeple İslam’ın bazı şeairini değiştirmeye yönelik içtihadlar, içtihad değil birer hıyanettir. Namazda meal okumak, ezanın Arapça aslı yerine terceme kelimelerle okutulması, tesettürün kaldırılması yönündeki teklifler buna örnek olarak verilebilir. İlmi zihniyet gereği, İslami bir bilgi kaynağı olarak canlı ve faal bir kurum olması gereken içtihad’ın, bazı kötü niyetli insanların elinde İslam’ın asıl gövdesini çürütmeye yönelik bir mecraya kaydırıldığını fark eden Bediüzzaman Said Nursi, konuyla ilgili, “haddini bilmeyenin haddini bildirmek” için kaleme aldığı bir eserde, “içtihad kapısının açık olduğunu, fakat şu 26 zamanda oraya girmek için bazı manialar bulunduğunu" söyler. Bunların bir kısmını mana itibari ile hülasa etmeye çalışalım: 1. İslam büyük bir saray gibidir. Kur’an’ın kabul etmediği bir çok kötülük asrımızda Müslümanlar arasında sür’atle yaygınlık kazanmıştır. Şiddetli bir fırtınayı andıran münkeratın (İslam’a zıt olan her tür adet, yaşantı ve fikirlerin) hücumu sırasında, değil kapıları açmak, pencereleri bile sıkı sıkıya kapatmak gerekir. Çünkü tahripçiler fırsat kollamaktadır! 2. Dinin asıl konuları ihmale uğrarken, nefsani arzuları tatmine yönelik teferruat bazı meselelerde içtihad yapmak, yeni bid’atlar çıkarıp İslam’a hıyanet etmektir. Çünkü İslamî şeairi değiştirmeye niyet edenlerin senet ve delili—her fena şeyde olduğu gibi—Avrupa’yı körü körüne taklit etmektir. Yanlış metodla doğruya varılamaz. İslam’ın zaruri hükümlerini bile uygulamayan bu tür insanların istedikleri içtihad ve çıkarmaya çalıştıkları kolaylıklar, dinde laubaliliktir. Laubaliler ise ruhsatla okşanılmaz, azimetle, şiddetle ikaz edilir! Burada, ancak dini bir basiretle fark edilecek bir durum da, “içtihada arzulu” kimselerin dinle ilgisidir. Acaba herhangi bir konuda içtihada gayret gösteren bu insanlar, dinin zaruri emirlerini harfiyyen yerine getiriyorlar mı? Tam bir takva ile mi hareket ediyor, yoksa dünya hayatını ahirete tercih ederek, ruhsatları genişletmeye mi çalışıyorlar? Şayet, bu kişilerin takvası, dini tekamülü, ahireti tercih ve Allah rızasına yakınlıkları ile ilgili verilecek cevap, müspet değil ise, bu içtihad, dinin dışından birisinin dinin surlarında gedik açmaya çalışmasıdır. Bediüzzaman, bu kimsenin yaptığı işi, ağacın gövdesini içinden gelen kuvvet yerine, dıştan zorlamalar ile büyütmeye gayret eden adamın yaptığı işe benzetir. Evet, her cisimde gelişme meyli vardır. Fakat bu meyil içten gelirse faydalıdır. Dıştan olursa, canlının tahribini netice verir.23 3. Şu zamanda çoğunluk için mergup olan meta’ siyaset ve dünyevi hayatın teminidir. Büyük müçtehid imamlar, tabiin ve sahabeler döneminde ise, ilim ehli gibi bütün insanların hedefi, “Arz ve semavat Halıkının emir ve yasaklarını” kelamından öğrenmekti. Toplumun sohbetleri bu minval üzere cereyan ettiği için içtihada kabiliyetli olanlar ortamdan çok istifade ederdi. Günümüzde ise, Batı medeniyetinin manevi baskısı, materyalizmin musallat olması, toplum hayatının ağırlaşması ile fikirler ve kalpler gibi, insanların gayretleri de dağılmıştır. Dört yaşında Kur’an’ı ezberleyen Süfyan ibni Uyeyne, on yaşında fetva verecek seviyeye gelirken, günümüzde bir talebenin ayni noktaya ulaşması için yüz sene tahsil görmesi gerekir. Çünkü zamanımızda, zihinler felsefede boğulmuş, akıllar siyasete dalmış, kalb dünya hayatında sersem olmuş ve içtihaddan uzaklaşmıştır. Zikredilen psiko-sosyal çevre faktörü çok büyük önem arz etmektedir. Günümüzdeki bir alim kendini Asr-ı Saadete yakın dönemdeki kimselere (selef alimleri) benzetip, “Ben de zekiyim; onlar gibi içtihad yaparım” diyemez.24 Ferdi olarak içtihadda iddialı alimlerin bu risklerden kendini kurtarması fevkalade zordur. Özellikle, dünya nimetlerinden istifadeyi artırmaya ve siyaset cereyanlarına kuvvet vermeye yönelik “içtihadlar”ın şer’i değil, arzi ve beşeri özellikler taşıyacağı açıktır. Bediüzzaman bir başka eserinde, ferdin yaptığı içtihadın ancak kendisini bağlayacağını ifade ederek, bunu başkaları için dini bir delil olarak takdim edemeyeceğini söyler. Bu ihtiyacın giderilmesi için, dini emirleri tanzim ve uygulamak, manevi anarşiliği ortadan kaldırmak için tam bir fikir hürriyeti içinde çalışan muhakkik alimlerden bir heyetin bulunması gerektiğini söyler. Böyle bir heyetin ümmetin ve alimler çoğunluğunun itimadını kazanmış kimseler 27 olması gerekir. Bu heyetten çıkan hüküm, icma’ kuvvetini de kazanarak şer’i bir düstur (prensip) olabilir ve herkese tamim edilebilir.25 Dipnotlar: 1. Canan, İbrahim, Soruşturma 2 - Kur’an ve Sünnet. s. 155-156, İstanbul 1987; Canan, Kütübü Sitte Muhtasarı 2/74 vd., Ankara, 1988. 2. Kılıç, Yusuf, İslam Fıkıh Mezheplerinin Doğuşunu Hazırlayan Sebepler, s. 9, 10, 12, İstanbul 1997. 3. Nisa; 59, 64, 65, 80. 4. Necm; 3, 4. 5. Soruşturma-2, Canan, agm. s. 188. 6. Canan, age. s. 197; ayet için bkz: Tevbe; 100. 7. Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, (11. Lem’a) Klt. 1/612. 8. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/379; İbn Mace, Sünen, Fiten: 8. 9. Nisa, 115. 10. Ebu Zehra, Muhammed, İslam Hukuku Metodolojisi (Fıkıh Usulü), trc. Abdülkadir Şener. Ankara 1981, s. 171-174. 11. Tevbe; 100. 12. Müslim, Sahih, Fedailü’s- Sahabe: 213, 215; Ebu Davud, Sünen, Sünnet: 9. 13. Ebu Zehra, age., s. 190 -191. 14. Muhammed, (Kıtal), 10; Casiye, 21, 15. Ahzab; 37. 16. Ayetler için bkz: Haşr; 7; Nisa; 160; Maide; 91. 17. Bakara; 185; Hadis için bkz: Ahmed b. Hanbel, Müsned, c . 5, s. 32. 18. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 379; Ayet, Hacc; 78. 19. En’am; 108. 20. Karaman, Hayreddin, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri-1, s, 171-176, İstanbul 1982. 21. Ebu Zehra, age. s. 325-332; Kılıç, Yusuf, age., s. 175 vd. 22. Nursi, Bediüzzaman Said, Lemeat, Klt. 1/322; Sünühat, Klt. 2/2047. 23. Nursi, Hakikat, Çekirdekleri, Klt. 1/574; Sözler, 27. Söz. 24. Nursi, Sözler, 27. Söz. 25. Nursi, Emirdağ Lahikası, Klt. 2/1847. (Veysel Kasar) 28 "Öğle namazının farzından önce, dört rekat sünneti terk eden kimse şefaatime nail olamaz." Bu hadis sahih midir? Öğle namazının ilk sünnetini kılmayan şefaate nail olmaz mı? Hidaye’de bu hadis “Babu’n-Nevafil”de zikredilmiştir. Şerhinde de hadisin kaynağına yer verilmemiştir. Bazı âlimlere göre, bunun anlamı şudur: Hz. Peygamber (a.s.m)’in biri genel olarak herkes için geçerli olan umumî şefaati, diğeri ise bazı kimseler için söz konusu olan hususî şefaati olmak üzere iki tür şefaati vardır. Buradaki şefaatten maksat umumî olan değil, hususî olandır. Böyle bir üslubun tercihi ise, bu sünnetlerin bütün bütün terk edilmesini önlemeye yöneliktir.(bk.b Reddu’l-Muhtar, II/14). Nevevî, Cezerî ve Zuheyli gibi zatlar eserlerinde bu hadisten söz etmemişlerdir. Halbuki, Durrru’l-muhtar’da konumuz olan hadisle birlikte öğle sünnetinin faziletinden sözettikleri yerde, “Kim öğle namazından önce dört ve öğleden sonra dört rekat –sünnetnamazına devam ederse, Allah onu cehenneme haram kılar.” hadisine yer vermişlerdir. Kütübü Sitte'de bu hadise yer verildiği halde, Hidaye’de geçen rivayete yer verilmemiştir.(bk. Neylu’l-Evtar, c. II/20). İleve bilgi için tıklayınız: NÂFİLE... 29 Big Bang’in hiçlikten yaratılışı kanıtlamadığı, vakum ortamında gerçekleşen kuantum dalgalanmaları ile kendiliğinden rastgele bir süreç sonucunda ortaya çıkan herhangi bir parçacığın şişerek kâinatı oluşturduğu iddiasına ne dersiniz? Kuantum dalgalanmaları, maddenin ışık hızına yakın bir hızda hâsıl ettiği enerji birimidir. e=mc2 formülüne göre siz enerjinin hızını durdursanız maddeyi elde edersiniz. Maddeyi ışık hızıyla gönderirseniz enerjiye dönüştürürsünüz. İster maddeyi ele alın ve isterseniz enerji birimi olan kuantumu ele alın, sonuçta bunlar birer varlıktır. Ele aldığınız bu varlığın bir öncesi ve bir de sonrası vardır. Bu kuantum biriminin öncesi, onun için yokluktur. En azından bu maddî âlemde o kuantum mevcut değildir. Muhakkak bir tercih edicinin onu, yokluk âleminde bu varlık âlemine çıkarmayı irade etmesi ve çıkarmasıyla o vücut bulacaktır. İkinci basamak ise, o parçacığın şişerek bu kâinatı oluşturmuş olmasıdır. Bu nasıl olacaktır? Bir parçacıktan bu koca kâinatın yapı taşları olan atomlar nereden ve nasıl meydana gelecektir? Muhakkak bunlar da yokluk âleminden bir yaratıcının irade etmesi ve takdiriyle, plan ve programlamasıyla bu varlık âlemine çıkmış olmaları gerekir. Çünkü o ilk parçacığın şişmesi demek, ona yeni elementlerin ilâve edilmesi demektir. Yeni elementler bu âlemde mevcut olmadığına göre, elbette yeniden ve yoktan yaratılacaklardır. Şekli ve meydana geliş süreci ne olursa olsun, yaratılmış olan bütün varlıklar, yokluk âleminden bu varlık âlemine, bir yaratıcının ilim, irade ve kudretiyle çıkarılmışlar ve yine O’nun ilmi dairesinde belirli bir plan ve programa göre şekillendirilmişlerdir. İlave bilgiler için tıklayınız: Yoktan yaratmayı kabul etmeyenlere nasıl cevap vermemiz gerekiyor? Her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bütün varlıkların yoktan yaratıldığı nasıl ileri sürülebilir? Allah her şeyi önceden yarattı mı, yoksa hala yaratmakta mıdır? Kainatın yoktan yaratılmasını açıklar mısınız? Bir patlama sonucu mu olmuşsa bu patlayan şey daha önce neyin içindeydi? Var yok, yok da var edilemez mi? Yoktan yaratmayı kabul etmeyenlere nasıl cevap vermemiz gerekiyor? 30