On5yirmi5.com İlk Yazı Yayın Tarihi : 20 Kasım 2009 Cuma (oluşturma : 10/20/2017) Türk romanının köşe taşlarından olan Oğuz Atay “yazmak”ı, (bir şey yahut şeylerle ilgili olarak) kafanızdan geçen o dağınık, ne olduğu o kadar da anlaşılmayan, elastik, cıvık cıvık, başı sonu belli olmayan karmaşık düşünceleri, bir yerinden tutup on(lar)a şekil vermek, o karanlık “şey”i aydınlığa çıkarmak, onları yerli yerine koymak eylemi olarak betimler. Denilebilir ki, yazmak sizin içinizde (bir tarafıyla belirsiz olan) “anlam”ı (ki bu belirsizlik kötü bir durumu anlatmıyordur kategorik olarak), bedenlendirme, onu bir bilgi nesnesi haline getirmeyi anlatıyordur nihayetinde. Sitemizin, daha doğrusu gazetemizin sevgili editörlerinden Engin Dinç Bey, bana haftalık olarak yazı yazma önerisinde bulunduğunda tam da Atay’ın söylediği türden bir sıkıntıyla yüz yüze geldim: içimde herhangi bir “şey”le ilgili olarak, bir şekilde oluşmuş anlamı her hafta, o karışıklıktan, karanlıktan, dağınıklıktan kurtararak, tanınabilir, belirlenebilir, görülebilir, aydınlık bir hale dönüştürmeliydim Atay’ın da söylediği gibi. Dolayısıyla da, (edebi olan üzerine) yazı yazma teklifiyle birlikte, kendimi ister istemez yazmak’ın neliği üzerine düşünürken buluverdim; özellikle söz konusu olan edebi olan olduğu oranda. Son iki yüzyılın diğer bir dolu alameti farikayla birlikte en önemli yanı, tam da bu yazmak üzerine yapılan ve giderek de daha incelmiş ve billurlaşmış bir hale dönüşen tartışmalar ilgiliydi hiç şüphesiz. Buna göre, Batı felsefesi söz konusu olduğunda, özelikle Niçe’yle* birlikte, felsefi olan ile edebi olanın birbirlerine yaklaşması ve giderek de yakınlaştırılması söz konusuydu adı geçen zaman dilimi boyunca. Kabaca söyleyecek olursak, burada artık felsefi olanla edebi olan arasındaki teorik düzeydeki farklar silinmekte ve yerini bu iki düşünüş tarzının iç içe geçtiği bir yazma şekli almaktaydı. Bu farkın yitmesi, defalarca söylendiği üzere felsefi olanın (siz bunu “Batı düşüncesi” olarak okuyun) bir anlamda sonunu anlatmaktaydı. Bir düşünme tarzı olarak, felsefenin yani ratio ’nun baş edilmez zorbalığından sıyrılma çabasıyla birlikte, “türler” arasındaki fark da giderek yitmeye başlamış ve ilk elden bir duygusal tonajla işaretlenen ve bu ratio’nun karşısında yer alan edebi olanın alanı içinde kendisini konumlandıran yeni bir yer arama faaliyeti zuhur etmişti. Burada, felsefenin başlangıç zamanında/zemininde (özellikle Aristo ile birlikte kurumsal ve dahi kuramsal formunu bulan) bu türden bir farkındalığın olduğunu kabul etsek ve devam eden dönemlerde bu iki tür arasında belirli türden bir ilişkinin ve zemin kaymalarından söz açsak bile, Zerdüşt’ün, Deccal’in yazarından itibaren, başka türden bir hareketin başladığı çok açık bir şekilde kendini göstermektedir. Denilebilir ki kurumsal ve kuramsal olarak felsefenin başlangıcından önceki (ki bunun son temsilcisi kitapsız söz söyleyen Sokrat’tır) zamanlardaki düşünürlerin dönemi, bu yeni türsel yakınlık için bir ideal zemin ve zaman olma işlevi görmüştür. Niçe’nin ilk eserlerinden birisi Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, tam da geri dönüşün en önde gelen örneklerinden biridir. Dolayısıyla modern edebiyat bir anlamda bu yakınlaşmadan beslenen, türler arasındaki bu farkın yitiminden doğan bir yazma eylemidir. Bu yazma eylemi ise (tabiî ki bu, süreç içerisinde billurlaşan bir durumdur), tam da kendi üzerine düşünen (ve dönen) yani özdüşünümsel (self-reflexive) bir mahiyete sahiptir. Bu kendi üzerine düşünen, katlamalı bir yapıya sahip edebiyatın, en ayırıcı ve bariz özelliği “dil” üzerine yoğunlaşan tartışmalarda ortaya çıkar. Daha doğru bir söyleyişle, felsefi olanın edebi olana yakınlaşması tam da felsefi olanın biçim, üslup, perspektif gibi noktalar üzerine yoğunlaştığı bir haldir ve edebi olan her ne kadar biçimin dile geldiği yer ise de, bu türden bir hareketle birlikte söz konusu biçimsellik, felsefi bir tartışma içinden kendini üreten bir anlama bürünmüştür. Bu andan itibaren, edebi olanın söyleyiş ile ilgili kaygısı sadece, estetik bir kaygı değil bizatihi yazma eyleminin doğasındaki bir takım kaygılarla birlikte yapılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla, dille ilgili tartışmaları, bu biçimsel boyutla ilgisinin yanı sıra, doğrudan doğruya, felsefenin geldiği nokta anlamında “Varlık”la da ilişkisinin unutmamak gerekmektedir. Denilebilir ki, felsefe, Haydiger’in** “büyük unutma” olarak adlandırdığı “Varlık”a dair soruyu, bu dil üzerine düşünme faaliyetle birlikte yeniden hatırlanmaya başlanmıştır ve felsefenin edebi olana yakınlaşması asılında, tam da “Varlık”ın evi olarak dil’e olan bir yakınlaşmayı anlatmaktadır son kertede. Haydiger’in artık “bize daha az felsefe fakat daha fazla edebiyat gerekmektedir” demesini biraz da böyle anlamak gerekmektedir. Dolayısıyla da, hem biçimsel hem de içerik olarak, hızı giderek artan bu yakınlaşma vardır karşımızda ve postmodern yazma tarzının tam da türsel yakınlaşmayla ilgili bir durum olarak görmek gerekmektedir. Öte yandan, kendi üzerine düşünen bu edebiyatın, postmodernlikle ilişkisi, dünyayla ilişkimizin olduğu diğer pek çok alanda olduğu gibi, gerçekliğin sulandırılması ile ilgili bir mesele olarak karşımıza çıkabilmektedir. Bu sulan(dırıl)mış gerçek, üretilen edebi metinlerde bir takım söz oyunlarıyla kendini ortaya koymakta, edebi olanın öteden beri taşıması gereken ve bir insan tekini yalnızca duygusal yahut akli olarak değil, onun bütün “varlığını” bir anda kavrayan, onu hakikatin aydınlığıyla baş başa bıraktıran o sarsıcı ontolojik halin tam tersi bir yerde duran ürünler çoğalmasına yol açmaktadır. Başka bir söyleyişle, felsefi olan ile edebi olanın yakınlaşması, insanı bir bütün olarak kavrayan ve yakalayan “hakikatli” ürünlerin ortaya çıkmasıyla değil, sözde sanatlı ve tumturaklı bir takım “gerçek sulandırma edebiyatıyla” sonuçlanmaktadır. Buysa postmodern tavrın çok doğal bir sonucudur aslında. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, felsefi olanla edebi olan arasındaki farkın kaldırılması, gerçek anlamda ontolojik ve sahih bir tartışma, düşünüş ve hale uç verirken (Haydiger), bir yandan da, insanla hakikat arasındaki bütün mümkün ilişki modlarını parçalama haliyle de (Derida) sonuçlanabilmektedir. Felsefenin bu yakınlaşmaya verdiği tepkiye benzer farklılaşma edebi olan içinde aynen geçerlidir ve tavrını edebi olanın “ebedi” hakikatlerinden pay alması ve bu aldığı payı da bütün bir insanlıkla paylaşmasından yana koyanlar, yani sıkıntıyı doğru yerleriyle doğru şekilde kavrayanlar, bu sürecin sonunda gerçekleşecek “doğal seleksiyon” ile hak ettikleri yeri kazanacaklardır. Yazmak, bütün ayartmalara rağmen, doğru yerden, doğru sancıları çekenler için taşıdığı o değerli gücü barındırmaya devam ediyor; birileri bunu çoktan unutmuş olsa bile. *Nietzsche ** Martin Heidegger Bu dökümanı orjinal adreste göster İlk Yazı