T.C. ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

advertisement
I
T.C.
ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
Burhan ATSIZ
MODERN DÖNEMDE KUR’AN’A YAKLAŞIMLAR
BAĞLAMINDA EDEBİ TEFSİR METODU VE EMİN EL-HULİ
DOKTORA TEZİ
TEZ YÖNETİCİSİ
Prof. Dr. Orhan ATALAY
ERZURUM 2008
I
TEZ KABUL TUTANAĞI
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu çalışma, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalının Tefsir Bilim Dalında
jürimiz tarafından Doktora tezi olarak kabul edilmiştir.
Prof.Dr. Orhan ATALAY
Danışman/Jüri Üyesi
Prof.Dr. Necati KARA
Prof.Dr. Lütfullah CEBECİ
Jüri Üyesi
Jüri Üyesi
Doç.Dr. Mustafa AĞIRMAN
Doç.Dr. Şehmus DEMİR
Jüri Üyesi
Jüri Üyesi
Yukarıdaki imzalar adı geçen öğretim üyelerine aittir. 04 / 07 / 2008
Prof.Dr. Vahdettin BAŞCI
Enstitü Müdürü
İÇİNDEKİLER
ÖZET………………………………………………………………………...
V
ABSTRACT………………………………………………………………....
VI
KISALTMALAR……………………………………………………...........
VII
ÖNSÖZ………………………………………………………………………
1
GİRİŞ………………………………………………………………...............
4
BİRİNCİ BÖLÜM
1.
BATI DÜNYASINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞİM VE BUNUN
İSLAM DÜŞÜNCE ALANINDAKİ ETKİLERİ............................................
14
1.1.Batı Dünyasında Düşünce Alanında Meydana Gelen Gelişmeler; Reformasyon Hareketleri ve Sonuçları…………………………………………… 14
1.2. 18. Yüzyılda İslam Dünyasının Genel Görünümü………………….
19
1.3.Müslümanların Batıdaki Gelişmelere Ayak Uydurma Gayretleri ve
Sonuçları…………………………………………..……………………………
20
1.4.Bilim ve Akıl Işığında Kur’an’ın Yeniden Yorumlanması Çabaları....
21
İKİNCİ BÖLÜM
2.
ÇAĞIMIZDA
ORTAYA
ÇIKAN
TEFSİR
EKOLLERİ
VE
TEMSİLCİLERİ, BU EKOLLERE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER……… 23
2.1. Muhammed Abduh ve ekolü………………………………………… 23
2.2.Taha Hüseyin (1889-1973) ve görüşleri ……………………………… 30
2.2.1.Taha Hüseyin’in Hayatı………………………………………
32
2.2.2. Taha Hüseyin’in cahili Arap şiiri ve Kur’an kıssaları ile ilgili
görüşleri……………………………………………………………………..…
34
2.3. Bilimsel Tefsir Ekolü (Ahmet Han-1817-1898)…………………….
37
2.3.1. Ahmet Han’ın hayatı………………………………………..
38
2.3.2. Ahmet Han’ın fikirleri ………………….…………………..
39
2.3.3. Abduh ve Ahmet Han’ın karşılaştırılması…………………..
44
2.4. Seyyid Kutub ve Tefsir Ekolü……………………………………….
46
2.4.1. Seyyid Kutub’un hayatı……………………………………...
47
II
2.4.2. Kur’an ile ilgili eserlerinde aşamalar………………………
49
2.4.2.1. Birinci aşama…………………………………………
49
2.4.2.2. İkinci aşama………………………………………….
50
2.4.2.3. Üçüncü aşama…………………………………………
51
2.4.3. Seyyid Kutub’a göre tefsirde amaç ve metod.………………
51
2.4.4. Seyyid Kutub’a yöneltilen eleştiriler………………………..
54
2.5. Tasavvufi/İş’ari Tefsir Ekolü……………………………………….
56
2.5.1. Tasavvufi/İş’ari Tefsir Ekolü’nün Dayandığı Deliller………
59
2.5.1.1. Kur’an’dan delilleri……………………………………
59
2.5.1.2. Sünnetten delilleri……………………………………..
59
2.5.1.3. Sahabeden gelen rivayetler…………………………….
59
2.5.2. İşarî Sufî Tefsire örnekler …………………………………… 62
2.5.3. Ekole yöneltilen eleştiriler…………………………………… 65
2.5.3.1. Ebu’l-Hasan el-Vahidi’nin görüşü…………………….
66
2.5.3.2. Şatıbi’nin görüşü………………………………………
66
2.5.3.3. Zerkeşi’nin görüşü……………………………………..
67
2.5.3.4. Sadık er-Rafii’nin görüşü……………………………...
67
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3.
KUR’AN-I KERİM’İN EDEBİ TEFSİR METODU İLE TEFSİR
EDİLMESİ……………………………………………………………………… 70
3.1. Edebi Tefsir Ekolü…………………………………………………… 70
3.2. Edebi Tefsir’in Tarihi Seyri………………………………………….. 75
3.3. Emin el-Huli’nin Hayatı……………………………………………… 81
3.3.1. Emin el-Huli’nin eserleri…………………………………….. 83
3.3.1.1. Dil ve edebiyat sahasında vücuda getirdiği eserler…….. 83
3.3.1.2. Din sahasında vücuda getirdiği eserler………………… 84
3.3.1.3. Tarih sahasında vücuda getirdiği eserler……………….. 84
3.3.1.4. Eğitim sahasında vücuda getirdiği eserler……………… 84
3.4. Mısır’da Gelişen Çağdaş Tefsir Akımları İçinde ‘dil-bilim’ Ağırlıklı Tefsir
Akımı ve Konulu Tefsir Metodu……………………………………………….. 87
3.4.1. el-İtticahu’l-Hedai……………………………………………. 87
III
3.4.2. Tabii bilimler ağırlıklı tefsir akımı………………………….
88
3.4.3. Dil-bilim ağırlıklı tefsir akımı………………………………
90
3.5. Emin el-Huli’nin Tefsir Metodu…………………………………….
92
3.5.1. Emin el-Huli’ye göre tefsir’in tanımları…………………….
92
3.5.2. Emin el-Huli’ye göre edebiyat tarihinin dönemleri………….
93
3.5.3. Emin el-Huli’ye göre edebi kitapların bazıları………………. 96
3.5.4. Huli’ye göre tefsir ve te’vil kelimelerinin birbirleriyle olan
ilişkisi…………………………………………………………………………..
99
3.5.5. Tefsir ilminin doğuşu………………………………………..
99
3.5.6. Tefsir ilminin tarihi seyri…………………………………….
104
3.5.7. Huli’ye göre tefsir ekolleri…………………………………..
106
3.5.7.1. Huli’ye göre İlmi Tefsir Ekolü ve eleştirisi……………
107
3.5.7.2. İlmi Tefsir’in reddi…………………………………….
109
3.6. Emin el-Huli’ye göre tefsir akımları…………………………………
113
3.7. Emin el-Huli’ye göre tefsirde takip edilen usul……………………..
115
3.8. Emin el-Huli’ye göre bu gün tefsir nasıl yapılmalıdır?......................
116
3.9. Emin el-Huli’ye göre Edebi Metot………………………………….
121
3.9.1. Birinci aşama………………………………………………..
122
3.9.2. İkinci aşama………………………………………………….
123
3.9.3. Üçüncü aşama……………………………………………….
123
3.9.4. Dördüncü aşama…………………………………………….
125
3.10. Emin el-Huli’ye Göre Kur’an Tefsiri ile İlgili Diğer Bilimler ve Bunların
Değerlendirilmesi……………………………………………………………….
126
3.10.1. Kur’an’ın psikolojik i’cazına kısa bir bakış………………… 126
3.10.2. Kur’an’ın psikolojik yorumu………………………………... 127
3.10.2.1. Kur’an’ın psikolojik yorumuna örnekler……………… 129
3.10.3. Kur’an’ın psikolojik i’cazı………………………………….. 131
3.10.4. Psikolojik tefsir……………………………………………... 132
3.10.5. Tefsir ve Sosyoloji ilmi……………………………………..
134
3.11. Sanatsal Anlama Zevkinin Kur’an’ı Anlamadaki Rolü…………….. 137
3.12. Kur’an Tefsiri ile Belağat Arasındaki İlgi………………………….
138
3.13. Emin el-Huli’ye Göre Tefsir Aşamaları……………………………. 145
IV
3.13.1. Kur’an etrafında yapılan araştırma…………………………. 145
3.13.2. Kur’an içinde yapılan araştırma…………………………….. 145
3.14. Konulu Tefsir Metodu……………………………………………… 148
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4.KUR’AN KISSALARI…………………………………………………..……. 153
4.1.Kıssa Kelimesinin Anlamları……………………….…………………. 154
4.2.Kur’an Kıssaları ile İlgili Çalışmalar ve Mahiyeti……………………. 155
4.3.Kur’an
Kıssaları
Konusunda
Muhammed
Halefullah’a
Yöneltilen
Eleştiriler………………………………………………………………………..
160
SONUÇ…………………………………………………………………………
161
BİBLİYOGRAFYA………………………………………………………..……. 164
ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………….….. 173
V
ÖZET
DOKTORA TEZİ
MODERN DÖNEMDE KUR’AN’A YAKLAŞIMLAR BAĞLAMINDA EDEBİ
TEFSİR METODU VE EMİN EL-HULİ
Burhan ATSIZ
Danışman : Prof.Dr. Orhan ATALAY
2008 - Sayfa: IX + 173
Jüri : Prof.Dr. Orhan ATALAY
Prof.Dr. Lütfullah CEBECİ
Prof.Dr. Necati KARA
Doç.Dr. Mustafa AĞIRMAN
Doç.Dr. Şehmus DEMİR
Bu tezin amacı, çağımızda meydana getirilen tefsir akımlarını, bunların
arasında önemli bir yere sahip olan Edebi Tefsir Metodunu ve çağımızdaki temsilcisi
sayılan Emin el-Huli’yi tanıtmaktır. Bu tez, giriş ve dört bölümden oluşmaktadır.
Giriş bölümünde tefsir ve tarihi gelişimi kısaca ele alınmıştır.
Birinci Bölüm’de Batı Dünyasında özellikle 17. yüzyıldan itibaren, düşünce
ve diğer alanlarda meydana gelen gelişmeler ve bunun İslam düşüncesine etkileri ele
alınmıştır.
İkinci Bölüm’de çağımızda meydana getirilen tefsir akımları ve bunların
temsilcileri incelenmiştir.
Üçüncü bölümde Edebi tefsir metodu ve temsilcisi Emin el-Huli tanıtılmıştır.
Dördüncü ve son bölümde ise, Edebi Tefsir Metodunun bir uygulama örneği
olarak Kur’an’daki kıssalar, bu konuyla ilgili görüşler ve bu görüşlere yöneltilen
eleştiriler ele alınmıştır
Anahtar Kelimeler: Kur’an, Tefsir, Muhammed Abduh, Edebi Tefsir
Metodu, Emin el-Huli.
VI
ABSTRACT
Ph.D. THESIS
THE LITERARY INTERPRETATION METHOD AND EMİN EL-HULİ IN
THE CONTEXT OF APPROACHES TOWARDS QURAN IN MODERN
PERIODS
Burhan ATSIZ
Supervısor :
Prof.Dr. Orhan ATALAY
2008-Page: IX + 173
Jury:
Prof.Dr. Orhan ATALAY
Prof.Dr. Lütfullah CEBECİ
Prof.Dr. Necati KARA
Assoc.Prof.Dr. Mustafa AĞIRMAN
Assoc.Prof.Dr. Şehmus DEMİR
The aim of this dissertation is to introduce the interpretation ecoles carried
out in this age along with Literary Interpretation Method and Emin el-Khuli,
contemporary representative of this method. This study consists of an introduction
and four parts.
The Introductory part deals with interpretation and its historical advancement.
In the First Part, the ideological and other developments took place in
particularly in 17th century and their impact on Islamic thought has been studied.
In the Second Part, the interpration ecoles and their interpretations have been
studied.
In the third Part The Literary Interpretation Method and its representative
Emin el- Khuli has been introduced.
The Fourth and last Part deals with the Kıssa's in the Quran, the opinions and
criticisms regarding the subject.
Key Words: Quran, Interpretation, Muhammed Abduh, The Literary
Interpretation Method, Emin el-Khuli.
VII
KISALTMALAR
a.mlf.
: Adı geçen müellif
AÜİF
: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
a.y.
: Aynı yer
bk.
: Bakınız
çev.
: Çeviren
der.
: Derleyen
DİA
: Diyanet İslam Ansiklopedisi
ed.
: Editör
haz.
: Hazırlayan
krş.
: Karşılaştırınız
mad.
: Madde
nşr.
: Neşreden
TDK
: Türk Dil Kurumu
TDVA
: Türk Diyanet Vakfı Ansiklopedisi
thk.
: Tahkik eden
ts.
: Tarihsiz
ö.
: Ölüm tarihi
Ü.
: Üniversite
ÜİFD.
: Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
vd.
: ve devamı
Vol.
: Volume
Yay.
: Yayınları
ys.
:Yersiz
-1ÖNSÖZ
Nuzulünden
çağımıza
kadar,
Kur’an-ı
Kerim’i
anlama
noktasında
müslümanların ciddi uğraşıları olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Özellikle
çağımızda bu bilinç daha farklı boyutlara ulaşmıştır. Bunun en önemli sebeplerinden
biri, modern çağda, insanlığın kat etmiş olduğu teknolojik gelişmeye paralel olarak
sosyal ve ekonomik hayatta meydana gelen baş döndürücü değişim ve gelişmelerdir.
Bu değişim ve gelişmeler, müslümanlarda, klasik anlamda süregelen dindarlığın
boyutlarını
tekrar
gözden
geçirme,
onu
yeniden
şekillendirme
ihtiyacını
doğurmuştur. Belki de kaçınılmaz olan bu durum, müslümanın, Allahu Teala’nın
mukaddes kitabında belirttiği; insanın evrenle ilişkileri, insanın insanla ve diğer
eşyayla ilişkileri ile ilgili hükümlerin nasıl olması gerektiğini yeniden sorgulaması
şeklinde kendini göstermiştir. Diğer bir önemli ve asıl olan husus da Kur’an’ı
anlamaya çalışırken uygulanacak metodun nasıl olması gerektiği ile ilgilidir.
Bu çağda yaşamakta olan müslüman birey, Kur’an’ı yeniden anlamaya ve
yorumlamaya çalışırken hiç şüphesiz doğal olarak, modern çağın getirdiği büyük
değişmeyi göz ardı edemedi. Nitekim yeni yorumlara ulaşırken özellikle Batıda,
Hristiyan aleminin, kutsal saydığı Kitab-ı Mukaddesi anlamada geliştirdikleri
yöntemleri kullanma ihtiyacı hissetti. Zira elimizde mevcut olan Tevrat ve İncil’in
pek çok problem ihtiva ettiği gerçeği yadsınamaz bir durumdur. Batılıların İncil’i
anlama noktasında kullandıkları bu metodların Kur’an-ı Kerim’i anlama ve onu
yorumlama noktasında ne ölçüde yeterli ve amaca uygun olduğu, müslümanların
çözümlemesi gereken ayrı bir sorun olarak karşılarında durmaktadır. Bu alimlerin
yaklaşımlarını yenilikçi ve klasik düşünce taraftarları diye ayırmamız mümkündür.
Kur’an’ın anlaşılması ve çözümlenmesinin O’nun ilahi kaynağıyla uyum arz eden
ilahi bir yönteme ihtiyaç duyulmaktadır. Buna göre Kur’an mesajı, sosyal ve tarihsel
olan alıcıya kolayca anlayacağı bir dille sunulmuş olduğuna göre, anlaşılması ve
çözümlenmesi için beşere ait yöntemlerin dışında bir yöntemden söz etmek olası
değildir. Kur’an’ı anlama ve tahlil etme noktasında eskileri anlamanın yanı sıra
çağdaş araştırmaların da ortaya koyduğu dilbilim, yorumbilim ve gösterge bilimden
de yararlanılması gerekir. Bunun, Kur’an’ın kudsiyetine halel getireceğini düşünmek,
eğer niyetler halis ise, iman zaafiyetinin ve öz güvenin eksik olduğunu gösterir.
-2Kur’an edebi bir üslup ve dile dayanan dini bir metindir. Modern dönemde O’nu
anlamaya katkıda bulunanları genel bir kanata göre, şöyle sıralamak mümkündür:
1.
Muhammed Abduh: Bu bilimleri ihya eden;
2.
Taha Hüseyin: Geliştiren
3.
Emin el-Huli:Yöntemini belirleyen
4.
Muhammed Ahmed Halefullah:Uygulama imkanı bulan.
5.
Muhammed Kutup ve Seyyid Kutup: Edebi incelenmesine katkıda
bulunmuşlardır1.
Dikkat edildiğinde göze çarpan bir husus, yukarıda saydığımız ve yenilikçiler
olarak addettiğimiz bu İslam alimleri, daha çok Kur’an-ı Kerim’in edebi yönüne
vurgu yapmışlardır.
Edebi tefsir ekolünü ele aldığımız bu tezimizde, ayrıca günümüzde İslam
alimlerinin Kur’an-ı Kerim’in edebi anlamda yorumlanmasına dair ortaya koydukları
çalışmaları ele almaya çalışacağız.
Modern dönemde Kur’an yorumunun, daha net olarak ortaya konmamış bazı
temeller üzerinde yapılmakta olduğunu ifade etmek mümkündür. Zira birbirine
tamamen zıt ve temelde birleşebilmesi imkan dışı görünen yorum ve yaklaşımların
olduğu görülmektedir. Bu durum, açık görüşlülük, çok seslilik ve yorum zenginliği
adına iyi bir gelişme olarak kabul edilebilir. Ancak sahih İslamın temel değerlerini
sarsmaya kadar varan düşüncelerin Kur’an yorumu adına savunulmasının bir takım
tehlikeler barındırma ihtimalinin bulunduğunu ve bu endişenin daha ciddi
problemleri gündeme getirebileceğini de göz ardı etmemek gerekmektedir. Bu
nedenle, yapılan yorumlamaların doğru veya yanlışlığı üzerinde durmadan önce, bu
tür yaklaşımların ortaya çıkış nedenini ve dayandığı altyapıyı irdelemek, sonrasında
ise yorumların içeriklerini değerlendirmek, bunu yaparken de tamamen önyargısız
davranmak, daha doğru sonuçlara ulaşılmasını sağlayacaktır.
Batının, son birkaç yüzyıldır İslam dünyasını ciddi anlamda etkisi altında
bulundurduğu bir gerçektir. Bu süreç içerisinde genel itibariyle Batı, etken, İslam
dünyası ise edilgen konumda olmuştur. Ancak önemle üzerinde durulması gereken
husus, bu etkinin boyutunun ne ölçüde ve özellikle hangi alanlarda belirgin bir tarzda
kendini hissettirdiğidir.
1
Ebu Zeyd, Nasr Hamid, İlahi Hitabın Tabiatı, Kitabiyat, Ankara 2006, s. 21 vd.
-3Çalışmamızda, konunun Kur’an yorumu ile ilgili boyutunu ele alacağımızdan,
Batıda yaygın bir kullanım alanı bulunan düşünce ve yaklaşımların Kur’an
yorum(cu)larına ne ölçüde etki ettiğini, başka bir ifadeyle, Batıyla münasebetin
‘Kur’an’ın yeniden yorumlanması’ düşüncesine yansımalarını bilimsel bir yaklaşımla
ortaya koymaya çalışacağız.
Konunun çok geniş bir zaman dilimini içermesi ve etkinin değişik
coğrafyalarda
farklı
tarzlarda
ortaya
çıkması
nedeniyle,
çalışma
alanını
sınırlandırmanın, başka bir ifadeyle, belirli konu ve şahıslarla sınırlı tutmanın uygun
olacağı kanaatiyle; Giriş kısmında kısaca Kur’an ve tefsir çalışmaları hakkında bilgi
vereceğiz. Kur’an-ı Kerim’in tanımı, muhtevası ve üslûbu üzerinde duracak, kısaca
Rivayet ve Dirayet tefsirlerinin tanımını verdikten sonra 1. bölümde, Onsekizinci
yüzyıl ve sonrasında İslam dünyasının konumunu belirlemeye çalışacağız. 2.
bölümde, çağımızda Batı dünyasında meydana gelen gelişmelere paralel olarak
Kur’an yorumunda kullanılan yeni yöntemleri, temsilcilerini ve bu yöntemlerin iz
düşümlerini ele alacağız. 3. bölümde, Edebi Tefsir ekolünü ve temsilcisi Emin elHuli’yi tanıtmaya çalışacağız. 4. Bölümde ise, edebi yorum örneği olarak Kur’an-ı
Kerim’de mevcut kıssaların mahiyeti, Kur’an’da bulunmalarının hikmeti ve Kur’an
kıssalarıyla ilgili görüşleri ve bu görüşlere karşı çıkanların görüşlerini ele almaya
çalışacağız.
Çalışmalarımda başından sonuna kadar maddi, manevi yardım ve desteklerini
esirgemeyen, başta değerli tez hocam Prof Dr. Orhan ATALAY’a; Prof. Dr.
Lütfullah CEBECİ’ye, Prof. Dr. Sadık KILIÇ’a , Prof. Dr. Ali EROĞLU ve Doç.Dr.
Şehmus DEMİR’e, ayrıca Tefsir Anabilim Kürsüsü’nde bulunan diğer hoca ve
arkadaşlarıma teşekkürlerimi bir borç bilirim.
Erzurum 2008
Burhan ATSIZ
-4GİRİŞ
I- Kur’an-ı Kerim’in Tanımı: Kur’an-ı Kerim’i tanımlamak gerekirse,
şüphesiz O’nu indiren zat-ı zul celal hazretleri olan yüce Allah’ın tanımıyla
tanımlarsak en doğrusunu yapmış oluruz. Kur’an, kendini şöyle tanımlamaktadır:
-“Kendisinde şüphe olmayan bu kitabın indirilişi alemlerin Rabbi
tarafındandır.” (Secde,32/2)
-“Yoksa onlar:’Bunu uydurdu’ mu diyorlar? Hayır; O, Rabbinden olan
bir haktır; senden önce kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelmemiş olan bir
kavmi uyarıp korkutman için (onu sana indirdik. Umulur ki hidayet bulurlar.”
(Secde,32/3)
-“Batıl, ona (Kur’an) önünden de ardından da gelemez. Hüküm ve hikmet
sahibi, çok övülen (Allah’tan) indirilmedir.” (Fussilet,41/42)
-“Elif,Lam,Ra.
Bu
bir
kitaptır
ki,
Rabbinin
izniyle
insanları
karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için onu
sana indirdik.” (İbrahim,14/1)
-“Gerçekten o (Kur’an) alemlerin Rabbinin indirmesidir.” (Şuara,26/192)
-“Bu Kur’an, Allah’tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş
değildir. Ancak o, önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak
açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir.” (Yunus, 10/37)
-“De ki: ‘Onu, göklerde ve yerde gizli olanı bilmekte olan (Allah)
indirmiştir. Kuşkusuz O, çok bağışlayandır, çok esirgeyenin indirmesidir.”
(Yasin,36/5)
-“(Bu) kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan, hüküm ve hikmet sahibi
bulunan Allah (katın) dandır. Zümer,39/1)
-“O, bir şairin sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz? Bir kahinin de
sözü değildir. Ne kadar az öğüt alıp düşünüyorsunuz? Alemlerin Rabbinden bir
indirilmedir.” (Hakka,69/41-43)
Kur’an’ın yaptığı bu tanımlardan yola çıkarak kısaca O’nun şu özelliklerini
çıkarmamız mümkündür:
Kur’an, Allah kelamıdır, Arapça bir kitaptır, sözlerin en güzeli, şifa, hidayet ve
rahmettir. O, insanları doğruya götürür. Benzeri yazılamaz, insanlığa bir öğüt ve
-5uyarıcıdır. Anlaşılamaz ve karışık değildir. Tevatür yoluyla nakledilmiştir ve
Allah’ın koruması altındadır. Bir nurdur, inananlar için bir müjdedir. Temel başvuru
kaynağıdır. Allah’ın yasaklarını içerir. Uzun uzadıya açıklanmıştır.2
O’nu en mükemmel şekliyle yaşayan ve Hz. Aişe’nin de belirttiği gibi adeta
‘yürüyen bir Kur’an’ olan peygamber efendimiz (s.a.v)
Kur’an’ı şöyle
tanımlamaktadır: “Sizden önceki ve sonraki nesillerin haberi, aranızdaki
meselelerin çözümü O’ndadır. O hak ile batılı ayırt eden kesin bir doğrudur.
Mizah değildir. Kim bir zorbadan korkarak O’nu terk ederse Allah ona öldürücü
bir darbe indirir. Kim O’ndan başka yol gösterici ararsa Allah teala onu saptırır.
O, Cenab-ı Hakk’ın sağlam ipidir. O, zikr-i hakim, sırat-ı mustakimdir. İstekler
O’nunla masrufunda kalır. Diller O’nunla rekaketten kurtulur. Alimler O’ndan
usanmaz. Çokça tekrarı yeniliğine halel getirmez. İnsanı hayrete düşüren yönleri
bitip tükenmez. O, öyle bir kitaptır ki cinler O’nu işittiklerinde şöyle demekten
kendilerini alıkoyamadılar: ‘Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir
Kur’an dinledik de O’na inandık (77 Cin,1-2) Kim O’nunla amel ederse
mükafatlandırılır. Kim O’nunla hükmederse adil olur. Kim O’na çağırırsa doğru
yola ulaştırılmış kabul edilir.”3
Usul kitaplarında ise, Kur’an-ı Kerim şöyle tarif edilir: İlahi, daima okunduğu
veya ayetleri, sureleri, birçok emirleri, nehiyleri, va’d ve vaidleri ve bir nice ilimleri,
hakikatleri sinesinde topladığı için Kur’an ünvanını almıştır4. Kur’an, Allah
Teala’nın genel, ebedi ve dinlerin sonuncusu olan bir dinle peygamberlerinin
sonuncusu olarak gönderdiği Hz. Muhammed’e (s.a.v) vahyettiği ve böylece
kitapların sonuncusu kıldığı kerim bir kitaptır. O, yaratıkların ıslahı için yaratanın
anayasası, yerin hidayeti için semanın kanunudur. Kur’an peygamberin hücceti ve en
büyük mucizesidir. O, dünyanın ağzında onun peygamberliğine şahid, Nebiliğine
nâtık, doğruluk ve eminliğine delil olarak ayakta durmaktadır. Kur’an, dinin en
yüksek
2
sığınağıdır.
İslam
dini
inançlarında,
ibadetlerinde
hikmetlerinde,
Cavit, Yalçın, Kur’an Bilgisi, s.84-94 Vural yay. İst. 1993; Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir
Problemleri, s.13-21, Esra Yay. Konya, 1997; Mennau’l-Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut
1948, s. 20 vd.
3
Tirmizi, Sünen, 46/Kitabu’l-Fedaili’l-Kur’an, 14, (IV,414, H.no:2915).
4
Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, (Tabakatu’l-Müfessirin), s.9, Bilmen Basımevi,
1973.;Mennau’l-Kattan, a.g.e., s. 16 vd.
-6hükümlerinde, edeblerinde, ahlakında, kıssalarında öğütlerinde, ilimlerinde ve bütün
maarifinde ona dayanır. Bu tanımları şöyle özetlemek mümkündür:
a) Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla indirilmiş, Mushaflarda yazılmış, tevatür ile
nakledilmiş, tilavetiyle taebbud olunan mu’ciz kelamdır.
b) el-Fatiha Suresi’nden en-Nas suresi’nin sonuna kadar Hz. Muhammed’e
indirilmiş, kendine has özellikleri ihtiva eden mümtaz lafızlardır.
c)Hz peygamber’e gelen vahiyleri ihtiva eden mukaddes bir kitaptır5.
II-Kur’an-ı Kerim’in Üslubu: Klasik tefsir alimleri bu hususu önemseyerek
müstakil olarak ele almışlardır. Bu hususta pek çok kitap telif edilmiştir. “ Yirmi
küsur yılda Hz. Peygamber’e Cebrail vasıtasıyla, ilahi vahyin ürünü olarak gelen
Kur’an-ı Kerim, çok kısa denecek bir zamanda, nazmında, surelerinde, ayetlerinde,
kıssalarında va’z ve telkinatlarında, emsallerinde, hitaplarında ve hüccetlerindeki
uslubu sayesinde, insanlığı, dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmış ve onlara
iki alemin saadet yollarını göstermişti. Bu kısa müddet içerisinde, hurafe ve
putperestliği kökünden yıkmış ve onu benimseyenler insanlık için birer numune-i
imtisal olmuşlardı. Hurafeler işleyen insanları ıslah edip düzene koyması, onun
üslubunun mükemmeliyetinden değil de nedir?
Kur’an’ın uslub özelliği, insanların telif ettiği eserlerin üslubuna benzemediği
gibi, diğer munzel kitaplarınki ile de aynı değildir. Onun ve ona ait ilimleri
anlamakla mümkün olur. Kur’an diğer munzel (Allah tarafından indirilmiş) kitaplara
nazaran daha geniş bir yol ile gelmiş, muhataplarını iyice tatmin etmek ve kendini
onlara kabul ettirmek için, kolaylıklar bahşederek, ceste ceste nazil olmuştu (17 İsra
106/25 Furkan, 32). Gerçekten, Kur’an öncesi (cahiliye çağı) Arapçası hakkında
bilgilerimizin azlığı, Kur’an Arapçasının mu’cizeli üslubu hakkında salahiyetle
hüküm yürütmemize engel ise de, Kur’an insan oğlundan, yardımcılarını da
çağırmak suretiyle, en küçük suresine benzer bir sure meydana getirmesini istemiştir.
(…) Şüphe yok ki Kur’an gönüllere hoş gelen bir üslubla nazil olmuş, bu üslub
sayesinde dost ve düşmanı onu dinlemekten kendilerini alıkoyamamışlardır.”6
Bu bilgiler ışığında şu sonuca varmamız mümkündür: Kur’an indirilişi,
muhtevası ve üslubu yönünden mu’cizedir. Hiçbir beşer onun mislini getiremediği
5
6
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, T.D.V.Y. Ankara 1997, s.34
Cerrahoğlu, İsmail, a.g.e., s. 159,160.
-7gibi, onun en ufak bir kısmını dahi taklit edecek yeterliğe sahip değildir. Bazı İslam
uleması, Kur’an’ın mu’cizeliğinin onun üslubunda olduğunu kabul etmektedir7 .
Her çağda ve dönemde, bir düşünceyi anlama hususunda, ona muhatap kitleler
tarafından bazı zorluklar olmuştur. Hele o söylenen sözlerin üzerinden belli bir
zaman dilimi geçmişse bu durum daha da gerekli bir hal alır. Anlama ameliyesi
bazen başarısızlıklarla sonuçlanabilir. Örneğin kadim Yunan öğretisini, Orta Çağ
boyunca Hristiyan alemi tam olarak kavrayamamıştı. Hem de onlar o geleneğin bir
uzantısı olduğu halde. Onlar, bu döneme ait kültürün ürünlerini Müslüman alimlerin,
tercümeler yoluyla elde ettikleri metinler üzerinden şerhlerinden okuyup anlamaya
çalışmışlardı. “(…) Ortaçağ Hristiyanlığı, özellikle Skolastik devirde, mesela
Aristo’yu daha ziyade sadece sınırlı anlamda bir mantıkçı olarak tanıyordu; çünkü o
devirlerde Batı’da ilim ve araştırmayı inhisarına almış olan kilise, dini akidelere ters
düştüğü gerekçesiyle Aristo’nun başta Metafizik ve Fizik olmak üzere diğer
kitaplarının tanınmasına ve okutulmasına müsaade etmiyordu. Batı, gerçek Aristo’yu
eserlerinden Arapçaya yapılan tercümeleri ve Müslüman filozofların Aristo üzerine
yaptıkları çalışmaları Latince ve diğer yerel dillere çevirmeye başladıkları X.
Yüzyıldan itibaren ancak tanımaya başlamışlardır.”8
Pek çok mu’cizevi yönü taşıyan Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması için
Müslümanların göstermiş oldukları gayretleri gösteren pek çok delil vardır. Üstelik
Peygamber efendimiz de zaman zaman sahabeye bu konuda telkinlerde bulunmuş,
onları kendisinden dinlediklerini diğer sahabeye de anlatması hususunda teşvik
etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması hususunda İslamiyetin ilk dönemlerinden
günümüze kadar çeşitli metodlar dahilinde tefsir çalışmaları vücuda getirilmiştir.
Burada bu çalışmalardan kısaca bahsetmekte fayda görüyoruz.
III-Tefsir ve Çeşitleri:
Tefsir kelimesinin kökeni hakkında uzun uzadıya bilgi
vermeden tanımı üzerinde kısaca durduktan sonra çeşitleri hakkında malumat vermek
daha uygun olacaktır.
‘Tefsir’ kelimesi, usul kitaplarında kısaca söyle tanımlanmaktadır: “Vazıh
kılmak, açmak ve bir şeyi, aslının lafzından daha suhuletli ve daha kolay bir lafızla
ifade etmektir.” Istılah olarak: “Tefsir, içinde Kur’an’ın lafızlarının nutuk ve
7
8
A.g.e., s. 163. Ayrıca bk. Rafii, M. Sadık, İ’cazu’l-Kur’an, Kahire 1956, s.195
Bayraktar, Mehmet, İslam Felsefesi’ne Giriş, s.1, T.D.V.Y., Ank.,1997.
-8keyfiyyetinden, medlullerinden, ifradi ve terkibi hükümlerinden ve terkibi
ma’nalarından bahsolunan bir ilimdir.”9
Tefsir çeşitli yönlerden ve müfessirlerin içinde bulundukları durum ve davranış
şekillerine göre değişik kısımlarda ele alınmıştır. İbn-i Abbas (r.a)’a dayandırılan bir
habere göre o tefsiri dört kısma ayırmıştır:
1-Kimsenin bilmekte müstağni olmadığı tefsir,
2- Arap dilini bilmekle mümkün olan tefsir,
3- İlimde derinleşen (rusuh)lerin bilebileceği tefsir ve son olarak da
4- Allah’tan başkasının bilmesine imkan olmayan tefsirlerdir 10.
İslam Alimleri genel olarak tefsiri iki kısımda ele almışlardır: A- Rivayet
Tefsiri B- Dirayet Tefsiri.
Bunları kısaca ele alırsak:
A-Rivayet Tefsiri: Buna me’sur yani nakli tefsir de denir. Seleften aktarılan
eserlere dayanan tefsirdir. Diğer bir deyimle, rivayet tefsiri, bazı ayetleri beyan ve
tafsil etmek için, bizzat Kur’an’daki başka ayetlerle, Hz. Peygamberin, sahabenin
sözleriyle açıklanışı şekline denir. 11 Bu tefsir çeşidinin başlangıcı peygamber
efendimize kadar dayanır. Başlangıçta rivayetler yoluyla başlamıştır. Hz.
Peygamberden sahabeye, onlardan da tabiilere aktarılmıştır. Artık rivayetlerin bir
araya getirildiği tedvin dönemi başladıktan sonra bu rivayetler eserlerde toplanmaya
başlamış ve bunlar da ilk Rivayet Tefsiri örneklerini oluşturmuşlardır. Ali b. Ebi
Talha, Ebi Ravk ve İbn Cureyc tefsirleri gibi. 12
B-Dirayet Tefsiri: Buna Re’y ve ma’kul tefsir de denilir. Rivayetlere munhasır
kalmayıp, dil edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir 13. Bu
tefsir çeşidi, özellikle İslamın sınırlarının genişlemeye başladığı ve değişik kültürlere
sahip insan kitlelerinin birer İslam toprağı haline gelmeye başlamasından sonra
ortaya çıkmıştır14.
9
Sofuoğlu, Mehmed, a.g.e., s.247. Ayrıca bkz., Zerkani, Menahilu’l-İrfan,Daru’l-Kutubi’l-Arabi,
Beyrut 1996, c.2, s.6-7.
10
Cerrahoğlu, İsmail, a.g.e., s.228
11
A.y.
12
A.y.
13
Cerrahoğlu a.g.e., s.230; ayrıca bk. Zerkani, a.g.e., a.y.
14
Cerrahoğlu a.g.e., a.y.
-9Bunların dışında günümüzde Kur’an-ı Kerim’in daha değişik yönlerini ele
almak suretiyle tefsirler yapılmaya çalışılmıştır. Bunları daha sonra geniş bir şekilde
inceleyeceğiz.
IV- Zamanımıza Kadar Tefsir Hareketlerine Kısa Bir Bakış: “Zaman ve
mekanla değişiklik arz eden tefsir ilmi, insan tefekkürü geliştikçe hadiseler
çoğaldıkça, bütün bunları bünyesine almaya çalışacak, tabiatiyle hacmi de
genşleyecektir. Zamanla müfessirler, mütekellimlerden ve Mu’tezile’den fikir
hürriyetini iktibas edecekler ve Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde yeni ufuklar
açacaklardır. Nakli tefsirin yanında akli tefsir de yer alacaktır. Artık bir tarafta tedvin
hareketi en geniş bir şekilde faaliyet gösterirken, diğer tarafta fıkhi, itikadi ve siyasi
fırkalar teşekkül etmiş, her fırka bir hüküm için lazım olan nassı aramaya koyulmuş,
onlar kendilerini teyid edecek bir delil ya bulmuşlar veya bulamamışlardır. Bu
hareketler, Hz. Peygamber, Sahabe ve Tabiundan gelen çeşitli konulardaki haberleri
toplamak bir vecheye bürünmüş, bu arada aslen muhaddis olan kimseler de tefsir
hakkında söylenenleri müstakil eserler halinde toplamışlardır. Mesela Süfyan esSevri, Şu’be bin el-Haccac, Süfyan b. Uyayne, Veki’ bin el-Cerrah, İshak b. Rahuye
gibi şahsiyetler bu alanda mühim rol oynamışlardır. Artık bir yönden Müslümanların
ibadat ve muamelatını tayin edecek şekilde, Kur’andaki Ahkam ayetlerinden
istinbatlar yapılırken ve Ahkamu’l-Kur’an adı altında müstakil eserler meydana
getirilirken, diğer yandan da fırka mensupları kendi görüşlerini teyid edecek fikirleri
ihtiva eden tefsirler telif etmekte idiler. Lugatçılar da Kur’an’ı filolojik yönden
incelemişler ve İ’rabu’l-Kur’an, Garibu’l-Kur’an ve Meani’l-Kur’an gibi eserler
meydana getirmişlerdir.
“Tefsir, aynaya benzer. Nasıl ki bir ayna karşısındakini aynen yansıtırsa, tefsir
de sadece müfessirin durum ve tutumunu aksettirmekle kalmaz, müfessirin yaşadığı
cemiyetin akliyat ve görüşlerini, örf ve adetlerini medeniyet derecesini, ilmi
görüşlerini, cemiyetin sosyal yapısını ve daha pek çok hususlarını aksettirir. Onun
için, İslam cemiyetinin bidayetten zamanımıza kadarki gelişmelerini ve çeşitli
asırlardaki durumunu bize aksettirecek en mühim kaynak tefsirler olacaktır.
İslamiyetin başlangıcından zamanımıza kadar, tefsirin tekamülünü takip
edebilmek için de, asırlar boyunca yazılmış yüzler ve binlerce tefsiri tetkik etmek
gerekir. Böyle bir tetkikin zorluğu düşünülerek, her asırda İslam cemaati içerisinde
- 10 şöhret ve orjinallik kazanmış bazı tefsirleri ele alarak, zamanımıza kadar, tefsirdeki
bu gelişmeyi kısaca göstermek istiyoruz. Bu tefsirler basılmış ve okuyucular onları
bulmakta ve istifade etmekte zahmet çekmeyeceklerinden onlardan daha evvelce
bahsettiğimiz basılmamış eserlerde olduğu gibi geniş bir şekilde bahsetmeyeceğiz.
Tefsirin, Hz. Peygamber, Sahabe, Tabiiler ve hatta tedvin dönemindeki
durumlarına kısaca temas etmiş, Yahya b. Sallam’ın tefsirinden ve metodundan
bahsetmiştik. Nakli tefsirde tercih metodunu ilk kullanan zat olarak bunu kabul
edersek, Muhammed b. Cerir et-Teberi de bu yolun yolcusu ve bu sahada ekilen
tohumun ilk meyvesi olduğunu söyleyebiliriz. Camiu’l-Beyan Te’vil-i Kur’an adlı
eserinde Kur’an lafızlarının kelime kelime ve ayet ayet ele almış ve bunları açıklayan
bütün delilleri toplamış ve daha sonra onlardan tercih ettiğini göstermiştir. Tercih ve
tenkid hususunda tevillere girişmiştir. Et-Teberaninin bu tefsiri, Hz. Peygamber,
Sahabe ve Tabiun ve kendisine kadar gelen tefsir görüşlerini toplayan bir
ansiklopedidir. Bu bakımdan tefsiri, müfessirler arasında temayüz etmiştir. Selefin
görüşlerini tetkik etmek isteyen araştırıcılar, evvela onun bu eserine müracaat
ederler. Bu eser, lügat, tarih, fıkıh, nahiv, kıraat, İslami ve cahili şiirler için bir
kaynak teşkil eder. Et-Teberani’nin büyüklüğü, sadece haberleri ve görüşleri toplayıp
tescil ederek kaybolmamalarını temin etmekte değil, bilhassa o tescillere kendi
görüşlerini koymasında ve delillerini göstermesindedir. Nakli tefsirlerin en
mükemmel misalini teşkil eden bu tefsir, tefsir tarihinin başlangıcı ile meşgul
olacaklar ve kadim tefsirler üzerinde araştırma yapacaklar için en lüzumlu bir kaynak
ve bu gün müstakil vaziyette elimizde bulunan veya bulunmayan eski tefsirleri
muhafaza edildiği bir hazinedir. Bu eser, muhtevasında bulunan geçmiş kıymetli
hazinenin kaybolmamasını sonraki nesillere temin etmiştir.”(…)15
Tefsir ilmi hadis ilminin bir kolu olmaktan kurtulmuş ve te’vil ve re’y
metoduyla meydana getirilen tefsirlere muhalefet etmeye başladı. Diğer yandan, bu
alanda tefsir yazan müfessirler, zamanla tefsirlere bir şekilde giren israili haberleri
temizlemeye gayret göstermişlerdir. Bir bakıma tefsir ile ilgili rivayet yoluyla gelen
heberler tenkid süzgecinden geçirilmiş, olur olmaz her habere itibar edilmemiştir16.
Sağlamlığına ve güvenirliğine itibar edilen rivayetler revaç bulmuş, kusurlu görünen
rivayetler terk edilmeye çalışılmıştır.
15
16
Cerrahoğlu, a.g.e., s.289-290
a.g.e., s.290
- 11 Bu dönemde, Mu’tezile ekolü daha çok akli metod ile tefsire yönelmiş ve ilmi
tefsir medonu benimsemiş bunu savunmuştur. Mu’tezile ekolü, Ehli Sünnet ekolünün
te’vil etmekten sakındığı müteşabih ayetleri te’vil etmekten geri durmuyorlardı. Hicri
III. Asırdan itibaren Mu’tezile’nin tefsir ilmi üzerinde gözle görülür bir etkisi kendini
hissettirmeye başladı. Özellikle Mu’tezili bir müfessir olan eş-Şerif el-Murtaza (Ö.
436/1044) toplantılarda tefsir ve kelam ile ilgili olan belağat konularını
işlemekteydi17.
Hicri III. Asırda Kur’an’ın İ’cazı ile ilgilenilmeye başlanmış, Mu’tezili olan
Cahız, el-Vasıti, er-Rummani gibi müfessirler bu konuyla ilgilenerek eserler
meydana getirmişlerdir. El-Bakıllani, i’cazu’l-Kur’an görüş alanını genişletmiştir.
Ancak bir metod ortaya koymaya muvaffak olamamıştır18. Abdu’l-Kahir el-Cürcani
Belağatın güzellik ve illetlerini gösterip onun için mazbut kalıplar ortaya koyan
şahsiyet olmuştur. Böylece muğlak olan bu alan açıklığa kavuşmuştur19.
V. asrın ikinci yarısında ve VI. Asrın başlangıcında İslam aleminde ezZemahşeri şöhret kazanmıştır. Mu’tezile imamlarından olan ez-Zemahşeri, Abdu’lKahir’in verdeği metod üzerinde hareket ederek, terkiplerin tahlilini ve onlarını
hususuyetleri ele almış, sahih lügate ittiba ederek ayetlerden belağat yolunun
iktizasına göre manalar istihrac etmiş, ayetlerin izahını ilmi yönden ele almış ve
Kur’an’ın i’cazını incelemiştir. El-Keşşaf adını verdiği tefsirinde bir zevk hakimdir.
Eser, güzel beyitleri ihtiva etmektedir. Belağat ve i’caz bakımından ve ince manalar
yönünden, tefsiri muvafık ve muhalifler için bir kaynak olmuş ve kendisinden sonra
gelen müfessirlerde onun tesirini görmemek mümkün değildir20.
Hicri III. Asırdan itibaren büyük bir hızla gelişen Mu’tezili akım, özellikle aşırı
bir şekilde Yunan düşünce yapısından oldukça etkilenmiştir. Mu’tezili düşüncede bu
fikirlerin izlerini görmemek mümkün değildir. Ehl-i Sünnet alimleri Mu’tezileye
karşı çıkmış ve onlarla mücadele etmişlerdir. Dördüncü asra girildiğinde Mu’tezili
akımın hızı kesilmiştir. Önemli bir Mu’tezili alim olan Eş’ari, Mu’tezili fikirlerinden
dönerek tefsirini Sünni metodla ele almıştır21.
17
a.y.
a.y.
19
a.y.
20
A.g.e., s 291
21
A.y.
18
- 12 Hicri IV. Asrın en önemli şahsiyetlerinden olan Ebu Bekr el-Bakıllani,
İmamu’l-Harameyn, İmam el-Gazzali gibi şahsiyetler de fikirlerini fıkıh ve kelam
etrafında yoğunlaştırmışlardır. Onların eserlerinde şeriat ile hikmetin birleşimini
görmek mümkündür22.
Bu metodu benimseyen kelamcılardan olan hadisçiler ortaya çıkmıştır. Ebu
Bekr ibnu’l-Arabi, el-Marizi ve Kadı İyad gibi şahsiyetler, hikmete dayalı bilgi ile
dini bilgiyi birleştirdiler. Bu dönemde felsefe dine hizmet edecek şekilde gelişti. Bu
dönemde, asrının kültür birikimlerini önemli ölçüde kendisinde toplayan büyük bir
şahsiyet ortaya çıktı: Fahruddin er-Razi. Kur’ani kültürden hareketle Kur’ani
hikmetleri ve onun yönlerini ortaya koymaya çalıştı. Yunan düşüncesini kelamı ve
Şafii mezhebi üzere fıkıh usulü okumuş, daha sonra tefsir, kelam, fıkıh usulü, nahiv,
edeb, felsefe, tıp, geometri ve uzay bilimleri alanlarında eserler vermiştir. 23 ErRazi’nin meydana getirdiği “Mefatihu’l-Ğayb, en önemli eserlerinden biridir.
Tefsirinde pek çok ilmin izini görmek mümkündür. Bu nedenle “er-Razi’nin tefsiri
tefsirden başka her şeyi ihtiva etmektedir” denmiştir24.
Er-Razi’nin açtığı çığır, kendisinden sonra pek çok alime etki etmiştir. El-Kadi
Nasiruddin, el-Beydavi gibi şahsiyetler O’nun izini takip ettiler 25.
Daha sonra gelen ve Zemahşeri, er-Razi ve el-Beydavi’nin yolundan giden,
onların tefsirdeki metodlarını en iyi şekilde tatbik eden Ebu Suud Efendi, Osmanlı
İmparatorluğunun en haşmetli devrinde yetişti. O’nun yazmış olduğu tefsirine itimad
edilmiş ve yıllar boyunca İslam medreselerinde ders olarak okutulmuştur26.
X. asırdan itibaren tefsir yazma ve tedris metodu birbirine yaklaşmış ve
Osmanlı idaresinde doğu batı İslam alemleri arasında bir köprü meydana
getirilmiştir. Sünni sofi tarikatların gelişmesiyle tarikat ehli müfessirler yetişmiştir.
Alusi bunlardan biridir. Onun tefsirinde tasavvufi izleri görmek mümkündür 27.
Müslümanlar her devirde Kur’an’ı Kerime dünya ve ahiret saadetini sağlayacak
bir kaynak gözüyle bakmışlar, bu nedenle de indirilişinden günümüze kadar onu en
iyi şekilde anlamak ve yaşamak hususunda ellerinden geleni yapmışlardır. Anlama
22
a.y.
a.y.
24
a.y.
25
a.y.
26
A.g.e., s.292
27
A.g.e., s.294
23
- 13 gayretleri ve onu sonraki nesillere aktarma isteği tefsir ilminin doğmasına ve
gelişmesine yol açmıştır. Tefsiri doğru bir şekilde yapabilmek için de ona yardımcı
olabilecek diğer ilimler, özellikle hadis, fıkıh, kelam, lügat, nahiv, belağat, tarih,
astronomi ve tıp alanlarında da önemli çalışmalar yapmışlardır. Zaman içerisinde
bunların da tefsirlerde izleri görülmüştür.
Ancak özellikle 18. asırda Batı’da meydana gelen gelişmelerin benzeri, Doğu
dediğimiz ve müslümanlar tarafından temsil edilen alemde gözlenemedi. İslam
aleminde büyük bir taklitçilik hastalığı baş gösterdi. Neredeyse düşünme, yeni
fikirler üretme, yerini tamamen yazılmış eserleri şerh ve onların da şerhlerini şerh
etmekten öteye geçemedi. Müslümanlar, Batıda gerçekleşen bu gelişme ve
ilerlemeye paralel olarak kendi ülkelerinde de bunları gerçekleştirmek için çaba sarf
ettilerse de bunda pek başarılı olamadılar. Batıdaki gelişmeyi hazmedip büyük bir
ilerleme gerçekleştiremediler.
Müslümanlar,
büyük
bir
atılım
yapıp
ecdadımızın
yüzyıllar
önce
gerçekleştirdikleri gelişmeyi tekrar yakalayabilmek için büyük gayretler gösterdiler.
Bunu yaparken nereden başlamalıyız sorusuna cevaplar arandı. Doğal olarak önceki
nesillerin yükselmesine sebep olan kaynağa, yani Kur’an’a yönelmeden başka
çarenin olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Bu alanda bazı çalışmalar yapıldı ve
yapılmaktadır. Günümüzde de Kur’an yorumunda yeni metodlar denendi. Kur’an’ın
yeniden ve en doğru şekilde anlaşılabilmesi için en doğru metodun bulunması için
çabalar gözlenmekte. Ancak büyük gelişmelerin sancılı olmayacağı bir gerçektir. Bu
nedenle özellikle gerek metod gerekse tefsirin kendisinde bazı problemler olmuştur
ve olmaya devam edecektir. Ancak şu unutulmamalıdır ki sahih bir akıl, kirlenmemiş
bir vicdan ve salih niyetle müslümanların, Allah’ın da inayetiyle bunu başaracağına
inancımız tamdır.
- 14 BİRİNCİ BÖLÜM
1. BATI DÜNYASINDA MEYDANA GELEN DEĞİŞİM VE BUNUN İSLAM
DÜŞÜNCE ALANINDAKİ ETKİLERİ
Günümüzde vücuda getirilen tefsir çalışmalarında Batıda meydana gelen
gelişmelerin etkisi çok büyük olmuştur. Bu bölümde bu gelişmelere değindikten
sonra özellikle tefsir alanında ne gibi tesirleri olduğunu ele almaya çalıştık.
1.1.Batı
Dünyasında
Düşünce
Alanında
Meydana
Gelen
Gelişmeler;
Reformasyon ve Rönesans Hareketleri ve Sonuçları
Batı’nın 17. asırdan itibaren düşünce gerçekleştermiş olduğu ilerlemeler, direkt
olarak Hristiyanlığın orta çağ boyunca süren yapısına karşı gerçekleşterilen bir
harekettir. İslam dünyasına etkisini anlayabilmek için kısaca bu hareketliliği ele
almakta fayda vardır.
Batının 20. yüzyıldaki konumuna geliş sürecini oluşturan tüm felsefe akımlarında, güzel sanatlarında, ahlak ve hukuk normlarında, edebiyatında ve Batı insanının
günlük yaşamında etki ve tepki olarak Hristiyanlığın izlerini28 görmek mümkündür.
Bu nedenle, modern dönemdeki Batıyı anlayabilmek için Hristiyanlığın özellikle
ortaçağ ve sonrası tarihi derinliklerine nüfuz etmek gerekmektedir.
Tarihi süreç içerisinde Hristiyanlar, Hz. İsa’nın getirmiş olduğu saf / ilahi
hakikati koruyamamıştır29. Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri düzenleme görevini
üstlenen, bu nedenle de aracı bir kurum niteliğinde olan kilise30, Tanrının / Kutsal
Ruhun koruması ve rehberliği altında olduğu iddiasında bulunmuştur. Buna göre
kilise; ‘İsa’nın manevi varlığı’ (Corpus Christimysticum) ve bu sıfatla da gerçeğin
yanılmaz temsilcisi iddiasıyla31 ön plana çıkmıştır. Temelde örgütlü bir din adamları
sınıfı ile bu sınıfın dışında kalan sıradan halk ayırımına dayanan kilisenin bu yapısı,
28
29
30
31
Yazıcıoğlu, Hulusi, Bir Din Politikası Laiklik, İFAV Yay., İstanbul 1993, s. 74.
Cebeci, Lütfullah, Kur’an’da Şer Problemi, Akçağ Yay., Ankara 1985, s. 7.
Canatan, Kadir, “Kilise-Devlet İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi ve Türkiye’de Laiklik”, Bilgi ve
Hikmet, 1995/11, s. 23.
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, çev., H. Vehbi Eralp, Remzi Kitabevi, İstanbul 1964, s. 138;
Bucaille, Maurice, Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Yay., İzmir, ts.,
s. 42; Bulaç, Ali, İslam Düşüncesinde Din – Felsefe / Vahiy – Akıl İlişkisi, Beyan Yay., İstanbul
1994, s. 335.
- 15 aşılamaz düzeyde ontolojik bir düalizmin meydana gelmesine32 ve iki ayrı alanın
oluşmasına neden olmuştur.
Birinci alanı oluşturan kilise temsilcileri, Kutsal metni yorumlama yetkisinin
sadece kendilerinde olduğunu, dinde tek ve son söz sahibi olduklarını, düşüncelerinin
saf/ilahi
hakikatten
süzüldüğünü,
bu
nedenle
de
yanlışlık
içermediğini
savunmuşlardır. Bu düalizmin bir sonucu olarak, ortaçağ boyunca kilise, akıl ve felsefe ile bir çatışma süreci yaşamıştır. Kilise aklın tesirlerine direnerek onu
bastırmaya çalışmış, akıl ve zekadan değil, kalpten süzülen imanın değeri33 üzerine
vurgu yapmıştır. Böylece kutsal metin, kendi sınırlarını taşmayan sabit bir ifade
formuna dönüştürülmüştür. Bu çatışma süreci 15. yüzyılda adeta zirve noktasına
ulaşmış ve kutsal metnin felsefe ile uzlaştırılması konusu gündemden çıkarılmıştır34.
Bu süreç içerisinde kilise aklın tesirlerinin nüfuzunu engellemek amacıyla katı bir
dogmatizm dönemi başlatmış ve bu çerçevede, kilise mümessillerinin öne sürdükleri
düşüncelerin aksine görüş belirtmek küfür sayılmıştır35. Bu nedenle de çok eskiden
beri kutsal metin otoritesi sürekli ‘dogma’ ile 36 ilişkilendirilmiştir. Bilim adamlarının
buluş ve tespitleri bile din dışı sayılarak bu bilim adamlarının kiminin dinden
çıkarılmasına karar verilmiş veya ölüme mahkum edilmiş kimisi de umulmadık
eziyetlere maruz bırakılmıştır.
İlk üç asrının aksine 15. yüzyıldaki Hristiyanlık; beş – altı asırdan beri
düşünceyi bir çember içerisine almış, cani, kan dökücü, hunhar bir din profili
çizmiştir. Ayakta kalabilmek amacıyla kendisine karşı gelen ve direnen herkesi
kılıçtan geçirmiş; “alevlendirilmiş odun yığınları, cellatlar, korkunç engizisyon
mahkemeleri, haçlı seferleri, başka tebaları idarecilerine karşı isyana teşvik eden
papalık fermanları, baştan çıkarıcı vaizler, suikastler, prenslerin katledilmeleri v.s.
bu dinin kendi emirlerine boyun eğmeyenlere karşı kullandığı en normal vasıtalar”37
32
33
34
35
36
37
Canatan, s. 23; Ayrıca bk. Aydın, Mehmet, Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, T.D.V. Yay.,
Ankara 1995, s. 28-29.
Bucaille, s. 17; Attas, M. Nakib, İslam ve Laisizm, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., İstanbul 1994,
s. 54; Aydın, Mehmet, s. 82.
Aydın, Mehmet,Din Felsefesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Yay.,İzmir 1987, s. 32-33; Bulaç, İslam
Düşüncesinde Din – Felsefe / Vahiy-Akıl İlişkisi, s. 339.
Topçu, Nurettin, Yarınki Türkiye, Yağmur Yay., İstanbul 1961, s. 26; Ayrıca bk. Türkdoğan,
Orhan, Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, M.E.B. Yay., İstanbul 1989, s. 83-84.
Dobschütz, E. Von, “Bible in the Church”, Encyclopedia of Religion and Ethics, ed. James
Hastıngs, M. A., D. D. Morrıson and Gıbb Lımıted, New York, 1935, II, 591.
Bayle’den, Toynbee, Arnold, Tarihçi Açısından Din, çev. İbrahim Canan, Kayıhan Yay., İstanbul
1978, s. 226-227.
- 16 olarak algılanmıştır. Papaların güç ve nüfuzu imparator ve hükümdarlara oranla daha
baskın38 bir konuma gelmiştir.
Hristiyanlığın özünden gelmeyen ve fıtratla çelişen bu aşırılık, insanın canlılık
dolu hayat enerjisinin gülünç bir subjektivizme doğru kaymasına neden olmuş, insani
kaynakları baskı altında tutup ezerek bu kaynakların ilerleyip gelişmesini
önlemiştir39. Zamanla Hristiyanlık, dini yapıdan sıyrılarak, geniş ölçüde lafzi ve
törensel, ekonomik ve siyasal bir makina40 haline gelmiştir.
Din adına yapılan ve insanın tabiatıyla çelişen, onu benliğinden koparıp bir
düalizmin ve sindirilmişliğin içerisine sürükleyen Katolik kilisesinin bu yapısına
önceleri kısık diye nitelendirilebilecek karşıt sesler çıkmış olmakla birlikte, sonraları
tahammül edilemez bir yapıya doğru kayışına paralel olarak, çıkan seslerin tonu da
yükselmiş ve çoğunluğun oluşturduğu bir tepki hareketine dönüşmeye başlamıştır.
Bu çerçevede ortaçağdan, ortaçağ Katolik kilisesinin bu baskıcı tutumundan ve
kilisenin hakim olduğu bir dünya gerçekliğinden kopuş41, modern dönemin
başlangıcının ilk işaretleri olan Rönesans ve reform hareketlerinde 42 hissedilir ölçüde
günyüzüne çıkmıştır.
Almanya’da başlayan reformasyon hareketi yapı olarak Rönesansla benzerlik
arzetmektedir. Başka bir ifadeyle reformasyon, dini bir Rönesansın adıdır43. Martin
Luther’in (1483-1546) 1521 yılında Wittenberg kilisesinin kapısına astığı doksanbeş
maddelik bildirgesiyle reformasyon fiilen başlamış oldu. Luther bu bildirgede,
ortaçağ boyunca Katolik kilisesinin yaptığı yanlışlıkları anlatıp, bunları şiddetle
yermekteydi. O, Tanrı ile kul arasında aracıların varlığının, kilisenin kurumsallaşmış
yapısının ve İncili yorumlama yetkisini bu aracı sınıfın kendi tekeline almasının dini
yozlaştırdığını belirtmekte, bu nedenle de öze dönüşün gerekliliğine vurgu
yapmaktaydı. İnsanlar artık doğrudan Tanrı ile, kutsal metin ile yüzleşmeliydiler.
Dinin her müntesibi Kutsal kitabı okuyup anlayabilme ve yorumlayabilme yetkisine
38
39
40
41
42
43
En-Nedvi, Ebu Hasan Ali, Maza Hasire’l-Alemu bi-İnhitati’l-Muslimin, Daru’l-Urube, Kahire
1959, s. 164.
Kutub, Muhammed, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, çev. Bekir Karlığa, İşaret Yay., İstanbul
1992, s. 292.
Sorokin, Pıtırım A., Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, çev. Mete Tunçay, Bilgi Basımevi,
Ankara 1972; s. 132; Adıvar, A. Adnan, Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, İstanbul
1987, s. 109.
Copenhaver, Brıan P. – Schmıtt, Charles B., Renaissance Philosophy, Oxford University Press,
New York 1992, s. 39 vd.; Canatan, s. 27.
Copenhaver – Schmıtt, s. 19.
Adıvar, s. 109; Türkdoğan, s. 71.
- 17 sahip olmalıydı. Tüm aracı kişi ve kurumların reddedilmesinin zamanı gelmişti44 ve
kutsal kitap tek otorite olmalıydı45. Luther’in ifade etmiş olduğu ‘Sacra scriptura sui
ipsis’ (kutsal metinleri kendilerinden hareketle yorumlama) ilkesi de kutsal kitabı
merkeze alan yaklaşımının kristalleşmiş ifadesiydi. Luther için veya bir Lutherci için
en önemli görev, Katolik öğretinin çürütülmesi46 olarak belirginleşmekteydi.
Özetle; Luther, Calvin ve Zwingli gibi reformcu önderler, kilise otoritesine hem
ideolojik hem de fiili bir savaş açtılar. Amaç, kilisenin aracı rolünü ortadan
kaldırmak ve Kutsal Kitabı tek otorite olarak kabul etmekti47. Bu hareketle bireye
önem verilerek ön plana çıkarılmış ve kutsal metni herkesin bizzat kendisinin
anlaması üzerinde önemle durulmuştu48. Başka bir ifadeyle bu hareket, ‘Hristiyan
bireyin özgürlüğü’ formülasyonu ile sembolize edilmekteydi49.
Reformasyon, kutsal metnin dindarlar üzerinde veya genel itibariyle insan
hayatı üzerindeki etkisinin değişime uğramasında temel etken olmuştur50.
Reformcular, insanların kilisenin aracı rolünden kurtulmalarını ve doğrudan Tanrı ile
yüzleşmelerini sağlamak amacıyla, kutsal kitabın her bireyin eline ulaşması
gerektiğini ve bunun da ancak parasız dağıtılarak gerçekleştirilebileceğini ısrarla
savunmuşlardır51.
Katolik kilisesinin yüzyıllar boyu süren zulme dayalı hegemonyasına karşın
Reformasyonun doğurduğu Protestanlık52 , büyük halk kitleleri için bir ümit kaynağı
oldu. Protestanlık, Martin Luther’in başlatmış olduğu hareketle benzerlikler
gösteriyordu; bireyin vicdan özgürlüğüne ve kutsal kitabın dışındaki tüm otoritelerin
özgürce yorumlanabileceğini savunuyordu53.
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
Duff, Archıbald, Hıstory of Old Testament Crıtıcısm, London 1910, s. 108; Gökberk, Macit,
Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985, s. 200; Türkdoğan, s. 77; Aydın, Mehmet, Hristiyan
Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s. 30; Yazıcıoğlu, s. 107-108.
Hegel, Wılhelm Frıedrıch Georg, The Philosophy of History, Dover Publıcatıons, New York 1956,
s. 417; Copenhaver – Schmıtt, s. 39 vd.; Dobschütz, II, 590.
Dilthey, Wilhelm, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev. Doğan Özlem, Paradigma Yay., İstanbul
1999, s. 97; Gadamer, H. G., “Hermeneutik”, Hermeneutik Üzerine Yazılar, çev. ve der. Doğan
Özlem, Ankara 1995 içinde, s. 14.
Copenhaver – Schmıtt, a.y.; Canatan, s. 28.
Duff, s. 108; Copenhaver – Schmıtt, s. 55.
Hegel, s. 417; Copenhaver – Schmıtt, a.y.; Köhler, W., “Reformation”, Encyclopedia of the
Social Sciences, ed. Edwın R.A. Selıgman – Alvın Johnson, The Macmıllan Company, New York
1957, XIII, 189.
Dobschütz, II, 580.
Dobschütz, II, 609.
Tümer Günay- Küçük Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yay., Ankara, 1988, s. 162.
A.g.e., s.162.
- 18 Ancak zamanla halkın ümit ışığı olan bu hareket çıkış noktasından farklı
mecralara sürüklendi. Zira Protestanlık, Katolik kilisesinin yanlış uygulamalarına
doğru bir sapma gösterdi. Bilime ve bilim adamlarının cezalandırılması gibi
söylemlerle, ilk dönemlerde ileri sürdükleri özgürlükçü yaklaşımdan farklı
söylemleri dillendirmeye başladı. Örneğin Luther, kutsal kitaplardan alıntılar yaparak
Koperniği çürütmeye çalışıyordu 54. Reformasyon hareketinin üç kolu olan
Lutherci’ler, Anglikan ve Kalvinistler, Katoliklerin yaptığı kadar baskıcı bir yöntem
kullanmaları, bir başka otoritenin yerine diğerinin geldiği anlamına geliyordu.
Ortaçağ boyunca hakim olan katı dünya görüşüne bir tepki olarak İtalya’da
doğan Rönesans kaynağını antik Yunan medeniyetinden almaktaydı. Hristiyanlar
tarafından uyarlama yapılan Aristotales fiziğinden ve ortaçağın kapalı dünyasından
kopuşu ifade eder55. Düşünceye getirilen bütün sınırlamaları kaldırmayı hedef
edinmişti56. Ayrıca bu akım, Tanrı merkezcilikten insan merkezciliğe; ruhtan bedene;
kutsal kitaptan tabiata; vahiyden akla; dogmatizmden şüpheciliğe geçişi de temsil
eder57.
Descartes başta olmak üzere, 17. yüzyıl
Avrupası’nın önemli düşünürleri,
doğaya ve bilime bakış açısını değiştirerek, aralarında zaman ve fikir ayrılıkları
bulunsa da doğanın mekanik olarak çalışan bir makine; bilimin ise bu makineyi
kullanma becerisi olarak tanımladılar58.
Rönesans döneminin en önemli özelliklerinden bir diğeri, bu dönemde de
büyük tartışmalara, sosyal ve siyasal ayrılıklara neden olan din-akıl ayrımı,
çatışmalarının devam etmesidir. Descartes ruh ve bedenin farklı yasalara bağlı iki
varlık çeşidi olduğunu belirterek, her ikisini de meşrulaştırmayı denemiştir. Onun
Kartezyen ayrımıyla madde ruhtan tamamen bağımsız bir alan olarak şekillenmeye
başlamıştır59.
Bu akımın ardından 17.-19. yüzyıllarda Avrupa’yı etkisi altına alan
Aydınlanma dönemi doğmuştur. Bu nedenle Rönesans, Avrupa ve dünya tarihi
açısından bir dönemi kapatıp yeni bir dönemi açacak ölçüde önemli bir harekettir.
54
Abduh, Muhammed, el-İslam ve’n-Nasraniyye, Matbaatu’l-Mevsuat, Mısır, 1320/1902, s. 48.
Bumin, a.g.e, s. 91.
56
Türkdoğan, a.g.e., s. 75.
57
Hanefi, Hasan, “İslam ve Batılılaşma” terc. İlhami Güler, Değişim Sürecinde İslam, TDV. Yay.,
Ankara, 1997, s. 130.
58
Armağan, Mustafa, Gelenek ve Modernlik Arasında, İnsan Yay., İst., 1995, s. 25.
59
Attas, a.g.e., a.y.
55
- 19 Rönesans, bireycilik, rasyonalizm öncüllerinin üzerinde yükselmiştir60. Ayrıca bir
akıl hukukunun ve akıl dininin kurulabileceğine; aklın tek değer ve ölçüt olduğuna
ve bu ölçütün sunduğu verilerin kesin olduğuna inanır61.
1.2. 18. Yüzyılda İslam Dünyasının Genel Görünümü
Batıda yaşanan bu gelişmelerin İslam dünyasına büyük ölçüde etkide
bulunduğunu, başka bir ifadeyle Batının İslam dünyasını hakimiyeti ve etkisi altına
aldığını söylemek mümkündür.
16. Yüzyılda, İslam dünyasının her ne kadar fikri durgunluk yaşanmakta olsa
da, belli bir süre daha gücünü koruduğu ve hakimiyetini sürdürdüğüne şahit
olmaktayız. Fakat 17 ve özellikle de 18. yüzyıla gelindiğinde, Batı’da 15. yüzyıldan
itibaren başlayan ilerleme sürecine zıt istikamette, İslam dünyasının, fikri durgunluğa
girmek suretiyle büyük ölçüde güç kaybına da uğradığı62 görülmektedir. 18. yüzyıla
gelinceye kadar kültürel , dini ve sosyal kurumları yönünden bütünlük arzeden bir
yapıda gözüken İslam dünyası, Batının zirveye ulaşan gücünün etki ve müdahalesi
sonucunda
büyük değişikliğe uğradı63. Müslüman toplulukları içerisinde, her
bölgede farklı yönlerden olsa da önemli etkilenmelerin olduğu görülmektedir 64.
Batı dünyası kendi bünyesinde meydana getirdiği fikri gelişmelerin etkisiyle
gelişen teknolojik ve buna paralel olarak büyüyen ekonomisinin verdiği güvenle
gözüne kestirdiği toplumlar üzerinde hegemonya kurma çabası içerisine girdi. Bu
amacını hemen uygulamaya koyamasa da bunu sağlayacak alt yapı çalışmalarını
hızlandırdı. Bunu yaparken, söz konusu toplumları öncelikle kurmuş olduğu siyasi,
düşünsel ve ticari sistemin içerisine çekmek için çaba harcadı. Bunda başarılı olması,
dini ölçülerin dışında şekillenen65 kültürel yapısını empoze etmeye çalıştığı topluma
hakim olmasını ve onları sömürge konumuna indirgemesini beraberinde getirdi66.
60
Bulaç, Ali, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, s. 348
Birand, a.g.e., a.y.
62
Hodgson, III, 431.
63
Lapıdus, Ira M., Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, çev., İ.Safa Üstün, İFAV. Yay.,
İstanbul 1996, s. 11.
64
Lapıdus, s. 13.
65
Lapıdus, s. 14.
66
Hodgson, III, 188-189; Berger, Morroe, “Economıc and Socıal Change”, The Cambrıdge History
of Islam, ed. P.M.Holt – Ann K.S. Lambton – Bernard Lewıs, Cambrıdge University Press, London
1970, I,698.
61
- 20 1.3. Müslümanların Batıdaki Gelişmelere Ayak Uydurma Gayretleri ve
Sonuçları
19. asırda başlayan Tecdid ve İhya hareketleriyle, Batı’nın hakimiyet kurmaya
başlama sürecinin aynı döneme tekabül etmesi, ikisinin birbirinin sebep ilişkisi
içerisinde olduğu anlamına gelmez. Zira Islahat hareketleri İslamın ilk dönemlerine
kadar gitmektedir. Fazlur Rahman’ın ifadesiyle bu tip hareketler Emevi sultasına
karşı meydana gelen Şiilik hareketi buna örnek verilebilir 67.
18. asırdan itibaren İslam dünyasında düşünce, sosyal ve siyasal alanlarında
kötü gidaşatı durdurmak adına bazı ıslahat nevinden hareketlenmeler göze
çarpmaktadır68.
Bu hareketlerin ana düşüncesi geleneksel din anlayışının terk edilmesi; selefi
düşüncenin yerleştirilmesi şeklinde tezahür etti69. Bu hareketin öncülüğünü yapan
Muhammed Abdulvehhab’tı (1206-1792).
Benzer Islahat faaliyetleri Hindistan’da da görüldü. Bu hareketi ise İmam
Rabbani olarak bilinen Ahmed Faruk Sirhrindi (1034-16259) yönetmekteydi. O da
İbn-i Teymiyye’ye benzer bir yol takip etmiştir. Sufiliğin teorik ve pratik düzlemdeki
sapmalarıyla mücadele ederek şeraite vurgu yapmıştır70.
Hindistan’da Ahmet Faruk Sirhindi’nin hareketini devam ettiren Şah Veliyullah
Dihlevi’dir 71. O, İbn-i Teymiyye’nin ictihad kapısının açık olduğu hususundaki
görüşünü diriltmeye çalışarak72 Hint Müslümanlarının donuk yapısını bir dereceye
kadar canlandırmaya çalışmıştır73.
Benzer özellikler taşıyan Senusi hareketi, 19. yüzyılda Cezayir’li Muhammed
Ali es-Senusi (1275/1859) tarafından Libya’da başlatılmıştır. Bu hareketi önemli
kılan husus, Avrupa’nın sömürgeci ve yayılmacı politikalarına karşı etkin bir şekilde
mücadele etmesidir74.
67
Fazlur Rahman, İslam, s. 288; a.mlf., “Revival and Reform ın Islam, II, 632.
Fazlur Rahman, İslam, s. 269; Aydın S. Mehmet, “Fazlur Rahman ve İslam Modernizmi” İslami
Araştırmalar, 1990/4, s. 274.
69
Abdulhamit, Muhsin, s. 75.
70
Uyanık, Mevlüt, “İslam Sufizmi ve Modernizm”, İst. Büyük Şehir Belediyesi Yay., İst., 1997 içinde,
s. 207.
71
Jawed, Nasır Ahmad, “Religion and Modernity:Som Ninetteenth-and Twentieth- Century IndoPakistani İdeas”, The Muslim Word, Vol. LXI, 1971/2, s. 74-75.
72
Mevdudi, Ebu’l-Ala, A Short History of the Revivalist Movement in Islam, s. 58.
73
Aziz, Ahmed, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, s. 16.
74
Fazlur Rahman, İslam, s.289.
68
- 21 Farklı coğrafyalarda ve farklı düşünce yapılarının çatısı altında ortaya çıksalar
da bütün bu hareketlerin ortak noktası, İslam aleminin içine düşmüş olduğu bu kötü
gidişatı durdurmaktı75.
17. yüzyıldan itibaren görülen ıslahat hareketleri yerini bir bakıma onların
devamı niteliğinde olan klasik İslam modernizminin faaliyetlerine bıraktı.
1.4. Bilim ve Akıl Işığında Kur’an’ın Yeniden Yorumlanması Çabaları
Klasik İslam modernizmi, Batı’yla münasebette bir dönüm noktası niteliği taşır.
İslam toplumunun bulunduğu kötü durumdan kurtulması için ilk çağrıyı yapan
Afgani, onun talebesi Abduh, Kur’an’ın bilimsel yorumuna vurguda bulunan Cevheri
ve Hint alt kıtasındaki modernist yapılanmanın öncüsü sayılan Ahmet Han’ın
ilgilerinin merkezini, ‘Batı’daki gelişmeler ve Batılıların yöneltmiş olduğu eleştiriler
bağlamında ortaya çıkan problemlere çözüm üretmek’ oluşturmuştur. Yukarıda
değindiğimiz üzere bu problemlerin başında din ile akıl ve bilimsel bilgi ilişkisi
gündeme gelmekteydi. İslam modernistlerinin birleştiği nokta, din ile akıl arasında
herhangi bir çelişkinin bulunamayacağı üzerineydi. Ancak bunu temellendirmedeki
referansları ve baz aldıkları noktalar farklılık arzetmiştir. Rönesansla beraber gelen
ve 19. yüzyılda İslam dünyasına yansıyan, müslümanlar için de hayati bir nitelik
taşıyan bu problem, İslam düşüncesi ile ilgili tüm konularda bariz bir şekilde kendini
hissettirmiştir. Bu nedenle vahiy – akıl ilişkisi ile birlikte, klasik İslam
modernistlerinin vahiy – akıl / vahiy – bilim ile ilgili görüşlerinin de ele alınarak
değerlendirilmesi ve bir neticeye varılması gerekmektedir.
İnsanlık tarihi boyunca dinle ilgili çeşitli tartışmalar süregelmiştir. Dinin
referansta bulunduğu aşkın – kutsal alanın gerçeklik ve doğruluk boyutunun ne
olduğu, hangi dinin diğer dinlerden daha üstün olduğu ve benzeri konulara odaklanan
bu tartışmalar 19. yüzyıla kadar devam etmiş, ancak 19. yüzyıldan itibaren farklı bir
zemine kayıp, teolojinin iç sorunlarından uzaklaşmıştır. Bundan sonra tartışmanın
özü; ‘bir dinin akla ve bilime uyup uymadığı, ne kadarının uyduğu’ gibi dinin temel
yapısını sarsıcı ve mahiyetini sorgulayıcı76 bir forma bürünmüştür.
Böyle bir değişimin oluşmasında, daha önce de değindiğimiz gibi; ortaçağ
kilise tarihinin akıl / düşünce karşıtlığının, ayrıca büyük ölçüde bu kuruma tepki
75
76
Fazlur Rahman, İslam, s. 291.
İşcan, s. 149.
- 22 olarak oluşan Rönesans, reform, aydınlanma ve rasyonalizm hareketlerinin büyük
etkisi olmuştur. Bu sürecin oluşumunda kilise tarihinin küçümsenemez derecede
etkileri olmuş ve bu olaylar Batıda cereyan etmiş olsa bile, etkileri modern
dönemdeki İslam coğrafyasına da yansımıştır. Batıda Hristiyanlığın şahsında tüm
dinler aynı kefeye konularak, akıl dışı ilan edilmiştir. Müslümanlar ise, bu yargının
İslam dini için de geçerli kılınmasının haksız ve insaf sınırlarını aşan bir niteliğe
sahip olduğu yönünde fikir belirterek, bu yaklaşımın yanlışlığını ortaya koymak
amacıyla, İslam dininin akla ve bilime ters düşmediğini ispat etme gayreti içerisine
girmiş ve bu yönde uğraş sarfetmişlerdir.
İKİNCİ BÖLÜM
2. ÇAĞIMIZDA ORTAYA ÇIKAN TEFSİR EKOLLERİ VE TEMSİLCİLERİ
BU EKOLLERE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Bu bölümde günümüzde meydana gelen belli başlı tefsir ekollerini ve bu
ekollere yöneltilen eleştirileri ele alacağız.
2.1. Muhammed Abduh ve Ekolü
Gerek Mısır ve gerekse İslâm dünyasının muhtelif bölgelerinde, Cemâleddîn
Afgânî (1838-1897) ile başlayan yenilikçi hareketin, bilimsel temellerini oluşturan en
bariz şahsiyet olarak Muhammed Abduh’u (1849-1905) görmekteyiz. Abduh için,
Afgânî’den önceki-eski Abduh ve Afgânî’den sonraki-yeni Abduh şeklinde iki farklı
dönem bulunduğunu ifade etmek yerinde bir tespit olarak değerlendirilmelidir.
Gerçekten de Abduh, üstadı Afgânî ile tanıştıktan sonra büyük bir fikrî değişim
geçirmiş ve hocasının yolundan gitmek üzere büyük çaba sarf etmiştir77. Abduh
daha önce tasavvufa meyleden, sufi meşrep bir şahsiyet olarak görünürken,
Afgânî’den sonra tarikat ve tasavvuf yolunu tamamen terk ederek, sosyal hayatın
problemlerine cevap verme yolunu tercih etmiştir78.
Abduh’un kendisinden sonra yetişen nesil üzerinde çok köklü etkileri olmuştur.
Tefsirde Abduh ekolü, 79 etkileri günümüze kadar doğrudan veya dolaylı yansıyan bir
hareket olması açısından da önem arz etmektedir. Mısır’da, toplumsal alanda Kâsım
Emîn, siyaset alanında Sa’d Zağlûl, dinî alanda el-Ahmedî ez-Zevâhirî, felsefede
Mustafa Abdurrâzık, tefsir ve edebiyatta Emîn el-Hûlî çevresinde oluşan ekoller,
Abduh’un çabalarının ürünleri olarak kabul edilmelidir 80.
Muhammed Abduh’un tesirleri Mısır’la sınırlı kalmamış; Suriye, kuzey Afrika,
İran, Hindistan, Endonezya ve diğer İslâm coğrafyasına yayılmıştır. Türkiye’de
Abduh’u ve düşüncelerini tanıtan kişilerin başında Mehmet Akif gelmektedir 81.
Mehmet Akif Ersoy’un (1873-1936) Afgânî ve Abduh’la ilgili tanıklığı ve şu
tespitleri büyük önem taşımaktadır: “Cemâleddîn’in matbu, gayr-i matbu birçok
risalesi, makaleleri, hutbeleri varsa da merhumun en büyük, en muhalled eseri,
77
Bkz: Rızâ, Reşid, Târihul-Ustâzi’l-İmâm, c. 1, s. 26.
Bkz: Rızâ, Reşid, age, s. 106.
79
Bkz; Atalay, Orhan, 20. Yüzyıl Tefsir Akımı, Beyan Yay., İst., ts. s. 258 vd.
80
Emîn, Osmân, Râidu’l-Fikri’l-Mısrî, Kahire, 1965, 238-252, Ebû Zeyd, agm, ay.
81
Geniş bilgi için bkz: Emîn, a.g.e, s. 253-263.
78
24
bence, Mısır müftisi merhum Muhammed Abduh’tur… Cemâleddîn âlem-i İslâma en
kıymetli bir yadigâr olarak, müftü merhumu bırakmıştır. Abduh’un ölmüş yüreklere
gayret ruhu, şehamet ruhu nefheden sihr-i mübini beyanı, o feyz-i cuşa cuşu hangi
menbadan alıyordu? Şüphesiz üstadı muazzamı Cemâleddîn’in sanihatından…” 82
Akif, Abduh’u “Mısr’ın en muhteşem üstadı” övgüsüyle niteleyerek; O’nu,
idealindeki gençliğin sembol ismi “Asım”ın önüne bir model olarak koymaktadır83.
Abduh’un Kur’ân tefsiri, Halefullah’ın da birinci kaynağıdır ve bütün
kitaplarında başat konumdadır84.
“Abduh’tan önce Kur’ân’ın yorumlanması esaslı olarak akademik bir çabaydı.
Tefsirler, âlimler tarafından diğer âlimler için kaleme alınırdı. Bir tefsiri anlama,
Peygamber’in yaşam öyküsüne, hadislerine arkadaşlarının sözlerine, Akaid ve İslâm
hukukuna, Arapça gramer terimlerine ve ilmî ıstılahların detaylı bilgisine ihtiyaç
hissettirirdi. Kur’ân hakkındaki tefsirler, bu ilimlerin ansiklopedisi veya daha
doğrusu seçilmiş (metin) iktibaslarından oluşan ansiklopedilere dönüşmüştü.
Kur’ân’ın açık ve zahir anlamından başka, her şeyi işleyen mevcut tefsirlerde kayıtlı
bilgiden yararlanmak büyük bir düşünsel enerjiyi gerektiriyordu. Akademik tefsirin
bu çeşidine Abduh esasta karşı çıktı.”85
“Abduh’un Kur’ân yorumlarının orijinalliği yeni vurgulardan kaynaklanır. O,
Kur’ân’ı bir hidayet kaynağı, dinî ve manevî bir rehber olarak gösterir. Abduh’un
görüşüne göre Kur’ân, esasen İslâm hukukunun veya akaidin veyahut da filologların
maharetlerini gösterebilecekleri bir vasıta olmayıp, Müslümanların bu dünya ve
gelecek dünya/ahiret hakkındaki düşüncelerini çıkarmaları gereken bir kitaptır.”86
82
Doğrul, Ömer Rıza, Kur’ân’dan Ayetler, (Tercüme ve tefsir: Mehmet Akif Ersoy; Derleme: Ömer
Rıza Doğrul), İstanbul, 1944, s. 265.
83
Bkz: Ersoy, Mehmed Akif, Safahat, İstanbul, 1982, s. 440. Abduh’un Akif üzerindeki etkileri ile ilgili
olarak bkz: Abdülkadiroğlu, Abdülkerim, Abdülkadiroğlu Nuran, Mehmed Akif’in Kur’ân-ı Kerim’i
Tefsiri, Ankara, 1992.
84
Abduh'un görüş ve düşünceleri hakkında ayrıca bkz: Şahhâte, Abdullah Mahmûd, Menhecul-İmam
Muhammed Abduh fî Tefsîril-Kur'ân, Kahire, 1963, Emîn, Osmân, Râidul-Fikril-Mısrî, Kahire, 1965,
eş-Şâyib, Ahmed, Muhammed Abduh, İskenderiyye, 1929; el-Akkâd, Abbâs Mahmûd, ‘Abkariyyu’lIslâh ve’t-Ta’lîm, Muhammed Abduh, Kahire, 1962; es-Seyyid, Takiyyuddîn, Muhammed Abduh,
Edîben Ve Nâkiden, Kahire, 1989, s. 245-304; el-Hatîb, Muhammed Kâmil, el-Islâh ve’n-Nahda,
Dımeşk, 1992, c. 1, 128 vd.
85
Jansen, a.g.e, s. 40.; ayrıca bk. Karataş, Şaban, Karataş, Şaban, Muhammed Ahmed Halefullah
Eserleri ve Kur’an Tefsiri ile İlgili Görüşleri, (Basılmamış Doktora Tezi, İst. 2002, s.94.
86
Jansen, a.g.e, 51.
25
O’na göre Müslümanlar, çoğu kez Kur’ân’daki Allah’ın sadece ilahiyatçılara,
özellikle de ölmüş olanlarına değil tüm insanlara hitap ettiğini anlayamadılar 87.
Abduh şu sözleriyle, tefsirde gözettiği gayeye açıklık kazandırmaktadır: “Bizim
istediğimiz tefsirden gaye, insanların dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlayacak
esasları gösteren bir dinin kitabı olması açısından, Kur’ân’ın anlaşılmasını
sağlamaktır. Hiç kuşkusuz bu, tefsirin en yüce amacıdır. Bunun dışındaki konular ise,
ya bu amaca tâbidir, ya da bu amaca ulaşabilmek için vasıtadır.”88
Abduh, her ne kadar filolojik çalışmalarla ilgili olarak yukarıdaki tenkidi
yapmışsa da, onun yaptığı bu eleştiri, dil-edebiyat ağırlıklı etüdlere değer vermediği
anlamına gelmemelidir. O, bu tür âlet ilmi mesabesindeki çalışmaların nihaî olarak
Kur’ân’ın anlaşılması ve hidayet amacına hizmet etmesini gerekli görmektedir.
Nitekim Abduh, tefsirle ilgili çalışmalarının yanı sıra, aynı zamanda bir edebiyat
otoritesi olarak, Nehcu’l-Belâğa’yı şerhedip neşretmiş89, aynı zamanda, hem Arap
edebiyatının hem de tefsir ilminin temeli addedilmesi gereken iki kaynağı,
Abdulkâhir el-Curcânî’nin, Esrârul-Belâğa90 ve Delâilul-İ’câz91 adlı eserlerini,
Bediuzzemân el-Hemedânî’nin Makâmât’ını92 İbn Sîde’nin el-Muhassas’ını93 tahkik
ve tashih ederek neşretmiştir94.
Nitekim o, Kur’ân’ı ileri düzeyde anlayabilmek için, dil, üslûp, edebiyat,
sosyoloji, siyer gibi bilgileri bilmeyi gerekli görmektedir 95. Sonuç olarak Abduh’un
tefsir yönteminde edebiyat bilgisinin çok önemli bir yer tuttuğunu söylememiz
gerekmektedir96.
Mısır eski baş müftüsü ve İslâm dünyasındaki ıslah ve tecdîd hareketinin
önderlerinden biri olarak, mesaisinin çoğunu taklitle mücadele uğruna harcayan
Abduh, geleneksel eğitimini tamamladıktan sonra, eğitim-öğretim ve basın alanında
çalışmış, ulusal bir başkaldırı olan Urâbî Ayaklanmasına iştirak etmiş, bu yüzden
hapsedilip, sürgüne gönderilmiştir. Neşredilen birçok eserinin yanında, geriye
87
Rızâ, Reşid, el-Menâr, c.1, s. 448.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e., s.94-95.
Rızâ, age, c,1, s. 17.
89
Abduh, Muhammed, Şerhu Kitâbi Nehcil-Belâğa, Beyrut, 1885.
90
Kahire, 1902.
91
Kahire, 1903.
92
Beyrut, 1888.
93
Kahire, 1898.
94
Karataş, Şaban, a.g.e., s.95.
95
Rızâ, el-Menar, c.1, s. 21 vd.
96
Karataş, a.g.e., a.y.
88
26
bıraktığı tefsir etütleri, öğrencisi Reşid Rızâ tarafından toplanmıştır. Abduh,
kendinden sonra gelen kuşaklar üzerinde derin etkiler bırakmıştır97.
Halefullah, Kur’ân kıssalarının vâkıî olamayabileceği hususunda önceki
âlimlerin sarih ifade kullanmamakla birlikte, bu anlama gelen görüşler serdettiklerini
ve öncülük ederek kendisinin ortaya koyduğu teoriye zemin hazırladıklarını ifade
etmiş ve şu tespite yer vermiştir: “Kıssanın bir biçimi bir de özü vardır. Kıssalarda
amaçlanan, biçim ve yapı değil, dinî ve ahlâkî yönlendirmedir.” 98
Halefullah’ın danışmanı el-Hûlî daha da ileri giderek, Halefullah’ı eleştirenleri,
Abduh’un çizgisine sırt çevirmekle suçlamakta ve Mısır’ın, yükselme merdiveninin
en üstünden en altta itildiğini, üniversitelerin Abduh’un yolundan ayrılarak,
vehimlere tâbi olduğunu ifade etmektedir99.
Diğer yandan pek çok yazar, Halefullah’ın önceki âlimlere buhtanda
bulunduğunu ve bu anlamda onların hiçbir şey söylemediklerini ifade etmektedirler.
Gerçekten Halefullah daha önceki âlimlerle ilgili atıflarında bir buhtan içerisinde
midir? Bu hususun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir100.
Halefullah bütün eserlerinde özellikle de el-Fennu’l-Kasasî’de Abduh ve Reşid
Rızâ’nın telif ettiği el-Menâr tefsirine çok fazla atıfta bulunmaktadır. Bu eserden
konumuza ışık tutacak pasajları ortaya koymak lüzumunu hissediyoruz:
“Ayetlerdeki temsillerin halef tarzına göre yorumu hakkında şunlar
söylenebilir: Kur’ân, çoğu kez, anlamları soru-cevap kipiyle veya açıklayıcı ve
etkileyici özelliğinden ötürü, ‘hikâye’ üslûbuyla betimlemektedir. Bu tarzıyla
Kur’ân, zihinleri, arka plandaki inceliklere yöneltmektedir. Şu ayette olduğu gibi:
“Cehenneme, ‘Doldun mu?’ dediğimiz gün, o ‘Daha var mı?’ der.”101 Burada
söylenmek istenen, Allah’ın cehenneme soru sorması ve cehennemin de Allah’a
cevap vermesi değildir. Bu ifade cehennemin genişliği ve ne kadar çok olursa olsun,
suçluları alabileceğini vurgulayan bir temsîldir. (Allah’ın) semaya yönelmesinin
belirtilmesinden sonraki şu cümle de buna örnektir: “Sonra, duman halinde bulunan
göğe yöneldi, göğe ve yeryüzüne ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin,’ dedi. İkisi de
97
Abduh hakkında geniş bilgi için bkz: Rızâ, Reşid, Târihu’l-Ustâzi’l-İmâm, Kahire, 1935; Emîn,
Osmân, Râidu’l-Fikri’l-Mısrî, Kahire, 1965
98
Halefullah, el-Fennu'l-Kasasî, Kahire, 1972, s. 172.
99
Karataş, a.g.e., s.96.
100
A.g.e., a.y.
101
50, Kâf;30.
27
‘İsteyerek geldik,’ dediler.”102 Bu ayetteki temsîlin ne anlama geldiği açıktır. Derim
ki,103 bu olaya ‘tekvin’ (yaratma) denir ve bunu ‘teşrî’ (yasa koyma) kavramı
karşılar. Yaratmaya ‘tekvin’ isminin verilmesinin nedeni, vahiyde (yaratmanın) bu
kelimeyle ifade edilmesindendir.” 104
“Ancak bir şeyi dilediği zaman O’nun buyruğu o şeye ‘Ol’ demektir; o hemen
oluverir”105. Bu ayet, rububiyet iradesinin yaratmayla ilişkisini tasvîr etmektedir.
Rivayetleri esas alan müfessirlerden Hafız İbn Kesîr dışında hiç kimsenin, Âdem
kıssasındaki olayları ‘yaratma’yla açıkladığını hatırlamıyorum. Bu müfessir A’râf
sûresindeki “Öyleyse oradan in!”106 ifadesini, yaratma anlamında yorumlamıştır.
Âdem kıssasında, İblis’in Allah’a hitap etmesi, insanoğlunu saptıracağı ve kıyamete
kadar gözetleyeceği şeklinde cevap vermesini anlatan diğer ayetlerin anlamları da
böyledir.”107
Abduh’un, kıssadaki temsîlin halef tarzına göre izahlarını kısaca şöyle
özetleyebiliriz: Allah’ın, insanı yeryüzünde halife yapacağını meleklere haber
vermesi, yeryüzüne hükmedecek bir varlığın yaratılması, bu dünyadaki güçlerin ve
canlıların insan için hazır hale getirilmesi, özgür iradesiyle eylem yapabilmesi,
sınırsız
bilme
ve
yeteneğine
sahip
olmasıdır.
Yeryüzünde
bozgunculuk
çırakılabilecek bir halifenin yaratılma nedenini meleklerin sorması, insanın böyle bir
yeteneğe sahip olduğunun tasvir edilmesidir. Âdem’e bütün isimlerin öğretilmesi,
insanoğlunun bu dünyadaki bütün her şeyi öğrenebilme ve dünyada yaşarken bunları
kullanabilme yeteneğine sahip olmasıdır. İsimlerin meleklere sunulması ve
sorulması, meleklerin kendilerine ait sınırın dışına çıkamayacaklarını; meleklerin
Âdem’e secde etmesi, dünyadaki canlıların ve güçlerin onun emrine verildiğini;
İblis’in secde etmekten uzak durması (istikbâr), insanoğlunun, kötülük olgusunu yok
etmek; çatışma, düşmanlık, zulüm ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarma gibi kötü
eğilimleri ortadan kaldırmaktan âciz olduğunu temsîl etmektedir.108
Abduh, kıssayla ilgili kendi görüşleri ise şundan ibarettir: Bu ayetlerde cennetle
rahat ve nimet; Âdem’le de insan türü; ağaçla kötülük ve Allah’ın emirlerine
102
41Fussilet 11.
İfade, Reşid Rızâ’ya aittir.
104
Rızâ, age, c.1, s. 280 vd.
105
Yâsîn 36;82.
106
A’râf 7;13.
107
Rızâ, a.g.e, a.y.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e., s.97.
108
Rızâ, age, ay.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e., s. 97-98.
103
28
muhalefet; cennette sükun ve cennetten hubûtla da tekvin olgusu; ağaç yasağıyla şerr
bilgisinin ilhamı; Şeytan’ın vesvese vermesi ve Âdem ile Havva’nın ayağını
kaydırmasıyla, beşerî benliklerde bulunan ve şer etkeninin güçlendirdiği kötü
duygular; cennetten çıkışla, fitrî itidal sınırından çıkmak sûretiyle insanın sınanması
ve sıkıntıya düşmesi sembolize edilmektedir. Âdem’in “kelimeleri telakki” etmesi ve
tevbesine gelince, insanın selim fıtratını ve kötü eylemlerin cezalandırılmasını
açıklamaktadır. Âdem’in sıkıntı anında Allah’ rücu ve zorluk vaktinde sığınması ve
Allah’ın da onun günahlarını bağışlaması, insana zorluklardan çıkış kapısını
gösterdiğini ifade etmektedir. Allah’ın insanı affettiğinin zikredilmesi, Allah’ın,
Âdem’in günahını ona ve onun çocuklarının boynuna kaydedip İsa’nın gelerek
insanları
bu
aslî
günahtan
kurtardığı
şeklindeki
Hristiyan
inancını
da
reddetmektedir.109
Bu yorumlarda Muhammed Abduh, açıkça Kur’ân kıssalarının vakıaya münafi
ve hakikate muhalif olduğunu açıkça ifade etmemektedir. Ancak, hiç kuşkusuz,
kıssayı lafızların zahirinin delâlet etmediği başka anlamlara hamletmek sûretiyle
Halefullah’la aynı noktada buluşmaktadır. Bu kıssada Abduh’un izlediği yöntem
sadece kendisiyle sınırlı kalan bir yöntem değildir. Nitekim onun kimi öğrencileri de
Kur’ân kıssalarının pek çoğunda aynı yolu izlemiştir:
Reşid Rızâ “Görmedin mi o kimseleri ki kendileri binlerce kişi iken ölüm
korkusuyla yurtlarından çıktılar. Allah da kendilerine ‘ölün!’ dedi, sonra da onlara
bir
hayat
verdi...”110
ayetini
toplumların
çöküşü
veya
ayakta
kalışıyla
yorumlamaktadır.111 Şevkânî ise bu ayetteki görmeyi, gözle görme şeklinde değil;
kalple görme şeklinde tevil etmiş ve ilgi uyandırmak amacıyla mesel olarak ifade
edildiğini söylemiştir112.
Abduh, Kur’ân’da geçen kıssaların, Yahudi kaynaklarına veya kadîm tarih
eserlerine uygun olmasını şart görmemektedir. Kur’ân’da anlatılanlar tarih değildir.
Bunlar ancak hidayet ve mevizedir. Tarihsel detayları bilinsin diye hiçbir kıssa
Kur’ân’da anlatılmış değildir. Bu kıssalar ancak ibret amacıyla zikredilmiştir.113
109
Bkz: Rızâ, Reşid, age, c.1, s. 280-284.
Bakara 2;243.
111
Rızâ, Reşid, Age, c. 2, s. 457-458.
112
Eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, Mansûra, 1997, c. 1, s. 449.
113
Age, c. 1, s. 327.
110
29
Abduh, Kur'ân’daki kimi ayetlerin114 de Kur’ân’ın özel üslûbuyla geldiğini; bu
konuda ne daha önce ne de sonra onun üslûbuna erişilmediğini, kıssalarda
tarihçilerin kronolojik tertibine veya diğer yazarların kullandığı dizayna bağlı
kalınmadığını; ancak, kalpleri sarsan, insan düşüncesini ciddi bir araştırmaya iten,
insan benliğinde sarsıntılara yol açan bir üslûpla kıssaların anlatıldığını
söylemektedir. Reşid Rızâ, Abduh’un açıklamalarına şunları ilave etmiştir: “Bu
çağda yazılan hikâye ve roman ismi verilen ustûrelerde aynı üslûp takip
edilmiştir.”115
Abduh, tarih bilimi ve Kur’ân kıssaları arasındaki ilişkiyle ilgili olarak başka
bir yerde şunları söylemektedir: “Kur’an’da özel olarak, geçmiş toplumlarla ilgili
tarihsel ayrıntılar yer almamaktadır. Bu kıssaları içeren ayetler, peygamberlerle
gönderildikleri
toplumlar
arasında
cereyan
eden
olaylarla
ilgili
ibretler
vermektedir.”116
“… Kur’ân’daki kıssalar, tarih bilgisi vermek, geçmiş kavimlere ait haberlerin
detaylarına iman etmeye yöneltmek için değil, öğüt/ibret vermek üzere geçmiştir.
Kur’ân’ın bu insanlara ait hak-bâtıl inançlarından, doğru-yanlış geleneklerinden ve
yararlı-zararlı âdetlerinden bahsetmesi, öğüt ve ibret içindir. Kur’ân’ın anlatımı ibret
verme sınırını aşmamakta ve hidayet amacından öte geçmemektedir.”117
Her ne kadar Abduh ve öğrencileri, Halefullah gibi, Kur’ân’da vaki olmayan
kıssalar bulunabileceğini sarahaten söylemiyorlarsa da, bu kıssalardan bazılarında
“temsîl” ve “hayal” bulunduğunu, amacın “öğüt” ve “ibret” vermek olduğunu
söyleyerek onunla aynı noktada buluşmaktadır118.
Ancak Abduh’a ait başka bir pasaj daha bulunmaktadır ki, bu pasajdaki
ifadeleri ilk bakışta yukarıda geçen görüşlerine ters düşer görünmektedir: “Sözün özü
şudur: Kur’ân’ın geçmiş kavimlerle ilgili kıssaları anlatırken izlediği yol hikmetin
son noktasıdır. Cahiliye çağında-toplumunda yetişmiş bulunan ümmî Muhammed (s)
bu (kıssalarda anlatılanlara) kendi düşüncesiyle ulaşmış değildir. Kaldı ki bu bilgileri
bu dönemde ve bundan önce hakîmler bile bilmemekteydi. Öyleyse bunlar Allah’ın
kullarına yol göstermesidir ki, bunları seçtiği kul Muhammed (s)’e vahyetmiştir…
114
Bakara 2; 67 vd.
Rızâ, age, c. 1, s. 346-347.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e., s. 99.
116
Rızâ, Reşid, age, c. 2, s. 205.; Karataş, a.y.
117
A.g.e, c. 1, s. 399.
118
Karataş, a.g.e., s. 100.
115
30
Öyleyse bize düşen –ayette de açıklandığı üzere- bu kıssalarla ilgili olarak, eski
toplumlara ait rivayetlere iltifat etmemektir. Bu rivayetlerin Kur’ân’a ters olmasında
kuşku uyandıracak şeyler görmemeliyiz”119
Bu ifadeler ilk bakışta yukarıdaki pasajlara ters gibi görünse de, biz burada bir
tezat görmemekteyiz. Çünkü Abduh’un ciddiye almadığı veriler, tarih ve arkeoloji
gibi bilimlerin ortaya koyduğu bilgiler olmayıp, sahih olmayan rivayetlerdir. Pek
tabiî, tarih ve ahbar kitaplarındaki rivayetleri bir tenkide tâbi tutmadan olduğu gibi
delil olarak kullanmak imkânı yoktur. Son tahlilde, Abduh’un, Kur’ân kıssalarıyla
ilgili söylediklerinin Halefullah’ın ortaya koyduğu teorinin temellerini attığını ve
onun önündeki yolu genişlettiğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
2.2. Tâhâ Hüseyin (1889-1973) ve Görüşleri
Taha Hüseyin, Mısır aydınlarına tesirleri olan önemli bir şahsiyet olarak
karşımıza çıkar 120.
Taha Hüseyin’in düşünce yapısını oluşturan olumsuz toplum şartlarının etkisi
büyüktür. O eserlerinde bu olumsuz toplum şartlarını ve gelenekleri eleştirir121.
Taha Hüseyin’in özellikle ‘Cahili Şiir’ olarak nitelendirilen edebi metinler ve
Kur’an’da yer alan kıssalarla ilgili görüşleri –daha sonra değineceğimiz gibi- o
günkü Mısır kamu oyunda büyük tepkilere neden oldu122. Ona göre Kur’an şahıs ve
olaylardan rast gele bahseder 123. Ona ait olan bu görüşler yaklaşık otuz yıl boyunca
tartışıldıktan sonra bilimsel gelişimi ve sanatsal kuralları esas alan alimler tarafından
daha ılımlı bir yaklaşımla şu şekilde değerlendirilmeye başlandı: “Kıssalar ve onun
gibi diğer edebi nitelikteki söz sanatlarının etkisindeki söz sanatlarının hakim olduğu
sanatsal-edebi anlatım biçimini, geçmişte meydana gelen olayların tarihsel olarak
detaylı incelenmesi, tarihsel verilerin kritiğinin yapılması, Kur’an’daki tabloların
detaylarına inilmesi ve olayları ortaya çıkaran faktörlerin analiz edilmesi gibi
işlerden ayrılmalıdır…” Bu yaklaşımla eğitim görmüş dindar aydınlar, Kur’an’ın
119
A.g.e, c. 2, s. 472.
Karataş, Şaban, ‘Cahiliyye Şiiri Üzerine-Taha Hüseyin’in bu eserinin tercümesi için yazmış
olduğu takdim yazısından, Ankara Okulu Yay., Ankara 2003, s. 7.; ayrıca bk. Karataş, Şaban,
Muhammed, Ahmed Halefullah, Eserleri ve Kur’an Tefsiri ile ilgili görüşleri (Basılmamış Doktora
Tezi), İst. 2002, s. 110 vd.
121
Karataş, a.g.e., a.y.
122
a.g.e., a.y.
123
a.g.e., a.y.
120
31
olayları anlatırken sanatsal ifade kullandığını, kıssaları sanatsal bir biçimde
anlattığını tam bir teslimiyet içinde kabul etmektedirler. Buna karşın aydın, söz
konusu olayları ve bu olayların kahramanlarını bütün derinlik ve açıklığıyla araştırıp
analiz eder; (tarihsel anlatımın)
hiçbir
biçimde sanatsal anlatım tarzıyla
çelişmediğini; tarih bilimi söz konusu olaylar hakkında ne derse desin, bu edebisanatsal anlatım tarzının, Kur’an’ın korunmuşluğu ve Allah’ın kelamı olduğu
gerçeğine zarar vermeyeceğini ifade etmektedir. Böyle inanmış bir ilim adamı, ilim
çevresine, Kur’an’ın dilediği gibi konuştuğunu ve olayları istediği gibi kullandığını
söylediğinde de zorda kalmayacağını zannetmekte ve ‘Bizler ilk olarak vicdanımızla
mü’min, fakat sonra aklımızla araştırmacı kimseleriz. Zira birbirine zıt ve birbirine
çok yakın bu iki güç (vicdan ve akıl) bizim içimizde birlikte yer almaktadır”
demektedir 124.
Taha Hüseyin ile bu konuda paralel görüşlere sahip olan125 Muhammed Ahmed
Halefullah’a göre böyle bir anlayışın, Müslüman aydınları çelişkilerden kurtaracak
bir reçetedir126. Ona göre böyle bir anlayışa sahip kimse şöyle söyleyecektir: Kur’an
öncekilerin kıssalarını anlatırken hiçbir şekilde salt tarih bilgisi vermeyi
amaçlamaksızın, edebi-sanatsal bir yol izlemiştir. Çünkü Kur’an, ayrıntı ve verilere
zaman-mekan-şahıs belirlemelerine bağlı kalmaksızın kıssaları, edebi-sanatsal bir
tarzda anlatır. Son olarak amacının ibret vermek olduğunu açıkça ortaya koyar.” 127
Emin el-Huli, Halefullah’ın eserinin (el-Fennu’l-Kasasi)’ye yazmış olduğu
takdim
yazısında,
Taha
Hüseyin’in
çalışmasındaki
noksanlığı
bu
eserin
tamamlayacağını dile getirerek şöyle der: “ Onlar, Kur’an’ı, Arap dilinin en
muazzam kitabını- oldukça yeni bir araştırma yöntemiyle; sanatsal, düşünsel ve
toplumsal ilerlemeden de istifade ederek ele aldılar ve çok yönlü etkileri olan bir
girişim olarak ‘edebi tefsir teorisi” ni ortaya koydular” 128
Bu ifadeler, Emin el-Huli’nin gerek Taha Hüseyin’in, gerekse öğrencisi
Muhammed Ahmed Halefullah’ın Edebi Tefsir Metoduna olan katkılarından dolayı
memnuniyetini ve takdirini dile getirir.
124
Karataş, a.g.e, s. 110-111 vd.
Halefullah ve Taha Hüseyin’in hazırlamış oldukları eserler arasında yöntem ve sonuç itibariyle
benzerlikler mevcuttur.(bk. Karataş, a,g,e, s. 110)
126
A.g.e., a.y.
127
A.g.e., a.y.
128
Edebi Tefsir Metodu için bk. Emin el-Huli, Kur’an Tefsirinde Yeni bir Metod (çev. Mevlüt Güngör)
İst. 1995, el-Huli, Menahicu’t-Tecdid, s. 299 vd.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e., s. 99.
125
32
2.2.1.Taha Hüseyin’in hayatı
Taha Hüseyin, 1889 yılında on üç çocuklu bir ailenin yedinci çocuğu olarak,
Mısır’ın Said bölgesindeki bir köyde dünyaya geldi. Küçük yaşta yakalandığı bir göz
hastalığına yapılan yanlış müdahale neticesinde gözlerini kaybetti129. On yaşına
geldiğinde Kur’an’ı hıfzetti. Bunun yanında içinde yaşadığı toplumda yaygın olan
şarkı, halk hikayeleri, kıssalar, dua virdleri ve ilahilerden bir çoğunu ezberledi.
Geleneksel yapının hakim olduğu bir çevrede yetişti. Çocukluğu çok zor şartlar
altında geçti130.
Geleneksel bir eğitim aldıktan sonra 1902 yılında Ezher’e gitmiştir. Taha
Hüseyin’in
Ezher
Üniversitesine
gittiği
yıllarda
orada,
gelenekçi-yenilikçi
çatışmasının yoğun bir şekilde yaşandığı bir ortam hakimdi. Bu dönem aynı zamanda
“nahda (Rönesans, uyanış) hareketinin olgunluk dönemine rastlamaktadır131. O
dönemde, Taha Hüseyin, Muhammed Abduh’un üniversitede verdiği son dersleri
dinleme fırsatını bulmuştur132.
Taha Hüseyin, Ezher’e devam ettiği yıllarda, aynı zamanda, Kahire
Üniversitesi’nde tarih, medeniyet tarihi, edebiyat, şark dilleri, felsefe gibi dersleri
takip etti. Bu üniversitede ders veren Guidi, Litman, Santillano, Miloni ve Massignon
gibi bir çok oryantalist’in derslerini takip etme imkanı buldu. 1908 yılından itibaren
Fransızcayı
öğrenmeye
başlamış,
Mısır
Üniversitesindeki
oryantalist
Lois
Clement’in verdiği Fransız Edebiyatı dersini takip etti133.
1914 yılında “Tarihu Ebi’l-Ala” adlı doktora tezini hazırladı. Bu tez Mısır
akademi camiasında hazırlanan ilk doktora tezi özelliğini taşıması açısından
önemlidir134.
1914 yılında hükümet bursuyla Fransa’ya gitti. 1915 yılına kadar, Fuko’dan
psikoloji,
129
Dayf, Şevki, el-Edebu’l-Arabi el-Muasır fi Mısr, Kahire 1961, c. 2 s. 277; ayrıca bk. Karataş,
a.g.e., s. 111
130
Hüseyin, Taha, el-Eyyam, Kahire, c. 1, s. 3 vd. Şeref, Abdulaziz, Taha Hüseyin ve Zevalu’lMuctemei’t-Taklidi, Kahire, 1977, s. 17 vd.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e., s. 112-113.
131
Bk. Şeref, a.g.e., s. 26 vd.; Karataş, a.g.e., s. 113.
132
Karataş, a.y.
133
Şeref, a.g.e., s. 27; Karataş, a.y.
134
El-Besyuni, Muhammed Ebul’l-Mecd, Bibliyografa’r-Resâili’l-İlmiyye, Kahire, 2001. s.40, 103.
33
Fransız Edebiyatı ve Modern Tarih dersleri aldı. 1915’de Mısır’a geri döndü.
1916’da tekrar Fransa’ya gitti. Paris’te Edebiyat Fakültesine girerek Fransızca,
Yunanca ve Latince derslerini takip etti. Bu dönemde Durkheim ve Casanova gibi
pek çok bilginin derslerini dinleme imkanı buldu. 1917’de Sorbounne’den lisans
diploması aldı135.
Durkheim’in danışmanlığında “İbni Haldun’a Göre Toplum Felsefesi” konulu
doktora tezi, 1918 yılında kabul edilmiş, 1919 yılında yüksek araştırmalar,
diplomasına ulaştığı çalışmasını onaylamıştır136.
1917 yılında Katolik bir ailenin kızı olan, okul arkadaşı Suzan Briso ile evlendi.
Bu evlilik onun hayatının bir dönüm noktası olarak kabul edilir137.
Taha Hüseyin’in hayatıyla ilgili olarak yukarıda sunduğumuz bilgiler, onun
düşünce yapısının nasıl şekillendiğine dair bazı ipuçları vermektedir. O gerek Ezher
Üniversitesi’nde okuduğu yıllarda, gerekse Fransa’da bulunduğu yıllarda, kendi
döneminde ünü yayılmış hocalardan okuma fırsatını iyi değerlendirmiş, onların
bilgilerinden istifade etmiştir138.
Özellikle Ebu’l-Ala hakkında hazırladığı doktora tezi, klasik İslam düşüncesine
ne kadar vakıf olduğunu bize göstermesi açısından önemli bir delildir. Bu özellikleri
sebebiyle, kendi dönemindeki Mısır aydınları arasında kısa sürede temayüz etmiş bir
şahsiyettir139.
1919 yılında, tanınmış bir şahsiyet olarak Mısır’a döndü. Andre Gide,
Massignon, Sartre ve Poul Valery gibi ünlü edebiyatçılarla yakın dostluklar kurdu.
Bu dostluklarına binaen, bu şahısların Kahire Üniversitesi’nde ders okutmalarını
sağlamıştır140.
Taha Hüseyin’in Mısır, Fransız ve Yunan kültürlerine ilgisi, yeni bir medeniyet
projesi çizmesinde etkili olmuştur. Zira ona göre, Mısır doğulu bir toplum değil;
batılı bir toplumdur ve Akdeniz medeniyetinin bir parçasıdır141.
Taha Hüseyin, üniversitedeki görevinin yanı sıra, pek çok bilimsel kurumda
faaliyet göstermiştir. 1942-1944 yılları arasında Eğitim bakanlığı müsteşarlığı; 1950135
Karataş, a.g.e., s. 112-113.
Şeref, a.g.e., s. 31; Karataş, a.g.e., s. 113.
137
Karataş, a.g.e., a.y.
138
A.g.e., a.y.
139
A.g.e., a.y.
140
Şeref, a.g.e., s. 39-40; Karataş, a.g.e., a.y.
141
Şeref, a.g.e., s. 383; Karataş, a.g.e., s. 114.
136
34
1952 yılları arasında da Eğitim bakanlığı görevlerinde bulundu. Ulusal ve uluslar
arası bir çok görev üstlendi142.
Taha Hüseyin, Fransa’daki eğitimi sırasında hocaları arasında Lanson da
bulunmaktaydı. Lanson, Muhammed Ahmed Halefullah’ın “el-Fennu’l-Kasasi” adlı
doktora tezini hazırlarken yararlandığı bir şahsiyet olarak dikkat çekmektedir 143.
2.2.2. Taha Hüseyin’in cahili Arap şiiri ve Kur’an kıssaları ile ilgili görüşleri
Taha Hüseyin’in Kur’an kıssalarıyla ilgili görüşleri, onun edebiyat tarihi ve
eleştirisine bakışıyla paralellik arz eder144
Taha Hüseyin’e göre, edebiyat tarihi, siyasi hayat ve tarihinden bağımsız
değildir145. Örneğin, Protestanlık ile Protestanlık tarihi aynı şeyler değillerdir.
Fransız devrimi ve Protestanlıktan nefret eden bir kimse bu devrimi ve hareketi
mükemmel bir şekilde ele alıp işleyebilir 146. Ancak bu durum edebiyat
tarihi
açısından söylenemez. Çünkü edebiyat tarihini kaleme almak için sadece bilimsel bir
araştırma metodu yeterli değildir. Bunlar için bilimsel birikimin yanında zevk ve
bireysel yetenekler de gerekir. Zira edebiyat tarihçisi, yazarın şahsiyetinden etkilenir.
Bu özelliği ile objektif olamaz ve pek çok yönden öznel olmak durumundadır. Sonuç
olarak, edebiyat tarihi katıksız bilim ile katıksız edebiyatın ortasındadır. Bu nedenle
bilimin nesnelliğini taşıdığı gibi, edebiyatın sübjektifliğini de taşır147.
Taha Hüseyin, kaleme aldığı ‘Fi’ş-Şi’ri’l-Cahili’, hem dini hem de siyasi
nedenlerden ötürü büyük bir infiale sebep olmuş ve kısa süre içerisinden
toplatılmıştır148. Daha sonra, sakıncalı bulunan bir bölümünün çıkarılması ve adının
da ‘el-Edebu’l-Cahili’ olarak değiştirilmesi ile beraber tekrar yayınlanmıştır. Bu eser,
edebiyat Fakültesi 1. ve 2. sınıf öğrencileri için hazırlanan ders notlarından
oluşmuştur149.
142
Şeref, a.g.e., a.y.; Karataş, a.y.
Karataş, a.y.
144
A.y.
145
A.y.
146
Karataş, a.g.e., s. 115.
147
Hüseyin, Taha, Tarihu’l-Edebi’l-Arabi, c. 1, s. 33-34; ayrıca bk. Karataş, a.g.e., a.y.
148
Karataş, a.g.e., a.y.
149
Karataş, a.y.
143
35
Taha Hüseyin’in bu eseri, pek çok alim tarafından eleştirilere150 maruz
kalmıştır.
Gerek Huli, gerekse Taha Hüseyin üzerinde Ebu’l-Ala el-Ma’arri’nin (H. 363449) etkisi büyük olmuştur. Nitekim bu şahsiyet İslam’ın temel prensipleriyle alaycı
bir tarzda nakd-ı edebi alanında ilk örneklerden kabul edilen el-Ma’arri hakkında
birer eser yazmış ve onu tebcil etmişlerdir151.
Bu arada, Emin el-Huli’nin, Taha Hüseyin’e nisbeten daha ılımlı olduğunu
zikretmekte yarar vardır. O, batılı araştırma yöntemini benimseyen Kahire
Üniversitesi ile doğu kültürünün etkisinde olan Ezher Üniversitesinin araştırma
yöntemi arasında orta bir yol izlemeye çalışmıştır152.
Halefullah’ın yazdığı tez gibi, Taha Hüseyin’in yazdığı bu eser de
parlamentoda tartışılmış, meclis, Taha Hüseyin’i makamından uzaklaştırmak
istemiştir. Ancak başbakan Adli Paşa, bilimsel çalışmayı himaye düşüncesiyle istifa
tehdidinde bulunmuştur153.
Taha Hüseyin, büyük tartışmalara sebep olan bu eserini ‘cedid’ tarzda kaleme
aldığını ve öğrencilere verilen derslerin bir özeti olduğunu vurgular154. Bu eserinde
Descartes’in şüpheci metodunu uyguladığını dile getirir 155.
Taha Hüseyin söz konusu eserinde, cahiliye şiiri diye adlandırılan şiirlerin pek
çoğunun (neredeyse tamamının) cahiliye dönemiyle bir ilgisinin bulunmadığını; bu
şiirlerin, siyasi, dini ve sosyal vb. nedenlerle İslam sonrasında uydurularak, cahiliye
dönemi nisbet edildiğini ifade eder. Bundan dolayı da bu malzemelerin hiçbir
biçimde, Kur’an veya Hadis metinlerini anlamada ölçü olarak kabul edilemeyeceğini
savunur156.
Taha Hüseyin, cahiliye dönemiyle ilgili olarak şunları söyler: “Ben cahiliye
hayatının varlığını inkâr etmiyorum; bu cahiliye şiirleri denilen metinlerin cahiliye
dönemini anlatan veriler sunduğunu kabul etmiyorum. Cahiliye dönemi hakkında
150
Bk. Karataş, a.g.e., a.y.
Bk. Hüseyin, Taha, Zikra Ebi’l-Ala, Kahire 1915; Huli, Emin, Re’yun fi Ebi’l-Ala, Kahire 1945;
(Emin el-Huli’nin eşi Aişe Abdurrahman Bintu’ş-Şatı’, el-Ma’arri’nin baş eseri ‘er-Risaletu’lĞufran’ adlı eseri doktora tezi olarak ele almış, tahkik, şerh ve neşretmiştir. 1. basımı Kahire 1953; 9.
basımı, 1993 yılında gerçekleştirilmiştir.); ayrıca bk. Karataş, a.g.e., s. 116.
152
Sa’fan, a.g.e., s 79; ayrıca bk. Karataş, a.y.
153
Bk. Sabri, Mustafa, Mevkifu’l-Akl ve’l-İlm, c. 4, s. 307-308.; Arabu’l-Yevm, s. 155, ayrıca c. 4, s.
318; Karataş; a.g.e., s. 117.
154
Karataş, a.y.
155
Hüseyin, Taha, a.g.e., s. 12-45
156
A.g.e., s. 8-9
151
36
bilgi edinmek için bu şiirlere değil, bizatihi Kur’ân’a bakmak gerekmektedir. Kur’ân
cahiliye hayatını anlatan en gerçek aynadır. Kur’ân metni şüphe götürmez derecede
otantik (sahih) metindir. Cahiliye dönemiyle ilgili verileri Kur’ân’dan ve
Peygamber’in çağdaşı olan şairlerin şiirlerinden öğrenmek mümkündür.”157
“Arapların Peygamber’e karşı koymaları ve tartışmalarından, onların Kur’ân’ı
anladıkları sonucu çıkmaktadır. Kur’ân’daki bütün metinlerin Araplar için yeni
şeyler olduğunu söylemek mümkün değildir. Böyle olmasaydı Araplar Kur’ân’ı
anlayamazlar, onlardan bazıları iman, diğerleri de mücadele etmezdi... Kur’ân,
üslûbu, çağırdığı mesaj ve koyduğu kurallar itibarıyla yenidir; fakat Kur’ân
Arapçadır. Bu Arapça, o dönem insanlarının kullandığı dildir. Kur’ân putperestlik,
Yahudilik, Hristiyanlık, Sabiilik ve Mecusilik üzerinde dururken, hitap çevresinde
bulunan
bu
din
mensuplarını
merkez
almıştır…
Kur’ân
putperestlerden,
Yahudilerden, Hristiyanlardan ve diğer din-mezhep mensuplarından bahsederken,
Araplardan ve Arapların tanıyıp bildiği din ve mezheplerden bahsetmekte, bunlardan
kimilerini iptal etmekte, kimilerini de onaylamaktadır... Cahiliye hayatıyla ilgili
olarak, Kur’ân üzerinde yapılan araştırmanın sonuçlarıyla cahiliye şiirleri üzerine
yapılan arıştırmanın sonuçları arasında pek çok farklar bulunmaktadır.”158
Tâhâ Hüseyin, bu farkı şöyle ifade etmektedir: “Cahiliye şiirine bakıldığında,
cahiliye hayatı, dinî şuur ve dinî duygudan uzak biçimde, çok kapalı ve kuru
görünmektedir. Nitekim bu şiirler cahiliye dönemi Araplarının dinsel hayatını tasvîr
etmemektedir. Kur’ân ise başka bir tabloyu, çok kuvvetli bir dinî hayatı tasvîr
etmektedir ki, bu din mensuplarına bütün güçleriyle mücadele etmeleri çağrısında
bulunmaktadır. Kureyş dindar bir kavimdi ve dindarlığında da samimi idi.”159
Taha Hüseyin’e göre cahiliye şiirlerinin yansıttığı gibi, bu insanlar kaba-saba,
cahil ve ahmak insanlar değil; tam aksine, bilgi, zeka ve ince duygu ve zevk sahibi
kimselerdi. Ancak bütün Araplar bu açıdan eşit değildi. Kur’an’ın da tanıklık ettiği
üzere, onlar arasında da iki sınıf mevcuttu: Servet, makam mevki zeka ve bilgi sahibi
aydın/elit sınıf ve geniş halk yığını. Kur’an bu iki sınıfı mustad’af ve müstekbirler
olarak ikiye ayırmaktadır160.
157
A.g.e, s. 16.
A.g.e, s. 17-18.; ayrıca bk. Karataş; a.g.e., s.108
159
A.g.e, s. 19.; Karataş; a.y.
160
33 Ahzap, 33;67./ 9 Tevbe 97.
158
37
Taha Hüseyin’e göre bilinenin aksine cahili Arap toplumu, diğer toplumlardan
uzak yaşayan bir kavim değil, aksine Kur’an’a göre, diğer toplum ve uygarlıklarla
güçlü bir ilişkisi vardı. Cahili şiiri denilen bu kaynaklarda ise bunun tam tersi bir
anlayış hakimdir161.
Bu tahlilleri yaptıktan sonra Taha Hüseyin, Arapların bir uygarlığa sahip
oldukları sonucuna varır ve şu soruyu sorar: “Kur’ân’ın ilkel/cahil bir toplumda
ortaya çıktığını hangi akıl sahibi söyleyebilir?” Ona göre, cahiliye dönemiyle ilgili
sağlam bilgiler elde etmek için Kur’ân, cahiliye şiirinden daha yararlı ve tutarlıdır.
Bu araştırma mantalitesi cahiliye dönemi hakkında bilinen her şeyi altüst
etmektedir162.
Taha Hüseyin’in üzerinde durduğu önemli konulardan bir diğeri de Kur’an-ı
Kerim’de yer alan kıssalardır. Taha Hüseyin, kitabının toplatılmasına sebep olan da
aslında bu konuyla ilgili görüşleridir163. O, bu konuda şöyle der: “Tevrat’ta İbrahim
ve İsmail’le ilgili bazı pasajlar bulunmaktadır. Kur’ân’da da bu ikisi hakkında bazı
bilgiler vardır. Fakat hem Tevrat hem de Kur’ân’da bu ikisi hakkında geçen pasajlar,
bırakın İbrahim oğlu İsmail’in Mekke’ye göçüp burada ‘Arab-ı Mustarebe’nin
oluşmasını ispatlamasını, bu iki şahsın tarihsel gerçekliklerini ispatlamaya yetmez.
Bu kıssada biz, bir açıdan Yahudilerle Araplar, başka bir açıdan, İslâm ile Yahudilik
ve bir başka açıdan da Kur’ân ile Tevrat arasında ilişki bulunduğuna dair bir tür hileçözüm bulunduğunu görmek zorundayız.”164
2.3. Bilimsel Tefsir Ekolü ( Ahmet Han-1817-1898)
Günümüzde fazlaca kabul gören ve ağırlık kazanan tefsir türlerinden biridir.
İlmi tefsir, Kur’an ibarelerindeki ilmi ıstılahları açıklamaya, onlardan çeşitli ilmi ve
felsefi görüşler çıkarmaya çalışan bir tefsir türüdür.
Kur’an-ı Kerim, akla büyük önem verdiğine göre, aklın ve düşüncenin ürünü
olan ilimleri de teşvik etmesi ve ilimlere işaret etmesi doğaldır. Kur’an’ın dini
ilimlerin yanı sıra tecrubi ilimlerle de olan münasebeti öteden beri savunulagelmiştir.
Örneğin İmam Gazali ‘ihya’ adlı eserinde bu konuya değinirken ‘Cevahiru’l-Kur’an’
161
Hüseyin, Taha, a.g.e., s. 20-21.
Bkz:Tâhâ Hüseyin, age, s. 22-23; ayrıca bk. Karataş, a.g.e, s. 132.
163
Karataş a.g.e., s. 133 vd.
164
Age, s. 26.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e,. a.y.
162
38
adlı eserinde ayrıntılı olarak izahlarda bulunmuştur. Aynı anlayışı, Fahreddin er-Razi
(606/1209); Ebu Fadl el-Mursi (655/1255) ile Celaleddin es-Suyuti (911/1505)
devam ettirmiştir. Ancak miladi 12. asırdan 19. asra kadar ilmi faaliyetlerdeki
durgunluk kendisini tefsir sahasında da hissettirdi. Katip Çelebi (1657) ve Erzurumlu
İbrahim Hakkı (1772) gibi birkaç istisnanın dışında ilmi tefsir görülmez olmuştur165.
Modern dönemde, Ahmet Han ve onunla aynı çizgide olan ilim adamlarının
bilimsel tefsir ile ilgili görüşleri, klasik anlamdaki ilmi tefsirden farklılık
arzetmektedir. Onun çizgisi akılcılığı daha fazla esas alan bir yapı arzeder. Bu
nedenle pek çok ilim adamından tepki almış ve eleştirilere maruz kalmışıtır. Burada
onun hayatını ve görüşlerlerini ele almaya çalışacağız.
2.3.1. Ahmet Han’ın hayatı
Ahmet Han, 17 Ekim 1817’de Delhi’de doğdu. Hindistan’da söz sahibi bir
aileye mensuptu. Dedesi ile babasının devlet kademelerinde önemli görevleri vardı.
Soyunun Hz. Hüseyin vasıtası ile Peygamber’e kadar ulaştığı yolundaki iddia, onun
ileri hayatı ve etkinliği için doğal bir zemin hazırladı166.
Arap ve İran eğitim geleneğinde öğrenimini bitiren Ahmet Han, devlet
kademelerinde değişik görevlerde bulundu. Hayatı boyunca İngiliz yanlısı bir yol
izledi167.
1857 İngilizlere karşı başlatılan ve Hindistan tarihinde ‘Sipahi Ayaklanması’
diye bilinen ayaklanmada İngilizlere yardım ettiği için kendisine ‘Star of İndia’
(Hindistan Yıldızı) ünvanı verildi168.
1869 yılında İngiltere’ye gitmiş kraliçe Viktoria ve İngiliz devlet adamları
tarafından büyük bir iltifat görmüştür. Onyedi ay süren bu ziyareti sırasında İngiliz
eğitim sistemini tanıma fırsatı buldu. Hem bu sisteme ve hem de Avrupa kültür ve
medeniyetine hayran kaldı169.
Hindistan’a dönüşünde ‘Tehzîbu’l-Ahlâk’ adında bir gazete çıkarmak suretiyle
din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini savundu170.
165
Turgut, Ali, Tefsir Usulü ve Kaynakları, İfav Yay. İst. 1991, s. 305
Şimşek, a.g.e, s. 235.
167
A.g.e., s. 235.
168
A.g.e., a.y.
169
A.g.e., a.y.
170
A.g.e., a.y.
166
39
O’nun Hindistan düşünce hayatına asıl etkisi 1875’te kurduğu “Mohmmedan
Anglo-Oriental College” (Muhammedî Anglo-Doğu Koleji” okul vasıtasıyla
olmuştur. Daha sonra üniversiteye dönüştürülen okulda İngiliz eğitim sistemine
uygun bir sistem uygulamıştır171. Bu okulun asıl amacı hümanizmi geliştirmek,
Batılı anlamda bilimsel bir dünya görüşü oluşturmak ve siyasete pragmatik bir bakış
açısı getirmekti172.
Hayatının önemli bir kısmında İngiliz yanlısı tutum sergilemesi ve onlara karşı
yapılan her karşı harekette sürekli İngiliz yanında tavır alması ve onlara yardım
etmesi sebebiyle her zaman İngilizler yanında prestij sahibi olmuştur. Ölmeden önce
İngilizler 1887 yılında, İngiltere de bile herkese kolay kolay verilmeyen ‘Sir’ ve
‘Commander of the Star of India’ (Hint Yıldız Şövalyesi) ünvanıyla ödüllendirildi173.
Ahmet Han 27 Mart 1898 yılında Aligarh’da vefat etti174.
2.3.2. Ahmet Han’ın fikirleri
İlk dönmlerde Şah Veliyullah Dihlevi’nin etkisinde olsa da daha sonra onun
çizgisinden ayrılmış tamamen modernist bir yapıya bürünmüştür; XIX. Asır Avrupa
akılcılığı ve tabiat felsefesinin etkisinde bir yol izlemiştir. Ona göre belli bir inancın
kabul edilmesinde asıl ölçüt, çağdaş bilim ve tabiat kanunlarıdır. İslam’ı bu şekilde
çağdaş bilim ölçütüne vurursak görürüz ki, o, diğer bütün dinlerden daha çok tabiat
kanunları ile uyum halindedir. Müslümanlar geçmişte Kur’an’ın dünya görüşünü çok
yanlış anlayıp yanlış yorumladıkları için artık Sünnî kelamı geçersiz olduğundan
çağdaş anlayışa dayalı yeni bir Kur’anî kelamın geliştirilmesi gerekir. Bunun için
çabalayan Ahmet Han, sadece Mu’tezile’ye değil, aynı zamanda Müslüman
filozoflara ait olduğunu açıkça bildiğimiz görşülere de baş vurmuştur. O zaman
onun sonuçta neredeyse tabiatçı bir ‘deist’175 durumuna düşmesine şaşmamak
gerikir 176.
171
A.g.e., s. 236.
Ahmed, Aziz Hindistan ve Pakistan’da Modernizim ve İslam, ter. Ahmet Küskün, İst. 1990, s.
48’den naklen, Şimşek, a.g.e., s.236
173
Şimşek, a.g.e., s. 236.
174
A.g.e., s. 236.
175
Deizm (Yaradancılık): “ (Alm. Deismus) (Fr. Deisme) (İng. Deism) (Lat. Deus=Tanrı) Tanrı’ya
inanmakla birlikte, belli bir dinin dogmalırını ve ilkelerini benimsemeyen; Tanrının evreni yarattıktan
sonra onu, kendi yasasına göre işlemek üzere kendi başına bıraktığını öne süren öğreti.//Yaradancılık
XVI. Yüzyılda-Tanrıtanımazlığın karşıtı olarak ortaya çıkmıştır. Sonradan, Aydınlanma döneminde
kilise öğretisini eleştirerek us dinini savunanların öğretisi olmuştur. Belli başlı savunucuları: Jean
172
40
Ahmet Han’a göre kainata sebep-sonuç prensibi hakimdir. Kainat bu çerçevede
yönetilmektedir. Her şeyin yaratıcısı, yani ilk sebep Allah’tır. Allah, tabiat
kanunlarının yaratmış ve kesinliğe bağlamıştır; bu yüzden kainatta bu kanunlara
aykırı hiçbir şey cereyan etmez. Bu anlayıştan hareket ederek Ahmet Han,
peygamberlerin mucizelerini ve velilerin kerametlerini kabul etmez. Bunlarla ilgili
nasları tabiat kanunlarına uygun bir şekilde yorumlamaya çalışır177.
“Peygamberler ilahi tabiat kanununun neşredicileridir. Mucize kavramı yanılış
ve kural tanımaz bir biçimde bu kanunla çatışır. Kutsal kitaplarda zikredilen
mucizeler bu nedenle sembolik, metaforik ya da kıssalar olarak yorumlanmalıdır.
Tabiat kanunları değişmezdir; Allah’ın yaratılışa olan teminatlarıdır ve kırılmazlar.
Bu kanunların aşılmasına ya da ortadan kaldırılmasına yarayan mucizelere inanmak
bu bakımdan ilahi teminatlardaki inancın inkarını hazırlar, yanlıştan dolayı Allah’ı
suçlar. Bütün tabiat kanunlarını bilmediğimiz doğrudur. Her gün yeni bir kanun bize
indirilmektedir. Bizce bilinsin ya da bilinmesin bu kanunlar bizim bilgimizden
bağımsız olarak vardırlar; anolojiyle biz onların düzenlilik ve uyum içinde var
olduğunu ve mucizeler tarafından ortadan kaldırıldıklarını algılayabiliriz.”178
Ahmed Han, Batı rasyonalizmine kendisini o kadar kaptırmıştır ki, neredeyse
beş duyu ile algılanamayan her şeyi reddetme ve dini nasları bu doğrultuda tevil etme
yolunu tercih etmiştir. Bunun bir neticesi olarak melek ve cinlerin varlığını da tevil
ediyordu. Ona göre melekler, insandaki sezgisel biliş, sudaki akışkanlık ve taştaki
katılık gibi yaratılmış nesnelerin ‘hususiyetleridir’. Kur’ânî terminolojide melek
kavramının ikincil anlamı, insanı kötülükleri ortadan kaldırma mücadelesinde
cesaretlendiren ilahi moral bir destektir. Şeytan yoldan çıkmış bir melek olarak,
metaforik bir biçimde Kur’an’da ateşin yaratığı olarak zikredilmiştir. Aslında o,
insanın kötü tabiatına işaret eder. Kur’an’da muhtelif yerlerde geçen cinin kimliği
üzerinde duran Ahmet Han, Kur’an’da beş yerde geçen ‘can’la aynı anlama geldiğini
ve bunların şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların projeksiyonları olduğunu, diğer
Bodin, Herbert of Cherbury, John Toland, Shaftesbury, Volteire, J. J. Rousseau.” Akarsu, Bedia,
Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Yay., İst., 1988, s. 196
176
Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşçılık, terc. Alparslan Açıkgenç/Hayri Başoğlu, Ankara,1990,
s.141-142.
177
Öz, Mustafa, T.D.V.Y.A. ‘Ahmet Han’ maddesi, İst. 1989, II. 74.; Şimşek, a.g.e., s. 237.
178
Ahmed, Aziz, a.g.e., s. 58.
41
yerlerdeki kullanışlarında ise Kur’an bu terimi, çöllerde, tepelerde ve ormanlarda
yaşayan yabani insanlar için kullandığını belirtir 179.
Ahmet Han, felsefi konularda olduğu gibi sosyal alanla ilgili nasları da tevil
ederek Batılı anlamda bir sosyal hayatı benimsemektedir. Ona göre, uzun tarihi
boyunca biriktirmiş olduğu geleneksel bozulmalardan İslam’ı ayıklayıp temizlemek
ve Kur’an’ı yeniden akılcı bir yoruma kavuşturmak gerekir180.
Ahmet Han, Kur’an’ın en mükemmel ve değişmez prensipleri ihtiva ettiğini
kabul etmekle birlikte ona göre Kur’an’ın ihtiva ettiği şeylerin tamamı dini değildir.
Teolojik çalışmalarının büyük bir kısmını Kur’an’a yönlendirmiş olması, bir yandan
modernist bir yorum yakalamak arzusu, diğer yandan din için Kur’an’ın yeterli
olduğu kanaatinden dolayıdır181.
Hadislere bakışı, bazı müsteşriklerin bakışıyla aynıdır. Ona göre hadisler, ilk üç
asırda oluşan gelenekler demetidir. O dönem insanları tarafından üretilmiş ve
Peygamber’e mal edilmişlerdir. O halde hadisler, Kur’an derecesinde güvenilir bir
kaynak olamazlar. “Çünkü onların çoğu sonraki nesillere aynen nakledilememiştir.
Sahabe ve halefleri, naklettikleri hadislerde bizzat Hz. Peygamber’in kullandığı
lafızları kullanmayıp kendi ifadeleriyle rivayet etmişlerdir; böylece hadis metinleri
kitaplara son ravinin ifadesi ile girmiştir. Bundan dolayı bu raviye kadar Hz.
Peygamber’in ifadesinin ne derece korunduğunu tespit etmek çok güçtür. Ravinin,
hadisi ve ifade ettiği mananın mahiyetini anlaması sonucu asıl metnin tamamen
yanlış bir ifadeye bürünmesi de mümkündür. Hadis bilginleri, hadis ricalinin
güvenilir olup olmadığı hakkında tenkitler yürüttükleri halde, hadisin metni hakkında
tenkitte bulunmamışlardır. Buna göre hadis, akıl ve dirayet yoluyla sabit olmadıkça
kabul edilemez.”182
Bir sahabi bile bazen hadisi yanlış anlayabilmektedir. Sevdiği kişilerin yüksek
sesle feryat etmeleri halinde, ölünün bundan dolayı cezalandırılmasıyla ilgili olan
hadisler buna bir misaldir 183. Neticede o, insanın dikkatini ahirete çekenlerin dışında
179
Öz, a.g.m., II. 74.
Şimşek., a.g.e., s. 239.
181
A.g.e., s.239.
182
Öz, a.g.m., II. 74.
183
Bammat, Haydar, İslam’ın Çehresi, İst., 1975., s. 489
180
42
diğer
hiçbir
hadisin
Müslüman
cemaati
bağlayıcı
bir
etkisi
olmadığını
savunmaktadır184.
İslam ümmetinin içinde bulunduğu konumdan kurtarılması için yeni arayışlar
içerisine giren diğerleri gibi Ahmed Han, taklide şiddetle karşıdır. Mukallidlerin, Hz.
Peygamber’in yanında yeni peygamberler ve Kur’an’ın yanında yeni Kur’an’lar icad
ettiklerini söylemektedir. Alimlerin görüşlerinin zamanla kutsanmaya başladığını
belirten Ahmed Han, eskiden her alanda alimlerin görüşlerine başvurulduğunu ileri
sürdükleri görüşlerin zamanla din olarak algılandığını ve şeriatla eşdeğer kılındığını
belirtmektedir. Kıyas ve ictihada dayanan alimlerin kararları, insanların örf ve
adetleri, zamanın gereği konusunda düşünce yürütme yetkisinde olan bilginler, kadı
ve müftülerin fikirleri, amaçları hilafına zamanla İslamın kendisini oluşturmağa
başladı. Kadılarla alimlerin kararları İslam’a eşdeğer olarak anlaşıldı185.
Siyasetin dinden ayrılması gerektiğini savunan Ahmed Han, Müslümanların
hiçbir devirde vahye dayanarak siyaset yapmadıklarını savunmaktadır. Çünkü bizzat
Hz. Peygamber çeşitli konularda ashabıyla istişarelerde bulunmuş ve ona göre
hareket etmiştir. Dünya ile ilgili konuların temel olarak değişmeyen dine dahil
edilmesi büyük bir hatadır.186 İngilizlerle arasınının bozulmaması için midir, yoksa
Batı yönetim sistemine olan samimi bağlılığından mıdır o, İslam birliği fikrine de
karşı idi. Bu nedenle 1883 yılında kendisini ziyaret eden ve İslam birliği konusunda
kendisinden destek isteyen Cemalleddin Afgani’nin bu isteğini reddetmiştir. Ona
göre Müslümanlar arasında olsa olsa fikri ve manevi bir birlik olabilir. Siyasi
anlamda bir birlik Müslümanların yararına olmaz187.
Batı eğitim kurumlarının Hindistan’a taşınmasında önderlik edenlerin en
önemlileriden biri olan Ahmed Han, ahlaki konularda, dönemindeki diğer İslamcı
ıslahatçılarla paralel bir yol izlemektedir. Bir bütün olarak Batı düşünce ve
davranışlarının İslam alemine taşınmasına karşıdır. O, Batıdan yalnızca iyi yönleri
almamız ve kötü alışkanlıklarından kaçınmamız gerektiğinde ısrar eder: “Ne zaman
bizim toplumumuzun onların iyi yönlerini aldığını duysam seviniyorum, ama ne
184
El-Behiy, el-Fikru’l-İslamî ve Sılatuhu bi’l-Fikri’l-Ğarbî, Kahire, 1975, s. 165; Şimşek, a.g.e., s.
240.
185
Goldziher, Ignaz, Mezahibu’t-Tefsiri’l-İslamî, Arapça’ya terc. Abdulhalim en-Neccar, Kahire1955, s. 348
186
Er-Rumi, a.g.e., III. 1081.
187
Şimşek, a.g.e., s.241.
43
zaman birinin içki içtiğini ve kumar oynadığını duysam üzülüyorum.” demektedir.
Han’a göre Batılılar, ahlak ilkelerini daha önce bizden almışlardır. Bu ilkeler
içerisinde bizim yapımıza da uygun olarak geliştirilmiş olanları almamızda hiçbir
sakınca yoktur. Her dine göre o dinden olmayanlar yanlış yoldadır. Ama bu , öteki
dinin dünyevi faaliyetlerinin tamamen yanlış olduğu anlamına gelmez. Belki de
bunlar o ülkenin ihtiyaçları karşısında kabul edilmiş saf olgular olabilir. Bu konuda
Peygamberimizin “İlim (hikmet) müslümanın kaybolmuş malıdır, nerede bulursa
almalıdır” sözünü izlemeliyiz188.
Fikir ve inanç hürriyetine de önem veren Ahmed Han, dini kuşkular ya da
zulüm karşısında fikirleri saklı tutmanın büyük bir günah olduğunu söylemektedir.
Fikrin değeri onu söyleyen kişiyi sınırlandırmaz, herkes hatta gelecek olan nesiller
bile açıkça söylenmeyen fikirlerin ıstırabını çekerler. Gelenek ve adetler fikirlerin
açıklanmasında büyük engeldirler. Bu engellerden biri de dini çevreden gelecek
tepkilerdir. Düşünce hürriyeti ve tartışma olmadan gerçekleri bulmak ya da bir
düşünceyi çürütmek mümkün değildir189. Ahmet Han, Hindistan’da Moğolların takip
ettikleri
politik
sistem
ile
İngilizlerin
hakimiyeti
dönemindeki
sistemi
karşılaştırırken, halka düşüncelerini açıklama imkanı tanımalarından dolayı
İngilizlerin sistemlerinin üstün olduğunu belirtmektedir 190.
Kısaca Ahmet Han, 19. yüzyılın determinist tabiat felsefesinden etkilenmiş, bu
doğrultuda bir kelam sistemi geliştirmeye çalışmıştır191. Batı medeniyetine derin bir
hayranlık duygusuyla bağlı idi. Ona göre Müslümanların modern hayata uyum
sağlayabilmeleri ancak Batılı bir eğitim sisteminden geçmeleriyle mümkündür.
Aligarh’taki koleji kurmasının en önemli nedeni budur192.
Ahmet Han’ın düşünceleri Hindistan Müslüman aydınları üzerinde etkili
olmuş; Aligarh ekolü denilebilecek modernist bir ekolün oluşmasını sağlamıştır. Bu
ekolün özelliklerinden biri de, Tevrat ve İncil üzerinde derin araştırmalar
yapmalarıdır193.
188
a.y.
a, y.
190
a. y.
191
a. y.
192
a. y.
193
a. y.
189
44
Şunu da belirtmek gerekir ki; Ahmet Han’ın İngiliz yandaşlığı, kanaatimizce
şahsi bir menfaat ya da makam hırsından kaynaklanmıyordu. Hayatı boyunca
siyasetten uzak durması, imkanı varken siyasi makamlara rağbet göstermemesi;
seksen yılı aşan bir ömrü yazarak, araştırmalar yaparak eğitim faaliyetlerinde
harcaması bunun bir kanıtıdır194. Belki de onun İngiliz yandaşı bir yol izlemesi, Hind
Müslümanlarını İngilizlerin baskısından kurtarmak içindi. Çünkü Hidûlar, İngiliz
hakimiyetini kabullenmiş ve onlarla işbirliğine girmişlerdi. Müslümanlar bir yandan
Hindûların, diğer yandan İngilizlerin baskı ve düşmanlıklarıyla karşı karşıya
kalmışlardı. Bu nedenle mevcut ortam içerisinde İngiliz sempatisini kazanmak, ona
göre Müslümanların yararına olacaktı. Hatta İncil’in tefsirini yazması ve İncillerin
sıhhatini savunması da bu endişeden kaynaklanıyor olmalıdır. Böylece İslamiyet ile
Hristiyanlığın aynı kaynaktan beslendiklerini ve eğer bir beraberlik söz konusu
olacaksa bunun Hindû-Hristiyan şeklinde değil, Müslüman-Hristiyan beraberliği
şeklinde olması gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Ne var ki Ahmed Han’ın bu
gayretleri iyi niyetten kaynaklanıyor olsa da, evrensel ve insanlığın tek ümidi olan
İslam
dininin
kendisine
tabi
olanlar
nezdinde
safiyetinin
bozulmasıyla
sonuçlanmıştır195.
2.3.3 Abduh ve Ahmed Han’ın karşılaştırılması
Bu arada son dönem İslam aleminde ortaya çıkan fikri hareketler konusunda
bazı arştırmacıların düştüğü bir hataya dikkat çekmek gerekir. Bu araştırmacılar,
hayatının son dönemlerinde Abduh’un Mısır’daki İngiliz yönetimiyle yumuşak
ilişkiler içerisinde değerlendirirler. Ayrıca her iki ekol mensuplarının taklide karşı
oluşlarının da bu değerlendirmede etkisi vardır. Halbuki her iki şahsın fikir ve
davranışları arasında önemli farklar vardır:
a. Afgani’nin vefatından sonra Abduh, öteden beri düşündüğü eğitim yoluyla
ıslah düşüncesini uygulamaya koyulmuştur. Bu sırda Mısır’da iki yönetim vardır:
İngiliz sömürge yönetimi ve bir de Hidivlerin yönetimi. İşbaşında olan Hidiv Abbas
II, Abduh’un ıslahat fikirlerine karşı idi. Bu nedenle Abduh’un İngiliz yönetimiyle
yumuşak ilişkiler içerisine girmesi , bir yandan Hidiv’in baskısında kurtulmak, diğer
yandan eğitim ve ıslah çalışmalarını yürütebilmek içindi. Abduh hiçbir zaman
194
195
A.g.e., a.y.
A.g.e., s. 243.
45
sömürgeci yönetimin yanında yer almamış; bu yinetimle mücadele verenlere karşı
herhangi bir tavır da takınmamıştır. Oysa Ahmed Han, hayatı boyunca İngiliz
sömürgecilerinin yanında yer almıştır, karşıtlarıyla mücadele etmiş ve bu
çalışmalarından dolayı da onlardan mükafatlar almıştır196.
b. Ahmed Han, mevcut haliyle Hristiyanlığın ve günümüz İncillerinin
sahihliğini kabul ederken Abduh, söz konusu İncillerin muharref İnciller olduklarına
inanır. Nitekim Ahmed Han, “Tibyanu’l-Kelam” isimli eserinde günümüz
Hristiyanlığının sahih bir din olduğunu ve mevcut İncillerin sıhhatini savunurken
Muhammed Abduh, “el-İslam ve’n-Nasraniyye maa’l-İlm ve’l-Medeniyye” isimli
kitabında İslamiyetin üstünlüğünü savunmaktadır197.
c. Ahmed Han ulusçu bir siyaset izlerken Muhammed Abduh, İslam birliğinden
yanadır. 1883 yılında Ahmed Han’ı ziyaret eden Afgani, kensinden Hind
Müslümanlarının diğer Müslüman ülkelerinin meselelerine lakayt kalmamaları
gerektiğini ve İslam birliği için adım atmasını isterken o, Müslümanlar arasında
ancak fikri ve manevi bir birlikten sözedilebileceğini belirtmiş, Hintli Müslümanların
Türk-Rus ve Türk-Yunan harbi esnasında Osmanlı İmparatorluğunun kaderiyle
yakından ilgilenmelerini doğru bulmamıştır. Çünkü o Hint Müslümanlarının siyasi
çabalarının, Hindistan’ın sınırları dışına taşmasına karşıydı198.
d. Ahmed Han, gerek inanç ve gerekse sosyal hayatla ilgili meselelerde daima
Batı sistemleriyle uzlaşmacı bir tavır takınırken Muhammed Abduh, gerek inanç ve
gerek sosyal hayatla ilgili kurumlar konusunda İslam’ı savunucu bir tavır
takınmıştır199.
Müsteşrik Ignaz Goldziher’in de dikkat çektiği gibi Hindistan ıslahatçılarının
esin kaynağı Batı iken Mısır ıslahatçılarının esin kaynağı İslamın temel kaynakları
idi200. Mısırlı ıslahatçılar, her türlü yabancı kültür etkinliğine karşıydılar201.
Abduh’un eski İslamî kaynakların neşrine çalışması ve bu konuda öğrencilerini
teşvik etmesi bunun bir delilidir. İctimai tefsirle uğraşan Abduh’un kimi meselelerde
modernizmin etkisinde kalmış olduğuna katılıyoruz. Ne var ki bu etkilenme hiçbir
196
A.g.e., s. 244.
Ahmet, Aziz, a.g.e., s. 59.
198
A.g.e., s. 75; Şimşek, a.g.e., s 245.
199
A.y.
200
A.g.e., s. 245.
201
Er-Rumî, a.g.e., III. 1091.
197
46
zaman Ahmed Han’ın etkilenme düzeyine ulaşmamıştır. En azından Abduh’un
olaylara bakış açısı modernist bir bakış açısı değildir. İki tarafın meselelere bakış
açılarında önemli farklar vardır. Abduh’un İslami kaynakları temel olarak alması göz
ardı edilmemesi gereken önemli bir farklılıktır. Her insan çağının düşüncelerinden şu
veya bu oranda etkilenir. Kişinin kimliğini belirleyen, ayrıntılardaki etkilenme değil,
meselelere bakışında takip ettiği metottur202.
Ahmed Han, modernistler arasında tefsir yazmaya kalkışanların ilkidir 203
Tefsiri Kur’an’ın tamamını içermemekle birlikte on yedi cüz’ünü içremektedir ki
aşağı yukarı Kur’an’ın üçte ikisini kapsamaktadır. Han’ın diğer bir özelliği de
modernist anlayışının inanç ve sosyal hayatın bütün yönlerini içermesidir 204.
Daha önce de ifade edildiği üzere ilmi tefsirin kökleri eskilere dayanmaktadır.
Ancak gerçek şu ki tarih içerisinde bu yaklaşım tarzı bireysel planda kalmış,
süreklilik arzetmemiş ve bir ekol oluşturamamıştır. Modern dönemde ise bu
yaklaşımın hızlı bir canlanma süreci içerisine girdiği bilinen bir gerçektir. Bu
nedenle ilmi tefsirin modern dönemdeki yapısına girmeden önce böyle bir yaklaşım
tarzının hız kazanmasına etki eden faktörlere, bir başka deyişle bu ekolün
arkaplanına değinmemiz yerinde olacaktır. Temelde iki maddede toplanabilecek olan
bu etkenlerin birincisi ortaçağ ve sonrası Hristiyanlıktaki din – bilim ilişkisi, ikincisi
de Batıdaki teknolojik gelişmedir.
2.4. Seyyid Kutub ve Tefsir Ekolü
Bu ekol için değişik isimlendirmeler yapılmıştır. Bunda isimlendirmeyi
yapanın bakış açısı önem arz etmektedir. Müsteşrikler daha çok ekole
“fundamentalist, radikal” gibi isimler vermeyi tercih ederken Müslüman yazarlar da
bakış açılarına göre Edebi-İctimaî Ekol, Devrimci Ekol, Hareket ve Aksiyon Ekolü
ya da Çağdaş Harici Ekol gibi isimler verirler.
Bu ekole, “Aksiyon ve Dava Ekolü” demek daha uygun olur. Çünkü ekol
mensupları hem pratik dini hayatın içerisinde aktif rol almakta, hem de Müslüman
aydınların İslam dışı sistemlere karşı genelde takındıkları savunması tavrın aksine
atak bir tavır takınmaktadırlar. Bununla birlikte isimlendirme konusunda iddialı
202
Şimşek, a.g.e., s. 245.
A.g.e., s. 246
204
A.y.
203
47
olmadığımızı belirtmek isteriz. Kuşkusuz önemli olan isimlendirme değil, tarafsız ve
ilmi ölçüler içerisinde tanıtımdır. Bizim için önemli olan budur. Elimizden
geldiğince bunu gerçekleştirmeğe gayret edeceğiz.
Ekolün kurucusu, Seyyid Kutup’tur. Kendisinden sonra aynı üslup ve
muhtevayı tutturabilenlerin sayısı yok denebilecek kadar azdır. Ancak Seyyid
Kutub’un Fi Zılali’l-Kur’an isimli tefsirinin çağımızda en çok okunan tesirler
arasında yer alması, birçok dile tercüme edilmiş olması ve çağımız İslam düşüncesi
üzerindeki etkisini göz önünde bulundurarak bu ekolün temsilcisi durumunda olan bu
tefsiri tanıtmayı uygun gördük. Zaten ekol içerisinde Kur’an’ı baştan sona tefsir eden
bir ikinci şahıs yoktur.
2.4.1. Seyyid Kutub’un hayatı
1906 yılında Mısır platosunda bulunan Asyut şehrine bağlı Mûşe köyünde
doğdu. Babası Kutub, orta halli fakat köyünde itibar sahibi bir adamdı.
İlköğrenimini köyünde, 1918 yılında bitiren Seyyid Kutub İngilizlere karşı
yapılan ayaklanma sonucu üç yıl gecikmeli olarak öğrenimine devam etmek üzere
Kahire’ye gitti. Lise öğrenimini öğretmen okulunda bitirdi. Ardından ‘Dâru’l-Ulum’
fakültesine kaydoldu ve 1933 yılında mezun oldu. Mezun olduğunda 27 yaşındaydı.
Altı yıl öğretmenlik görevinden sonra Milli Eğitim Bakanlığına memur olarak alındı.
Bu sırada resmi bir görevle Amerika’ya gönderildi. Amerikan Üniversite ve ilmi
enstitülerini dolaşacak, burada etütler yapacak, eğitim metodlarını inceleyecek ve
Mısır eğitim sisteminin ıslahı için önerilerde bulunacaktı. Bu nedenle dönüş için bir
tarih belirlenmemişti.
Başlangıçta Amerika’ya gitme teklifine sıcak bakmamıştı. Ancak gazetelerde
yazı yazması engellenip çıkarmakta olduğu “el-Fikru’l-Cedid” isimli dergi
kapatılınca gitmeye razı oldu. Belki de kendisini Amerika’ya gönderenlerin amacı,
makalelerinde ileri sürdüğü fikirlerin yaygınlık kazanmasına engel olmaktı.
Amerika’da buluduğu süre içerisinde Amerikan hayat tarzını, dolaysıyla Batı
medeniyetini yakından tanıma imkanı buldu. Hatta “Emrika elleti Raeytu”:
“Gördüğüm Amerika” isminde bir kitap yazmış ve Amerika’nın toplumsal yapısı,
ahlâkı vs. gibi konularda görüşlerini yazmıştı. Ne var ki bu yazdıklarının az bir
48
bölümü
hariç,
1954
yılında
Müslaman
Kardeşler
teşkilatının
mensupları
tutuklandıklarında tamamen yakıldı.
Amerika’ya gidinceye kadar Müslüman Kardeşler teşkilatıyla organik bir bağı
yoktu. Onun bu teşkilata sıcak bakması ve teşkilata katılma isteği Amerika’dayken
gerçekleşti. 1949 yılında Amerika’da bir hastanede tedavi görürken söz konusu
teşkilatın
lideri
Hasan
el-Benna
öldürülmüştü.
Öldürülme
olayının
kimi
Amerikalılarla Amerikan basın ve ilitişim araçlarında sevinçle karşılandığına şahit
olmuştu. Ortadoğuda kendileri için en tehlikeli kişinin öldürüldüğü yazılıyordu.
Kendisinin ifadesine göre artık bu teşkilata katılmama konusunda bir mazereti
kalmamıştı. Bu örgüt hak üzere olmalıydı ki Amerikalılarla İngilizler bu örgüte savaş
açmışlardı. Kesin kararını vermişti ve döner dönmez bu örgüte katılacaktı.
Dönüşünde bu örgüte katıldı. Ona göre bu, kendisinin ikinci doğumuydu. (Yıl:1951)
Kendisinin bu duygu ve düşünceleri, Batı medeniyetine ne kadar olumsuz
baktığını da ortaya koymaktadır. Zaten Amerika’da bulunduğu müddetçe Müslüman
arkadaşları Amerikalılara karşı savunmacı bir tavır takınırken kendisi Amerikan
toplum yapısına saldırgan bir tutum içerisindeydi.
Amerika’dan döndükten sonra gazetelere yazdığı makalelerin sayısını daha da
arttırdı. Konferanslar vermeye, oturumlar düzenlemeye başladı. Evi gençlerle dolup
taşıyordu. İslami kesimi tahrik edici konuşmalar yapıyordu. General Necib’in yaptığı
devrimde kendisinin büyük payı vardır.
Kahire’de Subaylar Gazinosu’nda verdiği konferans subaylar tarafından büyük
bir ilgiyle izlendi. General Necib, konferansa katılmama mazeretini Enver Sedat’la
gönderdiği bir mektupla duyurmuş, kendi yerine temsilci olarak da Abdunnasır’ı
göndermişti. Gönderdiği bu mektupta ise, Seyyid Kutub’u devrimin lideri olarak
niteliyordu205 .
1954 yılında Müslüman Kardeşler Örgütü ile Devrim Konseyinin arası açılınca
ilk hapse atılanlar arasında Seyyid Kutub da vardı. On beş yıl hapse mahkum
edilmişti.
Daha önce başlattığı Fi Zılal tefsirini yazmaya devam etti. 1964 yılında Mısır’ı
ziyaret eden Irak Devlet Başkanı –ki Fi Zılal’i okumuş biriydi- Abdusselam Arif,
205
Er-Rumi, a.g.e ,c. III. s.992.
49
Abdunnasır’dan Seyyid Kutub’un salıverilmesini istemiş ve bu istek üzerine
salıverilmişti.
Ancak bu özgürlük de uzun sürmedi, 1965 yılında Abdunnasır, Rusya’ya
yaptığı bir ziyaret esnasında Moskova’dan Müslüman Kardeşlerin iktidarı yıkmak
için kuvvete başvuracaklarına dair bir hazırlık içerisinde olduklarını ilan etti. Bunun
üzerine örgüt mensupları tutuklanmaya başlandı. Seyyid Kutup bütün kardeşleriyle
birlikte tutuklananlar arasındaydı. Bu defa aracıların aracılığı reddedildi. Ancak
Nasır’dan af dilemesi durumunda salıverileceği kendisine bildirildi. Onun cevabı
şöyle olmuştu: “Niçin merhamet dileyeyim ki, eğer hakkaniyete uygun olarak
hapsedilmiş isem, ben hakkın hükmüne razıyım. Yok eğer haksız yere tutuklanmış
isem, batıldan merhamet dileyecek kadar onursuz değilim. Bunun üzerine 29/8/1966
tarihinde idam edildi.
Seyyid Kutub’un kısa bir hal tercemesini vermeğe çalıştık. Çünkü kişinin
hayatı ile oluşan fikirleri arasında bir paralellik vardır. Özellikle Seyyid Kutub gibi
sanatçı bir ruha sahip kişilerde bu paralellik çok daha belirgindir.
O, çocukluğundan itibaren Kur’an’ı Kerim ile ilgiliydi. Çevresinde olup
bitenler bu ilgisinin sadece yönünü değiştirmiş, yeni bakış açılarıyla Kur’an’ı
yorumlamaya çalışmıştır. Tefsiriyle ilgili en kapsamlı çalışmayı yapan Salah Abdu’lFettah el-Halidî ondaki bu değişimi üç aşamada değerlendirmektedir 206.
2.4.2. Kur’an’la ilgili eserlerinde aşamalar
Seyyid Kutub’un Kur’an ile ilgili eserlerini üç aşamada değerlendirmek
mümkündür. Bunlar sırasıyla şunlardır:
2.4.2.1 Birinci aşama
İlk aşamada o, Kur’an’ın edebi güzellikleriyle ilgilenmektedir. Bu alandaki ilk
eseri, 1939 yılında “et-Tasviru’l-Fenni fi’l-Kur’an: Kur’an’da Edebi Tasvir” adıyla
yayınladığı makaledir. Bilahere bu makaleyi geliştirip kitaplaştırmış, 1945 yılında
yayınlamıştır.
Yine aynı üslûp ve anlayışla “Meşahidu’l-Kıyame fi’l-Kıyame fi’l-Kur’an:
Kur’an’a Kıyamet Sahneleri” isimli kitabını yayınlamıştır.
206
El-Halidi, Salah Abdu’l-Fettah , el-Menhecu’l-Harekî fî Zilali’l-Kur’an, Cidde-1986. s. 14.
50
Aynı anlayışla Kur’an
sanat yönüyle ilgili başka kitaplar yayınlamayı da
tasarlamıştı. Ne var ki İkinci Dünya Savaşından sonra yayılan sosyalizm, fakir bir
ülke olan Mısır halkını da etkilemeye başlamıştı ve bu nedenle Seyyid Kutub başka
bir alana yöneldi.
2.4.2.2. İkinci aşama
Bu aşamada fikri ve ictimai meselelere yönelmiş, toplumun sosyalizme
kaymasını engellemek amacıyla toplumsal meselelere eğilmiştir. İki yıl süren bir
çalışmanın sonucu olarak 1949 yılında “el-Adaletu’l-İctimaiyye fi’l-İslam: İslam’da
Sosyal Adalet” isimli kitabını yayınlamıştır. Bu sırada kendisi Amerika’da
bulunduğundan kitabın basım işiyle kardeşi Muhammed Kutub ilgilenmiştir.
Eser hemen hemen her kesimde büyük yankı uyandırmıştır. Sosyalist kesim,
üzerinde durdukları problemlere alternatif bir çözüm üretildiği için Seyyid Kutub’a
diş bilerken İslamcı kesim ve özellikle Müslüman Kardeşler onu bağırlarına basmış,
eserini İslami hareketin yeni bir aşaması olarak değerlendirmişlerdir.
Kutub Amerika’dan döndükten sonra 1951 yılında yayın hayatına giren
Müslüman Kardeşlerin yayın organı “el-Muslimûn” dergisinin editörü Dr. Said
Ramazan, Kutub’a dergide aylık makale yazmasını teklif etmiştir. Kutub, makale
yazdığı köşeye “fi Zılali’l-Kur’an” ismini vermiş ve Kur’an’a dayanarak toplumsal
meselelerle ilgili çözümler üzerinde durmuştur. Birbirini takip eden yedi makale
yazmış, son makalesinde dergide yazmaya son verdiğini ancak çalışmasını müstakil
cüzler halinde bastırarak okuyucusunun huzuruna çıkacağını belirtmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in büyük bir bölümünü İctimaî Tefsir Ekolü anlayışıyla tefsir
ederek yayınlamıştır.
Bu aşamada üzerinde durduğu konular toplumsal hayatın sosyal ve ekonomik
meseleleri, sosyolojik meseleler, diğer sistemlerle diğer dinler karşısında İslamın
getirdiği çözümler, ağalık sistemi, kapitalizmin zararları vs. dir. “İslam Kapitalizm
Çatışması” ismiyle Türkçe’ye çevrilen “Ma’reketu’l-İslam ve’r-Re’sumaliyye” isimli
eserinde bu aşamada yayınlanmıştır.
51
2.4.2.3. Üçüncü aşama
1954 yılında Müslüman Kardeşler Örgütünün mensupları, devlet başkanına
suikast planı içerisinde oldukları gerekçesiyle tutuklanmışlardır. Seyyid Kutub da
tutuklananlar arasındaydı. Hatta ağır işlerde çalıştırılmak üzere on beş yıla mahkum
edilmişti. Bu olay, Seyyid Kutub’un olaylara bakışında yeni dönüm noktası olmuştur.
Çünkü söz konusu örgüt, suikast planıyla itham etilmezden önce halk onları büyük
bir sempati ile karşılıyor, örgütün düzenlediği konferanslarda salonları tıklım tıklım
dolduruyordu. Düzmece ithamdan sonra ise, çevrelerindeki insanlar dağılmış, üstelik
bir kısmı aleyhlerine dönmüştü. Bir yandan sistemin kendilerine reva gördüğü bu
zulüm ve baskılar, diğer yandan halkın takındığı tavır kendisini düşündürüyordu.
Nihayet şu sonuca vardı: Sistemin kendilerine karşı takındığı tavır, İslam ile
diğer cahiliye sistemleri arasında kaçınılmaz bir çatışmanın sonucudur. Örgüt
mensuplarının başına gelenler bu yüzdendir. O halde İslami hareket, cahiliye sistemi
ile ilişkilerinin tamamını koparmalıdır. Aralarında amansız bir çatışma vardır ve
müslümanlar bu çatışmaya Kur’an-ı Kerim’in kendisini sokmalıdırlar. Bu çatışmada
başarıya götüren sadece odur.
Seyyid Kutub, daha önce basılmış olan “Fi Zilal” in cüzlerini tekrar gözden
geçirir ve bu yeni bakış açısıyla gerekli düzeltmeleri yapar. Ancak bir aşamadan
diğerine geçerken, önceki aşamadaki bakış açısı tümden ortadan kalkmamıştır. İkinci
aşamada bu bakış açısını birinci aşamadaki bakış açısının önüne geçmiş, üçüncü
aşamada ise buradaki bakış açısı daha ön plana çıkmıştır207.
2.4.3. Seyyid Kutub’a göre tefsirde amaç ve metod
Seyyid Kutub’a göre Kur’an’ın iniş amacı, sağlıklı Müslüman şahsiyeti ile
İslam toplumunu kurmak ve bu toplumun cahiliye ile olan kaçınılmaz savaşında ona
rehberlik etmektir:
“Bu yüce Kitap Allah elçisi Muhammed (s.a.v.)’e indirildi ki onunla bir ümmet
oluştursun, bir devlet kursun, bir toplumu düzenlesin, kalb ve akılları onunla eğitsin,
mükemmel bir ahlak ortaya koysun, toplum fertleri arasındaki ilişkileri düzenlesin.
207
Şimşek, a.g.e., s.192-194.
52
Bütün bunları özel bir inanç, belli bir düşünce ve yeni bir yapılanma ile
gerçekleştirsin.”208
Sahabe Kur’an’ın bu hedefini iyi anlamış ve bunu gerçekleştirmişlerdir.
Bilgi edinmek ya da hoş bir vakit geçirmek için Kur’an’ı okuyanlar onu
anlayamazlar. Ancak Kur’an’la bütünleşmiş olanlar, hayatlarını onun emirlerine göre
düzenleyenler onu anlar.
a. Kur’an’ın indiği ortama uzak duranlar,
b. Kur’an’ın amaçlarından uzak bir hayat yaşayanlar,
c.Cahili bir hayat yaşayıp Kur’an’ın kavramlarını asıl anlamlarından
uzaklaştırıp yozlaştıranlar,
d. Kalplerini, duygularını, kısacası selim fıtratlarını bozmuş olanlar,
e. Kur’an’ı hayatlarına hakim kılmayanlar ise, Kur’an’ı anlayamazlar.
Kur’an hem önderdir ve hem de öğretmendir. Komutandır da. Bu nedenle
Müslümanlar, cahiliyye ile olan kaçınılmaz savaşlarına Kur’an’ı sokmalıdırlar.
Seyyid Kutub’un tefsir anlayışının oluşmasında etken olan amilleri şu
meddelerde özetlemek mümkündür:
1. Kur’an’ın temel hedefini göz önünde bulundurması. Buna göre Kur’an,
sadece okunmak için ya da sadece bilgi almak için indirilmiş değildir. Onun temel
hedefi, müslümanın kimliğini oluşturmak, insanlar için çıkarılmış en iyi ümmeti;
İslam ümmetini gerçekleştirmektir.
“Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenler, bir kısmına uyarsanız, iman
etmenizden sonra sizi kafirliğe çevirirler.”209
İslam ümmeti, yeryüzündeki düzenini sadece ve sadece tek ve apaçık olan
Allah’ın prensipleri doğrultusunda kurmak için gelmiştir. O, insanlığın yararına
hiçbir kimsenin yapamadığını yapacaktır. Onun varlığı, yeryüzünde Allah’ın dinini
yaşatmak, hayatın pratiklerine uygulamaktır. İslam ümmeti, hayatına ilahi değerlerin
yön verdiği ümmettir.
Ya bu gerçeğe uyulacak, ya da küfür ve sapıklık bataklığına düşecektir. Kur’an
her fırsatta bunu vurgulamaktadır.
Varlığı, insanlığa önderlik yapmaya yönelik olan bu ümmetin cahiliyye
kurallarına uyması düşünülemez.
208
209
Kutub, Seyyid, Fi Zilali’l-Kur’an, Beyrut 1971. c. II, s. 16.
3, Alu İmran 100.
53
Bu ümmet, önderlik için var olmuştur. Sağlam şuurun, sağlam ahlâkın,
sağlam yönetim ve düzenin önderliği. Akılların gelişmesi, evrenin sayfalarını açıp
tanıması, sırların çözüp böylece ufkunun genişlemesi bu sağlıklı ortamda
mümkündür210.
2. Sahabe toplumunu göz önünde bulundurması, O, sahabe toplumunu
Müslümanlar için örnek bir toplum olarak kabul eder. O neslin örnekliğini, Kur’an’ın
eğitiminde yetişmiş olmalarına bağlamaktadır. Onlar, Kur’an’a göre hayatlarını
şekillendirmiş, onun gölgesinde yaşamış, Kur’an’ın prensipleriyle amel etmek için
mesajlarını almış, cahiliyye ile savaşlarında Kur’an’ı rehber edinmişlerdir. Bu
nedenle Seyyid Kutub, sahabenin Kur’an karşısında takındıkları tavrı titizlikle tespit
etmeye gayret etmekte ve günümüz Müslümanlarının da aynı tavrı takınmaları
gerektiğini savunmaktadır.
3. Daha önce onun hassas bir yapıda olduğuna dikkat çekmiştik. İşte bu yapısı
sayesinde hayatında başından ve toplumunun başından geçenleri gözlemleyip tespit
etmekte bunları bir birikim olarak tefsirinde kullanmaktadır. Daha önce Kur’an’a
bakışındaki ikinci aşamanın sosyal meseleleri bir düşünür gibi değerlendirmesi
olduğuna dikkat çekmiştik. İşte bu yönü, tefsirinin ictimâi yönüdür.
4. Fikri hayatının bütün safhalarında Kur’an’la olan bağlantısını koparmamış;
hep onunla birlikte yaşamıştır. Bunun kendisine sağladığı birikim ile olayları Kur’an
ile değerlendirmeğe, Kur’an’ın bakışı ile bakmağa gayret etmektedir.
5. Kur’an ile beraberliği, hapishanede de devam etmiş, hatta bu sırada daha çok
Kur’an’la meşgul olma imkanı bulmuş ve tefsirinin önemli bir bölümünü
hapishanede yazmıştır. Cahiliyet diye isimlendirdiği beşeri sistemlere saldırırken
kullandığı üslûpta bu mağduriyetinin de elbette payı vardır.
6. İslam toplumu için gerekli olan her şeyin; inanç prensiplerinin yanında
ahlâkî, hukûkî, siyasî prensiplerin tamamının Kur’an’da varolduğuna kesin olarak
inanmaktadır.
7. İslam toplumunun içinde bulunduğu durumun ve İslam toplumunun başına
gelenlerin inanç za’fiyetinden kaynaklandığına inandığı için inanç konuları; ulûhiyet
ve rubûbiyetin birliği meseleleri üzerinde çokça durmakta, sosyal olayları da inanç
zaviyesinden değerlendirmektedir. Toplumları İslam ve Cahiliye diye ikiye
210
Kutub, a.g.e. ,c. II. 17-18.
54
ayırmasının nedeni budur. Ona göre Kur’an’dan kaynaklanmayan bütün sistemler,
cahiliye kavramı çerçevesine girer.
8. Seyyid Kutub’a göre Kur’an’a her türlü ön yargıdan, her türlü kültür ve ön
kabullerden, şahsî fikirlerden soyutlanarak yaklaşmak, Kur’an’ın her dediğini tam bir
teslimeyetle kabullenmek gerekir.
9. Kur’an’ın amacı konusunda okuyucuyu oyalayan ve geçmiş tefsirlede bolca
mevcut olan fıkhî meselelerin ayrıntılarından, gramerle ilgili kuralları anlatmaktan,
tarihi bilgiler vermekten ve mezhebî çatışmaların ayrıntılarından uzak durması. Ona
göre geçmiş dönemlerde insanlar İslamın gölgesinde yaşarlarken bu tür fantezilere
dalmak bir dereceye kadar mazur karşılanabilir ama İslamın topluma yabancılaştığı
çağımızda bu tür şeyler gereksizdir ve Kur’an’ın mesajının etkisini zayıflatmaktadır.
10. Toplumu eğitmek ve sağlıklık sonuçlar elde etmek, ancak Kur’an ile
mümkündür.
Seyyid Kutub’un Kur’an tefsirine bakış açısını bu maddelerde özetlemeye
çalıştık. O, tefsirinde bu meseleleri sık sık gündeme getirir; hayatın bütün
ayrıntılarını bu bakış açısıyla değerlendirir.
2.4.4. Seyyid Kutub’a yöneltilen eleştiriler
Seyyid Kutub’a yöneltilen eleştirileri siyasî ve ilmî olmak üzere iki gruba
ayırmak gerekir. Her şeyden önce o, belli bir örgütün mensubudur ve bu örgüt
mensupları özellikle Arap aleminin bazı ülkelerinde mevcut yönetimlere alternatif
olabilecek bir güce ulaşmışlardır. Bu nedenle mevcut yönetimlerin ve bu
yönetimlerin yandaşlarının yönelttikleri itirazlar tamamen siyasîdir. Ona yapılan
haricî ya da fundamentalist ithamları müsteşriklerle bu kesim tarafından
yapılmaktadır. Öyle ki bu kesim, idam edilmesini dahi kendisinin bir suçu olarak
takdim edilebiliyor, fikrini açıklamasından dolayı kendisini idam edenleri tek cümle
ile kınama ihtiyacı duymuyorlar.
Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki Seyyid Kutub’un kendisi hayatında
silahlı herhangi bir organizasyon içerisine girmemiştir ve eserlerinde de silahlı bir
ayaklanmadan söz ettiğine raslanmaz. Onun söz konusu ettiği, cahiliye ile İslam
arasında kesin bir sınırın var olduğu ve bunların bir arada yaşamayacakları
şeklindedir. Ona göre bir toplumun Müslüman olması, o toplumun Kur’an’ın
55
emirlerini kabul temesi ve onları uygulamasıyla mümkündür. İsalam dışı sistemlerle
idare edilen toplumlar Müslüman toplum sayılmazlar. Bize göre onun bu tanımı,
kendi fikir sistemi içerisinde sosyolojik bir tanımdır. Bununla İslamî olmayan
toplumlarda Müslüman fertelrin bulunmayacağını kastetmektedir. Ayrıca kendisi, bir
hakim olarak konuşmadığını bir davetçi ve eğitimci olduğunu ifade etmektedir.
Biz burada salt siyasî endişelerle yönetilmiş eleştirileri bir tarafa bırakarak ilmî
eleştiriler üzerinde durmak istiyoruz.
Hayatındaki fikrî aşamalarından söz ederken onun vakıalarla paralel bir yol
izlediğine değinmiştik. O daima mevcut olana çözümler aramış, hep pratik hayatın
içinde olmuştur. Bu nedenle pratik hayatta bir sorun olarak mevcut olmayan İslamî
alanlarda yapılan akademik çalışmalara sıcak bakmamaktadır. Mesela: “Aldığınız
ganimetlerin beşte biri, Allah’a, elçisine..”211ayetini tefsir ederken özet olarak şöyle
demektedir:
“Ganimetler konusu günümüz İslam pratiğinde asla karşılaşmadığımız bir
konudur. Bu gün için önümüzde böyle bir vakıa bulunmamaktadır. Çünkü ortada
Allah yolunda savaşan ne Müslüman bir devlet , ne de Müslüman bir imamet ve ne
de Müslüman bir ümmet vardır. İslamî metot, vakii bir metottur. Fiilen mevcut
olmayan konularla ilgilenmez. O halde pratikte mevcut olmayan meselelerin ahkâmı
ile uğraşmaz. O, bu tür konularla uğraşmak ve bu dinin metodu değildir. Olsa olsa,
boş vakitlerini nazari araştırmalara ve pratik hayatta karşılığı bulunmayan fıkhi
hükümlere harcayan işsizlerin metodudur. Ancak bu gibi kimseler İslam toplumunu
yeniden inşa etme yerine bu tür şeylerle emeklerini harcarlar. Bu ciddi anlayış ve
gerçekçi canlı metot sebebiyle burada enfal ve ganimetler gibi özel fıkhî ayrıntılara
girmiyoruz . İsalam toplumu kurulup fiili cihad söz konusu olduğunda ve bu gibi
meselerin zamanı geldiğinde onlarla uğraşacak kimseler olacaktır.”212
Bu sözleriyle onun fıkhın bütün konularıyla ilgili araştırmaları kastetmediği
ortadadır. Çünkü tefsirinde kimi fıkhî konuları gündeme getirdiğini biliyoruz.
Anlatmak istediği, henüz pratikte muhatabı bulunmayan konular üzeride durmanın
anlamsız olduğudur. Ayrıca bu gibi konuların pratik hayatta yeri geldiğinde üzerinde
duracak kimselerin olması gerektiğini de ifade etmektedir.
211
212
8 Enfal 41.
Kutub, a.g.e., IV. 11-12.
56
Elbette üzerinde durulması gereken konular açısından bir sıralama olmalı ve
pratik hayatta gerekli olanlar öne alınmalıdır. Çalışma ve gayretlerin daha çok bu
alana yönelmesi gerekir. Bununla birlikte ilmi çalışmaların pratik hayatın önünde
gitmesinde de hiçbir yararın bulunmadığını söyleyemeyiz. Kişi fert olarak, kendi
imkân ve birikimini göz önünde bulundurarak öncelikle şu konular üzerinde
çalışmalarımı yoğunlaştırmalıyım diyebilir.
Seyyid Kutub’un tefsirinde eleştirilecek ikinci husus ise, tekrarlara çok yer
vermesidir. Bu durum özellikle dikkatli okuyucuyu yormaktadır. Gerçi gerek Seyyid
Kutub’un ve gerekse diğer çağdaş tefsirlerin amacı, sadece o ilimle uğraşan
kimselere hitap etmek değildir. Onlar, halkın tamamına hitap etmeyi metot
edinmişlerdir. Olaya bu açıdan bakıldığında bu tür tekrarlar mazur görülebilir.
Bununla birlikte Fi Zilal’in vurguları ve üslûbu mümkün mertebe muhafaza etilmek
sûretiyle ihtisar edilerek de bir baskısının yapılmasında yarar vardır213.
2.5.Tasavvufi/İş’ari Tefsir Ekolü
Tasavvufi/İşari tefsirler de, bir sistem olarak tasavvufun kendisi de tarih
boyunca tartışma konusu olmuş; özellikle tasavvufun tarikatlarla kurumlaşması ve
felsefîleşmesinden sonra bu tartışmalar daha da artmıştır.
Çağımızda telif edilmiş, tasavvuf çevrelerinde etkin ve yaygın bir tasavvufi
tefsirden söz edemiyoruz. Bununla birlikte İslam aleminin hemen her tarafında
tarikatlar mevcuttur ve mensuplarının sayısı azımsanmayacak ölçüdedir. Tasavvufî
birçok eserler yazılmakta, birçok ülkede tasavvufî dergiler yayınlanmakta, konuyla
ilgili sohbetler yapılmaktadır. Bu nedenle tasavvufî tefsir anlayışını günümüzün de
bir problemi olarak görülebilir. Hatta tasavvuf ve tarikatlerden daha çok gelenekçi
bir yapı arz etmelerinden dolayı geçmişte telif edilmiş tasavvufî tefsirleri, günümüz
tefsirleri olarak da görmemiz mümkündür.
Tasavvufî tefsirler, tasavvufun ortaya çıkış dönemine kadar uzarınır. Dine
önem veren bir toplumda ortaya çıkan her fırka, düşünce, hatta siyasî grup bile,
kendisini dine; o toplumun dininin temel kitabına dayandırmak durumundadır.
Tasavvuf da elbette referans olarak Kur’an’ı gösterecek, görüşlerini Kur’an ile
213
Şimşek, a.g.e., s.189-202.
57
savunmak durumunda olacaktı. Kaldı ki tasavvufun uğraş alanı da bunu
gerektirmektedir.
Tasavvufun hareket noktası, Kur’an ayetlerinin gerçek manalarının, lafızlarının
ötesindeki derin anlam ve düşünceler olduğudur. Onlara göre gerçek mana, lafızların
basit zahir manalarıyla sınırlı değil, bilakis bunu çok ötesindedir.
Mutasavvıf Ebu Nasr es-Serrac et-Tûsî özetle şöyle demektedir:
“Dini çıkarımsamalar, muhakkiklerden kavrayış ehlinin zahir ve batın olarak
Allah’ın kitabına uygun bir şekilde ortaya koydukları; zahir ve batın olarak
Peygamber’in peşinden gitmek ve hem zahir, hem de batın olarak bu
çıkarımsamalara uygun bir şekilde amel ettiklerinde, Allah bilmediklerini onlara
öğretir. Bu öğrettiği şey ise, amel sayesinde ortaya çıkan iş’ârî ilimdir. Yüce Allah,
amel sayesinde seçkin ve temiz kullarının kalblerini gizli ilimlere ve latif sırlara açar.
Kur’an ilimlerinden ve Resûlunun haberlerinden nadide ilimleri ve güzel hikmetleri
onlara verir. Bütün bunlar ilimleriyle amel edenlerin bu davranışlarının temizliği
sayesindedir.
Yüce Allah: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı, yoksa kalbleri üzerinde kilitleri mi
var?”214buyurmaktadır. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır: “Her kim
bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediğininin bilgisini öğretir.” Kuşkusuz bu,
ilmiyle âmil olmayanlara verilen bilginin dışında bir bilgidir.
Kalblerin kilitlenmesi, günahların çokluğu, hevanın peşinden gitme, dünya
sevgisi, uzun müddet devam eden gaflet, hırs fazlalığı, rahatına düşkün olma, şanşöhret arzusu ve benzeri gaflet ve sapmalar neticesinde kalblerin paslanmasıdır.
Tevbenin samimiyeti ve işlenmiş günaha duyulan pişmanlık sebebiyle yüce
Allah, kalblerdeki kilitleri açar. Bundan böyle artık kalblere gaybden hikmet incileri
ve bilgilere akmağa başlar215.
Kısacası tasavvuf ehli, elde ettikleri farklı bilgilerin, ilimleriyle amel etmeleri
sayesinde Allah’ın kendilerine gaybden verdiği bilgilerden kaynaklandığını ileri
sürmektedirler.
Tasavvuf konusunda araştırma yapanlar onu ameli ve nazari olmak üzere ikiye
ayırırlar. Bunun bir neticesi olarak tasavvufi tefsirler de İşarî ve Nazarî olmak üzere
214
215
47 Muhammed 24.
Eş-Şerabasî, Ahmed, Kıssatu’t-Tefsir, Beyrut1978, s. 89-90 (el-Luma’dan naklen)
58
ikiye ayrılırlar. İşarî tefsir, amelî tasavvufun; Nazarî tefsir ise, nazarî tasavvufun bir
neticesidir. Burada nazarî kelimesiyle felsefî tasavvuf kastedilmektedir.
İşârî Tefsir: Yalnız sülûk ehline açılan ve zahir mana ile bağdaştırılması
mümkün olan birtakım gizli anlamlara ve işaretlere göre Kur’an’ı Kerim’i tefsir
etmek, şeklinde tarif edilmiştir216.
Nazarî Tefsir: Kişinin Kur’an-ı Kerim’i kendi felsefî görüşlerine uydurması
şeklinde tarif edilmiştir. Filozof sûfî, kendi prensiplerinin revaç bulması için onları
Kur’an’la teyid etme ihtiyacını duymu, Kur’an’ı kendi hayaline uydurmaya
çalışmıştır.217 Muhyiddin İbnu Arabi’ye nisbet edilen tefsir ile yine onunun Futuhat-ı
Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem isimli eserlerinde bazı ayetlere yaptığı tefsir buna
örnek olarak verilmektedir.
Bazıları, nazarî sûfi tefsir ile işarî tasavvufî tefsir arasında iki önemli farkın
bulunduğunu söylerler. Şöyle ki:
Birincisi: Nazarî sufî tefsir, sûfî’nin zihninde çakan bir takım mukaddimelere
Kur’an ayetlerini uydurma ameliyesidir.
Oysa işarî tefsirde önyargılara ayetleri uydurma yoktur. Bilakis sûfînin ruhi
riyazetine dayanır. Riyazetle ruhu aydınlanan mutasavvıf, kudsi işaretleri alacak
dereceye ulaşır ve orada ayetlerin taşıdığı iç mana kalbine doğar.
İkincisi: Nazari sufi tefsir sahibi, kendi verdiği mana dışında ayetin herhangi
biri mana taşımadığı kanaatini taşır. Oysa işarî sûfî tefsir sahibi, verdiği mana dışında
ayetin zahiri bir manasının olmadığnı iddia etmez. Aksine zihne hemen gelen zahiri
bir manasının bulunduğunu kabul eder218. Tasavvufu savunanlar, onun da tıpkı fıkhi
ve kelami yorumlar gibi bir yorum olduğunu ileri sürmektedirler. Onlara göre nasıl
fıkhi ekoller naslara dayanarak hukuk alanında, kelami ekoller de, inanç alanında
nasları yorumluyorlarsa, tasavvuf ekolleri de nasların manevi ve ruhi yönlerinin
yorumunu yapıyorlar. Bu nedenle fıkıh veya kelam ne kadar meşru ise, tasavvuf da o
kadar meşrudur.
Tefsirlerinin meşruiyetine de Kur’an ve Sünnet ile sahabilerden birtakım
deliller zikrederler şöyle ki:
216
Ateş, Süleyman, Sülemi ve Tasavvufî Tefsiri, İstanbul1969, s.13.
Ateş, a.g.e., s.13
218
Zehebi, Muhammed Huseyn, et-Tefsir ve’l-Mufessirun, II. 352.
217
59
2.5.1 Tasavvufi/İş’ari Tefsir Ekolünün Dayandığı Deliller
Bu ekolün savunucuları, görüşlerini desteklemek için Kur’an, Sünnet ve
Sahabi’den gelen bazı rivayetlerle desteklemek gayreti içerisindedirler. Bu delilleri
şöyle sıralayabiliriz:
2.5.1.1. Kur’an’dan delilleri
Kur’an’da tedebbürü ve fıkhetmeyi emreden ayetlerin tamamı onlara göre işari
tefsirin delilleridir. Şu ayetlerde olduğu gibi:
“Hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalblerinin üzerinde kilitler mi var?”219
“Bu kavme ne oluyor ki hemen hiçbir sözü anlamıyorlar”220.
Diyorlar ki: Yüce Allah, kafirlerin hiçbir sözü yani Kur’an’ı anlamadıklarını
belirtiyor ve onları Kur’an üzerinde düşünmeye teşvik ediyor. Aslında onlar Arap
idiler ve elbette sözün kendisini yani zahirini anlıyorlardı. Allah, onların ayetlerde
kastedilen asıl manayı anlamadıklarını söylemak istiyor. Onları kendi ayetlerini
düşünmeye davet ediyor ki, Allah’ın maksudunu anlasınlar221.
Onlara göre bu ayetlerin maksudu, batini anlamdır. Bu nedenle batın
kelimesinin geçtiği şu ayet de onlara göre tefsirlerinin meşruiyetine bir delildir:
“Allah size zahir ve batın nimetlerini bolca ihsan etti.”222
2.5.1.2. Sünnetten Deliller
Bu konuda ileri sürdükleri en önemli delil:
“Her ayetin bir zahrı, bir batnı, bir haddi ve bir de matlaı vardır” şeklindeki
rivayettir.
Bazıları bu rivayetin Hasan-ı Basri’nin mursellerinden olduğunu söylerken,
bazıları mevzu olduğunu söylemektedir 223.
2.5.1.3. Sahabeden gelen rivayetler
Sahabeden, Kur’an’ın derin anlamlar içerdiğine dair gelen rivayetlerin
tamamının işarî tefsire işaret ettiğini söylerler. Bu bağlamda Hz. Ali’nin:
219
47 Muhammed 24.
4 Nisa 78.
221
El-Akk, Halid, Usulu’t-Tefsir ve Kavaiduhu, Beyrut1986, s. 207.
222
Ateş, a.g.e., s. 16.
223
Şimşek, a.g.e., s. 211.
220
60
“Kur’an’dan yalnız Fatiha suresi hakkında bildiklerimi söylesem yetmiş katır yükü
eder.”
Yine İbn-i Abbas’ın: “Kur’an’ın çeşitli yolları, zahirleri, batınları vardır.
Acaibi tükenmez.” dediği rivayet edilmektedir.
Buharî’nin İbnu Abbas hakkında naklettiği şu olay da işarî tefsire delil olarak
zikredilir:
İbnu Abbas dedi ki: “Ömer beni Bedir büyükleriyle birlikte meclise alırdı.
Onlardan kimi bunu yadırgıyor ve içinden: ‘Niçin bunu aramıza alıyorsun, bizim
bunun yaşında oğullarımız var’ derdi. Ömer de: ‘O bildiğiniz gibidir’ dedi. Nihayet
bir gün Hz. Ömer beni çağırdı, meclislerine aldı, beni onlara : ‘Allah’ın yardımı ve
fethi geldiği zaman…’ ayeti hakkında ne dersiniz dedi. Kimi: ‘Allah bize yardım
ettiği zaman O’na hamd ve istiğfar etmekle emrolunduk’ şeklinde manalandırdı.
Kimisi de sustu. Ömer bana: ‘Sen de mi böyle diyorsun ya İbn Abbas?’ dedi. Ben:
‘Hayır’ dedim. ‘Peki sen ne diyorsun?’ dedi. Dedim ki: ‘O, Allah’ın Resulü’ne
bildirdiği ecelidir. Allah buyurmuştur ki: Allah’ın yardımı ve fethi geldiği zaman
O’na istiğfar et, şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir.’ Bunun üzerine Ömer: ‘Ben de
bunu senin dediğin gibi biliyordum’ dedi.”224
Benzeri bir rivayet de Hz. Ömer hakkında nakledilmektedir. Buna göre: “Bu
gün size dininizi tamamladım…”225 ayeti indiğinde sahabe sevinmiş, Hz. Ömer ise
ağlamış ve şöyle demişti: “Kemalden sonra mutlaka noksanlık gelir” O bu ayet ile
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatının yaklaştığını hissetmişti. Gerçekten de öyle oldu
ve bu ayetten sonra Resulullah, sadece seksenbir gün yaşadı.226
Bu tür işarî tefsirin kabul görmesi için bazıları birtakım şartlar ileri
sürmüşlerdir227. Buna göre:
a.Batın mananın, lafzın veya akli bir muarızının bulunmaması,
b. Başka bir yerde bu mananın doğruluğuna nassen veya zahiren bir şahidin
bulunması,
c. Bu manaya şeri veya akli bir muarızın bulunmaması,
d. Batın mananın tek mana olduğunun ileri sürülmemesi.
224
Buhari, Kitabu’t-Tefsir.
5 Maide 3.
226
Şatıbi, el-Muvafakat, çev. Mehmet Erdoğan, İst.-1993, c. III. s. 371.
227
Ateş, a.g.e., s. 25; el-Akk, a.g.e., s.208.
225
61
Bu şartlarla işari sufi tefsir ile nazari sufi tefsir birbirinden ayrılmakta ve işari
tefsire bir meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. İleri sürülen bu şartların
tutarlılığı bir tarafa bu alanda tefsir yapanların söz konusu şartlara ne derece
uydukları
tartışma
konusu
olup
vereceğimiz
örneklerden
de
bu
durum
anlaşılmaktadır.
Yukarıda zikrettiğimiz tefsir çeşitlerine birkaç örnek verelim.
Nazari sufi tefsire örnekler:
1. Yaratmayı bir tezahür ve Allah’ın insanı yaratmasını “kendi aynını görmeyi
ve görüşle kendi sırrını kendine açıklamayı murat etme” olarak gören228 İbnu Arabi,
Taha suresinin 85-95. ayetlerinde söz konusu edilen İsrailoğullarının buzağıya
tapmalarını savunarak şöyle demektedir:
“Harun’un buzağıya tapanları bilfiil bu işten vazgeçirmeye muktedir
olmamasına karşı Musa’nın buzağıyı mahvetmek için musallat kılınmış olması
Allah’a her bir surette ibadet olunmak için vucutta zahir bir hikmet oldu. Gerçi
buzağının sureti, onu yaktıktan sonra zail olursa da bu, ancak ona tapanlar nazarında
ilahlık kisvesine büründükten sonra zail olur. Bunun için mahlukat nevileri arasında
ya ilahlaştırmak, yahut tesiri altında kalmak suretiyle ibadet olunmayan bir mahluk
kalmamış oluyor. Şu hale göre akliyle düşünen kimse için bu ibadet gereklidir.
Halbuki alemden herhangi bir şeye ibadet eden kimse onu ululamak ve kalbinde ona
yüksek bir mevki ve derece vermek suretiyle ibadet eder. Bundan dolayı Hak
kendisini beze (Refi’ ud-derecat=dereceleri yüksek) diye bildirdi. Kendine (Refi’uderece=derecesi yüksek) demedi. Şu hale göre tek bir varlıkta dereceleri çoğaltılmış
oldu. Çünkü Allah, çok ayrı ve çeşitli derecelerde ancak kendisine ibadet edilmesini
diledi. Bu derecelerden her biri ise, ilahi tecelliyi aksettiren bir mahal olduğu için
Hakk’a her derecede ibadet olundu. Kendisine ibadet olunan en büyük tecelli mahalli
ise heva yani aşktır. Nasıl ki Allah ‘hevasını kendisine ilah edinen kimseyi gördün
mü?’ buyurmuştur. Şu halde heva, ma’budun en büyüğüdür. Çünkü herhangi bir şeye
ancak onun sevkiyle kulluk edilir.”229
Nitekim o, Vahdet-i Vücud nazariyesinin bir gereği olarak her neye
tapınılıyorsa, Allah’a tapınılmış olunacağını iddia ederek İsra suresindeki: 23. ayeti
buna delil getirmektedir. O bu konuda şöyle demektedir:
228
229
İbnu Arabi, Fususu’l-Hikem, çev. M. Nuri Gençosman, İst.l1971, s. 19.
İbnu Arabi, a.g.e., s215-216.
62
“Görmüyor musun yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi emretti.”230 Rusum (şekilci) alimler,
burada geçen ‘kadâ’ kelimesini emir anlamına aldılar. Oysa biz, keşif yoluyla bunu
‘hüküm’ anlamına alıyoruz. Doğrusu da budur. Çünkü onlar (putlara tapanlar), bu
şeylere taparken, ‘sırf onları Allah’a yakınlaştırsınlar diye taptıklarını’231 itiraf
ediyorlar. Yani bunları (putları) kendisinin yerine kılanın (Allah’ın) tezahür etmiş bir
sureti olarak onları görüyorlar. Demek ki ortada sadece ilahlık sureti vardır. İşte bu
sureti putlara nisbet etmişlerdir. Bundan dolayı, makama olan düşkünlüğünden yüce
Allah, bu putlarla kendisine tevessül edenlerin ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Her ne
kadar nisbet etme konusunda hata etmişlerse de makam konusunda hata
etmemişlerdir.”232 Buna göre ilah ismiyle her neye tapınılıyorsa, Allah’a tapınılmış
olur. Zaten İbnu Arabi’ye göre putlara tapan müşrik Arap da ârif billah idiler.
Kâşânî tarafından yazıldığı söylenen fakat İbnu Arabi’ye nisbet edilen tefsirde
Zümer sûresinin beşinci ayeti şöyle tefsir edilmektedir:
“Göklerin ve yerin görüntülerinde ortaya çıkmak, onların şekillerinde
gözlenmek, kudret ve fiiliyle hepsini yönetmek suretiyle ‘Gökleri ve yeri gerçek ile
yarattı.’Sultanlık’ ve hakimeyetiyle ‘güneş ve ayı buyruğu altına aldı.’ Ortada ne
başkasının zatı, ne sıfatı, ne de fiili vardır. Bu, O’nun birliğinin delilidir. ‘O,
güçlüdür.’
Galibiyetinin
gücüyle
hepsini
boyunduruğu
altına
alandır.
‘Bağışlayandır.’ Zat ve sıfatının nuruyla onları örter. Böylece O’nun birlikte hiç
kimse ortada kalmaz. Ya da (şöyle tefsir edilir): Yaratıklarının şekillerinde
yaratıklarından gözlenmek suretiyle korunan güçlüdür. (Bağışlayandır). Dilediğine,
varlığının ve sıfatlarının günahını örter. Sıfatları ve zatıyla ona galip gelir ve ona
tecelli eder.”
2.5.2. İşarî Sufî Tefsire örnekler
1. Abdulaziz ed-Debbağ: Cin sûresinin 26. ayetiyle Lokman sûresinin 34.
ayetini tefsir ederken şöyle demektedir: Şeyhime233 (Allah kendisinden razı olsun)
aşağıdaki ayet hakkında sordum:
230
17 İsra 23.
Bkz. 39 Zümer 3
232
İbnu Arabi, Futuhatu’l-Mekkiye, Beyrut-ts. c. III. 1-17.
233
Şeyh, Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz,( soru soran ise, el-İbriz kitabının yazarı Ahmed b.
Müberek’tir).
231
63
“Allah gaybı bilendir. Öyle ki gaybına kimseyi muttali kılmaz.”234
Ve bir de şu ayetin tefsirini sordum:
“Kıyamet saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur. (kıyametin ne zaman
kopacığına ait bilgi O’nun katındadır.) Yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O
bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah
şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.”235
Resulullah (s.a.v) efendimiz de bu ayetin açıklamasında: “Beş şey var ki onları
Allah’tan başkası bilemez…” Buyurmuştur.
Biz şimdi bu ayetler ve hadislerle, arif velilerin izhar ettiği keşifler, gaybden
haberler,
ana
rahminde
olanları
bilmeler
ve
benzeri
kerametleri
nasıl
bağdaştırabiliriz?
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki:
Allah sözünde ve Peygamber hadisindeki hasırdan maksat, kâhinleri, gaibden
haber verenleri ve cinlerden kendisine uyan kimseleri ve bu hükmün dışına çıkarmak
içindir.
Cahil Araplar, cinlerle kaynaşıp haber verenlerin gayba
muttali
bulunduklarını sanmakta, çoğu da böyle itikad etmektedir. O kadar ki aralarındaki
davayı onlara götürmekte, onların vereceği hükme razı olmaktadır.
Cenab-Hak bu tür itikadların bozukluğunu gidermek, insanların aklına
berraklığı getirmek ve onları doğru olana çevirmek için bu ve benzeri ayetleri indirdi.
Nitekim bu çeşit itikadlara kapı açan hususları, düşünce dışında meydana geldiği
biçimden uzak tuttu da gökleri sıkı bir muhafaza ve attığı kıvılcımlarla korudu;
şeytanlar ve cinler artık göklerden haber alamaz oldular.
O halde gayb konusundaki ilahi beyandan maksat, insanları hak üzerine
toplamak , onları batıldan uzaklaştırmaktır. Velilerin verdiği haber, gösterdiği
keramet sadece Haktandır, batıldan gelme değildir. Bu bakımdan ayetteki hasr onları
hükmün dışına çıkarmaz.
Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) devamla şöyle buyurduki:
Biz bu ve benzeri sözler hakkında, bunların genel ölçüde olduğunu söylüyoruz.
Bu sözlerdeki nurun ışınları fertlerinden bir kısmına has olur, bir kısmına değil. Arif
olan zat genel ölçüde bulunsun, fark etmez. O ışınların bütün fertler üzerine indiğini,
234
235
72 Cin 26.
31 Lokman 34.
64
hiç kimsenin bunun dışında kalmadığını görürse, o zaman inen ayetten ve söylenen
hadisten hepsinin kastedildiğini anlar.
Resullullah (s.a.v) efendimiz, ayet henüz onun söz kalıbından çıkmadan bu
durumu bilirdi. Çünkü ayetteki nur ışınları daha önceden Onun kalbine gelir, O da
böylece Cenab-ı Hakk’ın maksad ve muradını anlardı….
İşte Resulullah (s.a.v) efendimiz de böyledir; onun da birtakım hizmetçileri,
dostları ve arkadaşları vardır; ümmetinden ona hizmet ve dostluk edenler onunla
beraberdirler. Resulullah (s.a.v) efendimiz gabya muttali olunca onun ümmetinden
gerçek dostları da buna nail olmazlar mı?
-Efendim, dedim, zahir alimlerden hadisçiler ve başkaları Kur’an’da Lokman
suresinde geçen “muğayyabat-ı hamse=gaybla ilgili beş şeyi Resulullah (s.a.v)
efendimizin bilip bilmediği konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Cevap verdi:
-Gaybla ilgili bu beş şey nasıl Resulullah (s.a.v) efendimize gizli ve meçhul
kalır? Onun ümmetinden tasarrufa yetkili birinin tasarrufta bulunabilmesi için
mutlaka bu beş şeyi bilmesi gerekir. (Artık Resulullah (s.a.v) efendimizin bunları
bilip bilmediğini sen düşün!..)”236
2. Abdurrahman es-Sülemî Ra’d suresindeki : “Odur ki arzı uzattı, orda sabit
dağlar ve ırmaklar var etti.”237 Ayetinin tefsir ederken şöyle demektedir:
“(Tasavvuf ehlinden) biri dedi ki: Yeryüzünü yayan ve kullarının evliya ve
sâdâtlarından yeryüzünde, (yeryüzünün dengesini sağlayan) kazıklar kılan O’dur.
Onlara sığınılır ve kurtuluş onlarladır. Yeryüzünde her kim onlara yönelirse
başarıya ulaşır ve kurtulur. Ama her kim başkasına yönelirse hüsrana uğrar.
3. Alusî, ayetleri normal tefsir ettikten sonra bazen “ve min bâbi’l-işareti”
diyerek ayetin tefsirini yapar. Maide suresindeki:
“Ey inananlar, ne Allah’ın şeâirine (Allah’a ibadete vesile kılınmış
alametlere), ne
haram aya, ne kurbana, ne gerdanlık(lı kurban)lara ve ne de
Rablerinin lütuf ve razasını arzu ederek Beyt-i Haram’a doğru gelenlere saygısızlık
etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz.”238 ayetinin tefsirini yaptıktan
sonra işari tefsirini şöyle yapmaktadır:
236
Ed-Debbağ, a.g.e., I. 518-522.
13 Ra’d 3.
238
5 Maide 2
237
65
“Ey iman edenler, Rabbinin haremine sülûk halinde olanın bildiği sabır,
tevekkül, şükür ve benzeri hallerden makamlarına saygısızlık göstermek suretiyle
Allah’ın şeâirinine saygısızlık etmeyin. Yani bu makamların hükmünün dışına
çıkmayın. Haram aya da saygısızlık etmeyin. Söz konusu ay, hakiki haccın vaktidir.
Bu , melikler melikine sülûk vaktidir. Ona saygısızlık etmek, hükmünün dışına
çıkmak ve ona aykırı düşen davranışlarda bulunmaktır. Kurbana da saygısızlık
etmeyin. Kurban, Allah’ın huzuruna ulaşma esnasında kurban olmaya hazırlanan
nefistir. Ona saygısızlık etmek ise, onu başka şeylerle uğraştırmak veya bıkkınlığına
sebep olacak şeyleri ona yüklemektir. Gerdanlık(lı kurban)lara da saygısızlık
etmeyin. Bu, vuslatın ancak kendileriyle gerekleşeceği şer’î amellerle nefsin
süslenmesidir. Buna saygısızlık ise, ölçüsüz bir konuma ve mükemmeliyeti
yakalamasına engel olacak bir duruma sokmaktır. Beyt-ı Haram’a doğru gelenlere de
saygısızlık etmeyin. Burada kastedilenler, sâliklerdir. Onlara saygısızlık etmek ise,
onları sülûkten bezdirmek, bundan uzaklaştıracak şeylerle onları meşgul etmek ve
onları tembelliğe sürüklemektir... İhramdan çıktığınızda avlanabilirsiniz. Yani
dünyadan ahirete intikal ettiğinizde artık istediğiniz gibi yararlanırsınız ve bunda
sakınca yoktur.”239
4. Kuşeyri :
şeytanlar
hazırladık”
için
240
“Andolsun biz, en yakın göğü lambalarla donattık ve onları
taşlamalar
yaptık.
O
şeytanlara
da
çılgın
ateş
azabını
ayetini tefsir ederken şöyle demektedir: Göğü yıldızlarla ve evliyaların
(dostlarının) kalblerini de nurlarla ve yıldızlarla süsledik. Müminlerin kalblerini
tasdik, iman ve sonra burhanı araştırıp üzerinde düşünmekle, tahkik ile, ardından
beyanı talep etmek için muvaffak olmakla süsledik. Âriflerin kalpleri tevhid güneşiyle
süslüdür...241
2.5.3. Ekole yöneltilen eleştiriler
Kur’an’ın tedebbür edilmesi, ayeleri üzerinde düşünülmesi bizzat Kur’an’ın
kendisinin de istediği bir husustur. Hiçir tefsir ekolü bunu yadırgamaz. Hatta her ekol
bu iddiadadır. Ancak Kur’an’ın tedebbür edilmesinin, lafızlarının ötesinde bir şey
olduğu şeklindeki iddia tartışmaya açık bir iddiadır.
239
Şimşek, a.g.e., s. 226
67 Mülk 5.; ayrıca bk. Şimşek, a.g.e., s.226
241
Kuşeyrî. Letâifu’l-İşârât, Mısır-1983, III. 611.
240
66
Çünkü diyorlar ki: Yüce Allah, kafirlerin Kur’an’ı anlamadıklarını belirtiyor ve
onları Kur’an’ın üzerinde düşünmeye teşvik ediyor. Aslında onlar Arap idiler ve
elbette sözün kendisini yani zahirini anlıyorlardı. Allah, onların ayetlerde kastedilen
asıl manayı anlamadıklarını söylemek istiyor. Onları kendi ayetlerini düşünmeye
davet ediyor ki, Allanı’ın maksudunu anlasınlar.
Ayetler düşünüldüklerinde de hareket noktası yine lafızların kendileridir.
Düşünmek, lafızların zahirlerinden anlaşılan anlamı değerlendirmek; bu anlamı
değerlendirmek; bu anlamın doğruluğunu ölçmek, başka olay ya da anlamlarla
bağlantılarını ve tutarlığını tespit etmek vs. gibi hususları içerir. Şayet Arap dilinin
kurallarının dışını çıkarılarak ayetler anlaşılmaya çalışılırsa ortada hiçbir ölçü
kalmaz. Sûfî ayeti okuyup üzerinde düşündüğünde kalbine doğanları ölçü olarak
alacak olursa bunu bâtınilikten ayırmanın bir vasıtası olmaz. Bundan dolayı bazı
alimler, tasavvufî tefsirlere kuşkuyla bakmışlardır.
2.5.3.1. Ebu’l-Hasan el-Vahidî’nin görüşü
Sûfîlerin Kur’an hakkındaki sözleri İbnu’s-Salah’a soruldu. Dedi ki: Müfessir
İmam Ebu’l-Hasan el-Vahidî’nin –Allah kendisine rahmet etsin- şöyle dediğini
gördüm: Ebu Abdurrahman es-Sülemî (ö:412/1093) “Hakaiku’t-Tefsir” adıyla bir
eser te’lif etmiştir. Eğer burada yazdıklarının tefsir olduğuna inanıyorsa, küfre
girmiştir. İbnu’s-Salah dedi ki: Ben de diyorum ki: Sanıyorum, onlardan güvenilen
biri, bu gibi eyler söylediğinde onu bir tefsir olarak zikretmiyor. Kur’an’dan herhangi
bir kelimeyi açıklamayı da hedeflemiyor. Eğer bunu bir tefsir olarak kabul edecek
olurlarsa, bâtınîlerin yolunu tutmuş olurlar. Onlar sadece Kur’an’da anlatılmanın bir
benzerini anlatmış oluyorlar. Kur’an’da zikredilen bir şey, onlara bir benzerini
hatırlatıyor ve onu anlatıyorlar242.
2.5.3.2. Şatıbî’nin Görüşü
Şatıbî, işârî tefsire bir takım örnekler naklettikten sonra şöyle demektedir:
“Bütün bunlar –eğer nakli sahih ise- Arabın anladığı manaların dışında şeylerdir ve
Allah’ın kelamı hakkında muraddır diye ileri sürülen ve delilden yoksun bulunan
iddialardır. Hz. Ebu Bekir Sıddîk (r.a) şöyle derdi: “Eğer Allah’ın kitabı hakkında
242
Ez- Zehebi, et-Tefsir ve’l-Mufessirun, Mısır 176 ,c. II. 368. (İbnu’s-Salah’ın Fetava’sından naklen).
67
bilmediğim bir şeyi söyleyecek olursam hangi yer beni üstünde barındırır?” Hadiste
de: ‘Kim Kur’an hakkında kendi görüşünce bir şey söylerse, isabet etse de hata etmiş
olur.’ denilmektedir. Buna benzer daha başka uyarıcı sözler vardır. Buna rağmen,
izaha ihtiyaç duymamızın sebebi, bu gibi sözlerin kadri yüce insanlardan nakledilmiş
olmasıdır. Hatta el-Gazzâlî bile İhyâ’sında ve diğer eserlerinde bunlara yer vermiştir.
Konu, bu insanların sözü edilen yorumlardan ne kastettiklerini bilmeyen kimseler
için yanlış anlamların olabileceği bir yerdir. Çünkü bu gibi sözler karşısında insanlar
iki gruptur:
Birinci grup, onları tasdik ve zahiri üzere olduğu gibi alıp kabul etmekte ve
Allah’ın kitabından muradın o olduğuna inanmaktadır. Bunun sonucunda, tefsir
kitaplarında o yorumlara ters düşen sözlerle karşılaştığı zaman ya onları
yalanlamakta ya da bocalamaktadır.
Bir diğer grup ise bu gibi yorumları mutlak surette yalanlamakta ve
reddetmekte; onların Allah’ın kitabına yapılmış iftira ve yalanlar olduğuna
inanmakta ve onları bâtınî te’villeri ile eş tutmaktadır. Her iki grup da insaf
ölçülerinden biraz uzaklaşmaktadırlar.”243
2.5.3.3. Zerkeşî’nin görüşü
Tasavvuf ehlinin Kur’an’ın tefsirine dair görüşlerine gelince, onun tefsir
olmadığı söylenmiştir. Bu sözler, Kur’an tilaveti esnasında hissettikleri duygu ve
anlamlardır.
Zerkeşî, ardından İbnu’s-Salah’ın da tasvip ederek naklettiği el-Vahidî’nin görüşünü
nakletmektedir 244...
2.5.3.4. Sadık er-Rafii’nin görüşü
Mutasavvıflarla batın ilmi iddiasında bulunanların ve özellikle onlardan
sonraki çağlarda yaşayanların Kur’an tefsirine dair takip ettikleri yollar ve görüşler
sayısızdır. Bu konuda insan ilminin dışında sayılabilecek bir çok iddiaları vardır.
Durumu Allah’a havale ediyoruz245.
243
Şatıbî, ebu İshak, el-Muvafakat çev.M.Erdoğan, İst. 1993 c. III. 389-390.
Zerkeşî, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’an, Beyrut-tarihsiz, II.170.
245
Şarabasî., a.g.e., s. 98.
244
68
Söz konusu tefsir ekolü ile ilgili başka alimlerin görüşlerini nakletmek
mümkün. Kuşkusuz bu ekolü bütünüyle tasvip edenler de vardır, çok daha ağır
eleştirilerde bulunanlar da. Biz bu arada kendi görüşümüzü de özet olarak zikretmek
istiyoruz:
İşârî tefsiri batınî tefsirden ayırmak için ileri sürülen şartların tutarlılığı
tartışmalı olduğu gibi işârî tefsir yapanların bu şartlara her zaman riayet ettiklerini de
söyleyemeyiz. Nitekim bu durum naklettiğimiz misallerden de anlaşılmaktadır. Özel
olarak işârî tefsirin ve genel olarak tefsirin meşruiyet çizgisine çekilebilmesi için
kanaatimizce batın iddialarından vazgeçilmesi ve Kur’an lafızlarının tefsirinde Arap
dil kurallarına riayet edilmesi gerekir.
Bu vesile ile tasavvufun bazı çıkmazlarına birkaç madde halinde değinmekte
yarar varadır:
a. Tasavvuf ileri gelenlerinin zahirî ilimlerin yanında batınî ilimlere de vakıf
oldukları, gaybı bildikleri, hatta Allah’la özel sohbetleri bulunduğu ileri
sürülmektedir. Nasslarla tamamen çelişen bu iddialar, tasavvuf ileri gelenlerini
mensupları nezdinde bir takdis halesi ile çevrelemekte, onları dokunulmaz konumuna
oturtmaktadır.
Bu durumun hem kutsanan kişiye ve hem de kutsayanlara zararları vardır.
Kutsanan kişi artık lâ yus’eldir: Tutarlılığından emin olmadığı görüşlerine bile büyük
bir kudsiyet atfedildiğine şahit olmaktadır. Bundan böyle bir karar verdiğinde uzun
boylu yorulmasına, istişarelerde bulunmasına gerek yoktur. Ne söylerse zaten kabul
ile karşılanmaktadır. Böylece kutsanan kişi şeytanın tuzaklarına hazır hale
getirilmiştir. Kutsayan kişilerin uğradıkları zararlara gelince bir defa başkasına böyle
bir gözle bakan kişinin, kişilik ve şahsiyet problemi vardır. Yalnız başına karar
verebilecek kişiliği ortadan kalkmıştır. Bir hiç mesabesindedir.
b. Tasavvuf ehli kendilerini eleştirilere tamamen kapalı tutmuşlardır. Oysa
eleştiri, tamamen aksi fikirden de gelse yol göstericidir. Kişi ya da kurumun kendi
kendisini yenilemesi için gerekli bir şeydir. Görüşlerinden herhangi birine yapılan
eleştiriyi bile kurumlarının tamamına bir eleştiri olarak algılıyor ve karşı hücuma
geçiyorlar.
Tasavvuf ehlinin, tasavvuf ehlinin tasavvuf dışından gelecek eleştirilere kulak
tıkaması, tasavvuf sisteminin kendi anlayışından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı
69
dışa kapalılık devam edecektir. Bu konuda tek yol kalmaktadır. O da tasavvuf
içerisinde ilimle ilgisi olanları, cesaretle yanlışların üzerine gitmeleridir. Ne var ki
ilimle meşguliyeti de olsa, tasavvuf eğitimi alanlarda bu cesaret körelmektedir.
c. Zahir-batın ayrımı yaptıkları müddetçe batınîliğe giden yolu açık tutmuş
olurlar. Din adına ileri sürülen her iddia nassların penceresinden tartışma ve
eleştiriye açık olmalıdır. Zahir-batın ayrımı bu imkanı ortadan kaldırmaktadır.
Geçmişte ve günümüzde günlük hayatları ve inançları birbirinden farklı insanların
tasavvuf şemsiyesi altında varlıklarını devam ettirmelerinin temelinde bu ayrım
yatmaktadır.
d. Sistemlerinin gizli kanaldan geldiği iddiası da önemli bir problemdir. Ve
kendilerine çeki-düzen vermelerinin önünde büyük bir engeldir. Her şeyden önce bu
iddia, peygamber (s.a.v) in dini tebliğ etmesi meselesini tartışmalı hale getirmektedir.
Nasıl oluyor da Peygamber (s.a.v) dinin kışır (kabuk) mesabesindeki hususlarını
sahabeye anlatıyor ama dinin özü mesabesinde olan hususları bir iki sahabiye
açıklıyor. Ve bu bilgiler gizli bir yolla sonrakilere ulaştırılıyor. Sahabe döneminde bu
özü taşıma kapasitesine sahip olanlar bir iki kişi iken sonraki nesillerde ve
günümüzde milyonlarca kişi bu özü taşıyabilme kapasitesine ulaşabiliyor!
e. Sadece tasavvuf alanında değil, islami ilimlerin bütün dallarında bir
yenilenmeye; Kur’an ve sahih sünnetin ışığında yeniden gözden geçirilmeye ihtiyaç
vardır. Bütün ilim allarında yeni arayışlar başlatıldığı halde tasavvuf ehli, buna da
kapılarını kapalı tutma gayreti içerisindedirler.
Tasavvuf hakkında söylenebilecek daha pek çok şey vardır. Ancak biz, burada
sıraladığımız maddelerin, diğer hususlara temel teşkil ettiği kanaatindeyiz246.
246
Şimşek, a.g.e. s. 232.
70
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3. KUR’AN-I KERİM’İN EDEBİ TEFSİR METODU İLE TEFSİR EDİLMESİ
3.1. Edebi Tefsir Ekolü
Edebi okuma yöntemi, yeni bir yöntem olmadığı gibi, dini metinlere dışardan
zorla uygulanan bir yöntem de değildir. Dini metinler, öncelikli edebi metinlerdir;
bunun nedeni şudur: Bu metinler, muhatap üzerindeki etkilerini, büyük ölçüde üslup
ögeleri ile şiirsel ya da anlatısal nitelikli dilsel form çerçevesinde icra ederler247.
İkincisi ise, bu metinlerin (içsel)arınmaya ilişkin özel ritüellerin ircaından ‘terennüm
edilmesi’ ya da Kur’an’ın ifadesiyle ‘ağır ağır okunması’dır (tertil). Nitekim Kur’an,
bir çok yerde Peygamber’e ve müminlere, Kur’an’ın ağır ağır okumalarını emreder.
Keza Kur’an, Peygamber’den, az bir bölümü hariç, bütün geceyi ibadetle geçirmesini
istedikten sonra “Kur’an’ı ağır ağır oku.” Emrini yöneltir. Dahası, gece ve seher
vakti gibi sükunet ve zihinsel dinginlik zamanlarında ‘ağır ağır okuma’nın bu denli
önemsenmesi, bu metinlerle kurulacak irtibatın bir kendine özgülük vasfı, taşıdığını
vurgulamaktadır248. Kur’an, dinleyen kimseler üzerinde bıraktığı etkiyi dile getiren
Kur’an ifadeleri mevcuttur. Örneğin Kur’an dinledikten sonra, ölçüp biçen ve
düşünen; ardından çevresine bakan; daha sonra yüzünü ekşitip kaşlarını çatan;
ardından, sırt çevirip kibirlenen ve en nihayet, dinlediği şeyi nitelemek için “Bu,
(eski zamanlardan) intikal eden bir sihirdir” demenin dışında bir şey bulamayan
kişinin halet-i ruhiyesini aktarmaktadır. Kur’an’ın bu eşsiz dil yönü hakkında Nasr
Hamid şu izahlarda bulunur: “(…) Dil, Belağat ve Kelam bilginleri, -Curcani’den
önce- i’caz problemine ilişkin tartışmalarında, Kur’an’a, onun üslup ve edebi
özelliklerini çözümleme açısından, yani edebi açısıdan yaklaşmışlardır. Bütün
bunlardan sonra da bu konuda daha fazla ispata ihtiyaç var mıdır? Nesnel, bilimsel
ve tamamen tarafsız bir biçimde değerlendirildiğinde, dini metinler –ki Kur’an da bu
metinlerden biridir-, evvelemirde, tasviri ve temsili (anlatısal ve şiirsel) yapılara
sahip dilsel metinler değil midir? Hal böyle olduğuna göre, Kur’an metninin
incelenmesi için, bizzat metnin doğasından kaynaklanan bu metodoloji dışında bir
metodoloji söz konusu edilebilir mi?” 249
247
Ebu Zeyd, Nasr Hamid, İlahi Hitabın Tabiatı, terc. Mehmet Emin Maşalı, Kitabiyat, Ankara 2006.
s. 10.
248
A.g.e., s. 11.
249
a.y.
71
Kur’an’la
Araplar arasında meydana gelen çekişmelerde, Kur’an vahyinin
sebep olduğu ‘şaşkınlık ve ‘yadsıma’ durumunun yanı sıra, edebi boyutun,
fonksiyonel aktiviteye –ki bunun başında, inananların ona imanı, inkar edenlerin de
inkarı yer almaktadır- sahip bir metin olan Kur’an’ın ayırt edici bir özelliği olduğuna
yönelik bir vurgu vardır. Nitekim Ömer b. Hattab’ın –Muhammed’in dinine tabi
oldukları haberinin kendisine ulaşması üzerine, kız kardeşi ve eniştesini hesaba
çekmeyi planlamış olmasına rağmen – 20. Taha suresinin ilk ayetlerini işittiğinde
iman etmesi, Kur’an’ın Allah katından olduğuna inanma ve dolayısıyla da İslam’ı
kabul etme ‘akdi’nin, söz konusu edebi boyut üzerine inşa edilen bir ‘akit’ olduğunu
vurgulamaktadır. İşte, çağdaş dönemde Emin el-Hûlî (1895-1966) bu edebi boyutun
farkına varmış ve şu tespitte bulunmuştur: “İslami çağrı, güçlü bir edebi ameliye ya
da bu ameliyenin somut bir birikimidir. Zira bu çağrı, eleştirel bir yaklaşıma
dayanmakta, sözlü sanatta ise düşünceyi esas almaktadır. Hal böyle olunca, herhangi
bir Arap bu edebi çağrıya muhatap kılınıp onunla yüz yüze geldiğinde, hemen ona
inanır ve ikna olur. Dolaysıyla, onun Müslüman oluşu –gerçekte- eleştirel bir
yargıdan ve Allah’ın dinine yönelik edebi bir kabullenmeden başka bir şey
değildir.”250
Herhangi bir metni anlama ve yorumlamada kelime ve ifadelerin bilinmesi ve
anlaşılması önemlidir. Kutsal metinlerin anlaşılması ve doğru bir şekilde
yorumlanması diğer metinlere nazaran daha büyük bir öneme sahiptir. Çünkü kutsal
kitapların, insanlara vermek istediği mesaj belli ifade kalıpları içerisinde ve belli bir
düzene göre dizilmiştir. Bu nedenle ilahi kitapları çok ince dil kuralları, tarihi arka
plan, o dönemde yaşayan ve ilahi kitapla muhatap olan insan topluluklarının, o
dönemdeki dilsel ve kültürel algılama formlarının çok iyi bilinmesi gerekir. Özel
anlamda Kur’an’ın insanlara sunduğu dünya görüşünü, insan, toplum, hayat, varlık,
eşya ve evrene bakışını doğru bir biçimde anlamak, yorumlamak ve kavramak,
yukarıda sözü edilen anlam formlarının, kelime ve kavram yapısının; içeriklerinin ve
Kur’ân’daki kullanımına uygun bir tarzda anlamaktan geçer. Diğer önemli bir nokta
da şudur: Kur’an’da kullanılan kelime ve ifadeler, ait oldukları ayetler grubu
içerisinde, yer aldıkları siyakta ve metinsel bağlamda çeşitli anlamlara gelebilir.
Onun için söz konusu bu kelime ve ifadelerdeki çok-anlamlılık boyutlarını ortaya
250
Huli, Menahicu’t-Tecdid fin-Nahv ve’l-Belağa ve’t-Tefsir, Daru’l-Ma’rife, Kahire 1961 s. 97;
ayrıca bk. Nasr Hamid, a.g.e., s. 14.
72
koymak, kelime ve ifadelerdeki çeşitli mana zenginliklerini tespit etmek, Kur’ân
metninin daha sağlıklı bir biçimde anlaşılması için vazgeçil(e)mez temel bir şarttır.
Kur’ân’ı anlama ve yorumlama faaliyetinde bulunacak olan yorumcu, Kur’ân
kelime ve ifadelerinin çok anlamlılık boyutlarını ve farklı siyaklarda çeşitli anlamlar
kazandığını iyi bilmelidir. Aksi takdirde kişi, çeşitli bağlamlarda farklı manalara
gelebilen Kur’ân kelime ve ifadelerine, siyaklarına ve zû vucûh oluşlarına dikkat
etmeden her geçtiği ayette aynı anlamı ya da anlamları vermesi suretiyle, yanlışa
düşecektir. Bu nedenle, yanlış yapmamak için Kur’ân kelime ve ifadelerini anlamada
daha objektif, nesnel ve sağlam kriterlere dayanılmalıdır. Ayrıca Kur’ân kelime ve
ifadelerini anlamada bütünüyle öznel yorumlama etkinliklerini önleyebilecek
nitelikte çeşitli materyallere, yeni yorum usulleri ve yaklaşımlarına ihtiyaç
bulunmaktadır. Bu çerçevede, klasik tefsir geleneği tecrübelerinden, tarihsel
birikimden ve geleneksel tefsir tarihi ve usullerinden, metin çözümlemeleri ve dilsel
tahlillerden, kelime ve ifade analizlerinden, luğavî tefsirlerden, filolojik, edebî,
konulu, kavramsal ve benzeri yönelişlerle251, tefsir yaklaşımlarının bütününden
istifade edilerek, yeni anlama ve yorumlama metodolojisi arayışları yönüne gittiler.
Şüphesiz bu etkinlik, İslâm tefsir geleneğine daha da zenginlik katacak ve bir
dinamizm getirdi.
Kuşkusuz tefsir tarihi sürecinde geliştirilerek Kur’ân’a uygulanan klasik tefsir
yöntemleri, Kur’ân’ın ve dolayısıyla dinin anlaşılması konusunda müslümanların
tarihî süreçte geliştirdikleri zengin birikimi yansıtarak İslâm’ın tarihî tecrübesinin bir
kesitini teşkil etmeleri yönüyle büyük bir önem taşırlar. Söz konusu tarihî tecrübenin,
özellikle dinî metinlerin anlaşılıp yorumlanması bakımından büyük bir önem
kazanan kelime ve kavram çözümlemesi, dilbilim gibi modern disiplinlerin
ulaştıkları verilerden de istifade edilmek suretiyle zenginleştirilmesi gerekmektedir.
Nitekim son yüzyılda bu konuda çağdaş disiplinlerden yararlanmaya çalışıldığı
görülmektedir. Bu noktada konu ile ilgili metodik teklifler önerilmesi, projeler
251
Geniş bilgi için bk. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, TDV. Yay., Ankara 1988, II, s. 467; Kırca, Celal,
İlimler ve Yorumlar Açısından Kur’ân’a Yönelişler, Tuğrâ Neşriyat, İst. ts.; Şimşek, M. Sait, Günümüz
Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası Yay., Konya, tsz.; Albayrak, Halis, Tefsir Usûlü-Yöntem, Ana Konular,
İlkeler, Teklifler-, Şûle Yay., İstanbul 1998; Eroğlu, Ali, Tarihte Tefsir Hareketi ve Tefsir Anlayışları, Ekev
Yay., Erzurum 2002; Baljon, J. M. S., Kur’ân Yorumunda Çağdaş Yönelimler (çev. Şaban Ali Düzgün), Fecr
Yay., Ankara 1994; Jansen, J. J. G., Kur’ân’a Bilimsel, Filolojik ve Pratik Yaklaşımlar (çev. Halilrahmân
Açar), Fecr Yay., Ankara 1993; Koç, M. Akif, Bir Kadın Müfessir Aişe Abdurrahmân ve Kur’ân Tefsîrindeki
Yeri ve Önemi, Şûle Yay., İstanbul 1996.
73
üretilmesi, sorunun epistemolojik ve metodolojik bağlamlarda tartışma alanına
taşınarak çeşitli platformlarda bilimsel müzakerelerde bulunulması, çözüm önerileri
sunulması, şüphesiz olumlu bir adımdır. Ancak, bu yönde ele alınan konular, ilgili
anlama ve yorumlama yöntemleri ve bunların Kur’ân’a ve tefsir araştırmalarına
uygulanması konusu; klasik disiplinlerin ve yorum yöntemlerinin söz konusu yeni
anlama ve yorumlama yöntemlerinden ne ölçüde ve nasıl istifade edebileceği, bu
yöntemlerin, klasik metotların hangi eksik yönlerini tamamlayacağı, nasıl katkı ve
açılım sağlayacağı, Kur’ân kelime ve ifadelerini anlama ve yorumlama sürecine nasıl
yansıyabileceği gibi hususlar analitik ve sentezci bir yaklaşımla ele alınarak
olgunlaştırılmalı ve net bir şekilde ortaya konulmalıdır252.
Çeşitli filolojik, edebî ve luğavî yönelişler, dilbilimsel disiplinler, klasik
mantıkta ve İslâm geleneğinde bir anlama metodolojisi253 olarak kabul edilen Usûli Fıkh’ın anlama ve yorumlama yöntemleri, klasik belâğat disiplinleri, iştikâk ve
etimoloji, ğarîbu’l-Kur’ân, mecâzu’l-Kur’ân, i’râbu’l-Kur’ân, mufredâtu’l-Kur’ân,
me’âni’l-Kur’ân ve el-vucûh ve’n-nezâir gibi filolojik disiplinler, diğer Kur’ân
ilimleri ve son olarak, anlama ve yorumlama ile ilgili modern disiplinler, dilbilim,
anlama teorileri ile ilişkileri, bütün bunlar arasındaki benzerlikler ve farklılıklar, iç
içe geçtiği noktalar, örtüşen ve ayrışan yönler, çalışmamızın konuları arasındadır.
Bütün bu problemli hususlar analizci ve sentezci bir üslûpla ortaya konmaya
çalışılacaktır. Zira Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasında metodoloji sorunu ile
alakalı bilimsel araştırma ve çalışmalara ve bu çalışmaların getireceği açılımlara
büyük ihtiyaç bulunmaktadır. Kur’ân ve tefsir araştırmalarına uygulanan klasik tefsir
yöntemleriyle,
anlama
ve
yorumlama
usûllerinin
geliştirilmesinin
ve
zenginleştirilmesinin, eksik ya da yetersiz olarak görülen yönlerinin tespit edilerek
giderilmesinin ve böylece Kur’an metninin daha tatmin edici bir biçimde
252
Yılmaz, Hasan, Samantik Analiz Yönteminin Kur’an’a Uygulanması, Kurav Yay., Bursa 2007, s. 13
vd.
253
İslâm geleneğindeki anlama ve yorumlama metodolojileri bağlamında Usûl-i Fıkh’ın anlama yönteminin,
Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasına sağlayacağı katkı ve açılımlar ile ilgili bk. Paçacı, Mehmet, “Anlama
(Fıkh ) Usulüne Dair”, İslâmî Araştırmalar, 1995, 8/2, s. 85-97; Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadisin
Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, TDV Yay., Ankara 1997, s. 137-198; Demir, Şehmus,
Kur’an’ın Yeniden Yorumlanması –Batı’yla Münasebetin Kur’an Yorumuna Yansımaları-, İnsan Yay.,
İstanbul 2002, s. 143-149, 150-160.
74
yorumlanmasının gereği gayet açıktır254.
Asr-ı Saadet ve sonraki tarihsel süreçte, Kur’ân yorumu alanında geliştirilen
anlama
ve
yorumlama
yöntemlerinin
bugün
Kur’ân’ın
anlaşılması
ve
yorumlanmasında tamamen yeterli olduğunu söylememiz gerçekten zordur. Bu
metodolojik eksiklik ve yetersizliğin önemli bir sebebi, metodolojik çaba ve
arayışların İslâm dünyasında gündeme geç gelmesi ve bu alanda yapılan
araştırmaların istenilen ideal seviyeye hem nitelik hem de sayısal olarak henüz
ulaşamamış olmasıdır. Bu konudaki seviyenin ve kalite düzeyinin artması ise,
Kur’ân’ın daha iyi anlaşılması ve yorumlanmasına şüphesiz büyük katkı
sağlayacaktır. Binaenaleyh bu alanda yapılan çalışmalar arttıkça,
kalite de
beraberinde gelecektir255.
Kuşkusuz yeni yaklaşımlar ve yöntemler, birtakım problemleri de beraberinde
getirmektedir. Esasen Kur’ân’nın yorumlanmasında bir yöntem arayışının ifadesi
olan bu ve benzeri çabaların sorunlarını da yine yöntem eksikliğine indirgemek
mümkündür. İslâm tefsir geleneğinde günümüze kadar ortaya konulan metodolojik
mahiyetteki uygulamaların bünyesinde, birtakım eksikliklerin ve yöntem hatalarının
bulunabileceğini kabul etmekteyiz. Ancak her şeye rağmen, işaret edilen hata ve
eksikliklerin giderilmesi ve Kur’ân üzerine yapılan incelemelerde izlenmesi gereken
yöntemin belirlenmesi, bu tür çalışmaların katkılarıyla mümkün olacaktır. Bu alanda
yapılan ve yapılacak olan araştırmalar, tefsir metodolojisine ve Kur’an yorum
mirasına çok önemli bilimsel ve entelektüel birer katkı olarak değerlendirilmelidir.
Bütün bunlarla birlikte, önemine vurguda bulunduğumuz anlama ve yorumlama
sorunu, günümüzde hala daha birçok çabayı256 gerekli kılmaktadır.
Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasında mevcut problemler, genelde dil,
254
Koç, Turan, “Kur’ân Dili Açısından Söz-Anlam İlişkisi”, Kur’ân ve Dil-Dilbilim ve HermenötikSempozyumu, 17-18 Mayıs 2001, Y. Y. Ü. İ. F., Van-2001, s. 19-20; Kırca, “Kur’ân’ı Anlamada Dil
Problemi”, Kur’an Mesajı, 1998/9, s. 34.
255
Yılmaz, a.g.e., s. 14
Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Paçacı, “Anlama (Fıkh) Usûlüne Dair”, s. 85-87; Kırca,
“Kur’ân’ı Anlamada Dil Problemi”, s. 34-35; Koç, “ Kur’ân Dili Açısından Söz-Anlam İlişkisi”, s. 1920; Kırca, İlimler ve Yorumlar Açısından Kur’ân’a Yönelişler, s. 294-295; Albayrak, Hâlis, Kur’ân’ın
Bütünlüğü Üzerine-Kur’ân’ın Kur’ân’la Tefsîri -, Şûle Yay., 2. bsk., İstanbul 1993, s. 50-52, 56 vd.,
71 vd., 84 vd.; a. mlf., Tefsir Usûlü s. 11-13, 99-100, 118-119, 123-129, 131-148, 149- 154; Özsoy,
Ömer, Sünnetullah - Bir Kur’ân İfadesinin Kavramlaşması -, Fecr Yay., Ankara 1994, s. 15 vd., 27-32,
33-37, 39-41; Serinsu, Ahmet Nedim, Kur’ân Nedir?-İnsanın Anlam Arayışı -, Şûle Yay., 2. bsk.,
İstanbul 1999, s. 11-17, 23-28, 29-57, 58-83; Serinsu, Kur’ân’ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzûl’ün
Rolü, Şûle Yay., İstanbul 1994, s. 27-57, 156-171, 289-304, 305-314, 315-356.
256
75
epistemoloji ve metodoloji problemleri ile alâkalıdır. Bu problemlerden her birini
nitelik ve nicelik açısından ele alıp, çözüm üretmedikçe bir bütünlük içinde Kur’ân’ı
anlayabilmek ve yorumlayabilmek oldukça zor görünmektedir. Bunun için söz
konusu problemlerin öncelikle bilinmesinde ve buna bağlı çözüm önerilerinin, tespit
ve tekliflerinin ortaya konulmasında yarar bulunmaktadır.
İslâm tefsîr geleneğinde ve tarihsel süreçte Müslümanlar, Kur’ân’ın ve
dolayısıyla temel dînî metinlerin anlaşılması ve yorumlanması konusunda zengin bir
birikim ortaya koymuşlardır. Geleneksel yorum yöntemlerinin, son yüzyılda özellikle
Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasında büyük bir önem kazanan dilbilim,
sözlükbilim, anlambilim, göstergebilim, tarihsellik ve hermenötik ile ilgili verilerden
faydalanması gerekmektedir. Metnin zaman ve mekân içindeki hareketi, canlı ve
gelişen olgu içindeki hareketten öte bir şey değildir. Dolayısıyla metinlerden yeni
anlamlar elde etmek daima mümkündür ve bu durum daha önceki anlamların
kaldırılıp atılmasını da gerektirmez 257. Kur’an metninin sıhhatli bir biçimde
anlaşılabilmesine imkan vermek için Kur’ân’ı, Kur’ân kelime ve ifadelerini anlama,
anlamlandırma ve tahlîl etme noktasında yeni enstrüman ve argümanlardan da
istifade edilmesi258, yorumlara daha bir zenginlik katacaktır. Kur’an’ı anlama
noktasında, yeni bir açılım sağlamayı amaçlayan ekollerden biri de Edebi Tefsir
Ekolüdür.
3.2. Edebi Tefsirin Tarihi Seyri
İlk dönemlerde Kur’an-ı Kerim’in edebi olarak yorumu, daha çok, Kur’an’ın
ihtiva ettiği garip kelimelerin izahı ile ilgilidir. Bu hususta mevcut olan yorumlar,
İbn-i Abbas etrafında dönmektedir. Jansen’e göre, bu tarz ilk yorum örnekleriyle
anılan İbn-i Abbas’ın, Nafi’ İbnu’l-Erzak’ın bazı ayetlerin tefsiri konusunda meydan
okuması üzerine, Cahili Arap şiirinden istişhadda bulunduğuna dair rivayetleri dile
getirerek şu yorumda bulunur: “ İbn-i
Abbas’ın yaşamı, tarih tarafından tam
aydınlatılmış değildir. Tarihi olarak, öğretilerinin güvenilir
bir tablosunu
verebilecek, kendisi tarafından yazılmış her hangi bir kitaba da sahip değiliz. Onun
257
Bu konuda geniş bilgi için bk. Ebû Zeyd, Nasr Hamid, Mefhûmu’n-Nass Dirâse fî Ulûmi’l-Kur’an,
Kahire-1990, s. 271 vd.; krş. a.mlf., İlahi Hitabın Tabiatı (çev. M. Emin Maşalı), Kitabiyat Yayınları,
Ankara 2002, s. 291 vd.
258
bk. Ebû Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı, s. 21 vd.
76
hakkında bilinenler öğrencileri ve öğrencilerinin öğrencileri vasıtasıyla kuşaktan
kuşağa aktarılanlardır. Yukarıda geçen açık hikayemsi heber dışında, tarihi sima
İbn-i Abbas’ın Kur’an’ın filolojik yorumlanmasına, İslam öncesi şiirin kullanımını
getirmesi ile ilgili hiçbir delil yoktur. Ancak bu, onun çok özel bir başarısı olmasa
bile, bu uygulama çok erken (dönemde) başlamış olmalı. Ayrıca birkaç batılı bilgin,
bir çok pasajında Kur’an’ın kendisini “bu apaçık bir Arapça’dır” şeklinde
bildirmesinden dolayı böylesi bir girişimin yapılaması gereken anlamlı bir şey
olduğunu inkar edeceklerdir. Çünkü İslam öncesi şiirin de saf Arapça oluşunda
hiçbir kışku yoktur. Hakikaten şiir Kur’an kelimelerindeki zorlukları aydınlatabilir.
Aynı şekilde, peygamberin yaşamına ait bilgi- yukarıda formülleştirildiği şekildetarihi noktaları ve diğer dinlerle ilgili bilgi de belki genel din olgusunu açıklayabilir.
Kur’an’ın yorumlanmasında İslam öncesi şiirin (kullanım) önemi, hiçbir zaman
kaybolmadı. Bu gün Kur’an’ı yorumlamaların desteklenmesinde klasik Arap şiirini
kullanma alışkanlığı, hala canlıdır ve Binti’ş-Şatı’nin çalışmasında olduğu gibi,
herhangi bir tefsirde yer alabilir. Zemahşeri tarafından kendi Kur’an tefsirinde
kullanılan şiirlerle ilgili müstakil şerhler mevcuttur. Ezbere bildiği söylenen elli bin
dizeyi Kur’an kelimelerinin anlamını destelemekte kullanmış olan ed-Dımeşki
(ö.993)’nin durumu kesinlikle olağanüstüdür.”259
Jansen, İbn-i Abbas’ın bir filolog olarak değerlendirilmesinin şüpheli olacağını
belirttikten sonra, gerçek bir filolog olarak kabul edilebilecek birikime sahip biri
olarak Ebu Ubeyde’yi işaret eder ve onun en büyük başarısının Emevi şairleri Cerir
(ö.733) ile Ferazdak (ö.733) arasındaki karşılıklı şiir atışmalarını içeren Naka’id
derlemesini yapması ve Kur’an’ın sure sure; ayet ayet kelimelerinin açıklandığı ve
Kur’an’da hazf, porlepsis (takdim-te’hir) gibi hususiyetlerini içeren tefsirini* yazmış
olduğunu belirtir260. Jansen, Ebu Ubeyde’nin açıklamalarının Buhari’nin (ö.870)
Sahih’inde de yer aldığını dile getirir 261. Jansen’e göre Ebu Ubeyde’nin kendi
tefsirini sunmakta seçtiği yöntem, Mısır’da hala kullanılmaktadır262.
259
Jansen, J.J.G., Kur’an’a Bilmsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, (tercüme: Halilrahman Açar) Fecr
Yay., Ankara, 1993, s. 113-114.
260
Jansen, a.g.e., s.114-115.
*Jansen’in belirttiğine göre, bu eser Fuad Sezgin tarafından yayına hazırlanmış olup, Emin el-Huli de
bu esere bir önsöz yazmıştır. (bkz. Jansen, a.g.e., s. 115 (243. dipnot)
261
Jansen, a.y.
262
Jansen, a.g.e., s. 116.
77
Jansen’e göre modern filolojik Kur’an yorumlayışının temelini oluşturan ikinci
tabakadaki ön önemli şahsiyet, Kur’an’ın söz dizimsel tahlilini yazan Zemahşeri’dir
(ö.1449)263. Jansen, Zemahşeri hakkında şunları belirtir: “(…) Zemahşeri, Arapça
grameri ve söz diziminde el-Mufassal ve sözlük bilim alanında Esasu’l-Belağa gibi
bir çok önemli eser verdi. M. 1131 ve 1133 yılları arasında kaleme aldığı Kur’an
tefsiri, Kur’an’ın söz dizimsel tahlilinin en son aşamasını ve gözlenen başlıkları
sunar. Zemahşeri (bu eserinde) Kur’an’ın üslub özelliklerini çözümledi ve metindeki
kural dışılıkların nedenlerini belirtti. İşte bu yön, tefsirini meşhur ve değerli kıldı.
Ayrıca O, tefsirinde hadis malzemesine ve bazı kelimelerin anlamını desteklemekte
genelde kullanılan İslam öncesi şiire yer verdi. Batılı bir okuyucu, bir kez nasıl
kullanılacağını öğrendikten sonra, Zemahşeri’nin çalışmasından etkilenmemesi
elinde değildir.”264
Jansen’e göre Zemahşeri’nin başarısı gariplikleri belirtmesindedir 265.
20. yüzyıla gelindiğinde, Kur’an’a ilişkin geleneksel gramer açıklamalarından
bir hoşlanmama görülür266. Buna verebileceğimiz en önemli örnek Muhammed
Abduh’tur. Abduh’a göre müslümanın kendisi ile Kur’an arasına tefsirin bir engel
teşkil etmesine izin vermemesi hususunda uyarılarda bulunur. Bu yüzden bir tefsir
yazma konusunda tereddüt yaşadığı da söylenebilir 267.
Abduh’un burada taşıdığı endişe, Müslümanların Kur’an’ı salt bir gramer kitabı
olarak görmeleriydi.
Ancak aynı dönemde yaşamış bulunan Emin el-Huli bu görüşte değildi. Zira
Jansen’e göre, Emin el-Huli, dini ikileme karşı, filolojiyle bir çıkış yolu bulabilen
Mısırlı ilk alimdir 268. O, Kur’an’ın yorumlanması ile filoloji arasındaki ilişkiye
dayalı bir teori geliştirdi269. Jansen, Huli’nin metodunu şöyle özetler: “Emin el-Huli,
düşünsel olarak Kur’an’ın yorumlama çabalarının iki kısma bölünlenmesini
savunur:
1- Kur’an’ın geçmişi, onun gelişim seyri, ortaya çıktığı toplum ve başlangıçta
gönderildiği toplumun dili vs. ile ilgili araştırmalar.
263
Jansen, a.g.e., s. 118.
Jansen, a.g.e., s. 119-120.
265
A.g.e., s. 120.
266
A.g.e., 122.
267
a.y.
268
a.y.
269
A.g.e., s. 123.
264
78
2- Bu temel araştırmaların ışığı altında, Kur’an ayetlerinin yorumlanması.
Huli’ye göre en geçerli yol, tüm tarihi ve diğer malzemeler yardımıyla
Kur’an’ın zahiri anlamını tespit etmektir270. Kur’an, insanlığa Arapça olarak
sunulmuş, bundan dolayı, Kur’an’ı mümkün olduğu kadar mükemmel anlamak için,
o dönemde yaşamış Arapları ve dönemlerini mümkün olabildiği kadar bilmemiz
gerektiğini savunur271. Daha önce de değindiğimiz üzere, Huli, en tutarlı tefsir
metodunun Konulu Tefsir Medodu olacağı görüşündedir. Ona göre, konu hakkında,
Kur’an’ın bahsettiği tüm ayetlerin dikkate alınması ve aynı konudaki diğer Kur’an
ifadelerini ihmal ederek tek bir pasajın yorumuyla iktifa edilmemesi gerekir 272.
Örneğin Bakara suresinin 30-39. ayetlerinde Adem (a.s) olayı zikredilmiştir. Ancak
bu kıssa, Kur’an-ı Kerim’in, 7/11-25; 15/28-42; 18/50
gibi ayetlerinde de
zikredilmiştir. Bütün bu ayetlerin dikkate alınması gerekir. Bunun yanında, sadece
klasik sözlüklerin yardımıyla değil, aynı zamanda, her şeyden önce, aynı kelimelerin
veya aynı kökten Kur’an’daki benzer kullanımların yardımıyla, her kelimenin anlamı
hakkında ciddi bir araştırma ihtiyacı vardır273. Son olarak, Kur’an müfessiri,
Kur’an’ın bu kelimeleri nasıl birleştirerek, ayetlerde kullanıldığını çözümlemeli ve
Kur’an dilinin muhatapları üzerine sahip olduğu psikolojik etkiyi açıklamaya
çalışmalıdır274.
Huli, bu görüşlerini uyguladığı bir tefsir çalışması yapmadı. Bunun sebebi belki
de içinde yaşadığı dönemin koşullarının buna uygun olmayışıdır275. Ancak Mısır’ın
Giza/Cize Üniversitesi’nde, Kur’an Tefsiri kürsüsü başkanlığını yürütürken, elFennu’l-Kasasi fi’l-Kur’ani’l-Kerim isimli Muhammed Ahmed Halefullah tarafından
hazırlanan bir tezin danışmanlığını yürüttü276. Halefullah’ın bu çalışması, Mısır’da o
dönemde büyük bir yankı uyandırdı. Halefullah bu eserinde Hz. Muhammed (s.a.v)
den önce peygamberlere ilişkin Kur’an’ın anlattığı kıssaların, tarihi açıdan mutlaka
doğru olmasının gerekmediğini iddia eder. O bunların (doğruluk) değerlerinin, daha
önceki dönemlerde gerçekleşmiş olaylarla ilgili içerdikleri bilgide değil, bu kıssaların
270
A.g.e., a.y.
A.g.e., s. 124
272
Jansen, a.g.e., s.126.
273
A.g.e., a.y.
274
A.g.e., s. 127.
275
A.g.e., a.y.
276
A.g.e., s. 128.
271
79
örneklerle açıklıyor olduğu dini değerlerde yarattığını savundu. Bu görüş, Mısır’da
bazı karışıklıklara yol açtı ve Halefullah üniversitedeki görevinden uzaklaştırıldı277.
Emin el-Huli’nin bakış açısıyla basılan ve ona ithaf edilen iki kitaptan
(hareketle) güvenilir bir örnek olabilecek eser, Ayn Şems Üniversitesi’nde Arap dili
ve edebiyatı kürsüsü profesörü olan Dr. Aişe Abdurrahman, beyinin vefatından
birkaç yıl önce 1962 yılında yayınladı. Bu ciltte, yedi kısa sure hakkında kapsamlı bir
yorum sunar278. Bintu’ş-Şatı’, ilk cildin önsözünde yöntemleri hakkında malumat
verir; kendileri ile daha önce mevcut tefsir kitaplarının yazımında ele alınan metod
farklılıklarını serdettiğini beyan eder. Bintu’ş-Şatı’e göre her şeyden önce Kur’an’ı
yalın anlama ihtiyacı içindeyiz ve bu Kur’an araştırmalarının bütün alanlarındaki
uzmanlar
tarafından
görülecektir.
Böylelikle
Kur’an
anlayışımızı
yabancı
unsurlardan ve onun belağat değerine düşürülen kusurlardan arındıracaklarını
belirtir 279. Bintu’ş-Şatı’ yöntemini uygulamada Kur’an’ın tümünü değil, sadece
Mekke dönemine ait birkaç kısa sure ile sınırlı tutmuştur280.
Bintu’ş-Şatı’ Kur’an’da yer alan yemin konusu üzerinde önemle durur. Kur’anı Kerim’in pek çok yerinde, ‘sabahın aydınlığına’ ; ‘incire ve zeytine andolsun
ki…’ gibi ifadeleri uzun uzadıya irdeler 281. Bintu’ş-Şatı’ın üzerinde durduğu diğer
bir husus da nüzul sebebidir. Duhâ suresinin 93. ayetinde “Rabbin seni ne bıraktı ve
ne de küçümsedi” ayetinin nüzul sebebinin, Hz. Muhammed’in uzun süren vahyin
inmemesi sürecine binaen yaşamış olduğu sıkıntı ve bunun akabinde bu surenin
indiğine dairdir. Bir çok tefsir kitabında vahyin uzun süre kesilmesinin sebebinin Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin’in peygamberin evine getirmiş olduğu iki köpek yavrusunun
var olması nedeniyle vahiy meleğinin (Cebrail a.s) gelemediği yönünde görüşler yer
almıştır. Ancak Bintu’ş-Şatı’ bu görüşlere fazlaca yer vermez. Kısaca değinir.
Bintu’ş-Şatı’ ye göre söz konusu ayetten Müslümanların yararlanacakları
aydınlanmaya bir katkısı yoktur282. O devamla şöyle der: “Kur’an’ın kendisi bu
hikayeden bahsetmediği ve bu surenin metni de yeterince açık olduğu için, böyle
277
A.g.e., a.y.
Jansen, a.g.e., s.129.
279
Bintu’ş-Şatı’, et-Tefsiru’l-Beyani, c. I, s. 14; ayrıca bkz. Jansen, a.g.e., s130.
280
Jansen, a.g.e., s.130. (Jansen’e göre Bintu’ş-Şatı’ın böyle bir tavır takınmasının altında yatan
sebep tartışma doğurabilecek konulardan bilerek uzak durmasıdır.)
281
Bintu’ş-Şatı’, a.g.y, s. 18 vd. ; ayrıca bkz. Jansen, a.g.e., s. 131-132.
282
Bintu’-Şatı’, a.g.e., s17-18.; ayrıca bkz. Jansen, a.g.e., s. 132-133.
278
80
bir ilaveye de ihtiyaç duymuyoruz.”283 Bintu’ş-Şatı’, Kur’an-ı Kerim’in rivayetçi ve
geleneksel bir metodla yetinilerek tefsirini reddetti284. O, yorum yaparken, ara sıra,
görüşlerini desteklemek babında klasik Arap şiirlerini delil olarak getirir 285. J. J.
Jansen’e göre Bintu’ş-Şatı’ beyit seçiminde her zaman isabetli davranmamıştır.
Jansen bunu şöyle örneklendirir: “Örneğin: Klasik Arapça’da veda’a kelimesinin
kullanımını desteklemekte kullanılan ve Ebu’l-Esved ed-Duelî (v. 688)’ye nisbet
edilen beytin sıhhati kuşkuludur. Bu beyit, Ebu’l-Esved’in Divanında değil,
Cevheri’nin sözlüğünde ‘veda’a’ başlığı altında ve İbn-i Kuteybe’nin Kitabu’ş-Şi’r
ve’ş-Şuara’sının Ebu’l-Esved bölümünde yer almaktadır286.
Bintu’ş-Şatı’, Kur’an kelimelerinin kafiyeli kullanımı hakkında yapılan
herhangi bir araştırma gösterecektir ki, Kur’an’da, ayet sonlarında mevcut olan ses
uyumunun, belli bir kelimenin kullanımına sebep olan kafiyeli olması değil de, her
zaman kelimenin anlamı olduğu anlaşılacaktır. Jansen, bunun ispatının çok zor
olacağını belirttikten sonra şu açıklamayı yapma gereği duyar:“ Örneğin Duha
suresinin son üç ayeti:
a) takhar (=baskı yapmak); b) tenhar (=reddetmek) c) haddis (=anlat!)
kelimeleri ile biter. Bintu’ş-Şatı’, “Kur’an’ın belağati kafiye zorunluluğuna bağlıysa,
öyleyse burada son kelimede de önceki ayet sonlarının kafiyesi gözlenmeliydi. Niçin
‘habbir’ (=bildir!) şeklinde son bulmadı.” diye yazar. O’nun alışılmışın dışındaki
yorum mantığı bir tarafa; bir Kur’an fihristine bakıldığında, Kur’an’ın sözlük
hazinesi ‘habbere’ fiilini içermediğini kendisine gösterebilecekti. İkinci olarak,
‘habbir’ sözcüğü takhar ve tenhar kelimeleri ile mükemmel bir kafiye oluşturmaz.
İnsan bir önceki sesli harfe itibar etmese bile, bu fazlasıyla Kur’an’ın ses benzerliği
kurallarına zıt olacaktır.”287
283
A.g.y., s. 30; ayrıca bkz. Jansen, a.y.
Jansen, a.g.e., s.135
285
A.g.e., s. 136.
286
Ebu’l-Esved ed-Duelî, Divan (Bağdad:1954) (Beyit s.195’) naklen. Jansen, a.g.e., s.136. (Jansen
söz konusu olan Divan’ın dipnotunda bu beyitin şazz olduğunu belirtir.-bkz. Jansen, a.g.e, a.y.- 299
no’lu dipnot.)
287
Jansen, a.g.e., s.137. Jansen, buna rağmen bu tip irdelemelerin onun tefsirinin değerini
düşürmediği görüşünde olduğunu da belirtir. (bkz. Jansen, a.g.e., s. 138.)
284
81
Jansen’e göre batılı doğubilimcileri, Kur’an’ı anlamaya veya tercümeye
çalıştıklarında, bununla ilgili çabalarında Bintu’ş-Şatı’nın tefsirinden büyük yarar
sağlayabilirler. Jansen bununla ilgili olarak bazı örnekler verir 288.
Jansen’e göre Filolojiyle uğraşan bir çok modern müfessir, Kur’an tefsiri
yaparken ya Zemahşeri’nin Kur’an’a yönelik filolojik izahlarını veya (daha kötüsü)
onun taklitçilerinden birini kopyalamakla yetiniyor. O’na göre salt filolojik yorumlar
enderdir. Bu yüzdendir ki Kur’an’ın filolojik sorunlarına ilişkin, şimdiye kadar
çağdaş müslüman alimler arasında çok az bağımsız araştırmalar yapılmıştır289.
3.3. Emin el-Huli’nin Hayatı
Mısır'da Menûfiye'nin Eşmûn kasabasına bağlı Şûşây köyünde doğdu. Bazı
kaynaklarda nisbesi Havlı şeklinde kaydedilmektedir. Tahsiline Kahire'de dayısının
yanında başladı. 1905’te Kur’ân’ı ezberledi290. Çeşitli medreselerde okuduktan sonra
Medresetü'l-kazâi'ş-şer’iyye’ye girdi. Burada öğrenci iken İngiliz idaresine karşı
başlatılan halk ayaklanmasında (1919) faal rol aldı. 1920'da Medre-setü'l-kazâi'şşer’iden mezun oldu. Aynı yıl bu okula hoca tayin edildi ve okulun yayımlamakta
olduğu derginin başına getirildi. Üç yıl sonra Roma elçiliğine imam olarak
gönderildi. Daha sonra aynı görevi Berlin elçiliğinde sürdürdü. Mısır'a dönünce
(1927) Ezher Üniversitesi'ne, bir yıl sonra da Kahire (Mısır) Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi'ne hoca olarak tayin edildi. Burada müderris yardımcısı, doçent ve profesör
oldu; Arapça ve Doğu Dilleri Bölümü başkanlığı ve fakülte dekanlığı görevlerinde
bulundu. 1953'te Dârü'l-kü-tübi'l-Mısriyye'ye teknik danışman olarak tayin edildi.
Vizâretü't-terbiyye ve't-ta'-lîm'in kültür işleri idaresinde genel müdür iken emekliye
ayrıldı (1955).
1961 yılında Kahire Arap Dil Akademisi'ne üye seçilen Hûlî 1936'da
Brüksel'de toplanan VI. Milletlerarası Dinler Tarihi Kongresi'ne, 1954'te İstanbul'da,
1957'-de Münih ve 1960'ta Moskova'da toplanan müsteşrikler kongrelerine Mısır'ı
temsilen katıldı. Öğrencilerinin 1956 yılında yayımlamaya başladığı el-Edeb adlı
derginin başyazarlığını vefatına kadar sürdürdü.
288
Jansen, a.g.e., s.138-142 ; Le Coran (al-Qur’an) traduit de l’arabe par Régis Blachére, Professeur
á la Sorbonne, (Paris: 1957) s.655’ten naklen.
289
Jansen, a.g.e., s. 142.
290
Sa’fân, el-Hûlî, s. 9.
82
Hûlî, Roma ve Berlin'de görev yaptığı yıllarda İtalyanca ve Almanca öğrendi.
İlmî çalışmalarında Batı'da öğrendiği modern araştırma metotlarından yararlandı,
talebelerini de bu metotları kullanmaya teşvik etti. Mısır'ın ilmî, edebî ve fikrî
hayatında etkili olan birçok öğrenci yetiştirdi.
el-Hûlî her ne kadar muhafazakâr özelliğiyle tanınan Ezher’den mezun olmuş
ve yetişme döneminde, her ikisi de Ezher mezunu olup imam-hatiplik yapan
dedesiyle dayısının etkisinde kalmış ise de, Medresetu’l-Kadâi’ş-Şer’î’de geleneksel
çevrenin etkisinden kurtulmuştur. 1915-1917 yıllarında İhvanu’s-Safâ cemiyetini
kuran el-Hûlî, gençliğinde tiyatro eseri yazmaya başlamış, İslâm medeniyetinin
Endülüs yoluyla Avrupa’yı etkilemesini konu alan er-Râhibu’l-Mutenekkir isimli
tiyatro eseri ve başka eserleri sahnelenmiştir. İngilizlere karşı 1919 ulusal
ayaklanmasına, İhvanu’s-Safâ’daki arkadaşlarıyla birlikte katılmış, broşürler basıp
dağıtmış, diğer okullardaki öğrencileri örgütleyerek protesto
ve eylemler
düzenlemiştir. Bu yıllarda Sufûr gazetesinde yazıları yayımlanan el-Hûlî, 1921’de
Medresetu’l-Kadâi’ş-Şer’î”ye öğretim elemanı tayin edilmiş ve bu okulun çıkardığı
derginin editörlüğünü yapmıştır.
Huli, Roma’ görevi sırasında İtalyanca öğrenmiş, bir yandan İslâmî ilimlerde
kendini yetiştirmeye devam ederken, diğer yandan batıdaki din eğitimi alanındaki,
özellikle
Papalığa
bağlı
enstitülerdeki
çalışmaları
ve
sivil
üniversiteleri
gözlemlemiştir. Bu dönemde el-Hûlî birçok oryantalistin eserlerine vâkıf olmuştur.
1926 yılında Berlin’de aynı görevi ifa ettiği esnada Almancayı öğrenmiş ve
“Hilafet” ve “Tarihte Mısır” konulu iki makalesi yayımlanmıştır291.
1927’de Medresetu’l-Kadâiş-Şer’î’ye geri dönen el-Hûlî, farklı-özgür bir
yöntemle İslâm Akide Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi konulu dersleri okutmuştur.
Aynı yıl Ezher Üniversitesi’ne bağlı Usûlu’d-Dîn fakültesinde, kendi hazırladığı ders
notlarıyla, Ahlâk Felsefesi dersini vermiştir. 1928’de Mısır Üniversitesi’ne öğretim
üyesi olarak tayin edilmiştir292.
el-Hûlî’nin Mısır Üniversitesine tayin edildiği yıllarda, hem üniversitede hem
de entelektüel kesimde, özellikle ‘kadîm’ ve ‘cedîd’ taraftarları arasında kıyasıya bir
rekabet vardı. el-Hûlî, böyle bir ortamda kendi yöntemini oluşturmaya teşebbüs
291
Bk. Sa’fan, el-Huli, s. 9; Zirikli, a.g.e., c 2, s.16; Kartaş. a.g.e., s. 119 vd.; TDVYA, c. 18, Emin elHuli md.
292
Sa’fân, Menhec, s. 87-91.
83
ederek Kur’ân tefsiri ve Arap edebiyatı konuları üzerinde yoğunlaştı. O, bir tefsir
veya edebiyat kitabı yazmaktan öte, tefsir ve edebiyat yöntemine ilişkin çalışmalar
yaparak, edebî tefsir ekolünün temellerini atmaya koyuldu 293.
Bir düşünürün düşünsel panoramasını elde etmek için eserlerinin kronolojik
olarak ele alınıp tahlil edilmesi, onun çabasını ve hedefini gösterecek en iyi yol
olarak görünmektedir. el-Hûlî’nin İslâm Ansiklopedisi, Arapça çevirisinin “Tefsir”
ve “Belağat” gibi çeşitli maddelerine ek olarak kaleme aldığı araştırmaları, kendi
kurduğu ve editörlüğünü sürdürdüğü Mecelletu’l-Edeb başta olmak üzere muhtelif
süreli yayınlarda çıkan, neredeyse sayısız makalelerinin yanı sıra, pek çok eseri
yayımlanmıştır. el-Hûlî’nin bütün çalışmalarını ele almak müstakil bir araştırma
konusu olacak mahiyettedir294.
1922’de yaptığı ilk evliliğinden sonra295 1941 yılında el-Hûlî ekolünün
(Medresetu’l-Umenâ)
meşhur
simalarından
Abdurrahmân Bintu’ş-Şâti’ ile evlenen el-Hûlî
296
ve Halefullah’ın
arkadaşı
Âişe
, akademik yönden verimli bir hayat
sürdükten sonra 1966 yılında Kahire’de vefat etmiştir297
Doğumunun 100. yılı münasebetiyle 1995 yılında Menûfiye Üniversitesi ve elHareketü's-Sekâfiyye adlı kuruluş tarafından birer anma günü düzenledi. el-Ehrâm
gazetesiyle el-Edeh dergisi yine bu münasebetle onunla ilgili makalelerin yanında
yayımlanmamış bazı yazı ve eserlerini de neşretti. Dubai'de yayımlanan el-Müntedâ
dergisi de Şevval 1416 (Mart 1996) tarihli 152. sayısında derginin yarısını onunla
ilgili yazılara ayırdı.
3.3.1. Emin el-Huli’nin eserleri
Emin el-Huli, Dil ve Edebiyat, Din, Eğitim ve Tarih sahalarında pek çok eser
vücuda getirmiştir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür
3.3.1.1. Dil ve edebiyat sahasında vücuda getirdiği eserler
1- el-Belâğa-tu’l-Arabiyye ve Eseru'l-Felsefeti fîhâ (Kahire 1939)
293
Bk. Karataş, a.g.e., s. 120 vd.
a.g.e., a.y.
295
Sa’fân, el-Hûlî, s. 56.
296
Aişe Abdurranhan hakkında bkz: Koç, Mehmet Akif, Âişe Abdurrahmân ve Kur’ân Tefsîrindeki
Yeri, İstanbul, 1998, s. 41.
297
el-Hûlî ve etkileri hk. bkz: Mecelletu’l-Muntedâ, Dubai, Mart, 1996, “eş-Şeyhu’l-Mufekkir Emîn elHûlî 1895-1966” (el-Hûlî Özel Sayısı), sa: 152, s. 13-38.;ayrıca bk. Karataş, Şaban, a.g.e., s.
294
84
2-el-Belağa ve ‘ilmu’n-Nefs (Kahire, 1939)
3- Fi'1-edebi'l-Mısrî fikr ve menhec (Kahire 1943)
4-Fennü'1-kavl (Kahire 1947)
5-Dirâse fî edebi'l-luğati'l-Arabiyye bi-Mısr fi'n-nısfi'l-evveli mine'1-Karni’lIşrîn (Kahire 1952)
6-Müşki-letu Hayâtine'l-luğaviyye (Kahire 1958)
7-Menâhicü tecdîd fi'n-nahv ve'1-belâ-ğa ve't-tefsîr ve'1-edeb (Kahire 1961);
Şua beyne'n-Nîl ve'1-Fulca.
3.3.1 2. Din sahasında vücuda getirdiği eserler
1- Sılatü'l-İslâm bi-ıslâhi'1-Mesîhiyye
et-Tefsîr meâhum hayâtihî ve
menhecühü'l-yevm (Kahire 1944)
2- el-Âdâbü'd-dîniyye ve’l-İctimâtiyye li'1-Medarisi's-Sâneviyye
3- Min hedyi'l-Kur'ân el-kâdelü ve'r-rusül (Kahire 1959) Min hedyi'l-Kur'ân fî
ramazân (Kahire 1961)
4- Min hedyi'l-Kur’ân fî emvâlihim misâliyye el- mezhebiyye (Kahire 1963)
5- el-Mü-ceddidûne'l-İslâm (Kahire 1965): Hûlî bu eserinde tecdidin mâna ve
şartlarını, dinin hangi konularında tecdidin yapılabileceğini açıkladıktan sonra
başlangıçtan Süyûtî'ye kadar olan tecdid faaliyetlerini ele almıştır.
6- et-Tefsîr neş’e-tuhu, tederrucuh ve tetavvuruh.
3.3.1.3. Tarih sahasında vücuda getirdiği eserler
1- Kunnâşe fi'l-felsefe ve târîhihâ (Kahire 1934)
2 - Târîhu'l-milel ve'n-nihal (Kahire 1935)
3- Rey fî Ebi'l-'Alâ (Kahire 1945)
4- Mâlik b. Enes terceme muharrere el-Cundiyye ve's-Silmeti'1-İslâm (Kahire
1960)
5- Mâlik b. Enes tecâribü hayât (Kahire 1962); Târîhu'l-hadâreti'l-Mısriyye
3.3.1.4. Eğitim sahasında vücuda getirdiği eserler
1-el-Ezher fi'l-Karni'l-'işrin (Kahire 1936)
2-İtticâhâtu hadise fi't-ter-vîh ve evkuti'l-İerâğ el-Melâhib ve'l-meyâdînü'r-
85
riyâziyye el-mikyâs ve'I-ebcâd: Hûlî gençlik yıllarında el-Kâtibü'1-mutenekkir
takma adıyla Cerimetü'l-âbâ, Sebîlu'r-Reşîd ve er-Râhibu'l-Mütenekkir adlı üç
tiyatro eseri kaleme almış, 1917 yılında Kahire Tiyatrosu'nda sahneye konan bu
oyunlar yazarın ölümünden sonra el-Edeb dergisinde yayımlanmıştır.
3-Kâdî Abdülcebbâr'ın el-Muğnî fî eb-vâbi't-tevhîd ve'î-hdî adlı eserinin XVI.
cildinin ilmî neşrini yapan (Kahire 1380/ 1960) Hûlî'nin ders notlarından oluşan
Nazarâtü'l-İslâmi'l-ictimâiyye ems ve’l-yevm ve ğaden, Müzekkiretü'1-ahlâk,
Târihu'l-'aktfidi'l-İslâmiyye, Mü-zekkire âdâbi'1-bahş ve'1-münâzara, Müzekkiretu'ledebi'l-Arabi ve târîhuhu adlı eserleri henüz yayımlanmamıştır. Mecelletu
Kulliyyeti'1-Adâb,
es-Si-yâse,
er-Risâle,
el-Arabî,
el-Muktetaf,
el-Edeb
ve
Mecelletu'l-Kazâ'ş-Şer’î gibi dergilerde çok sayıda makalesi bulunmaktadır298.
Emin el-Huli, pek çok öğrenci yetiştirmiştir. Bunlardan biri de Halfullah’tır. elHûlî’nin, Halefullah’a verdiği açık destekle el-Hûlî’nin özgür düşünceye verdiği
değer arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır. Nitekim, İslâm müceddidlerini konu
alan kitabında el-Hûlî, müceddidlerin, düşünce özgürlüğüne verdiği önem üzerinde
ağırlıklı olarak durmuştur. el-Hûlî’ye göre İslâm âlimleri bilim hayatına beş önemli
ilke bırakmışlardır:
1. Ufuk genişliği
2. bilime verilen değer bilimin nafile namaza takdim edilmesi,
3. bilimsel düşünce metodonun yenilenmesi,
4. Bilimsel fedakârlık
5. Taklitten kaçınma299.
el-Hûlî’nin Halefullah’ın çalışmasının yanında yer almasının en önemli nedeni,
hem bilimselliği hem de kendi teorisini uygulamasında aranmalıdır.
el-Hûlî bu derslerde özetle şu tezi işlemeye çalışmıştır: Kur’ân’ı, fakihler,
dilciler, belağatçılar, felsefeciler ve kelamcılar kendi metodlarına göre ele almışlar;
fakat edebiyatçılar kendi yöntemlerine göre ele almamışlardır. Bu yöntemin temel
taşlarını Muhammed Abduh koymuştur. Abduh’a göre, Kur’ân’ın kelime ve ifadeleri
indiği dönemde nasıl anlaşıldıysa, öyle anlaşılması gerekmektedir.
298
Dağır, Yusuf Es’ad, Mesadiru’d-Dirasati’l-Edebiyye, Beyrut 1972 III 399-400; Kilani, M. Seyyid,
Zeylu’l-Milel ve’n-Nihel li’ş-Şehristani, Beyrut 1395/1975, s. 86-91; ayrıca bk. DVİA, XVIII ‘Emin elHuli md.
299
Bkz: el-Hûlî, Emîn, el-Muceddidûn fi'l-İslâm, Kahire, 1965, s.150-152.;ayrıca bk. Karataş, a.g.e.,
s.120.
86
O şöyle der: “Kitaptaki konuları edebî tefsir metoduna göre ele aldım. Kur’ân
çalışmalarında edebî metod, en ideal yöntemdir. Bu çalışma (Mefahîm) edebî metodu
temsil eden bir çalışmadır. Bu çalışmada, yaygın hataların tashihi hedeflenmiş;
Kur’ân’ın kat’î delâletle üzerinde durmadığı ve müfessirlerin de ‘afv’ ıstılahıyla
ifade ettikleri hususlarda, Kur’ân’ın istismarına engel olmak amaçlanmıştır.”300
Halefullah ile el-Hûlî arasındaki ilişkiler, Halefullah’ın üniversiteden
uzaklaştırılmasıyla sona ermiş değildir. Nitekim, el-Hûlî’nin muhalefetiyle ve oy
çokluğuyla reddedilen el-Fennu’l-Kasasî adlı çalışmasının 1957 yılındaki 2. ve 1965
yılındaki 3. basımına iki ayrı takdim yazmış ve Halefullah’ı takdir edip övmüş; bu
temayülünü sürdürerek, reddedilen el-Fennu’l-Kasasî tezinin yerine hazırladığı
Sâhibu’l-Eğânî unvanlı alternatif doktora tezinin sunuşunda da, Halefullah’ı
savunmaya devam etmiştir.
Abdulkerîm el-Hatîb, el-Fennu’l-Kasasî ile ilgili sorumluluğun tamamen elHûlî’ye ait olduğunu söylemektedir: “Halefullah bu tezde izlediği yöntemin tek
sahibi değildir. O, ancak Hocamız el-Hûlî’nin kurduğu ve yönlendirdiği ‘beyan’
ekolünün bir izleyicisidir. el-Hûlî ‘söz sanatı’nı (Fennu’l-Kavl) 301 Arap edebiyatına
uyguladı... Üniversite içinde ve dışında, Arap diliyle ilgilenen bu kuşaktaki
öğrenciler üzerinde, el-Hûlî’nin derin etkisi olmuştur. Bu husus herkesin kabul
etmesi gereken bir gerçektir. Nitekim, el-Hûlî’nin eserleri, konferansları ve
çalışmaları bunu pekiştirmektedir... el-Fennu’l-Kasasî adlı çalışma, reisliği elHûlî’ye nispet edilen “Medresetu’l-Umenâ” 302 (Emînler Hareketi) mensuplarının
çalışmalarından birisidir.”303
Kahire üniversitesinde hazırladığı doktora tezinde Kâmil Alî Sa’fân da aynı
kanaati paylaşmaktadır304.
el-Hûlî’nin tanıklığı hiç kuşku bırakmayacak bir biçimde Halefullah’ın yanında
yer aldığını ispatlamaktadır: “Bugün ise söz konusu tez, din ve edebiyat uzmanları
nazarında; edebî-sanatsal bir kazanım ve Kur’ân’ın i’câz yönlerinden birisini ortaya
300
el-Hûlî,, el-Muceddidûn fi'l-İslâm, s. 6-9.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e., s.119 vd.
el-Hûlî, Emîn, Fennu'l-Kavl, Kahire, 1947,
302
“Medresetu’l-Umenâ” hk. bkz: Mecelletu’l-Edeb, Nisan, 1959 sa: s. 3-7. el-Hûlî ve ekolü ile ilgili
bir master ve doktora tezleri hazırlanmıştır: Rızk, Zeyneb Abdulcevâd, Emîn el-Hûlî ve Medresetuhû
fi’l-Belâğa ve’n-Nakd, Kahire (el-Ezher, doktora), 1987; Sa’fân, Kâmil Ali, Emîn el-Hûlî fî Menâhici
Tecdîdih, Kahire (‘Ayn Şems, master), 1970.
303
el-Hatîb, Abdulkerîm, el-Kasasu’l-Kur’ânî, Kahire, 1964, s. 292.
304
Sa’fân, el-Menhecu'l-Beyânî fî Tefsîri'l-Kur’ânil'l-Kerîm, s. 421 vd.
301
87
koyan bir eser haline geldi. ‘Asaleten’ ve ‘vekâleten’ diyorum ki; bu yolda günahı
olan bütün herkesi, art niyetlileri ve aldatılmış gafilleri Allah affetsin, ölenlere
rahmet ve hayatta kalanların gönüllerini ıslah etsin.”305
Emin el-Hûlî’nin temsil etmiş olduğu Edebi Tefsir Ekolünü ele almadan önce,
Mısır’a gelişen tefsir ekolleri hakkında kısa bazı bilgiler vermeyi uygun buluyoruz.
3.4. Mısırda Gelişen Çağdaş Tefsir Akımları İçinde ‘dil-bilim’ Ağırlıklı Tefsir
Akımı ve Konulu Tefsir Metodu
Kur’an-ı Kerim’i
anlama yolunda çeşitli eğilimlerin ortaya çıkması tabii
karşılanmalıdır. Çünkü dini ilimlerin yapıları, farklı yaklaşımların doğmasına zemin
hazırlar. Dini ilimlerde, tabii bilimlerde olduğu gibi tek ve değişmez bir usul hakim
olamazdı. Kamıran Birand’ın dediği gibi: “Manevi ilimlerle ilgili olarak ortaya çıkan
metodlar, daha çok felsefi güdülerle belirlenir.”306 Geleneksel dini eğitimin ve
geleneksel metodların hakim olmasına rağmen bu eğitime ve metodlara karşı ilk
ciddi tepkiler de Mısır’da doğmuştur. Mısır’da ortaya çıkan yeni metodlar, anlayışlar
ve yenilik hareketleri bu tepkilerin doğal sonucudur.
Mısır’da gelişen çağdaş tefsir akımları üç şekilde özetlenebilir:
1-El-İtticahu’l-Hedai: Kur’an’ın rehberlik yönünü ortaya çıkaran tefsir;
2-El-İtticahu’l-İlmi: Kur’an’ın tabii ilimler ışığında tefsir edilmesi;
3- El-İtticahu’l-Edebi: Dil-bilim ağırlıklı tefsir akımı.307
Şimdi bunları kısaca ele alalım:
3.4.1. El-İtticahu’l-Hedai
Bu akımın öncülerine göre Kur’an tefsirinin temel amacı (fehmu’l-Kur’an),
yani ‘Kur’an’ı anlamak’tır. Reşid Rıza, bütün Müslümanların Kur’an’ı anlamak
gibi bir yükümlülüğü bulunduğunu açık bir biçimde dile getirmiştir308 .
Bu akımın en önde geleni Muhammed Abduh’tur. Kur’an’ı tefsir ederken ilmi
meselelerden çok hisleri uyandırıcı bir metod takip etmektedir.309 Abduh’un böyle
305
Karataş, a.g.e., s.119 vd.
Birand, Kamıran, Manevi İlimler Metodu Olarak Anlama, A.Ü.İ.F yayını, Türk Tarih Kurumu
Basımevi 1960, s.2; Koç, Mehmet Akif, Bir Kadın Müfessir Aişe Abdurrahman ve Kur’an Tefsiri’ndeki
Yeri, Şule Yayınları, İstanbul 1998, s.18.
307
J.J.G. Jansen, a.g.e., s.8.; Koç, a.g.e., s.18
308
Reşid Rıza, Muhammed, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakim, Daru’l-Ma’rife, Beyrut-ts , I.7,17,20; Koç,
a.g.e., s.18.
306
88
bir tutum izlemesinin altında yatan gerçek, batının müslümanlar üzerine uyguladığı
sömürgeci tutum ve sahip olduğu teknolojik üstünlük karşısında İslam alemini
bilinçlendirmektir. Yani Abduh ve öğrencilerinin dini konulara ve Kur’an’a
yaklaşımlarında batıya duydukları tepki önemli rol oynamaktadır310.
Bu akımın ileri gelenlerinin bir diğer özellikleri ilk dönemden itibaren mevcut
Kur’an tefsirlerine karşı tenkitçi bir üslupla yaklaşmaktır. Örneğin Reşid Rıza, klasik
tefsirlerde yer alan pek çok şeyin insanları Kur’andan uzaklaştırdığını iddia
etmektedir311 .
Bu akımın temsilcilerine göre İslam düşüncesinde yenilik gerekmektedir. Bu
bağlamda Kur’an’ın farklı bir biçimde tefsir edilmesi gerekmektedir. Bu yeni tefsir
hareketi İslami ilkelerin yeniden gözden geçirilmesi gayesini gütmelidir. 312
Kur’an’ın rehberlik yönünü öne çıkaranların üzerinde durdukları belli başlı
diğer konular ise şunlardır:
a) İslam alemi sorunlarını ictihad mekanizmasını kullanarak çözebilir. Taklitten
uzak durulmalıdır313.
b) Siyasi problemlerin çözümlerinde Kur’an ayetleri yol gösterici olmalıdır.
Ayrca Müslümanlar, vatanlarını sevmeli ve ona sahip çıkmalıdır.314
c) İlim, Allah’a götürür. İnsan aklı hür bırakıldığında varlık alemiden hareketle
Cenab-ı Hakk’a ulaşır. Özellikle bilim ve teknoloji alanındaki başdöndürücü
gelişmeler, çağdaş insana Yaratan’ın güç ve kudretini göstermektedir. 315
d) Ekonominin dinle ilgisi olmadığı yolundaki yanlış kanaat, İslam aleminin
fakirleşmesine neden olmuştur. Kur’an merkezli bir ekonomi sistemi oluşturulmalı
ve insanlığın hizmetine sunulmalıdır.316
3.4.2. Tabii bilimler ağırlıklı tefsir akımı
Bilimsel verilerle Kur’an ayetlerini yorumlama esasına dayanır. Bu akımın
temsilcileri, bugün keşfedilen veya ortaya koyulan pek çok bilimsel gerçeğin direkt
309
Koç, a.g.e., s19.
A.g.e., s.19
311
Rıza. a.g.e.. s. I. 7,10
312
Şerbasi, Ahmed, Kıssatu’t-Tefsir, Daru’l-Kalem, Kahire 1962, s.156
313
Şerif, İbrahim, İtticahatu’t-Tecdid fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Kerim fi Mısr, Daru’t-Turas, Kahire 1982,
334-335
314
A.g.e., s.343
315
A.g.e., s. 367-368; Koç, a.g.e., s.20
316
A.g.e. s. 401-402
310
89
veya dolaylı olarak Kur’an’a yer aldığını göstermeye çalışmışlardır. Böylece ilahi
kaynaklı Kur’an-ı Kerim’in günümüze kadar değişmeden ulaştığını da ispat etmiş
oluyorlardı.317
Bu akım, İslam aleminin büyük bir bölümü, Avrupa’nın hakimiyeti altına
girince güç kazanmıştır.318 Son dönemdeki ilk temilcisi meşhur bir doktor olan
Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî (ö:1306/1888), ‘Keşfu’l-Esrâ’n-Nûrânyyeti’lKur’âniyye’ isimli bir eser te’lif etmiştir319. Yine Abdurrahman el-Kevâkibî
(ö:1320/1902) , Gâzi Ahmed Muhtar (ö:1337/1918) ve Doktor Muhammed Tevfik
Sıdkî (ö:1339/1920) bu akımın taraftarları arasındadır.320 Tantâvî Cevherî
(ö:1359/1940)’nin “el-Cevâhir fî Tefsîr’l-Kur’ân” isimli eseri ise bilimsel ağırlıklı
tefsir akımının etkisi altında yazılmış tam bir Kur’ân tefsiridir. Bu tefsirin önsözü
incelendiğinde
Cevherî’nin,
bilimsel
verilerle
Kur’an’ı
yorumlama
nedeni
anlaşılmaktadır. O, tefsirinin önsözünde, batının teknolojik ve bilimsel alandaki
başarısı üzerinde durmuştur. Ona göre yeryüzünde Müslümanların lider konumuna
gelebilmeleri için tabiî
bilimlerle ilgili gören Cevherî, bu ayetleri gününü
ihtiyaçlarına uygun biçimde yorumlayarak İslam alemine canlılık kazandırmayı
hedeflemiştir. Ayrıca Cevherî’nin tabii bilimlere karşı duyduğu aşırı ilgi de bu akıma
yönelmesini kolaylaştırmıştır.321
Bu akımın temsilcileri Kur’an âyetlerinin tek ve değişmez bir anlama sahip
olmadığını iddia etmektedirler. Onlara göre bir Kur’an âyeti, birbirlerinden bağımsız
farklı anlamlar taşıyabilir. Bu nedenle zaman değiştikçe âyetlerin yorumları da doğal
olarak değişecektir322.
Bu akımın temel ilkelerini şöyle sıralamak mümkündür:
a) Kur’an ayetleri arasında çelişki olmaz.
b) Kesinleşmiş bilimsel veriler ve bunlarla ilgili Kur’an ayetlerini doğrular.
Çünkü söz konusu iki bilgi türünün kaynağı da Allah’tır.
317
Koç, a.g.e. s.20
J.J.G. Jansen, a.g.e. s.9
319
Koç, a.g.e., s21
320
J.J.G.Jansen, a.g.e. s. 7
321
Tantavî Cevherî, el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut 1991,
I.2-3; ayrıca bkz. Koç, a.g.e., s21
322
İbrahim eş-Şerif, a.g.e, s. 679-680; Hatib el-Musa, Min Delaili’l-İ’câzi’l-İlmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm
ve’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Muessesetu’l-Halîci’l-Arabî, Kahire 1994, s. 7-8; Koç, a.g.e., s.21
318
90
c) Modern bilimler, kesinliğe ulaşmış bulgularıyla Kur’an ayetlerini doğrular.
Kur’an ayetleri tefsir edilirken, esas olan bu bilgiler değildir. Aksine asıl kaynak
Kur’an ayetleri kabul edilip, eldeki bilgiler, ayetleri yorumlamak için kullanılır. 323
Tabii bilimler ağırlıklı tefsir akımı, bazen ilkeleri, bazen de bu ilkelerinin
pratikte uygulanamayışı nedeniyle çok tenkit edilmiştir324. Nitekim Tantavi
Cevheri’nin tefsiri, Suudi Arabistan idaresi tarafından yasaklanabilmiştir325 .
Aişe Abdurrahman da bu akımın en şiddetli karşıtları arasındadır. Ona göre
Müslümanların batı karşısında duydukları aşağılık kompleksinin bir sonucu olarak,
çağımızda tabii bilimler ağırlıklı tefsir akımı güç kazanmıştır326.
Bu akımın ilk sistemli tenkidi ise Emin el-Huli (ö:1386/1966) tarafından
yapıldı. Ondan sonra bu eğilimi eleştirenler, büyük ölçüde Huli’nin görüşlerinden
yararlanmışlardır327. Aynı zamanda Hulu’nin bu görüşleri, dil-bilim ağırlıklı tefsir
akımının temel prensipleriyle yakından ilgilidir. Bundan dolayı onun söz konusu
tenkitlerini, dil-bilim ağırlıklı tefsir akımını ele alırken aktarmak istiyoruz.
3.4.3. Dil-bilim ağırlıklı tefsir akımı
Bu akım, Kur’an’ın edebi bir metin olarak yorumlanması esasına dayanır. Yine
Kur’an’ın vahyedildiği ortam , zaman ve ilk muhataplar, bu tür yorumlamada
vazgeçilmez unsurlardır.328
Muhammed Abduh’un tefsir hereketi içinde dil-bilim ağırlıklı yorumlamanın
ipuçlarına rastlamak mümkündür.329 Ancak hiç şüphe yok ki bu akımın ilk temsilcisi
ve teorisyeni Emin el-Huli’dir. 330 Huli, Muhammed Abduh’tan sonra, Kur’an
tefsirine farklı bir yaklaşım getirmiştir. 331 O, Abduh’un, “Kur’an tefsirinin gayesi
Kur’an’ı anlamaktır.”
332
tespitine katılmamaktadır. Huli’nin bu konudaki görüşü,
kendi ifadesiyle şöyledir:
323
İbrahim eş-Şerif, a.g.e., s. 676-681; Musa el-Hatib, a.g.e., s. 8
Şeltut, Mahmut t, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim el-Eczâu’l-Aşereti’l-Ûla, Daru’ş-Şurûk, Kahire 1988,
s.13-14; ez-Zehebi, a.g.e., III. 494-496
325
A.g.e., III. 495
326
Abdurrahman, Aişe, el-Kur’an ve Kadaya’l-İnsan, Daru’l-İlm li’l-Melayin, Beyrut 1982, s.309-311
327
J.J.G.Jansen, a.g.e., s.101-103
328
Koç, a.g.e, s.23
329
Eş-Şerkavi, a.g.e., s.304
330
A.g.e., s.391
331
J.J.G. Jansen, a.g.e., s.38
332
Rıza, a.g.e., I.7-17
324
91
“Kısaca bize göre bugün tefsir; planlı, programlı, sistematiği düzgün bir edebi
çalışmadır. Tefsirin birinci gayesi sadece edebi olmasıdır. Bunun ötesinde herhangi
bir mülahazadan etkilenmemelidir. Hedeflenen diğer bütün amaçların gerçekleşmesi
buna bağlıdır…”333
Huli’ye göre tefsirle uğraşan kişinin görevi, Kur’an’ı nesnel (objektif) olarak
anlamaya çalışmaktır. Yani o, dili, dini, ırkı, kültürü ne olursa olsun Kur’an’ı
anlamak isteyen herkes için ortak bir yaklaşım biçiminin geliştirilmesinden yanadır.
Bu ise, Kur’an’ın ilk muhataplarının Kur’an ayetlerinden ne anladıklarını
araştırmakla mümkün olabilir. 334
Muhammed Abduh ise Kur’an’ı tefsir ederken, Müslümanları bilinçlendirmeyi
hedeflemiş, yorumlarıyla İslam aleminin güncel sorunlarını çözmeyi gaye
edinmiştir335. Abduh genel olarak Müslümanların dışındaki insanların Kur’an’ı nasıl
anlayacakları konusuyla ilgilenmiştir. Doğal olarak da herkes için ortak, ilmi esaslara
dayalı bir tefsir teorisi geliştirmeye çaba göstermemiştir. Bununla birlikte Abduh ve
Huli’nin tefsir anlayışlarında bazı ortak noktalar mevcuttur. Örneğin her iki akım da
tabii bilmler ağırlıklı tefsir akımını reddederler 336. Daha önce de belirtildiği gibi bu
tip tefsire en etkili ve sistemli reddiye Emin el-Huli’den gelmiştir. O, tenkitlerini üç
başlık altında toplamaktadır:
a) Lüğat Açısından: Kur’an’da yer alan kelimelerin anlamları tarihi seyir
içerisinde değişmiştir. Ancak Kur’an’ın indiği dönemdeki anlamı esas alınmalıdır. 337
b) Edebiyat ve Belağat Açısından: Kur’an anlaşılır bir kitaptır. Öyleyse ilk
muhatapları Kur’an’ı
anlamışlardır. Eğer biz daha sonra ortaya çıkan bilimsel
bulgularla Kur’an ayetlerine anlam vermeye çalışırsak, ashab-ı kiramın bu ayetleri
anlamadığını iddia etmiş oluruz. Bu durum Kur’an’ın anlaşılır olma özelliğini
ortadan kaldırır.338
333
el-Huli, Emin, “et-Tefsir”, Dairatu’l-Mearifi’l-İslamiyye, Şirket-i İntisarat-i Cihan, Tahran 1966,
V. 367
334
El-Huli, a.g.e., V. 361
335
Emin, Ahmed, a.g.e., s.358
336
Eş-Şerif, a.g.e., s534-535; Koç, a.g.e., s.25
337
El-Huli, a.g.e., V. 360
338
Koç, a.g.e., s. 25
92
c) Dini ve İtikadi Açıdan: Tabii bilimlerdeki teoriler, bulgular sürekli
değişmektedir. Eğer Kur’an, bu bilgilerle yorumlanacak olursa, onların değişmesi
durumunda, ayetlerin güvenirliği de sarsılacaktır339.
İbrahim eş-Şerif, Huli’yi tabii bilimler ağırlıklı tefsir akımını örnek vermeden tenkid
ettiği gerekçesiyle suçlamaktadır340.
3.5. Emin el-Huli’nin Tefsir Metodu
Emin el-Huli, tefsir kelimesini tanımlar; sözlük ve ıstılah anlamlarını verir,
tefsir ve te’vil kelimelerinin karşılaştırmasını yapar. Tefsirin tarihi seyrini ve tarih
içerisinde meydana getirilen tefsir ekollerini ele alarak bunların eleştirisini yapar.
3.5.1. Emin el-Huli’ye göre Tefsir’in tanımları
a) Lügatte Tefsir: Hûlî, (fesere) ve (sefere) kelimelerini ele alarak her ikisinin
de ‘açmak’ manasını taşıdığını, ancak bunlardan (sefere) kelimesinin ‘görünen,
maddi olan bir şeyi açmak’ manasını taşıdığını; (fesere) kelimesinin ise, ‘gizli ve
manevi bir şeyi açmak’ anlamına geldiğini ifade eder341.
b) Istılah’ta Tefsir: Hûlî, daha sonra Tefsir kelimesinin ıstılahtaki anlamı
üzerinde durur: “Eskiler, Lügat, Tefsir ve Hadis gibi ilimlerin akli ilimlerde bilinen
manasıyla bir ilim olmadıkları kanaatini taşıyorlardı, bu sebeple onların bazıları,
Tefsirin sınırlarını, konusunu ve meselelerini tespit gibi bir takım zorlamalara
gidilmesini uygun görmezler. Çünkü Tefsir, akli ilimlere benzemeyi başarmış olan
diğer bazı ilimler gibi, kaideleri üzerinde durulup çalışılmakla ortaya çıkmış ve
melekelerden müteşekkil değildir.”342
Huli, bazı alimlerin tefsir ilmine zorlama yoluyla tarif bulmaya çalıştıklarını,
Kıraat ilmi gibi, tefsirden başka ilimleri de içine alan bazı tarifleri dile getirdiklerin,
hatta bu alimlerin Kur’an’ın anlaşılmasına ihtiyaç duyulan Sarf, Nahiv ve Beyan gibi
bazı ilimleri de, yaptıkları bu tarife dahil ettiklerini belirtir.
339
A.g.e., V. 361; Koç, a.g.e., s. 25
Eş-Şerif, İbrahim, a.g.e., s539 (2 numaralı dipnot)
341
El-Hûlî, Emin, “Kur’an Tefsiri’nde Yeni Bir Metod” çev. Mevlüt Güngör, Kur’an Kitaplığı, İst.,
1995, s.15.
342
A.g.e., a.y.
340
93
Huli’ye göre bu konuda doğru olan görüşün, ilki yani “O, Allah kelamının
açıklamasıdır.” Veya “O Kur’an lafızlarının ve mefhumlarının açıklayıcısıdır.”
Şeklindeki tarifin olduğu kanaatini dile getirir 343.
Huli’ye göre Tefsir, “Eskilerin, adetleri üzere herhangi bir itibarla tespit edip
ortaya koymaya çalıştıkları ilimlerden-yahut başka bir deyişle, şer’i araştırmalardanbirisidir”344
Huli bu görüşünü şöyle izah eder: “Nitekim onlar şöyle demişlerdir: Bir şer’i
ilim, ya Kur’an lafızlarının beyanı için tedvin edilmiştir ki, bu Kıraat ilmidir; ya da
Sünnet-i Nebeviyye’nin hem lafız hem de isnad yönünden açıklaması için tedvin
edilmiştir ki, bu, Hadis ve Usul ilimleridir; yahut da Kur’an’da kastedilen manaların
ortaya çıkarılması için tedvin edilmiştir ki, bunun gibi diğer şer’i ilim çeşitleri için de
aynı minval üzere tespit ve açıklamalarda bulunmuşlardır.”345
Burada Emin el-Huli’nin Kur’an tefsirine pararel olarak ele aldığı Arap
edebiyatı ile ilgili görüşlerine kısaca değinmeyi uygun bulduk.
3.5.2. Emin el-Huli’ye göre edebiyat tarihinin dönemleri
Huli, edebiyatı tarihi bölümlere ayırma alışkanlığının özellikle Batı’yla temasa
girenlerin edindikleri yeni bir yaklaşım olduğunu dile getirir 346. Bu hususta şunları
belirtir:“(…) Bu dönemleri, devletlerin ya da kralların değişmesiyle paralel hale
getirerek, örneğin, Emevi dönemi, Abbasi dönemi, Bağdat’ın düşüşünden sonraki
dönem…şeklinde sınıflandırmışlardır. Bu tür bir sınıflandırmalarda halefler,
seleflerin birden fazla periyodik dönemden oluşan etkinlikleri üzerinde durmuşlardır.
Bu periyodik dönemler, ancak edebiyat tarihinin, güçlü ya da zayıf dönemlerine göre
siyasi otoriteyi yüceltmesi ya da alçaltması durumunda değişime uğramıştır. Örneğin,
Abbasi dönemi böyle bir durumun ‘telafi’sinden doğmuştur. Bu tür bir periyodik
sınıflandırma, önce Şam’ı sonra Bağdat’ı edebiyat tarihinin merkezi haline getirmiş;
edebiyat tarihinin dönemleri bu iki başkentin yükselişi ya da düşüne göre
belirlenmiştir. Bu sınıflandırmaya göre, hem İslam toplum, hem de Arap toplumu
343
A.g.e., s. 15-16.
A.g.e., s. 14.
345
A.g.e., a.y., Emin el-Huli, bu konudaki görüşlerini Şeyhu’l-İslam Ahmed b. Yahya b. El-Hafid elHerevi’nin ed-Daru’n-Nedid min Mecmu’ati’l-Hafid adlı eserine dayandırır.
346
A.g.e., s.139-140.
344
94
homojen bir bütünlüğü sahiptir; aynı sabit şartlara, uyumlu faktörlere maruz kalmıştır
ve bu şartların yegane belirtisi, tek başına toplumsal gelişimi temsil eden siyasi
otorite ya da yönetim erkidir. Edebiyat tarihine bu tür bir yaklaşım yanlış bulunuyor,
bunun düzeltilmesi için çaba gösteriyoruz. Zira batıda Atlantik Okyanusu’ndan
doğuda Çin Denizi’ne, kuzeyde Asya ve Avrupa’nın en uç noktasından Afrika
kıtasının güneyine kadar yayılan İslam toplumu, belirli bir edebi karakteri olan
sağlam bir bütünlük arz etmektedir. Bu bütünlüğü bir bedene benzetirsek; bazen
Şam, bazen de Irak bu bedenin hayat kaynağı olan kalbini oluşturmuşlardır. Bununla
birlikte bedenin diğer organları da belli roller üstlenmişlerdir. İslam topraklarının her
bölgesinin de kendine has özellikleri vardır. Hilafet makamı ve devlet yönetimi
bütün bu özelliklerden etkilenmiştir. Bu nedenle söz konusu bütün birbiriyle iç içe
geçmiş girift yapısını kavramadan, bütünü oluşturan parçaları anlamak kolay
değildir. Bu uçsuz bucaksız İslam topraklarının tek bir bütünlük oluşturmadığını ileri
sürmek de mümkündür. Dahası, mesela dikkatle incelendiğinde aslında İslam
toplumunun homojen bir toplum olmadığı düşünülebilir. Zira İslam toplumu öyle bir
karışımdır ki, siyasi alanda bile merkeziyetçiliğe uzun süre dayanamamıştır.
Merkeziyetçi devlet otoritesinin gücünün dorukta olduğu erken bir dönenden itibaren
bağımsız devletçikler ortaya çıkmıştır. Örneğin, H. III. Yüzyılda Mısır, Tolunoğulları
döneminde kendi başına hareket eden bu devletçiklerin başında gelir. Bu noktadan
hareket ettiğimizde İslam toplumunun, Arap edebiyat tarihinde iddia edildiğinin
aksine, homojen bir bütünlük arz etmediği ve edebiyat tarihini belli dönemlere
ayırmanın zor olmadığı ortaya çıkar.”347
“Edebiyat ekolünün, son dönemde siyasi düşünceye karşı kampanya yürütüp,
edebiyatın gelişimini siyasi çalkantılara bağlamanın hata olduğunu savunsa da, bunu
aşıp daha uzak hedeflere ve daha geniş ufuklara uzanmalıydı. Böylece edebiyat
tarihini sınıflandırmada zaman yanlışından bir parça sıyrıldığımız gibi mekan
yanlışından da kurtulabilirdi. Üstelik –bana göre-, mekan yanlışından kurtulmak çok
daha önemliydi. Çünkü edebiyat tarihçilerinin Arapçayı konuşanlar için ileri sürdüğü
bu bütünlüğün; doğunun en uç noktasından, batının en uç noktasına kadar uzanan bu
bölgelerin, Âri, Sami ve bunların duşunda farklı ayırt edici özellikler taşıyan ırkların,
siyah, beyaz, sarı ırkların, tarihin engin derinliklerine gömülen eski uygarlıklardan
347
a.g.e., s. 140-141.
95
tutun, çiçeği burnunda olanlarına veya bu ikisi arasında bir yerde duranlarına kadar
bütün uygarlıkların oluşturduğu böylesi ilginç bir karışımın homojenliğini iddia
etmek, kolay kolay kabul edilebilir bir iddia değildir. Tek bir devlet veya siyasi
otorite çatısı altında yönetilse bile, böyle bir birliği sağlamaya zamanın kendisi izin
vermiyordu. Gariptir ki, İslam düşüncesini araştıranlar, İslam itikadi yaklaşımlarının
ve çeşitli pratik fıkhi mezheplerin birtakım bölgelere göre sergilediği farklılıkları
görerek,
bu
yaklaşımları
birçok
sanatlar
ve
edebiyat
tarihi
açısında
sergilememişlerdir. Halbuki edebi sanatlar, düşünce ve eylem araçları durumundaki
bu itikadi görüşlerinden ve fıkhi mezheplerden daha fazla değişime müsaittir.
Gariptir ki, İslam düşüncesini araştıranlar, İslam’ın itikadi yaklaşımlarının ve çeşitli
pratik fıkhi mezheplerin birtakım bölgelere göre sergilediği farklılıkları görerek, bu
yaklaşımları birçok perspektiften ele aldıkları halde, aynı tutumlarını edebi sanatlar
ve edebiyat tarihi açısından sergilememişlerdir. Halbuki edebi sanatlar, düşünce ve
eylem araçları durumundaki bu itikadi görüşlerden ve fıkhi mezheplerden daha fazla
değişime müsaittir.”348
Huli, edebiyat tarihi araştırmacılarının, edebiyat tarihini periyodik dönemler
şeklinde sınıflandırmalarını eleştirir. Bunun bir çelişki olduğunu dile getirir. Bunu
gerçekleştirmeye çalışanların, bir dönemin edebiyat tarihini incelediğini iddia
ederken, aslında fiili çabalarını Arap edebiyatının ortaya çıktığı edebi ortamlardan
sadece biriyle sınırlı tuttuğunu ifade eder349. Bu durumu daha da açık bir hale
getirmek için şöyle örnekler verir: “Örneğin Irak ve Irak’ı çevreleyen Yakındoğu’yla
ilgilenir. Öyle ki, bu bölgeyi bütün boyutlarıyla iyice kavramak amacıyla Endülüs
gibi, daha başka bölgeleri araştırmaya yönelik aşırı bir ihtiyaç hisseder. Halbuki
Mağrib ya da doğunun diğer uç bölgeleri, araştırma ihtiyacı açısından Endülüs’ten
daha aşağıda değildir. Dahası, insaflı davranıldığı taktirde, Mısır’ın böylesi özel bir
araştırmaya ihtiyaç duyduğu görülür.”350
Huli, bundan sonra, edebiyatın doğduğu çevre faktörü üzerinde durur. Hiçbir
edebiyat tarihçisinin bunu ihmal edemeyeceği kadar önemli bir faktör olduğunu
zikreder. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, araştırmanın tek bir çevreyle sınırlı
tutulamayacağı gerçeğini tekrar dile getirir. Ona göre, edebiyat tarihçisinin
348
A.g.e., s. 141.
a.y.
350
a.y.
349
96
araştırmasını periyodik yani tarihi dönemlere değil de coğrafik bölgelere ayırmak
daha tutarlı olur351. Bu hususta şunları dile getiri: “Tutarlı görüş, edebiyat tarihçileri,
herhangi bir Arap dilinin konakladığı her yeri, bölge bölge ele almalıdır. Böylece,
yapılacak bir sınıflandırmanın değişime değil, bu değişimin maddi-manevi
dinamiklerine benzeyen bütün çevreler için bağımsız araştırmalar yapılmalıdır. Arap
edebiyatı tarihinde ‘çevre kuramı’ ve söz konusu mekansal sınıflandırmayla ilgili
birtakım tartışmalar ve görüş ayrılıkları olabilir; ancak bu konuyu başka zeminlerde
yarıntılı olarak ele almayı düşünüyorum. Burada yalnızca, edebiyat araştırmalarında
çevre faktörünün gücüne işaret etmek istiyorum. Çünkü çevre faktörü üzerine
kurulan bir sınıflandırma, bilimseldir; benzeşen basit katkıda bulunmaz. Bu tür bir
sınıflandırma, Endülüs, Mağrib (Fas), İslami Uzakdoğu, Yakındoğu gibi bölgelerden
her birini, özel bağımsız bir araştırma konusu yapar. Buradan hareketle, sadece
Mısır’ı ele alan bir edebi araştırma, dinamik sosyal bir misyonu yerine getirmesinin
yanı sıra, ideal bilimsel bir plan ortaya koymaktadır. Böyle bir edebi araştırma
pragmatiktir, pratiktir; net gözlem ve deneye dayalıdır.”352
3.5.3. Emin el-Huli’ye göre edebi kitapların bazıları
Emin el-Huli, bu hususta belağat konularını ele alıp, işleyerek onu çeşitlendiren
ve zenginleştiren kitaplardan, özet bilgiler sunar:
1- el-Bedi’ (İbnu’l-Mu’tezz): Bu isimden kasıt, sonraları terimleşen bedi
değildir. Aksine, kitapta özenle ilgi isterilen anlatım şekilleri üzerinde durulmuştur.
Bu anlatım şekillerinin başında istiare gelir. İlgili kitaplara bakarak el-bedi ‘i
betimlemek istedim; ancak, Rus oryantalist onu yayımladıktan sonra buna gerek
kalmadı.
2- Nakdu’ş-şi’r ve nakdu’n-nesr (Kudame b. Ca’fer): İlkinin Kudame b.
Ca’fer’e aidiyeti ikincininkinden daha güçlüdür. Her iki kitap da basılmıştır. Bu
kitaplarda farklı oranlarda edebi ve felsefi araştırmanın iç içe geçmesinin örneği
vardır. Ayrıca edebi hayata felsefi etkinin açık bir şekilde Kudame b. Ca’fer’de
görülür. Klasik kaynaklarda Kudame b. Ca’fer eleştirilmiştir. İbn Ebi’l-Esba’ elMısri, Bedi’ul-Kur’an adlı eserinde, Amidi’nin Kudame b. Ca’fer’e reddiye
yazdığını bildirir. Aynı şahıs, İbn Kudame’nin en-Nakd’ının, İbn Reşik’e ait
351
352
a.y.
a.y.
97
olduğunu ileri sürer. Şayet araştırma böyle bir şeye götürseydi, eskilerin Kudame b.
Ca’fer’e bakış açıları ve burada adı geçen Kudame’nin kim olduğu bilinirdi! Bu iki
kitap birçok kez basılmıştır. Kudame’ye ait olduğu söylenen kitapların araştırılması
ve ona yöneltilen eleştirilerin incelenmesi, tarihi arştırmanın konusudur.
3- Et-Tafdil beyne belağateyi’l-arab ve’l-‘acem: İçeriğinin kolaylığına
rağmen, başlığı şüphe uyandıran bir risaledir. Sayfa kenarında basılmıştır. Her iki
belağati karşılaştırmakla birlikte, edebiyat tarihi çalışmalarını da konu edinmektedir.
4- Es-Sınã’ateyn: Ebu Hilal el-Askeri’ye ait olan bu eser, nesir şiiri ele
almakta olup piyasada bulunmaktadır. Edebiyatı inceleyen kitapta, belağatte yapılan
son sınıflandırmaya göre belağat sanatları ele alınmaktadır. Hatta bu kitapta, bedî
sanat, muhdes şairlerin ilgilendiği anlatım şekillerinden olan yeni icat edilen anlatım
şekillerinden olan yeni icat edilen anlamıyla kullanılır. Kitap Kudame b. Ca’fer’in
en-Nakd adlı eserine çoğu zaman atıfta bulunur. Şiir eleştirisinin yapıldığı yerlerde
bazen bir veya birkaç sayfa, Merzubani’nin el-Muveşşahı’na benzemektedir. Acaba,
kim kimden alıntı yaptı? Bu belli değildir.
5- En-Nuket: Rummani’ye ait olan bu eser, Kur’an’ın i’cazı konusundadır.
Basılıdır. İ’cazla ilgili çeşitli belağat konularını edebi açıdan özet olarak ele almıştır.
6- El-İ’caz: Bakıllani’ye aittir. Basılıdır. Her ne kadar yazarı kelamcıların ileri
gelenlerinden olsa da, eserin edebi eğilimi açıktır. Mevcut baskıda eserin tamamı
bulunmamaktadır. Nitekim kitabı inceleyen bu gerçeği fark eder.
7- El-Umde: İbn Reşik’e ait olan bu eser, basılı olup piyasada bulunmaktadır.
Birinci cildi büyük bir kısmında edebi ve tarihi konulara yer verilmekte, daha sonra
çok sayıda delil ve örnek ile belağat konuları ele alınmaktadır. Eser, Kudame b.
Ca’fer’in en-Nakd adlı kitabına atıfta bulunmakta ve ondan alıntı yapmaktadır.
Kitapta geçen terimler olgunlaşmamıştır.
8- Sırru’l-Fesaha: İbn Sinan’a ait olan bu eser basılıdır. Fesahatı sonraki
terimsel anlamına yakın bir şekilde uzun uzadıya ele almıştır. Ses, harf, kelime –
kelimelerin oluşturduğu -cümle ve kelimenin edebi sanattaki konumu üzerinde
durmuştur. Mustaf er-Rafi’i, Kur’an’ın ses felsefesi hakkında yazdıklarını bu
kitaptan esinlenerek kaleme almış olabilir.
9- Delailu’l-İ’caz: Curcani tarafından yazılan eser, Mısır ve diğer ülkelerde
birkaç defa basılmıştır. Konuları ele alış ve anlatım tarzı, edebiyat ekolüne değil de
98
kelam ekolüne daha yakın olduğunu göstermektedir. Abdulkahir el-Curcani’nin
tartışmaya açık bu çalışmasıyla, kesin görüş isteyen bazı konularda onun eğilimini
belirlemek kolay değildir.
10- Esraru’l-Belağa: Aynı şahsa ait olan bu eser de basılıdır. Edebiyat Ekolüne
bir önceki kitaptan daha yakındır. Belağat ilimlerinin bilinen taksimi eserde
görünmez. Keza kullanılan terimler de net değildir. Ancak bu, terimlerin kullanımı,
sonradan terimlerin belirginleşmesine yol açmıştır.
11- El-Meselu’s-Sair: İbnu’l-Esir’in yazdığı bu eser, birkaç kez basılmıştır.
Kalem sahipleri için edebi bir denemedir. İçerisinde bizzat kendisinin yazdığı
risalelerden çok sayıda delil bilinmektedir. Eserde, yazarının kişiliği geri planda
değildir; aksine yazar, gurur derecesinde kendine hayrandır. Belki de çağdaşlarının
eseri
eleştirmeye
kalkışmalarının
nedeni,
yazarının
kendini
beğenmesinde
yatmaktadır. Nitekim eser, İbn Ebi Hadid, el-Feleku’d-dair ‘ala’l-meseli’s-sair ve
Safedi, Nuşretu’s-sair ‘ala’l-meseli’s-sair başlıklı eleştiriler yazmıştır.
12- El-Cami’u’l-Kebir: Keza İbnu’l-Esir’e ait olan bu eser yazmadır ve
Mısır’da bir nüshası bulunmaktadır. Bu eseri, el-Meselu’s-sair yazarı Ziyauddin’e
değil de, diğer kardeşine ait olduğu söylenir. Eser, el-Meselu’s-sair’in yöntemiyle
yazılmış ve onda olan bazı konular aynı ifadelerle geçmiş olsa da, her halükarda
kitap basılmaya layıktır.
İbnu’l-Esir’in, Kenzu’l-Belağa adlı bir eseri daha olduğu belirtilir. Ancak, biz
ondan haberdar olmadığımız gibi, İbnu’l-Esir künyeli üç kardeşten hangisine ait
olduğunu da bilmemekteyiz.
Belağatçilerden burada saydığımız kimselerin kitaplarında da sanat esintisi
bulabiliriz. Se’alibi’nin matbu olan el-Kinayat ve Mısır’da yalnızca yazma nüshasını
gördüğüm ve el-Müteşâbih diye isimlendirilen Ecnasu’t-Tecnis adlı kitaplarında da
bu tür sanat esintileri vardır.
Bu sıralamaya önceki ve sonraki yüzyıllarda yazılan bedi kitaplarını da dahil
edebiliriz. Çünkü söz konusu kitapların çerçevesi net değildir; bediin varmış olduğu
sonraki anlam olan güzelleştirme anlamını içerdiği gibi, sonraları beyan ilminden
kabul edilen anlatım biçimlerini de kapsamaktadır. Bu kitaplarda, örneğin, günümüz
yenilikçi sanatçılarının ilgi duyduğu renkleri, ışıkları ve psikolojik duygulara
anlamayla ilgili önemli ip uçları bulabiliriz. Söz konusu kitaplardan buna benzer,
99
özellikle Kur’an’ın bediiliği (eşsizliği) ile ilgili hususlara rastlarız. Mısırlı şair İbn
Ebi’l-Esba’ın (ö. 654/1256) kitabında olduğu gibi353.
3.5.4. Huli’ye göre tefsir ve te’vil kelimelerinin birbirleriyle olan ilişkisi
Huli, klasik Tefsir ve dil bilginlerinin te’vil kelimesinin tefsirle aynı manaya
geldiğini; söz konusu alimlerin Tefsir kelimesinin te’vilden daha geniş bir manaya
karşılık geldiğini kabul ettiklerini zikreder 354. Huli’ye göre bütün bunların asıl
kaynağının Kur’an’daki te’vil kelimesinin kullanılması ve ondan sonra Usulcü’lerin
bunu özel bir terim olarak benimsemeleri ve aynı zamanda onun söz ve mezhep
sahibi bir çok Kelamcı’nın dilinde yaygın olarak dolaşmış bulunmasıdır355.
Daha sonra te’vil hususunda kendi kanaatini şöyle ortaya koyar: “Kanaatimce
‘te’vil’ kelimesinin manası hakkında yazılanların en iyisi belki de, “Tenzihu’lKur’an ani’l-Metain” adlı Kadi Abdulcebbar’ın eseridir. Bir kitapla birlikte basılan
er-Ragıb el-İsfehani’nin “el-Mukaddimetu’t-Tefsir” adlı eserinde, İbn-i Abbas’tan
rivayet ettiği görüştür356.
3.5.5. Tefsir ilmi’nin doğuşu
Huli, İbn-i Haldun’un Mukaddimesinde zikrettiği şu görüşe yer verir: “Kur’an,
Arap diliyle ve onların Belağat üsluplarıyla indirilmiştir. Bu sebeple onların hepsi
onu anlıyor ve terkiplerinindeki manaları biliyorlardı.” Huli’ye göre İbn-i Haldun’un
bu görüşü aşırıdır. Zira ‘Onların hepsi onu anlıyorlardı’ şeklindeki tespite eskilerin
kendileri bile inanmıyorlardı357. Huli, İbn-i Haldun’dan birkaç asır önce yaşamış olan
İbn-i Kuteybe’ni “el-Mesail ve’l-Ecvibe” adlı eserinde zikrettiği şu görüşlerine yer
verir: “… Şüphesiz ki Araplar, ğaribi ve müteşabihi ile Kur’an’dakilerin hepsini
anlamakta aynı seviyede değillerdi. Bu hususta bazısı bazısına üstündü.” 358 Huli,
aslında İbn-i Haldun’un da aynı eserinde buna benzer görüşlere yer verdiğini belirtir.
İbn-i Haldun’un görüşü şöyledir: “ Peygamber (s.a.v) mücmeli izah ediyor, nasihi
mensuhtan ayırıyor; böylece o, ashabına öğretiyor onlar da öğreniyorlardı. Ayrıca,
353
El-Huli, a.g.e., s. 105-107.
a.y.
355
a.y.
356
A.g.e., s. 16.
357
A.g.e, s. 16.
358
a.y.
354
100
ayetlerin sebebi nuzüllerini, ve hangi durumda neyi emrettiğini Resulullah’tan naklen
talim ediyorlardı.”359
Huli, bu ve benzeri nakillerde bulunduktan sonra şu izahatı yapar: “İşte
Kur’an’da izaha muhtaç bu ve benzeri yerler, İslam’ın daha ilk devrinden itibaren
Kur’an’ın açıklanması ve tefsiri zaruretini ortaya koyuyordu. Fakat belki de, bu ilk
devirdeki dini korku, insanlardaki akli seviye, günlük hayattaki ihtiyaçlarının sınırlı
oluşu ve bütün bunlarla birlikte, tefsiri, Allah bu sözden şunu kastetmiştir demek
suretiyle, bizzat Cenabı Hakk’dan duyup Ona bir şahitlikte bulunmak gibi kabul
etmeleri, işte bütün bunlar, Kur’an tefsiri hakkında kendilerine tevkifi olarak
nakledilenlerden ve risalet sahibinden (s.a.v) rivayet edilenlerden başka bir söz
söylememelerine sebep olmuştur360.
Huli, bu sebeplerden dolayı, Tefsir ilminin ilk olarak ‘Rivayet Tefsiri’ veya
başka bir ifadeyle ‘Eser Tefsiri’ şeklinde ortaya çıktığını belirtir361, bu hususta ilk
tedvin çalışmasını toplayan anlamında İmam Malik b. Enes el-Ashabi’dir der 362.
Huli’ye göre Tefsir ilminin doğuşu, Hadis’in tedvin tarihi ile birleşmektedir.
“Nitekim İmam Malik (r.a) ilk Hadis tedvin eden alimlerden birisidir. Gerçi, onun
kitabı, “el-Muvatta” –gördüğüm kadarıyla- Kur’an Tefsiri hakkında pek fazla bir şey
ihtiva etmemektedir, fakat, her halükarda, hadis mecmuaları muhtelif miktarlarda
tefsir haberini içlerine almışlardır. Nitekim bu konuda Sahih-i Buhari’de iki bölüm
görmekteyiz. Bunlar Kur’an Tefsiri Bölümü ile, Kur’an’ın Faziletleri Bölümüdür ki,
ikisi birden, kitapta belli bir yer tutmakta ve belki de kitabın sekizde birini teşkil
etmektedir.”363 Huli, bu durumu, İslam Ansiklopedisinde “Tefsir” maddesini yazmış
bulunan Prof. Dr. Carra Vaux’un: “Tefsir, Hadis’in özel ve önemli bir bölümü olup
okullarda ve üniversitelerde okutulur.” sözünü şahit getirir 364. Daha sonraları Tefsir
ilmi bağımsız bir ilim haline gelmiş ve şer’i ilimler arasındaki yerini almıştır. Bu
durum, eskilerin, bu ilimleri sıralamak hususunda, göz önünde bulundurdukları
ölçüyü açıklayan, biraz önce verdiğimiz bilgilerde de görülmektedir365.
359
a.y.
A.g.e., s. 16-17.
361
a.y.
362
a.y.
363
a.y.
364
A.g.e., s. 17-18.
365
A.g.e., s. 18.
360
101
Huli, Tefsir rivayetinde sahabe (r.a)’den bir grubun meşhur olduğunu, İbn-i
Abbas’a nisbet edilen bir tefsirin toplanmış bulunduğunu ve “Tenviru’l-Mikbas min
Tefsiri İbn Abbas” adıyla basılmış olduğunu haber verir 366.
Burada, Tefsir rivayetinde tabiilerin rolü üzerinde de durur. Pek çok kimsenin
bu hususta gayretlerinin olduğunu ancak eski hadis tenkitçilerinin onlar hakkındaki
kanaatlerinin pek müsbet olmadığını beyan eder 367: “Mesela, Dehhak b. Muzahım elHilali’yi (ö.h:102 veya 105) bir grup tenkitçi sağlam olarak kabul etmişse de,
diğerleri de onun hakkında: “O İbn Abbas’tan rivayet etmiştir. Halbuki o, onunla
görüşmemiştir. Binaenaleyh, ondan yapmış olduğu rivayetlere maktu’dur.” demişler;
bazıları da: “Onun bütün rivayetlerinde şüphe vardır. O sadece Tefsir’de meşhur
olmuştur.” cümlesi, onların Tefsir rivayetlerine vermiş oldukları değerin derecesini
açık bir şekilde göstermektedir.”368 Huli, daha sonra diğer tenkid almış tabiileri ve
sebeplerini zikreder. Huli’nin ele alıp değerlendirdiği tabiin şunlardır: İsmail b.
Abdurrahman es-Süddi el-Kebir, Muhammed b. Es-Saib el-Kelbi, Muhammed b.
Mervan es-Süddi es-Sağir, Mukatil b. Süleyman el-Ezdi el-Horasani, Ebu Halid
Abdulmelik b. Abdilaziz b. Cureyc. Huli, bu şekilde sıraladıktan sonra bu gibi
rivayetlerde bulunanlar hakkında toptan tenkid yapmış olan İmam Ahmed b.
Hanbel’in şu meşhur sözünü nakleder: “Üç şeyin aslı yoktur: Tefsir, Melahim ve
Meğazi.” Ayrıca İbn-i Teymiyye’nin de hadis uydurmacılığından söz ettiğini, onların
yalan oluşuna dair kesin delillerini ortaya koyduktan sonra şöyle dediğini rivayet
eder: “Tefsir sahasında da bu uydurma hadislerden büyük bir miktar mevcuttur.”
Yine İbn-i Teymiyye’den: “Uydurma hadisler Tefsir kitaplarında çoktur”…
şeklindeki görüşlerini rivayet eder369.
Huli, daha ilk asırlardan itibaren Tefsir ile ilgili rivayetlerin tenkide maruz
kalmasının sebep ve sonuçlarını kısaca şöyle izah eder: “Bu durumun bir sonucu
olarak, bu tür zayıf rivayetler, İslam toplumuna çeşitli kaynaklardan girerek
ağızlarda dolaşan bütün dini kıssalardan etkilenmiştir. Yahudiler, çok eski olan
tarihlerinde, önce Mısır’daki mazileri ile ilgili her türlü hatıraları ile birlikte oradan
göç ederek doğuya yönelmişler; sonra, hepsi birden daha da doğuya Babil’e
366
Huli’nin burada kaynak olarak gösterdiği eser: Şezeratu’z-Zeheb, c.I; Hulasatu Tehzibi’l-Kemal fi
Esami’r-Rical, el-Hayriyye baskısı, 1323, s. 150; el-İtkan, II, 224; bkz. El-Huli, a.g.e., a.y.
367
Huli, a.g.e., s. 19.
368
A.g.e., a.y.
369
A.g.e., a.y.
102
sürülmüşler; daha sonra da, tekrar vatanlarına dönmüşlerdir. Böylece, yanlarında
taşıdıkları her türlü hatıralarını en doğuya gittikleri Babil, ve en batıda bulundukları
Mısır arasında dolaştırıp durmuşlardır. İşte bütün bunların bir karışımı ve bunun
yanında bu yarımadaya giren diğer din saliklerinin bırakmış oldukları her türlü
haber ve dini kıssalar içinde Müslüman bir Arap toplumu ortaya çıkmıştır. Bu
Müslüman toplum (üzerinde yaşadıkları) yarımadalarının doğusunda ve batısında
fetihler yaparak etrafa yayılmadan önce bütün bu haber ve kıssalar Kur’an
okuyucusunun ve onu anlamaya çalışan kimselerin kulaklarına gidip gelmiştir. Daha
sonra, fetihlerle içlerine girip beraberce yaşadıkları o beldelerin halkı ile iyice
karıştıkları zaman, kulakları değişik şeylerle bir kere daha dolmuştur. İçlerine girip
beraberce yaşadıkları bu toplumlardan, halkının çokluğu ve durumlarının
belirginliği sebebiyle Yahudiler dikkati çekmiş ve bu sebeple, nakli tefsir
rivayetlerine giren bu fazlalıkların hepsine birden ‘el-İsrailiyyat’ adı verilmiştir.”370
Huli, hangi sebeple veya hangi yolla olursa olsun İslam kaynaklarına giren bu
gibi rivayetler karşısında tutunulması gereken tavrı şöyle izah eder: “ Eskilerin
İsrailiyyat hakkındaki bu uyarıları bilindikten sonra, bu gün bize düşen şey, her
halde,
bu
rivayetlerin
nasıl
terk
edilebileceği
veya
tesirlerinden
nasıl
korunabileceğini açıklamak olmalıdır. Müfessirler arasında bu tür haberlerin
etkisinden uzak kalanlar pek az veya nadir olmakla birlikte, onlardan pek çoğu, bu
konuya değinmiş ve mevzu hakkındaki fikrini dile getirmiştir. Bu gün Ezher’in ileri
gelen ilim adamları, Tefsir kitaplarının bu İsrailiyyat’tan tamamen arındırılmasına
davet etmektedirler. Bu pek önemli bir şey değildir. Kanaatimce, bu tamamen
arındırılmadan daha iyisi, Tefsir kitaplarında birikmiş olan bu rivayetlerin, Hadis
tenkitçilerinin rivayetlerin tenkidinde kullandıkları, metin ve senet tenkidi
kaidelerinin ışığı altında sıkı bir eleştiriden geçirilmesidir. Böylece, Tefsir
kitaplarında kalmaya hakkı olmayan pek çok rivayet temizlenmiş olacak ve Kur’an-ı
Kerim’deki bir ayeti anlamak için tefsir kitaplarına bakan kimseler, bu tür
rivayetlerle karşılaşıp hiçbir esası olmayan bu haberlerle meşgul olmaktan
kurtulmuş olacaklardır.” 371
Huli, İsrailiyyat olarak nitenlendirilen haberlerin ayıklanmasında dinler tarihi
ile meşgul olan din adamlarının da önemli görevlerinin olduğunu şöyle dile getirir: “
370
371
A.g.e., s. 22-23.
Huli, a.g.e., s. 24.
103
İsrailiyyat diye isimlendirilen bu rivayetler karşısında dinlerin tarihinin ve dinler
arasındaki ilişkilerin tespit edilmesinde, bu sahanın ilim adamlarına düşen başka bir
görev daha vardır. Bu görev, herkesten önce, onların yerine getirmesi gereken bir
görevdir. Yapılacak iş, önce bu kıssaları toplamak, sonra onları asıllarına irca edip
araştırarak ana kaynaklarını ortaya koymak ve böylece, dinler arasındaki karşılıklı
etkileşim yollarını ve ilişki yerlerini göstermek olacaktır.”372
Huli,
rivayet
tefsirlerini
değerlendirmelerde bulunur
373
kısaca
ele
alarak
bu
tefsirler
hakkında
. Cara Vaux’un İslam Ansiklopedisi’nin Tefsir
maddesinde, İbn Cerir et-Taberi hakkında: “Onun büyük tefsiri, senedi sağlam pek
çok hadisi ihtiva etmektedir…” şeklindeki görüşünün özel bir araştırmaya
dayanmadığını, çünkü yukarıda beyan olunduğu üzere Taberi’nin de tenkitçilerin
tenkitlerine maruz kaldığını belirtir374. Ancak Taberi’nin bu olumsuz yönleri
olmasına rağmen, Dirayet Tefsirinde de, küçümsenmeyecek kadar önemli bir kaynak
olduğunu, çünkü pek çok rivayeti toplamakla birlikte, çeşitli manalar arasında yaptığı
tercihler, değerli edebi lügavi ve ilmi yorumlara dayandığını belirtir375.
Huli’nin Rivayet Tefsiri olarak ele aldığı bir diğer eser de Ebu Muhammed,
Abdulhak b. Ebi Bekr Ğalib b. Atıyye el-Ğırnati, el-Endelusi’nin (ö. H:541) “elMuhareru’l-Veciz fi Tefsiri’l-Kitabi’l-Aziz” ismiyle tanınan eseridir. Onunla ilgili
görüşlerini dile getirirken, İbn-i Haldun’un: “O, eserinde bütün tefsir kitaplarını –
yani nakli tefserleri- özetlemiştir. Onlarda bulunan tefsir haberlerinin sıhhate en
yakın olanlarını araştırmış ve bunları bu eserinde toplamıştır. Tefsir, Mağrip ve
Endelüs’lülerce meşhur olup güzel bir üsluba sahiptir” şeklindeki görüşlerine yer
verir ve kendi görüşünü şöyle dile getirir: “ Eseri gözden geçirip belli başlı şu
vasıflarını tespit ettim: İbarelerin çözümünde edebi şahitlere müracaat eder. Fazla
teferruata dalmaksızın nahiv kaidelerinden faydalanmaya da önem verir. Kıraatla
alakalı hususlarla daha çok ilgilenir. Tefsir nakillerini de, aralarında seçim yaparak
ve fazla israfa kaçmadan verir. Bundan başka, Taberi’den de nakillerde bulunur ve
aldağı bu nakillerin bazen eleştirisini de yapar…”376
372
A.g.e., s. 24-25.
A.g.e., s. 25.
374
A.g.e., s. 25-26.
375
A.g.e., s. 26.
376
Huli, a.g.e., s. 26-27.
373
104
3.5.6. Tefsir’in tarihi seyri
Huli, bu konuyu ele almadan önce, kendisinin Tefsir için bir tarih veya bu
tarihin bir taslağını tespite girişmediğini belirtir 377. Bunu yapmamasının sebebini de
şöyle izah eder: “Tabiatıyla, Tefsir için, gerçek manada tarih diye isimlendirilmesi
mümkün olan bir tarih yazma fikrine cür’et etmememizin sebebi, bunun ancak, o
uzun asırların geride bıraktığı bütün Tefsir kitaplarının üzerinde ciddi bir şekilde
durulduktan sonra gerçekleştirilebilecek bir şey olmamasındandır. Bu eserler de sayı
itibarıyla çok fazla, hacim itibarıyla pek geniştir. Her birisinin ayrı bir hedef ve yönü
vardır. Onların vasıfları, genişlikleri ve müelliflerinin üstünlükleri hakkında
okunanlar insanı dehşette bırakır (…) Bu şekilde devam ederek tefsir alanında
yazmış oldukları bu güzel eserlerden sadece bir kısmını burada zikretmiş olsaydım,
pek çok sayfa doldurabilirdim. Siz de benimle aynı şeyi mi düşünüyorsunuz
bilmiyorum.”378.
Huli, Kur’an ilimleriyle uğraşan ve sevenlerin, dini fakültelerin ve özellikle de
devletlerin Kur’an hakkında vücuda getirilen bu eserlerin birer kopyasını
yapmalarının çok faydalı olacağına dair dileğini dile getirir 379.
Huli’ye göre Tefsir tarihinde bazı dönüm noktaları olmuştur. Bu dönüm
noktaları incelendiğinde, İslam’ın hayatla olan sıkı ilişkisi ve Müslümanların çeşitli
işlerinde
başvurdukları
ana
kaynak
olması
hasebiyle,
Kur’an’ın
onların
hayatlarındaki yüksek yeri sebebiyle, günlük hayattaki gelişmelerin Tefsir kitaplarına
yansıdığını belirtir 380. “Kur’an hakkında söz söylemenin yaygın olarak hoş
karşılanmadığı devirlerden sonra, her ilim sahibinin Kur’an’ın tefsirine girişmesinin
caiz olup olmadığının tartışıldığı devirlere gelindi. Bir grup, geniş lügat ve edebiyat
bilgisine sahip olanlar için bunun caiz olduğunu savunurken; öteki grup şöyle
diyordu: “Alim ve edebiyatçı da olsa hiç kimsenin Kur’an’dan bir şeyi tefsir etmesi
caiz değildir. Bu konuda ona düşen şey sadece, Resulullah (s.a.v.) ve nüzule şahit
olan ashab (r.a) dan gelen rivayetlerle yetinmektir.” Gerçekte ise, her iki grup da
görüşlerinde aşırıydılar. Çünkü sadece rivayetlerle yetinenler, ihtiyaç duyacakları
pek çok bilgiyi terk etmiş oluyorlar; herkesin Kur’an’ı tefsire girişmesini caiz
377
A.g.e., s. 29.
A.g.e., s. 29-30-31.
379
A.g.e., s. 31.
380
A.g.e., a.y.
378
105
görenler de, mananın bozulmasına sebep oluyorlardı. Yapılan bu tespitler üzerine,
her iki grup birden, Kur’an’ın ihtiva ettiği hususların ve onu tefsir edecek olanların
ihtiyaç duyacakları ilimlerin belirlenmesine giriştiler. Müfessirde bulunması gereken
şartları ortaya koydular, bu hususta, lüğavi, akli ve mevhibi ilimleri saydılar.”381
Huli, bu iki yaklaşımı şöyle değerlendirir: “ Artık, bu ilimleri kendilerinde
toplayabilenler, Kur’an’ı sırf kendi görüşü ile tefsir eden bir müfessir olmaktan
çıkmış olacaklardı. Zira Kur’an’ı mücerret şahsi görüşü ile tefsir eden kimse, bu
sahada faydalanılan alet ilimlerini kendisinden toplamış olan kimse demekti. Bu
sebeple o, Kur’an’ı yalnız kendi tahmini ve zannı ile tefsir etmiş oluyordu. Mücerret
rey’le yapılan tefsir de aslında buydu (...) İşte bu şekilde, Tefsirin tarihi seyrine
bakan bir kimse, birbirene zıt bu iki grupla, bunlardan birene olan yakınlıkları
birbirinden farklı bir veya birkaç orta görüşe sahip gruplar olduğunu görür. Bu iki
gruptan ilkine gelince, birinci ve onu takip eden asırlarda yaşayan pek çok kimsenin
bu husustaki tutumuyla ilgili rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, bunlar, Kur’an
hakkında söz söylemekten çekinen kimselerdir. Bu konuda nakledilen rivayetler az
değildir. Mesela bunlardan birisi bile durumu göstermeye yeter: Yetkili ilim
adamlarınca –tedvin edecisi manasında- Tefsir’in kurucusu olarak zikredilen Malik
b. Enes, Said b. el-Müseyyib’in kendisine Kur’an’dan bir ayetin tefsiri sorulduğunda:
“Biz Kur’an hakkında bir şey söyleyemeyiz.” dediğini rivayet etmektedir. Mukabil
ikinci gruba gelince, bu grup, er-Rağıb’ın yukarıda geçen ibaresinden de anladığımız
gibi, Kur’an hakkında herkesin söz söyleyebileceğini caiz gören gruptur.”382
Huli, burada Gazzali’nin İhya’sında zikrettiği şu görüşüne yer verir: “Tefsirde
rivayetlere dayanma şartı yanlıştır. Kendi anlayışı ve akli kudreti nisbetinde
Kur’an’dan netice ve ders çıkarmak herkese caizdir.”383
Huli, zamanla bu anlayışın değiştiğini ve gitgide sağlam olmayan rivayetlerin
bile ilave edildiğini belirtir384.
Huli, Tefsir tarihinin geçirdiği evreleri şu şekilde özetler: “ Netice olarak, şunu
kesinlikle ifade edebiliriz ki, müfessirlerde görülen bu konu dışına çıkma alışkanlığı
birbirinden farklı derecelerde olmakla birlikte hepsinde de görülmüştür. Bundan
381
A.g.e., s. 32.
A.g.e., s. 32-33.
383
A.g.e., s. 34.
384
a.y.
382
106
tamamen kurtulabilen çok az müfessir vardır. Tefsirle ilgili tedvin ve telif
hareketlerindeki tedrici gelişmelere hızlı bakışımız sırasında, önceleri, Mısır’da veya
başka bir yerde sadece bir sahifeye rastlarken; sonra, onun sahabeden telakki edilmiş
bir veya birkaç cüz haline geldiğini; daha sonra da, daha da çoğalarak sahabe ve
tabiinden gelen bütün rivayetleri toplayan eserlere dönüştüğünü; ve en sonunda da,
artık yavaş yavaş nakli tefsirler, akli tefsir anlayışının birbirine karışmaya başladığını
görmekteyiz. Bu durum, İbn Cerir et-Taberi’nin tefsirinde ve yukarda zikrettiğimiz
diğer nakli tefsirlerde açık bir şekilde müşahede edilir. Daha sonraları, bu akli
çabanın, tefsir kitaplarında ağır bastığını, hatta onlarda en çok dikkati çeken yönün
bu olduğunu görürüz.”385 Huli, buna örnek olarak ez-Zemahşeri’nin “el-Keşşaf” adlı
tefsirini örnek göstererek, bu tefsirin, muayyen bir mezhebin (Mu’tezile’nin)
görüşlerini kuvvetlendirmek maksadıyla, akli metoda başvurduğunu, ancak bununla
birlikte menkul rivayetlerden de istifade ettiğini hatta zayıf haberlere bile yer
verdiğini belirtmektedir386.
Huli, Rivayet ve Dirayet tefsir metotlarının böylelikle birbirine karışmış
olduğunu ve müfessirlerin bunlardan çeşitli yönlere meylettiklerini belirtir 387.
3.5.7. Huli’ye göre tefsir ekolleri
Hûlî, akli, yani Dirayet Tefsiri’nin nasıl ortaya çıktığını izah ettikten sonra bu
hususta İbn-i Haldun’un şu görüşüne yer verir: “Bunlardan ikinci metodun, birinci
metoda başvurulmadan tek başına kullanıldığına az rastlanır. Zira bizzat maksud
olan birincisidir. Bu ikincisi ise, dil ve dille ilgili ilimler, tedvin edilip bir ilim haline
geldikten sonra ortaya çıkmıştır… Evet; buna rağmen bazen ikinci metod bir takım
tefsirlerde daha çok kullanılmıştır.”388
Hûlî, İbn-i Haldun’un bu görüşlerini şöyle cevaplandırır: Bu ikinci metot,
Kur’an’la onu tefsiri girişenlerin kültürleri arasında kuvvetli derin etkiler
uyandıracak bir bağ kurmuştur.(…)Bu durum, nakil yönünden zayıf kaldığı bir çok
tefsir çeşidinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İşte, bu ortaya çıkan her tefsir
çeşidi ayrı bir tefsir ekolüne aittir. Bunların tam bir tespiti ve gruplara ayrılması
385
A.g.e., s. 35-36.
A.g.e., s. 36.
387
a.y.
388
İbn-i Haldun, Mukaddime, s. 384.
386
107
belki de kolay olmayabilir. Zira bunlar, pek çok, ve her birinden farklı yaklaşımların
etkisi ile ortaya çıkmışlardır. Belli birer ilim dalı haline geldikten sonra, önce dil ile
ilgili ilimler, tefsiri yönlendirmeye başlamış; arkasından, ortaya çıkan diğer akli ve
nakli ilimler tefsiri muhtelif yönlere çekmeye girişmişlerdir.” 389
Hûlî, günlük hayattaki siyasi ve diğer bütün maksat ve saplantıların da bu
yönlendirmede etkili olduğunu vurgular. İşte bütün bu ve benzeri etkenler pek çok
tefsir ekolünü ve bu ekoller çerçevesinde vücuda getirilen eserlerin çoğalmasına
neden olmuştur. Hûlî’ye göre aslında bütün bunların hepsi hayatın akışını ve İslam
kültürünün kuvvetli ve canlı olmasını sağlamıştır390.
Hûlî, Cara Vaux’un şu görüşlerine katılmadığını belirtir: “Felsefe ve modern
ilimlerden alınan bir çok fikri Kur’ân tefsirine ilave etme düşüncesi, Tefsir
araştırmalarını yenileştirme hususunda ortaya çıkmış yeni bir gayrettir…” Hûlî, bu
görüşe katılmamasının sebebini şöyle açıklar: “Biz bu görüşe katılmıyoruz, çünkü
Felsefe ve tecrûbi ilimlerde Kur’an’ı kaynaştırma işi aslında gerçekten eski bir
gayrettir.”
3.5.7.1. Hûli’ye göre ilmi tefsir ekolü ve eleştirisi
Hûlî, İlmi Tefsiri şöyle tanımlar: “Kur’an metninde, ilmi ıstılahları hakim kılan
ve muhtelif ilimleri ve fersefi görüşleri, ondan çıkarmaya çalışan bir tefsirdir. Bu
vakıa, Kur’an metninin anlaşılmasında muhtelif İslami ilim sahalarında benimsenen
esaslara rağmen ortaya çıkmış ve bu anlayış, Kur’an’ın bütün ilimlerin özünü iltiva
ettiğini iddia eden görüşe kadar da varmıştır. Böylece onların bu iddiaları, itikadi
ameli, zahiri ve batini bütün din ilimlerinin yanında, bütün dünyevi ilimleri de içine
almıştır.”391
Hûlî, yaşadığı asırda bu görüşü en geniş bir şekilde açıklayan kişinin Gazali
olduğunu söyler. Gazali’nin İhyau Ulumi’d-Din adlı eserindeki şu görüşlerine yer
verir: “ Kur’an’da, düşünenlerin, anlaşılmasında zorluklarla karşılaştıkları bütün
problemlere, ve insanların ihtilaf ettikleri bütün nazariyata ve ma’kulata ışık tutucu
389
Huli, a.g.e., s. 37-38.
a.y.
391
A.g.e., s. 28.
390
108
birtakım işaretler ve delaletler vardır. Ve şüphesiz ki Kur’an bütün ilimlerin özüne
işarete eder.” 392
Huli, Gazali’nin İhya’sından sonra kaleme aldığı “Cevahiru’l-Kur’an” adlı
eserinde bu görüşünü daha geniş bir şekilde açıkladığını haber verir393 .
Huli, Gazali’den örnekler verir 394 ve Müslümanların felsefi ve ilmi kültürlerinin
etkileri Kur’an tefsirine aksettiğini beyan eder. Bunlardan başka ayrıca, Tasavvufun
da etkilerinin açıkça tesirlerinin olduğunu belirtir. Ayrıca mezheplerin ve mesnetsiz
şahsi görüşlerin tesirleri de ayrıca fark edildiğiniz zikreder 395.
İlmi tefsir hakkında yapılan bu tip münakaşalar sürmüştür. Sonunda, Kur’an
i’cazının
delillendirilmesinden,
veya
İslam’ın
hayata
olan
uygunluğunun
açıklanmasında önemli bir unsur haline gelmiştir396.
Huli, İlmi tefsirin merhalelerini şöyle özetler: “ Bu tür tefsir, öncüleri,
Fahruddin er-Razi’nin tefsirinde yapmaya çalıştığı gibi, tefsirlerin içinde görülürken,
daha sonraları, Kur’an’dan muhtelif ilimlerin çıkarılması ve çeşitli ilimler hakkındaki
bazı muayyen ayetlerin araştırılması konularında müstakil eserler de ortaya çıkmaya
başlamıştır.
Bu fikir, son asırda daha da revaç bulmuş ve bu sahada bir çok eser verilmiştir:
Mesela, h. XIII. Asır alimlerinden, Muhammed b. Ahmed el-İskenderani et-Tabib’in
‘Kitabu Keşfi’l-Esrari’n-Nuraniyyeti’l-Kur’aniyyeti fima Yeteallaku bi’l-Ecrami’sSemaviyyeti
ve’l-Aradiyyeti
ve’l-Hayevanati
ve’n-Nebatati
ve’l-Cevahiri’l-
Ma’deniyyeti” adlı eseri ve yine aynı müellifin, “Kitabu Tibyani’l-Esrari’rRabbaniyyeti fi’n-Nebati ve’l-Meadini ve’l-Havassi’l-Hayvaniyye” adlı eseri
bunlardandır. Yine bu konuda Mısır eski Maarif Bakanı Abdullah Fikri Paşa’nın bazı
Astronomi konuları ile, şer’i naslarda görülen bilgilerin karşılaştırılması hakkında bir
risalesi vardır. Eser, Kahire’de h. 1315’te basılmıştır. (…) Bu fikre, İslami Islah
Hareketinin ileri gelenlerinden merhum Seyyid Abdurrahman el-Kevakibi de
katılmıştır ve Kur’an’dan yeni keşifler çıkarmıştır. O, bu konuda şöye demektedir:
392
A.g.e., a.y.; naklen: “Kur’an Okuma Adabı” Kitabı, Döndüncü bab: Kur’an’ın anlaşılması ve nakli
delil kullanmaksızın rey ile tefsiri, I, 259-264, Halebi baskısı.
393
A.g.e., s. 29.
394
Bkz. S. 29-30.
395
A.g.e., s. 30.
396
A.y.
109
“Şüphesiz, bu hususta, Kur’an’da onüç asırdan beri gizli veya açık bir ifade
vardır. Onların bir müddet gizlilik perdesi altında örtülü kalması ancak, ortaya
çıktığında, Kur’an’ın gaybı kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği Rab’bın bir
kelamı olduğuna şehadet eden bir mucize olması içindir…” Bundan başka, Mısır
ediplerinden merhum Mustafa Sadık er-Rafii de, ‘İ’cazu’l-Kur’an’ adlı eserinde, aynı
fikre temas ederek, konuya: ‘Kur’an ve İlimler” başlığı ile bir bölüm ayırır ve
yukarıda da geçtiği gibi, o da burada, Kur’an’ın genel olarak bütün ilimleri ve onların
ana esaslarını ihtiva ettiği fikrine meyleder. Bu hususta uzak ve yakın bütün görüşleri
alır. (…)”397
3.5.7.2. İlmi tefsir’in reddi
Huli, İlmi Tefsir’e muhalefetin eski devirlerden itibaren başladığını belirtir.
Günümüzde bu tefsire olan revacın azaldığına dikkat çeker398.
İlmi Tefsire’e karşı yapılan en eski muhalefet Endelüs’lü Fıkıh alimi Ebu İshak
İbrahim Musa eş-Şatıbi (ö.h.790) dir. O, ‘el-Muvafakat’ isimli eserinde, Kur’an
hakkında söz ederken ortaya koymuş olduğu muhalefettir. Şatıbi söz konusu eserinde
durumu şöyle değerlendirir: “Bazı ilim adamlarının zikrettikleri gibi, Araplar, kendilerine göre- bazı ilimlerle ilgilenmekteydiler. Mesela, bazı bilgili kişiler, ahlaki
hasletler ve bu ahlaki hasletlerle nasıl bezenileceği üzerinde durmaktaydılar. İşte,
şeriat gelince, bunların doğru olanını doğru olarak kabul edip üzerine ilavelerde
bulunmuş yanlış olanlarını da reddetmiştir. Ayrıca bunlardan faydalı olanlarının
faydalarını, zararlı olanların da zararlarını belirtmiştir.”399
Huli, Rafii’nin, İlmi Tefsir’in tenkidi ile ilgili görüşlerini uzun uzadıya
zikrettiğini belirtir ve onun ortaya koyduğu delilleri nakleder400. Kendisi de,
Kur’an’ın anlaşılmasında, onu muhtelif ilimlerin kaynağı kılan fikre karşı ileri
sürülen bu görüşleri teyid etmek maksadıyla şu görüşlerini ekler:
“1-Lügat açısından; Kelimelerin hayatı ve anlamlarında meydana gelen
değişiklikler konusunda, bu değişikliklerin tesbiti, bir tek kelimede muhtelif
manaların ortaya çıkışının tarihi bilgisi ve bu anlamların hangi devirlerde kullanıldığı
397
A.g.e., s.31.
A.y.
399
A.g.e., s. 32.
400
A.g.e., s. 33 vd.
398
110
gibi bilgilerden mutlaka elde etmemiz gereken asgari bir bilgiye sahip olabildiğimiz
takdirde, kelimelerin anlamlarında meydana gelen bu garip genişlemenin, Kur’an’la
bizim aramızda ne gibi engeller koyduğunu, bu kelimelere, daha önce bilinmeyen ve
kullanılmamış olan bir çok manalar ve anlayışlar yüklendiğini, yahut, bu kelimeler o
manalardan sadece birinde kullanılmış olsa bile, bunun Kur’an’ın nüzülünden
nesiller sonra halk arasında çıkan yeni bir terim vasıtası ile olduğunu görürüz401.(…)
2- Edebiyat veya Belağat açısından: Belağat- siz de bana katılırsanız- genel
olarak şöyle tarif edilir: Belağat, içinde bulunan duruma uygun söz söylemektir.
Böyle olunca, sormak gerekiyor, acaba Kur’an, o devirdeki muhataplarına, sonradan
zikredilen bütün bu manalar murad edilerek, bu kadar geniş bir İlmi Tefsir
anlayışıyla yöneltilen bir söz müydü?! Halbuki Dünya, bu ilmi manaları ancak, uzun
zaman geçtikten, uzun çabalar sarfettikten ve böylece anlayışı ve ilmi yükseldikten
sonra öğrenebilmişti!!! Farzedelim ki, iddia edilen bu ilmi manalar, Kur’an’la murad
edilen manalardı, öyle ise, o zamanlarda yaşayan ve Arapçayı çok iyi bilen o
insanlar, bunları anlayıp farkına varabilmişler miydi?! Eğer anlamış olsalardı, çeşitli
müsbet ilim sahalarındaki ilmi kalkınmaları, Kur’an’ın ortaya çıkmasıyla hemen niye
hayatlarını, muhtelif ilimlerin nazariyelerini açıklayan ve onların inceliklerini anlatan
bu ayetler üzerine kurmamışlardı?! Gerçekte de bilfiil görüldüğü gibi, eğer o
ayetelerden, bu manalar anlaşılamamış ve dilin esas sahipleri, Kur’an’ın ibareleri
arasında bunların farkına varamamışlarsa, onlar nasıl olur da Kur’an’dan murad
edilen manalar olabilirlerdi?! Ve nasıl o kelimeler, bu manaları anlatmış olurdu, ve
de, içinde bulanan duruma uygunluk bu muydu?!
3- Dini ve İtikadi Açadan: Bundan başka, işin dini ve itikadi yönü de söz
konusudur. Ve bir din kitabının asıl fonksiyonunu ortaya koyan da zaten bu yöndür.
Buna göre bir kitap onların hayatlarına nasıl uygun düşer ve Kur’an gibi, kendisiyle
ilahi mesajların sona ereceği bir kitap, onların ilmi hayatları için köklü bir esas
olabilir? Yine, metedeyyin kimseler, bu gibi gerçeklerin bilgisini böyle bir yolla
edinmek için elbette muayyen bir sınırda durmayacaklardır; bu durumda bu iş nereye
kadar varacaktır?! Ve yine az önce de bahsettiğimiz gibi, Tıb’ın, Astronomi’nin,
Geometri’nin ve Kimya’nın esasları Kur’an’dan nasıl çıkarılabilir? Halbuki, bu
esaslar, bugün bir ilim adamı tarafından tesbit edilen, fakat, kısa veya uzun süren bir
401
A.g.e, s. 51-52.
111
zaman sonra tekrar değişen esaslardır. Nitekim, onlardan, eskilerin tesbit ettiği pok
çok esas, kendilerinden sonra değişikliğe uğradığı gibi, daha sonra da, daha büyük
değişikliklere uğramıştır.!! Açık olan gerçek şudur ki, bir din kitabı insanların
hayatlarının bu yönüşle ilgilenmez ve böyle şeylerin açıklanmasını da üzerine
alamaz. Onda bulunanlar, onlara bu alanda kafi gelmez ki, onda istedikleri şeyleri
arasınlar ve onu bu alanda bir kaynak ittihaz etsinler. Bir din kitabı ile, muhtelif ilmi
gerçekler arasında bağlar kurmaya çalışan ve bunu, Kur’an’ın doğruluğuna,
mucizeliğine, veya her zaman için geçerli oluşuna vb. delalet eden yönlerinden birisi
olarak gören bir takım iyi niyetli kimselerin rağbet ettikleri bu irtibatlandırma
girişimine gelince, belki de bunun zararı, faydasından daha çoktur. Ancak, eğer bu
iyi niyetli kimseler ve onların görüşlerini benimseyenler için, dinin ilme ters düştüğü
iddiasına reddedebilmek maksadıyla, bu yöne yönelmeleri mutlaka gerekliyse, bu
konuda, din kitabında, ilmi bir araştırmanın ortaya çıkardığı ve kainatın önemli
sırları, yahut varlığının temel nizamıyla ilgili ilmi bir hakikate ters düşen sarih bir
nassın olmaması kanaatimce, onlara kafi ve yeterlidir. Bir din kitabı için, bu kadar
bile, onun hayattaki geçerliliğini ve ilme olan uygunluğunu isbata ve bu konudaki
tenkitlerden kurtulmaya kafidir. Bu iyi niyetli kimselerin arzularına ve bu kadarıyla
müsamaha gözüyle bakarken, onlara şunu da hatırlatmadan geçemeyeceğim:
Ayetlerin tefsirinde, kainattaki olaylar ve hakikatler ilmi bir şekilde ele alınırken, bu
ele alış, dini, insanların vicdanlarını yükseltmek maksadıyla, has, avam, alim, orta
derecede alim, hatta cahil, herkese yönelttiği tarzda bir ele alış olmalıdır. –Dinin
görevi ve Kitabının bütün insanlar arasında okunmasının hedefi de zeten budur.
Ayrıca, bu ele alış, insan ruhu ve duyuları üzerindeki tesiri ve insanların ondan
etkilenmesi yönünden, herkes tarafından görülen, anlaşılabilen, açık bilgiler üzerine
kurulmalıdır; yoksa tabiat kanunlarındaki inceliklerin ve sırların, cebir denklemleri
veya uzun rakamlı hasaplarla anlatılması yahut da, özelliklerinin ve inceliklerinin
kuru bir açıklaması şeklinde değil… Bu ele alışları, ruhlar üzerinde müessir ve
hemen etkisini gösteren bilgiler üzerine kurulduğu takdirde, bu ilmi hakikatlerin ve
vasıfları belli bu vakıalar ve görüntülerinin tecrübe edilmiş özelliklerinin (bu ilmi
nazariyeler zamanla geçerliliklerini ilmen kaybettikleri takdirde) illa da ayakta
tutulmaları için herhangi bir vefa borcu da gerekmez. Çünkü, bunların ele
alınmasından
maksat
sadece,
onlardaki
azamet
ve
güzelliklerle
şuurların
112
uyandırılması ve onları idare edip nizamını devam ettiren kuvvetin büyüklüğünün
gösterilmesidir. (Bu ortadan kalktığına göre bunları körü körüne savunmaya devam
etmenin bir anlamı kalmamıştır.) Yoksa, bu ilmi nazariyelere sıkı sıkıya bağlanılacak
olursa, onlardan birisinin tashihi gerektiğinde, bu zorunlu bağlanış, vicdanlarda
kurulmak istenen ilmi hedeflerden bir çoğunu bozmuş olurdu. Halbuki din, başka her
şeyden önce, bu hedeflerin sağlamlaştırılmasını, ve mütedeyyin kimseler tarafından
bunların, düşünülerek, manevi, duygusal ve rahat bir değerlendirme yapmalarını
sağlamak suretiyle, bu hedeflerin hayata fayda vermesini istiyordu. buradan
anlaşılabileceği gibi, Kur’an’ın ifadelerinde bazen ilmi nazariyelerden birisiyle ters
düştüğü görülen bir ifadeye rastlanabilir. Bunlar arasında bir uzlaşma sağlanması
mümkün olsa da, ben bu durumun Kur’an üzerinde bir etkisi ve ona bir zararı
olacağını zannetmiyorum… Bu sebeple, Kur’an’ın doğruluğunu, i’cazını ve bir din
kitabı olarak geçerliliğini, bu nevi bir ilmi tefsirle açıklamaya çalışan ilmi tefsir
taraftarları için, bu ölçüyü göz önünde bulundurmaları ve Kur’an’ı ilimle
irtibatlandırmada zorlamaya gitmemeleri daha hayırlıdır. Eğer böyle bir tefsiri
mutlaka yapacaklarsa, daha önce de geçtiği gibi, Kur’an’da ilmi bir hakikate –ikisi
arasında bir uyuşma sağlanması mümkün olmaksızın ters düşen açık bir nassın
olmadığını tespit etmeleri kendileri için yeterli olmalıdır… Bu makale, bu prensibin
açıklanması hususunda söylenilenlerden daha fazlasına ne yazık ki masait değil. Öte
yandan, Kur’an meninin anlaşılması keyfiyeti hakkında, Şatıbi’nin açıkladığı eski
fikri teyid eden bir takım yeni görüşler de ortaya çıkmıştır. Bunlara göre, gayretlerin
bu nevi bir tefsire hiç yönelmemesi aslında daha iyidir. Zira, bunun Kur’an’a bir
faydası yoktur. Ve Kur’an, böyle bir zorlamayla şeref kazanmaya hiç muhtaç
değildir. Hem öyle bir zorlama ki, nerdeyse Kur’an’ı onun hayatı ıslah etmek ve
Matematik, tabii ilimler.. vs.’den nasipleri birbirinden farklı olmalarına rağmen
bütün insanların nefis terbiyelerini sağlamak hususundaki, insani ve sosyal
hedeflerinden saptıracaktır!...”402
Görüldüğü üzere Huli, İlmi Tefsir ile ilgili tenkidlerini üç temel esasa
dayandırmakta ve lügavi, edebi ve dini-itikadi açıdan bu tip tefsirin bütünüyle
olmasa da kısmen sakıncalarını dile getirmiştir. Kanaatimizce de, iyi niyet eseri
olduğundan hiç kuşkumuz olmayan bu tip tefsir çalışmalarının gerçekten de
402
A.g.e., s. 35 vd.
113
dayandığı temeller, Kur’an gibi, mesajı kıyamete kadar baki olacak bir ilahi kitabın
yorumunda kullanılabilecek sağlamlığa sahip değillerdir. Nitekim Albert Einstein ile
öğrencisi arasında geçen şu konuşma aslında bunun güzel bir delilidir: Öğrencisi
Fizik dersinde, sınav sorularını görünce hayret ve sevinçle: “Bunlar geçen senenin
sorularıyla aynı!” diyince, Enstein: “Evet sorular aynı ama cevaplar değişti…” Bu da
gösteriyor ki bilimin verileri sürekli bir değişim ve gelişim göstermektedir.
3.6. Emin el-Huli’ye Göre Tefsir Akımları
Huli, herhangi bir nassı tefsir eden kişinin,-bilhassa edebi metinlerde- o nassa
yaptığı yorumuyla metne yeni bir renk kazandırır. Çünkü herhangi bir metni tercüme
edip açıklayan kişi, aynı zamanda, o metni fikri seviyesi, bilgi ve şahsiyeti ile
sınırlandıran kimsedir. Ve bu kişi o metnin manasının ve hedefinin uzandığı akli ve
ufku kendi başına tayin eden kimsedir der 403.
Huli’ye göre, özellikle de bu durum, kendi dil bilgisi, te’vil ve mecaz gibi
çeşitli edebi sanatlarla ilgili zengin edebiyat kültürü ufkunu açtığı zaman ne kadar
açık bir şekilde görülür. Ayrıca onun bu tefsir çabasına sahip olduğu diğer bilgiler de
yardımcı olur. Yine de o yorumcunun Arap dilinde bilmesi gereken daha bir çok şey
vardır404. Ve sözlerine şöyle devam eder: “ Nitekim, her zaman ve her asırda, nakli
veya akli, herhangi tefsir metoduyla olursa olsun, Kur’an’ı tefsir etmeye teşebbüs
edenlerin şahsiyetlerinin izlerini, yazdıkları tefsire nakşettiklerini görürüz. Bu şahsi
izler, nakli tefsirde ilk anda belki, açıkça görülmeyebilir. Fakat dikkat edilirse, bu
metodu kullananların bile, tefsirlerinde yalnız kendi şahsi eğilimleri doğrultusunda,
ele aldıkları ayete yönelik veya onunla ilgili gördükleri rivayetleri topladıkları açık
bir şekilde fark edilir. Ayrıca o, ayetin ifade edebileceği manalardan kendi aklına
gelenine ve o mevzudaki genel fikrinin kendisini sevkettiği manaya yönelir ve
böylece, ele aldığı ayet ve onunla ilgili olarak naklettiği rivayetler arasında gönül
rahatlığı içinde bir ilgi kurar… Ve tabiatıyle, bir rivayet ile ilgi duyup, onu kabul
ederken, veya ona aklı yatmayıp reddederken, bu rahatlığın, hem ruhen hem de aklen
tesiri altında kalır.”405
403
A.g.e., s. 37.
A.g.e., s. 38.
405
A.y.
404
114
Huli, bu sebeple müfessirlerin özellikle, bilgilerinin azlığı sebebiyle, insanların
ilgi duydukları, yaratılışın başlangıcı, varlığın ortaya çıkışı ve ilk insanlık tarihindeki
büyük olayların tafsilatı gibi konularda insanlar arasında revaç bulan haberler
bulunduğunu ve bunun doğal sonucu olarak İsraili haberlerin çoğalmasına sebep
olduğunu belirtir. Bütün bunların aslında ilk asırdaki ilmi seviyenin bir göstergesi
olduğunu da dile getirir406.
Huli, nakli tefsirin yaygın bir şekilde kullanılmasında bile, tefsiri yapan kişinin
şahsiyeti, o tefsire ayrı bir renk veren ve bu metod içinde de ayrı bir ekolü
destekleyen ayrı bir unsur olduğunu dile getirir 407. Bu konuda devamla şöyle der:
“İşte bu şekilde, muhtelif renkte tefsir akımları ortaya çıkmış ve müfessirlerinin
kültürleri adedince çeşitli tefsirler telif edilmiştir. Mesela, Hasen el-Eş’ari, ‘elMuhtezen’ diye isimlendirilen kitabında, bid’atçilerin kendi batıl görüşleriyle ilgi
kurdukları hiçbir ayeti, bu ilişkiyi çürütmeden ve aslında onun ehl-i hakkın bir delili
olduğunu isbat etmeden geçmemiştir Hatta, onun bu kitabı hakkında bizzat
kendisinin şu sözünü de nakleder: Bu kitapta, muhaliflerin meseleleri ile ilgili öyle
kelami münakaşaları vardır ki, muhalifler onları ne sormuşlar, ne kitaplarında
yazmışlar ve ne de sormak akıllarına gelmiştir. Fakat kendisi, bu kitabında Allah’ın
tevkifiyle onların hepsine de cevap vermiştir.”408 Huli, ayrıca Fahrettin er-Razi’yi
örnek göstererek, onun tefsirinde, hakimlerin ve filozofların sözlerini, kelami
meselelerdeki şüphelerini tefsirinde topladığını belirtir 409. Huli’nin üzerinde durduğu
bir diğer tefsir çeşidi de Kelami meseleler etrafında yoğunlaşmış olan Kelami tefsir
ekolleridir: “(…) Bunlar, Kur’an’a Kelam ilmi metodu ile bakıp, tefsiri o tarafa
yönlendirirler. Bu akım, netice itibarıyle özel mezhebi çekişmelere kadar gitmiştir.
Bunlardan belki de en meşhuru, Mu’tezili çizgisi ile, Zemahşeri’nin elKeşşaf’ıdır…”410
Bunlardan başka tefsir akımlarından bir diğeri de Fıkıh, Belağat ve Kasas ile
ilgili tefsir akımlarıdır. Bunların yanı sıra Batıni ve aşırı İş’ari Tefsir ve benzeri
makbul olmayan tefsir akımları da mevcuttur411. Huli, bu tip tefsirlerin makbul
406
A.g.e., s. 37.
A.g.e., s. 38.
408
A.y.
409
A.y.,
410
A.g.e., s. 39.
411
A.y.
407
115
olmamalarının nedenlerini şöyle izah eder: “Çünkü bunlar bu ilahi kitabı asıl
hedefinden saptırıp, Kur’an’a ve onun din ile dünya hayatını birleştirmesindeki ıslah
edici hadefine ve bundaki ilahi hikmete ters düşerler. Bundan ötürü, eskiler bu gibi
çirkin ve makbul olmayan tefsir çeşitlerini anlatmışlar ve onları halkın nazarından
düşürmeye çalışmışlardır. Tabiatıyla, bu kötü görülen akımlar dışında kalanlar,
onların bu hücumlarından kurtulmuşlardır. Fakat yine de, Kur’an’dan beklenilen
neticenin tahakkuku için, bu eserler bir incelemeden geçirilmelidir. Bu inceleme
sonunda da onlar ya sağlam birer eser olarak kalırlar yahut da makbul bir eser
olmadıkları ortaya çıkar.”412
Tefsir akımları konusunda Muhammed Abduh’tan şu sözleri nakleder: “Kur’an
tefsirinde, bu çeşitli kakımlardan birisinin fazlaca tesirinden saptırır ve onları onun
gerçek manasını unutturacak bir çok yollara sürükler..”413 Bir başka yerde Abduh
şöyle der: “Tefsir iki kısımdır: Birisi, kuru, Allah ve Onun kitabından uzaklaştıran
tefsirdir ki, bu çeşit tefsirde sadece, lafızlar tek tek ele alınıp halledilir. Cümlelerin
irabı yapılır. İbare ve işaretlerdeki edebi sanatalrın ifade ettiği manalar açıklanır.
Tabii ki, bunlar tefsir diye isimlendirilmemelidir. Bunlar ancak, Nahiv ve Meani gibi
ilimlerde bir alıştırmadan ibarettir.”414
Huli, Abduh’un özellikle Fıkhi Tefsir akımları hakkında şöyle dediğini
nakleder: “Istılahta ‘Fıkıh’ diye isimlendirilen ameli hükümler, Kur’an’da en az
geçen hükümlerdir. Şüphesiz Kur’an’da bu tip hükümlerden başka insanları terbiye
edici ve ruhları mutlu kılacak istikamete sevk edici diğer hükümler de vardır.”415
3.7. Emin el-Huli’ye Göre Tefsir’de Takip Edilen Usul
Huli’, tefsir de takip edilen usul hakkında şunları belirtir: “İslam toplumu daha
ilk asırlardan itibaren Kur’an tefsirini surelerin tertibi üzerine koymaya başlamıştı.
Her surede, lüzum görülen bazı ayetler veya tek bir ayet, veyahut da bir ayetin bir
kısmı üzerinde duruluyor ve böylece müfessirler, tercih ettikleri akımlara göre
ayetlerde lüzumlu gördükleri şeyleri açıklamaya çalışıyorlardı. Böylece, kendi
şahsiyetlerini de tefsirlerine aksettirmiş oluyorlardı. Tefsir’de bu gün bile yaygın
412
A.y.
A.y,; ayrca bk. Abduh, Tefsiru’l-Fatiha, Menar baskısı, 1345, s.9-10
414
A.g.e., s. 39.
415
A,y., ayrıca bkz. Abduh, a.g.e., s. 10.
413
116
olan usul budur .Hatta, müfessirler Kur’an’ın sadece özel bir yönü ile ilgilenip, belli
bir konuyu seçerek Kur’an’da onu araştırdıklarında bile aynı usulü takip
etmişlerdir”416
Huli daha sonra bunlara dair örnekler verir: ‘Mesela bunlardan halen elimizde
bulunan el-Cassas’ın(ö.h.370) Ahkamu’l-Kur’an’ı fıkhi bir tefsirdir. Müfessir bu
eserinde her şeyden önce, Kur’an’ın bu yönü ile ilgilenir. Fakat, bununla beraber,
tefsirinde, surelerin ve ayetlerin tertibine riayet ederek bu geleneksel usulü takip
eder.”
Ayrıca, bazı müfessirlerin daha dar bir çerçevede, Kur’an’da muayyen bir konu
hakkındaki dağınık bilgileri toplayarak, o konuyu etraflıca araştırdıklarını haber
verir: “(…) Mesela bunlardan birisi Şemsu’d-Din İbnu Kayyim el-Cevziyye’nin
(ö.h.751) Kitabu’t-Tibyan fi Aksami’l-Kur’an adlı eseridir. Müellif bu eserinde, özel
bir konunun incelenmesini hedef almıştır. O da, Kur’an’da ‘yemin’ konusudur. Eser,
Kur’an’daki yeminlerin yapısına genel bir bakışı ihtiva etmektedir. Fakat bununla
beraber o, bu konuyu, birbirine benzeyen ayetleri toplayıp incelemesine girişerek
onlar, Kur’an’ın bazı yerlerinin anlaşılmasında, yine onun bazı yerlerinden
faydalanıldığı karşılaştırılmalı bir tefsir metodu ile ele almamıştır. Eğer böyle
yapılmış olsaydı, Kur’an’ın muayyen bir şeye yemin etmekteki metodu hakkında,
toplu bilgi veren bir anlayışa varılacak , bu konuda gelen bütün ayetler sayılarak
hepsine toplu bir şekilde bakılmış olacaktı. İbn Kayyim, her ne kadar bunu süratli bir
şekilde ve bir dereceye kadar yapmışsa da tabii bu kafi değildir. Netice itibarıyle,
Kur’an tefsirinde genel olarak takip edilen usul, Kur’an’ın sure ve ayetlerinin
mevcut tertibine göre ele alınması usulüdür. Tabii bu usul ne kadar faydalıdır,
tartışılabilir.”417
3.8. Emin el-Huli’ye Göre Bugün Tefsir Nasıl Yapılmalıdır?
Huli, Tefsir ekollerini, günümüze kadar yapıla gelen Tefsir çalışmalarını özetle
ele aldıktan sonra kendisine göre bir tefsirin nasıl yapılması gerektiğini ele alır.
Huli, öncelikle daha önceki devirlerde İslami ilimlerin hayatını ele alırken,
alimlerin ilimleri şu üç kısma ayırdıklarını belirtir:
416
417
Huli, a.g.e., s. 40.
A.g.e., s. 40.
117
a) Olgunlaşmış ve tam olarak kemale ermiş olan ilimler, bunlar Nahiv ve Usulu Fıkıh ilimleridir.
b) Olgunlaşmış, fakat henüz tam olarak kemale ermemiş olan ilimler, bunlar,
Fıkıh ve Hadis ilimleridir.
c) Henüz ne olgunlaşmış ne de kemale ermiş olan ilimlerdir ki, bunlar da Beyan
ve Tefsir ilimleridir…418
Kur’an Arapça’nın en büyük kitabıdır: Huli’ye göre, Abduh’un da belirttiği
gibi,
419
Kur’an tefsirinde gözetilmesi gereken en önemli husus, itikadi, ameli, ahlaki
vb. hükümlerin hikmetlerinin ruhları cazbedici bir şekilde açıklanılmasını, böylece
Kur’an’ın hidayet ve rahmetinin gerçekleşterilmesini ön görmektir. Hiç şüphesiz bu
hedef, bütün Müslümanların gerçekleştermeye muhtaç olduğu yüce bir hedeftir. Huli
devamla şöyle der: “ Bu öncelikli hedef ve uzun boylu gaye ise, Kur’an’a, onun
Arapçasının en büyük kitabı oluşu ve Arapçadaki büyük edebmi tesiri yönünden
bakmaktır. Çünkü Kur’an, Arapçayı edebileştiren, varlığını koruyan, kendisini de
onunla birlikte ebedileştiren ve Arapçasının medarı iftiharı ve kültür mirasının süsü
olan bir kitaptır. Kur’an’ın bu özelliği, dinleri ve şahsi temayülleri ne olursa olsun,
her arabın bildiği bir husustur. Arap olduğunu hissettiği, Araplığın, kendisinin
insanlar arasındaki aslı, ırkının da ırklar arasındaki ırkı olduğunu idrak ettiği
müddetçe bu böyledir. Bundan sonra bir arap, hristiyan, putperest, tabiatçı, dehri,
dinsiz veya tevhide inanan bir Müslüman olsun, o Araplığı ile, bu Kitabın
Arapçadaki değerini, dildeki yerini mutlaka bilecektir. Bunun, Kitabın dini vasfı veya
ondaki özel bir akideyi tasdik gibi herhangi bir inanç konusu ile ilgisi yoktur… Bu
sadece Araplarla ilgili bir durum da değildir. Nitekim, aslen arap kanı taşımayan,
fakat tarihin kendilerini Araplara bağlamasıyla hayatlarını onlarla birlikte devam
ettiren, din olarak İslam’a razı olmuş, yahut Müslüman olmamakla birlikte,
Araplarla karışıp, kanı onların kanı ile birleşmiş, sonra da Arapçayı kendi dilleri
edinip, onu, edebi hayatlarının unsurlarından biri haline getirmiş diğer milletler için
de bu böyledir. Hatta, bu milletleri Arapçaya bağlayan bu sağlam bağlar, o kadar
kuvvet kazanmıştır ki, Arapça onların edebi sanat dillerinin şahsiyetinde ana bir
unsur ve köklü bir yön olmuştur. Böylece, Arapçanın en büyük Kitabı olan Yüce
Kur’an, onların ililendikleri edebi araştırmalarda ve söz sanatının tarihi kıymeti haiz
418
419
A.y..
A.g.e., s. 41.
118
eserleri arasında yerini almıştır. İşte bütün bunlar, onların bu kitabı edebi bir
araştırmaya tabi tutmaların gerektirmiştir. Bu araştırmayla onlar, Araplıktan
aldıkları unsurların köklerini anlamış olacaklardırl Bu Araplık ister Neccar Kabilesi
Araplığı olsun, isterse, bu Araplıkla sonradan kaynaşmış ve ona, şahsiyetlerini
yücelten, varlıklarını devam ettiren ve hayatlarına yön veren, güçlü, dinamik, bir
bağla bağlanmış olan toplulukların Araplığı olsun… Kısacası, halis Arap olsun, veya
yukarda geçen bağlarla Arapçaya sonradan bağlanmış olanlar olsun, veya hepsi de
bu Yüce Kitabı okuyacak ve onu edebi bir araştırmaya tabi tutacaktır. Tıpkı, muhtelif
milletlerin kendi dillerindeki, temel edebi eserleri araştırıp inceledikleri gibi…”420
Huli, bu nedenle, Kur’an gibi yüce bir eser hakkında edebi bir araştırma
yapanların her şeyden önce Onun bu yönü üzerinde yoğunlaşmaları gerektiğini
özellikle vurgular: “ (…) Onunla hidayete kavuşmayı veya içindekilerden
faydalanmayı düşünmeseler bile bunu yapmaları lazımdır. Hatta, bu araştırma,
ondaki inançlara gönülleri yatmasa ve onu mukaddes bir kitap olarak kabul eden
Müslümanların dillerinden düşürmedikleri esasların aksini kabul etmiş olsalar bile,
araştırmacıların, ilk önce yerine getirmeleri gereken bir görevdir. Çünkü Kur’an,
araştırıcı onun dilindeki yerini kabul etsin veya etmesi, en mukaddes bir arap edebi
sanat eseridir. Kur’an hakkında, onun dini değeri hiç nazarı itibara alınmaksızın, bir
sanat eseri seviyesinde yapılacak olan böyle bir edebi araştırma, bizim, ve bizimle
birlikte, bütün Arapların ve sonradan Araplaşanların, önem verdikleri her gayeyi
geçmesi ve her türlü maksatlarından önce gelmesi gereken, ilk hedef ve uzun boyutlu
bir gaye olarak kabul edecekleri bir araştırma olmalıdır. Bilahere, her ayrı bir
maksat sahibi ve özel bir gaye peşinde koşan herkes, bu edebi araştırmanın hakkını
verdikten sonra, artık bu Kitaba kendi açısından eğilerek, ondan dilediğini alır,
dilediğini iktibas eder, veyahut da, Kur’an’ın kendi ilgisini çeken, hukuki, itikadi,
ahlaki ve sosyal reform… vb. yönlerinden birisi üzerinde durabilir.(…) Hülasa, bu
gün tefsir, -benim anlayışıma göre- programı doğru, bütün yönleri eksiksiz ve
planlaması uyumlu bir edebi araştırma ve inceleme demektir. Ve bu gün Tefsir’in
asıl hedefi sadece ve sadece edebi olmalıdır. Bunun ötesinde herhangi bir maksat ve
değerlendirmeden asla etkilenmemelidir. Çünkü bundan başka arzu edilen her türlü
420
A.g.e., s. 42.
119
hedefin gerçekleşmesi, önce buna bağlıdır… İşte bizim bu gün Tefsire bakışımız ve
ondan kastımız da budur.” 421
Huli, bu izahları yaptıktan sonra Kur’an Tefsirinin metodu üzerindeki
mülahazalarını dile getirir.
Kur’an Tertibinin Tefsir’deki Rolü: Kur’an -bilindiği gibi- konularına ve
meselelerine göre tertip edilmiş değildir. Bundan dolayı, onda, herhangi bir konu ile
ilgili mevcut hükümleri toplayan ana başlıklar ve bölümlere göre ayrılmamıştır422.
Huli, müfessirin her hangi bir konuyu ele alırken Kur’an’da o konuyla ilgili diğer
surelerde mevcut olan ayetleri de göz önünde bulundurarak sonuca ulaşabileceğini
belirtir. Aksi taktirde konunun tam anlaşılamayacağını dile getirir. Buna örnek olarak
da Bakara Suresindeki mü’minlerden ve onların hallerinde bahseden ayetlerin yanı
sıra 18. cüzde, Mu’minun suresindeki ayetleri de bir araya getirmeden doğru bir
anlayışa sahip olamayacağını haklı olarak izah eder423. Huli, devamla: “Siz de takdir
edersiniz ki, -Allah daima doğruyu göstersin- edebiyatta herhangi bir konuya ait bir
takım metinlerin hepsini anlamak isteyen bir kimse, bunların isabetli ve
derinlemesine olan manalarına ancak, onların başı ile sonunu, önceki ile sonrakini
bilmekle ulaşabilir. Bu durum, bu metinler arasındaki zaman farkı arttıkça daha da
önem arzeder. Özellikle, Kur’an ayetleri arasındaki uzun zaman farkı gibi…
Bilindiği gibi, bu ara, bazı ayetler arasında uzun senelere baliğ olmuştur. Sonra
araştırmacı, nasslardan anladığı şeylerle iligili bütün ilişkileri, münasebetleri ve
sebepleri bilmeye de muhtaçtır. Zira bunlar, mananın açığa çıkarılabilmesi için
vazgeçilmez aydınlatıcı bilgilerdir…”424
Emin el-Huli, bu konuyu bu şekilde izah ettikten sonra iniş sırası konusu ile
ilgilenir. Bu hususta da şunları kaydeder: “Kur’an’ın tertibinde, ayetlerin iniş sırası
hiç göz önüne alınmamıştır. Bu sebeple, Mekki ayetler bazen Medeni ayetlerin içine
girip onların arasına sıkışmış, yine bazı Medeni ayetler de Mekki ayetlerin içine
girip onların arasına sıkışmıştır. Bunun gibi, Kur’an surelerinin tertibine – muhtelif
Mushaflardaki hangi tertip olursa olsun- bakıldığında da, bu durumun onu anlamaya
çalışan müfessirin ihtiyacına uygun olmadığı görülür. Böyle olunca, bu mevcut
421
A.g.e., s. 42.
A.g.e., s. 43.
423
A.y.
424
a.y.
422
120
tertip, yeni bir bakışla, aynı konuyla ilgili ayetlerin özel bir tertibini
gerektirmektedir. İşte, ancak böyle bir tertip anlayışı, bir müfessirin, doğru bir
kanaate ve gerçek manaya ulaşabilmesi için göz önünde bulundurmaya ve nazarı
itibara almaya mecbur olduğu yukarda zikri geçen çeşitli yönlerin önünü bize
açabilir. Hülasa, Kur’an’ın mushaftaki mevcut tertibi, konu birliğini bir tarafa
bırakmış olup, bu hususu hiç nazarı itibara almamıştır. Aynı şekilde, ayetlerin zaman
içinde ortaya çıkış tertibi de terkedilmiş olup, bu husus ta hiç dikkete alınmamıştır.
Nitekim aynı şeyden veya aynı konudan ayrı ayrı yerlerde ve müteaddit defalar,
durumun gerektirdiği muhtelif makamlarda söz edilmiştir.”425
Huli, buradan hareketle, Kur’an’ın konu konu tefsir edilmesinin gerekliliği
sonucuna vararak, ayetler taranarak, ciddi bir şekilde gözden geçirilmeli, aynı
konuda olanların bir araya getirilerek, iniş sıraları, birbirleriyle olan münasebetleri,
karşılıklı ilişkileri tesbit edilecek; sonra da, bütün bunlar toplu olarak tekrar gözden
geçirilerek, ayetlerin anlaşılmasına ve tefsir edilmesine daha yatkın hale getirilmiş
olacaktır. Bu şekilde yapılan bir tefsirin, manaca doğruya en yakın ve en sağlam yol
olacağı görüşündedir426. Huli, Kur’an’ın konu konu tefsir edilmeyişinin sakıncalarını
şöyle izah eder: “ Kur’an’ın mevcut tertibi içinde, sure sure tefsiri ise, tek bir
surenin ihtiva ettiği muhtelif mevzulara parça parça değinmekten başka bir şey
değildir. Sonra müfessir tabiatıyle, başka bir surede aynı konulara tekrar dönecektir.
Bu konular hakkında, sadece mevzunun geçtiği ilk surenin tefsirini yaparken konu
hakkında toplu bir bilgi vermeye çalışsa, bu taktirde o da konuların tefsirine girişmiş
olacaktır. Fakat, her konuda birbirinden ayrı ayrı olan bu uzun duruşları ile, surenin
tefsirini terk etmiş ve dolaysıyle eserini ihlal etmiş olacaktır. Tek bir konuya, çeşitli
surelerde, geçtiği her yerde, tekrar tekrar değindiği taktirde ise, kesintisiz, toplu ve
derinlemesine bir inceleme yapamayacağından mevzunun birliğini bozmuş olma
durumuna düşecektir. Bu durumda –öyle anlaşılıyor ki- en doğru yol, Kur’an’ın konu
konu tefsir edilmesidir. Mushaf-ı Kerim’deki tertibine göre, sure sure, yahut, bölüm
bölüm tefsir edilmesi değil… Sonra, müfessirin, surelerdeki mana bütünlüğü, ayetler
arasındaki münasebet ve devamlılık hakkında bir takım fikirleri varsa, bunların da
425
426
A.g.e., s. 44-45
A.g.e., s. 45.
121
ancak, Kur’an’daki bu muhtelif konuların tefsiri tam olarak yerine getirildikten
sonra ele alınması uygun olur.”427
3.9. Emin el-Huli’ye Göre Edebi Metod
Edebi yön Kur’an’ın en önemli özelliklerinden biridir. Arapların ilgi duydukları
en önemli hususlardan biri de edebiyattı. Kur’an-ı Kerim, onların bu yönüne hitap
etmiş ve son derece etkili olmuştur. Araplar, Kur’an’ın edebi üslubunun o kadar
etkisinde kalıyorlardı ki, birkaç ayet duyar duymaz, bu üslubun beşer üslubu
olmadığını söyleyen ve etkilenerek Müslüman olanlar çıkabiliyordu.428Müşrikler,
diğer insanların Kur’an’ı duyup ondan etkilenmesinler diye okunduğunda gürültü
çıkarıyorlardı. Örneğin Hz. Ömer, Hz. Peygamberimizi öldürmeye giderken Taha
suresinden bazı ayetleri dinleyerek müslüman olmuştur. Mut’am b. Cübeyr,
peygamber efendimizin ağzından Tur suresinin otuz beşinci ayetini duyduğunda
etkisinde kalarak İslam’ı seçmiştir. Cahili Araplar’dan bazıları Kur’an’dan o kadar
etkilenmişlerdir ki ona ‘büyü’ diyenler bile olmuştur. Kur’an’ın bu belirgin yönü
sebebiyle mu’cizeliğinin edebi yönde olduğunu belirtenler olmuştur429.
İslam topraklarının genişlemesi ve pek çok değişik kültür unsurlarının ve
dinlerin İslam medeniyeti içinde kalması, doğal olarak bir kaynaşmayı beraberinde
getirmiştir. Bunun sonucu olarak, Arap olmayan unsurların İslam’a girmesiyle din
dili olan Arapça ile özellikle de Kur’an okunuşu ile ilgili, manayı değiştirecek tarzda
hatalar yapılmaya başladı. Bu yüzden İslam alimleri tarafında erken dönemden
itibaren Nahiv ilmi üzerinde geniş çalışmalar yapılmaya başlandı. Kur’an ile ilgili ilk
tefsir çalışmalarının Ğaribu’l-Kur’an ve Meâni’l-Kur’an şeklinde yazılması bu
sepeplerden dolayıdır430.
Sonraki asırlarda gramer yardımıyla ayetlerin tefsir edilmesi geleneği devam
etti. Müfessirler ayetleri yorumlarken uzun uzadıya gramer meselelerine daldılar. Bu
hususu eleştirenlerin olduğunu burada zikretmekte yarar vardır. Bazı alimler de
Kur’an’ı sırf gramer yönünden ele alan müstakil eserler meydana getirdiler. İ’rabul
Kur’an tarzında yazılan eserler buna örnektir.
427
A.g.e., s. 45.
A.g.e.,s.45
429
Şimşek, a.g.e., s.150
430
A.g.e.,s.151
428
122
Günümüze kadar bu minvalde gelen Kur’an’ın edebi yönündeki çalışmalar,
günümüzde daha değişik bir veche kazandı. Klasik anlayış ile çağımızdaki edebi
yaklaşımı kısaca kıyaslarsak göze çarpan en önemli yönler şunlardır:
Eski dönemde edebi yön üzerinde duruldu derken, Kur’an’ın i’caz yönünü
ortaya koyma veya kelime veya cümlenin dil açısından incelenmesi anlaşılıyordu.
Bazen de mevzii edebi izahlar yapılır ve bunula ayetin anlamını ortaya çıkarmak
hedeflenirdi. Çağımızda ise edebi tefsir dendiğinde kastedilen tamamen farklı bir
manadır. Bunu, çağımızda temsilcisi Emin el-Hûli şöyle dile getirir:
“Çağımızda tefsirin ilk hedefi, salt edebidir. Tefsirden amaç ne olursa olsun
bundan sonra gelir ve buna dayanır.”431
Kur’an’ı Kerim’in doğru anlaşılması, her müslümanın ilk ve öncelikli hedefir.
Müslümanın tüm yaşamını kuşatan dinin doğru anlaşılması, Yüce Allah’ın muradına
muvafık bir kulluğun tesisi ve şu anda Müslümanları kuşatan çaresizlik çöllerinden
kurtaracak yegane çare de budur. Kur’an’ın doğru bir edebi tefsirinin yapılabilmesi,
indiği ortam hakkında bilgi sahibi olmaya ve kendisine ilk muhatap olan Arapların
dilini çok iyi bilmeyi gerektirir. Kur’an Arap edebiyatının şaheseridir. Bu yönüyle o,
sadece inananları değil, müslüman Araplarla birlikte hristiyan Arapları ve Arap
edebiyatına ilgi duyan herkesi ilgilendirir. 432
Emin el-Hûlî’nin eşi Aişe Abdurrahman ile çağımızdaki tefsir ekolleriyle ilgili
üç ciltlik bir eser hazırlayan ve her bir ekolü derinlemesine incelemeyi hedef edinen
Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rumi, Edebi Tefsir Ekolünün kurucusu olan elHuli’nin, tefsir yapılırken gözetilmesi gereken aşamalarla ilgili görüşlerini
düzenleyip maddeleştirmektedir. Onların tesbitlerine göre el-Huli’in bu aşamalarla
ilgili görüşleri şöyledir:
3.9.1. Birinci aşama
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim, konularına göre düzenlenmiştir. Kendisinde
inanç esasları vardır ama tertibi, akide kitaplarının tertibi değildir. Fıkıh konuları
vardır. Ama tertibi fıkıh kitaplarının tertibi üzere değildir. Tarih ve ahlaki konular
431
Abdirrahman, Fehd b. Süleyman er-Rumi, İtticahatu’t-Tefsir fi’l-Karni’r-Rabi’ Aşer, c. II, s.737.
Ayrıca bkz. Şimşek, a.g.e., s.153
432
Abdirrahman, a.g.e., c.III, s. 884; J.J.G.Jansen, Kur’an’a Yaklaşımlar, s.127, Fecr yay. Ankara
1992,
123
vardır ama tertibi tarih ve fıkıh tertibi üzere değildir vs. İniş sırasına göre de
düzenlenmemiştir. Birçok konuya değinmiştir fakat her bir konuyu ilgilendiren
meseleler Kur’an’ın tertibi içiresinde muhtelif yerlerde ele alınmıştır. Eski
müfessirlerimiz, Kur’an’ı mevcut tertibi üzere ayet ayet tefsir ettiklerinden hassas
ölçüler üzere Kur’an’ı anlayamamış ve sağlıklı sonuçlara ulaşamamışlardır. Sağlıklı
bir sonuca ulaşabilmek için konu ile ilgili muhtelif surelerde bulunan ayetler bir
araya getirilerek bir bütünlük içerisinde değerlendirilmeleri gerekir. Bu aşama
müfessir açısından ihmal edilmemesi gereken çok önemli bir aşamadır. Ve ancak
böyle yapıldığı taktirde sağlıklı bir sonuca ulaşılabilir.”433
Huli, sağlıklı bir tefsirin yapılabilmesi için öncelikle Kur’an ayetlerinin yeni bir
tertiple; ayetlerin ana konular çerçevesinde bir araya getirilmelerinin sağlıklı
sonulara ulaşmanını koşulu olduğu görüşündedir.
3.9.2. İkinci aşama
Birinci aşamada bir araya getirilen aynı konu ile ilgili ayetler bu aşamada nuzul
sırasına göre dizilir. Kur’an’ı daha sağlıklı bir şekilde anlayabilmek, indiği ortamı iyi
bilmekle yakından ilgilidir. Ancak ayetlerin nuzül sebeplerine takılmamalıyız;
sebebin hususi olması, lafzın umumi olmasına engel değildir. Şayet o sebep söz
konusu olmamış olsaydı, sanki o ayet ve ayetler inmeyecekti gibi bir anlayışla ayetler
tefsir edilmemelidir.
Böylece müfessir, ayetlerin indikleri ortamı da tespit etmiş ve olur ve daha
sağlıklı bir sonuca ulaşabilir.”434
3.9.3. Üçüncü aşama
Önceki iki aşama, bu üçüncü aşama için birer mukaddime ve hazırlık
durumundalar. El-Huli’ye göre bu aşama iki ayrı değerlendirmeyi gerektirir.
a) Kur’an’ı çevreleyen ortamı incelemek
b) Kur’an’ın kendisini incelemek.
Edebi bir tefsire ulaşılabilmesi için müfessirin, Kur’an’ın nuzül kronolojisi,
derlenmesi, tertibi, nasih-mensuhu gibi Kur’an ilimleri konusuna giren ve Kur’an’ı
çevreleyen ortamı bilmesi gerekir. Müfessir bunun yanı sıra Kur’an’ın indiği
433
434
A.g.e., s.153-154
A.g.e. 154
124
ortamdaki fizik ve metafizik ortamı da bilmelidir. Çünkü Kur’an o ortamda inmiştir.
O ortamda okunmuş ve o ortamda yazılıp ezberlenmiş, ilk olarak o ortama hitap
edilmiştir. Kısacası Kur’an o dönemin Arap kıyafetini taşımaktadır.
Kur’an’ın kendisi üzerindeki çalışma da el-Huli’ye göre ikiye ayrılmalıdır:
Birincisi: Gerek sözlük ve gerek Kur’an’daki kullanılışı yönüyle kelimenin
incelenmesi.
İkincisi: Cümle ve terkiplerin incelenmesi:
Müfessir, kelimenin sözlük anlamını tespit ederken bir takım güçlüklerle
karşılaşacaktır. İslam medeniyetinin haraketli ve cevval bir geçmişi vardır. Ayrıca
başka milletler de Müslümanlığı kabul etmiş, bu cevvaliyete katılmış ve Arap dili
konusunda bir takım çalışmalar yapmışlardır. Bu nedenle sözcüklerin anlamları
değişikliklere uğramıştır. Müfessir kelimenin peygamber (s.a.v) dönemindeki
anlamını tespit etmelidir. Elimizdeki sözlüklerin bu konuda hassas bilgiler
taşımadıkları da bilinmelidir. Bu sözlükler, kelimenin sözlük anlamıyla zaman
içerisinde kazandığı anlam veya felsefi ve diğer kültürlerin etkisiyle kazandığı
anlamları karışık bir şekilde vermektedirler. Bu nedenle müfessir derin ve kapsamlı
edebi araştırmalar yapmalı, imkanlarını bütünüyle kullanarak kelimenin anlam
evrelerini ve ilk anlamını tespit etmelidir.
Müfessirin bu adımdan sonra yapacağı iş, o kelimenin Kur’an’da hangi anlam
veya anlamlarda kullanıldığını tespit etmektir.
Kelime hakkında yapacağı bu araştırmalardan sonra onun ayet içerisindeki
anlamını rahatlıkla tespit edebilir.
Kelimenin sözlük anlamı ile Kur’andaki anlamı tespit edildikten sonra artık
cümle ve terkipleri incelemeye gelmiştir.
Müfessir, nahiv ve belağat gibi edebi bilim dallarına başvurur. Ancak bu
başvuru, cümlenin irabını yapmak ya da ayetin hangi belağat kurallarına uyup
hangisine uymadığını zekretmek suretiyle geçmiş mufessirlerin takip ettikleri yolu
izlemez. Bilakis bu işlem cümlenin anlamını belirlemek için yapılır. Farklı kıraatler,
Kur’an’daki benzeri cümle ve terkipler incelenir.
125
3.9.4-Dördüncü Aşama
Kur’an’ın ifadesindeki maksadın yakalanmağa çalışılması, Kur’an’ın siyak ve
sibakı çok önemlidir ve ayette anlatılmak isteneni bize verir.
Bu aşamada önceki müfessirlerin görüşlerini de değerlendirmemiz gerekir.
Kur’ani anlatımın kabul ettiği görüşleri kabul eder, diğerlerini reddederiz.
Aişe Abdurrahman, nahiv ve belağat ehlinin kurallarına Kur’an’ın mahkum
edilmemesi gerektiğini bu arada özellikle vurgular. Bilakis dil konusundaki hüccet
Kur’an’ın kendisidir. Fesahat ve belağatiyle Arap dilinin zirvesi Kur’an’dır.
Müfessir ancak bu aşamalara riayet ettiği taktirde sağlıklı sonuçlara varabilir.
Aişe Abdurrahman ile Fehd b. Adirrahman er-Rumi’nin tespitine göre Edebi
Ekolun kurucusu el-Huli’in metedunun bir gereği olarak Kur’an’daki bir kelimeyi
tefsir ederken o kelimenin türevleriyle
birlikte Kur’an’daki kullanışlarını
incelediklerini belirtir.435
Şunu ifade etmek gerekir ki, el-Huli’in sözkonusu ettiği bu aşamalar gerçekten
ideal şeylerdir. Ancak bu aşamaların tüm kelimeler için yapılmasını istemek, bir
bakıma bir müfessir için mümkün olmayanı istemek gibi bir şeydir436. Belki anahtar
kelimeler açısından ileri sürdüğü bu aşamalar önem arz etmektedir. Bu arada önceki
müfessirlerin bu aşamaları tümden ihmal ettiklerini söylemek de doğru değildir.
Önceki müfessirleri de kelimelerin anlamlarını tespit ederken, Kur’an’ın indiği
dönemdeki anlamlarının tespit edilmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Pratikte her zaman
bu hususun göz önünde tutulduğunu iddia edemeyiz ama en zanıdan bu husus bir
kural olarak zikrediliyordu ve genellikle buna riayet ediliyordu.
Emin el-Huli’nin “müfessirin, vahyin indirildiği ortamı da iyi bilmesi”
gerektiği şeklindeki tespiti de önceki müfessirler tarafından sözkonusu edilmiştir.
Nuzul sebepleriyle ilgili rivayetler de zaten bunu ifade etmektedir 437.
435
Abdurrahman, Aişe, a.g.e., s.11
Şimşek, a.g.e., s. 47
437
Huli, a.g.e., s. 157.
436
126
3.10. Emin el-Huli’ye Göre Kur’an Tefsiri İle İlgili Diğer Bilimler ve Bunların
Değerlendirilmesi
Emin el-Huli, çağımızda geliştirilen Psikoloji, Sosyoloji ve dil ile ilgili diğer
bilimleri ele alır. Bunların Kur’an tefsirinde ne ölçüde kullanılabileceğini ortaya
koyar ve faydalararını dile getirir.
3.10.1. Kur’an’ın psikolojik i’cazına kısa bir bakış
Huli, Kur’an i’cazının psikolojik açıdan yorumlanmasına dair şu açıklamalarda
bulunur: “Olağanüstü edebi bir sanat, bir hidayet kaynağı ve dini bir manifesto olarak
Kur’an’ın işleyişi, insanın iç dünyasını eğitme ve idare etme mekanizması üzerine
kuruludur. Sanat, duygunun fısıltısıdır. Din ise, inanca, kalplere hitap eder. Dinin
insan nefsi ve ruhuyla olan bağı, ispatlanmaya ihtiyaç duymayacak derecede açıktır.
Dinin iç dünyalar üzerindeki etkisi ve bu dünyalar nezdindeki itibarına ilişkin
bahsettiğimiz –eski ve yeni- görüşler, bunun en yakın tanığıdır. Kur’an’a yönelik en
önemli ve isabetli bakış açısı, en sağlam anlayış, daha açık bir ifadeyle, Kur’an’ın
tefsiri, ancak psikolojik gerçekleri ve manevi teamülleri temel alan ve söz konusu
gerçekleri bu temelde açıklayan, gerçekleştiren, savunan, mücadelesini veren,
harekete geçiren ve gözdağı veren bir bilinçle somutlaşabilir. Böyle bir tefsirin,
klasik ve modern bilginin ulaşabildiği en doğru dayanak noktası, psikolojik
ilkelerdir. Öyleyse, Kur’an’ın herhangi bir ibaresinin i’caz, itnab, tevkid, işaret,
icmal, tekrar, itale, taksim, tafsil, tertib, münasebet gibi meseleler; ancak derin bir
araştırmanın ürünü olan psikolojik unsurlarla açıklanabilir. Böyle bir yaklaşım
dakiktir, disipline edilmiştir. Bunun dışındaki yaklaşımlar ise birer sav ve laf
kalabalığından öteye geçmez. Kuşkusuz, bu, i’cazın bir yönüdür. Psikolojik
araştırmalar, Kur’an’ın, inanç, etkileşim, huzur gibi birtakım psikolojik perspektif
üzerinde titizlikle durduğunu, bırakın okuma yazma bilmeyen bir ‘ümmi’nin, bilimin
henüz ortaya çıkaramadığı, insanın psikoloji bilgisi gibi birtakım hususları kendi
delillerini ve mesajını desteklemede harekete geçirdiğini gösteriyorsa –ki bu gün
bunun işaretlerini görüyoruz- , bu durumda Kur’an’ın ince, sık dokunmuş bir ağ,
psikolojik bir doku halinde vahyedildiğini söyleyebiliriz. Ancak, Kur’an’ın
vahyedildiği ortamda ne psikoloji konusunda uzmanlaşmış insanlar vardı, ne de
psikolojik kehanetlerde bulunma veya bu gibi hususlara dikkat etme durumu
127
hakimdi. Demek ki, bu, insanüstü bir gücün ürünüdür. İ’caz ise, psikolojik
dayanağından güç alarak, olmayanı bilmeye, erişilmez meçhulü kayda geçirmeye
minnettardır; ki bu da edebi sanatın temelini oluşturmaktadır. Bu şekilde bilimle bağ
kuran, bilimin gelişmesine paralel olarak gelişip netleşen ve insan psikolojisinin
didik
didik
araştırılmasına
sevk
eden
veya
mitolojik
söylemlerle
i’cazı
gerekçelendirenlerin önüne geçebiliriz. Yine bu gerekçelendirme aracılığıyla i’cazı,
nazım, üslup veya akıcılık gibi eksik unsurlarla açıklayanların eninde sonunda laf
ebeliğine soyunup işlerini büyüye havale ettikleri durumdan da kurtarabiliriz.(…)”438
3.10.2. Kur’an’ın psikolojik yorumu
Huli’ye göre sanatsal i’cazın, psikolojik anlamlarla tasvir edilmesine zemin
hazırlayan hususlar, Kur’an’ın psikolojik bir yorumla ele alınmasını gerekli kılar 439.
O, bu hususu şu sözleriyle izah eder: “ Kur’an’ın bu psikolojik yorumu, onun taşıdığı
dini misyonu, inançsal diyalektiği, gönülleri eğitme misyonu, eski kuşaklardan aldığı
mirastan uygun gördüklerini benimseme eğilimi, bunları eskinin değer yargılarını
yıkan bir imanın öngördüğü tarzda bezeme özelliğiyle ilgili noktalarda, insanın içsel
gizemini keşfeden bilimin ışığında, olabildiğince kapsamlı bir yaklaşım üzerine
kuruludur. Kur’an’ın bütün bu değerleri aynı potada nasıl erittiğini, gönülleri
fethetmede hangi psikolojik mekanizmayı kullandığını, misyonunu ve öğretisini nasıl
yüceltip başarıya götürdüğünü ve o benzersiz özgün yapısını nasıl gerçekleştirdiğini
açıklığa kavuşturan psikolojik bir yoruma ihtiyaç vardır.”440 Huli, halihazırda
Kur’an’ın i’cazını kavramada psikolojik yöntemi izlemiyor olsak da, öncelikle
Kur’an’a böylesi psikolojik bir yorum getirmek zorunluluğumuzu her fırsatta dile
getirmeyi ihmal etmez 441. Bunu da şu sözleriyle açıklamaya çalışır: “Çünkü
Kur’an’ın hem sanatsal, hem de inançsal boyutu, içsel yaşantımızın iki yönüdür.
Yaşantımızın bu iki yönünü, ancak insanın iç dünyası, duygusal yaşantısı ve buna
bağlı noktalara ilişkin geniş bilgi birikimi ışığında kavrayabilir, bu yolla Kur’an’ın
mesajını daha iyi anlayabiliriz. Kur’an’ın anlamına yöneltilecek psikolojik bir bakış
açısı, müfessirlerin varsayımsal delillerle, mantıksal kıyaslarla takviye ettikleri o
438
A.g.e., s.186
A.g.e., s. 192.
440
A.y.
441
a.g.e., s. 192-193.
439
128
bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarından, sanatın ruhundan uzak bin bir türlü
i’rablarından, karmaşık dilbilgisi yapılarından veya durgun zihinlerin, karanlık
ufukların ürettiği sığ sofistik yaklaşımlara dönüşen kuru anlatım çabalarının tanıkları,
az değildir.”442
Huli, yukarıda belirttiğimiz hususları şu örneklerle açıklığa kavuşturmaya
çalışır:
“Şu’ara, 193-195. ayetlerini ele alalım: “Onu, Güvenilir Ruh indirdi
kalbine/Uyarıcı elçilerden biri olasın diye/Sade, anlaşılır bir Arapça ile”. Bu
ayetlerle ilgili olarak, Kur’an’ın yapısına aykırı temeller üzerinde kurulu tartışmalar
çıkmıştır. Bir grup müfessir, bu ayetlerden yola çıkarak, Kur’an’ın lafız olarak değil,
anlam olarak indirildiğini öne sürmüştür. Bu müfessirlere göre, Kur’an lafzı, Hz.
Muhammed’e aittir; çünkü insanın iç dünyası sadece anlamları karşılamaya
elverişlidir… Böyle bir yaklaşım, Kur’an lafzının i’cazlı özelliğini inkar etmeye
doğru kaymaktır. Kur’an’ın anlam olarak indirildiğini öngören yaklaşıma karşı
çıkanlar ise, aklın kaynağının kalp veya beyin olduğunu ispatlamak için ayetteki
(kalbine indirdi) ibaresi üzerinde yoğunlaşmak durumunda kalırlar. el-Fahr er-Razi,
bu ibarenin tefsirinde böyle bir yaklaşım sergilemektedir. Razi, hem eski bilginlerin,
hem de kendi çağının bilginlerinin görüşlerine yer vererek, her birinin gerekçelerini
sıralar. Bunlar, bilimsel araştırmanın istikrarlı, güvenilir tercihini yapabilmesi için
son sözünü henüz söylemediği nazik, karanlık meselelerdir. Fakat Razi, bir tercih
yapmak zorunda olduğu için, aklın kaynağının kalpten ibaret olduğunu savunarak,
Kur’an’ın sadece anlam olarak değil, lafız olarak da Hz. Muhammed’in kalbine
vahyolunduğunu ifade eder. Razi dışındaki başka bilginler de bu konuda dolambaçlı
geçitlerden geçerler. Fakat Zemahşeri, zekasıyla meselenin karanlığını hafifleten,
denklemi basitleştiren, ince bir psikolojik görüş ortaya atar.(…)”443. Huli, bu izahının
akabinde Razinin izahına yer verir. 444
Huli, psikolojik bilgi birikiminin sadece yukarıdaki ayet-i kerimeyi değil, bütün
Kur’an ayetlerini anlamak ve kavramak için gerekli olduğunu belirtir445.
442
443
A.g.e., s. 193.
A.g.e., s. 193-194.
Razi’nin izahı için bkz. a.y.
445
A.g.e., s. 194.
444
129
3.10.2.1. Kur’an’ın psikolojik yorumuna örnekler
Bu bölümde, Emin el-Huli’nin, psikolojik i’cazı meydana getiren ve Kur’an’ın
bu tarzda yeni bir tefsirini desteklediğini öne sürdüğü birtakım örneklerine yer
veremeye çalışacağız.
Huli’ye göre, hem eski hem de yakın tarihimizde yaşamış bulunan bilginlerin,
Kur’andaki tekrarlardan bahsetmelerine rağmen, hiçbirisinin (büyük olasılıkla)
Kur’an’daki sanatsal i’cazın can damarı olan psikolojik perspektiften ele
almamışlardır. Bu bilginlerin her biri, bir önceki bilginlerin görüşlerini tekrar edip
durmuşlardır446.
Örneğin Cahız, H. III’da bu meseleyi işlemiş, gün yüzüne çıkarmıştır. Huli
Cahız’ın, bu konuda İbnu’s-Semmâk ile ilgili rivayetine yer verir: “ Bir gün esSemmâk, yanında cariyesinin de olduğu bir ortamda konşmaya başlar. Bir süre sonra
cariyeye dönüp “Sözlerimi nasıl buldun?” diye sorar. Cariye, “Çok güzel
konuşuyorsun; ama bir de içindeki tekrarlar olmasa!” diye cevaplar. Semmak,
“Tekrarlıyorum; çünkü anlayanların da anlamasını istiyorum,” der. Bunun üzerine
cariye, “Böyle yaparsan, anlamayanlar anlayıncaya kadar anlayanlara gına gelir”
diye karşılık verir447.
Huli, bunlardan başka Cahız’dan başka rivayetlerde de bulunur 448. Arap bedii
sanatlarından biri de tekrarlardır. Bu tip tekrarların Kur’an’da sık sık rastlandığını
belirttikten sonra, İnşirah suresindeki (Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık
vardır; her güçlükle bir kolaylık!) ile Kafirun suresindeki (De ki, ey inkarcılar!...)
ayetiyle başlayıp daha sonra yinelenerek devam eden ifadelerin, tekrar olamaktan
öte, gaipten haber vermeyi dile getirmektedir449.
Huli, Hz. Musa kıssasını ele alarak, “Hz. Musa’nın kıssası, aynı anlamda, fakat
çeşitli surelerin ve bölümlerin farklı yerlerinde zikredilmiştir. Çünkü böyle bir
durumda kıssalar seni düşündürmeye, işlediğin hataları düzeltmeye, nefsinin
kapıldığı yanlış kanıları, kuşkuları silmeye sevkeder” diyen Bakıllani’yi eleştirerek
şöyle der: “ Görüldüğü gibi, Bakıllani, meselenin özüne girmemiş, kendini riske
atmamıştır. Tekrarı, nazımda bir güzellik, incelik olarak mı tanımlamak istemiştir,
446
A.g.e., s. 187.
A.g.e., s. 188.
448
a.y.
449
A.g.e., s. 188-189
447
130
yoksa ibaresinin sonunda hata, yanlış kanı ve kuşkudan söz ederek, tekrardan
sakındırmak mı istemiştir, belli değil. (…)450
Huli’nin eleştirilerinden Sekkaki de nasibini almıştır. Zira Huli, onu da bu
konuyla ilgili yorumlarını dar bir çerçeveye oturtmaktan ötürü tenkide tabi tutar,
şöyle der: “Bu meseleyi redif ve terci ile açıklamak da yetmez. Dolaysıyla, Sekkaki,
bu görüşünü Kur’an’daki kıssa tekrarlarına dayanak oluşturarak, Kur’an’daki bu
kıssaların veya cennet ve cehennemin neden sık sık yinelendiğinin cevabını vermiş
olamamaktadır. Kur’an’da cennet, cehennem gibi tekrarlar yok mu? Yok diyen varsa,
Kur’an’ı açıp bakma zahmetinde bulunsun.”451
Huli’nin ele alıp tenkid ettiği bir diğer alim de Yahya b. Hamza el- Alevî’dir.
Huli’ye göre, Alevi yalnızca kıssaların tekrarlarından bahsetmektedir. Oysaki
Kur’an’da cennet, cehennem, korkutma, tehdit gibi başka tekrarlar da vardır. Diğer
taraftan, Huli, Alevi’nin, Kur’an’ın benzerini yaratma imkanını tartışma konusu
yapmasını tuhaf karşılar. O’na göre, Kur’an’ın benzerini yaratma imkansızlığı,
sadece kıssalar için geçerli değildir. Dahası, Kur’an’daki kıssaların benzerini
oluşturmak imkanı olabilir; fakat, sözgelimi, bir hükümler manzumesi olarak onun
benzeri yaratılamaz452.
Huli, Kur’an’daki tekrarları ve bu hususta ortaya konular görüşleri kısa bir
kritiğe tabi tuttuktan sonra konuyu şu ifadeleriyle bağlar: “ Kur’an’daki tekrarlarla
ilgili yaklaşımların durumu böyleyken sanırım Kur’an’daki tekrarların, insan
psikolojisinin çeşitli yöneliş ve perspektiflerince desteklenen evrensel psikolojik bir
yaklaşıma bağlı bir gerekçelendirmeyle açıklama çabaları için yeterince geniş alan
mevcuttur. Kanaatimce, psikologların öngördüğü gibi, tekrar en güçlü ikna
metodlarından biridir. Kanıtlama mekanizması kurulurken karşıt görüşlerin tartışma
güdüleri provoke edilmeden, sessiz ve sakin bir şekilde bir görüşü veya ideolojiyi
insanın iç dünyasında yoğunlaştırmanın en iyi yollarındandır. Kur’an’da geçen
tekrarlar, psikologların bu tür görüşleri, yaklaşımları çerçevesinde tartışılabilir;
böylece yeni perspektiflerle gerçeklendirilebilir.”453
450
A.g.e., s. 189.
A.g.e., s. 190
452
A.g.e., s. 191. (Huli, burada asıl amacının bu görüşleri eleştirmek olmadığını, okuyucuya bu
mesele hakkında ileri sürülen her yaklaşımın bir sonrakine ihtiyaç duyduğunu göstermek olduğunu
dile getirir.)
453
A.y.
451
131
3.10.3. Kur’an’ın psikolojik i’cazı
Huli, Kur’an-ı Kerim’in psikolojik i’cazı üzerinde durarak şunları dile getirir:
“(…) Kur’an’ın i’cazı konusunda sık sık tekrarlanmış görüşler, ihtimaller ve bu
temelde yapılan gerekçelendirme çabaları, nereyse zihinleri büsbütün işgal eder hale
gelmiştir. Sözgelimi, bazıları ‘Kur’an’ın i’cazı, ne Kur’an’ın sözlerinde, ne da
anlamındadır; aksine, kusursuz üslubunda gizlidir,’ derken, bazıları da, Kur’an’ın
i’cazı hem Kur’an’ın sözlerinden, hem anlamından, hem de kusursuz üslubundan
kaynaklanır.’ Görüşünü ileri sürer. Bazıları ‘Kur’an’ın i’cazı, hem lafız, hem anlam
açısından i’cazı, insanoğluna kapalıdır* ; dolaysıyla, bu i’cazı açıklamak ya da
gerçekleştirmek imkansızdır,’ şeklinde bir görüş beyan ederken; bir başkası,
Kur’an’ın i’cazının insanoğluna kapalı olduğunu kabul etmekle birlikte, söz konusu
i’cazın yine de açıklanabileceğini dile getirir. Böylece, i’caz tanımlamaları ve bu
tanımların gerekçeleri uzadıkça uzar; görüşler dallanıp budaklanır”454 Huli, bundan
sonra Kur’an’ın i’cazı ile ilgili olarak ileri sürülen görüşleri sıralar455. Ancak Huli’ye
göre bütün bu tanımlamalar, edebi perspektifi ihmal ederek yapılan tanımlamalardır
ve sanatla ilişkili değildir. Bunun nedenini şöyle izah eder: “(…) Çünkü hiçbir görüş,
bütün sanatların –özellikle de söz sanatının- perspektifinden bakmamaktadır. Sözleri
bu anlamda bazı kırıntılar taşısa bile, bunlar edebiyatçının zevk alabileceği derecede
açık ve net değildir.”456
Huli, bilimin, psikoloji ilmine her gün yeni şeyler eklediğini, psikoloji ile
belağat arasındaki ilişkinin, Kur’an’ın i’cazını anlamamız noktasında yeni
yaklaşımlara götürecekse, bu yaklaşımların, o büyük i’caz meselelerini çözmede –
kesin bir çözüm olmasa da- büyük payının olacağını düşünür457.
Huli, psikoloji ile i’caz arasındaki ilişkiyi şöyle izah eder: “(…) Kur’an’ın
i’cazıyla psikoloji hakkında, aklıma, Kur’an’ın insan psikolojisi üzerindeki etkisi,
insanın iç dünyasının Kur’an harflerinin kulağa hoş gelen melodisi, kelime ve cümle
uyumundaki musiki, Kur’an okuyucusunun damağında hissettiği o bildik tat, insanın
*
Bu görüş, Mu’tezili alimlere aittir. ‘Sarfe’ olarak adlandırılmaktadır. Geniş bilgi için bkz. Ebu Bekr
Abdulkahir bin Abdirrahman el-Cürcani, er-Risaletu’ş-Şafiye, Daru’l-Mearif, Mısır, trz. s. 146.
454
a .g.e., s.183.
455
a.y.
456
a.g.e., s. 184.
457
a.y.
132
bıkmadan Kur’an okuma eğilimi, bazı Salih kişilerin Kur’an’ı bir gecede baştan sona
okudukları veya kıldıkları namaz boyunca hatmettikleri ve Kur’an’ın bu
özelliklerinin ayetlerin ezberlenmesini kolaylaştırdığı şeklindeki, eskiden beri
söylenen hususlar gelmektedir. Ancak, i’cazın psikolojiyle ilişkisini ele alırken
Kur’an’ın bu yönünü kastetmiyorum. Gerçi Kur’an’ın bu yönünü önemsemiyor
değilim; ancak, kastettiğim anlam bu değildir. İ’caz meselesini de, ne bu tür bir
anlam üzerine kuruyorum, ne de bu tür bir anlamı görmezden geliyorum. Kur’an’ın
i’cazı, sanat zevki ve söz estetiği bilincinden oluşan bir anlam üzerine kuruludur. Bu
özellik, başka kitaplara oranla Kur’an’da yoğun bir biçimde göze çarpar. Kur’an’da
göz kamaştırıcı, hayran bırakan anlamlar vardır; fakat ben her şeyi bilen, her şeye
hükmeden Yaratıcı tarafından gönderilen o olağanüstü, i’cazın bu anlamlarla sınırlı
olacağını düşünmüyorum. Üstelik, dikkati çeken bu noktalar, eninde sonunda lafız ve
ibarelere göndermede bulunurlar; oysa ki, kendini bir hidayet, rahmet, ilim ve irfan
kaynağı olarak gören bir kitabın i’cazı sadece lafız ve ibareler üzerinde kurulmuş
olamaz. Dolaysıyla, Kur’an ve insan psikolojisinden bahsederken yukarıda
sıraladığım görüşlerden veya buna benzer yaklaşımlardan söz etmiyorum. Çağımızda
bir grup insanın öngörüde bulunduğu daha başka anlamlar da söz konusudur.
Kur’an’ın her şeyi kapsadığına dair görüşlerini desteklemek için psikoloji biliminin
teorilerini Kur’an’dan çıkarsama yoluna gidenlerden söz ediyorum. Toplumda bir
hayli rağbet gören, ancak Kur’an’ın yüce makamını gölgede bırakan ve pek yarar
getirmeyen bu yaklaşımlara itibar etmemeyi tercih ediyoruz. Üstelik, bu
yaklaşımların fanatik savunucularını polemik konusu yapacak değiliz. Kur’an’ın
i’cazını
açıklamada
bu
tip
yaklaşımları
refarans
almadığımızı
belirtmek
durumundayız.(…) Kur’an ve psikoloji konusunda sergilenen bu iki anlayıştan
uzaklaşıp bu anlayışlara benzeme ihtimalini ortadan kaldırabilirsek, ancak o zaman
i’cazın psikolojik boyutunu açıklamaya dair hedefimizi gerçekleştirme imkanı
doğar.”458
3.10.4 Psikolojik tefsir
Belağat’la Psikoloji İlmi arasında, bir ilişki olduğu hakkında, artık yerleşmiş
olan kanaat, Kur’an’ın psikolojik icazı olduğunu söyleyebilmeye zemin hazırlamış
458
A.g.e., s. 185.
133
ve yine bu durum, Kur’an için mümkün olduğunca geniş tutulması gereken
psikolojik bir tefsire duyulan ihtiyacın da ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bu mümkün olduğunca geniş tutulacak olan araşıtrma ile, Kur’an’ın ele aldığı
şu sahalarda insan ruhunun ilimce bilinen esrarengiz hareketleri incelenecektir. Bu
sahalar: Kur’an’ın dini davetleri, itikadi münakaşaları, vicdanları ve kalpleri
terbiyesi, halkın eskiden gönül verdiği, eski nesillerden ve atalarından tevarüs
ettikleri şeyleri yok edip kendisinin imana davet ettiği şeyleri hoş göstermesi, eski
yerleşmiş inancların köklerini yıkması gibi hususlardır.
Kur’an, bütün bunları bir araya getirip nasıl ustalıkla halletmiş, ayrıca bunu
yaparken, bu vicdani isteklerde ve kalbi arzularda hangi psikolojik gerçekleri
kullanmış ve davanın başarılı olmasında ve Allah’ın kelimesinin üstün kılınmasında
bütün bu kurallara uyulmasının ne gibi faydaları olmuştur?...
Hiç şüphesiz, söz sanatı ile, insan ruhu sıkı bir ilişki içindedir ve her çeşidi ile,
bütün sanatlar –tabii bu arada edebiyat- insan ruhunun bulduğu şeylerin
tercümesinden başka bir şey değildir. Psikolojik Tefsir, işte bu esaslar üzerine bina
edilecektir... Burada şunu söylemekle yetineceğiz: Kur’ani manalarda psikolojik
işaretler, müfessirler arasındaki derin ve çok yönlü ihtilaflara belki de daha kesin bir
çare getirecektir. Bilindiği gibi, onlar bu ihtilaflar için, bir çok nazari deliller, mantıki
kıyaslar toplamışlar, bir çok irap ihtimallerini ve edebi sanat ruhundan uzak ve
karışık nahiv kaidelerini, yahut da, kuru beyani gayretleri hatta değersiz sofizm
nazariyelerini birbirleriyle karşılaştırmışlardır...
Misal olarak şu ayetlerin tefsirine bir bakınız: Şuara suresi ayet: 193-195 (Razi
Tefsiri, IV, 541-543 Bulak baskısı) Bunu Zemahşeri’nin tefsiri ile karşılaştırınız:
Bkz. Aynı ayetler (Keşşaf, II, 132, Bulak baskısı). Sonunda, iki eser arasındaki farkı
ve Zemahşeri’nin ayetlere psikolojik bakışı açısının konuyu nasıl açık ve net bir
çözüme götürdüğünü göreceksiniz...
Binaenaleyh, psikolojik mülahaza, ayetin dokusunu ve yapısını inceleyip,
indiği havayı ve durumu tesbit ettiği zaman, ondan anlaşılan manayı apaçık ve parlak
bir ufka yükseltir. Bu mülahaza olmaksızın, mana cılız ve basit olarak kalır. Öyle ki,
insan ruhu neredeyse onunla tatmin olmadığı gibi, o, Kur’an hedeflerinden bir hedef
olmaya da layık değildir.
134
Psikolojik tefsirden söz etmemiz bize, Üstad İmam –Allah ruhunu rahatlatsıntemas ettiği, tefsirle Sosyoloji İlmi arasındaki ilgiyi hatırlatıyorum:
3.10.5 Tefsir ve sosyoloji ilmi
Huli, Tefsir ilmi ile Sosyoloji ilmi arasındaki ilgiyi daha çok Muhammed
Abduh’un sözlerine dayandırarak izah eder:[ “ Üstad bu konuyla ilgili olarak şöyle
der:
“Tefsir ancak beşerin çeşitli hallerinin bilgisiyle tamam olur. Bu sebeple,
Kur’an’ı araştıran bir kimsenin, çeşitli durumlarda ve devirlerde beşerin ahvalini,
kuvvet, zaaf, üstünlük, alçaklık, ilim, cehalet, iman ve küfür gibi, muhtelif
durumlardını meydana getiren sebepleri mutlaka incelemesi gerekir.”459
İşte onun bu ifadeleriyle adını koymamış olsa bile, Sosyoloji İlmi’ni kastettiğini
anlıyoruz. Mamafih, o bu sözlerine daha sonra şöyle devam eder: “Yine onun, bu
büyük alemin ulvi ve süfli çeşitli hallerini de bilmesi gerekir. Bu sebeple o, bu
konuda daha pek çok bilgilere muhtaçtır. Bunların en önemli olanlarından birisi de
çeşitli dalları ile Tarih İlmi’dir.”
Her ne ise, bizi ancak Kur’an’ın eebi anlayışı için gerekli bilgiler
ilgilendirmektedir ve bu anlayış, Kur’an’dan elde edilecek faydaların başında
gelmektedir. Sonra, bunun ardından, halkın hidayeti, yahut durumlarının aslahi
veyahut onlar için hükümler koyma gibi diğer hedefler gelir.”]460
Huli, sağlıklı bir tefsirin yapılabilmesinin öncelikle edebi tahlilden geçtiğini, bu
sağlandığı taktirde de daha sonraki hususların kendiliğinden gerçekleşeceği kanaatini
taşır.
Emin el-Huli, Kur’an’ın iyice anlaşılması için ön koşul olarak Arap dilinin
önemi üzerinde durur. Burada kastedilen Arapça’nın belağat ve nahiv yönünden iyice
anlaşılıp irdelenmesidir. Bu nedenledir ki, O, her toplantısında veya kaleme aldığı
eser ve makalelerinde genellikle bu çerçevede yazılar yazmış ve konferanslar
vermiştir. Ayrıca bunun da ötesinde, Arapça’nın yenileştirilmesi gerektiğini de
savunmuştur.
el-Ezher üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nden öğrencisi olan Şukri Muhammed
Ayyad, hocasının Kur’an tefsirindeki yöntemi hakkında şunları belirtir: “(…)
459
460
Abduh, Tefsiru’l-Fatiha, mukaddime, s. 16.
Huli, a.g.e., s. 53
135
Üstadın Kur’an tefsirine yaklaşımı yöntemseldi ve yöntem açısından belağat
yaklaşımıyla ilişkiliydi. Söz konusu ilişki, eskiye dayanır ve Arap kültürüne aşina
olan herkes tarafından bilinir. Çünkü, başlıca Arap belağat kitapları, Kur’an’ın eşsiz
anlatımının ifade edilmesiyle (i’caz) ilgiliydi. Mu’tezile ekolüne mensup Zemahşeri,
el-Keşşaf adlı tefsirinde, belağatin öncülerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Belağat, iyi üslup özelliklerini izlemek veya herhangi bir söylemin güzel olup
olmadığına karar verme metodunu ortaya çıkarmak olduğuna göre, belağat
ilkelerinin eşsiz anlatımlı Kur’an’dan çıkartılması kaçınılmaz hale gelir. Belki de
üstadı, müfessirlerin metotlarını araştırmaya iten ve bu metotların, genellikle Kur’an
belağatini ortaya çıkarma amacından saptığını düşündüren, bu sıkı bağıdır. Bu
bağlamda, Kur’an’ın edebi yorumuna dikkat etme zorunluluğu vardır ve bu temel
amaçtır; diğer amaçlar edebi yorumdan sonra gelir. Üstadın ele aldığı bütün bu
meselelerde gerçek, ideal, yenilik ve gelenek aynı yerde buluşmaktadır. Buna göre
dil ve edebiyat incelemelerinin durumu, yenileşme projesinin bir tür özetini
çıkarmayı gerektiriyor, dil ve edebiyat reformuna duyduğumuz ihtiyaç da, böyle bir
projenin ortaya konulmasını zorunlu hale getiriyordu. Buna paralel olarak ideal,
bütünüyle insanların istifadesine sunuluyordu. Gelenek, kendi tarihsel şartları içinde,
-bu şartları anlayabildiğimiz ölçüde- eskiyi araştırmayı ve yaşadığımız anın geçmişle
olan bağını koparmamak için, çağın gereklerine uygun geleneksel değerleri korumayı
öngörmektedir. Yenilik ise, değişen çağımıza ve parlak geleceğimize lojistik destek
sağlamak üzere- çağın güzelliklerine uzak olduğumuz bir süreçte- elde ettiği bütün
bilimleri, bilgileri ifade etmektedir.” 461
Emin el-Huli’nin Arapça gramerinin yenileşmesi ile ilgili görüşleri şöyledir:
“Dilsel yaşantımız dediğimizde, bugünkü hayatımızın aslında upuzun bir
geçmişin ürünü olduğunu haklı olarak değerlendirmiş oluruz. Bu uzun süreçte Arap
dili, değişik sosyal faktörlere, toplumsal etkenlere, uzun erimli seyahatlere, geçişlere
maruz kalmıştır. Arapça, başka dillerle bazen galibiyet, bazen yenilgiyle sonuçlanan
çekişmeler yaşamış; farklı doğal çevrelerden ve değişik metafizik ortamlardan
beslenmiştir. Bu ve buna benzer faktörler, Arap dilini, Arap bilimlerini ve bunları
öğrenme yöntemlerini etkilemiştir. Gramer metodunu sağlıklı bir biçimde kavramak
isteyen herkes, bütün bu derin geçmişi incelemek, izini sürmek, etkilerini ayrıntılı bir
461
El-Huli, Arap-İslam Kültüründe Yenilikçi Yaklaşımlar,(Terc. Emrullah İşler, Mehmet Hakkı Suçin)
Kitabiyat, Ankara, 2006, önsöz, s. 12.
136
biçimde özümsemek durumundadır. Belki böyle bir araştırmadan sonra bu metodun
kapalı ve gizli kalan yönlerini aydınlatmaya katkıda bulunabilir, aceleci
araştırmacının başa çıkamadığı yanlış yönler saptanabilir ve bunları yazıya aktarma
yöntemleri ortaya konulabilir. Söz konusu metot hakkında ince, hassas ve ayrıntılı bir
karara varmak; hayatın, tarihin ve toplumun gerçeklerine uygun olarak bu metodun
restorasyonundan söz etmek üzere, kendimizi bu araştırmaya vereceğiz.(…)462
Başka bir yerde, dil araştırmalarında kat edilen bilimsel gelişmelere işaret
ettikten sonra şöyle demektedir: “ Bütün bunlar, Arapça konuşanlar olarak bizlere,
araştırmalarımızı, genel dilbilimin ve dilbilimin özel dallarının yenilikleriyle
tamamlama
zorunluluğu
yüklemektedir.
Bu
zorunluluktan
hareketle
dil
araştırmalarımızı hayatını bugün durduğu yere yöneltmeliyiz.”463
Öte yandan, belağatin klasik psikoloji bilgileriyle ilişkisine şöyle işaret eder:
“Eski bilginlerin hayalden, hayal gücünün insanın iç dünyasına yansımaları ve algıda
yanılmaya götüren illüzyondan bahsettiklerini görüyoruz. Eski bilginler, bu konularla
birlikte illüzyon ve vehmin ayrıntılarına girerek, bunların, ‘söz’ üzerindeki etkisini;
kıskançlık duygusunun insanın iç dünyasındaki reaksiyonunun ve reaksiyonun söz
ediminde birtakım öğeler gizleyip atma biçiminde ortaya çıkan yansımalarını da ele
almışlardır. Eski bilginler, kıskançlık duygusu, bu duygunun insanın iç dünyasındaki
yansısı, sözün bir takım öğeleri gizleme biçiminde ortaya çıkan duruma etkisi, bu
öğeleri gizleme yolları ve söz konusu gizleme eylemini harekete geçiren söylem
metotlarının yanı sıra; aşırı hırs tamahkârlık, ümitsizlik ve sanılanın aksine, mutluluk
gibi konuları işlemişlerdir. Yine aynı bilginler vehmî, hayalî ve aklî olmak üzere üç
kategoriye ayırdıkları anlam çağrışımlarıyla anlamlar arasındaki ilişki türlerini,
psikolojik davranışların gizlediği gerçekleri, bu davranışlar arasındaki derin farkları
ve buna benzer insanın iç dünyasına ilişkin deneyimlere dayanan olguları –uzun
uzadıya- açıklamışlardır. Ortaya koydukları belağat, sanatsal açıdan dar kalıplı,
bilimsel ve felsefi açıdan karmaşık olmasına rağmen, insan psikolojisine olan bu
yakın ilgileri sayesinde belağatle psikoloji arasında sıkı bir bağ meydana
gelmiştir.”464
462
A.g.e., s. 12.
A.g.e., s.13.
464
a.y.
463
137
Emin el-Hûlî, edebiyatın dile getirdiği psikolojik etkileri anlamak, sanat
eserinin yaratıcı ve estetik doğasını kavramak açısından modern psikoloji
araştırmalarının ‘yeni belâğat’e yapabileceği katkıları anlatır ve şu çağrıda bulunur:
“Edebi psikolojiyle ilgili bu yaklaşımı on küsur yıldır dillendiriyorum. Üniversitede
ve ilişkili olduğum diğer edebiyat enstitülerinde yapılan edebi araştırmaların, böyle
bir yaklaşımla ele alınması için çaba gösterdim. Bu yaklaşımın kökleşmesine ve
üniversitenin ilgili ortamında –ki bu ortam felsefe bölümüdür- tamamen uzman ve
bilimsel bir hizmete zemin hazırlayan, onurlu bir gelecek ümidini her zaman içimde
taşıdım. Bu gün, üniversitedeki psikoloji hocalarının bu yolda faaliyet göstererek,
Mısır’da psikoloji araştırmalarının düzeyini yükseltme çabalarının olduğu bir sırada,
bu emaneti sahiplerine vermem gerektiğini hissediyorum. Böylece paylarına düşen
toplumsal sorumluluğu yerine getirecekler; çağımıza damgasını vuran akademik
uzmanlığı hayata geçirmek ve bilgi ordusunun çeşitli birimleri arasında bilimsel ve
toplumsal
işbirliğini
güçlendirmek
suretiyle
emaneti
layık
olduğu
yere
koyacaklardır.”465
Emin el-Huli, bundan sonra belağat ilmini açıklamaya koyulur. Tarihi
gelişiminden ve evrelerinden bahseder466.
3.11. Sanatsal Anlama Zevkinin Kur’an’ı Anlamadaki Rolü
Emin el-Huli, ‘Kur’an’ın i’cazı betimlenip ispatlanamaz; Kur’an’ın bu
benzersiz yapısı, sanatsal bilinç ve edebi zevkle hissedilebilir’ görüşünü savunan
Sekkaki ile aynı doğrultudadır. O bu hususta şunları kaydeder: “ Çünkü Kur’an’ın
i’cazı, Sekkaki’nin ifadesiyle, ‘hissedilir; ama anlatılamaz. O’na göre, “İ’caz, ancak
zevk aracılığıyla hissedilebilir.” Dahası, Sekkaki, i’caz meselesini belağat kapsamına
alıp bu konudaki diğer gerekçelendirme biçimlerini reddettikten sonra, zevk
oluşumunun yalnızca belağat yoluyla gerçekleştiğini belirtir. Bilgin, kendi görüşü
dışındaki yaklaşımları ele alıp reddettikten sonra şöyle der: (…) Bu dört hususa zevk
sahipleri beşincisini ekleyerek, i’caz şekillerinin belagatten kaynaklandığını dile
getiriyorlar. Beşinci hususa ulaşmak, Allah’ın dilediğine bahşettiği ihsandan sonra,
ancak bu iki ilmi özümsemekle mümkündür. Allah’ın bu ihsanı behşettiği kişi ise
465
466
A.g.e., s.14.
A.g.e., s.55-105
138
buna hazırdır. Çünkü her şey insanın hizmetine sunulmuştur. Böyle bir gerçeği,
ancak akıl ve izandan yoksun kişiler yadsıyabilir. Önceki satırlarda kaç kez bu tip
kişilerin görüşlerine yer verip tezlerini çürütmüşüzdür. Allah’ın bütün nimetlerine
şükürler olsun, dünyada ve ahirette Ona hamdolsun.” Ben bu görüşü benimsemeyi
tercih ediyorum. İleri sürmüş olduğum psikolojik i’caz ile Kur’an’ın psikolojik
yorumunda, Sekkaki’nin bu görüşüne aykırı düşen ya da onun tercih edilebilir
özelliğini zedeleyen herhangi bir nokta göremiyorum. Çünkü söz konusu psikolojik
perspektif, belagati, insanın sanatsal yaşantısının özüne dönüşünden ve söz sanatının,
insanın karakterinde mevcut sanatsal algıyla ilişkilendirilmesinden başka bir şey
değildir. Zira sanatsal algı, belagat ile belagat biçimlerini kavramanın bir yönüdür.
Hangi şekilde incelenirse incelensin, belagat, zevk oluşumunun bir maddesi, ince
duyarlığın bir aracı ve insan karakterini parlatmanın bir yolu olmaktan öteye geçmez.
Bunlar zevk sahibine, duyarlı bir sanat zevki kazanıp sağlıklı sanatsal hükümler
vermesi için zemin hazırlar. Böylece, zevk sahibi, güzel sözün güzelliğini, i’cazlı
özgün sözün özgünlüğünü hisseder; böyle bir hissi kullanıma geçirdiği her yerde,
sözünü kendi içsel varlığından ve sanatsal bilinç özelliklerinden doğan bir temel
üzerine inşa eder. Bilimsel, felsefi ya da mantıksal ispatlama yoluyla açıklanan bir
sanat estetiğinin, ne i’caz araştırmalarını, ne de edebiyat bilincini geliştirebileceğine
ihtimal veren yaklaşımımı sürdürmeye devam ediyorum. Çünkü sanatsal estetiğin
başlayıp bittiği nokta, insanın iç dünyasına dair kazanılmış olan deneyimdir. İnsanın
edebi algısını, samimi içten ve sağlıklı bir zeminde yansıtan da bu deneyimdir. İlahi
ihsanın yanı sıra, insan psikolojisine dair deneyimler ve edebi faaliyetlerin sınırları
ne denli geniş olursa, sanatsal zevke zemin hazırlayan i’caz da o ölçüde anlaşılmış
olur ve ilginin odak noktası haline gelir.”467
3.12. Kur’an Tefsiri İle Balağat Arasındaki İlgi
Emin el-Huli, Kur’an tefsiriyle belagat arasında bir ilginin bulunduğunu belirtir
ve bunu şöyle izah eder: “Belagatle birlikte Kur’an tefsiriyle ilgilendiğim sıralarda
tefsir metodundaki durumun belagat metodundan farklı olmadığını gördüm. Buradan
hareketle, edebi bir metin olması itibarıyla eskilerin Kur’an metnini anlamadaki
yaklaşımlarına karşı çıktık. Hiç kuşkusuz Kur’an, Arapça’nın en büyük kitabı, en
467
A.g.e., s. 195-196.
139
ölümsüz eseridir. Gelişigüzel tertip edilmiş sureleri tefsir eden Kur’an tefsiri
anlayışını, aynı konudaki ayetleri bir araya getirerek tefsir yapan metotla değiştirdik.
Böylece benzer konuları mukayese edebiliyor, benzer olanı benzer olanla
yorumlayabiliyoruz.
Huli’ye göre Kur’an’ı kavramaya ve tefsir etmeye çalışan kişi, Kur’an’ın icra
edegeldiği vicdan ve kalp eğitimine, nefis ve ruh siyasetine aşina olmak
durumundadır. O, bu konuda şunları ifade eder: “Müfessir, bütün bunların nasıl
zarifçe gerçekleştirildiğinin, söz konusu vicdani ve kalbi arzuların hangi psikolojik
hakikatlerle ifade edildiğinin izini sürmelidir. (…) ”468
Huli’ye göre, müfessirler arasında dallanıp budaklanmış, bitmek tükenmek
bilmeyen bir çekişme karşısında Kur’an’ın anlamına ilişkin psikolojik bir perspektif,
en kesin yol niteliğindedir469. O’na göre bu anlayıştan uzak bir yaklaşımla Kur’an’ın
gerçek anlamını ortaya çıkarmak cılız bir çabadan öteye geçemeyecektir470.
Huli, eşi benzeri bulunmayan yüce kitabı doğru bir sanatsal yaklaşımla
kavramak, edebiyat psikolojisi aracılığıyla gerçekleşebilecek bir husustur. O,
edebiyat psikolojisini bizim için kaçınılmaz kılan durumun bu olduğunu dile
getirir 471.
Huli’nin buraya kadar ele almaya çalıştığımız görüşlerinden ortaya çıkan sonuç
kanaatimizce şudur: Huli, eşsiz bir anlatım üslubuna sahip yüce kitabın ifadelerinin
gerçek anlamda ortaya çıkarılması için gerekli koşul, O’nun insan ruhuna hitap eden
yönünün bulunup keşfedilmesine bağlıdır. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için de
modern psikoloji ilminden yararlanılarak, söz ve ifade biçimlerinin insan üzerinde
bıraktığı tesirleri incelemek, kendi çağında insanları nasıl etkilediğini incelemekle
mümkün olabilir. Bunun için, tefsir yapacak alimlerin, geçmişte yapageldikleri, bir
öncekinin görüşlerini tekrar, derin gramer tartışmalarına girip konuyu asıl
mecrasından şöyle ya da böyle uzaklaştırmadan, söz konusu ayet veya ayetlerde
mevcut manaya bu perspektiften bakarak yoğunlaşması gerekir. Zira “Kur’an, çeşitli
inanç olguları, tepki yolları, etkileme ve benimseme biçimleriyle ilgili psikolojik
hususlara özenle yer vermiştir. Kur’an bu psikolojik hususlarla kendi öğretisini
468
A.g.e., s. 203-204.
A.y.
470
A.y.
471
A.y.
469
140
desteklemiş, çağrısını beyan etmiştir. Çölde yaşayan bir ümminin insan psikolojisiyle
ilgili edinmiş olduğu deneyime, o dönemin bilimi henüz ulaşmış değildi. Kur’an’ın
dakik bir örgü halinde psikolojik faktörlere atfettiği bu önem, nüzul sürecinde bu
faktörlere duyduğu dakik ve derin bağlılık hiçbir dehanın güç yetiremediği bir
husustur. Beşeri yetenek insanın iç dünyasını etkileyen faktörlerden ne denli
yararlanırsa yararlansın, bu faktörleri ne düzeyde sanata götürürse götürsün,
Kur’an’da işlenen psikolojik tema insanüstü bir gücün ürünüdür. Çünkü o dönemin
beşeri yeteneği, insanın iç dünyasının sırlarına ve eğitimine yönelik uzun vadeli
hedeflere uzanmaz; istikrarlı değildir ve süreklilik arz etmez.” 472
Huli, Muhammed Abduhtan sonra tefsir ilminde çığır açan önemli bir
şahsiyettir. O, Abduh’un körü körüne bir takipçisi olmaktan ziyade, onun
eserlerinden ve görüşlerinden alabildiğine yararlanmış ve kendi özgün fikirleriyle
temayüz etmiş bir şahsiyettir473. el-Hûlî’nin gerek Avrupa’da bulunduğu yıllarda,
özellikle edebiyat eleştirisi konusunda okuduğu batılı kaynaklar, gerekse eğitim
gördüğü ilk dönemlerden itibaren onun dil ve edebiyat yönünden sahip olduğu
yüksek düzey, emsalleri arasında el-Hûlî’nin temayüz etmesini sağlamıştır474.
el-Hûlî, Kur’ân tefsirinde amacı hidayet olarak gören Abduh’un Kur’ân
üzerindeki filolojik çalışmaları eleştirmesine katılmaz ve söz konusu amaca
ulaşmadan önce, bu hedefin hakkını vermenin gerektiğini söyler. Huli’ye göre
Kur’ân, Arap dilinin en büyük kitabıdır ve Kur’ân’a Arap dilinin en büyük kitabı ve
onun edebî etkisi yönünden bakmak gerekir 475. Bu tespit Kur’ân’a edebî bir metin
olarak bakılması sonucunu beraberinde getirmektedir476.
el-Hûlî, daha önce de belirttiğimiz gibi pozitif bilimlerin verileriyle Kur’an’ı
tefsir etme çabası olarak nitelendirilebilecek “ilmî tefsir ekolü”nü, lügat, edebiyat,
belağat, din ve itikad açısından tenkit etmekte477 ve Kur’ân’ın sağlıklı tefsiri için
birbiriyle bağlantılı iki yöntemi geliştirmeye çalışmaktadır: Konusal tefsir yöntemi ve
Kur’ân tefsirinde objektiflik.478
472
A.g.e., s. 205.
Karataş, a.g.e., s. 122.
474
Bkz: Şaban, Hâmid Muhammed Emîn, Emîn el-Hûlî ve’l-Bahsu’l-Edebî, Kahire, 1980.; Karataş,
a.y.
475
el-Hûlî, Menâhic, s. 229-230.
476
Karataş, a.g.e., a.y.
477
el-Hûlî, Menâhic, s. 219-223.
478
Karataş, a.g.e., a.y.
473
141
“Konusal tefsir metodu, Kur’ân’da herhangi bir konuyla ilgili bütün ayetleri
toplayarak, bunları mümkün olduğunca nüzûl sırasına koyup ilmî bir incelemeye tâbi
tuttuktan sonra, Allah’ın o konuyla ilgili muradını toplu bir şekilde ortaya koymaya
çalışan bir tefsir metodudur.”479 İleride bu konu ile ilgili daha geniş malumat
vermeye çalışacağız.
Muhammed İbrâhîm Şerîf, Mısır’daki yeni tefsir akımları üzerine hazırladığı
mühim eserinde, el-Hûlî’yi bu alanda ilk adımı atan kişi olarak belirtmektedir 480.
Kur’ân’ın herhangi bir konuda ne söylediğine ilişkin olarak yapılan çalışmalar, çok
eskilere dayanmaktadır. Kur’ân ilimleri alanında yazılmış bağımsız eserler, söz
gelimi Râğıb’ın el-Mufredât’ı veya bizatihi fakihlerin Kur’ân’dan istinbatları
sonucunda vardıkları hükümler, bu alanla ilgili örnekler arasında sayılabilir. Ancak,
el-Hûlî’nin konusal tefsir yöntemiyle ilgili olarak teorik çerçeve oluşturması takdir
edilmesi gereken bir husustur.
el-Hûlî, kadîm olanın öldürülmesini tecdîdin birinci aşaması olarak kabul
etmekte481, Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiriyle yakın münasebeti bulunan konusal tefsir
yöntemini,
günümüzün
ihtiyaçlarını
karşılayacak
yegâne
yöntem
olarak
değerlendirmektedir: “Kur’ân sûrelerinin tertibinin... onu anlamaya çalışan
müfessirin ihtiyacına uygun olmadığı görülmektedir. Bu nedenle aynı konuyla ilgili
ayetlerin özel bir tertibi yapılmalıdır... Bütün bunlar, Kur’ân’ın konu konu tefsir
edilmesini gerektirmektedir. Bunun için ayetler taranarak aynı konuda olanlar bir
araya getirilecek, nüzûl sıraları, ayetlerin birbirleriyle olan münasebetleri, karşılıklı
ilişkileri tespit edilecek, sonra da, bütün bunlar toplu olarak tekrar gözden
geçirilerek, ayetlerin anlaşılmasına ve yorumlanmasına girişilecektir. İşte bu şekilde
yapılan tefsir, (Kur’ân’ın) anlaşılması için daha doğru bir yol ve daha sağlam bir
yönteme dayanmaktadır... Öyleyse en doğru yol, Kur’ân’ın mushaf sırasına göre,
sûre sûre veya bölüm bölüm değil, konu konu tefsir edilmesidir.”482
Emin el-Huli’nin öğrencisi olan Halefullah’ın el-Fennu’l-Kasasî, Mefâhîm
Kur’âniyye, el-Kur’ân ve’d-Devle, el-Kur’ân ve’s-Sevretu’s-Sekâfiyye, el-Kur’ân ve
479
Güngör, Mevlüt, “Tefsîrde Konulu Tefsîr Metodu”, İAD, c: 2, s. 7, Mayıs, 1998, s. 50. Ayrıca bkz:
Hicâzî, Muhammed Mahmûd, el-Vahdetu’l-Mevdûiyye, Kahire, 1970.
480
Şerîf, age, 493.
481
el-Hûlî, Menâhic, s. 229.
482
el-Hûlî, Menâhic, s. 222-223.
142
Muşkilâtu Hayâtine’l-Muasıra, el-Ususu’l-Kur’âniyye li’t-Tekaddum gibi eserlerini
konusal tefsirin örnekleri içerisinde sayılabilir.
el-Hûlî’nin “Kur’ân, Arap dilinin en büyük kitabıdır ve Kur’ân’a, Arap dilinin
en büyük kitabı ve onun edebî etkisi yönünden bakmak gerekir,” 483 görüşü, onun
hareket noktasını oluşturmaktadır. Bu söz, edebî tefsir ekolünün dayandığı en temel
tespit olma özelliğini taşımaktadır. Bu ekole göre, Kur’ân, edebî bir metindir; bu
yüzden, edebî metinlerin incelenmesinde kullanılan edebiyat eleştirisi yöntemleri,
Kur'ân araştırmalarında da kullanılmalıdır484. el-Hûlî’nin bu konuyla ilgili
görüşlerine kısaca değinmemiz yerinde olacaktır. Ona göre, “Kur’ân’a uygulanacak
edebî metod şu çalışmaları gerektirmektedir:
1. Kur’ân tarihini bilmek. Kur’ân’ın yirmi küsur yıl içerisinde, zamanın
şartlarına uygun olarak parça parça nazil olduğunu göz önünde tutmak.
2. Kur’ân’ın nazil olduğu tarihi ve coğrafi arka planı, yani Arabın maddî ve
manevî çevresini tanımak.
3. Kelimelerin incelenmesi, kelimelerin zaman içinde gösterdiği anlam
değişmelerinin kaydedilmesi.
4. Terkiplerin-cümlelerin incelenmesi (nahiv, belağat vs. ilimleri). Ancak
Kur’ân’ı bir nahiv kitabı haline dönüştürmekten sakınılmalıdır.”485
el-Hûlî, yukarıda zikredilen aşamalarının yanı sıra, psikolojiyi de edebiyat
araştırmalarına dahil ettiği486 gibi, Kur’ân tefsiri için psikoloji ve sosyoloji ilimlerini
gerekli görmektedir 487.
el-Hûlî baştan sona bir Kur’ân tefsiri yazmış değildir. Onun fî Emvalihim, elKâdetu’r-Rusûl ve fî Ramadân, eserleri metodunu uyguladığı örnek çalışmalar olarak
kabul edilebilir 488.
Emîn el-Hûli, bir yandan edebiyat araştırmalarının nasıl yapılması gerektiğine
dair, Fennu’l-Kavl ve el-Edebu’l-Mısrî gibi teorik eserler ve makaleler kaleme
alırken, aynı zamanda yöntemini uyguladığı pratik eserler de vücuda getirmiştir.
483
el-Hûlî, Menâhic, s. 229-230)
Bkz: el-Hûlî, Emîn, “De’âimu Nakd”, Mecelletu’l-Edeb, Ekim, 1962, s. 283-285.
485
el-Hûlî, Menâhic, s. 233 vd.
486
el-Hûlî, “el-Belağatu ve İlmu'n-Nefs”, Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesi D., c. 4, s. 135-168,
Kahire, 1939, Menâhic, s. 135-163.
487
el-Hûlî, Menâhic, s. 239-241. el-Hûlî’nin sosyoloji ile ilgili yazma bir eseri de bulunmaktadır:
Nazratu’l-İslâm el-İctimâ’iyye, bkz: Sa’fân, el-Menhecu’l-Beyânî, s. 483.
488
Karataş, a.g.e., s. 124.
484
143
Kurmuş
olduğu
“Medresetu’l-Umenâ”ya
mensup
öğrencilere
yaptırdığı
araştırmaların yanı sıra, kendisi de yöntemini uyguladığı eserler ortaya koymuştur.
Bu eserler içerisinde Mâlik b. Enes489 adlı eserinin kayda değer bir önemi vardır. Bu
eser sıradan bir biyografi çalışmasının ötesinde, Hulî’nin iddialı bir çalışmasıdır. Bu
eserde
Hulî’nin
uyguladığı
yöntemle
Halefullah’ın
el-Fennu’l-Kasasî
adlı
çalışmasında uyguladığı yöntem arasında tam bir uyum görülmektedir.
el-Hûlî
eserini
takdim
ederken,
edebiyatla
tarih
arasındaki
ilişkiyi
vurgulamakta, en iyi biyografi eserlerini edebiyatçıların verebileceğini ifade etmekte
ve bu eserinde yöntemini başarıyla uyguladığını söylemektedir.490
el-Hûlî daha sonra sağlıklı bir araştırmada bulunması gereken özellikleri şöyle
belirtmektedir:
1. Konuyla ilgili kapsamlı malzeme toplama. Bir polis müfettişi veya savcı gibi
hiçbir izi ihmal etmeden toplamak 491.
2. Materyalleri dikkatli bir şekilde eleştiriye (nakd) tâbi tutma. Eski âlimler
buna sened ve metin tenkidi demişlerdir. Bu iki alanda da gereken çalışma
yapılmıştır. Ne var ki, muhafazakâr bir çevrede bulunmanın getirdiği nedenlerden
ötürü, çelişkili pek çok rivayet eleştiriye tâbi tutulmamış ve tarihin tashihine
bırakılmıştır492.
3. Bu rivayetlerin delâlet ve anlamlarını ortaya koyacak biçimde yorumlama 493.
Burada şahsî deneyim ve uzmanlık etkili olmaktadır.
4. İfade ve anlatım aşaması494. Bu aşama yeniden diriliş ve haşr gibidir...
Biyografide bu aşama sanatsal bir adımdır... Ludvig’in de dediği gibi, “Sanatçının
görevi, çeşitli materyallerden tek bir şey yapmaktır.” İşte tarih ile edebiyat arasındaki
ilişkinin temeli budur495.
“Ancak bu eylemde biyografi yazarı, senarist gibi tamamen bağımsız değildir
ve emanete sadık kalmak, taassuptan uzak durmak, taklitten kurtulmak, hevaya
düşmemek ve kaynak-belgelerle sınırlı kalmak zorundadır... Sanatın gerçek anlamı,
subjektifliğin hakim olmasına ve objektifliğin kaybolmasına engel olur. Çünkü
489
el-Hûlî, Mâlik b. Enes, Kahire, 1994. (1. Basım, Kahire, 1951).
el-Hûlî, age, s. 10, 11,12.
491
Age, s. 14.
492
Age, s. 15-16.
493
Age, s. 16.
494
Age,s. 19
495
Age,s. 20.
490
144
gerçek sanat ve doğru edebiyat, bunların sahiplerinin zatları değil, insanî
örneklerdir... Kiralık kalemler ve köleler, kendileri için törenler düzenlense de, hiçbir
zaman gerçek sanatçılar arasına giremezler. En başarısız şey, sesi en çok çıkandır…
Bu çalışmanın sağlam bir yöntemin kök salmasına katkıda bulunmasını umut
ediyorum.”496
el-Hûlî, İmam Mâlik’i incelediği kitabında çevre kavramını bağımsız bir konu
olarak işlemiştir497. Öğrencisi Halefullah’da el-Fennu’l-Kasasî adlı çalışmasında
hocasının yaptığı gibi, çevre konusunda ayrı bir bölüm ayırmıştır.
Şerîf, çeşitli araştırmacıların kanaatlerine de atıfta bulunarak, edebiyat alanında
boy gösteren yenilikçilerin batılı araştırmaların etkisinde kaldıklarını, bu cümleden
olarak,
Emîn
el-Hûlî’nin
tefsirde
bir
yenilik
getirmediğini,
görüşlerinde
Schleiermacher498 (ö. 1834)’den etkilendiğini ve bu zatın görüşlerini intihal ederek
kullandığını ifade etmekte; araştırmacı bu görüşünü, el-Hulî’nin batıya gitmesine,
İtalyanca
ve
Almanca
öğrenmesine
ve
bu
ekolden
araştırmacıların
batı
üniversitelerinde araştırma yapmalarına bağlamaktadır.499
el-Hûlî ve ekolünün ortaya koyduğu anlama yöntemini zayıflatmak için
kullanılan bu argümanı objektif bulmamaktayız. Bir araştırmacının içinde bulunduğu
çevreyle tesir-teessür ilişkisinde bulunaması doğaldır. Ne var ki, her araştırmacı için
geçerli olabilecek böyle bir süreç sebebiyle, el-Hûlî’yi intihalle suçlamak yakışıksız
görünmektedir. Böyle bir yaklaşım, her batı dilini bilen veya batıya araştırma için
gidenleri de aynı ithama maruz bırakmaktadır. Kaldı ki, el-Hûlî’nin batılı
araştırmacıların eserlerinden etkilenmek için batıya gitmesine ihtiyacı da yoktur.
Çünkü özellikle Fransız işgaliyle Mısır’da başlayan nahda hareketi dolayısıyla, pek
çok eser zaten Arapçaya çevrilmiş, hatta, el-Hûlî’nin de hocalık yaptığı Kahire
Üniversitesi’nin yönetimi ve eğitim programlarının düzenlenmesi, çoğu zaman batılı
sorumlulara tevdi edilmiştir.
Bu intihal iddialarını bir tarafa bırakırsak; kanaatimize göre, el-Hûlî üzerinde
Gustave Lanson’un ve onun adına ortaya konan Lansonculuğun daha derin tesiri
496
Bkz: el-Hûlî, age, 20-22 (Özetleyerek).
Bkz: el-Hûlî, Mâlik b. Enes, s.99-155.
498 498
Schleiermacher, metinleri anlamada tarih ile aklı karşı karşıya getiren sorunları ortadan
kaldırmak üzere, bir bilim olarak hermeneutiğin kurulmasına öncülük etmiştir. O, hermeneutiği
evrensel olarak anlama sanatı veya bilimi olarak kurmaya teşebbüs etmiştir. Geniş bilgi için
bkz:Bilen, Osman, Çağdaş Yorumbilim Kuramları, Ankara, 2002, s. 57.
499
Şerîf, a.g.e, s.532-534.; ayrıca bk. Karataş, a.g.e, s. 133.
497
145
vardır. Şerîf’in, bu tesir-teessür ilişkisini görmemesi ve bu konuyu ele almayıp,
söylentilere dayanarak değerlendirme yapması, eserinin değerini düşürmektedir.
el-Hûlî ölümünden bir yıl önce (1965) el-Fennu’l-Kasasî fî’l-Kur’âni’l-Kerîm
kitabının yeni baskısı için kaleme aldığı sonuç yazısında öğrencisini teyit etmiş ve
düşüncelerini ısrarla savunmuştur.
3.13. Emin el-Huli’ye Göre Tefsir Aşamaları
Huli’ye göre Kur’an Tefsiri iki aşamada gerçekleşmelidir. Bunlar:
1. Kur’an etrafında yapılan araştırma.
2. Kur’an içinde yapılan araştırma500. Şimdi de bunları kısaca incelemeye
çalışalım:
3.13.1 Kur’an etrafında yapılan araştırma
a) Kur’an’a yakın özel araştırma. Bu safhada Kur’an ayetlerinin indiriliş
gayeleri ve Kur’an’ın kıraatleri gibi Kur’an’ı anlamamıza yardımcı olacak bilgilere
sahip olunmalıdır501.
b) Kur’an’a uzak genel araştırma: Bu aşamada da Kur’an’ın vahyedildiği
ortam, zaman ve ilk muhataplarla ilgili gerekli bilgiler edinilmelidir. Yani nüzul
ortamının maddi ve manevi çehresi çok iyi araştırılmalıdır. Çünkü Kur’an bu
ortamda indirilmiş, yazılmış, toplanmış, ilk defa o dönemin insanlarına hitap ederek
onların sorunlarını çözmüştür.502
3.13.2. Kur’an içinde yapılan araştırma
a) Kelimelerin incelenmesi: Bilindiği gibi dil sürekli gelişir ve dilde yer alan
kelimelerin anlamları da tarih içinde değişikliklere uğrar. Kur’an, bu gün dahi
kullanılan Arapça ile nazil olmuştur. Ancak Kur’an’da yer alan kelimeler tarih içinde
farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bu durumda tefsircinin görevi, Kur’an ayetlerinde
geçen kelimeler ve vahyedilirken, ilk muhatapların o kelimelerden ne anladığını
500
El-Huli, a.g.e., V. 369;Karataş; a.y.
El-Huli, a.g.e., V. 369; Karataş;a.y.
502
A.g.e., V. 370-371
501
146
tespit etmektir. Bundan sonra o kelimelerin ayetlerde geçtiği yerle incelenerek
kelimelerin Kur’an çerçevesinde kullanıldığı manalar ortaya çıkarılır.503
b)
Terkiplerin
incelenmesi:
Kelimelerin
incelenmesi
bittikten
sonra,
Kur’an’daki cümlelerin anlaşılmasına geçilir. Tabii olarak da Arapça’daki nahiv, sarf
ve belağat kaidelerinden yararlanılır. 504
Seyyid Halil, Emin el-Huli tarafından ortaya koyulan dil-bilim ağırlıklı tefsir
akımının batı kaynaklı olduğunu iddia etmiştir. Halil’e göre bu akımın ilkeleri batıda
yapılan edebi çalışmaların bir sentezidir. İbrahim eş-Şerif de Halil’in bu tespitine
katılmaktadır505. Zira O, yıllarca Almanya ve İtalya’da kalmış ve batıdaki edebiyat
alanındaki çalışmaları inceleme fırsatı bulmuştur. Huli, doğal olarak batıda dil
alanında geliştirilen metodlarla doğu kültüründen elde etmiş olduğu metodları
mezcetmeye çalışmıştır. O’nun ilmi çalışmalarında her iki kültürün de izlerini
görmek mümkündür.506
Tabii bilimler ağırlıklı tefsir akımını incelerken bu akımın prensiplerinden
bahsetmiştik. Bu akımın müntesipleri her asırda Kur’an’ın, o asra uygun bilimsel
verilerle yeniden yorumlanması gerektiğini iddia etmektedirler. Yani onlara göre
Kur’an ayetleri, birbirinden bağımsız farklı manalar taşıyabilir. Bu durumda
denilebilir ki, ‘öznel (subjektif) anlama’da objektiviteden, nesnellikten yanadır.
Şüphesiz ki Kur’an tesirinde öznel veya nesnel anlama, bir takım nedenlerle
gündeme
gelmektedir.
“Öznel
anlama”
taraflısı
olanlar
İlahi
Mesajın
evrenselliğinden hareket etmektedirler: Kur’an her çağda, o çağın gerektirdiği bilgi
birikimi ile yorumlanabilmeli, her dönemin insanına farklı mesajlar sunabilmelidir.
Aksi taktirde Kur’an, evrensel olma özelliğini kaybeder.507 Buna karşılık “nesnel
anlama”dan yana olanlar, Kur’an’ın “beliğ” olma özelliğini esas alarak şu gerekçeyi
ortaya koyarlar: Kur’an açık bir Arapça ile, belli bir zamanda vahyedilmiştir. Ve
Kur’an’ın ilk muhatapları onu anlamışlardır. O dönemden sonra keşfedilen bir takım
bilimsel gerçeklerle Kur’an ayetlerinin anlaşılması, onun ilk muhatapları tarafından
503
A.g.e., V. 371-373
El-Huli, a.g.e., V. 372-373
505
Eş-Şerif, a.g.e., s. 532-534
506
Zeki, Ahmed Kemal, “el-İnsanu’l-Hurr”, Mecelletu’l-Edeb, Kahire, 1995, s. 59-61
507
Eş-Şerif, a.g.e., s. 514, 537; Hatip, a.g.e., s. 7-8 ayrıca bkz. Mahmud Mustafa, el-Kur’an, Daru’lMearif, ts. Kahire, s. 6-7, 238-255.
504
147
anlaşılmadığı anlamına gelir. İlk muhatapları tarafından anlaşılmayan bir kitap beliğ
olamaz.508Bu sorun, bu günkü tefsir çalışmaları içerisinde önemini korumaktadır.
Dil-bilim ağırlıklı tefsir hareketi içinde yer alıp, tam anlamıyla Emin el-Huli
gibi düşünmeyen ilim adamları da vardır. Mesela Mustafa Sadık er-Rafii
(ö:1356/1937) bir taraftan “Kur’an, ilk muhataplarına onların anlamadığı hiçbir şey
getirmemiştir.”509 iddiasında bulunurken, diğer taraftan çağdaş bilimsel verilerle
Kur’an’ın tefsir edilebileceği kanaatindedir 510. Çünkü Rafii, aynı Kur’an ayetinin
farklı zamanlarda farklı anlamlar taşıyabileceği düşüncesini taşıyordu511. Seyyid
Kutub’un tefsiri, hem Kur’an’ın rehberlik yönünü öne çıkaran tefsir akımı için, hem
de dil-bilim ağırlıklı tefsir çalışmalır için bir örnek hem de dil-bilim ağırlıklı tefsir
çalışmaları için bir örnek sayılmalıdır512. Seyyid Kutup, Kur’an’ı tefsir ederken
psikoloji ve sosyoloji ilminden oldukça yararlanmıştır513. Bu yönüyle de Emin elHuli’nin tefsir
bulunmaktadır
514
anlayışı
ile Seyyid
Kutub’un
metodu
arasında
benzerlik
.
Aişe Abdurrahman da Emin el-Huli’nin tefsir anlayışını esas almaktadır. Yine
Muhammed Ahmed Halefullah, Muhammed Şükrü Iyad, Abdulvehhab Neccar,
Muhammed Kutub, Ali Abdulazim dil-bilm ağırlıklı tafsir akımının tesiri altında
kalarak eserler te’lif etmişlerdir515.
Emin el-Huli’nin üzerinde durmuş olduğu diğer bir husus ise Konulu Tefsir
yöntemidir 516. Aişe Abdurrahman da, günümüz tefsir çalışmalında sık sık gündeme
getirilen bu yöntemden bahsetmete; onu günümüzün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir
tefsir metodu olarak görmektedir517. Nitekim eserlerinde bu metottan yararlanmıştır.
Burada konulu tefsir metodunu kısaca ele almak yerinde olacaktır.
508
El-Huli, a.g.e., V. 359-360; Abdurrahman, Aişe, el-İ’cazu’l-Beyani li’l-Kur’ani’l-Kerim, Daru’lMearif, II. Baskı, tarihsiz, Kahire, s. 96
509
Er-Rafii, Mustafa Sadık, İ’cazu’l-Kur’an ve’l-Belağatu’n-Nebeviyye, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire,
1995, s.157
510
A.g.e., s. 118, 125-26; Rafii, Mu’minun suresinin 12-14. ayetlerini modern bilimsel verileri de
kullanarak tefsir etmektedir. Bkz. A.g.e., s.131-135.
511
A.g.e., s. 118
512
Kutup, Seyyid, Fi Zılali’l-Kur’ân, Daru’ş-Şuruk, 1988, VI. 3804,3817,3833,3846
513
Sarmış, İbrahim, Bir Edebiyatçı Olarak Seyyid Kutub c. 2, Fecr Yayınevi, Ankara 1993, II. 129132
514
Huli, a.g.e., V. 373, eş-Şerif, a.g.e., s114, 576
515
Eş-Şerif, a.g.e., s. 611
516
El-Huli, a.g.e., V. 368.
517
Abdurrahman, Aişe, et-Tefsiru’l-Beyani I. 17-18
148
3.14. Konulu Tefsir Metodu
Kur’an’ın geleneksel metodla tefsir edilmesi, günümüzün değişen şartlarına
cevap verememektedir. Kur’an, bu günün sosyal, kültürel, ekonomik ve benzeri
şartlarına ve günümüz insanının ihtiyaçlarına ve günümüz insanının ihtiyaçlarına
uygun bir metod ile tefsir edilmelidir. Bu yüzden birçok ilim adamı konulu tefsir
metodunun önemi üzerinde durmaktadır518.
Konulu tefsir, Kur’an ayetlerinin mushaftaki tertibine göre değil, herhangi bir
konu etrafında tefsir edilmesi esasına dayanır. Kur’an tefsiri ile ilgili Hz. Peygamber
ve Ashab-ı Kiram’dan gelen bir kısım rivayetler bu metodun ilkelerini
hatırlatmaktadır519. Nitekim Hz. Peygamber’in tefsirinin özelliklerinden biri sayılan
Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri bu yöntemde geniş yer tutar. Bu nedenle konulu tefsir
metodu tarihi süreç içinde gelişen bir metod olarak kabul edilebilir 520. Ancak söz
konusu metodun, ilkelerinin ve özelliklerinin “et-Tesiru’l-Mevdûî” ismi altında tespit
edilmesi asrımızda olmuştur. İlk defa Ezher Üniversitesi, Usulu’d-Din Fakültesi
Tesir Bölümü dersleri arasına bu ismi taşıyan bir ders konulduğu bilinmektedir 521.
Ayrıca bu metodun bu günkü anlada ortaya çıkmasına batıdaki edebi çalışmaların
etkili olduğu kanaati mevcuttur. Çünkü batıdaki çalışmalardan etkilendiği kuvvetle
muhtemel olan Emin el-Huli, bu metodun da çağımızdaki ilk temsilcilerindendir 522.
O, ortaya koymaya çalıştığı dil-bilim ağırlıklı tefsir akımı içinde bu metoda yer
vermiştir523. Öte yandan konulu tefsirle ilgili çalışma yapan ilim adamları, tarih
içerisinde bu metoda benzer bir üslupla te’lif edilen bazı eserleri zikretmektedirler 524.
Başta Abduh ve talebeleri olmak üzere Kur’an tefsirinde aklı ön plana çıkaran
tefsirciler Kur’an’da konu birliğinin mevcudiyetine inanırlar. Hatta Abduh, Kur’an
tefsirlerinde yer alan bazı rivayetleri, bu rivayetlerin yer aldığı surelerin konu
518
Koç, a.g.e., s32.
Faramavi, Abdulhay, el-Bidaye fi Tefsiri’l-Mevdui, Kahire 1977, s. 53-54
520
Koç, a.g.e., s33.
521
Muslim, Mustafa, Mebahis fi Tefsiri’l-Mevdûî, Daru’l-Kalem, Dımeşk 1989, s. 17.
522
Eş-Şerif, a.g.e., s 493.
519
523
El-Huli, a.g.e., V. 368.
Muslim, a.g.e., s19-23; Ebu Talib, Mesmu’ Ahmed, el-Menhecu’l-Mevduiyye fi’t-Tefsir, Daru’tTabaati’l-Muhammediyye, Kahire 1994, s. 12-18
524
149
bütünlüğüyle ilgisiz gördüğü için reddedebilmiştir525. Mustafa Muslim’e göre Konulu
Tefsir’i üç başlık altında incelemek mümkündür526:
1- Kur’an’da yer alan herhangi bir kelime, Kur’an’ın bütünlüğü içinde ele
alınır. O kelimenin geçtiği tüm ayetlerdeki anlam ve dil özellikleri üzerinde durulur.
Bu şekilde söz konusu kelimenin Kur’an’da hangi mana veya manalarda kullanıldığı
tespit edilmiş olur. Daha sonra da kelimenin yer aldığı ayetlerin tefsirine geçilir.
Rağıp el-İsfehani’nin “Mufredatu Elfazi’l-Kur’an” adlı eseri, bazı özellikleriyle bu
kısma girebilecek bir örnek olarak kabul edilebilir 527. Aişe Abdurrahman’ın “etTefsiru’l-Beyani” adlı iki ciltlik eserini de bu gruba dahil edebiliriz.
2- Kur’an-ı Kerim’de yer alan herhangi bir konu ile ilgili ayetler nuzul sırasına
göre bir araya getirilir. Bu ayetlerin tamamı göz önünde bulundurularak Kur’an’ın o
konuya bakışı ortaya çıkarılır. Bu gün din eğitimi veren fakültelerin tefsir
kürsülerinde hazırlanan yüksek lisans ve doktora tezlerinden bazıları bu gruba
girmektedir. Bunlar “Kur’an’a Göre İnsan”, “Kur’an’a Göre Vahy” gibi isimler
altında yapılan çalışmalardır528.
3- Kur’an-ı Kerim’deki herhangi bir sure üzerinde durulur. Surenin ana konusu
ya da konuları ele alınıp incelenir. Çağdaş tefsircilerden Seyyid Kutub, “Fi Zılali’lKur’an” adlı eserinde bu metoddan yararlanmıştır. O, ayetleri tefsir etmeye
başlamadan önce, o ayetlerin yer aldığı surelerin içerdiği konulara kısaca
değinmektedir. Abdullah Mahmud Şahhata ve Muhammed el-Gazali bu gruba
girebilecek eserler kaleme almışlardır529.
Çağdaş ilim adamları konulu tefsir’in ne olduğu hususunda tam bir görüş
birliğine varamamışlardır. Bazıları yukarda yaptığımız üçlü sınıflandırma içinde son
iki grubu da konulu tefsir kapsamına alırken, bazıları da yalnızca ikinci gruba
girebilecek eserleri konulu tefsir çalışması olarak kabul etmişlerdir530.
525
Er-Rumi, a.g.e., s. 223-226, 233-235.
Bkz. Muslim, a.g.e., s.17-29.
527
Koç, a.g.e., s 34.
528
Bkz. Güngör, Mevlüt, “Tefsirde Konulu Tefsir Metodu, İslami Araştırmalar Dergisi 1988, cilt 2,
sayı 7, sayı 8, s. 53-54.
529
Şahhata, Abdullah Mahmud, Ehdafu Kulli Sure ve Mekasiduha fi’l-Kur’ani’l-Kerim, el-Hey’etu’lAmme lil’l-Kitab, Kahire 1986; Gazali, Muhammed, Nahve Tefsiri’l- Mevdûî li Suveri’l-Kur’ani’lKerim, Daru’ş-Şuruk, Kahire 1992 (3 cilt).
530
Eş-Şerif, a.g.e., s. 452-454; Derdir, Abdulaziz, et-Tesiru’l-Mevdûî li Ayati’t-Tevhid fi’l-Kur’ani’lKerim, Mektebetu’l-Kur’an, Kahire ts., s. 9.
526
150
Özet olarak Edebi Tefsir Ekolü Kur’an’ı anlama metoduyla ilgilenen bir
ekoldür531.
Kullandıkları malzeme itibarıyle tefsirler rivayet ve dirayet olmak üzere ikiye
ayrılırlar. Ancak yöntemleri yönüyle araştırmacılar onları dört kısma ayırırlar, şöyle
ki:
a) Tahili Tefsir: Mushaftaki tertibe uygun olarak bir ayet, sure veya Kur’an’ın
tamamını bu tertip içerisinde ele alan tefsirlerdir. Bu tefsirlerde her bir ayetin öncesi
ve sonrasıyla münasebeti, nuzul sebebi, ayette geçen kelimeler vs. gibi hususlar
incelenir. Böylece ayetin anlamı ortaya konulmaya çalışılır.
b) İcmali Tefsir: Ele aldığı ayet veya ayetlerin hedefini özet olarak ele alan,
ayrıntılara girmeden kimi kelimelerin incelikleri üzerinde duran, bu arada nuzul
sebebi ve benzeri hususlar üzerinde durarark genel anlamı ortaya koymaya çalışan
tefsir çeşididir.
c) Karşılaştırmalı Tefsir: Önceki müfessirlerin görüşlerini derleyip bunlar
arasında tahliller yaparak sonuca varmaya çalışan tefsir çeşididir.
d) Konulu Tefsir: Edebi Tefsir Eğilimine sahip olanların öne çıkardıkları tefsir
eğilimidir.
Bir örnek:
Aişe Abdurrahman, Duha suresinin tefsirine giriş yaparken müfessirlerin,
surenin nuzul sebebinin, peygamberliğin ilk dönemindeki vahyin kesilmesi
olduğunda ittifak ettiklerine dikkat çektikten sonra surenin şu ilk iki ayetini şöylece
tefsir etmektedir:
“Kuşluk vaktine andolsun. Sakinleştiği vakit geceye de”532.
Sure, kasem “vav”ı ile başlamaktadır. Önceki müfessirler arasında hakim
görüşe göre bu Kur’ani yemin, kendisine yemin edilenin (maksudun bihin) şanını
yüceltme anlamı taşımaktadır. Nitekim İbnu Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir:
“Yüce Allah’ın yaratıklarından bazısına yenin etmesi, kendilerine yemin edilen
yaratıklarının önemli ayetlerinden olduklarına delildir.”533
531
A.g.e., s. 158.
93 Duhâ, 1-2
533
El-Cevziyye, İbnu’l-Kayyum, Et-Tibyân fî Aksâmi’l-Kur’an, s.1
532
151
Bu anlayış önceki müfessirlere hakim olmuş ve bunun bir sonucu olarak,
Kur’an’da her “vav” harfiyle yapılan yeminlerdeki ta’zim yönünü ortaya koymak
için bir takım zorlamalara gitmelerine neden olmuştur.
Mesela geceye yapılan yeminde, gecenin yaratılmasındaki ve onun örtü ve
sükun vakti kılınmasındaki ilahi hikmetin farkına vardıklarında tazim yönü ortaya
çıkabilmektedir. Ne var ki onlar, “Duhâ” suresinin bu ayetinde yalnızlık anlamını ve
onun hüzün vakti olduğunu gözlemlemiş ve belki de bun ölüm sessizliği, kabil
karanlığı ve yabancılık hissi ile yorumlamışlardır534 ki bunda ta’zim anlamı ancak bir
takım zorlamalarla izah edilebilir 535.
Mesela Muhammed Abduh, kuşluk vaktine yapılan yemindeki ta’zim yönünü
açıklamakta bir zorluk çekmemektedir. “Işığa yemin edilmesi, ışığın durumunu ve
ondaki nimetin değerini ta’zim ve onun, Allah’ın büyük ayetlerinden bir ayet ve yüce
nimetlerinden olduğuna dikkatlerimizi çekmek içindir.” Ne var ki Abduh-kendisiyle
yemin edileni ta’zim edilmesi düşüncesinin baskısı altında- gecenin ta’zim yönünü
yakalamada zorlanmakta ve şöyle demektedir: “Geceye yemin edilmesine gelince,
çünkü gece insanı korkutan, onu hareketlilikten içe kapanıklığa iten, zoraki bir
durgunluğa ve eli-kolu bağlılığa sebep olan bir vakittir. Bu öyle korkutucu bir
baskıdır ki ne sebeplerini ihata edebilirsin ve ne de ayrıntılarını kuşatabilirsin. Daha
çok ilahi hakimiyet ve kuşatıcı baskıya benziyor. Seni çepeçevre kuşatıyor ama
nereden seni hakimiyeti altına aldığını bilemiyorsun. Gece de bunun tecellilerinden
biridir. Ayrıca bu sessizlikte beden ve aklın dinlenmesi, gün aydınlığındaki
yorgunluğun atılması ve sayılamayacak daha pek çok yararları vardır”536.
Onlara şu uyarıda bulunuyoruz: Onlar ta’zimi sadece gecede arıyorlar Halbuki
ayette gece, “sakinleştiği vakitle” kayıt altına alınmış; bununla sınırlandırılmıştır.
Nitekim şu ayetlerde farklı bir çerçeve ile sınırlandırılmıştır:
“Gittiği vakit geceye andolsun.” 537 vs.
Yine şu uyarıda bulunmak istiyoruz: Burada ve “Vav” harfiyle yapılan
yeminlerin çoğunda kendisine yemin edilenin ta’zim ile yaratılışındaki hikmeti
birbirine karıştırmışlardır. Halbuki hikmetsiz yaratılmış hiçbir şey yoktur. Hikmet
534
Er-Razi, Fahruddin, et-Tefsiru’l-Kebir, Tahran, ts., VIII. s. 420.
Şimşek, a.g.e., s160
536
A.g.e., s. 161.
537
81 Tekvir, 17.
535
152
açıktır veya gizlidir, ama mutlaka vardır. Ta’zim işine gelince, kendisine yemin
edilendeki görünen hikmet yönü açıklamakla ortaya konulması o kadar kolay
değildir.
Aişe Abdurrahman bu girişten sonra Kur’an-ı Kerim’de ‘vav’ harfiyle yapılan
yeminlerin büyük çoğunluğunun, kendisine yemin edilenin şanını yüceltmekten çok
belli bir anlamı beyan etmeye yöneldiğini söylektedir. Ona göre bu harfle yapılan
yeminlerde somut ve herkesçe muşahede edilen şeylere yemin edilerek soyut bir
anlamı isbat etmeye yönelinmektedir. Nasıl kuşluk vakti güneş parıldadıktan bir
müddet sonra gecenin sükûnet ve karanlığı çöküyor ve karanlıkla sükûnetin çöküşü,
tekrar güneşin parıldamasına engel değilse vahye ara verilmesi, tekrar gelişine engel
değildir. Hem karanlıkta dinlenme ve ertesi güne daha dinç olarak işe koyulmak için
bir hazırlık da söz konusudur. İşte vahyin kesilmesinin nedeni budur. Allah’ın
peygamberden vazgeçmesi değildir538.
Aişe Abdurrahman, daha sonra ayetlerde geçen “duhâ” ve “secâ”
kelimelerinin anlamlarına dair müfessirlerin söylediklerini naklettikten sonra Arapça
sözlüklerle Kur’an’daki kullanılışlarına dikkat çekerek bu iki kelimenin anlamlarını
tespit etmeye çalışmaktadır539.
Aişe Abdurrahman’ın bu yorumları, Edebi Tefsir Metodunun tatbiki yönünden
örnekler teşkil eder.
538
539
Bkz. Şimşek, a.g.e., s.162
Abdurrahman, Aişe, a.g.e., 23-30
153
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. KUR’AN KISSALARI
Kur’an kıssaları, edebi açıdan ele alınmış bir konu olması hasebiyle, tezimizin
ilgi alanı içindedir. Diğer bir taraftan, tezimizin esas konusunu teşkil eden Emin elHuli’nin de, Kur’an’daki kıssalarla ilgili olarak doktora seviyesinde bir tez
hazırlayan Muhammed Halefullah’a tez danışmanlığı yapması sebebiyle edebi
tefsirle, dolaylı da olsa alakalıdır. Bütün bu nedenlerden ötürü, kıssalar ve kıssalar
çerçevesinde ele alınan konuları ve Muhammed Halefullah’a yöneltilen eleştirileri
ele almayı uygun buluyoruz.
Kapsam açısından incelendiğinde, kıssalar, Kur’an-ı Kerim’in önemli bir
bölümünü teşkil ettiği görülecektir. Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar incelendiğinde ise,
kıssaların insana tarihi bir perspektif açısı kazandırmak ve geçmişten ibret alarak
geleceğe yön verme noktasında bazı ipuçları verdiği görülecektir.
Kur’an-ı Kerim’in temel özelliklerinden birinin hidayet olduğu bilinen bir
husustur. İnsanları eğitmek ve onları hidayete kavuşturmak değişik eğitim
metotlarına başvurmayı gerektirir. Kur’an-ı Kerim incelendiğinde bu metotları
kullandığı görülür. Toplumlara hakim değişmez kanunlar bulunduğuna göre geçmiş
toplumların başından geçen olaylar, gelecek toplumların eğitiminde başvurulması
gereken hususlardır. Kur’an-ı Kerim de bu yola başvurmuştur. Hatta bu olaylar onda
önemli bir yer işgal etmektedir. O, naklettiği bu olayların gayelerini iki maddede
özetlemektedir:
1-Peygamber’i teselli etmek, irade ve azmini bilemek;
2- İnsanları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak.
Hakka davet etmek meşakkatli bir yoldur. Bütün peygamberler bu yolda çeşitli
zorluklarla karşılaşmışlardır. Peygamberimiz de benzeri zorluklarla karşılaşacaktı.
Hatta onun yolunu izleyen tabileri de bu tür zorluklarla karşılaşacaklardı.
Karşılaşılan bu zorluklar, Peygamber’i üzecek ve bir peygamber de olsa kendisini
yalnızlık duygusuna itecekti. Yüce Allah, önceki peygamberlerin de benzeri
zorluklarla karşılaştıklarını, fakat bu zorlukların onları yollarından alıkoymadığını,
sebat
ederek
direndiklerini
ve
neticede
başarıya
ulaştıklarını
anlatarak
Peygamberimizi teselli etti. Böylece kendisinin de bir gün bu zorlukları aşacağını
anlattı.
154
Kur’an-ı Kerim, toplum kanunlarının değişmezliğini özenle vurgulamaktadır. O
halde geçmişi tanımak, gelecek için önemlidir. İşte bu bağlamda geçmiş dönemlerde
yaşayan peygamberlerle toplumların başından geçenler insanlar için ibret alınacak
şeylerdir 540.
Günümüzde edebi türler arasında en gelişen roman ve hikâye türleridir.
Bilindiği gibi roman ve hikâyelerde olayların gerçekliği aranmaz. Hatta gerçek bir
olayı konu alsalar bile yazar, olaylar arasındaki boşluğu doldurur ya da okuyucuya
vermek istediği mesaj doğrultusunda olaylara yön vermeye çalışır. Bu yolla ortaya
konulan edebi türlerin toplumların yönlendirilip eğitilmelerinde, hayata bakış
açılarında birtakım etkilerinin olduğu da inkâr edilemez.
Çağımızın ilimler arasında çekidüzen verdiği ilim dallarından biri de tarihtir.
Artık daha çok belgelere önem verilmekte ve belki de daha önce verilmeyen ve tarihe
gerçekten ışık tutan belgeler, sözgelimi kazılar ve bu kazılarda elde edilen bulgular
değerlendirilmektedir. Tarih araştırmaları için bu tür belgelerin elde edilebilmesi de
maddi imkan, teknoloji ve ciddi disiplin isteyen bir iştir. Roman ve hikaye gibi bazı
edebi türlerin gerçeklere dayanmıyor olsalar bile toplumu etkilediklerini göre ve
Batılı müsteşriklerin saldırıları karşısında psikolojik yenilgiye uğramış bazı
Müslüman
araştırmacılar,
Kur’an
kıssalarının
gerçek
olaylara
dayanma
mecburiyetlerinin bulunmadığını; kıssaların hikmetlerinin insanların ibret almaları
olduğunu ve onlardan ibret alınması için de gerçek olmalarının gerekmediğini
savunurlar.
Kıssalarla ilgili görüşlere geçmeden önce, bu kelimenin anlamları ve Kur’an-ı
Kerim’deki kullanımları üzerinde kısaca durmakta yarar görüyoruz.
4.1. Kıssa Kelimesinin Anlamları
1. ‘Kıssa’ ve ‘Kasas’ ifadeleri: Kur’an-ı Kerim’de kıssalar için ‘k-s-s’
kökünden türeyen ve mastar yerine de kullanılan, ancak isim olan ‘kasas’ ifadesi
kullanılmaktadır ki bunun da fiil hali ‘kassa’ dır. ‘Kıssa’ ve bunun çoğulu olan
‘kıssa ifadeleri de aynı kökten türemiş olmakla birlikte, Kur’an-ı Kerim’de
kullanılmamaktadır. ‘Kassa’ –‘kasas’ ifadelerinin sözlük anlamlarını şu şekilde
sıralamak mümkündür:
540
Şimşek, a.g.e., s. 439-440.
155
a-‘İktesse eserehu’(:izini takip etti) örneğinde olduğu gibi, iz sürmek, uymak.
Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’deki kullanımına göz atarsak: “ Musa’nın annesi,
Musa’nın kız kardeşine: ‘Onun izini takip et’ dedi. (Kasas, 28/11) ve “Hemen
izlerinin üzerine geri döndüler” (Kehf, 18/64) ayetlerinde bu anlamda kullanılmıştır.
b- Birine bir şeyi aktarmak, bildirmek, anlatmak: “Biz sana onların
haberlerini hak ile anlatıyoruz.” (Kehf, 18/13) ve “(Babası:) Yavrucuğum! dedi,
ruyanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar!” (Yusuf, 12/5)
ayetlerinde bu anlamda kullanılmıştır.
c- Kesmek, makasla kesmek,
d- Göğüs, göğsün başı veya ortası, bir şeyin veya bir konunun önemli
kısmı541
Yukarıda kök anlamı için ifade ettiğimiz iz sürmek, bir kimseye veya bir şeye
ait olayları adım adım takip etmek veya bu olayları anlatmak anlamlarına uygun
olarak, kasas veya kıssa ifadelerinin ıstılahtaki anlamını şu şekilde ifade etmek
mümkündür: İnasanların ibret almalarını ve hidayete ulaşmalarını sağlamak
amacıyla, çoğunlukla zaman ve mekandan soyutlanmış, geçmiş peygamberler ve
kavimleri ile veya geçmiş toplumlarla ilgili Kur’an-ı Kerim’de anlatılan olaylara
kıssa denir. Kıssalarla, tarihin derinliklerinde kalan ibret yüklü olayların izi
sürümlükte ve bu olaylarla ilgili bilgi verilmektedir542.
4.2. Kur’an Kıssaları ile ilgili Çalışmalar ve Mahiyeti
Çağımıza gelinceye kadar pek çok İslam alimi, Kur’an’daki kıssaları ele alan
alimlerin geneli, yukarıda da belirttiğimiz gibi, genellikle kıssaların öğüt ve ibret
yönlerine vurgu yapmışlardır. Çağımızda ise bu durum biraz daha farklı bir yöntemle
ele alınmıştır. Özellikle Mısır’da Muhammed Abduh; Hindistan’da ise Seyyid
541
İsfehani, Rağıb, Mufredatu Elfazi’l-Kur’ân, thk. Safvan Adnan Davudi, Daru’ş-Şamiyye, Beyrut
1992, s. 671-672; Zemahşeri, Mahmud b. Ömer, Esasu’l-Belağa, Daru Sadır, Beyrut 1992, s. 510; İbn
Manzur, Ebul’l-Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mukrim, Lisanu’l-Arab, Daru Sadır, Beyrut 1968,
VII, 73-77; ez-Zebidi, Muhibbuddin Murtada b. Muhammed, Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kamus,
Daru Libya, Bingazi, ts. IV, 431-433
542
Yıldırım, Suat, “Kur’an-ı Kerim’de Kıssalar”, Atatürk Ü. İlimler Fak. Dergisi, 1979/3, s. 38; Kılıç,
Sadık, “Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar”, 1. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Yay. Ankara 1994, s.
88-89; Görgün, Tahsin, “Kur’an Kıssaları’nın Neliği (Mahiyeti) Üzerine” Kur’an Kıssalarının Anlam
ve değeri, IV. Kur’an Sempozyumu, Fecr Yay. Ankara 1998, I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı yay.,
Ankara 1994, s. 134-135; Macdonald, D.B., “Kıssa” İslam Ansiklopedisi, MEB. Yay., İstanbul 1977.
VI, 771.
156
Ahmed Han, Kur’an kıssalarını farklı bir sistem üzerine inşa etmeye gayret
etmişlerdir543.
Kur’an kıssaları ile ilgili Muhammed Abduh’un dikkat çekici görüşleri vardır.
Özellikle Kur’an kıssalarının gerçekliğini sorgulama konusunda öncülük etmiştir544.
O’na göre Bakara, 2/102. ayette sihirden söz edilmesi, insanların sihir konusundaki
inanç ve düşüncelerinin ispatlanmasını gerektirmez. Zira kıssalar, tarih bilgisi
sunmak veya geçmiş toplumlar hakkında serdedilen haberlere inanılmasını sağlamak
amacıyla değil, öğüt ve ibret amacıyla Kur’an’da yer verilmiştir. Bu nedenle, özünde
doğru olmasa bile, muhataplarca kullanılan ifade ve tabirlere olduğu gibi yer
verildiği durumlar oluşmuştur545. Abduh’un bu yaklaşımına bir örnek vermek
gerekirse: Allah’ın meleklere; ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ (Bakara,
2/30) demesini, Adem’in yaratılmasını, meleklerin ona secde etmesini, sonrasında
onu baştan çıkarıp cennetten çıkarmasına neden olmasını belirten ilgili tüm ifadelerin
temsil kabilinden olduğunu belirterek, bu ayetlerde kastedilenin insanın yaratılmasını
ve kendisine verilen güçleri anlatmak olduğunu ifade eder546. Abduh’un benzer
tarzda yaklaşımını gösteren bir diğer örnek de Hz. İbrahim’in ölüyü nasıl dirilttiğini
kendisine göstermesi için Allah’a dua etmesini, sonrasında da kuşlarla olan
münasebetini anlatan ayetleri de aynı şekilde temsil babında değerlendirmiştir.
Ayette geçen ‘surhunne ileyk’ ifadesindeki ‘surhunne’ kelimesi, geleneksel
tefsirlerde çoğunlukla ‘parçala’ şeklinde anlaşılmıştır. Oysa Abduh bu kelimeye,
‘itaate alıştır’ şeklinde anlam vermiştir. Böylece Hz. İbrahim’e kuşları alıştırması,
sonrasında da
her birini
bir yere bırakması ve bunun akabinde farklı yerlere
bıraktığı kuşları çağırması halinde kuşların yer ve mesafe farklılığına rağmen
kendisine geleceklerinin ifade edildiğini belirtmiştir547.
Her ne kadar konuyu değişik tarzda ele alsalar da, her ikisi de bu konuda
müstakil eser vücuda getirmiş değillerdir.
543
Demir, Şehmus, Mitoloji Kur’an Kıssaları ve Tarihi Gerçeklik, Beyan Yay., İst. 2003, s. 7-8.
*Dr. Şaban Karataş, Marmara İlahiyat Fakültesi’nde Prof. Dr. Sadettin Gümüş yönetiminde,
Halefullah’ın bu eseri ile ilgili olarak doktora seviyesinde bir tez hazırlamıştır.
544
Demir, a.g.e., s.99.
545
Abduh-Muhammed-Rıza, Reşid, Tefsiru’l-Menar, Mektebetu’l-Kahire, Mısır, 1960, I., s. 399;
ayrıca bk. Halefullah, a.g.e., s.173; Ebu Zeyd, Nasr Hamid, “Tarihte ve Günümüzde Kur’an Te’vili
Sorunsalı” çev. Ömer Özsoy, İslami Araştırmalar, cilt 9, 1996/1-4 (24-44)
546
Abduh-Rıza, I,263,269; Abduh, Muhammed, Risaletu’t-Tevhid, Mektebetu’l-Kahire, Mısır,
1379/1960 s. 88 vd.; Ebu Zeyd, a.g.e., s. 34-35.
547
Abduh-Rıza, III,55; Ebu Zeyd, s. 35.
157
Farklı bölgelerde yaşamış olmakla birlikte, aynı dönemde yaşamış olan Abduh
ve Ahmed Han, diğer müfessirler gibi kıssalardaki amacın tarih bilgisi sunmak
olmadığı konusunda birleşmektedirler. Ancak herkesçe kabul edilen bu düşüncenin
devamında, ‘kıssalardaki amaç tarih bilgisi sunmak olmadığına göre, içeriklerinin
de tamamıyla doğru olması gerekmez. Ayrıca bu durum Kur’an’ın sıhhatine ve
yapısına halel getirmez.’ şeklinde bir çıkarımda bulunurlar548.
Bu hususta bariz bir şekilde ortaya çıkan şahıs, yine bir Mısırlı alim olan ve
tezimizin konusunu teşkil eden ve Emin el-Huli’nin de tez danışmanlığını yaptığı
Muhammed Ahmed Halefullah’tır.
1950’lerde Mısır’lı araştırmacı Muhammed Ahmed Halefullah, hazırladığı “elFennu’l-Kasasi fi’l-Kur’an”549 isimli doktora tezinde, Kur’an’daki kıssaların tarihi
gerçekliklerinin olmadığı, başka bir ifadeyle belirtmek gerekirse, Kur’an’ın asıl
amacının tarih bilgisi vermek olmadığıdır. O dönemde tezin lehinde ve aleyhinde
çok şey yazıldı. Hatta bu tezi nedeniyle müellifi üniversite hocalığından
uzaklaştırıldı550. Ancak onu takiben birçok modernist bu görüşün savunucusu oldu.
Halefullah’a kıssalar hususunda öncülük edenin özde Muhammed Abduh
olduğunu ve Abduh’un kıssalar konusunda ifade ettiğini belirtmek yerinde
olacaktır551. Ayrıca onun kıssalarla ilgili eserinde, Abduh’un Menar adlı eserinden
sıkça
alıntılar
desteklemektedir
yapması
552
ve
Abduh’a
paralel
görüşler
serdetmesi
bunu
.
Halefullah’ın tez hocalığını üstlenen Emin el-Huli de akademik hayatını
tehlikeye atmak pahasına Halefullah’ı desteklediğini dile getirir ve bunu her fırsatta
beyan eder 553.
548
Abduh ve Ahmed Han’ın görüşleri hakkında geniş bilgi için bk. Demir, Şehmus, Kur’an’ın Yeniden
Yorumlanması, İnsan Yay., İstanbul, 2002, s. 45 vd.
549
Karataş, Şaban, Muhammed Ahmed Halefullah, Eserleri ve Kur’an Tefsiri İle İlgili Görüşleri
(Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2002, s. 100
550
Halefullah’ın bu eseri ile ilgili meydana gelen olaylar hakkında bk. Menna’u’l-Kattan, Mebahis fi
Ulumi’l-Kur’an, Muessesetu’r-Risale, Beyrut 1994, s. 308-309; Ebu Zeyd, a.g.e., s. 36; Baljon,
J.M.S., Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, çev. Şaban Ali Düzgün, Fecr Yay., Ankara 1994.;
Karataş, Şaban, Muhammed Ahmed Halefullah, Eserleri ve Kur’an Tefsiri İle İlgili Görüşleri
(Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2002, s. 100
551
Bk. Karataş, Şaban, a.g.e., a.y.
552
Demir, Şehmus, Mitoloji Kur’an Kıssaları ve Tarihi Gerçeklik, s. 104-105.
553
Halefullah’ın eseri için yazmış olduğu önsözde, Huli, Halefullah’ı desteklediğini belirtir. Bk.
Halefullah, a.g.e., önsöz kısmı; ayrıca bk. Karataş, s. 165-167.
158
Halefullah’ın iddiasına göre birçok ayette müşriklerin Kur’an hakkındaki
“evvelkilerin masalları; esatiru’l-evvelin” nitelemelerine yer verildiği halde, hiçbir
ayette bu iddiaları reddedilmiş değildir. Sadece Kur’an’ın başkası tarafından
Muhammed’e yazdırıldığı iddiaları reddedilmektedir. Halefullah bu görüşünden
hareketle şu sonuca varır: “Kur’an’da masal bulunduğunu söylemeyi sakıncalı
bulmuyoruz. Bunu söylediğimiz zaman Kur’an’ın herhangi bir nassına aykırı bir
şey söylemiş olmuyoruz.”554
O’na göre Kur’an-ı Kerim, tarihi meselelerden bahsederken, indiği toplumun
bu vakıalar hakkındaki malumatını malzeme olarak kullanmakta ve onları edebi bir
üslup içerisine sokarak vermek istediği talimat ve öğütlere vesile kılmaktadır. Bu
sebepledir ki, Kur’an, naklettiği bu olayların vuku bulup bulmadığına, gerçekle
uyuşup uyuşmadığına önem vermez555. Halefullah’ın iddialarından biri de; Kur’an’ın
gerçek hayattan alınmamış olan uydurmaları nakletmek zorunluluğunun bulunduğu
hususudur. Çünkü Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğinin ispatı bazen bu uydurma
şeyleri
nakletmeye
dayalıydı.
Yahudiler,
müşrik
Araplara,
Muhammed’in
peygamberliğinin gerçek olup olmadığını ortaya çıkarmaları için birtakım taktikler
öğretiyorlardı. Bu cümleden olarak onlara bazı kısaları öğretiyor ve eğer Muhammed
(s.a.v) bu anlattıklarımızı aynen anlatacak olursa, bilin ki o peygamberdir, diyorlardı.
Bu sebeple Kur’an, ister-istemez, Ehl-i Kitab’ın anlattıklarını aynen anlatmak
mecburiyetinde kalıyordu 556.
Halefullah, problemin bir yönünün Kur’an’da tarihsel hataların bulunduğu
iddiasına dayandığını belirterek, bunun Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar
arasında sürekli tartışma konusu olduğunu ve bir problem olduğunu ifade eder557.
Aslında Halefullah’ı böyle bir düşünceye sevk eden husus, bu problemi ortadan
kaldırma çabasıdır demek yanlış olmaz.
Halefullah,
Muhammed
Abduh’un
izinden
giderek,
Bedir
ve
Uhud
savaşlarında, meleklerin Müslümanlara yardım ettiğine dair ayetlerin insanların
morallerini arttırmak ve zafer ümidi kazandırmak için Kur’an’da yer aldığını
554
Halefullah, Muhammed Ahmed, el-Fennu’l-Kasasi fi’l-Kur’an, Kahire, 1972, s. 178-179; ayrıca
bk. Şimşek, a.g.e., s. 441.
555
Halefullah, a.g.e., s. 254-255.
556
Halefullah, a.g.e., s. 21-22; ayrıca bkz. Şimşek, a.g.e., s. 444; Demir, a.g.e., s.106.
557
Demir, a.g.e., s. 107.
159
belirterek, böyle bir olayın gerçekte meydana gelmemiş olduğunu ve bunun bir edebi
anlatım olduğunu ifade eder558.
Halefullah’ın verdiği diğer bir örnek; “Firavun: ‘Ey Haman!, bana yüksek bir
kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısını görürüm”
(Mü’min, 40/36) ayetidir. Bu ayetle ilgili olarak Razi’den alıntılar yapar559 ve şu
sonuca varır: Kur’an’da verilen bilgilerle Yahudilere ait bilgilerin çatışma
içerisindedir. Kur’an’da çeşitli yerlerde geçen ‘Haman’ın, Tevratta geçen Persli
‘Haman’ olarak algılanmasının çeşitli karışıklıklara sebep olacağı doğaldır. Ancak
Kur’an’da kullanılan ‘Haman’ ifadesinin özel isim değil, eski Mısır dininde tanrı
Amon’a nisbet edilen ve üst sınıfta bulunan rahiplere verilen ‘Haamen’ ünvanının
Arapça’ya geçmiş hali olabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Hz. Musa’nın
yaşadığı dönemde Amon kültünün hakim olduğu düşünüldüğünde, bu kültü temsil
eden yüksek düzeydeki rahibin de yönetimde Firavun’un yardımcısı veya
Firavun’dan sonraki ikinci adam olmasının doğal olacağı anlaşılacaktır. Firavun’un
ayette belirtildiği şekilde Haman’dan ‘kule yapması’ nı istemesi de Haman’ın Amon
kültünün baş rahibi ve Firavun’un yardımcısı olduğu görüşünü desteklemektedir 560.
Halefullah, ancak bu şekilde bir izahın problemi ortadan kaldıracağı düşüncesini
taşır561.
Halefullah, Süleyman’ın cinleri (Sebe’, 34/12); Salih’in Deve’si (Kamer,
54/26-31) gibi Kur’an kıssalarında yer alan olayların tarihi gerçekliklerinin
bulunmadığını ifade eder 562. Ayrıca, Ashab-ı Kehf (Kehf, 18/9-26); Zülkarneyn
(Kehf, 18/83-99) gibi Kur’an’da anlatılan olayların muhataplarının bilgisi ile paralel
olarak sunulduğunu, kıssalarda anlatılan olay ve haberlerin tarihi açıdan meydana
gelme zorunluluğu bulunmadığını, bu nedenle bu tür olaylarda tarihe veya vakıaya
aykırılık olduğu ile ilgili bir itirazın da gereksiz olduğunu dile getirir563.
Halefullah, müsteşrik ve dinsizlerin eleştiri konusu yaptığı ayetlerin tarihsel
yönleri üzerinde durmanın problemi çözmekten uzan bir davranış olduğunu, bu
nedenle kıssaların tarihi boyutu üzerinde düşünülebilecek yorum ve ihtimalleri bir
558
Halefullah, a.g.e., s. 37; ayrıca bk. Demir, s.112.
Razi, XXVII, 66; Halefullah, 25-26; Şarkavi, İffet Muhammed, s. 313.
560
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, İşaret Yay., İstanbul 1999, II, 782; Sayı, Ali, Firavun, Haman ve
Karun Karşısında Hz. Musa, İz Yay., İstanbul 1992, s. 145-146; Karataş, s. 375; Demir, s. 114.
561
Demir, a.y.
562
Halefullah, s. 50
563
Halefullah, s. 54; ayrıca bk. Demir, s. 115.
559
160
yana bırakıp onlarla uğraşmakta ve tek çözüm yolunun edebi yöntem olduğuna
inanmaktadır564. Halefullah, kıssaların iki yönteminin bulunduğunu, birincisinin;
harfi, literal, tarihi, olayı ve olayın içerdiği unsurları esas alan yaklaşım olduğunu,
ikincisinin ise, edebi yöntem olduğunu ve bununla ikinci anlama, yani, nassın ruhuna
uygun, lafzın bildirdiğinin ötesindeki anlama ulaşma şeklinde tanımlanabilecek bir
yöneliş olduğunu belirttikten sonra, tercihini ikinciden yana koyarak birincisinin esas
alınmasının yanlış olacağını ifade etmiştir565. Halefullah’ın çokça kullandığı ‘edebi’
ve ‘tasviri’ ifadelerini, eserinin anahtar kavramları olarak kabul etmek yanlış olmaz.
Zira o bu ifadeleri çok sık olarak kullanmakta ve kıssaların anlamını bu iki kelime
etrafında anlamaya çalışmaktadır566. Halefullah’ın kıssalara farklı yaklaşımını
belirgin bir şekilde ortaya koyan, kitabındaki ‘mitolojik kıssalar’567 başlığıdır.
Halefullah’a göre, amacın edebi çerçevede öğüt ve ibret dersi vermek sebebiyle,
kıssaların bir kısmının ‘usture’ olması, yani mitolojik bir yapıya sahip olması,
Kur’an’ın hak oluşuna halel getirecek bir durum değildir568.
Halefullah, şu sözleriyle, Kur’an’da mitolojik unsurlarının bulunduğunu ve
bunu da bir mahzur teşkil etmediğini belirtmiştir: “ (…)Tüm bunlar sabit olunca, biz
Kur’an’ın ‘esatir’ olduğunu söylemekten çekinmiyoruz. Zira bunu ifade etmekle
Kur’an’ın nasslarından herhangi birine ters düşen bir söz söylemiş olmuyoruz.” 569
Halefullah’ın kendisi bu kanaati taşısa da, daha önce de belirttiğimiz gibi, tezin
ortaya çıktığı ilk andan itibaren, özellikle Ezher akademisyenleri ve Mısır’da
tanınmış ilim çevreleri arasında büyük infial yarattı ve çok büyük tepkiler aldı570.
4.3. Kur’an Kıssaları Konusunda Muhammed Halefullah’a Yöneltilen
Eleştiriler
Halefullah pek çok yönden eleştirilere maruz kalmıştır. Bunlardan bir kaçını
burada zikretmekte yarar görüyoruz.
564
Halefullah, s. 27-28; ayrıca bk. Demir, s. 116.
Halefullah, s. 245-246; ayrıca bk. Demir, a.y.
566
Demir, s. 117; Halefullah’ın bu konudaki izahları için bk. s. 171-174. vd.
567
Halefullah, s. 171-183.
568
Halefullah, s.173-174; ayrıca bk. Demir, s. 118.
569
Halefullah, s. 180; Ayrıca bk. Nakre, Tuhami, Saykuluciyyetu’l-Kıssa fi’l-Kur’an, eş-Şirketu’tTunusiyye li’t-Tevzi’, Tunus 1974, s. 161; el-Adevi, Muhammed Hayr Mahmud, Mealimu’l-Kısas fi’lKur’ani’l-Kerim, Daru’l-Adevi, Ürdün 1988, s. 133; Demir, s. 119.
570
Bk. Karataş, a.g.e., s.160 vd.
565
161
Kur’an-ı Kerim, Halefullah’ın iddiasının aksine müşriklerin, “evvelkilerin
masalları” nitelemelerini açık bir şekilde reddetmektedir. Halefullah’ın kendisine
destek olarak seçip naklettiği bir ayette Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “(Ey
Muhammed!) Bu anlatılanlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar
kararlarını verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin.”571 Naklettiğimiz bu
ayetlerde acaba Peygamber (s.a.v)’in bu olaylara şahit olmadığı niçin anlatılıyor?
Eğer kıssalar gerçek hayattan alınmamış olsaydı bu hususun ifade edilmesine ne
gerek vardı?
Hem Kur’an’da ve hem de Kitab-ı Mukaddes’te (Tevrat) zikredilen herhangi
bir kıssayı karşılaştırdığımızda bu iddianın gerçek dışı olduğu ortaya çıkacaktır.
Çünkü her kıssada az veya çok farklılıklar mevcuttur. Şayet ortak kıssaların
tamamında tam bir tetabuk olmuş olsaydı, belki o zaman bu iddia değer kazanır ve
üzerinde durmaya değer bir iddia olurdu. Arada kimi benzerliklerin bulunması da
elbette ki doğaldır. Çünkü ne de olsa Tevrat da, İncil de asılları itibarıyle ilahi
kitaplardır. Kur’an hiçbir zaman bu kitapların tümden tahrif edilip değiştirildiklerini
iddia etmiş değildir.
Ayrıca Kur’an, sadece indiği dönemdeki insanlara ve Arap yarımadasında
yaşayan Yahudi veya Hristiyan’lara hitap etmiyor ki onların müşriklere anlattıklarını
esas alsın. Şayet böyle bir şey söz konusu olmuş olsaydı Kur’an-ı Kerim mutlaka
bunu dile getirir ve Ehl-i Kitab’ın müşriklere olayı öylece anlattığını belirtirdi.
SONUÇ
Batı dünyasında Reform ve Rönesans hareketleriyle başlayan büyük gelişmeler,
akabinde İslam dünyasının bu gelişmelere kayıtsız kalmayarak bunlardan etkilenmesi
önemli ölçüde eski ve yeni düşüncelerin çatıştığı bir ortam oluşturmuştur. Özellikle
Mısır ve Hindistan coğrafyasında, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşid
Rıza, Taha Hüseyin ve bunlardan etkilenen daha pek çok alim, İslam dünyasında
özellikle düşünce bazında yaşanan durağanlığı ortadan kaldırmak, İslam ümmetinin
yeniden o eski parlak dönemine geri dönmesini sağlamak için çeşitli gayretlerin
içerisine girdiler; gazete ve dergiler yayınladılar, konferanslar, tebliğler sundular…
571
12, Yusuf-102.
162
Yenilikçi düşünen İslam alimlerinin asıl gayesi, İslam toplumunun, çağın
gerisinde kalmaması ve gücünü Kur’an’dan alan ve gerçek anlamda yeni çözümelere
ulaşmaktı. Ancak bütün yeni hareketlerde olduğu gibi geçiş dönemlerinin sancılı
olması kaçınılmazdı. Nitekim, öyle de oldu. Zira bu hareketin öncüleri kendi
dönemlerinden bu yana hep tenkid edilmişler ve edilmeye devam etmektedirler.
Bunun böyle olmasının sebebi belki de kullandıkları dil ve argümanların batı
menşeli olduğu izlenimini uyandırmasıdır -ki bunun böyle olduğunu düşünenlerin
sayısı azımsanmayacak kadar çoktur- diğer bir sebep de, İslam ümmetinin
yüzyıllardır inandığı, doğru bildiği değerlere ters görüşlere sahip oluşlarındandır.
Emin el-Huli, yenilikçi hareketin bir bireyi olarak, sorunların çözümünün
öncelikle Kur’an’a bakış açısını değiştirmekten geçtiğine inanır. Ona göre,
Müslümanların öncelikle yapmaları gereken şeyin Kur’an’ı bir edebi metin olarak
kabul etmeleri ve ona göre hareket etmeleridir. Huli, Kur’an’ın edebi bir metotla ele
almanın gerekliliğini savunur.
Huli, kadim olanın öldürülmesini tecdidin birinci aşaması olarak kabul eder ve
Kur’an’ın Kur’an’la tefsiriyle yakın ilgisi bulunan konusal tefsir yönteminin
günümüzün ihtiyaçlarını karşılayacak yegane yöntem olduğuna inancını dile getirir.
Halihazırda elimizde bulunan Kur’an surelerinin tertibinin onu anlamaya çalışan
müfessirlerin ihtiyacına uygun olmadığını, bu nedenle de Kur’an’ın konu konu tefsir
edilmesi gerektiğini savunur. Ona göre, Öncelikle ayetlerin taranıp, aynı konuda
olanlar bir araya getirilmeli, nüzul sıraları, ayetlerin birbirleriy olan münasebetleri,
karşılıklı ilişkileri tespit edilmeli, sonra da, bütün bunlar toplu olarak tekrar gözden
geçirilerek ayetlerin anlaşılmasına ve yorumlanmasına girişilmelidir.
Aslında Batı dünyası kendisini adeta prangalara bağlayan Kilise ve onun temsil
ettiği yanlış Kutsal metin anlayışlarının etkisinden kurtararak büyük ölçüde
rahatlamış; özellikle özgür düşünme ve hür iradenin etkisiyle maddi anlamda büyük
bir ivme kazanmıştır. Ancak müslümanlar olarak bizler biliyor ve inanıyoruz ki
Kur’an-ı Kerim, nüzulünden itibaren küçük bir kabileyi kısa sürede büyük bir
medeniyete dönüştüren büyük bir potansiyele sahiptir. Hatta bunun da ötesinde
kıyamete kadar bütün ihtiyaçları karşılayacak sınırsız bir potansiyele sahiptir.
Öyleyse nasıl oldu da belli bir dönemden sonra Müslümanlar Kur’an’ın bu
potansiyelini işletemediler? Kuşkusuz pek çok İslam alimi bu konuda kafa yormuş ve
163
bu hususta pek çok eserler vücuda getirmişlerdir. Özellikle Muhammed Abduh ile
başlayan bu hareket günümüzde de bu sorulara cevap aramaktadır. Ancak bu
alimlerin konuları ele alış biçimleri ve kullandıkları metodlar kalasik düşünce sahibi
alimler tarafından hoş karşılanmamakta, yadırganmaktadır.
Düşüncemize göre problemin belirlenmesi en önemli aşamalardan birisidir.
Yüzyıllardan beri meydana gelmiş bir anlayışın kısa bir sürede birden bire değişmesi
asla düşünülemez. Fikirlerin büyük bir olgunlukla değerlendirilmesi, karşıt bile olsa
fikir sahiplerinin birbirlerine karşı sabırlı olması problemin çözümüne büyük katkısı
olacaktır. Şüphesiz yürümek oturmaktan; koşmak yürümekten daha iyidir.
En iyisini bilen Allah’tır…
164
BİBLİYOGRAFYA
Abduh, Muhammed – Rıza, Reşid
:Tefsiru’l- Menar, Mektebetu’l-Kahire, Mısır
1960.
Abduh, Muhammed:Durus Mine’l-Kur’an, Daru İhyai’l-Ulum, Beyrut 1404/1984.
-------, :el-A’malu’l-Kamile li’l-İmam Muhammed Abduh, der. ve thk.
Muhammed Ammara, el-Muessesetu’l-Arabiyye li’d-Diraseti ve’n-Neşr,
Beyrut 1979.
-------, :el-İslam ve’n-Nasraniyye, Matbaatu’l-Mevsuat, Mısır 1320/1902.
-------, :Risaletu’t-Tevhid, Mektebetu’l-Kahire, Mısır, 1379/1960.
-------, :Tefsiru Cuz-i Amme, Kahire, 1904.
Abu Rabı, Ibrahım M. :“Reflectıons on the Islamıc Renaıssance ın the Modern
Arab World: Some Methodologıcal Questıons”, Islamıc Culture, Vol. LXIII,
1989/3 (s. 42 – 59).
El-Adevi, Muhammed Hayr Mahmud: Mealimu’l-Kısas fi’l-Kur’ani’l-Kerim,
Daru’l-Adevi, Ürdün 1988
Adıvar, A. Adnan :Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987.
Ahmed Emin :Zuamau’l-İslah fi’l-Asri’l-Hadis, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, ts.
Ahmed Han
:Tahrir fi Usuli’t-Tefsir’den çev. Muhammed Daud Rahbar, (:“Sır
Sayyıd Ahmad Khan’s Prıncıples of Exegesıs II”,) The Muslım World, Vol.
XLVI, 1956/4 (s. 324 – 335).
Aişe Abdurrahman
:İ’cazu’l-Beyani li’l-Kur’ani’l-Kerim, Daru’l-Mearif, Kahire
1990.
-------, :el-Kur’an ve Kadaya’l-İnsan, Daru’l-İlm li’l-Melayin, Beyrut 1982
Akarsu, Bedia, : Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Yay., İst. 1988.
El-Akk, Halid, :Usulu’t-Tefsir ve Kavaiduhu, Beyrut 1986
Akkad, Abbas Mahmud : el-Felsefetu’l-Kur’aniyye, Mısır, ts.
-------, :“Kur’an Yorumlarının Hermenötik Bağlamı”, İslami Araştırmalar, Cilt 9,
1996/1-4 (s. 78 – 102).
Albayrak, Halis, Tefsir Usulü-Yöntem Ana Konular, İlkeler, Teklifler, Şule Yay., İst.
1998
Arafe, Muhammed Ahmed, Nakzu Metain fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire 1351
Armağan, Mustafa : Gelenek ve Modernlik Arasında, İnsan Yay., İstanbul 1995.
165
Atalay, Orhan,, 20. Yüzyıl Tefsir Akımı, Beyan Yay., İst., ts.
Ateş, Süleyman, Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri, İst. 1969
Attas, M. Nakib, İslam ve Laisizm, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., İstanbul 1994.
Aydın, Mehmet S.,Din Felsefesi, Dokuz Eylül Ü. Yay., İzmir 1987.
-------, “Allah’ın Varlığına İnanmanın Akliliği”, İslami Araştırmalar, 1986/2 (s.12
– 21).
------, “Rasyonel Düşünce ve İslam Modernizmi”, I. İslam Düşüncesi Sempozyumu,
Beyan Yay., İstanbul 1995 (s. 147 – 154).
-------, “Fazlur Rahman ve İslam Modernizmi”, İslami Araştırmalar, 1990/4 ( s. 273
– 284).
Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, çev. Ahmet Küskün,
Yöneliş Yay., İstanbul 1990.
-------, Hindistan’da İslam Kültürü Çalışmaları, çev. Latif Boyacı, İnsan
Yay., İstanbul 1995.
Bağdadi, Abdulkahir b. Tahir b. Muhammed:
el-Fark Beyne’l-Fırak, thk.
Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Mektebetu Daru’t-Turas, Kahire, ts.
-------, Usulu’d-Din, Matbaatu’d-Devle, İstanbul 1928.
Baljon, J.M.S. :Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, çev. Şaban Ali Düzgün,
Fecr Yay., Ankara 1994.
Bammat, Haydar: İslamın Çehresi, İst. 1975
El-Behiy, El-Fikru’l-İslam ve Sılatuhu bi fikri’l-Ğarbi, 1975
Bilen, Osman, Çağdaş Yorumbilim Kuramları, Ankara 2002
Birand, Kamiran
:Dilthey ve Rickert’te Manevi İlimlerin Temellendirilmesi,
Kamıran Birand Külliyatı, Akçağ Yay., Ankara 1998 içinde.
-------, Aydınlanma Devri Devlet Felsefelerinin Tanzimatta Tesirleri, Son
Havadis Matbaası, Ankara 1955.
Bucaille, Maurice, Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V.
Yay., İzmir, ts.
Cebeci, Lütfullah, Kur’an’da Şer Problemi, Akçağ Yay., Ankara 1985.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, TDV.Yay., Ankara 1989.
Cevheri, Tantavi, el-Cevahir fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Kerim, Matbaatu Mustafa elBabi’l-Halebi ve Evladuhu, Mısır 1350/1931.
166
El-Cürcani, Abdulkahir b. Abdirrahman, er-Risaletu’ş-Şafiyye, Daru’l-Mearif, Mısır
ts.
Ebu Talib, Mesmu’ Ahmed: el-Menhecu’l-Mevduiyye fi’t-Tefsir, Daru’t-Tabaati’lMuhammediyye, Kahire 1994
Çetiner, Bedrettin, Taha Hüseyin, Hayatı, Eserleri ve 20. Yüzyıl Arap
Edebiyatı’ndaki Yeri, İst., 1981
Demir, Şehmus, Kur’an’ın Yeniden Yorumlanması-Batıyla Münasebetin Kur’an
Yorumuna Yansımaları, İnsan Yay., İst. 2002
------, Mitoloji Kur’an Kıssaları ve Tarihi Gerçeklik, Beyan Yay., İst. 2003
Derdir, Abdulaziz, Nahve Tefsiri’l-Mevdui li’l-Suveri’l-Kur’ani’l-Kerim, Daru’şŞuruk, Kahire 1992
Dilthey, Wilhelm, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev. Doğan Özlem, Paradigma
Yay., İstanbul 1999.
Douglas, Wıllıam O., The Rıght of the People, Pyramıd Books, New York 1996.
Duff, Archıbald , Hıstory of Old Testament Crıtıcısm, London 1910.
Ebu Zeyd, Nasr Hamid, el-İtticahu’l-Akli fi’t-Tefsir, Daru’t-Tenvir, Beyrut 1982.
El-Halidi, Salah Abdulfettah, Menhecu’l-Hareki fi Zilali’l-Kur’an, Cidde 1986
El-Hatib, Abdulkerim, el-Kasasu’l-Kur’ani, Kahire 1964
El-Hatib, Muhammed Kamil :el-Islah ve’n-Nahda, Dımeşk 1992
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, İşaret Yay., İstanbul 1999
Hatip, El-Musa, Min Delaili’l-İ’cazi’l-İlmi fi’l-Kur’ani’l-Kerim ve’s-Sünneti’nNebeviyye, Müessesetu’l-Halici el-Arabi, Kahire 1994
Hicazi, Muhammed Mahmud: el-Vahdetu’l-Mevduiyye, Kahire 1970
Hüseyin, Taha
: el-Eyyam, Kahire, ts.
------, Zikra Ebi’l-Ala, Kahire 1915
Eroğlu, Ali, Tarihte Tefsir Hareket ve Tefsir Anlayışları Ekev Yay., Erzurum
2002
Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, çev. Alparslan Açıkgenç – M. Hayri
Kırbaşoğlu, Ankara Okulu Yay., Ankara 1996.
-------, İslam, çev. Mehmet Dağ - Mehmet Aydın, Selçuk Yay., Ankara 1993.
167
-------, “Revıval and Reform In Islam”, The Cambridge History of Islam, ed. P.M.
Holt – Ann K. S. Lambton – Bernard Lewıs, Cambrıdge University Press, New
York 1970 (II, 632 – 656).
-------, “The Impact of Modernity on Islam”, İslamic Studies, Volume, 5,
1966/2 (s. 113 – 128).
Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında
Metodoloji Sorunu TDV. Yay., Ankara 1997
Güngör, Mevlüt , “Tefsir’de Konulu Tefsir Metodu” İAD.
Görgün, Tahsin, “ Kur’an Kıssalarının Niteliği (Mahiyeti) Üzerine” Kur’an
Kıssalarının Anlam ve Değeri, IV. Kur’an Sempozyumu, Fecr Yay., Ankara
1998
Halefullah, Muhammed Ahmed, el-Fennu’l-Kasasi fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Matbaatu
Anclo el-Mısriyye, Kahire 1972.
Hanefi Ahmed :et-Tefsiru’l-İlmi li’l-Ayati’l-Kevniyye fi’l-Kur’an, Daru’l-Maarif,
Mısır, ts.
Hanefi, Hasan
:“el-Vahy ve’l-Vakı’ ”, el-İslam ve’l-Hadase, Daru’s-Saki, London
1990 (s.133 – 173).
-------, “Konulu Kur’an Tefsiri Metodu”, çev. Sönmez Kutlu, İslami Araştırmalar,
Cilt IX, 1996/1-4 (s. 157 – 166).
Hegel, Wılhelm Frıedrıch Georg :The Philosophy of History, Dover Publıcatıons,
New York 1956.
Heytu, Muhammed Hasan
:el-Mu’cizetu’l-Kur’aniyye (el-İ’cazu’l-İlmi ve’l-
Ğaybi), Muessesetu’r-Risale, Beyrut 1989 .
Hüseyin, Tâhâ, el-Eyyam, Kahire ts.
El-Huli, Emin, “Kur’an Tefsirinde Yeni Bir Metod” çev., Mevlüt Güngör, Kur’an
Kitaplığı, İst. 1995
------, Menahicu’t-Tecdid fi’n-Nahv ve’l-Belağa ve’t-Tefsir, Daru’l-Ma’rife,
Kahire 1961
------, el-Fennu’l-Kavl, Kahir 1947
------, “el-Belağatu ilmi’n-Nefs” Kahire Ü. Edebiyat F.D.
------, “Deaimu’n-Nakd” Mecelletu’l-Edeb, Ekim 1962
------, Malik b. Enes, Kahire 1994
168
------, Kur’an Tefsirinde Yeni Bir Metod, çev. Mevlüt Güngör, Kur’an Kitaplığı
Yay., İstanbul 1995.
------, el-Bahsu’l-Edebi, Kahire 1980
Hodgson, M.G.S. :İslamın Serüveni, çev. Birol Çetinkaya, İz Yay., İstanbul 1995.
Hourani, Albert :Çağdaş Arap Düşüncesi, çev. Latif Boyacı – Hüseyin Yılmaz,
İnsan Yay., İstanbul 1994.
Jansen, J.J.G., Kur’an’a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, çev: H. İbrahim
Açar, Fecr Yay., Ankara 1993
İbnu Arabi, Fususu’l-Hikem, çev.:M. Nuri Gençosman, İst. 1971
------, Futuhatu’l-Mekkiyye, Beyrut ts.
İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail :Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, thk. Muhammed İbrahim
el-Benna - Muhammed Ahmed Aşur - Abdul’aziz Ğanim, Daru Kahraman,
İstanbul 1984.
İbn Rüşd, Muhammed b. Ahmed :el-Keşf an Minhaci’l-Edille, çev., Süleyman
İsfehani, Rağıb
:Mufredatu li elfazi’l-Kur’an, thk. Safvan Adnan Davud, Daru’ş-
Şamiyye, Beyrut 1992
İşcan, M. Zeki
:Muhammed Abduh’un Dini ve Siyasi Görüşleri, Dergah Yay.,
İstanbul 1998.
Jawed, Nasır Ahmad, “Relıgıon and Modernıty: Some Nıneteenth –and TwentıethCentury Indo – Pakıstanı Ideas”, The Muslım World, Vol. LXI, 1971/2 (s. 73
– 89).
Karadeniz, Osman :“Mucize Problemi”, (Basılmamış Doktora Tezi), İzmir 1984.
Karataş, Şaban, Muhammed Ahmed Halefullah Eserleri ve Kur’an Tefsiri İle İlgili
Görüşleri, (Basılmamış Doktora Tezi), İst. 2002
Kılıç, Sadık :“Tarih Felsefesi Açısından Kıssalar”, I. Kur’an Sempozyumu, Bilgi
Vakfı Yay., Ankara 1994 (s. 87 – 98).
Kırca, Celal :Kur’an’a Yönelişler, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1993.
------, Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri, İstanbul 1994
Koç, Mehmet Akif,
:Bir Kadın Müfessir Aişe Abdurrahman (Bintu’ş-Şatı’) Kur’an
Tefsirindeki Yeri ve Önemi, Şule Yay., İst. 1998
169
Koç, Turan
: “Kur’an Dili Açısından Söz-Anlam İlişkisi ” Kur’an ve Dilbilim ve
Hermönitik Sempozyumu, 17-18 Mayıs, 2001 Yüzüncü Yıl İlahiyat Fak. Van
2001
Kutub, Muhammed :İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, çev. Bekir Karlığa, İşaret
Yay., İstanbul 1992.
Lapidu, Ira M. : Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, çev:İ. Safa, İFAV.
Yay., İst. 1996
Macdonald, D.B. : “Kıssa” maddesi, İslam Ansiklopedisi, MEB. Yay., İst. 1977
Mahmud, Mustafa,
:el-Kur’an, Daru’l-Mearif, Kahire, ts.
Mennaul Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, Muessesetu’r-Risale, Beyrut 1994
Mevdudi, Ebu’l-Ala
:A Short History of the Revivalist Movement in İslam,
Trans. Al-Ashari, İslamic Publications Limited, Lahore 1963.
Muhsin Abdulhamid :Tecdidu’l-Fikri’l-İslami, Daru’d-Da’ve, Mısır 1985.
Muslim, Mustafa ,Mebahis fi’t-Tefsiri’l-Mevdui, Daru’l-Kalem, Dımeşk 1989
Nakre, Tuhami, Seycaliyyetu’l-Kıssa fi’l-Kur’an, eş-Şirketu’t-Tunusiyye li’t-Tevzi’
Tunus, 1974
Nasr, Hamid Ebu Zeyd : İlahi Hitabın Tabiatı çev.:Mehmet Emin Maşalı,
Kitabiyat, Ankara 2006
------, “Tarihte ve Günümüzde Kur’an Te’vili Sorunsalı” çev.:Ömer Özsoy, İslami
Araştırmalar Dergisi, c. 9 1996/1-2
Nedvi, Ebu Hasan Ali, Maza Hasire’l-Alemu bi-İnhitati’l-Muslimin, Daru’lUrube, Kahire 1959.
Osman Emin, “Mısırda Rönesans: Muhammed Abduh ve Ekolü”, İslam Düşüncesi
Tarihi, ed. M. M. Şerif, çev. İhsan Durdu, İnsan Yay., İstanbul 1991 (IV, 289 –
311).
Öz, Mustafa, TDVYA. “Ahmet Han” Maddesi, İst 1989
Özsoy, Ömer, “Sünnetullah-Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması” Fecr Yay.,
Ankar 1994
Paçacı, Mehmet, “Anlama (Fıkıh) Usulüne Dair” İslami Araştırmalar 1995, 8/2
Er-Rafii, Mustafa Sadık, İ’cazu’l-Kur’an ve’l-Belağatu’n-Nebeviyye, Daru’lFikri’l-Arabi, Kahire 1995
Razi, Fahreddin, Tefsiru’l-Kebir, Matbaatu’l-Behiyye, Mısır 1357/1938.
170
Rıza, Reşid, Tarihu’l-Ustazi’l-İmam eş-Şeyh Muhammed Abduh, Mısır 1344.
Rızk, Zeyneb, Abdulcevad, Emin el-Huli ve Medresetuhu Tecdidih, Kahire 1970
Rumi, Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman, Menhecu’l-Medreseti’l-Akliyyeti’lHadiseti fi’t-Tefsir, Muessesetu’r-Risale, Beyrut 1410/1981.
Safıullah, Sheıkh M., “Wahhabısm: A Conceptual Relatıonshıp Between
Muhammad ıbn Abd al Wahhab and Taqıyy al-Din Ahmad ıbn Taymıyya”,
Hamdard Islamicus, Vol. X, 1987/1 (s. 67 – 83).
Sarmış, İbrahim, Bir Edebiyatçı Olarak Seyyid Kutup, Fecr Yay., Ankara 1993
Sayı, Ali, Firavun, Haman ve Karun Karşısında Hz. Musa, İz Yay., İstanbul
1992.
Sorokin, Pıtırım A., Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefesi, çev.:Mete Tuncay, Bilgi
Basımevi, Ankara 1972
Serinsu, Nedim, Kur’an Nedir?-İnsanın Anlam Arayışı, Şule Yay., (2. Baskı) İst.
1999
------, Kur’an’ın Anlaşılmasında Esbab-ı Nuzulün Rolü, Şule Yay., İst. 1994
Es-Seyyid, Takuyiddin, Muhammed Abduh, Ediben ve Nakiden, Kahire 1989
Subhi Salih, Mebahis Fi Ulumi’l-Kur’an, Mektebetu Dersaadet, İstanbul, ts.
Suyuti, Cemaluddin Abdurrahman, el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Daru İhyai’l-Ulum,
Beyrut 1412/1992.
Eş-Şarabasi, Ahmed, Kıssatu’t-Tefsir, Beyrut 1978
Şarkavi, İffet Muhammed, el-Fikru’d-Dini fi Muvaceheti’l-Asr, Daru’l-Avde,
Beyrut 1979.
Şarkavi, Muhammed Abdullah, Fi Mukareneti’l-Edyan, Daru’l-Hidaye, Mısır
1406/1986.
Şatıbi, Ebu İshak İbrahim b. Musa, el-Muvafakat fi Usuli’l-Ahkam, Mektebetu
Muhammed Ali Sabih ve Evladuhu, Mısır 1969.
Eş-Şayıb, Ahmed: Muhammed Abduh, İskenderiye 1929
Şehhate, Abdullah Mahmud, Menhecu’l-İmam Muhammed Abduh fi Tefsiri’lKur’ani’l-Kerim, Matbaatu Cami’ati’l-Kahire, Mısır 1984.
Şeltut, Mahmud, “İsa’nın Ref’i”, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara Ü.İ.F.D., Cilt 23,
1978 (s. 319 – 324).
171
------, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim el-Eczau’l-Aşareti’l-Ula, Daru’ş-Şuruk, Kahire
1988
Şeref, Abdulaziz, Taha Hüseyin ve Zevalu’l-Muctemai’t-Taklid, Kahire 1977
Şerif, İbrahim Muhammed, İtticahatu’t-Tecdid fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Kerim fi
Mısr, Daru’t-Turas, Kahire 1402/1982.
Şevki, Dayf, el-Edebu’l-Arabi el-Muasır fi Mısr, Kahire 1961
Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir Problemleri, Esra Yay., Konya 1997
Tantavi, Cevheri, el-Cevahir fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Kerim, Daru ihyai Turasi’l-Arabi,
Beyrut 1991
Topçu, Nurettin , Yarınki Türkiye, Yağmur Yay., İst. 1961
Toynbee, Arnold, Tarihçi Açısından Din, çev. İbrahim Canan, Kayıhan Yay.,
İstanbul 1978.
Turgut, Ali, Tefsir Usulü ve Kaynakları, İfav Yay. İst. 1991.
Turhan, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, M.E.B. Yay., İstanbul ts., s. 310.
Tümer, Günay – Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yay., Ankara 1988.
Türkdoğan, Orhan, Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, M.E.B.
Yay., İstanbul 1989.
------, “Modernleşmenin Yeni Boyutları”, İslami Araştırmalar, 1995/3-
4, (s. 232-349).
Uyanık, Mevlüt, “İslam Sufizmi ve Modernizm”, İslam ve Modernizm, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Yay., İstanbul 1997 içinde (s. 200 – 214).
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, çev,: H. Vehbi Eralp, Remzi Yay., İst. 1964.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Akıl” mad., DİA. (II, 242 – 246).
Yazıcıoğlu, Hulusi, Bir Din Politikası Laiklik, İFAV Yay., İstanbul 1993.
Yıldırım, Suat, “Kur’an-ı Kerim’de Kıssalar” Atatürk Ü. İlimler Fak. Dergisi,
Erzurum, 1979
Yılmaz, Hasan, Samantik Analiz Yönteminin Kur’an’a Uygulanması, Kurav
Yay., Bursa 2007
Ez-Zebidi, Muhibbuddin, Murteda b. Muhammed:Tacu’l-Arus min Cevahiri’lKamus, Daru Libya, Bingazi ts.
Zehebi, Muhammed Huseyn, et-Tefsir ve’l-Mufessirun, Daru’l-Kalem, Beyrut
1407/1987.
172
Zeki, Ahmet Kemal, “el-İnsanu’l-Hurr” Mecelletu’l-Edeb, Kahire 1995
Zemahşeri, Muhammed b. Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki Ğavamidi’t-Tenzil,
Neşru’l-Belağa, Kum 1413/1992.
------, Esesu’l-Belağa, Daru’s-Sadır, Beyrut 1992
Zerkani, Muhammed Abdu’l-Azim:Menahilu’l-İrfan Fi Ulumi’l-Kur’an, Daru’lKitabi’l-Arabi, Beyrut 1996.
Zerkeşi, Bedruddin Muhammed b. Abdillah, el-Burhan Fi Ulumi’l-Kur’an, thk.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut 1972.
Zobairi, R.H., “Sır Syed Ahmad Khan’s Interpretatıon of Muslım Socıety and hıs
Reform Movement ın the Indıan Context”, Islamıc Culture, Vol. LVII, 1983/3
(s. 171 – 192).
173
ÖZGEÇMİŞ
1967 yılında, Diyarbakır iline bağlı Dicle ilçesinde doğdu. İlk, Orta ve Lise
Öğrenimini Diyarbakır’da; Yüksek öğrenimini ise Atatürk Üniversitesi İlahiyat
fakültesinde tamamladı (1993). 1996 yılında, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsün’den “Mu’tezile ve Tefsir Metodu” isimli teziyle mezun oldu. 1994-1996
yılları arasında aynı Enstitüye bağlı olarak Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. Halen,
İstanbul’da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir lisede Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
öğretmeni olarak görev yapmakta olup, Arapça ve İngilizce bilmektedir.
Download