rönesans - Özel Ege Lisesi

advertisement
HAZIRLAYANLAR:
ALİ İHSAN İNAN
CEMAL ARAALAN
DEMET AYDIN
MİNE ÇANKAYA
UMUT UTKU EMER
DERS ÖĞRETMENİ:
94
29
57
26
88
11/ B TM
11/B TM
11/B TM
11/B TM
11/B TM
P. BETÜL ERNAS
1
İÇİNDEKİLER:
3456 - 16
17 – 25
2627-
.............. ÖNSÖZ
.............. RÖNESANS SANATI
...............GENEL BİLGİLER
...............İTALYA’DA VE İTALYA DIŞINDA RÖNESANS SANATI
...............RESİM GALERİSİ
...............TEŞEKKÜR
...............KAYNAKÇA
2
ÖNSÖZ
Rönesans, bir 'dönem'den çok bir 'hareket' olarak düşünüldü. Hatta bir hareket olarak o, birçok
tarihçinin dikkat çektiği kültürel değişimler çerçevesinde değerlendirilmeyip, yalnızca antik
kültürün yeniden canlanışı konusuyla sınırlandırıldı. Çünkü belirli bir noktaya odaklanmadan,
düşün ve sanatın çeşitli branşları ve birçok Avrupa ülkesiyle ilgili olarak kaleme alınan kısa
bir kitap, çekilmez derecede muğlak olabilirdi. Ancak bundan da önemlisi, Rönesans'a
atfedilen diğer niteliklerin, Rönesans'ın zıddı kabul edilen ortaçağda da kendini göstermesidir.
Açıkçası, bu projenin amaçlarına uygun olması bakımından, ortaçağ ve Rönesans arasında var
olduğu düşünülen zıtlığın birçok açıdan yanıltıcı olduğunu söylemek gerekir.
“Her karanlık çağı sona erdiren bir rönesanstır.”
Yunan felsefesinin ve Roma ilâhlarının (Helen kültürünün) yeniden tarih sahnesine çıkması
sonucunda "Rönesans" diye isimlendirilen olay gündeme girmiştir 22 Feodal zorbalığın ve
engizisyon mantığının koruyucusu olan Katolik mezhebi, Martin Luther'in 1529 yılında
yayınladığı Protesto ile birlikte büyük bir sarsıntı geçirmiş, "dinde reform" hareketi
hızlanmıştır. 23 Rönesans ve reform hareketlerinin mahiyetini kavramak için, Batı'nın insan
anlayışını iyi tesbit etmek gerekir.
3
RÖNESANS SANATI (XV. yy)
Avrupa’da Antik Yunan ve Roma medeniyetine ait unsurların ön plana alınarak sanat,
edebiyat ve bilimde 15 ve 16.yy ilk yarısında gerçekleştirilen büyük gelişme Rönesanstır.
Kelime anlamı ‘yeniden doğuş’tur. İtalya’da görülmeye başlanmış ve buradan Avrupa’nın
birçok ülkesine yayılmıştır. Ortaçağın skolastik düşünce sisteminin katılığı özellikle
sanatçılarda büyük tepki yaratır. Kilisenin, din adamlarının, insanların inançları nedeniyle
baskı yapmadıkları bir dünya özlemi başlar. Rönesansla birlikte artık dinin sanat üzerindeki
etkisi azalır ve sanatçılar artık eserlere imzalarını atmaya, din dışında yapıtlar vermeye,
tabiata ait motifler yapmaya başlarlar.
GENEL BİLGİLER
Kelime anlamı olarak Rönesans “Yeniden doğuş“ demektir. Yeniçağın başlamasıyla
Avrupa’da edebiyat, güzel sanatlar, (Resim, heykel, mimarlık ) ve bilim alanlarında görülen
yeniliklere denir.
Rönesans’ın nedenleri:
*Kağıt ve matbaanın etkisi ile okuma yazmanın gelişmesi bilgi ve kültürü artması,
*Coğrafi keşifler sonunda; güzel sanatlara merak saran zengin sınıfın oluşması,
*İstanbul’dan ayrılarak İtalya’ya bilginlerin eski Yunanca’yı ve eserleri öğretmeleri,
*Doğaya, güzel sanatlara, edebiyata, bilimsel gelişmelere ilginin artması.
Rönesans hareketleri İtalya’da başladı. Hümanistler ( İnsan sevgisine öncelik verenler ) yeni
eserler oluşturdular.
Dante, Petrark, Bokoçiyus, Makyevel, ve Gişarden başlıcalarıdır.
Bramant ve Mikelanj dönemin en ünlü Mimarlarıdır. Ressamlar eserlerinde insan vücudunun
güzelliğini ön plana çıkardılar. Leonardo da Vinci ve Mikelanj ölmez eserler bıraktılar.
Donatello ve Gibert daha çok İsa, Meryem ve din büyüklerinin heykellerinin yaptılar.
Diğer Avrupa ülkelerinde Rönesans:
Fransa’da Rönesans’a krallar öncülük etti. Piyer Lesko en önemli Rönesans sanatçısıdır.
Almanya’da Rönesans Hümanizim ile başladı. Martin Luter (Luther) ve Erasmus dinsel
konuları incelediler. Albert Dürer dini tablolar yaptı.
İngiltere’de Şekspir (Shakespeare), İspanya’da Servantes ünlü eserler yazdılar.
4
Rönesans’ın sonuçları:
*Skolastik görüş ( Kilisenin dar görüşü ) yıkılmıştır. Yerine pozitif ( Bilimsel ) düşünce
hakim olmuştur.
*Reform hareketlerini hazırlamıştır.
*Bilim ve teknikteki gelişmeler hızlanmıştır.
*Avrupa’da sanattan zevk alan aydın ( Burjuva ) sınıf ve halk sınıfı oluşmuştur.
*Din adamlarının ve kilisenin halk üzerindeki otoritesi sarsılmıştır.
*Avrupa’nın her yönden gelişmesine ve güçlenmesine öncülük etmiştir.
5
İTALYA’DA RÖNESANS SANATI
Rönesans, sanat ve kültürle ilgilenen herkesin sık sık karışlaştığı sözcüklerden biridir.
ıtalyanca rinascimento sözcüğünden kaynaklanan bu terim, dilimizde “yeniden doğuş”
anlamına geliyor. Rönesans genelde, 14-16. yüzyıllarda ıtalya’da klasik modellerin etkisi ile
sanat ve yazın alanındaki canlanış olarak tanımlanır. Daha 1550’de, sanat tarihçiliğinin
öncüsü sayılan Giorgio Vasari (1511-1574), sanat alanındaki bu canlanışı tanımlamak için
“rinascita” sözcüğünü kullanmıştır. Ama deyim bugünkü anlamda kullanımını, büyük oranda
Jacob Burchardt’ın ilk kez 1860’da basılan “ıtalya’da Rönesans Kültürü” adlı yapıtına
borçludur. Rönesans, Burchardt’ın da değindiği gibi, ıtalya’da yalnız sanat alanında görülmez;
sosyal yaşantının bütün dallarındaki hareketliliği, canlanışı içerir.
Rönesans günümüzde klasik Avrupa sanatını başlatan dönem olarak benimseniyor. 15.
yüzyıla değin Avrupa’da Ortaçağ’ın sembolik dünya görünüşü egemendi. Soyut, tartışmaya
kapalı bir düşünce sistemi söz konusuydu. Bu durum, doğal olarak sanata da yansımıştı. Daha
çok Kutsal Kitap’tan alınan konular, şemalara bağlı ve sembolik bir dille anlatılıyordu. Daha
da önemlisi, Ortaçağ’ın sanat dalları arasında Güzel Sanatlar diye adlandırdığımız resim,
heykel ve mimari yer almıyordu. Ortaçağ’ın “Yedi Sanat”ını (Trivium ve Quadrivium)
Diyalektik (mantık), Gramer, Retorik (söylev sanatı) ve Aritmetik, Geometri, Astronomi,
Armoni (genel anlamda müzik sanatı) oluşturmaktaydı. Resim ve heykel ise zanaatla ilgili
görülüyor, bu alanlarda çalüşanlar da zanaatçı olarak adlandırılıyordu.
15. yüzyıldan itibaren ise düşünce alanında, ılkçağ anlayışının etkileri görülmeye başlanır.
Büyük düşünürlerin yapıtları ıtalyancaya çevrilir, ılkçağ mitolojisindeki öyküler Hıristiyanlığa
uyarlanır. Bu arada resim, heykel ve mimari, yapılan kuramsal çalışmaların da etkisiyle sanat
niteliği kazanmaya başlar. ılkçağ felsefesinin de etkisiyle, insanı “Küçük evren” (micro
cosmos) olarak gören hümanist anlayış gelişir. Bu değişim, ekonomik bir temele de
dayanmaktadır. Zenginleşen kent dükalıklarında klasik sanat eğitimi görmüş patronların
egemenliği, Rönesans’ın oluşmasında hayli etkili olmuştur. Özellikle Rönesans’ın beşiği
Floransa’daki Medici ailesi, sanatın en büyük koruyucusuydu. Çeşitli alanlarda pek çok
sanatçıyı barındıran Floransa, bir bankerlik merkezi haline gelirken kuzeyde Venedik de
özellikle doğuya açık deniz ticaretinin en önemli limanı olmuştu. Sanatsever prenslerin de
desteğiyle sanatçılara tüm olanaklar sağlanıyor, Roma’da ılkçağ kalıntıları üstüne kazılar
yapılıyordu. Bu kazılarda çıkan buluntular prenslerin saraylarında sergileniyor, sanatçılar
bunlardan yararlanıyorlar, ılkçağ’daki oranlar ve düzenler konusunda çalışmalar yapıyorlardı.
Euclid’den beri bilinen “Altın kesim”, 15. yüzyılda sanat yapıtlarının temel ilkesi
durumundaydı.
Rönesans’la birlikte önemli bir gelişmeye daha tanık oluruz. Ortaçağ’da zanaatçı olarak
görülen ressam, heykeltraş ve mimarlar bu dönemde sanatlarıyla ilgili kuramsal çalışmalar da
yapmaya başlarlar. Hemen bütün büyük Rönesans ustaları aynı zamanda büyük birer
kuramcıdırlar desek, pek abartmış olmayız. Bunlardan biri de mimaride oran ve perspektif
konusunda araştırmalar yapan Philippo Brunelleschi’dir (1377-1446). Sanatçının Floransa’da
yaptığı Pazzi şapeli (1420), Rönesans’ın mimari anlayışını açıkça ortaya koymaktadır.
Brunelleschi bu küçük yapıda yatay-dikey karıştlığını belirgin bir biçimde gözler önüne
sermiştir. Gotik dönemde baştacı edilmiş olan sivri kemer yerine, yuvarlak kemerin
kullanılmış olması da bir yeniliktir. Yalın kare planı, altı sütunlu bir giriş bölümü ve ılkçağ
tapınaklarınınkini andıran kubbesiyle Pazzi şapeli, erken Rönesans mimarisinin tipik bir
örneğidir. Brunelleschi’nin bir başka yapısı da mimaride ilk Rönesans örneklerinden olan
Öksüzler Hastanesi’dir. Brunelleschi yapımına 1419’da başlanmış olan yapının revaklı
cephesinde klasik ve Romanesk sanata ait pek çok forma yer vermiştir. Cephedeki yatay
çizgilerin verdiği rahatlık, yuvarlak kemerler, ince sütunlar, pencere düzenindeki uyum ve
6
yalınlık, Rönesans mimarisinin temel özellikleri olarak belirirler. Mimarın Floransa’da yaptığı
San Lorenzo Kilisesi (1425) ise, Ortaçağ’da hayli yaygın olan bazilika planına dayanılarak
gerçekleştirilmiştir. Yatay ve dikey çizgilerin başarılı bir biçimde kaynaştırılması, bu yapıda
da temel özelliklerden biridir. Öte yandan, yapının dış görüntüsüyle iç mekanın ilişkisi de açık
seçik bir hal almıştır.
Brunelleschi’nin çağdaşı Leon Battista Alberti de (1404-1472) kuramsal çalışmalar yapmış
bir mimardır. “De Re Aedificatoria” adlı kitabı, mimari alanındaki en önemli çalışmalardan
biridir. Üstelik Alberti’nin kuramsal çalışmaları mimariyle de sınırlı kalmamış, sanatçı aile
düzeni, yemek adabı gibi sosyal konularda da yazılar yazmıştır. Yapımına 1458’de başlanan
Palazzo Pitti (Pitti Sarayı) adlı yapıda, tarihçiler hem Brunelleschi’nin hem de Alberti’nin
çalıştığını kabul ederler. Palazzo Pitti, cephe düzeniyle tipik bir Rönesans sarayıdır.
Pencerelerin üzerindeki yuvarlak Rönesans kemerleri, üst katlarda da aynı düzenin
uygulanmış oluşu, bu dönemde saray cephelerinin genel özellikleridir. Öte yandan alttan
yukarı doğru, katlarda hafifleme etkisi sağlayan taş işleme tarzı, dikkati çeken bir başka
özelliktir.
Alberti varlıklı bir ailedendir. Floransa’da yaptığı Palazzo Ruccelai (yak.1446) de kentin
varlıklı ailelerinden Ruccelailer’in sarayıdır. Yapı o dönemde aynı zamanda kent meclisi
olarak da kullanılıyordu. Bu tip yapılar, dönemin politik havası nedeniyle yarı yarıya tahkim
edilmiş bir görüntü sunuyordu. Küçük pencerelerin bulunduğu dışarıya hayli kapalı ilk katta,
yalnızca koruyucular ve silahlı askerler barınmaktaydı. Alberti bu yapıda Roma
Colosseum’daki gibi, farklı düzenlere yer vermiştir. Klasik çağ mimarisinin düzenlerinden
Dor giriş katında, ıon ilk katta, Korinth ise ikinci katta uygulanmıştır.
Alberti’nin ılkçağ’ın mimari formlarını ustaca kaynaştırdığı bir yapı da Rimini’deki San
Francesco Kilisesi’dir (1447-1455). Bu yapı, bölge yöneticisi Sigismondo Malatesta için
yapılmıştır. San Francesco Kilisesi’nde Roma ve Gotik mimarisinin pek çok özelliğine
rastlarız. Yapıdaki ilgi çekici bir durum da yandaki revaklı kısımda Malatesta’nın sarayındaki
ozan ve klasik sanat uzmanlarının lahitlerinin bulunmasıdır. Sanatçı, Mantua’da yaptığı San
Andrea Kilisesi’nde (1472-1512) Roma tapınaklarının cephesini örnek almış, alınlık, anıtsal
kemer gibi klasik çağ mimarisine özgü formlara yer vermiştir.
Görsel bir denge, sıkı bir düzen anlayışı ve uyumlu oranlar, Rönesans mimarisinin temel
ilkeleriydi. 15. yüzyılın başından itibaren resimde de de bunlara benzer yeni değerler ortaya
çıkmaktaydı. Daha 14. yüzyılın başında Giotto (1266/7 ya da 1276-1337) Assisi ve Padua’da
yaptığı fresklerle Ortaçağ’ın yüzeysel, şematik resim anlayışını kırıyor, mekan, hacim ve
anlatım konusunda yeniliklerle dolu düzenlemelere varıyordu. Padua, Arena şapeli’ndeki Ölü
ısa’ya Ağıt (1304-6) adlı resimde figürler şaşılacak derecede hacim kazanıyorlar, doğa o güne
kadar görülmemiş derecede gerçekçi bir anlayışla resimleniyordu. Özellikle seyirciye arkası
dönük olan figürler ve ısa’ya yönelenlerin yüzlerindeki dramatik anlatım, yeni anlayışın ilk
belirtileri olarak hemen göze çarpmaktadırlar.
Giotto’dan yaklaşık yüzyıl sonra Masaccio (1401 - olasılıkla 1428), Floransa’da yaptığı
fresklerle yeni anlayışın olgun örneklerini ortaya koyar. Santa Maria del Carmine Kilisesi’nin
Brancacci şapeli’ndeki kompozisyonlarda, sanatçının anlayışı Giotto’ya oranla bir hayli
olgunlaşmıştır. Vergi adlı freskte insanlar gerçekçi bir manzara ve mekanın içinde yer alırlar.
Ortadaki ısa başta olmak üzere bütün figürler, seyircide güçlü bir hacim duygusu uyandırırlar.
Bunlar Gotik resimdeki gibi havada yüzer izlenimi bırakmazlar, ayağı yere basan, zeminle
ilişkili figürler söz konusudur. Masaccio’nun resimlerinde ayrıca, gelişmiş bir anatomi bilgisi
de hemen göze çarpar. Aynı yerdeki Adem ve Havva kompozisyonu, onun figürlere nasıl can
verdiği konusunda tipik bir örnektir. Açıklı koyulu renklendirme, gölgeli ışıklı alanlarla
figürler kusursuz bir biçimde verilmiştir. Adem ile Havva’nın yüz ve ellerindeki anlatım da
konunun gerektirdiği, yani cennetten kovuluştaki dramatik etkiyi güçlendirmektedir.
7
15. yüzyılın başında kimi ressamlar, derinliğin perspektifle verilmesi konusunda ciddi
çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Paolo Uccello (1396/7-1475) ve Andrea Mantegna (14311506), bu sanatçılar arasında hemen akla gelenlerdir. Uccello’nun San Romano Bozgunu
(1454/7 arasında üç tane: Uffizi, Londra National Gallery ve Louvre) diye bilinen resimleri,
perspektif olanaklarının araştırılması konusunda çeşitli deneyler sunar. Arkaya doğru giden
yollar ve mızraklar, yerdeki kırık silahlar, yatan asker, hepsi resimde uygulanan perspektif
örnekleridir.
Mantegna’nın Ölü ısa’yı konu aldığı resmi (Brera, Milano) ise, “rakursi” dediğimiz kısa
görünüş yönteminin en tipik örneklerinden biridir. Bu konuyu ele alan öteki resimlerin aksine,
sanatçı ısa’yı resim düzlemine dik olarak yerleştirmiştir. Figürlerin yüzlerindeki dramatik
anlatımın yanında, salt bu kompozisyon anlayışı bile, resmin yenilikçi yönünü gözler önüne
sermeye yetmektedir.
ıki matematik kitabı yazmış, birçok geometri ve çizim çalışması yapmış olan Piero della
Francesca da (1410/20-1492) kuramsal ve pratik denemeleri bir arada sürdürmüştür. Sanatçı
resmin yapısının düzenlenişi, figürlerin yerleştirilişi konusunda bir mimar titizliğiyle
çalışmıştır. ısa’nın Vaftizi (National Gallery, Londra) adlı resmi, onun biçim ve renk dengesi
ile oranlama konusundaki yaklaşımını gözler önüne serer. Figürler resmin tam ortasından
geçen (hayali) dikey eksene göre ağırlık dengesi gözetilerek yerleştirilmiş, aşırı hareketlerden
kaçınılmıştır. Borgo Palazzo Communale’deki Yeniden Diriliş adlı resmide dengeli ve
uyumlu bir kompozisyon düzeni sunar. Temel renklerin zenginliği, anlatımın duruluğu,
sanatçının resimlerindeki en önemli özellik olan anıtsallığı desteklemektedir.
Rönesans’ta yalnızca perspektif ve kompozisyon sorunlarıyla uğraşan sanatçılar yoktur.
Renkçilik de önemli bir ekol oluşturmuştur. Rönesans’ın renk ustaları olarak bilinen
sanatçılarsa, Venedik’teki Bellini ailesidir. Baba Jacopo ve oğulları Gentile ile Giovanni
Bellini, rengin atmosferik etkilerini sergileyen yapıtlar vermişler, daha sonra en olgun
anlatımını Tiziano ve Giorgione’de bulacak olan renkçi okulun kurucuları olmuşlardır. Bu
arada Gentile Bellini 1479-81 arasında İstanbul’da kalmış ve Fatih Sultan Mehmed’in
portresini yapmıştır. Öte yandan Botticelli’de (yak.1445-1510) görüldüğü gibi, güzellik ve
zerafet de Rönesans’ın önemli özellikleri arasında yer alır. Bunlar, sanatçının ılkbahar
Alegorisi adlı resminde (Uffizi, Floransa) başarılı bir biçimde gözler önündedir. Bu resim
aynı zamanda, kiliseden ayrı, dinsel olmayan bir yaşantınında alegorisidir.
“Kusursuz form”, “Denge”, “Uyumlu oranlar”, “Zerafet”, resim ve mimarinin yanında 15.
yüzyılın heykel anlayışında da geçerlidir. Bununla birlikte, Rönesans sanatındaki Gotik etkiler
kendini en güçlü biçimde bu dönemin heykel sanatında gösterir. Floransalı sanatçı Lorenzo
Ghiberti’nin (1378-1455) yapıtlarında Gotik anlayış oldukça belirgindir. Orsanmichele
Kilisesi için yaptığı Aziz Markus Heykeli, bu Gotik etkileri yansıtır. Gerçi figür artık Gotik
kiliseyi süsleyen heykeller gibi donuk değildir, sembolik bir anlatımda yoktur. Ancak gerek
elbisenin işlenişi gerekse azizin sakalı, Gotik sanatın şematik kalıplarına uygundur. Ghiberti
Floransa Vaftizhanesi için yaptığı ve Cennet Kapıları da denen broz kapılarda (ısmarlanışı
1425) ise, Brunelleschi’nin perspektif çalışmalarını kabartma tekniği içinde ele almıştır. Bu
yapıttaki her sahne, inandırıcı bir mekan derinliği içinde sunulmaktadır.
15. yüzyılın heykel alanındaki büyük ustası Donatello’nun (yak. 1386-1466) konumu,
mimaride Brunelleschi’nin resimde de Masaccio’nunkine eşdeğerdir. Donatello da klasik
sanat yapıtlarını incelemiştir. Davud Heykeli (Bargello), onun hümanist ve gerçekçi anlayışını
akıcı ve zarif formlarla gözler önüne sermektedir. Rönesans’taki ilk çıplak heykellerden biri
olan Davud, süslemeci anlayış ve zerafet açısından bir ölçüde Gotik üslupla da ilişkilidir.
Sanatçının Padua’da yapmış olduğu Gattamelata Atlı Heykeli, Rönesans’ta hayli yaygın olan
bir türün (equestrian) en başarılı örneklerindendir. Atın duruşu, süvarinin kendinden emin
hali, Rönesans ıtalyası’nda askerin saygın konumunu bütün yoğunluğuyla vermektedir. Bu
8
yapıtta idealize etme ve yüceleştirme söz konusu değildir, aksine gerçekci ve doğal bir
anlatım vardır.
Oysa Verrocchio’nun aynı tipteki Colleoni Atlı Anıtı (1479’da ısmarlanmış) savaşçı gücün
idealize edilmesi düşüncesiyle biçimlenmiştir. Rönesans kalıplarına uygunluğun yanında atın
ayağını kaldırışı, süvarinin ileri atılmış gövdesi ve yüzündeki anlatım, bu idealizasyonu açıkça
ortaya koymaktadır. Andrea del Verrocchio da (yak. 1435-1488) Floransalı bir sanatçıdır.
Olasılıkla Donatello’nun öğrencisi olan Verrocchio, onun ölümünden sonra kentin baş
heykelcisi durumuna gelmiştir. Davud Heykeli (1476’dan önce, Bargello, Floransa)
Donatello’nun aynı adlı yapıtıyla karışlaştırıldığında onun ustasından ayrılan yanını gözler
önüne serer. Bu kez, köşeli formları olan bir heykel söz konusudur. Donatello’daki zerafet
burada yerini kararlı, kasılmış ve güç dolu bir gövdeye bırakmıştır.
Rönesans heykeli en kusursuz anlatımını kuşkusuz Michelangelo’nun (1475-1564)
yapıtlarında bulmuştur. Sanatçının gençlik dönemi heykeli San Pietro Pietası (16. yüzyıl başı),
Rönesans’ın en başarılı yapıtlarından biridir. Tümüyle cilalanıp parlatılmış olan heykelde her
bir form, en ince ayrıntısına kadar titizlikle işlenmiştir. ısa’nın yatay, Meryem’in dikey
gövdesi, Rönesans’ın karıştlıklara dayalı sanat anlayışına tipik bir örnektir. Ayrıca, bu iki
figürün kompozisyon içindeki önemi de eşit bir biçimde belirtilmiştir. Birinin ağırlığı ötekini
ezmez. San Pietro Pietası, Rönesans ilkeleri ve düzeninin sergilenişi açısından üst düzeyde bir
örnektir. Bu büyük ustanın Davud Heykeli (1501-4) ise, güçlü gövdesi ve kendinden emin
duruşuyla ideal Rönesans insanının görüntüsünü sunar. Az önce sözünü ettiğimiz denge,
uyumlu oranlar, zerafet gibi niteliklerin hepsi bu çalışmada kusursuz bir biçimde dile
gelmiştir.
15. yüzyılın ikinci yarısından sonra Rönesans mimarlarının yeni bir takım arayışlara
yöneldiklerini görüyoruz. Bunların başında da esinini ılkçağ’ın yuvarlak planlı yapılarından
(tholos) alan merkezi planlı tasarımlar gelir. Alberti 1460’ta Mantua’daki San Sebastiano
Kilisesi’nde Yunan haçına dayalı bir plan uygular. Uzunlamasına giden bazilikadan sonra,
merkezi bir plan gündeme gelmiştir. Bütün yan kısımlar ana mekana katılmakta, bu yolla daha
büyük bir iç mekan elde edilmektedir. Aynı durum, Bramante’nin San Pietro Kilisesi için
tasarladığı planda da söz konusudur. Genelde bu planda merkezi bir anlayışla ele alınmıştır.
Merkezi planlı yapıların en tipik örneği ise Bramante’nin (1444-1514) Roma’da yaptığı
Tempietto’dur (Yapımına 1503’te başlanmıştır). Etrafı sütunlarla çevrili, üstü kubbe ile örtülü
yuvarlak planlı bu yapı, Rönesans döneminde bir hayli ün kazanmıştır. Bu tür yapılar o
dönemde son derece gözde idi. Bu planda bir yapıya Raphaello’nun (1483-1520) Meryem’in
Nişanı adlı ünlü resminde de rastlıyoruz. Böylesi yuvarlak planlı yapılar genellikle bir
meydanda, kentin ortasında caddelerin kesiştiği noktalarda yer alıyordu. Piero della Francesca
atölyesine ait olduğu kabul edilen bir çizimde de (Urbino Sarayı), Rönesans kent planlaması
ve perspektif konularının yanı sıra, ortada yer alan bu tür bir yapı da hemen göze
çarpmaktadır.
Rönesans’a temel olan ilkçağ anlayışı kendini salt mimari formlarda göstermez. ılkçağ
dünyasının etkileri, yazın ve felsefe alanında da güçlü olmuştur. ilkçağ felsefecileri ve
yazarları ıtalyancaya çevrilirken, ılkçağ öykülerinin kahramanlarına da Hıristiyanlıkla ilgili
nitelikler kazandırılıyordu. Mitolojik olaylarda Hıristiyanlığın özünü ve anlamını belirtecek
sembollerle donatılıyordu. Botticelli’nin Venüs’ün Doğuşu adlı resmide Yeni Platoncu
düşünce ışığında Hıristiyan dünyasına mal edilmiştir. Doğal olarak bu dönemde sanatçılara
yol gösteren, onlara klasik konuları nasıl resimleyecekleri hakkında bilgiler veren uzmanlar
da devreye girmiştir. Bu da Rönesans’ın çok boyutlu, tüm sanat dallarını kuşatan, bu yüzden
de büyük bir ekip çalışmasıyla anlam kazanan bir uyanış olduğunu göstermektedir. Bu tip bir
ekip çalışması, Raphaello’nun Vatikan’da gerçekleştirdiği duvar resimleri için de yapılmıştır.
Değişik adlarla anılan birkaç salon süslemesinden oluşan Vatikan duvar resimleri arasında
Atina Okulu diye bilinen kompozisyon, dizinin en tanınmış örneğidir. 1509-11 yıllarında
9
resimlenen Camera della Segnatura adlı salonun bir duvarında yer alan bu kompozisyon,
felsefe alegorisidir. Raphaello ılkçağ’ın anıtsal mimarisi önünde bir yanda idealist Platon’u,
öte yanda realist Aristo’yu resimlemiştir. Felsefi inançlarına paralel olarak Platon göğü,
Aristo yeri gösterir. Ayrıca resimde, Euclid’den Diogenes’e kadar pek çok ılkçağ felsefecisi
ve matematikçisi de yer almıştır. Felsefi içeriğinin yanında, desen ve form açısından son
derece olgun bir anlatıma sahip olun bu yapıtlarda, Rönesans resmi en üst noktaya ulaşmıştır.
Sanat alanındaki bu büyük gelişmenin bir başka nedeni de sanatçı atölyelerinin ün kazanması
idi. Özellikle Floransa kentindeki atölyelerde yüzlerce çırak, büyük ustaların yanında eğitim
görüyor, onların ciddi ve önemli çalışmalarına katılıyor, kimi zaman da yapıtların izin verilen
bölümünü tek başlarına gerçekleştiriyorlardı. Bu atölyelerden biri de ressam ve heykeltraş
Verrocchio’nun atölyesi idi. Atölyesindeki çıraklardan biri, ısa’nın Vaftizi (Uffizi, Floransa)
adlı resimde görev almış, olasılıkla da soldaki meleği ve manzaranın bir bölümünü
boyamıştır. Bu kişi, daha sonra Rönesans’a damgasını vuracak olan sanatçılardan biridir:
Leonardo da Vinci... Yalnız onun değil, sanat tarihininde en ünlü resimlerinden biri olan Son
Akşam Yemeği, Milano’daki Santa Maria della Grazie Kilisesi’nin yemek salonundadır. Bir
hayli yıpranmış olan bu resimde Leonardo, figürlerin yerleştirilişi, mekanın tanımlanması,
perspektif gibi Rönesans’ın çok önem verdiği konularda kusursuz bir anlatıma varmıştır.
ıncil’in en önemli öykülerinden biri olan Son Yemek’te, sanatçı en dramatik anı seçmiştir: ısa
birkaç saniye önce “ıçinizden biri beni ele verecek” demiştir. Bunun yarattığı dramatik
gerilim, figürlerin davranışlarıyla anlamlı bir biçimde ortaya konmuştur. ıimdi hepsi, bu
hainin kim olduğunu sorgulamaktadır. Figürlerin dalgalanan hareketi ise, seyircinin bakışını
ortadaki ısa figürüne yöneltmektedir.
Leonardo yalnızca kompozisyon ve perspektif gibi sorunlarla uğraşmamış, bu konudaki
kuramsal çalışmalarına uygulama alanı da bulmuştur. En tipik örneğini Üçlü Anna Grubu diye
bilinen resminde (1510-11, Louvre, Paris) gördüğümüz “hava perspektifi”, onun resim
sanatına katkıları arasındadır. Figürlerin arkasında uzanan manzaranın gittikçe soluklaşması,
buğulu gri bir ton alması, ustanın bu buluşunun ürünüdür. Böylece o zamana kadar yalnızca
çizgi perspektifiyle sağlanan derinlik, Leonardo’nun “sfumato” diye tanımladığı bu yeni
buluşla daha inandırıcı bir boyut kazanmıştır.
Leonardo örnek bir Rönesans sanatçısıdır. Yalnızca resim, onun çalışma ve araştırma
arzusunu doyurmamış, sanatçı hemen her konuda araştırma yapma, yeni bir şeyler bulgulama
isteğiyle yaşamıştır. Anatomi, botanik, mekanik, kent planlaması, meteorolji, astronomi,
mimari, silah tasarımcılığı onun ilgi alanlarını oluşturmaktaydı. Uçuş konusundaki araştırma
ve tasarımları ise bir tutku halini almıştı. Onun ayrıca Haliç için bir köprü tasarımı, ıtalya’daki
Arno nehrinin yatağının değiştirilmesi ve kanal yapımı konusunda çeşitli projelerde yaptığını
biliyoruz.
Leonardo’da en üst düzeyde tanık olduğumuz çok yönlülük, Rönesans’ın en ilginç
özelliklerinden biridir. Bütün büyük sanatçılar, tek bir alanda sınırlı kalmayarak değişik
konularda çalışmalar yapmışlar, birbirleriyle yarış edercesine ürünler vermişlerdir. Bu durum,
dönemin büyük sanatçılarının en dikkate değer özelliği idi. Bunlardan biri de kuşkusuz
Michelangelo’dur. Heykel ve mimari tasarımları yapan, soneler yazan bu ilginç kişilik, aynı
zamanda güçlü bir düşünce adamıydı. Michelangelo ayrıca Raphaello’nun Vatikan
resimleriyle birlikte Rönesans’ın en önemli mimari süslemesi sayılan Sistine şapali’nin tavan
fresklerini de gerçekleştirmiştir. 1508’de başladığı bu anıtsal kompozisyon sanatçının en
yorucu çalışması olmuş, birkaç kez yarım bırakılma tehlikesiyle karış karışya kalmıştır. Resim
yapmaya hiç de uygun olmayan bir yerde, Michelangelo büyük bir üslup denemesine
girişmiştir. Rönesans’ın kendi içine kapalı, çizgisel resim üslubu yerine, sanatçı burada
değişik bir anlayışla çalışmıştır. Hareketli formlar, güçlü gölge-ışık oyunları ve kusursuz bir
anatomi çalışması, resmin temel özellikleridir. Rönesans resim anlayışı, Michelangelo’nun bu
freskleriyle son bulmuştur. Sanatçı Sistine şapeli’nin yan duvarına da Mahşer adlı büyük
10
kompozisyonu yapmıştır. Bu çalışma, yapısal özellikleriyle bir Rönesans ürünü sayılmaz.
Maniyerist bir üslupla yapılmış bu kompozisyonu o dönem içinde incelemek daha doğru
olacaktır.
Rönesans resmi, Floransa ve Roma’da düzene bağlı ve form kusursuzluğuna dayalı bir
anlatım yolunda gelişirken, aynı tarihlerde Venedik’te renkçi bir üslup söz konusuydu.
Giorgione (yak. 1476/8-1510), özellikle Fırtına adlı resmiyle (Accademia, Venedik)
Rönesans’ın kesin ve düzenli resim anlayışına belli oranda bir yumuşama getirmiş renk ve
gölge-ışık yoluyla atmosferik bir manzara yaratmıştır. Onun genç yaşta ölümü üzerine bu
renkçi üslup, arkadaşı Tiziano’nun (yak. 1487/90-1576) resimleriyle sürmüştür. Bir hayli
uzun yaşamış olan bu sanatçının bazı çalışmaları da uzmanlarca Maniyerist üslup içinde
değerlendirilir. Baküs şenlikleri konulu resminde (Prado, Madrid) Tiziano, Venedik sanatının
bütün özelliklerini gözler önüne sermiştir. Birbirine kaynaşan formlar, ıiddetli hareketler,
kendi içlerinden aydınlanıyormuş izlenimi veren parlak renkler, ilk bakışta göze çarpan
özelliklerdir.
Rönesans’ın kurallara bağlı, simetrik resim anlayışı, 16. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren
değişmeye başlar. Aynı değişimi, heykel ve mimaride de görürüz. Bu dönem sanat tarihinde
önceleri başarısız kopyalar dönemi olarak adlandırılır. Ama çok geçmeden toplumsal bir
takım koıulların da etkisiyle kendine özgü özellikleri olan, bilinçli bir yaratma eylemi olduğu
kabul edilmiştir. Ad olarak da yine ilk kez Vasari’nin kullandığı “Maniera” sözcüğüne
dayanan Maniyerizm benimsenmiştir.
11
İTALYA DIŞINDA RÖNESANS SANATI
Rönesans diye tanımladığımız düşünce biçimi, ana hatlarıyla 15. yüzyılın başından itibaren
tüm Avrupa’da etkili olmuştur. İtalya’da 15. yüzyıl başında Masaccio’nun resimleriyle
kendini duyurmaya başlayan Rönesans üslubu, temelinde yatan klasik kültür ve düşünce
doğrultusunda en olgun anlatımını ıtalyan sanatçıların yapıtlarında bulmuştur. Bunun yanında,
15. yüzyıldan başlayarak ıtalya dışında da Rönesans üslubunun ana özelliklerinden biri olan
“Natüralizm” gelişmeye başlamıştır. Sanat, kuzeyde Gotik üslup yoluyla şematik ve sembolik
bir anlatıma yönelmişti. Oysa ıimdi nesneleri gerçeğe uygun bir biçimde resimleme anlayışı
doğmuş, sanatçılar resimlerine doğaya uygun, yani “Natüralist” anlayışı benimsemişlerdir.
Natüralist anlayışla her şey doğada olduğu gibi, insan gözünün gördüğü gibi betimlenir.
Doğal olmak, doğaya benzemek temel ilkedir.
Rönesans üslubunun ıtalya dışındaki gelişimini belirleyen pek çok etmen söz konusu olabilir.
Papalığın 1309’da Fransa’ya taşınması, bunların en önemlisidir. Papalık, 1376’ya değin
Avignon’da kalmış ve 14. yüzyıl sanatı üstünde etkili olmuştur. Bu dönemde birçok sanatçı
Fransa’ya gitmiş, özellikle de Avignon’da ölen Simone Martini (yak. 1284-1344) adlı ıtalyan
sanatçının etkisiyle “Uluslararası Gotik” denen üslup ortaya çıkmıştır. Papalık yoluyla gelen
kilise koruyuculuğunun yanında, özellikle Fransa’da 1363’te egemenlik kuran Burgundy
hanedanıyla sivil patronluk müessesesi de gelişmeye başlamıştır. Bu dönemin ünlü sanat
kolleksiyoncusu ve patronu Berry Dükü de Burgundy hanedanının bir üyesidir. Berry
Dükü’nün koruyuculuğu altında çalışmış olan sanatçıların en ünlüleri, Limbourglu Kardeşler
olarak bilinen üç sanatçıdır. Paul, Jean ve Hermann adlı bu üç kardeş, en önemli yapıtları
Saatler Kitabı’nı (Musée Condé Chantilly) Dük için yapmışlardır. Bunlar, mevsimleri
resimlerle anlatan takvim çalışmalarıdır. Bu kitabı süsleyen resimlerde sanatçılar, o güne
kadar görülmemiş derecede zengin ve canlı bir anlatım ortaya koyarlar. Bu çalışmalar aynı
zamanda gündelik olayları konu almaları ve natüralist üsluplarıyla Gotik dönemin katı,
şematik, dinsel konulu kitap resimlerinden de ayrılırlar. Figürler artık Gotik resimdeki gibi
tutuk, donuk değildir. Konunun gerektirdiği hareketleri serbest ve gerçekçi bir üslupla
sunarlar. Genellikle konuları açık havada geçen bu resimlerin, natüralist sanatın doğaya
açılmasında da önemli katkıları olmuştur.
15. yüzyıl Fransız sanatının en başarılı örneklerinden biri de Ölü ısa’ya Ağıt (Louvre, Paris)
adlı resimdir. Sanatçısı kesin belli olmayan yapıt, o dönemin sanat merkezi Avignon’daki
resim okuluna bağlanmaktadır. Bu yapıtta dönemin resim sanatının hemen tüm özelliklerini
buluruz. Arkadaki altın sarısı zemin, Gotik dönemin bir özelliği olarak yer alırken, soldaki
vakıfçı figürü de ilgi çekici bir tutumu gözler önüne serer. Resimleri ısmarlayan, maddi
desteği sağlayan kişiler kutsal figürlerin yanında, onlarla birlikte resimleniyordu. Bu, Flaman
sanatında sıkça görülen bir tutumdur. Daha sonra da bir hayli yaygınlık kazanan bu durum,
tüm Avrupa’da benimsenmişti. Öte yandan annesinin kucağında yatan ısa’nın garip bir
biçimde bükülmüş gövdesi, Maria Magdelena’nın mendiliyle yüzünü silişi , Meryem ve
ısa’nın yüzlerindeki dramatik etki, konunun gerektirdiği acılı havayı ifade açısından gerçekçi
bir biçimde sergilemektedir.
Erken Rönesans’ta ıtalya’nın dışında en önemli sanat merkezi Flaman’dı. Başkenti Anvers
olan ve bugünkü Belçika sınırları içinde bulunan Flaman ülkesi, ayrıca ticaret açısından da
önemli bir merkez durumundaydı. Hareketli bir yaşantıya sahip olan Flaman ülkesinin erken
dönemdeki en ünlü ressamlarından biri de, kesin adını bilmediğimiz Flamanlı Usta’dır (15.
yüzyıl ortaları). ısa’nın Doğumu (Dijon Müzesi) adlı resminde sanatçı gerek figürleri gerek
manzarayı gerçekçi bir yaklaşımla resimlemiştir. Doğumun olduğu mekanın verilişindeki
doğallık, figürlerin sakin, ölçülü hareketleri, arkadaki manzara ve kentin titiz bir biçimde
verilişi, Flaman sanatının özelliklerini yansıtır. Bu resimde kimi figürlerin ellerinde üzeri
12
yazılı şeritler tuttukları görülür. Kutsal Kitap’tan alınan bazı sözlerin bu yolla tabloya
aktarılışı, Flaman sanatının bir başka özelliğidir.
Aynı sanatçının, adını eskiden bulunduğu yerden alan Merode Altar Resmi’nde de
(Metropolitan Museum of Art New York) kuzey sanatının özelliklerine rastlarız. Altar
resminin orta kısmında ise, Meryem’e ısa’nın doğacağının bir melek tarafından müjdelenmesi
sahnesi (Tebıir) vardır. Derinliği vurgulayan tavan kirişleri, uzun sedir ve odayı dolduran
çeşitli eşyalar ayrıntılı olarak, çok gerçekçi bir biçimde işlenmiştir.
Biraz da kiliselerin en kutsal yerinde bulunan ve “Altar” adı verilen panolardan söz edelim.
Açılır kapanır kanatları olan altarların iç ve dışları, biçimlerine göre çeşitli bölümlere ayrılır
ve resimlenirdi. Dinsel konuların resimlendiği altlarda, genellikle dış yüzünde olmak üzere
yapıtı ısmarlayan kişilere de yer verilirdi. Bu tür yapıtların en ünlülerinden biri de Ghent
Kilisesi’ne ait olan ve bu adla bilinen Altar Resmi’dir. Yapıt Flaman resminin tanınmış
ustalarından Van Eyck kardeşler tarafından resimlenmiştir. Hubert ve Jan kardeşlerin gerek
yaşamları gerek doğum ve ölüm tarihleri konusundaki bilgiler çelişkilidir. Genel olarak, 15.
yüzyılın ilk yarısında etkinlik gösterdiklerini ve hem tek başlarına hem de birlikte çalışmış
olduklarını biliyoruz. Ghent Altarı’nın kanatlarının dış yüzünde, üstte ayrı ayrı panolarda
“Meryem’e Müjde” konusu yer alırken, altta büyük bir gerçekçilikle resimlenmiş olan
vakıfçılar ve koruyucu azizleri bulunmaktadır. Kanatlar açıldığında, yapıtın içinde ise üst
sırada Tanrı, Meryem ve Yahya Peygamber, bunların iki yanında şarkı söyleyen melekler ve
Adem ile Havva figürleri yer almaktadır. Altta ise kuzey detaycılığının ve kuyumcu gibi ince
çalışma yönteminin en tipik örneklerinden biri olan “Kuzuya Tapınma” sahnesi
bulunmaktadır. Bu kompozisyonda gerek figürler gerek doğa en ince ayrıntısına kadar
oldukça zengin bir biçimde resimlenmiştir. Bu tür resimleme anlayışını, “Kuzey gerçekçiliği”
olarak adlandırıyoruz. Özet olarak dış yüzdeki portreler, iç yüzdeki detaycı anlatım ve zengin
renkçilikle bu resim, Flaman Rönesansı’nın ilk örneklerinden biridir.
Kardeşlerden Jan van Eyck, öteki resimleriyle daha da sivrilmiş ve kuzey gerçekçiliğinin en
önemli temsilcisi sayılmıştır. Onun gerçekçi anlatımını sergilediği en önemli yapıtlarından
biri de gerek yüz hatlarının gerekse modelin ruhsal durumunun başarıyla verildiği Kırmızı
Türbanlı Adam Portresi’dir (National Gallery, Londra).
Sanatçının bir başka önemli yapıtı da Giovanni Arnolfini’nin Evlilik Portresi’dir (National
Gallery, Londra). O dönemde günümüzde nikah törenlerinden sonra çekilen fotoğrafların
işlevini taşıyan ve bir tür evlilik belgesi sayılan bu resim, aynı zamanda başarılı bir iç mekan
tanımlamasını da gözler önüne serer. Ayrıca ön plandaki köpek, nalınlar, pencerenin içindeki
meyvalar da taşıdıkları sembolik anlamla yapıtın alegorik yönünü güçlendirirler. Figürlerin
yüzlerindeki solgun ve düşünceli ifade ise resmin dinsel niteliğini açıklıyor. Yapıttaki en
önemli ayrıntı arka duvarda yer alan aynadır. Bu aynada, açık kapının önünde iki kişinin daha
bulunduğu, belki de evlilik yeminine şahitlik ettikleri görülmektedir.
Jan van Eyck’ın bir başka önemli resmi ise, Hakim Rolin Meryemi’dir (Louvre, Paris). Bu
resimde ilginç bir düzenleme ile karışlaşıyoruz. Bir yanda vakıfçı hakim Rolin, öte yanda ise
kucağında ısa’yı tutan Meryem bulunmaktadır. Jan van Eyck bu yapıtında gerek kumaş
dokularının verilişinde gerek arkada gözleri derinliğe çeken manzarada üst düzeyde bir başarı
göstermiştir. Derinliği vurgulayan süslemeli yer karoları, bu dönem kuzey sanatının en ilginç
yönlerinden biridir. Gerçi figürlerin duruşları ve anlatımları biraz tutuktur, ama
kompozisyonun genel havası ve gerçekçi üslup, resmi ortaçağ anlayışından tümüyle
ayırmaktadır.
Ghent’te doğmuş olan Hugo van der Goes (ölümü 1482) ise, van Eyck sonrası dönemin en
yetenekli sanatçılarından biridir. Flaman’a yerleşmiş Floransalı tüccar Tommasso Portinari
için yaklaşık 1475’te tamamladığı Altar Resmi (Uffizi, Floransa), yalnız onun değil, aynı
zamanda erken Flaman sanatının da en başarılı örneklerinden biridir. ıtalyan sanatçıların
görkemli anlatımına yaklaşan figürler, bunların kompozisyon içinde yerleştirilişi ve zengin
13
renkler, ilk bakışta göze çarpan özelliklerdir. Orta panoda yer alan “Çocuk ısa’ya Tapınma”
sahnesinde, zarif bir anlatımla verilmiş Meryem’e ve meleklere karışlık, sağda en kaba, en
doğal jestleriyle resimlenmiş olan çobanlar, kuzey sanatının anlatımcı yönünü sergilerler.
Tam ortada ise Meryem’in bekaretini simgeleyen beyaz zambaklar bulunmaktadır. Bu detay
aynı zamanda, Flaman’da dini sadakatle ele alınan ve daha sonra kendi başına bir resim türü
haline gelecek olan çiçek natürmortlarınında öncüsüdür.
Duru, sakin anlatımlı portreler, iç mekanın tanımlanışı ve buna bağlı olarak çizgisel perspektif
denemeleri, arka planda manzaranın titiz bir gözlem sonucu ayrıntılı biçimde verilişi, kuzey
resminin temel özellikleridir. Bütün bu özellikler, Hans Memling (yak. 1430/40-1494) ve
Dieric Bouts’un (yak. 1415-1475) resimlerinde açıkça görülür. Memling’in ıngiliz patronu
John Donne için yaptığı resimde (National Gallery, Londra) figürlerin sakin ve ağırbaşlı
duruşları, yer karolarıyla da desteklenen bir geriye gidiş, iç mekanın sütunlara doğaya açılışı,
hemen dikkati çekmektedir. Aynı özellikler, Dieric Bouts’un İmparator Otto’nun Adaleti
(Musées Royaux des Beaux-Arts, Brüksel) adlı resmi içn de geçerlidir. Yalnız, üst kısımda
yer alan kemerler, kompozisyonu Gotik geleneğe bağlayan ayırıcı bir özellik olarak
gösterilebilir. Bu yapıtta ayrıca, kuzey resminde kumaş dokusunun ne kadar incelikle
verildiğine bir kez daha tanık olunmaktadır.
Flaman dışındaki kuzey resminin ilginç bir örneği de ısviçreli Konrad Witz’in (1400/101444/6) Mucizevi Balık Avı (Musée d’Art et d’Histoire, Genova) adlı altar kompozisyonudur.
Genova’daki St. Peter Katedrali’nin altarı için yapılan bu resimde de Jan van Eyck’ta görülen
gerçekçiliği bulmaktayız. Sanatçının gerçekçi yaklaşımı o boyuttadır ki, titizlikle resimlediği
göl kenarını günümüzde de tanıyabiliyoruz. Witz kitleleri resim düzlemine yerleştirişi, doğayı
algılayışıyla van Eyck’tan ayrılır ve Floransalı çağdaşı Masaccio’ya yaklaşır.
İtalyan Rönesansı’nın etkisi kuzeyde en açık biçimde, Roger van der Weyden ve Michael
Pacher’in resimlerinde görülmektedir. ıtalya’ya gitmiş, Medici ailesi için çalışmış olan Roger
van der Weyden (1399/1400-1464), ısa’nın Çarmıhtan ındirilişi (Prado, Madrid) adlı resminde
van Eyck’tan farklı olarak, kitleye ağırlık tanıyan çizgisel bir üslup geliştirmiştir. Ayrıca
arkadaki duvarın altın sarısına boyanmış oluşu da Gotik sanatın gözdesi olan bu rengin yeni
üslup içinde yorumlanışını göstermektedir.
Tyroller’de yaşamış, coğrafi konumu nedeniyle Alman Gotiği ile ıtalyan Rönesansı arasında
kalmış olan Michael Pacher (yk. 1435-1498) ise, resimlerinde derinden etkilenmiş olduğu
Mantegna’nın üslubuna benzer bir anlatımı benimsemiştir. Ancak, Mantegna’nın antik, pagan
konulu resimleri yerine dinsel konulu resimler yapmıştır. Neuschirft Kilisesi için yapmış
olduğu ve Dört Kilise Babası’nı resimlediği panoda, Gotik kemerler içinde Mantegna’nınkini
andıran perspektif denemelerine de yer vermiştir. Beşik, yerdeki duacı, yer karoları hep bu
türden çalışmalardır.
Öte yandan, aynı dönemde Almanya da önemli bir sanat merkezi durumuna gelmişti. Yeni bir
resim anlayışı gelişmeye başlamış, bu da özellikle Schongauer ve Lochner’in resimlerinde
ortaya çıkmıştır. “Stil Galante” denen ince, yumuşak ve zarif bir resim üslubu gelişmiştir.
Colmarlı sanatçı Martin Schongauer (ölümü 1491) hakkında ilk kayıtlar 1465 yılına aittir. En
ünlü resmi Gül Bahçesinde Meryem (St. Martin Kilisesi, Colmar) ile bu üslubun tipik
örneklerinden birini veren sanatçının anlatımı, aşırı bir süslemeciliğin yanında figürlerin
verilişindeki yumuşaklık ve canlı renklerle de dikkati çeker. Aynı konuyu işleyen bir başka
erken Alman sanatçısı da Stephan Lochner’dir (ölümü 1451) Köln Wallraf-Richartz
Müzesi’nde bulunan yapıtında Meryem’i çevreleyen melek gruplarının dairesel sıralanışı,
resme Schongauer’de rastlamadığımız bir derinlik katmaktadır. Ancak aynı altın sarısı zemini
ve süslemeci üslubu, bu yapıtta da bulmaktayız.
Albrecht Dürer (1471-1528) yalnız yapıtlarındaki üslup açısından değil, aynı zamanda
araştırıcı kişilik ve düşünce yapısıyla da gerçek anlamda bir Rönesans sanatçısıdır. Babasının
atölyesinde kuyumculuk yapan, daha sonra da gravür ve kitap süslemesi alanında çalüşan
14
sanatçının kazandığı beceri, gençlik dönemi yapıtlarında görülebilir. İtalya’ya yaptığı
gezilerde hümanist Rönesans düşüncesi ve sanat yapıtlarıyla tanışan Dürer, dinmeyen bir
enerjiyle çok yönlü bir sanat yaşamı sürdürmüştür. Leonardo’nun çalışmalarına benzer
hayvan etüdlerinin yanında, doğa araştırmaları da yapıtları arasında önemli bir yer tutar.
İtalyan Rönesansı’ndan ne kadar etkilenmiş olursa olsun, Dürer bir kuzey sanatçısıydı.
Kuzeyin anlatımcılığına en iyi örnek olarak Annesinin Portresi (Kupferstichkabinett, Berlin)
gösterilebilir. Yapmış olduğu gravür çalışmalarının etkisi, çizginin üstün bir başarıyla
kullanıldığı bu yapıtta kendini belli etmektedir. Hiçbir idealizasyona yer vermeyen, natüralist
ve gerçekçi bir yaklaşım söz konusudur. Dürer bu yapıtta biçimsel bir güzelliği
amaçlamamıştır. Aksine, insanı anlatımıyla saran bir yüz yaratmak istemiş, bunda da çok
başarılı olmuştur. Çizim, gravür, yağlıboya gibi çeşitli tekniklerle çalışmış olan Dürer, sanatı
konusunda kuramsal araştırmalar da yapmıştır. ınsan anatomisi hakkında çok tanınmış
kitabının yanında, kent savunması ve sanattaki oranlar üstüne de çalışmaları vardır. Bu
yönüyle Dürer, Rönesans döneminde tanık olduğumuz kuramcı-sanatçı kişilikler arasında
haklı yerini almaktadır.
Dürer, yağlıboya resimlerinde de tipik bir Rönesans sanatçısı olduğunu kanıtlar. Birçok
sanatçının resimlemiş olduğu Adem ve Havva (Prado, Madrid) figürünü çok başarılı bir
anatomik kavrayışla ele almıştır. Sağlam, oranlı ve ayrıntılı bir biçimde verilmiş olan figürler,
aynı zamanda Rönesans resminin temel özelliklerinden olan gölge-ışık olgusunu da sunarlar.
Rönesans düşüncesi kişiyi bir Micro Cosmos (küçük evren) olarak tanımlamaktaydı. Dürer de
1506’da yaptığı Kendi Portresi’nde (Alte Pinakothek, Munich) ısa benzeri bir görünümdedir.
Ressam, belki her ikisi de yaratıcı olan “Tanrı” ve “Sanatçı” arasında bir paralellik
düşünmüştü. Öte yandan, saç lülelerinin işlenişi modelin ruhsal yapısının da verilişiyle resim,
tüm portre sanatı içinde önemli bir yer edinmiştir. Ölümünden az önce, doğum yeri
Nüremberg için yaptığı Dört Havari (Alte Pinakothek, Munich) Alman Rönesansı’nın klasik
resimleri arasında yer almaktadır. Luther ve Erasmus’u tanıyan, Reformcu ve hümanist
düşünceleri paylaşan bir sanatçı olan Dürer, bu resminde kutsal figürlerin belli şemalara bağlı
olarak resimlenmesi anlayışını aşmıştır. Azizlerden Yahya, Petrus, Markus ve Paulus dört ayrı
kişiliği temsil etmektedirler. Burada, Dürer’in kendine özgü yorumu söz konusudur. Öte
yandan figürler neredeyse tuval düzleminden taşarcasına büyük bir plastik etki yaratırlar.
Buraya kadar Alman Rönesansı’nın yenilikçi, ıtalya’daki anlayış doğrultusundaki gelişimini
ele aldık. Oysa Dürer’in çağdaşı, Würzburglu Mathias Grünewald’ın (yak. 1470/80-1528)
resimleri, Alman sanatının bir başka yönünü gözler önüne sermektedir. Grünewald, Isenhaim
Altarı diye bilinen resminde (Unterlinden Museum, Colmar) geç Gotik üslubun dinsel yönünü
tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Gerçi Grünewald da Rönesans’ın yeniliklerinden
haberdardır, perspektif, mekanın verilişi gibi yeni arayışlara açıktır. Ama bunları, vermek
istediği duygusal etkiyi yoğunlaştırmak için kullanmıştır. Ayrıca, renk de anlatımcı bir amaca
hizmet etmektedir. ısa’nın gövdesinin aşırı bir biçimde bükülüşü, onun önünde acıyla kıvranın
figürlerin dramatik jestleri ile izleyici, konunun tüm ağırlığını hissetmektedir. Özellikle de ölü
ısa’nın yüzü karışsında insanın dehşete düşmemesi olanaksızdır. Raphaello ve Dürer’in
çağdaşı olan Grünewald, onların aksine, Gotik anlayışı hem ruh hem biçim açısından yaşatan
kişidir.
16. yüzyılın ortalarına doğru Cranach, Hans Baldung ve Altdorfer’le birlikte zengin bir resim
ortamı doğmuştur. 1472’de doğmuş olan Lucas Cranach, 1505’te Wittenberg’e gitmiş, orada
teoloji okutan Luther ile tanışmıştır. Cranach, Saksonya bölgesinin Üç Elektörö adlı
yapıtında, altta kitabe halinde Luther’in yazılarına da yer vermiştir. Atölyesinde Protestan
kilisesi için altar resimleri ve ıncil gravürleri yapan Cranach, ayrıca kuzeye özgü kadın
güzelliğini yansıtan resimler de yapmıştır. Bunlardan biri de mitolojik konulu, Paris’in
Adaleti (Karlsruhe Museum) adlı tablodur. Bu yapıtında Cranach’ın, o dönem ıtalyası’ndaki
15
Maniyerist, deformasyona uğramış figürlerden etkilenmiş olduğu düşünülebilir. Ama bunun
yanında, bu resimde kuzeyin kendine özgü güzellik anlayışı da söz konusudur.
Hans Baldung Grien’in (1484/5-1545) Alegorik Figür (Alte Pinakothet, Munich) adlı
resminde ise farklı bir güzellik anlayışını gözlemleriz. Gövdenin oranları bozulmuştur, ama
bu arada erken dönemin katı, tutuk, anlatımı da yumuşamış, Baldung’un fırçasında bir akıcılık
kazanmıştır.
Bu dönemin bir başka önemli sanatçısı ise Albrecht Altdorfer’dir (yak. 1480-1538). Altdorfer
Avusturya Alpleri’nde dolaşmış, genellikle dağların ve vadilerin resmini yapmış, dinsel ve
mitolojik konulu resimlerinde bile manzaraya büyük önem vermiştir. Altdorfer, modern
anlamda ilk manzara ressamı sayılır. Konulu resimlerde manzarayı sahnenin arka planı olarak
değil, kendi başına estetik güzelliği olan bir tür haline getirmiştir. Manzaraları içinde konular
ve figürler ikinci derecede yer alırlar. Aziz George’un Canavarla Savaşı (Alte Pinakothek,
Munich) adlı yapıtında ayrıntılı ve geniş bir doğa görünümüyle karışlaşırız. Bu görüntünün
içinde figürleri seçebilmek bile çok zordur. Sanatçı öte yandan büyük manzara
kompozisyonlarında kuzeyin temel özelliklerinden biri olan detay natüralizminide ihmal
etmemiştir. En küçük bir dal kıvrımı, her bir yaprak, en ince ayrıntısına kadar titiz bir biçimde
verilmiştir.
Alman sanatının bir başka özelliği de konuya ahlakçı bir biçimde yaklaşmasıdır. Bu özelliği
öteki türlerin (dinsel, tarihsel, alegorik resimler) yanında portrelerde de buluyoruz. Ünlü
ressam Hans Holbein’in Alman tüccar Georg Gisze Portresi’nde (Staatliche Museum, Berlin)
pusula ve saatlerin yanında dua kitabına da rastlıyoruz. Bu ayrıntı, yapıta ahlaki bir boyut
kazandırmaktadır.
Biraz da, kuzey sanatında özel bir yeri olan Hieronymus Bosch’dan (yak. 1450-1516) söz
edelim. Bosch da kalabalık figürlü resimlerinde ahlaki bir tavır içindedir. Cennet ile
cehennem, iyilik ve kötülük, günah ve sevap gibi kavramları ve çeşitli atasözlerini şaşırtıcı bir
biçimde resimleyen sanatçı, bu sahnelere garip yaratıklar da katmıştır. Kalabalık figürlü
kompozisyonlarına örneğin Zevkler Bahçesi Triptychonu, (Prado, Madrid) yakından
bakıldığında, sanatçının fantastik tutumu açıkça ortaya çıkar. Bitki, insan, hayvan karışımı
biçimlerin her biri, aslında sembolik bir anlam taşımaktadır. Bunların tümü, dünya
nimetlerinin boıluğunu ve geçiciliğini vurgulamaktadır. Bu da kuzey dünyasına özgü vaazcı
bir tutumdur.
Son olarak, kuzeyin bir başka ünlü ressamı Pieter Brueghel’i ele alacağız. Aslında Brueghel
kuzey Manriyerizmi’nin bir temsilcisidir. Ama, kuzey resim sanatının yukarıda sözünü
ettiğimiz hemen tüm özelliklerini, bu sanatçının yapıtlarında buluyoruz. Karda Avcılar
(Kunsthistorisches Museum, Viyana) adlı çok ünlü resminde Brueghel, yüksekçe bir tepeden
görülen geniş manzarayı başarıyla verdiği gibi, avcıların ve av köpeklerinin silüetleriyle de
kuzeyin anlatımcılığını en iyi biçimde dile getirir. Sembolik anlamı olan bu formlar, yine
günlük yaşamdan alınmış bir kesit içinde verilmiştir. Öte yandan, sık sık sözünü ettiğimiz
detay natüralizmini de sanatçının bu yapıtında bulmaktayız. Her bir ayrıntı, Brueghel’in o
kendine özgü çizgici üslubuyla verilmiştir.
15. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın hemen tüm bölgelerini etkilemiş olan Rönesans üslubunun
temel ilkeleri, 16. yüzyılın sonuna doğru bozulmaya başlar. Sağlam anatomik oranlar değişir,
gölge-ışık abartılı bir hal alır. Bu niteliklerin ağır bastığı döneme sanat tarihinde Maniyerizm
denir.
16
RESİM GALERİSİ
17
TEŞEKKÜR:
Yardımlarından dolayı öğretmenimiz Perihan Betül Ernas’a sonsuz teşekkürler...
KAYNAKÇA:
• E.H. GOMBRICH (SANATIN ÖYKÜSÜ)
• İNTERNET ADRESLERİ:
http://bornova.ege.edu.tr/~eret/tarih/tarih.html
http://www.romaturismo.com/operatoriprofessionali/grandi/Img0048.jpg
http://www.yuzyilisil.k12.tr/bde/avrupa/ronesans.htm
http://www.istanbul.edu.tr/Bolumler/guzelsanat/italyadisinda.htm
http://umutku.8m.com
18
Download