Kur’an’a Dâvet Sürecinde Hikmet Başlığımızın iki ana kavramı Dâvet ve Hikmettir. Öncelikle bu iki kavramın ne ifade ettiğine bakmamız konuyu daha iyi anlayıp açıklamamıza imkân verecektir. Kavramlarımızdan birincisi olan dâvet, da-â-ve fiilinden masdar olup; da-â-ve masdarının gelişine ve beraberinde bulunduğu harf-i cerre göre, çağırdı, dâvet etti, bağırdı, nida etti, isimlendirdi, sevk etti, gelmesini istedi, dua ve bedduada bulundu, söz verdi, birisini yemek ve ziyafete çağırdı manalarına gelmektedir. Istılahta dâvet daha ziyade İslam ve Allah’a izafesi ile İslamı insanlara anlatarak benimsetmek ve tatbikini sağlamaktır. İslam’ın şümulüne giren her konuda dâvet geçerlidir. Dünyaya ilişkin işlerde de ahreti ilgilendiren durumlarda da söz konusudur. İslam’a girip bağlananıyla, Müslüman gibi görünen münafığı ile, İslam’ı kabul etmeyen ehli kitap ve müşrikiyle her sınıf insan davete muhataptır. Dâvet irşad ve vaazı nasihat ve tavsiyeyi, talim ve terbiyeyi, emri-bil mâ’ruf ve nehy’i anil münkeri, inzar ve tebşiri, hisbe ve tebliği içine alan şumullü bir mana taşır. Bütün bunlar, dâvetin müradifi olarak görülebilir. İslam’a dâvet sadece müslüman olmayanları resmen ve zahiren müslüman olmaya çağırı vermek şeklindeki bir anlayış yanlıştır. Kişilerin sadece kelime-i şehadet getirerek “müslüman oldum” demeleriyle dâvet, o şahıs açısından bitmiş olsaydı iş ne kadar da kolay olacaktı. Fakat, Kur’an’ı kerimde dâvet bu şekilde tarif ve tavsif edilmemiştir. Resulullah’ın sözleri ve tatbikatı bunun aksine cereyan etmiştir. (Resulullah’ın islam’a Davet metodu, A.ÖNKAL,3,4) Ragıp el isfehani, bir şeye davet onu elde etmeye teşviktir diyor. Ancak, dâvet aynı kökten türeyen idiadan farklıdır. Kur’an’i davetin iddia haline getirilmesinin, yani Allah’a çağrı ile insanın kendini tatminin birbirine karıştırılmasının önlenmesi noktasında çok ısrarlıdır. Bu husus, Allah’a davetin, diğer bir ifadeyle tebliğin omurgası mesabesindedir. Kişinin heva ve hevesinin iddia ve kinlerini tatmin için bir kamp ve grup psikozuna büründürülmemiş saf Allah sevgisi ile davet ki bu, güzele ve iyiye dâvettir ve Allah’da bu değerlerin esas kaynağıdır- varlığın en onurlu, en yüce faaliyetidir. Kur’an bu noktayı şu ifadelerle vurguluyor. “Allah’a dâvet eden, Salih amel işleyen ve ben gerçekten Müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir.” (41/Fussilet, 33) Bu anlamda davetçilerin başında peygamberler gelir. Peygamber, Allah adına ve Allah’a çağırır. Ve onun çağrısı, hayat veren aydınlığın insanın gönlüne ve hayatına sokmak içindir. “Ey iman edenler peygamber sizi size hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman, Allah’a ve resule icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer. Siz kesin kez onun huzurunda toplanacaksınız.” (8/Enfal, 24) Nebiler Allah’ın dâileridirler. Onlar, Allah’ın daileri olarak, Allah’a çağırırlar ve onlar, Allah’a giden yolun aydınlatıcı kandilleridirler. “Ey peygamber biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı Allah’ın izniyle yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik” (33/Ahzab, 45-46) Onlara ters düşenin ne yeryüzünde nede ölüm sonrası mutluluğu, yardımcısı yoktur. “Kim Allah’ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde Allah’ı aciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah’tan başka dostlarda bulunmaz işte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler” (46/Ahkaf, 32) Kur’an burada, nebilerin nura, onlara karşı olanların nara çağırdıklarını belirtir. Nur necat, yani kurtuluştur. Nur ve nar zıtlığı mü’min bir zatın ağzından şöyle verilmiştir; “Ey kavmim nedir bu çektiğim? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni Allah’ı inkâr etmeye ve hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyleri ona ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi mutlak güç sahibine, çok bağışlayan (Allah’a) çağırıyorum,” (40/Mü’ min 41-42) Nara çağıranları nura çağırmanın ve onlar tarafından, tevhid ve alay konusu yapılmanın acısı varlığın en zorlu ıstırabına vücut vermektedir. Bunun içindir ki insanlığın en ağır ıstıraplarına maruz kalanlar, Nebiler olmuştur. İnsanlığın dramı diyebileceğimiz hususlardan biride nura çağıran sesi duymamak için mücadele vermesidir. Nura çağıran sesi duymama için kulaklarını tıkamış, başını sarıp sarmalamıştır. Davetçiyi neredeyse çıldırtan bu manzaralardan biride bu ahmaklıktır. “Kuşkusuz sen onları bağışlayasın diye kendilerini her dâvet edişimde parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, inanmamakta direndiler ve büyük bir kibir gösterdiler. Sonra ben onları açık açık davet ettim” (71/Nuh, 7-8) Hayatını gece ve gündüz bu çağrıya adamış bir kimsenin böylesine duygusuz ve sağır bir dünyanın derdini çekmek durumunda kalmasından daha acı ne olabilir? “Dedi ki: "Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum.”(71/Nuh, 5) Bu sağır dünyada bazen dâvete kulak verme yerine ondan kaçışı izlersiniz. “Fakat davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.” (71/Nuh, 6) Yalnız davet adamının ölümsüz bir tesellisi vardır; çağrının, dâvetin yaratan Allah tarafından dikkatlice izlenmekte oluşu. O,Tüm çağrıları iyice izlemekte ve duymaktadır. “Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen, duaları işitensin" dedi.”(3/Ali İmran, 38 ) Allah’ın davetinin hedefi silm ve selam yani barış ve esenlik yurdunu kurmaktır. “Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip iletir.” (10/Yunus, 25) Bunun yolu ve metodu da İslam’dır; yani silm ve selam düzeni. Bu düzene gönül vermemek için bahaneler uydurmaksa, zulümlerin en beteridir. “İslam'a çağrıldığı halde, Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez.” (61/Saf, 7) Silm ve selamın zıddına çağrı, küfrün çağrısıdır ki götüreceği yer ve kuracağı yurt dâlal yani, kaos, sapıklık, bunalım ve karanlık yurdudur. Nura çağrı hak bir çağrı ve hak üzere bir çağrıdır. Bu çağrının hem içeriğini hem de stratejisini, yaratan Allah belirler. Kur’an bunu üç kelimelik bir cümle ile ifade eder; “Hak olan çağrı yalnızca O'na (olan)dır.” (13/Rad, 14) Hak çağrının dışına çıkış hiçbir işe yaramayan çağrıların oyuncağı haline getirir. Böyle olunca da, bu boş avuntunun sonuçta zararı yararını aşar. “Allah'tan başka, kendisine ne zararı dokunan, ne yararı olan şeylere yakarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır. (Ya da) Zararı, yararından daha yakın olana tapar; ne kötü yardımcı ve ne kötü yoldaştır.” (22/Hac, 12 -13) Bu durumda hak davetin dışındaki çağrıların ateş çukuruna götüren çağrılar olduğunu gösterir. “Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmağa çağırır.” (35/Fatır, 6) Kur’an burada, şeytanın çağrısıyla Allah’ın çağrısının zıtlığına dikkat çekmektedir. Bu iki zıt çağrının ayrı ayrı yaranı, evliyası, ayrı ayrı liderleri, önderleri (eimmeleri) vardır. Ancak unutmamak gerekir ki ateşe çağıranların eimmesi de Allah’ın kudret ve iradesi dışında değillerdir. Onları ayrı ve başına buyruk bir ilah gibi tasavvur etmek tevhid gerçeğine aykırıdır. Kur’an onlardan söz ederken de şu ifadeyi kullanır: “Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü yardım görmezler.” (28/Kasas,41) Davet faaliyeti Müslümanların kaçınılmaz görev ve sorumluluklarından birini oluşturmaktadır. Gücü, bilgisi ve bulunduğu konum nispetinde ayrı ayrı her müslüman üzerine düşeni kadarıyla davet vazifesini yerine getirmekten mesuldür. Kur’an ayetlerinde tebliğ, Müslümanların temel vasıflarından birisi olarak yer alır. mesela rabbimiz şöyle buyurmaktadır; “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.” (3/Ali İmran, 110) Bu görevin mutlak gerekliliği, şu ayette kullanılan emir kipinden, açık bir şekilde anlaşılmaktadır; “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (3/ Ali İmran, 104) Peygamberimiz (s.a) “sizden her kim bir kötülük görürse onu eli ile düzeltsin; Gücü yetmese diliyle düzeltsin; Buna da gücü yetmese kalbi ile buğz etsin ki bu, imanın en zayıfıdır.” (Müslim , İman,78) buyurarak davet görevini imanla ilişkili bir husus olduğunu belirtmiştir. İslam’a davetin önem ve gerekliliğini açıkça ortaya koyan bir başka husus da, ayetler ve hadislerde bu görevi terk edenlerin acı âkibet ve cezalarının belirtilmiş olmasıdır. Allah’ın ayetlerine ve doğruyu tebliğ etmeyenler, Allah’ın ve lanet etme şanına erenlerin lanetine uğrarlar; “Gerçekten, apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar; işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de (bütün) lanet ediciler.” (2/Bakara, 159) Peygamberimiz (s.a) ise şöyle buyurur: “İsrail oğulları arasında zulüm yaygınlaştığında onlardan biri, diğerini bir günah işlerken görür ve önce o işten sakındırırdı fakat ertesi günü o adamla oturup kalkabilmek, yiyip içebilmek ( menfaat sağlamak) için gördüğü kötülükten sakındırmazdı. Bunu üzerine Allah teâla onları birbirine düşürdü ve haklarında; İsrail oğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münkerlerden (çirkin iş) birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!” (5/Maide, 78-79) ayetlerini indirdi. “Evet, siz de, ya zalime engel olursunuz ve onu hakka çekersiniz; ya da bu durum sizin başınıza da gelir.” (ibn-i Mace; Fiten,20) şamil İslam ansiklopedisi, s.80,81.Davet mad.) Kavramlarımızdan ikincisi de, Hikmet’tir. Menetmek, karar vermek, işi sağlam yapmak anlamındaki ha-ke-me künden türemiştir. Hikmet, ilim ve akılla gerçeği bulmak emektir. Allah için kullanıldığında, ‘eşyayı tanıması ve onları son derece sağlam yaratması’ anlamındadır. İnsan için kullanıldığında, 'insanın varlıkları tanıması ve Salih ameller yapması anlamına gelir. Hikmet açısından, ilim ve amel arasında yakın bir ilişki vardır. Nitekim hikmetin bazı tanımlarında bu ilişkiye dikkat çekilir; Hikmet, batılı yapmaktan alıkoyan bir bilgi türüdür. Hikmet, insanın ilim ve amel düzleminde kendisi için mümkün kemale yönelişidir. Hikmet sahibini uygunsuz davranışlardan alıkoyar. (Kur’an,da siyasi kavramlar Vecdi AKYÜZ, s,423) Hikmetin, söz ve işte en iyiyi yakalamak veya olması gerekeni fark etmek şeklinde anlaşılması hemen bütün İslam alimlerince paylaşılmaktadır. Hatta el-Küleyni, hikmeti ‘zıddı hata olan kavram’ diye tanımlamıştır. Tehanevi, hikmetin kelime anlamı ‘söz, fiil ve bunların ilişkili olduğu hususları tutarlı ve dayanıklı kılmak’ olarak verdikten sonra hikmettin terim anlamlarının birinin de ‘kesin delil’ olduğunu söylüyor. Arap dili incelikleriyle Kur’an’ın hikmeti kullanımından çıkan verileri birlikte değerlendiren müfessirler, bu kelimenin Kur’an terminolojisi açısından şu anlamları taşıdığına dikkat çekmişlerdir; Kur’an, peygamberlik, ilim, anlayış, duyular üstü idrak, gerçekçilik, ilham, iç doygunluğu, doğruyu en hızlı şekilde yakalamak ve sunmak, derin derin düşünme, dil inceliklerini kavrama, güzeli çirkine tercih yeteneği, eşyayı olması gereken yere koymak, icat etmek, kavrayış, aklı gereğince işletmek, söz ve fiilde isabet, varlığın sırlarını yakalamak. Anlaşılan odur ki, hikmeti, Kur’an ve hadisle sınırlamak Kur’an beyanına ters düşer. Kur’an bir çok yerde nebilere verilen kitapla hikmeti, mesela, Tevrat, İncil ve Kur’an’la hikmeti ayrı ayrı anmaktadır. Bu demektir ki hikmet, nebinin aldığı vahiylerle sınırlı değildir. “Ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncili öğretecek.” (3/Ali İmran, 48) öte yandan nebi, kitap yanında hikmet de öğretiyor. “Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik.” (2/Bakara, 151) Ve Peygamber (s); “Hikmet mü’minin kaybolmuş malıdır; Onu nerede bulursa alır.” diyor. Şu söz de Peygamber (s) “yalnız iki kişiye gıpta edilir. Allah’ın kendisine hikmet verdiği ve bu hikmet gereğince hareket eden, bunu başkalarına da öğreten adamla Allah’ın kendisine mal verdiği ve bunu hak yolunda harcayan adam” Bu hadisler açıkça gösteriyor ki, Peygamber (s), hikmetin Kur’an ve hadis dışında da bulunabileceği ve bu nimetten nebilerden başka insanlarında nasipleneceğini kabul ve ilan etmektedir. Hikmetin bu şekilde anlaşılması Kur’an’ın evrenselliğinin bir gereğidir. Kur’an ilim ve düşünceye vatan tayin etmez. İlim ve düşünce, kategorik adı ve dış patenti ne olursa olsun, Allah’ın bir nuru ve ilhamıdır. Sahabiler başta olmak üzere İslam’ın dehalarını yetiştirdiği zamanların bütün ilim ve fikir yolcuları bunu böyle anlamışlardır. İbn-i Abbas’ın Buhari de yer alan bir hikmet tanımı şaheserdir. Diyor ki; ‘Hikmet, nübüvvet dışındaki isabetli fark edişlerin adıdır.’( Buhari: fedail) Nebini taşıdığı hikmet, sadece öğüt üretmede başarılı olan bir hikmet değil, insanı elinden tutup bir aksiyonun içine çekerek varlığın seyrine dâhil eden bir hikmettir. Nebi, hem vahyi öğretip belletir, hem de hikmeti. Nebi, vahyin sunduğu mantalite ve meleke ile ilahi kitabın paralelinde, fakat onun verileri dışında bir takım değerler de üretir ki, bunlar da genel anlamda hikmettir. “Andolsun, Allah müminlere kendi içlerinden; onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Kur’an hikmeti hayr-ı kesir (Sonsuz ve bereketli hayır) olarak anar ve hikmetten nasiplenen kimseyi överek yüceltir. “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.”(2/Bakara, 269) Vahiy nasıl bir hikmetler kümesi sergilerse, vahye çağırma, vahyin mesajına davette hikmet üzere olacaktır. “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (16/Nahl, 125) Ve nihayet Kur’an Hakim olan Allah’ın Hakim kitabıdır. “Bunlar, hikmet dolu Kitab’ın; iyilik yapanlara bir hidayet ve rahmet olarak indirilmiş ayetleridir.” (31/Lokman, 2) Allah’ın Hakim sifatı, Esmaül-Hüsna’nın bazılarına ısrarla izafe edilmiştir. Bu isimler, hikmetin ilgili olduğu birinci türden kavramları, aktiviteleri verir. Bu isimler: Alim, Aziz, Habir, Vasi (varlıkta sınırsız genişletme imkanına sahip olan), Tevvab isim-sıfatlarıdır. (Bakınız: 2/Bakara,129, 209, 220, 240, 3/Ali İmran, 18, 4/Nisa, 26,130, 6/En’am:18, 73, 83, 7/Enfal, 71, 24/Nur, 10) Allah’ın yüzden fazla yerde Hakim olarak anılışı ve ilahi vahyin, özellikle Kur’an’ın Hakim sıfatıyla nitelendirilmesi, öncelikle iki önemli prensibe dikkat çeker: 1-Kur’an’da hikmetsiz hiçbir tesbit yoktur 2-Kur’an, hikmetten nasibi olmayanlara fazla bir şey vermez. Davet’in Metodu: Hikmet Davet’in kural ve ilkelerini koyan, Kur’an-ı Kerimdir. Davet’in araç ve yöntemlerini belirleyende O’dur. Gerek Hz. Peygamber’in(s) ve gerekse kendisinden sonra bu sarsılmaz dinin davetini yapan kimselerin izleyeceği metodu tayin eden de Odur. Öyleyse Yüce Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de belirlediği davet yöntemine hep beraber bakalım: “Rabbinin yoluna, hikmet ve güzel öğütle davet et. Ve en güzel şekliyle onlarla tartış. Rabbin, elbette ki, yolundan sapanları da, hidayette olanları da en iyi bilendir. (Saldırganı) cezalandırmak istediğinizde, size uygulanan cezanın aynısıyla cezalandırın. İntikam almaktan vazgeçerseniz bu, hiç şüphesiz sabredenler için en iyisidir. Sabret ve senin sabrın, ancak Allah’ın yardımıyladır. Onlar (kafir kaldı) diye üzülme. (Tasarladıkları) elbette ki muttaki olan ve ihsandan ayrılmayan kimselerle beraberdir.” (16/Nahl:125-128) Demek ki bu ayet, Allah’ın yoluna davettir. Davetçinin şahsı veya kavmi için yapılan bir davet değildir. Davet; hikmetle, muhatapların durumu şart ve yetenekleri göz önünde tutularak yapılır. Her davet yapıldığında bu hususlar göz önünde tutulur. Maksat; üzerlerine ağırlık bindirmemektir. Ağır görevler yükleyip zora koşmamaktır. Çünkü ruhlar hazır hale gelmeden, davetin yükümlülükleri ağırlık verebilir. Daveti anlatmada izlenen yola ve gerektikçe davet yollarına çeşitlendirme görüldüğü gibi “hikmet”te geniş bir anlam zenginliği vardır. Hikmet kelimesinin “derin anlayış sahibi olma, dinin inceliklerini bilme” anlamı yönünden “fıkıh” kelimesiyle, her şeyi yerli yerine koyma anlamı yönünden “adalet” kavramıyla, anlamak bilmek manası yönüyle “ilim” kavramıyla yakın ilgisi bulunmaktadır. Hikmet; a- Faydalı, amele götüren ilim b- İlme dayalı olarak ortaya konulan Faydalı amel, c-İlim ve amelde sağlamlık ve tutarlılık Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de, Kitap ve hikmeti çoğu beraber zikretmiştir. (2/Bakara,129, 151, 3/Al-i İmran, 48, 4/Nisa:113, 5/Maide, 110) Bazı yerlerde tek başına zikretmiştir. (2/Bakara, 269, 31/Lokman,12, 38/Sad, 20) beraber zikredilen ayetlerde vahiyden ayrı bir bilgi bilinç, güç veya anlayış olduğu ortaya çıkartmaktadır. Veya Kitap’tan Peygamberin ve mü’minin elde ettiği veri, anlayış veya güç de olabilir. Tek başına zikredilen ayetlerde ise, bir çeşit Kitabın bilgisini de içine alabilecek bir ruh, bir aydınlanma, Furkan veya hayırdır. “Davet’in metodu: Hikmet” başlığından önce Hikmetle Çağrı (Davet): Davetçinin özelliği inandığı dini, diğer insanlara da sevdirmekle yükümlü olan her Müslüman, bu davet işini en iyi şekilde ancak hikmetle yapabilir. İnsanları cehalet bataklığından kurtarmak görevi ile gönderilen Allah Resulüne ve onun şahsında bütün dava eri Müslümanlara, takip etmesi gereken usul olarak şu tavsiye: “Rabbini yoluna, hikmet ve güzel öğütle davet et!” (16/Nahl, 125) İnsanları İslam’a davet ederken hikmetle, yani hakkı açıklayan, şüpheleri gideren delillerle, sağlam hüccetlerle çağırmamız emrediliyor. Çünkü, bilgisiz, hikmetsiz, kaba davetle, taassupla hareket etmenin faydası olmaz; hatta zararı olabilir. Ancak hikmet, tatlı dil, güzel üslup gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir. Konusuna da dikkat edilir. Bundan dolayı davetçi, gayret, hamiyet kahramanlığın etkisinde kalıp-gerek bu konuda, gerekse başka yerlerde hikmet çerçevesini aşamaz. Kalplere incitmeden girmenin ve duyguları zedelemeden etkilemenin yolu, güzel öğüttür. Gereksiz yere azarlayıp sertlik göstererek kalplere girilemez. Bilmezlik veya iyi niyetten ileri gelebilecek hataları açığa vurarak da başarı sağlanmaz. İncitmeyen bir nasihatin, serkeş gönülleri doğrultup, kaçkın gönüllerde ısındırdığı çok görülmüştür. Kınama azarlama ve sertlikten çok daha iyi sonuçlar verdiği görülmüştür. Ve en güzel şekliyle tartışmak… Muhalife yüklenmeden, rezil etmeden ve kötülemeden tartışmak lazımdır ki, davetçiye güven duyabilsin. Davetçinin, tartışmada galip gelmeyi amaçlamadığını anlayabilsin. Şu halde en güzeli ikna yoluyla hakka varmaktadır. İnsan nefsi, kibir ve inatla maluldür. Savunduğu bir görüşü, ancak yumuşak bir tartışmayla bırakabilir. Çünkü bozguna uğradığını hissetmemesinin yolu budur. Yoksa benlik, hemen işe karışır. Savunduğu görüşün kendi katında, hem de insanların yanında bir değer taşıdığı hissine kapılarak ondan vazgeçmeyi, heybet, saygınlık ve varlığından taviz vermekle eş tutarak tavır takınır. Bu duyarlı kibre dokunmamanın ve tartışmacıya kendisinin korunmuş, değerinin de üstün olduğunu hissettirmenin yolu, güzel tartışma yöntemidir. Sonra davetçinin asıl görevi, hakikatin kendisini ortaya koyup ona yöneltmek ve bunu Allah için yapmaktır. Çünkü maksat kendi kişiliğinin veya kişisel görüşünün zafer kazanıp karşıdakinin hezimete uğraması değildir. İşte davetçinin hamiyet ve kahramanlık duygularına kapılmaması içinde Kur’an-ı Kerim dikkat çekiyor. “Rabbin, elbette ki yolundan sapanları da hidayette olanları da en iyi bilendir.” ayetiyle dikkat çekiyor. Öyleyse tartışırken, azarlayıp kınamaya gerek yoktur. Çünkü davetçiye düşen; açıklayıp ortaya koymaktır. Bundan sonrası ise Allah’a aittir. Kur’an’ı çağrı her şeyden önce basiret üzere olmalıdır. Basiret üzere davet, hem nebinin, hem de onu izleyenlerin tavrı olmalıdır. Basiret geniş anlamıyla uzak görüşlülük, gönül gözü demek olduğuna göre Kur’an’i davetin temsilcisi açık sözlü, samimi, ileri görüşlü, kaba idraki aşmış, şekle, kaprise, acele-peşin hüküm vermeye uzak olmalıdır diyebiliriz. Basiret adamı, basar(kafa gözüyle bakan) adamdan farklı bir görüş sergileyen adamdır. O daima uzak görüşlüdür, feraset sahibidir. İki adım önünü zor gören, ayakları yere değmemiş, hayalci, saplantılı insan basiret adamı da olamaz. İslam dünya; evrensel ve zaman üstü bir mesajın davetçisi ile, kin ve çıkarlarına din kılıfı geçirmiş hizipçileri birbirinden ayıramamanın veya ayırmamanın faturasını çok ağır ve acı bir şekilde ödemektir. Ne yazık ki, mesajı, mesajcının kişiliğiyle aynileştiren büyük kitle, davetçinin bütün olumsuzluklarını mesajın kaynağına fatura etmekte ve bu da insanlığa büyük kayıplar verdirmektedir. Bu yüzden, bu husus Mümtahine 5.ayette söyle dile gelir: “Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için deneme konusu kılma bizi bağışla!” Hak dinin temsilcileri, yüce bir davanın elemanları olmalarına rağmen, içinde bulundukları makama yakışmayacak bir şekilde, ahlaki vasıf ve faziletlerden mahrum olurlarsa ve cahiliye toplumunda yaygın olduğu gibi, diğer insanların düştükleri ahlaki zaaflara düşerler ve böylece yanlış temsil etme, kötü örnek olmaları yüzünden kafirlere fırsat verilmiş olacak ve onlar “bu kimselerin ve özellikleri var ki bizden daha şerefli kabul edilsinler ve biz onların inancını dinini kabul edelim” diyebileceklerdir. Davetçi, mesajı hassasiyetle temsil edendir. Muhataplar nezdinde davetin reddedilmesi; asla davetçinin kişisel zaaflarından, kaba, sert ve soğuk muamelesinden, gereksiz, yanlış ve zamansız üslubundan kaynaklı değil davetin konusundan kaynaklı olmalıdır. Tıpkı nebileri reddedenlerin, red sebebinin nebilerin muhteşem ve örnek kimliklerinden değil de getirdiği, hayata müdahale eden dinden dolayı olması gibi . Davetçi,Hud:112’de buyrulduğu gibi; “O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” ayetinin gereğince Rabbinin yolunda, vahyin istikametinde dosdoğru olmak durumundadır. Davetçiye düşen, mesajı güzel bir temsille, açık bir şekilde ortaya koymak, Yunus süresi 108. Ayette de belirtildiği gibi muhatabını zorlamadan, kendi tercihiyle baş başa bırakmaktır. “Deki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak üzerinize vekil değilim.(Sadece tebliğ etmekle emrolundum)” Hac suresi 67. Ayet davetin önemli bir boyutunu daha belirlemektedir. Antitez olmaktan kaçınmak, karanlığa saldırarak çekişmek yerine tezi ortaya koyma yani ışığı yaymak esastır. İfade şöyledir: “Bu işte seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine davet ediver.” Kur’an, nur ve güzeli esas, karanlık ve çirkini yapay ve iğreti gördüğünden, davetçisini, karanlığa bıçak çekmekle uğraşmak yerine, nuru yaymakla görevlendirir. Bilir ki, Karanlığı bizatihi vücudu yoktur; O nurun sönmesi halinde boy gösterir. Nur’un belirmesi onun yok olması için yeterlidir. “Yine deki: Hak geldi, batıl yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur.” (17/İsra, 81)