TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA OTUZ RİSALE İkinci Cilt Ebu Muhammed Âsım el-Makdisî www.davetvecihad.com Araştırma Serisi 3. Kitap İrtibat Adreslerimiz davetvecihad@gawab.com davetvecihad@maktoob.com elhadid@gawab.com Kitabın Orjinal İsmi اﻟﺮﺳــﺎﻟﺔ اﻟﺜــﻼﺛﻴﻨﻴﺔ ﻓﻲ اﻟﺘﺤﺬﻳﺮ ﻣﻦ اﻟﻐﻠـﻮ ﻓـﻲ اﻟﺘـﻜﻔﻴﺮ أو رﺳﺎﻟﺔ اﻟﺠﻔﺮ ﻓﻲ أن اﻟﻐﻠﻮ ﻓﻲ اﻟﺘﻜﻔﻴﺮ ﻳﻮدي إﻟﻰ اﻟﻜﻔﺮ ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE 3 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ¡ággggggggggggî©y £ŠÛa ¡å¨à¤y £ŠÛa ¡é¨£ÜÛa ¡ágggggggggggg¤¡2 -19“YÖNETİCİLERİN KÜFRÜNE KARŞI SESSİZ KALMAK, ONLARIN KÜFRÜNE RAZI OLMAYI İFADE EDER” GEREKÇESİYLE TEKFİR ETMEK VE MUSTAZ’AF OLMA DURUMUNU GÖZÖNÜNDE BULUNDURMAMAK Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, mustaz’af olma durumunu gözönünde bulundurmadan, kafir yöneticilere karşı sessiz kalma, bulundukları makamdan uzaklaştırılmaları için gereken gayreti göstermeme ve bu yöneticilere karşı cihad amelini yerine getirmeme halinin, bu kafir yöneticilerden razı olmayı gerektirdiği gerekçesiyle insanları tekfir etmektir. Ehl-i Sünnet hakka uyar ve yaratılana da merhamet eder. Alimlerimiz akaid kitaplarında Ehl-i Sünnet’i, zayıfa merhamet etmeyen, hata kabul etmeyen, kimseyi mazur saymayan ve Müslümanlara karşı katı davranan bid’at ehlinden ayırmak için böyle tanımlarlar. Boş hamaset sahibi aşırılardan öyle kişiler bulunmaktadır ki, Müslüman halka acımamakta ve kafir yöneticilerin musallat olması sonucu bugün her yerde genel musibet halini alan mustaz’aflığı hiç mi hiç gözönünde bulundurmamaktadır. Bunlar, Müslümanları güçlerinin yetmediği ile mükellef tutmaktadırlar. Bugün, Müslümanların yaşadığı memleketlerde egemen konumda olan kafir yönetimleri değiştirmek için cihad amelini yerine getirmeleri gerektiğini, aksi halde bu yönetimlere karşı sessiz kalmaları ve bunları 4⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ değiştirme gayreti içinde bulunmamaları gerekçesine binaen tekfir edileceklerini iddia ederler. Tağutlara karşı cihad amelini yerine getirmeyen her Müslümana aynı muameleyi uygularlar. Mustaz’aflık haline itibar etmemeleri sebebi ile güç yetirebilme ve güç yetirememe hallerini birbirinden ayırmazlar. Allahu Teala’nın cihada katılmayan ve genel seferberlikten geri kalan kişilere yönelik olan tehdit ayetlerini de, bu sözlerine delil olarak kullanırlar. Bu ayetlerden birisi şudur: “Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.“ 1 Bu kişiler, Allahu Teala’nın bu ayetini ve neye delalet ettiğini anlasalardı, bu ve benzeri ayetlerde tekfire delalet eden hiçbir şeyin olmadığını görürlerdi. Gerek dünyada uygulanacak ceza konusunu ve gerekse ahirette uygulanacak olan acıklı azap konusunu ihtiva eden her delilin tekfiri gerektirmediğini, Tevhid ehlinden olup işlediği günahlar veya terkettiği bazı vacipler sebebi ile ateşe girip azap gören, sonra Allahu Teala’nın rahmet ve lütfu ile oradan çıkıp cennete girenler olacağını önceki bölümlerde belirttik. Tehdit içeren nassların çoğunun delaletinin ihtimalli olduğunu ve bu nassları açıklayan başka nasslar ışığında konuyu iyice anlamadan sadece bu nasslara binaen tekfir etmenin caiz olmadığını aktarmıştık. Şüphe yok ki, Müslüman ülkelerde yönetimi ele geçirerek Müslümanların başına musallat olan kafirler ile cihad etmek, insanları, onların zorbalıklarından, kula kulluktan ve bu tağutların karanlık şirk kanunlarından kurtarıp Allahu Teala’nın dinine kavuşturmak ve yeryüzünde Tevhid’i egemen kılmak, Allahu Teala’nın kullarına farz kıldığı vaciplerin başında gelmektedir. 2 Ancak bu böyle olmakla beraber, sadece farz olan cihadı terketmesi, kişinin kafir olması için yeterli bir sebep niteliğinde değildir. Bu terk, vacip olan imanda taksirdir. Dolayısıyla bu konudaki tehdit (va’id), Allahu Teala’nın kafirler için yaptığı tehdit değil, asi Müslümanlar hakkında yapılan bir tehidittir. Bu tehididi hakeden Müslümanın, Allahu Teala’nın kendisini bağışlamaması halinde gireceği ateş, Tevhid ehlinden olan günahkar Müslümanların gireceği ateştir. Yoksa kafirler için hazırlanan ve onların yeri ve karargahı olan ateş değildir. Çünkü cehennem tabaka tabakadır. Münafıklar bunun alt tabakasındadır. Tevhid ehlinden olan günahkarların azap göreceği tabaka ise, kafirlerin sonsuz azabı tadacakları yerin aksine, geçici ve muvakkat azabın görüleceği tabakadır. 1 9 Tevbe/39 Bunun delillerini “Nezu’l-Husam fi Vücubi Kitali Kefarati’l-Hukkam ve Munazaati’l-Vulati Hatta Yekune’d-Dinu Kulluhu Lillahi” isimli kitabımızda açıkladık. 2 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE 5 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Farkı belirten şeylerden biri de Allahu Teala’nın şöyle buyurmasıdır; “..Onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” 3 . Azap ancak kafirler için hazırlanmıştır. Cehennem onlar icin var olmuştur. Çünkü oraya girmeleri kaçınılmazdır ve oradan çıkamayacaklardır. Mü’minlerden büyük günah sahiplerinin Allahu Teala’nın kendilerini bağışlaması halinde oraya girmemeleri de caizdir. Girseler bile bir müddet sonra oradan çıkarlar. Allahu Teala, “Kafirler için hazırlanmış olan ateşten sakının” 4 buyurmaktadır. Allahu Teala, mü’minlere faiz almamalarını, kendisinden korkmalarını, kafirler için hazırlanmış olan ateşten sakınmalarını emretmiştir. Faiz aldıkları ve diğer günahları işledikleri taktirde kafirler için hazırlanmış olan ateşe girmelerinden endişe edilir. Hadiste şöyle denilmiştir: “Cehennem ehli olanlar, orada ne ölür ne de dirilirler.” 5 Bazı toplulukları ise ateşten bir alev yalar, sonra Allahu Teala onları oradan çıkarır.” 6 Dolayısıyla küfre sebep olan ameller ile diğer amelleri birbirinden ayrı tutan iki tehdit (va’id) arasında ayırım yapmak gerekir. Defalarca belirttiğimiz gibi tekfir etmek, şeriatın kesin ve açık delillerine binaen olmalıdır. Sadece mutlak va’id belirten nasslara dayanarak insanları tekfir etmek, ilimde yeterince derinleşmemiş olan kişiler için yoldan çıkmaktır. Çünkü Şari’, çoğu zaman bu tehditleri, tehlikeli bazı günahlardan sakındırmak için kişiyi dinden çıkarmayan kimi kötülükler için de kullanmaktadır. Şeriatın delillerini ve Allahu Teala’nın kullarına hitap yöntemlerini bilenler için bu açık bir meseledir. Bu nedenle küfür lafzının belirli kötülükler için kullanıldığı tehdit (va’id) içerikli nasslar olsun, içerisinde ateş ile korkutma veya benzeri başka tehditler bulunan nasslar olsun, te’vil edilmelerini selef alimleri hoş görmemişlerdir. Çünkü Şari’in tehdit ettiği kimi günahlara yeltenme konusunda insanların cesaret bulmalarını veya bu masiyetleri küçümsemelerini istememişlerdir. Allahu Teala’nın küfür diye isimlendirdiği veya cezasının çetin olduğunu belirttiği bir günah, elbette başka bir günah gibi değildir. Ancak okuyucunun, Haricilerin başına geldiği gibi, bu nassları yanlış anlayıp, yanlış te’viller yaparak insanlar hakkında rastgele ahkam kesmesinden de endişe etmişlerdir. İbn-i Hacer Rahimehullah, “Bize karşı silah kullanan bizden değildir” hadisini açıklarken, alimlerin “..bizden değildir” ifadesi hakkındaki sözlerini 3 33 Ahzab/57 3 Al-i İmran/131 5 Müslim’in rivayet ettiği hadisin bir kısmı 6 Es-Sarimu’l-Meslul, 53-54 4 6⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ aktardıktan sonra şöyle der: “Selef alimlerinin çoğuna göre, buradaki lafzı te’vil etmeden mutlak olarak bırakmak daha iyidir. Çünkü bu kötülükten alıkoyma konusunda, ifadenin bu hali daha etkilidir. Sufyan bin Uyeyne, bu ifadeye, zahir anlamı dışında mana verenleri eleştirmekte ve te’vil etmemenin daha iyi olduğunu bildirmektedir.” 7 Haricilerden olan Ezrakilerin sözlerinden birisi de şudur: “Tağut yöneticilere karşı savaşmayanlar, müşriktir.” Bu görüşlerine delil olarak ise Allahu Teala’nın şu ayetlerini aktarırlar: “Allah’a ve Rasulü’ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar” 8 , “Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan, Allah’tan korkar gibi, yahut daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar da: ‘Rabbimiz savaşı bize neden yazdın. Bizi, yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?’ dediler.” 9 Halbuki birinci ayet, içyüzlerine Allahu Teala’nın muttali olduğu münafıklar ile ilgilidir. Tekfir ise, sadece Allahu Teala’nın muttali olduğu batınî sebeplere bina edilemez. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bundan dolayı onları cezalandırmamıştır. Bu ayet, Tebuk Seferi’ne katılmayanlar hakkında inmiştir. Bilindiği gibi bu sefere katılmayan herkes, Allahu Teala’yı ve Rasulü’nü Sallallahu Aleyhi ve Sellem yalanlayan münafıklardan değildir. Aksine, bu sefere katılmayanlar arasında bulunan üç kişi sahabenin Radıyallahu Anhum seçkinlerinden olup, Allahu Teala’yı ve Rasulü’nü Sallallahu Aleyhi ve Sellem yalanlayanlardan asla olmamışlardır. Sefere katılmadıkları için kafir de sayılmamışlardır. Ayetin sonundaki, “Onlardan kafir olanlara acıklı bir azap erişecektir” 10 ifadesi de bunu açıklamaktadır. Ayet, sefere katılmayanların tümünün Allahu Teala ve Rasulü’nü Sallallahu Aleyhi ve Sellem yalanlayanlar olmadığını, onlardan kafir olanlar olduğu gibi, kafir olmayanlar da bulunduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu ayette belirtilen yalanlama türü, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem dünyada ceza işlemini üzerine bina etmediği batıni bir iştir. Çünkü bu yalanlamayı zahiri olarak açıkça yapmamışlardır. İkinci ayetin de münafıklar ile ilgili olduğu söylenir. Çünkü ayette onların şu sözleri aktarılır; “‘Rabbimiz savaşı bize neden yazdın. Bizi, yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?’” 11 Ayetin, münafıklardan başkaları hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Gerek bu ayetin ve gerekse cihada 7 Fethu’l-Bari, Kitabu’l-Fiten 9 Tevbe/90 9 4 Nisa/77 10 9 Tevbe/90 11 4 Nisa/77 8 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE 7 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ çıkmamanın büyük bir tehdide muhatap olmayı gerektiren suç olduğunu ve cihad edenlerin yerlerinde oturanlardan daha üstün olduğunu belirten diğer ayetlerin açıklamaları ve tefsirleri konusunda şu ayet yeterlidir: “Mü’minlerden (özür sahibi olanlardan başka) oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Bununla birlikte Allah hepsine de güzellik (cennet) vaadetmiştir; ama mücahidleri oturanlardan çok büyük bir ecir ile üstün kılmıştır.” 12 Allahu Teala, mazereti olmaksızın savaşa katılmayanların mü’min olduklarını ve savaşanların savaşmayanlardan derece bakımından üstün olsalar da, hepsine cenneti vaadettiğini açıkça belirtmektedir. Bütün bunlardan sonra şunu belirtmek istiyoruz; vacip olan cihadı terketmekten dolayı yapılan acıklı azap tehdidi veya cihad etmeden yahut cihad etmeyi gönlünden geçirmeden ölen kimselere yönelik yapılan nifakın bir şubesi üzerinde bulundukları yönündeki tehdit veya vacipleri yerine getirmeyenlere yönelik, şeriatın uyguladığı ve Haricilerin savaşa katılmayanların kafir olduğunu söyleyerek delil gösterdiği tehdit içerikli diğer nasslar, tek başına, tekfir etme konusunda yeterli ve elverişli değillerdir. Bu bakımdan mevcut yönetimleri veya sistemleri değiştirmeye katılmadıkları ve kafir yöneticilere karşı sessiz kaldıkları gerekçesiyle Müslümanları tekfir etmek doğru değildir. Çünkü şer’i deliller, bunun “güç yetirme” şartı ile kayıtlı olduğunu belirtmiştir. Allahu Teala şöyle buyurur: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için zikri (Kur’an’ı) indirdik. Umulur ki düşünüp anlarlar.” 13 Bu konuda Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu görmekteyiz: “Sizden kim bir münkeri görür ise eli ile değiştirsin, buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin, buna da gücü yetmez ise, kalbi ile yapsın (yani bunu kalbi ile reddetsin). Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” 14 Bu açıklama iki şeye delalet etmektedir: Birincisi, münkeri değiştirmeye çalışmanın vacip olması, güç yetirme şartına bağlıdır. Bu münkere karşı ses çıkarmayan kişiye söylemediği şeyi söyletmek veya değiştirmeye güç yetiremediği münkere karşı sessiz kaldığına hükmetmek, söz veya amel ile o münkerden razı olduğunu belirtmediği sürece, caiz olmaz. Çünkü hadis, ses çıkaramayan kişinin kalbi ile karşı çıkması gerektiğini belirtmektedir. Böylece imanı en zayıf olanlardan da olsa, kalbi ile karşı çıkan kişi iman ehlinden sayılmaktadır. Çünkü imanın zayıflığı, küfür değildir. 12 4 Nisa/95 16 Nahl/44 14 Müslim 13 8⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Şüphe yok ki iman zayıflığı ve hareketsizlik pek çok Müslümanda yayılmış bulunmaktadır. Tağutların ve kafirlerin onların başına musallat olmasının birinci sebebi budur. Ancak tekfirin tespit edilebilen ve açık olan sebepleri vardır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu meseleye daha da açıklık getirdiğini başka bir hadiste görüyoruz. Abdullah bin Mes’ud’dan şöyle rivayet edilmektedir: “Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarîleri ve ashabı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra, bu peygamberlerin ardından öyle kötüler zuhûr etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Onlara karşı eli ile cihad eden mü’mindir, dili ile cihad eden mü’mindir, kalbi ile cihad eden mü’mindir; bunun ötesinde ise hardal tanesi kadar iman yoktur.” 15 Bu da gösteriyor ki tağutların batılından uzak duran ve kalbi ile karşı çıkan kişi mücahid olup, söz veya amel ile onlardan razı olduğunu göstermediği sürece, eli ve dili ile cihad edememesi sebebi ile, bu kişinin tağutlardan ve onların yönetimlerinden razı olduğunu söyleyerek, zan ve tahmin ile tekfir etmek caiz değildir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Başınıza bazı yöneticiler gelecek. Bazılarınız bunları kabul edecek ve beğenecek, bazılarınız ise bunları reddedecek. Bunları kötü gören onlardan uzaklaşmış, reddeden ise kurtulmuştur. Bu yöneticilerden razı olanlar ise müstesna.” 16 Nevevi Rahimehullah, Müslim Şerhi’nin “el-İmara” bölümünde bu hadisi açıklarken şöyle der: “Bunları kötü gören onlardan uzaklaşmıştır” sözü, o münkeri beğenmeyen kişi günah ve cezasından kurtulmuş, anlamındadır. Bu ise, eli ve dili ile karşı çıkmaya gücü olmayıp kalbi ile bu kötülüğü kabul etmeyen kişi hakkındadır. Ancak bu kötülükten razı olup ona uyan kişi günah kazanır ve ceza görür...” Bu ise göstermektedir ki eli ile münkeri değiştirmekten aciz olan kişi, sadece sessiz kalması sebebi ile günahkar olmaz. Kişi ancak o münkerden razı olduğu veya kalbi ile karşı çıkmadığı ya da o münkere uyması sebebi ile günah kazanır. Bu, münkeri kalbi ile kötü gören ve kalbi ile karşı çıkan Müslümanın, zulüm ve küfürden beri olduğunu, tağutların batıl şeylerinden uzak durduğu, küfürlerine bulaşmadığı veya onlara destek olmadığı ve onlara uymadığı sürece, kalbi ile buğzeden kişinin zalim ve kafir olmadığını ortaya koymaktadır. 15 16 Müslim Müslim ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE 9 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Ayrıca bu, kötülenen ve helak olan kişinin, tağutların yaptığını beğenen, ona uyan ve destekleyen kişi olduğunu da göstermektedir. Razı olmak, küfrün sebeplerinden olsa da, tespiti mümkün olmadığından dolayı, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hadiste belirttiği tabi olmak gibi, onların safında yer almak, Allahu Teala’ya olan düşmanlıklarında onlara katılmak, mü’minlere olan düşmanlıklarını paylaşmak, şeriata aykırı otorite ve kanunlarına sığınmak şeklinde, sahibi tarafından söz veya amel ile izhar edilmedikçe, dünya ahkamında mücerred olarak tekfirin sebeplerinden değildir. Yukarıda sayılan eylemleri işleyenlerin hükmü, tabi olduğu tağutların hükmü gibidir. Söz ile açıklamasa bile, onların küfür yönetimi ve eylemlerinden razı olduğu ve paylaştığı söylenebilir. Çünkü eylemlerin lisanı, çoğu zaman dilin ikrarından daha açıktır. Bu nedenle alimler, savaşçı ve mümteni konumunda olan zümrenin, yardımcı ve destekçilerinin de savaşçı hükmünde olduğunu belirtmişlerdir. İlk dönemde Müslümanların savaşı ve kitlelere karşı olan cihadı buna göre olmuştur. Destekçi olanların sessiz olduğu, dolayısıyla razı olduklarını söylemenin doğru olmadığı söylenemez. Çünkü bunlar, savaşçıların tarafındadırlar ve onların yardımcıları konumundadırlar. Allahu Teala’nın dinine karşı savaşanların ortağıdırlar. Bu ise kişiyi küfre götüren amellerdendir. İkrah bulunmadığı halde, onların küfrüne söz, amel veya başka bir şekilde tabi olan kişi, küfre bağrını açmış olur. “Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) zorlanan hariç, kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkar ederse, (ona Allah’ın gazabı vardır). Kim, kafirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve onlar için büyük bir azap vardır” 17 ayetinin açıklamasında İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İkrah olmadan kafir olan kişi, küfre bağrını açmış demektir... Kendi isteğiyle küfür sözü söyleyen kişi, küfür olan şeye bağrını açmış demektir.” 18 Ancak münkerden razı olduğu, söz veya amel ile zahiri olarak ortaya çıkmış olan herhangi bir küfür sebebi bulunmayan kişiyi sadece sessiz kaldığı için küfre nisbet etmek helal olmaz. Bu nedenle fakihler şöyle bir kural belirtmişlerdir: “Susan kişiye, söz nisbet edilmez.” 19 Sonuç olarak; Allahu Teala şöyle buyurur: “Andolsun ki, biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tağutlardan kaçının’ diye (emretmeleri için) her millete, bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak oldu. Yeryüzünde gezin de görün. Küfredenlerin sonu nasıl olmuştur.” 20 İmanın aslını izhar eden, küfürden 17 16 Nahl/106 Mecmuu’l-Fetava, 7/140 19 Suyuti, El-Kavaidu’l-Fıkhıyye, 266 20 16 Nahl/36 18 10 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ uzak olup ona uymayan ve küfrü desteklemeyen herkes, bize göre dünya ahkamında Allahu Teala’nın hidayet verdiği kimselerdendir. İçi ile dışı bir olup kalbi ile de küfürden nefret ederse, aciz olduğu veya taksir ettiği için küfre karşı cihad etmeye ve onu değiştirmeye çalışmasa da, hakiki manada da (Allah katında) küfürden beri olmuştur. Bir de bugün Müslümanların içinde bulunduğu mustaz’aflık ve imkansızlık durumu buna ilave edilirse ve Müslümanın kafirlere düşmanlığını gizleyip takiyye yapmasının mümkün olduğu yahut yüz çevirme ve sabretme ile ilgili olan nasslar ile amel etmesinin caiz olduğu gözönünde bulundurulursa, küfürden uzak olabileceği daha açık görülür. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Sabretmeyi, kafir ve münafıklardan yüz çevirmeyi belirten ayetler, eli ve dili ile Allahu Teala’nın dinine yardım etme imkanı bulamayan, mustaz’af konumundaki bütün Müslümanlar için geçerlidir. Bu kişi kalbi ile veya gücünün yettiği başka bir şekilde Allahu Teala’nın dinine yardım eder. Ancak eli ve dili ile Allahu Teala’nın dinine yardım etme imkanı ve gücüne sahip olduğu halde bundan geri duran her mü’min için ise aşağılama ve alt tabakadan olduğu bildirilen ayet geçerlidir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatının sonlarına kadar ve Raşid halifeler döneminde Müslümanlar bu ayete göre amel ederlerdi. Bu, kıyamet saatine kadar da böyle olacaktır. Bu ümmetten bir zümre hakka bağlı olmaya, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem tam destek vermeye devam edecektir. Kim mustaz’af olduğu bir yerde veya memlekette yaşıyorsa, kitap ehli ve müşriklerden Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet verenler ile ilgili sabır ve onlardan yüz çevirmeyi emreden ayetler ile amel eder. Güç ve kuvvet sahibi olanlar ise, dini kötüleyen küfür önderleriyle savaşmayı öngören savaş ayeti ve mağlup olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar kitap ehli ile savaşmayı emreden ayet ile amel ederler.” 21 21 Es-Sarimu’l-Meslul, 221 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯11 ⎯ -20ŞİRK ASKERLERİNİN VEYA MÜRTED HÜKMÜNDE OLAN DİĞERLERİNİN EŞ VE ÇOCUKLARINI TEKFİR ETMEK VE MUSTAZ’AFLIK HALİNİ GÖZÖNÜNDE BULUNDURMAMAK Tekfir konusunda yapılan en çirkin hatalardan biri de, şirk askerlerinin veya mürted hükmünde olan diğerlerinin eş ve çocuklarının da tekfir edilmesi, tekfirin gereklerinin onlara da uygulanması ve mustaz’aflık durumunun gözönünde bulundurulmamasıdır. Günümüzde aşırıya kaçmış olan kimi insanlar bu hataya düşmektedirler. Oysa ki, tekfir edilmelerine engel nitelikte olmasa da, Müslüman olduklarını ve iyi işler yaptıklarını iddia eden şirk askerlerinin ve tağutların tekfir edilmesi, İslam’ını izhar etmiş olan eş, çocuk ve babalarının da tekfir edilmesini gerektirmez. Bunlardan herhangi biri küfre götüren sebeplerden birini işlemedikçe, özellikle ellerinden bir şey gelmeyen ve bu durumdan kendilerini kurtaracak olan bir yol da bulamayan kişiler acaba hangi sebeple tekfir edilecektir? Allahu Teala şöyle buyurur: “Yoksa, Musa'nın ve ahdine vefa gösteren İbrahim'in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi? Gerçekten hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü yüklenmez.” 22 , “Hiçbir günahkar başkasının günahını çekmez. Eğer yükü (günahı) ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, bir şey (alıp) taşınmaz.” 23 , “Allah, mü’minler için Firavun’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar’, demişti.” 24 Bu, saliha bir kadındır, hatta dünyanın en iyi kadınlarındandır. Bununla birlikte bu kadın, yeryüzünün en kötü ve kafir olan, zamanında dine karşı en acımasız düşman durumunda olan bir kişinin eşi idi. İbn-i Teymiye Rahimehullah, “Zalimleri, onların eşlerini ve Allah’tan başka tapmış olduklarını toplayın” 25 ayetini açıklarken, eşlerden maksadın zalimlerin benzerleri ve onların tabileri olduğunu belirttikten sonra şöyle der: 22 53 Necm/36-38 35 Fatır/18 24 66 Tahrim/11 25 37 Saffat/22 23 12 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ “Bundan maksat, mutlak olarak bu zalimlerin eşlerinin de kendileri ile beraber toplanacakları değildir. Çünkü Firavun’un karısı gibi, saliha bir kadının kocası facir ve hatta kafir olabilir.” 26 Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve salih selefin uygulamalarında, mürted veya kafir kocanın cezalandırıldığı, ancak bu kişinin karısına dokunulmayıp, irtidadı ispat edilmediğinden dolayı Müslüman muamelesi yapıldığı durumlar çoktur. Bunun en meşhur örneklerinden biri Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem kızı Zeynep’tir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kızı Zeynep’i, vahiy gelmeden önce müşrik olan Ebu’l-As bin Rabi’ ile evlendirmişti. Bu kişi Hatice’nin Radıyallahu Anha yeğenidir. Vahiy gelince, Ebu’l-As İslam’a davet edildi. Ancak İslam’ı kabul etmeyip şirk üzere devam etti. Zeynep ise Müslüman oldu ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hicret edinceye kadar müşrik konumunda olan kocası ile beraber yaşamaya devam etti. Hatta Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hicret ettikten sonra, ellerinden bir şey gelmeyen ve yol bulamayan mustaz’af konumundaki diğer kadın ve çocuklarla beraber Mekke’de kaldı ve müşrik olan kocası ile beraber Bedir Savaşı’na kadar yaşamaya devam etti. Bedir Savaşı’nda Ebu’l-As, müşrikler ile beraber Müslümanlara karşı savaşmak üzere Bedir’e geldi ve Müslümanlara esir düştü. Müşrikler esirlerinin kurtuluşu için fidye gönderdiklerinde Zeynep de kocasının kurtuluşu için zifaf günü annesi Hatice’nin Radıyallahu Anha hediye ettiği bir gerdanlığı fidye olarak Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem gönderdi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem gerdanlığı görünce duygulandı ve Müslümanlara şöyle dedi: “Eğer onun esirini serbest bırakmayı ve fidye olarak gönderdiği gerdanlığı da geri vermeyi uygun görürseniz, bunu yapın.” Bunun üzerine Ebu’l-As serbest bırakıldı ve karşılığında da kendisinden Zeynep’i serbest bırakma sözü alındı. Ebu’l-As serbest kalıp Mekke’ye döndü. Rasulullah da Sallallahu Aleyhi ve Sellem Zeynep’i alıp getirmesi için Zeyd bin Harise ve Ensar’dan bir kişiyi Mekke’ye yakın olan bir yere görderdi. Bu olay, Bedir Savaşı’ndan bir ay sonra oldu. Kureyş kafirleri başlangıçta buna karşı çıktılarsa da, sonradan Zeynep’i serbest bıraktılar. Daha sonra kocası Ebu’l-As Şam tarafına ticaret amacı ile gitti. Dönüşünde Müslüman bir müfreze bunun malına el koydu ve kendisi kaçtı. Sonra Medine’ye gelerek Zeynep’e sığındı, o da malını bulması için kendisine eman verdi. Bütün bunlar, Ebu’l-As Müslüman olmadan önce meydana gelmiştir. Olay siyer ve tarih 26 Mecmuu’l-Feteva, 7/45 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯13 ⎯ kitaplarında meşhur ve malumdur. Bazı bölümlerini Sünen sahipleri de rivayet etmişlerdir. 27 Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem kızı, müşrik ve İslam’a karşı savaşçı olan bir kafirin yanında mustaz’af olarak bir süre kalmış ve Müslümanlar onu ancak Bedir zaferinden sonra kurtarabilmişlerdir. Esir düşen kocasını fidye ile kurtarmaya çalışmıştır. Bütün bunlar Zeynep’in İslam’ına zarar vermemiştir. Çünkü mustaz’af durumunda bulunuyordu. Mekke’de Müslüman olup hicret imkanı bulamayan diğer kadınların durumu da bu şekilde idi. Allahu Teala onlar hakkında şöyle buyurr: “Eğer, (Mekke’de) kendilerini henüz tanımadığınız mü’min erkekler ile mü’min kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle bir vebalin altında kalmanız ihtimali olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı, elbette onlardan kafir olanları, elemli bir azaba çarptırırdık.” 28 Daru’l-küfürde ikamet etmelerine rağmen, onlara, mü’min kadınlar denilmektedir. Onların kimisinin eşi hala kafir müşrik idi. Ancak bu, Müslüman olan bu kadınların, mustaz’af olmaları sebebi ile İslam’larına bir zarar vermiyordu. Allahu Teala şöyle buyurur: “Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup, hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah affedici, bağışlayıcıdır.” 29 Yemen’de, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem görevlendirdiği bir vali olan Şehr bin Bazan’ın karısı Azad da bunlardan biridir. Esved el-Ansi, Şehr bin Bazan’ı öldürdü ve San’a kentini ele geçirerek Müslümanlığında sebat eden karısı Azad ile evlendi. Kadın onun peygamberlik iddiasını kabul etmedi, ancak bunu açığa da vuramadı. Nitekim amca oğlu Firuz edDeylemi ile işbirliği yaparak Esved’i öldürünceye kadar mustaz’af olarak onunla yaşadı. İbn-i Kesir Rahimehullah, Esved hakkında şöyle der: “Şehr bin Bazan’ın karısı ile evlendi. Adı Azad olan kadın güzel olup Firuz’un akrabası idi. Bununla beraber saliha bir kadın olup Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne de Sallallahu Aleyhi ve Sellem iman etmekteydi.” 30 Yalancı Muhtar bin Ubeyd es-Sakafi de bu şekildedir. İki eşi vardı ve ikisi de sahabi kızı idi. Biri Semura bin Cundeb’in, diğeri ise Numan bin 27 Bakınız: İbn-i Hişam, Es-Siyra, Taberi, Tarih, İbn-i Abdilber, El-İstiab, Ahmed bin Hanbel, Müsned 28 48 Fetih/25 29 4 Nisa/98-99 30 El-Bidaye ve’n-Nihaye, 6/308 14 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Beşir’in kızı idi. Muhtar, peygamberlik iddiasında bulunup irtidat etmeden önce bunlar ile evlenmişti. Mus’ab bin Zubeyr ve beraberindekiler Muhtar’ı yakalayıp öldürünce, mürted kafirin eşleri olduğu için bu kadınların da mürted veya kafir olduğuna hükmetmediler. Çünkü ikisi de Müslümandı. Bu nedenle Musab bin Zubeyr, ikisini de çağırdı ve kendilerine kocaları hakkında sordu. Biri, “Siz onun için ne diyorsanız, ben de aynısını söylüyorum” 31 dedi ve serbest bırakıldı. İkinci kadına da aynı soru yöneltildi. Ancak o şu cevabı verdi: “Allah ona rahmet etsin, Allah’ın salih kullarındandı.” Bunun üzerine kadın hapsedildi ve kadının kardeşi olan Abdullah’a bacısının durumu aktarıldı. Ona ne yapılacağı hakkındaki görüşü soruldu. Abdullah ise şu cevabı gönderdi: “Onu hapishaneden çıkarın ve öldürün.” Böylece kadın öldürdü. 32 Bunlar, İslam’ın başında meydana gelen olaylardır. Ya bugün, Müslümanların kan ve mallarını koruyan, iyi ve kötüleri, mü’minleri ve kafirleri birbirinden ayıran bir İslam devletinin bulunmadığı, Müslümanların çoğunun mustaz’af konumunda olduğu bir dönemde durum nasıl olur? Allahu Teala o gün mü’min kadınlar ile ilgili olarak şöyle buyuruyordu: “Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların iman etmiş kadınlar olduklarını öğrenirseniz, onları kafirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmaz.” 33 Bugünün cahiliyye rejimleri altında ve cahiliyye toplumlarında, mustaz’af olarak yaşayan nice kadınlar bulunmaktadır. Ailesi onu, Müslüman saydığı veya zannettiği mürted müşrik kişiler ile evlendirmiş ve onunla birlikte yaşamaya mahkum olmuştur. Bilindiği gibi, ikrah mazereti, gücü yeten erkekler hakkında kolay kolay geçerli sayılmadığı halde mustaz’af konumundaki kadınlar hakkında bu kadar tavizsiz değildir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Allah bir kimseye ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler” 34 , “Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez.” 35 Müslümanların başına musallat olan tağutların kanun ve anayasaları, şer’i adını verdikleri de dahil, din açısından insanlar arasında ayırım yap- 31 Sahabenin kanları dökmekten ve şüpheler ile hareket etmekten ne derece sakındıklarına dikkat etmek gerekir. Onlar, kanların dökülmesine aldırış etmeyen aşırı kimi kişilerin yaptığı gibi, “Bunu korktuğu için söyledi” veya “yalan söyledi” yahut “kalbindeki küfrü saklıyor” dememişlerdir. 32 Bakınız: El-Bidaye ve’n-Nihaye, 8/289 33 60 Mümtehine/10 34 2 Bakara/286 35 65 Talak/7 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯15 ⎯ mamaktadır. Onların kanunlarında riddet suçunun cezası da yoktur. Velayet, nikah, miras ve buna benzer diğer alanlarda insanlar arasında fark kabul etmezler. Bu ve başka alanlarda mücrimler ve mü’minler, iyiler ve kötüler, kafirler ve Müslümanlar, onlara göre eşittir. Bunun da ötesinde bunlar mürted olanları Müslümanlardan üstün tutmakta, evlilik ve benzeri konularda Müslümanın üzerinde, bu mürtedlerin velayetini kabul etmektedirler. Halbuki Allahu Teala şöyle buyurur: “Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kafirler için mü’minler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.” 36 İslam şeriatında mürted erkeğin Müslüman kadına velayeti geçerli değildir. Bu mürted ister baba, ister oğul, ister hakim olsun fark yoktur. Ancak beşeri kanunlarda hak ile batıl karışmış ve musibet genelleşmiştir. İşin daha da kötüsü Müslümanların, şer’i ahkamı önemsememeleri, dinin asıl ve furu’undan habersiz olmaları, iman ve küfrü, şirk ve Tevhid’i birbirinden ayırmamaları sebebi ile, Müslümanlara ve İslam’a amansız düşman olup, şirke ve müşriklere sıcacık dost olan kimi yöneticilerin namaz kılmasına veya oruç tutmasına aldaranak onları Müslüman olarak saymalarıdır. Bunlara bakarak Müslüman kızlarını onlarla evlendirmişler ve velayetlerini onların eline teslim etmişlerdir. Böylece musibet ve bela özellikle akrabalar arasında genelleşmiştir. Tağutların ve destekçilerinin kafir ve müşrikler olduğu, kanunlarının da küfür olduğunu bilmek ne yazık ki avam bir yana, havas tabakasından olan kişiler tarafından bile bugün ihmal edilmekte ve önem verilmemektedir. Bu ise gördüğümüz bu çirkin ürünün meydana gelmesine sebep olmuştur. İman ve küfür ahkamı ve onlara terettüp eden konular ve hükümler hakkında daha önce bir miktar bilgi vermiştik. Bütün bunları gözönünde bulundurarak, ellerinden bir şey gelmeyen, bu küfür kanunlarında ve zor şartlar altında kendilerini kurtaracak, zalim ve adaletsiz beşeri kanunlar altında mal ve çocukları bakımından onları haksızlığa maruz bırakmadan ve zulmetmeden çekip alacak kimse bulamayan mustaz’af Müslüman kadınları tekfir etmenin doğru olmadığını, kendilerini Müslüman zanneden müşrik ve mürted erkeklerin velayeti altında olmalarından dolayı Müslümanım diyen kadınları ve çocukları tekfir etmenin yanlış olduğunu, aşırıya kaçan boş hamaset sahiplerine birilerinin anlatması gerekir. Hükümde anne-babaya tabi olmak ancak konuşamayan, akledemeyen, deli, çocuk ve benzeri kişiler için sözkonusudur. Ancak Müslümanım diyen kişiyi akrabalık bağı yolu ile tekfir etmek, helal olmaz. Müslümanım diyen kişiyi sözlü veya ameli küfür sebeplerinden biri olmadan tekfir etmek caiz değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi akrabalık bağına binaen hüküm ver36 4 Nisa/141 16 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ mek, istishab yolu ile hüküm vermektir. İstishab ise, İslam’ın zahir olan en basit alametinin bile kendisinden kuvvetli olduğu en basit delillendirme yöntemidir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kafirlerin, savaşmayan kadın ve çocuklarının hata haricinde kasıtlı olarak öldürülmesini yasaklamıştır. İbn-i Battal ve başkalarının da naklettiği gibi, bütün alimler, kadın ve çocukların kasten öldürülmesinin yasak olduğunu belirtmişlerdir. Kadınlar zayıf oldukları için, çocuklar da küfür olan şeyleri işlemekten uzak oldukları için öldürülmezler. 37 Durum böyle olduğu halde, belki de ellerinden bir şey gelmeyen, kendilerini kurtaracak kimse de bulamayan mustaz’af konumundaki Müslüman kadın ve çocuklar, kafir anne ve babalarının işledikleri suçlardan dolayı nasıl cezalandırılabilir!? Kaldı ki biz, muvahhidlere karşı kafir tağutları desteklediği, onlara muvalat ettiği ve küfürlerini paylaştığı açık olmayan ve açıkça küfre götüren bir şey işlememiş olan, ancak şirkin askerlerini ve tağutların destekçilerini bazı şüphelerden dolayı tekfir etmeyen muhalifleri bile, bu hatalarından dolayı tekfir etmemekteyiz. Namaz kılmaları sebebine binaen Müslüman ve mü’min zannettiği tağutların askerlerinden biri ile Müslüman cahil bir kadın arasında meydana gelen mücerred evlilik, açık seçik küfür sebeplerinden biri değildir. Müslümanlar arasında yaygınlaşan cehalet ve dalalet niteliğinde olsa da ve Müslüman davetçilerin insanları bu münkeratın pisliklerinden kurtarmak için gece gündüz çalışmaları zorunlu olsa da, sırf bu evlilikten dolayı Müslüman kadın tekfir edilemez. 38 37 Fethu’l-Bari, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer bölümü Yazdıklarımdan şunları çıkarttım: “Ne olursa olsun, kafirle evlenmek bizatihi tevelli değildir ve tekfir sebeplerinden de olmaz. Böyle olsaydı, kitap ehl-i kadınlarla evlenmek caiz olmazdı. Te’vil yolu ile olursa, tekfir sebebi hiç olmaz. Demek istediğim, erkeğin kafir olduğunu kadının bilmemesi, yukarıda belirttiğim gibi namaz kılarak ve kendisinin Müslüman olduğunu iddia etmesine bakarak aldanması durumunda kadın, aldanmış olup açıkça küfür sebebi işlemiş değildir.” Ancak bu ifade mutlak olup, mesele bununla sınırlı olmadığından dolayı çıkarmayı uygun gördüm. Kardeşlerimizden biri buna dikkatimizi çekti. Allah razı olsun. Ahmed Şakir şöyle der: “Müslüman kadınlar bilsin ki, bu durumda olduğunu bildiği bir erkek ile evlenmeye razı olan veya mürted olduğunu bildiği bir koca ile beraber kalmaya razı olan kadın, koca gibi mürted sayılır.” Kelimetu Hak, 158-159 Bu gerçek olup tartışma götürmez. Ancak kocanın mürted olduğunu kadının bilmesini şart koşmaktadır. Aksi halde İslam’da haram olarak bilinen şeyi helal kılmış olur. Böyle bir kişinin hükmü, Bera hadisinde belirtildiği gibi, babasının eşi ile evlenen kişinin hükmü gibidir. Ayrıca kendi isteğiyle kafirin velayeti altına girdiği için onun hükmünde olur. 38 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯17 ⎯ Biz dinimiz için titizlik gösterir ve tekfir konusunda ihtiyatlı davranırız. Hasımlarımızın iddia ettiği gibi biz ayırım yapmadan mutlak olarak herkesi tekfir etmiyoruz. Cahillerin bu tür yanlışlarını ve meydana gelen sonuçlarını bir çok defa eleştirdik ve karşı çıktık. Hatta muhaliflerimizin, tağutları ve destekçilerini tekfir etmedikleri halde, bu tağut ve destekçilerinin eş ve kızlarının iffetine dil uzatmalarına defalarca karşı çıktık. Kendilerine zulmettikleri veya bazı haklarını çiğnedikleri zaman tağutlara ve destekçilerine karşı feryat ettiklerini ve en ağır küfürler ile sövdüklerini duyduk. Eşlerine, bacılarına veya kızlarına en ağır küfürler yaptıklarını gördük. Hatta bazıları, muhaliflerimizden olan ve bizleri tekfirci olarak itham eden bu kişilerin haksızlıklarına bu derece karşı çıkmamıza taaccüb etmekte, tağutlar hakkında o kadar amansız davranmamıza rağmen, muhaliflerimizin, tağutların eşleri hakkında işledikleri bu haksızlıklara karşı gösterdiğimiz tepki karşısında hayrete düşmektedir. Onlara şer’i deliller ile tağutları tekfir ettiğimizi, ancak bunun sınırlarını aşmadığımızı belirtmek istiyoruz. Şunu belirtelim ki, bir insan, tağutları tekfir etse bile, bu, tağutların kadın ve kızlarına sövmesini meşru hale getirmez. Davetçilerin, ırz ve namuslara dil uzatmaktan kaçınmaları gerekir. Çünkü bu durum, Müslümanların ahlakına uymaz. Nitekim alimler kafir kadına bile iftira edilmesine karşı çıkmış ve zımmi bir kadına iftiradan dolayı tazir cezasının uygulanmasını istemişlerdir. Bundan ise, ahlaksız kişilerin, insanların ırz ve namuslarına dil uzatmaya cesaret etmemeleri, kötü ve çirkin sözler söylemeye veya suçsuz mü’min kadınlara iftiraya yol açmaya kapı aralamaması hedeflenmiştir. Diğer taraftan kafir kadının Müslüman oğlu, kardeşi veya bir yakını olabilir ve ona sövmek, bu Müslüman yakınını üzebilir. Bu nedenle Said bin Museyyeb ve İbn-u Ebi Leyla, Müslüman oğlu bulunan zımmi bir kadına iftira eden kişiye had cezasının uygulanması gerektiğini söylemiştir. Halbuki alimlerin cumhuruna göre had cezasının uygulanmasının şartlarından biri de iftiraya uğrayan kişinin Müslüman olması gerektiğidir. Kadına sövmenin kıvılcımları, o kadının yakınlarından olanlara da sıçrayabilir. Bugün tağutların koruyucuları konumundaki askerlerin kadınlarından, Müslüman olanlar olabileceği gibi, bu kadınların Müslüman yakınları olmayanı yok gibidir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İhtimaldir ki, sövmekten dolayı kimi kişilere gelen zarar, sövdüğü kişiye gelen zarardan daha büyüktür. Bu nedenle İmam Ahmed Rahimehullah, kendisinden gelen iki rivayetten birine göre, evli olmayan veya evli oğlu veya kocası bulunan zimmi kadına iftira eden kimseye had cezasının uygulanacağını söylemektedir. Çünkü evli olan oğlu veya kocasına utanç verilmiştir. Diğer rivayette ise, ki bu çoğunlu- 18 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ğun görüşüdür, iftira eden adama had cezası gerekmez. Çünkü onlara iftira değil, eziyet vermiştir. Had cezası ise, ancak iftira halinde gerekmektedir.” 39 Bu şekildeki iftiradan dolayı kimi alimler tazir cezasını, kimileri ise had cezasını öngörmüşlerdir. Bu alimlerin anlayışı nerede, bu aşırıların anlayışı nerede!.. Bir defasında, kendisine zulmeden bir hakime livata iftirası yapanı ve en ağır sözler ile söveni gördüm. Bu yaptığından dolayı kendisini kınadım ve dedim ki; “Sen Müslüman olduğuna inandığın bir insana bu şekilde iftira ediyorsun. Bu ise delile muhtaçtır ve senin hiçbir delilin yoktur. Halbuki size onlarca delil getirmemize rağmen, sizler böylelerini tekfir ettiğimiz için bizi kınıyorsunuz.” Bunun üzerine bana verdiği cevap; “Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitici ve bilicidir” 40 ayetini okumak oldu ve “Acaba kötülük bundan başka ne ola ki!” dedi. O gün neye hayret edeceğimi bilemedim. Delillerin çokluğuna rağmen tağutları tekfir etmekten kaçınmalarına mı, yoksa şer’i nasslar ile oynama cür’etlerine ve sadece hevalarına uyarak canlarının istediği gibi tekfir etmelerine mi? Çünkü alimlerin belirttiği gibi, burada Allahu Teala’nın seslendirilmesine cevaz verdiği kötülük, uğradığı haksızlığı dile getirme ve zulümden sakındırmak için mazlum durumundaki kişinin, zalim hakkında söyledikleridir. Yoksa hiçbir zaman ona iftira etmek ve yalan suçlama yapmak değildir. Çoğu zaman ırzlara dil uzatmak ve bilhassa kadınlara iftira etmenin, şer’i ispat yolları bakımından, Şari’in tekfirden daha şiddetli bir şekilde üzerinde durduğu bir şey olduğunu bu insanlara hatırlattım. Zina suçunun ispatı için zina fiilini gören dört şahit şartını koşarken, tekfir için ise sözü işiten adaletli iki şahit veya küfre götüren delaleti açık fiili gören bir şahit ile yetinmiştir. 41 Nitekim, birine zina iftirasında bulunmanın cezasını, küfür suçlamasında bulunma cezasından daha ağırdır. Te’vil yolu ile yapılması haricinde, söverek başkasını tekfir eden kişinin cezası sadece ta’zirdir. Beyhaki, Ali bin Ebi Talib’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmiştir: “Bana, başkasına, ‘ey kafir, ey fasık, ey eşek’, diyen kişinin cezasını sordunuz. Yetkilinin vereceği tazirden başka cezası yoktur. Bir daha böyle şeyler söylemeyin.” 39 Es-Sarimu’l-Meslul, 45-46 4 Nisa/148 41 Bunun alimlerin çoğunluğunun görüşü olduğunu belirtmiştik. Bakınız: El-Muğni, “Kitabu’lMürted” 40 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯19 ⎯ İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Haksız olarak başkasına kafir diyen kişinin cezasının, zina iftirasında bulunan kişinin cezasından az olması, son derece isabetlidir. Çünkü başkasına zina iftirasında bulunan kişinin, yalan söylediğini bir başkasının bilmesinin yolu yoktur. İftiranın cezası, iftira suçunu işleyen kişinin yalanlanması ve iftiraya uğrayan kişinin de temize çıkarılması olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte, tazir cezası olarak ise, Müslümana zina iftirası yapan kişiye sopa cezası uygulanmış ve bu ahlaksızlığın ne kadar kötü olduğu belirtilmiştir. Başkasını kafir olmakla suçlayan kişiyi yalanlamak için ise, suçlanan Müslümanın durumunu, Müslümanların bilmesi ve görmesi yeterlidir. Zina iftirasından dolayı uğrayacağı zarar, küfür suçlamasından dolayı uğrayacağı zarardan çok daha büyüktür. Özellikle iftiraya uğrayan kadın ise, ailesi ve yakınları arasında ona gelecek zarar ve utanç, insanlar arasındaki kötü zanlar, kimilerin doğrulaması ve kimilerin yalanlamasının yolaçacağı yıkım, tekfirden dolayı olacaklardan çok daha büyüktür.” 42 Gece-gündüz hakkında bize akıl verdiğiniz tekfirin durumu budur. Halbuki tekfirleri konusunda bize muhalefet ettiğiniz kişilerin küfrü, günün ortasındaki güneşten daha açıktır. O kadar açık ve malumdur ki, iki şahide ihtiyaç bile bırakmaz. Çünkü bunu kendileri itiraf etmekte, gece-gündüz kafir olduklarına şahitlik etmektedirler. Hatta küfür kanunlarına ve yetkililerine bağlılık ve itaatlarıyla, saygı göstereceklerine dair yemin etmekle, koruma ve kollamaya gece-gündüz çalışmakla, şirk kanunlarının yasalaşmasına katılmakla, onlardan teberri eden muvahhid Müslümanlara savaş açmakla ve her yerde onlara karşı müşriklere destek vermekle iftihar etmektedirler. Bununla birlikte bu gibilerinin, kafir oldukları kesin olarak söylenemeyen kadınlarına iftira etmenin durumu açıkladığımız gibidir. Buna rağmen hasımlarımızdan çoğu gece-gündüz ve sürekli olarak bu suçu işlemekten kaçınmazlar. Halbuki bunun ispatı, kınına girerken kılıcın görüldüğü gibi gözleriyle bu fiili gören dört şahidin şahitlik etmesini gerektirmektedir. Onlardan biri şahitlikten cayar veya geveleyip inkar ederse, diğer üç kişiye iftira cezası olarak seksen sopa vurulur, adalet nitelikleri ellerinden alınır ve fasıklardan sayılırlar. Şunu da belirtmek isterim ki, asli küfre terettüp eden hükümlere bakıp, riddet küfrünü diğer küfür çeşitleriyle karıştıran ve tağutların veya askerlerinin eşlerini cariye olarak elde etmeyi dillerine dolayan hamasetli kimi kişiler bu konuda da hataya düşmektedirler. Bu da şer’i ahkamı tümden bilmediklerini ve haram olan işlere cahilce daldıklarını gösterir. Çünkü yuka42 İlamu’l-Muvakkıin, 2/64 20 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ rıda da belirttiğimiz gibi bu kadınların mustaz’af Müslüman kadınlardan olma ihtimali yüksektir. Sonra, bu taşkınlara göre, bu kadınlar hakkında küfrün şer’i olarak sabit olduğunu varsayalım. Bu kadınların bu durumda kafir olmaları, Müslüman olduklarını iddia etmelerinden dolayı riddet küfrüdür. Durum böyle ise, alimlerin sahih görüşlerine göre mürted kadını esir almak caiz değildir ve mürted kişi Müslümanlar arasında hiçbir şekilde yaşatılamaz. Çünkü, Müslim dışında beş hadis kitabında rivayet olunan, “Dinini değiştireni öldürünüz” hadisi buna engeldir. Muaz hadisinin rivayetlerinden olan ve İbn-i Hacer’in hasen olarak belirttiği bir rivayete göre Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Muaz bin Cebel’i Radıyallahu Anhu Yemen’e gönderdiği zaman ona şöyle demiştir: “Bir erkek İslam’dan dönerse, İslam’a davet et. İslam’a dönmez ise, boynunu vur. Bir kadın İslam’dan dönerse, onu da İslam’a davet et. İslam’a dönmez ise, boynunu vur.” 43 Kaldı ki bu tembel kişilerin özledikleri cariye konusu, ancak tamamen ele geçirme ve hamile olmadığı anlaşıldıktan sonra caiz olur. Şari’, cariye ile yatmanın ancak sahih temellük ile caiz olduğunu belirtmiştir. 44 Cariye tam mülk olarak alınmadıkça, onunla yatmak hiçbir şekilde helal değildir. Bugün ise, yaşadığımız şartlarda kafirlere meydan okuyan ve gerektiğinde onlara karşı savaşan, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanındaki gibi bir devlete sahip olunmadığı sürece esir almak mümkün değildir. Üstelik dünya devletlerinin zayıf ülke halklarını sömürme ve ğayri resmi köleleştirmelerine rağmen, köleliğin yasaklanmasını öngören anlaşmaları bulunmaktadır. Sonuç olarak; böyle bir dönemde kölelik konusuna girmiyoruz ve bugüne kadar da girmedik. Bu konuda kimilerin davetimize yüklemeye çalıştığı şeyler, yalan ve iftiradan başka bir şey değildir. Bu yalan ve iftiralar, açık ve kesin delillere sahip olan bu davete karşı mağlup olduklarını ve açıkça karşı koyamadıklarını gösterir. Onun imajını bozmak ve insanları ondan uzaklaştırmak için bu yalan ve iftira yoluna başvurmuşlardır. Deliller ile yapamadıklarını iftira ve yalan ile yapmaya çalışmaktadırlar. 43 Bakınız: El-Muğni, 8/96 Ali bin Ebi Talip’ten Radıyallahu Anhu rivayet edilen ve mürted kadının esir alındığını belirten rivayeti İmam Ahmed Rahimehullah zayıf saymıştır. Ebu Bekir’in Radıyallahu Anhu esir aldığı kişiler Müslüman olmamışlardı ki mürted oldukları söylenebilsin. Başkaları, Ali’nin Radıyallahu Anhu, onların kadınlardan kimseyi esir almadığı ve sadece Beni Hanife cariyelerinden siyah bir cariyeyi yanına aldığını aktarır. Mürtedin mal ve eşyasını ganimet almanın caiz olduğunu ve bu cariyenin Beni Hanife’nin mal ve eşyasından sayıldığını söylediler. Alimlerin bundan farklı cevapları da bulunmaktadır. 44 Fetava’s-Subki, 2/282 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯21 ⎯ Bize göre, tekfir ettiğimiz tağutların ve destekçilerinin kadınlarını esir saymak iki durum sebebi ile helal olmaz. Birinci duruma göre bunlar, kocaları gibi mürted olabilirler. Mürted kadını esir olarak yaşatmak ise caiz değildir. İkinci duruma göre ise, bunlar, cahil Müslüman kadınlar olabilir. Bizim onlara nasihat etmemiz, anlatmamız gerekir. Yahut mustaz’af Müslüman kadınlar olabilirler. Bu durumda ise, kurtulmaları için olara yardımcı olmak ve velayetlerini üstlenmek mecburiyetindeyiz. Tağutların karısı, kızı, kızkardeşleri hakkındaki düşüncemiz bu ise, çok yakın zamana kadar daru’l-İslam olan ve halklarının büyük çoğunluğu İslam’a mensup olan bu memleketlerin bütün kadınları hakkında bu şekilde düşünmemiz evleviyatla gerekir. Artık bu yalancı ve iftiracıların bize karşı yaptıklarından vazgeçme ve tevbe etme zamanı gelmedi mi?! Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu buyruğunu hatırlamaları artık gerekmez mi: “Kim bir Müslüman hakkında onda olmayan şeyi söylerse, yaptığından tevbe edinceye kadar Allah onu cehennemin en kokuşmuş yerine koyar.” Artık bu konularda bocalayanların vazgeçme zamanı gelmiştir. Çünkü onların bocalama ve saçmalıkları, İslam daveti düşmanlarının elinde, onu karalamak için arayıp da bulamadıkları malzeme olmaktadır. 22 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ -21TEKFİRİN SONUÇLARI BAKIMINDAN, MÜMTENİ’ KONUMUNDAKİ KAFİR İLE KENDİSİNE GÜÇ YETİRİLEN KAFİR ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK Tekfir konusunda yapılan yaygın hatalardan biri de, istitabe uygulanmaksızın kan ve malın mübah sayılması konusunda, mümteni’ konumunda olan kafir ile mümteni’ konumunda olmayan, kendisine güç yetirilen kafir arasında ayırım yapmamaktır. Ne yazık ki aşırıya kaçmış olan kimi insanlar araştırıp-soruşturmadan, tekfirin şartları ve engellerini yeterince gözönünde bulundurmadan, ihtimalli olan delillerden hareket ederek mustaz’af konumundaki Müslümanları mutlak olarak tekfir etmekte, mümteni’ konumundaki mürted muamelesi yaparak, kan ve malının helal olduğunu söylemektedir. Mümteni’ konumunda olmak, şer’i anlamda ikiye ayrılır. Birincisi, Şeriatın bir kısmı veya tamamıyla amel etmekten kaçınmak anlamındadır (mümteni’ ani’ş-Şerîa). İkincisi ise, güç yetirilememek anlamındadır. Yani Müslümanların yöneticisinin, kişiyi tutuklayıp sorgulamaya güç yetirememesidir. Bu birinci ve ikinci anlamlar arasında herhangi bir ilişki yoktur. Şeriatla amel etmekten kaçınan kimse daru’l-İslamda güç yetirilen bir kimse olabilir. Mesela; daru’l-İslamda güç yetirilen bir kimse olup namaz kılmaktan, zekat vermekten kaçınan kimse gibi (Bu gibi kimselere mümteni’ ani’ş-Şerîa denir). Bu iki anlam arasındaki farkı ayırt etmede dikkatli olmak gerekir. İstitabe uygulamak ise, mürted olduğuna karar verilen kişinin tevbe etmesini istemek demektir. Ayrıca bu, kişinin, mürted olduğuna karar vermeden önce şartların ve engellerin araştırılmasını da kapsamaktadır. Burada istitabeden kastedilen ise budur. Fıkıh kitaplarında çokça kullanılan “Kim şöyle der veya şunu işlerse, istitabeye tabi tutulur” sözü, sözkonusu olan kişinin her zaman kafir olduğu ve tevbe etmesinin istendiği anlamına gelmez. Kendisinden küfre götüren söz veya fiil meydana gelmiş olabileceği, durumunun araştırılması, yani tekfirin şartlarının ve engellerinin tespit edilmesi gerektiği anlamına da gelebilir. Bunlar uygulandıktan sonra, tekfirin şartlarından bazılarının yerine gelmemiş olması veya tekfirin engellerinden bazılarının bulunuyor olması nedeni ile kişinin küfürden beraatine ya da şartlar yerine gelmiş ve engeller ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯23 ⎯ de bulunmamaktaysa kişinin küfrüne karar verilir ve tevbe etmesi istenir. Bu ise, kişiye riddet cezası uygulanmadan önce, tekfir edilen bu kişinin yaptığından vazgeçtiğini belirtmesi şeklinde olur. Bu nedenle, alimlerin ne amaçla kullandıklarını tespit etmeden bu ifadeyi mutlak olarak kullanmak ve sonuçlarıyla amel etmek doğru değildir. Bilinmelidir ki, mümteni’ konumunda olanlar ile bu konumda olmayanlar aynı kategoride değillerdir. Kendisine güç yetirilebilen kişi, Allahu Teala’nın hükmüne göre muamele görmeyi red etmeyendir. Müslümanların otoritesini reddedip kafirlerin otoritesine, gücüne ve devletine sığınmayan kişidir. Mümteni’ konumda olan kişi ise, daru’l-küfre sığınarak, Müslümanların yönetiminden imtina eden, kafir devletin gücüne, askerine, otoritesine ve yasalarına sığınandır. İslam’ın hükümlerine göre işlem görmeyi reddeder ve Müslümanlar kendisine Allahu Teala’nın hükmünü uygulama imkanı bulamaz. Ya da Müslümanlar arasında olması ile birlikte, kendisini Müslümanların otoritesinden koruyan bir kesime veya güce sığınıyor olabilir. Böylelerinin hükmü, harp ehlinin hükmüdür. Kendisine istitabe uygulanmadan onunla savaşmak, öldürmek ve malını almak, buna güç yetirebilen herkes için caizdir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem isyan edenlere şeriatın verdiği cezalar iki türlüdür: Birincisi, kendisine güç yetirilen kişilere verilen cezadır. Diğeri ise, ancak savaş ile kendisine güç yetirilen mümteni’ zümreye verilen cezadır.” 45 Günümüzde İslam ahkamı ve Müslümanların otoritesine karşı imtina edenler kapsamına Allahu Teala’nın şeriatını yürürlükten kaldıran tağutlar, küfür kanunlarını yapanlar ve uygulayanlar, Müslümanlara karşı onlara yardım edenler, onların kanunlarını destekleyip savunanlar, şeriatın hükümlerine göre işlem görmeyi red edenler girmektedir ve bunlar her iki imtina şeklini de taşımaktadırlar. Bunlar hem şeriatın hükmünü kabul etmemekte ve hem de Müslümanların otoritesini tanımamaktadırlar. Çünkü bunlar İslam’a ve Müslümanlara karşı amansız düşmanlar konumundadırlar. İbn-i Teymiye Rahimehullah, Moğollar ile ilgili meşhur fetvasında şöyle der: “Mütevatir ve meşhur İslam ahkamına karşı çıkanlar ile, şehadet kelimesini söyleseler bile, Müslümanların ittifakıyla savaşmak vaciptir. Şehadet kelimesini söylediği halde beş vakit namazı kılmayı red ederlerse, namaz kılıncaya kadar onlarla savaşmak vaciptir. Zekat vermeyi red ederlerse, zekat verinceye kadar onlarla savaşmak vaciptir... Kan, mal, ırz, eşya ve 45 Mecmuu’l-Fetava, 28/193 24 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ başka şeyler ile ilgili olarak Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem hükmü ile hüküm vermeyi red ederlerse onlarla savaşmak vaciptir. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münkeri veya Müslüman oluncaya kadar ya da teslim olup kendi elleriyle cizye vermeyi kabul edinceye kadar kafirler ile savaşma da bu hükümler arasındadır. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurur: “(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” 46 Dinin bir kısmı Allahu Teala’nın ve bir kısmı da başkalarının ise, dinin tümü Allahu Teala’nın oluncaya kadar kafirler ile savaşmak, bu dinin yerine getirilmesi vacip olan hükümlerindendir.” 47 İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu tür kişilere karşı yapılacak olan savaşın, isyancı Müslümanlara karşı yapılacak savaş türünden olmadığını, bu savaşın Ebu Bekir’in Radıyallahu Anhu savaştığı mürtedler ile savaş türünden olduğunu belirterek şöyle der: “Salih selef, namaz kılıp, oruç tutmalarına ve Müslüman cemaate karşı savaşmamalarına rağmen, zekat vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak isimlendirmiş ise, Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem düşmanlarıyla birlik olup Müslümanlarla savaşan kişiler nasıl mürted olmasın!.” 48 Kendisine güç yetirilen kişiye ise, tekfiri konusunda hüküm verilmeden önce istitabe uygulamak vaciptir. Yani tekfir hükmü verilmeden önce, tekfirin şartlarının yerine gelip engellerinin ortadan kalktığına bakılması gerekir. Bu araştırma neticesinde, kişinin irtidat suçunu işlediği tesbit edilirse, kendisinden tevbe etmesi ve İslam’a dönmesi istenir. Kendisine bu davet yapılmadan önce riddet cezası ona uygulanmaz ve 49 İslam’a dönmesi muhtemel olduğundan dolayı mürted olarak öldürülünceye kadar malındaki mülkiyet hakkı yok olmaz. 50 Kişi, mürtedlerin gücüne ve halka musallat olan kanunlarına sığınmıyorsa, onlardan yardım almıyorsa veya muvahhidlere karşı onlara destek vermiyorsa ve İslam ahkamının kendilerine uygulanmasına karşı çıkmıyorsa, günümüz mustaz’af Müslüman halkın kapsamına girmektedir. Bunlar için durum böyle ise, Allahu Teala’nın “Allah’a kullak edin ve tağutlardan kaçı- 46 8 Enfal/39 Mecmuu’l-Fetava, 28/278-279, Daru İbn hazm baskısı 48 Mecmuu’l-Fetava, 28/289 49 İbn-i Teymiye, Es-Sarimu’l-Meslul’da, mücerred riddet ile birden fazla işlenen suç ile oluşan riddet arasında ayırım yapmıştır. Bunlardan ikincisinin tevbe ettirilmesine yer olmadığını söylemiştir. 50 Bakınız: El-Muğni, Kitabu’l-Murted 47 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯25 ⎯ nın” 51 emrini yerine getiren, tağutlardan ve şirklerinden uzak duran insanlar neden bu kapsama girmesin!.. Bu durumda olan insanları, yönetimi eline geçirip Müslümanların başına musallat olan ve Müslümanlara güçle karşı koyan mümteni’ mürted savaşçılar ile eşit tutmak helal değildir. Bu insanlardan, cehalet, hata veya te’vil sonucu küfre götüren bir söz veya amel meydana gelirse, kendilerine istitabe uygulamadan, yani tekfirin şartlarının meydana gelip-gelmediği ve engellerin de ortadan kalkıp-kalkmadığı tespit edilmeden önce tekfir etmek caiz olmaz. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kendisine hüccet ulaştıktan sonra dört farzdan herhangi birisinin vücubiyetini inkar eden kimse kafir olur. Aynı şekilde; kötülükler, zulüm, yalan, içki ve buna benzer şeyler gibi mütevatir olarak haramlığı bilinenleri inkar eden kimse de kafir olur. Ancak kendisine hüccet ikame edilmemiş olan, örneğin; İslam’a yeni girmiş ya da İslam şeriatının ulaşmadığı kırsal bölgelerde oturan kimseler gibi; yahut da (aynen hata ettiklerinde Ömer ibnu’l-Hattab’ın Radıyallahu Anhu kendilerine istitabe uyguladığı kimseler gibi) hata ederek iman edip salih ameller işleyenlerin içkinin haram oluşundan istisnâ tutulacaklarını zanneden kimse ve bunun gibilerine istitabe uygulanır ve hüccet ikame edilir. Eğer ısrar ederlerse o zaman kafir olurlar. İstitabe yapılıp hüccet ikame edilmeden önce onların kafir olduklarına hükmedilmez. Aynen sahabenin Kudame ibn-i Maz’un ve yanındakilerin te’vilinde hataya düştükleri şeyden dolayı kafir olduklarına hükmetmedikleri gibi.” 52 Dolayısıyla aşırıya kaçan bazılarının yaptıkları gibi, en ufak bir hatada kişinin küfrüne hükmedecekleri bir meselede, avamın içerisinden İslam’ını izhar eden bir kimseyi imtihan etmek de helal değildir. Bu meselenin ihtimalli olup olmaması veya alimlerin bile meal ile tekfir meselesi gibi içinden çıkamadığı bir konu olması ya da delil olmadan tekfir hükmünün verilemeyeceği bir mesele olması bu cahil aşırılar için çok önemli değildir. Ayrıca onları, ele geçirdikleri av gözü ile baktıkları bu kişinin, elinden bir şey gelmeyen ve yol bulamayan mustaz’aflardan olması ya da gönlü İslam’dan ve Müslümanlardan yana olması ve bir meselede bilmeden yanılmış olması da ilgilendirmez. Bu zavallıların derdi, bu yanlışları tedavi etmek değil, fırsat bilmektir. Çünkü bu tür sebepler ile tekfir edecekler, insanların can, mal ve ırzlarını helal sayacaklardır. Tekfirin şartlarına veya engellerine bakmazlar. Hatta bu aşırılardan öyleleri vardır ki, tekfirin şartları ve engelleri konularına 51 52 16 Nahl/36 Mecmuu’l-Fetava, 7/609-610 26 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ dair, hiçbir şey bilmemektedir. Üstelik bu tür davranışlarını da Allahu Teala yolunda hazırlık ve cihad olarak kabul ederler. Gerçekten bunlar kahraman ve mücahid olsalardı, Allahu Teala’nın dinine karşı koyan ve savaş açanlara karşı tavır alır ve bunlara karşı koyarlardı. Bu kafir mürtedlere, kanun ve güçlerine, işbirlikçilerine sığınanlarla savaşırlardı. O zaman Allahu Teala, onlara lütfundan istedikleri kadar verirdi. Gerçekten böyle bir mücadelenin içinde olsalardı, Allahu Teala onlara bol bol ganimetler verirdi. Madem ki buna güçleri yok, o zaman genel itibarları ile mümteni’ konumunda olmayan bu mustaz’af insanlara daveti götürmek ile meşgul olmaları, hidayet bulmalarına yardımcı olmaları ve böylece Allahu Teala’nın kendilerine, düşmanlarına karşı güç vermesi için çalışmaları gerekirdi. Şüphe yok ki Allahu Teala, Muhammed’i Sallallahu Aleyhi ve Sellem dilenci değil, hidayet rehberi olarak göndermiştir. Pakistan’da bu cahil ve serserilerden; yetimlerin, fakirlerin, göçmenlerin, hatta mücahidlerin mallarını çalanları gördüm. Daru’l-küfürde bulundukları için yahut kendilerinin tekfir ettiklerini, tekfir etmeyen bütün herkes için aslolanın küfür olduğunu iddia ederek bunu yapmaktadırlar. Hatta bu konuda kendilerine karşı çıkan bazı muvahhidleri de öldürmekten çekinmemekte, anlamsız hüccetler ile ve geçersiz deliller ile o insanların kanlarını dökmeyi mübah saymaktadırlar. Kadı Iyad’ın, el-Kabisi’den naklettiğini daha önce aktarmıştık. Ki orada şöyle diyordu: “Açık delil olmadıkça insanların kanını dökmek helal değildir.” 53 Alimlerin bu şekilde ihtiyat gösterilmesi gerektiğini bildirdikleri makam, devletin güç ve iktidarının bulunduğu yargı merciidir. Bu aşırıların ihtiyatlı davranmaları konusunda yapılacak uyarı ne boyuttadır!? Bir defasında bu aşırılardan pişman olan biri hapishanede bana şunları anlattı: “Geceleyin sahibini tanımadan yoldan ticari bir taksi çevirirdik. Silahlarımızı gizlerdik. Bizi bir meyhaneye götürüp içki almasını söyleyerek sürücüyü imtihan ederdik. Dediklerimizi kabul eder veya hoşumuza gidecek bir şey söylerse, ona nasihat etmeden (ki zaten nasihat etmek için değil, ganimet almak için bu işi yapardık) silahlarımızı çeker ve o gün ailesi için kazandığı paralarını elinden alırdık. Hemen bu stratejik soru ile başlar, aynı anda kararı verir, mürted olduğuna hükmeder ve malını ganimet olarak alırdık.” Halbuki bunların, o sürücüden istedikleri, yani kendilerini meyhaneye götürme işi, helal saymadığı sürece, kişiyi dinden çıkaran günah türünden değildir ve kötülük ile haksızlık üzerinde yardımlaşmadır. Üstelik taleplerine 53 Eş-Şifa, 2/262 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯27 ⎯ verilen yanıt ne kesin olarak, ne de ihtimalli olarak kişiyi küfre götüren bir söz veya amel de değildir. Kaldı ki bu sürücünün malını almanın helal olmasından önce, kendisini küfre götüren bir söz veya amel sadır olsa bile, mümteni’ konumda olmaması nedeni ile, uygulanması gereken başka aşamalar vardır. İbnu’l-Munzir, sırf irtidat ettiği için mürtedin malı üzerindeki mülkiyet hakkının yok olmadığı konusunda icma olduğunu belirtmektedir. 54 Mülkiyet hakkının kalkması için mürtedin öldürülmesi veya ölmesi gerekir. Çünkü ölünceye veya öldürülünceye kadar, tevbe etme ve İslam’a dönme ihtimali bulunmaktadır. Bütün bunlar, alimlerin riddet terimini tanımlarken kasdettikleri dinini değiştiren ve kafir olan bir insan için sözkonusudur. Hatalı te’vili sebebi ile küfür olan bir işi işleyen ancak bununla birlikte de İslam’ın şiarlarını benimseyen, ondan asla kopmayan, İslam’a veya Müslümanlara karşı savaşmayan veya düşmanlarını ona karşı desteklemeyen, İslam’ın düşmanlarının küfrü ile karşılaştıklarında ona katılmayan veya karşı çıkan, onlardan ve onların küfürlerinden beri olduklarını belirten veya te’villerini ve mazeretelerini gündeme getiren, kendilerini tekfir edenlerin ise ancak içtihad ile tekfir ettikleri ve bu içtihadlarında isabet veya hata edebildikleri bu insanlar nasıl tekfir edilebilir? Böyle şeyler ile insanların kanı ve malı heder edilebilir mi? Bu gafiller, güya, bu sürücüye, isteklerine karşı çıkmasını bekleyerek sormuşlar. Halbuki adamı baştan aldatmaktadırlar. Çünkü sakallarını traş etmişler, şekillerini değiştirmişler ve dindarların simasından üzerlerinde bir iz bırakmamışlar, sonra da istedikleri cevabı vermesi için adamı tuzağa düşürmüşler ve bütün bunlara rağmen o kişinin içki alma isteklerine karşı çıkmasını beklemişlerdir. Oysa ki, günümüzde bu tepkiyi dinlerine kuvvet ile sarılan bazı garibanlardan başka kim gösteriyor ki! Tağutların hayatı ve geçimi zorlaştırmaları sebebiyle sabahtan akşama kadar ekmek lokmasının peşinde koşarak günlerini tüketen, insanlara iltifat etme ve yüzüne gülme tavrı sergileyen, hatta malı haram yollardan kazanmayı bile çoğu önemsemeyen avam insanlardan böyle bir isteğe kaç kişi karşı çıkabiliyor ki!? Zaten böyle bir şey, kan ve malın heder olması bir yana, tek başına tekfir için yeterli sebep değildir. Halbuki o kişi, onlar üzerinde mütedeyyin bir Müslüman siması görseydi, belki de Tebliğ Cemaati’nin yaptığı gibi, onlarla beraber hayırlı işlerde yardımcı olmaya ve tebliğe çıkmaya söz verirdi. Ondan dini bir şey sorsalardı, sıkça gördüğümüz gibi, kendilerine dini bir eda ile iltifat eder ve memleketin şeyhu’l-İslam’ı gibi cevap vermeye çalışırdı. 54 Bakınız: Eş-Şifa, aynı yer 28 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ İnsanlara yaklaşım bu şekilde olmaz ve bir hükmün tespiti böyle yapılmaz. Özellikle cehaletin yayıldığı, alimlerin ve ilmin azaldığı bir ortamda kanların ve malların mübah sayılacağı şer’i hükümler bu şekilde verilmez. Bu gençlerin hamaset ve dini gayretleri, tağutlara karşı savaş yolunda kullanılacağı gerekçesi ile, doğrudan veya tuzaklar kurarak insanların mallarını almayı meşru kılmaz. Allahu Teala temizdir ve helal olmayan şeyleri kabul etmez. Gaye kadar bu gayeye ulaşmada kullanılacak vesilenin de meşru ve temiz olması gerekir. Daha sonra bu kişiler bazı soygun ve hırsızlık olayları sebebiyle tutuklandılar. Dindarlıklarını gösterdiler, sakallarını kesmediler. Böylece Allahu Teala’nın ve dinin düşmanları için kullanılacak bulunmaz bir fırsat niteliğine dönüştüler. Bunların yaptıkları bahane edilerek basın-yayın organlarında sayfalar dolusu yayınlar yapıldı, cihad ve davet ile alay edildi. Bunların hırsızlar koğuşuna atıldıklarını ve askerlerin bunlarla alay ettiklerini, dindar görünmelerinden yakındıklarını, hatta işledikleri suçlar hakkında kendilerine nasihat ettiklerini gördüm. Bana helal ve haramı bir kafirin öğretmesinden daha tuhaf ne olabilir ki! Bir süre sonra onlardan bazılarını, söylemlerinden vazgeçmiş veya gerisin geri dönmüş olarak gördüm. Hapisin uzaması ve kurtuluşun gecikmesinden dolayı Allahu Teala’nın kaderine kızıyor ve çirkin sözler söylüyorlardı. Allahu Teala’dan Müslüman gençlere afiyet, selamet ve hidayet vermesini niyaz ediyoruz. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯29 ⎯ FAİDE Burada söylenenlere ek olarak sahibine istitabe uygulanan mücerred riddet suçu ile sahibine istitabenin uygulanmadığı riddet suçu arasında ayırım yapmak gerektiğini belirtmek istiyoruz. İbn-i Teymiye Rahimehullah bu konuda şunları söyler: “Riddet iki türlüdür. Birincisi mücerred riddettir. İkincisi ise ölüm cezasının istitabe yapılmadan uygulanacağı riddettir. Her iki tür riddetin cezasının da öldürülme olduğuna ilişkin deliller vardır. Bununla birlikte tevbe ile bu cezanın düşmesi her iki türü de kapsamamaktadır. Tevbe ile cezanın düşmesi hali sadece birinci tür riddet suçu için geçerlidir. Mürtedin tevbesi ile alakalı delilleri inceleyen bunu açıkça görür. İkinci tür riddet suçunu işleyen ise tevbeye davet edilmeden ya da tevbesi kabul edilmeden öldürülür. Riddet suçunun bu ikinci türünü işleyenler hakkında, tevbelerinin kabul edileceğini belirten ne bir nass ve ne de bir icma bulunmamaktadır. Bu konuda kıyas yapmanın da imkanı yoktur. Bu nedenle ikinci tür riddet suçu için birinci tür riddet suçunun hükmünü uygulamak mümkün değildir. Bu konuyu inceleyenler göreceklerdir ki söz veya fiil ile riddet suçunu işleyenlerin tümü, tevbe ile öldürülmekten kurtulmamaktadır. Aksine Kitap, sünnet ve icma, mürtedler arasında ayırım yapmıştır. Bununla birlikte bazıları bu konuda kendi içtihadları sebebi ile, aralarında farklılık bulunmasına rağmen, riddetin bu iki türünü aynı olarak değerlendirmiştir. Halbuki hükümde etkili olan bir farkla kıyas edilenler birbirinden farklı ise, kıyas geçersiz olur. Bu farkın hükme etki ettiğine Şari’in delili ve muteber maslahatı içeren münasebet delalet etmektedir. Bunu üç yönden açıklayabiliriz: Birincisi: Mürtedin tevbesinin kabul edileceğine dair deliller bulunmaktadır. Bu delillerden bazıları Allahu Teala’nın şu ayetleridir: “İman ettikten, Rasul’ün hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez... Ancak bundan sonra tevbe edip yola gelenler başka. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir” 55 , “..Kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkar ederse, (ona Allah’ın gazabı vardır)” 56 Ancak bu deliller küfrüne ek olarak zarar ve eziyet vermeyi katanların değil, sadece imandan sonra mücerred bir riddet suçunu işleyenlerin tevbesinin kabul edileceğini belirtmektedir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünneti de sadece mücerred olarak riddet suçunu işleyen kişinin tevbesinin kabul edilebileceğini belirtmektedir. Raşid halifelerin uygulamaları 55 56 3 Al-i İmran/86-89 16 Nahl/106 30 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ da mürted olduktan sonra Müslümanlarla savaşan kişilerin tevbe hakkının bulunmadığını göstermektedir. Sadece riddet suçu ile kalanlar olsun, riddet suçunun yanında başka küfür olan suçlar işleyip Müslümanlarla savaşan veya kafirlere sığınıp onlardan destek alanlar olsun, bütün mürtedlerin tevbelerinin kabul edilebileceğini söyleyenler, yanılmaktadır. Çünkü deliller vefatından sonra Rasul’e Sallallahu Aleyhi ve Sellem söven kişinin tevbesinin kabul edilmeden öldürüleceğini göstermektedir. 57 İkincisi: Allahu Teala şöyle buyurur: “İman ettikten, Rasul’ün hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. İşte onların cezası: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın laneti onların üzerinedir. Bu lanete ebedi gömülüp gidecekler. Zira onların azapları hafifletilmez, yüzlerine de bakılmaz. Ancak bundan sonra tevbe edip yola gelenler başka. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir. İman ettikten sonra kafirliğe sapıp sonra küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.” 58 Allahu Teala, iman ettikten sonra kafir olup, küfürde daha da ileri gidenlerin tevbelerinin kabul edilmeyeceğini bildirmektedir. Mücerred bir riddet suçu işleyen ile küfürde ileri gideni birbirinden ayırmış ve birincisinden tevbenin kabul edileceğini bildirmiştir. İmandan sonra her türlü riddet suçundan dolayı tevbenin kabul edileceğini kim iddia ederse, Kur’an nassına muhalif görüş bildirmiş olur. Kimileri, bu küfrün ölüm anına kadar süren küfür olduğunu ve son anda yapılan tevbenin kabul edilmediğini söylemiş ise de, bu hatalıdır. Çünkü ayet bundan daha umumidir. 59 Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu iki tür riddeti birbirinden ayırmıştır. Bu suçu işleyenlerden bir grubun tevbesini kabul etmiş, diğer bir grubun tevbesini ise kabul etmemiştir. Bunlardan birisi Subabe’dir. Subabe bir Müslümanı öldürmüş, o Müslümanın malını almış ve ele geçmeden önce 57 Tevbesinin kabul edilmemesi, tevbe etse bile öldürülmekten kurtulmayacağı anlamındadır. Bu nedenle küfürde öne gitmiş olanın tevbe etmesi şartı yoktur. Ancak kendisi İslam’a dönmek isterse kimse buna engel olamaz. Allahu Teala’nın tevbesini kabul etmesi de böyledir. Tevbe ederse, hiçbir kimse engelleyemez. İbn-i Teymiye Rahimehullah bunu Es-Sarimu’lMeslul isimli kitabında değişik yerlerde belirtmişir. Bu nedenle öldürülmeden önce tevbe eden böyle bir kimse mürted olarak değil, Peygambere sövmek veya suçsuz bir insanı öldürmekten dolayı ceza olarak öldürülür. 58 3 Al-i İmran/86-90 59 Mürted olarak ölen veya can boğazdan çıkarken tevbe eden kişinin tevbesinin kabul edilmemesi konusunda tefsircilerin söyledikleri ile İbn-i Teymiye’nin söylediği dünya ahkamını içermektedir. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯31 ⎯ tevbe etmediği için Mekke’nin fethi günü kendisine istitabe uygulanmadan, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem emri ile öldürülmüştür. Yine buna benzer suç işlemleri nedeni ile Arniyyin denilen mürtedlerin de öldürülmelerini emretmiştir. Yine peygambere söverek riddet suçunu işlemiş olan ve bir Müslümanı öldüren İbn-i Hatal ve Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem iftira ve hakaret eden İbn-i Ebi Serh’in öldürülmeleri de bunun örneklerindendir. Kitap ve Sünnet mürtedler hakkında bu şekilde iki ayrı hüküm vermiş ise ve sırf riddet suçunu işlemek ile kalmayıp, bir Müslümanı öldüren veya malını alan ya da Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem söven kişiler tevbe etse bile öldürülmekten kurtulamamışsa, mutlak olarak mürtedin tevbesinin kabul edileceğini söylemek doğru olmaz. Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem söven mürted, tevbesi kabul edilmeyen mürted türündendir. Sadece riddet suçunu işleyen ve bu suçunun üzerine başka bir suç daha işlemeyen kişi dinini değiştirdiği için öldürülür. Bu tür kişiler tekrar İslam’a dönerse, tıpkı ilk defa Müslüman olanların bağışlandığı gibi bağışlanır. Ancak Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem söven kişi böyle değildir. Bunun öldürülmesi sırf riddet suçunu işlemesi sebebiyle değil, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövmesi sebebiyle olur ve bu kişinin öldürülmesi Allahu Teala’nın dinine karşı savaşan mümtenilerin öldürülmesi gibidir. Sonuç olarak, Kur’an ve Kur’an’ı açıklayan sünnet, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem eli veya dili ile savaş açarak riddet suçunu işleyenin tevbesinin kabul edilmediğini belirtmektedir. Üçüncüsü: Mürted kişinin, işlediği riddet suçu Allahu Teala’ya veya Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövme sebebi ile gerçekleşmemiş olabilir. Zaten bu suçun işlenmiş olması için, mutlaka Allahu Teala’ya veya Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövme sebebi ile meydana gelmesi de zaruri değildir. Kişinin riddeti, Müslümanları öldürmeyi ve mallarını almayı da içermiyor olabilir. Çünkü sövmek ve hakaret etmek, düşmanlıkta ileri gitmekten ibarettir ve daha büyük bir ahmak olduğunu, dini bozma ve Müslümanlara zarar vermeye gayret ettiğini gösterir. Riddet suçu, nasıl ki, mürted olmayı kastetmeden de meydana gelebiliyorsa, din değiştirme ve peygamberliği yalanlama amacı olmadan da meydana gelebilir. Tıpkı İblis’in, Allahu Teala’ya has kılınması gereken Uluhiyyeti yalanlama amacı taşımadığı gibi. Gerçi bu amacın bulunmaması, suçu işleyen kişiye yarar sağlamaz. Tıpkı kişinin, kendisini küfre sokacak herhangi bir işi, kafir olmak amacıyla işlememesinin kendisini riddet suçunu işlemiş olmaktan kurtarmadığı gibi. 32 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Netice olarak, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövmesi sebebi ile riddet suçunu işleyen kişi, başka bir sebebe binaen riddet suçunu işleyen kişiye kıyas edilerek tevbe etmesi ile ölüm cezasından kurtulmaz. Çünkü bu iki riddet türü arasında hükümde etkili olan fark bulunmaktadır. Mücerred riddet suçunu işleyerek dinini değiştiren mürted ile hem Müslümanlara ve hem de Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakaret eden mürted, Müslüman olduktan sonra küfre dönen ve aynı adı taşıyan, ancak birbirinden ayrı olan iki tür kafir konumundadır. Mücerred olarak riddet suçunu işleyen ve hakaret suçunu işlememiş olan kişinin tevbesi kabul edilmişken, riddet suçu işleyen ve bununla birlikte hakaret suçunu da işleyen kişinin tevbesi kabul edilmemiştir. Çünkü zarar vermesi ve vermiş olduğu bu zararın tevbe ile telafi edilemeyecek olması açısından, bu iki tür arasında fark bulunmaktadır.” 60 Sonuç olarak; mümteni’ olan mürted ile mümteni’ olmayan mürted arasında ayırım yapmak gerektiği gibi, tevbesinin geçerli olup-olmaması bakımından da mücerred riddet suçu işleyen kişi ile küfürde ileri gitmiş olan kişi arasında ayırım yapmak gerekir. Mücerred olarak riddet suçunu işleyen kişi tevbe edebilir ve İslam’a dönebilir. Böylece kanı ve malı dokunulmaz olur. Ancak riddet suçunun yanında cezayı gerektirecek başka bir suç işleyen mürtedin tevbesi geçerli değildir ve tevbe etse bile kanı ve malı dokunulmaz değildir. Çünkü böyle bir kişiye verilen ölüm cezası mücerred riddedin dışında başka sebepler ile meydana gelmiştir. Rasulullah’a sövmek, Müslümanı öldürmek, evli iken zina etmek gibi, tevbe ile telafi edilemeyen kul hakları bulunduğu için, böyle bir kişinin yapacağı tevbe kendisini ölüm cezasından kurtarmaz. Bu açıdan iki riddet türü arasında fark bulunmaktadır. Mürted olarak öldürülme ile had cezası olarak öldürülme arasındaki farkı da böylece öğrenmiş oluyoruz. Had cezası olarak öldürülen kişi hakkında İslam ahkamı geçeridir. Öldürüldükten sonra yıkanır, namazı kılınır, Müslüman mezarlığına gömülür ve malı akrabalarına miras olarak kalır. Halbuki mürted olarak öldürülen kişi hakkında kafirlerin hükümleri geçerli olur. 60 Es-Sarimu’l-Meslul, 366 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯33 ⎯ -22KAFİR DEVLET DAİRELERİNDE ÇALIŞAN HER KİŞİYİ, AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK Kafir devletin kurumlarında çalışan her kişiyi, ayırım yapmadan tekfir etmek de, tekfirde yapılan büyük hatalardan biridir. Günümüz fikir kitaplarından okudukları kimi genellemeler ile ahkam çıkaran hamasetli bazı gençlerde bu tür tekfir yaygınlık kazanmıştır. Örneğin, bazılarının, “cahiliyye toplumları” ifadesinden hareket ile bu tür toplumlarda yaşayan herkesi tekfir etmeleri bu türdendir. Cahiliyye sistemlerinin şemsiyesi altındaki herhangi bir kurumda çalışmak, cahiliyyeyi güçlendiren bir sistemde çalışmak olarak kabul edilmiş ve bu anlayış bazılarının ilham kaynağı olmuştur. Bundan hareketle kimileri, çöp toplayan kişilerden, tağut yöneticilere kadar, kafir devletin kurumlarında çalışan herkesin kafir olduğunu söylemektedirler. Halbuki bu, hatalı bir genellemedir. Böyle bir genellemeden, Allahu Teala’ya sığınırız ve kesinlikle bunu kabul etmeyiz. Bugüne kadar devlette hiçbir görev almamış olsak ve tağuttan ve onunla ilgili her şeyden olabildiğince uzak dursak, ona ve yönetimine yakınlaşılmasına sebep olabilecek her türlü yolun önüne geçsek, ona götüren bütün yolları ve bağları kesmek için muvahhid kardeşlerimizin de kafir devlette görev almalarını uygun görmesek de, herkesin böyle yapmaya mecbur olduğunu veya bunun imanın ve İslam’ın asıllarından olduğunu söylememiz mümkün değildir. Biz şer’i hüküm açısından, kafir devlette alınan bütün görevlerin küfür veya haram olduğunu söylemiyoruz. Aksine görevden göreve fark olup bunlar arasında ayırım yapmanın gerekliliğini savunuyoruz. Açıkça küfür olan söz ve amellerin işlendiği görevler küfre götüren görevlerdir. Kişinin, küfür olan kanunların yapılmasına katılması veya kendisine verilen görevinde küfür olan bu kanunlara uyması ve bu kanunlara saygı göstereceğine dair yemin etmesi, tağutlara karşı dostlukta bulunması, bu kanunları koruması ve savunması veya Müslümanlara karşı tağutlara destek olması gibi açıkça küfür olan işler bu türdendir. Ancak muhteviyatında sadece günah, kötülük ve haksızlıkta yardımlaşma bulunan görevler, haram olan görevlerdir ve bu işlerde görev alanlar günahkar olurlar. Açıkça küfür sebebi olan bir durumu olmadığı sürece 34 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ sadece böyle bir işte görev alması sebebi ile, o kişinin tekfir edilmesi helal olmaz. Muhtevasında küfür veya haram olan bir şeyin bulunmadığı işlerde görev almak ise sadece mekruhtur. Mekruh olduğunu söylememizin sebebi, bu işin, Allahu Teala’nın düşmanlarının, Müslümana musallat olmasına, küfür olan hukuku ile yönetmesine veya o işte görev alan Müslümanın zelil duruma düşürülmesine yol açması endişemizdir. Buhari Rahimehullah Sahih’inin “İcare” bölümünde, “Bir Müslüman Daru’l-harpte Bir Müşriğin Yanında Çalışabilir mi?” başlıklı babda Habbab ibn-i Eret’ten Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmektedir: (Habbab) Der ki: “Ben demircilik yapan birisi idim ve As ibn Vail’in yanında çalıştım. Bana ödemesi gereken ücret birikti. Bunu ödemesi için yanına gittiğimde bana dedi ki: ‘Hayır, vallahi sen Muhammed’i Sallallahu Aleyhi ve Sellem inkar edinceye kadar ödemeyeceğim.’ Bunun üzerine ben: ‘Vallahi ben de sen ölüp tekrar dirilmedikçe asla böyle bir şey yapmayacağım.’dedim. Dedi ki: ‘Ölüp de tekrar dirilecek miyim?’ ben ‘Evet’ dedim. O, ‘Kuşkusuz ben orada mal ve evlatlara sahip olacağım; borcumu o zaman öderim’ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Allahu Teala, “Bizim ayetlerimizi inkar edeni ve ‘bana mal ve evlat verilecek’ diyeni gördün mü?” 61 ayetini indirdi.” Henüz daru’l-harp konumunda olan Mekke’de durum bu idi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun durumunu gördü. İbn-i Hacer Rahimehullah hadisin şerhinde şöyle der: “Buhari’nin, bu babı “Bir Müslüman Daru’l-harpte Bir Müşriğin Yanında Çalışabilir mi?” diye isimlendirmesi ve Habbâb hadisini burada rivayet etmesinden anlaşılıyor ki, O, müşrik olan As ibn Vail’in yanında çalışırken Müslümandı. Bu olay Mekke’de olmuştur ki, Mekke o zaman daru’l-harpti. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem ise bu durumu öğrenmiş ve onaylamıştır. Musannıf bu cevazın zaruret ile kayıtlı olması veya müşrikler ile savaşa ve onlardan uzaklaşmaya izin verilmesi ve Müslümanın kendisini küçültmemesi emrinden önce olma ihtimalini gözönünde bulundurarak hükmü kesinleştirmemiştir. Muhalleb der ki: ‘İlim ehli bunu zaruret dışında kerih görmüşlerdir. Zaruret halinde caiz olması da iki şarta bağlıdır: Birincisi: Yaptığı işin, bir Müslümanın yapması helal olan bir şey olması. İkincisi ise: Zararı Müslümanlara dönecek olan bir şeyde onlara yardım etmiş olmaması. İbnu’l-Münir der ki: ‘Mezhepler, kafire evinde hizmetçilik yapmanın onun emri altında olmanın aksine, iş yerlerinde, zanaatkarların zimmet ehli için çalışmalarının caiz olduğunda ve bunun bir zillet olmadığında karar kılmışlardır. En iyisini Allah bilir.” 61 19 Meryem/77 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯35 ⎯ Demirci olan Habbab olayında şunu belirtmemiz gerekir ki; Habbab Radıyallahu Anhu, belirli bir iş için çalışmıştır. Yani günümüzde insanların yaptığı şekli ile, işe başlamasından emekli oluncaya kadar devlet ile akit içinde bulundukları gibi, yanında çalıştığı kişi ile akit bağı yoktu. Sözleşme ile devlete bağlı olarak çalışanlar üzerinde amirlerinin musallat olması, onlara tahakküm etmesi ve zelil düşürmesi kesindir. Şüphesiz kafirlerin yanında muvakkat olarak ücretle bir işi yapmayı mekruh gören alimler, böyle bir durumda çalışmayı daha çok mekruh göreceklerdir. Kaldı ki mekruh demeleri, öncekilerin kullanımında olduğu gibi, haram anlamında da olabilir. Ancak, böyle bir işte görev almanın hükmü ne olursa olsun, tekfir etmekten başka bir şeydir. Çünkü defalarca belirttiğimiz gibi tekfir, sadece, delaleti açık, tespiti mümkün olan ve kişiyi küfre götüren söz veya amel ile yapılabilir. Şeriatın temeline dayanmayan ve kurallara uymayan bazı mutlak ifadeler tekfir hükmünün uygulanabilmesi için yeterli değildir. Bazı aşırıların, kafir devlet dairelerinde çalışan her kişinin kafir olduğunu iddia etmeleri ve buna sebep olarak da bu kişilerin kafirlere itaat etmesi olduğunu söylemeleri ve Allahu Teala’nın, “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘Bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir” 62 ayetini buna delil olarak göstermeleri, bu ayetteki küfre götüren itaattan maksadın ne olduğunu anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Buradaki itaat, mutlak itaat manasında değildir ve küfür, şirk, riddet ve kanun koyma ile ilgili olan özel bir itaati kapsamaktadır. Kafir veya tağut kişi, Allahu Teala’ya itaat olan bir işi veya bir iyiliği emredecek olsa, ona bu emrinde itaat eden kişi kafir olmak bir yana, günahkar bile olmaz. Bu o kadar açık bir meseledir ki üzerinde daha fazla durmanın gereği yoktur. Bununla beraber bu sözümüz hakkında delil soranlara, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Hılfu’l-Fudul” konusunda söylediklerini hatırlatmak isterim. Bilindiği gibi “Hılfu’l-Fudul” dönemin kafirlerinin oluşturduğu bir kurumdu. Buna rağmen Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “İslam döneminde de böyle bir şeye çağrılsam, bunu kabul ederim” İleride bu konu üzerinde Allahu Teala’nın izni duracağız. Yine, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Kureyş kafirleri ile yaptığı Hudeybiye anlaşmasında, müşriklerin istekleri konusunda “Allahu Teala’nın haram kıldığı şeyler dışında benden ne isterlerse veririm” sözü ve 62 47 Muhammed/25-26 36 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ onların bazı şartlarını kabul etmesi de bunun delillerindendir. Bu konuda Buhari’nin Rahimehullah Sahih’inde “Şartlar” bölümünde “Cihad İçin Şartlar”, “Daru’l-Harp Halkı İle Anlaşma Yapmak” ve “Şartların Yazılması” konularına bakılabilir. Abdullatif bin Abdirrahman bin Hasen Alu’ş-şeyh, zamanındaki bazı aşırılara seslenerek şöyle demektedir: “Duydum ki Muhammed Suresi’nde geçen, “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘Bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir” 63 ayetini günümüz emirlerinden olan, sapık kimi liderler ve bazı müşrik krallar ile anlaşma veya ateşkes gibi konularda yazışma yapanlara uyguluyorsunuz. Halbuki ayetin baş tarafındaki “Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri..” kısmını görmüyorsunuz ve buradaki itaatten neyin kastedildiğini bilmiyorsunuz. Başında elif-lam takısı bulunan el-Emr’in ne olduğunu da anlamıyorsunuz. Hudeybiye Antlaşması olayında, o gün müşriklerin isteklerinde, koştukları şartlarda ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onları kabul etmesinde bu yanlış anlayışınızı reddecek ve batıl iddialarınızı çürütecek deliller bulunmaktadır.” 64 Devlet dairelerinde çalışmanın hükmü konusunda özel bir çalışmamız bulunmaktadır ve “el-Mesabihu’l-Munira fi’r-Reddi ala Es’ileti Ehli’l-Cezira” adıyla basılmıştır. 63 64 47 Muhammed/25-26 Mecmuatu’r-Resail ve’l-Mesaili’n-Necdiyye’den ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯37 ⎯ -23İSLAM DEVLETİNİN BULUNMADIĞI BİR YERDE TAĞUTLARDAN VEYA DESTEKÇİLERİNDEN YARDIM İSTEYEN YA DA MAHKEMELERİNE BAŞVURAN HER KİŞİYİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, İslam devletinin bulunmadığı bir zamanda, hakkını almak veya bir haksızlığı önlemek için tağutların yahut destekçilerinin mahkemesine başvuran veya onlardan yardım isteyen her kişiyi ayırım yapmadan tekfir etmektir. Aşırıya kaçan bazılarının, neredeyse ikrah derecesinde bir mecburiyet sebebi ile bu mahkemelere başvurmuş veya zorla götürülmüş ya da elinden bir şey gelmeyen ve başka bir yol da bulamayan mustaz’aflardan olsa bile, beşeri kanunlarla hüküm veren mahkemelere başvuran her kişiyi tekfir ettiğini gördüm. Hatta bazıları, kendisi hakkında yapılmış bir şikayet ile ilgili olarak kendisini savunmak, suçlamayı reddetmek veya kaybolmuş olan çocuğu ya da eşyasını bulmak gibi bir amaçla karakolun birine müracaat eden insanları bile tekfir etmektedir. Çünkü böyle bir işi, tağutun hükmüne başvurmak olarak kabul ederler. İslam’ın hükümleriyle hüküm veren bir mahkemenin bulunmadığı dönemlerde, vicdansız bir düşmanın saldırısına uğranılması veya çocuklarından birinin kaçırılmış olması veya namusuna yönelik saldırıda bulunmuş olması ya da can ve malına tecavüz edilmiş olması halinde mustaz’af konumundaki bir Müslüman, bu kurumlara müracaat etmekten başka ne yapabilirler ki? Şeriat onları başıboş, sahipsiz ve korumasız olarak mı bırakmıştır? Bu gibi yerlerde çözüm aramalarını yasaklamış mıdır? Bu tür yerlere müracaat etmeleri zorunda olduklarını söyledikleri halde, mücerred olarak bu müracaatları sebebi ile kafir mi olmaktadırlar? Bu sorular, aşırıya kaçan o insanlara sorulduğunda cevap bulmakta zorluk çekmezler ve böyle bir dönemde Müslümanların içinde bulunduğu zayıflık halini gözönünde bulundurmazlar. Onları ilgilendiren tek şey, insanları tekfir etmektir. Alimler, küfür konusunda ikrah engelinin muteber olabilmesi için bazı şartlar olduğunu bildirmişlerdir. Bununla birlikte, suçsuz olan bir insanı öldürmesi yönünde zorlamaya maruz kalan kişi hakkında ikrah engelinin muteber sayılabilmesi konusunda çok daha titiz davranmışlardır Ortaya konan bu şartlar ihtilaflı konulardandır. Alimlerin bu konudaki sözlerini 38 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ inceleyenler bunu görürler. Aslında ihtilaf, kafirlerin yönetimleri altında mustaz’af olarak bulunan kişinin cehaleti sebebi ile te’vil ederek hareket etmesi halinde mazeretli olarak kabul edileceği furu’attan olan meselelerdedir. Bu nedenle ilim tahsili ile uğraşanların, kişiyi küfre düşmekten veya küfür kapısını çalmaktan sakındırmak için kullanılan mutlak tehdit ifadeleri ve azimete sarılmaya teşviki içeren ifadeler ile özellikle mustaz’aflık veya te’vil durumlarında, muayyen tekfir için kullanılan ifadeler arasında fark olduğunu öğrenmesi gerekir. Kimileri, insanların, hakkı uygulamak ve haksızı cezalandırmak için gereken herhangi bir yetki ve otoriteye sahip olmayan üstadlarına muhakeme olmalarını mecburi tutmaktadırlar. El-Cuveyni Rahimehullah, “el-Ğıyasî” isimli kitabında, Müslümanları yöneten bir imamın bulunmaması halinde, Müslüman alim ve kadıların, halkın işleri hakkında hüküm vermeleri gerektiğine yönelik bazı bölümler açmıştır. Bu, her belde halkının, aralarında şeriatın hükümlerini uygulaması için oradaki müçtehidlere başvurması suretiyle olmaktadır. Bu ise ancak o müçtehidlerin etrafında odaklanmış ve uygulama otoritesi bulunan Müslüman bir cemaatin bulunmasıyla mümkündür. Çünkü ancak bu şekilde verilen hükümler uygulanabilir. El-Cuveyni Rahimehullah, belli bir dönem Müslümanların imamının bulunmayabileceğini hesaba katarak bunu belirtmiştir. Ancak, günümüzde olduğu gibi, Müslümanların devlet otoritelerinin olmamasına ilaveten İslam cemaatinin de bulunmamasını, ümmetin sürüler gibi dağınık olmasını, mürtedlerin onların başına musallat olmasını ve insanlara kanunlarını zorla kabul ettirmelerini, alimlerin ve hal ve akd ehlinin ortadan kalkmasıyla ilmin de yok olmasını, cahil liderlerin insanların başına geçmesini, ümmetten kitlelerin müşriklere katılmasını ve çağımızda, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem kıyametten önce ortaya çıkacağını belirttiği fitne ve musibetlerin ümmetin başına bu derece gelmesini aklına getirmemiştir. Bugün, alimlerin, insanlar kendilerine anlaşmazlıklarını çözmeleri için müracaat etmeleri halinde, kararlarını uygulayacak ne bir otoriteleri ve ne de böyle bir cemaatleri kalmamıştır. Özellikle haksızlık yapanlar, bir güce dayanarak, alimlerin otoritesini tanımayan kafir ve fasık kimseler ise, alimlerin bunlara kararlarını uygulatma imkanı hiç bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir durumda alimlerin kararlarına ancak Allahu Teala’dan korkan kimi insanlar boyun eğer. Bu ise hasım tarafların ancak takva ve iman ehlinden olmaları halinde mümkündür. Bugün genel olarak, insanların davalarında musibet haline gelenler takva ve hatta iman ehli olan kişiler değildir. Aksine genellikle Kur’an’ı umursamayan, iman duygusuyla hareket etmeyen ve ancak otoritenin gücü ile yola gelecek olan insanlardır. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯39 ⎯ Müslümanın canına, malına, ırzına veya ehline haksızlık yapanlar, şeriatın hükümlerine boyun eğmeyen ve alimlerin verdiği bu hükümleri kabul etmeyen kişiler ise, bu hükümler ile yargılanıp haksızlıkları tespit edildiğinde onlara bunu uygulayacak Müslüman bir otorite de yoksa, zaten mazlum ve mağdur olan Müslüman, yargılanmak için bu alimlere başvurmaya nasıl mecbur edilebilir? Halbuki bu alimler ne onun hakkını geri alabiliyor, ne da uğradığı haksızlığı giderebiliyorlar. Müslüman, bir kafirden korunmak veya bir zalimin haksızlığını önlemek için, mürted ve kafir hükümetlerin kurumlarına sığınmaya mecbur kalsa, yine de tekfir edilebilir mi? Biz burada, bugün Müslümanların yaşadıkları acıklı durumu haklı çıkarmaya çalışmıyoruz. Aksine bizim davetimiz, insanları kullara kulluktan kurtarıp Allahu Teala’ya kul yapmak ve tağutların hükümlerinden Allahu Teala’nın tertemiz şeriatının hükmüne çıkarmak temeline dayanmaktadır. Şüphesiz bu, avamından ilimli olan tabakasına kadar bütün Müslümanların gerçekleşmesi için çalışmaları vacip olan bir görevdir. Bunun için çalışıp çabalamaları ve bu gayeye yönelik olarak yapılacak olan her türlü cihadi faaliyetin içinde bulunmaları gerekir. Bütün problemler ve hastalıklar için en yararlı çözüm budur. Ancak Allahu Teala bu konuda Müslümanlara lutfedinceye kadar böyle durumlarda mustaz’af konumundaki Müslümanlar ne yapmalıdır? Bu mahkemelere ve otoritelere başvurmak zorunda kalırlarsa kafir mi olurlar? Bu sorulara cevap vermeden önce hemen belirteyim ki bu sözlerim ile hiçbir zaman tağutun mahkemelerinde yargılanmaya veya bunu normal göstermeye çalışmıyorum. Allahu Teala bundan bizleri korusun. Hiçbir zaman böyle bir şey aklımdan geçmez. Biz ömürlerimizi Allahu Teala yolunda adadık ve hayata geldiğimizde başımıza musallat olduğunu gördüğümüz bu tağuti rejimler ile mücadele ederek geçirdik. Bugüne kadar da büyük küçük herhangi bir konuda onların hükmüne başvurmadık ve hiçbir anlaşmazlıkta onların karakollarına, mahkemelerine veya polislerine gitmedik. Hatta hasmımızın hakkımızı teslim ettiği zaman, yol üzerindeki ihtilaflar veya basit olaylarla ilgili olarak da bu yerlere başvurmadığımız gibi, hakkımızın kaybolduğu zamanlarda da bu kurumlara başvurmadık. Bize yöneltilen kimi suçlamalar sebebiyle zaman zaman idam talebi ile elleri kelepçeli ve tutuklu olarak yargılandık. Allahu Teala bize lutfetti sebat ettik. Buna rağmen küfür kanunlarıyla yargılama olacağını ve avukatların hemen hepsinin bu mahkemeleri ve kanunlarını yücelttiğini, kararlarının adalet ve hakkaniyet ile verildiğini söylediklerini bildiğimiz için kendimizi savunmak amacıyla avukat bile tutmadık. Allahu Teala’nın salih amellerimizi kabul etmesini ve canımızı Müslüman olarak almasını dileriz. 40 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Her zaman insanlara bunu tavsiye ediyor, tağutlardan ve onların mahkemelerinden uzak durmalarını teşvik ediyoruz. Dünyalık kayıpları olsa bile elleri kelepçeli ve zorla götürülmedikleri, kendilerini savunmak zorunda kalmadıkları sürece onların mahkemelerine gitmemelerini söylüyoruz. Bütün bunlarla beraber insanların ahvalinin farklı olduğunu, mustaz’af olduklarını, şeriat hükümlerinin ve otoritesinin bulunmadığı bir ortamda imkanlarının değişik olduğunu da bilmekteyiz. Dolayısıyla her Müslümanı azimete sarılmaya mecbur etmenin mümkün olmadığının da farkındayız. Allahu Teala, dini hükümleri ve çözümleri sadece güçlüler için koymamıştır. Aksine bütün ümmetten sıkıntıyı kaldırmış, zayıfların durumunu gözetmiş ve kimseye gücünün üstünde bir şey yüklememiştir. Zaruret hallerinde mahzurlu olan bazı şeyleri mübah kılmış ve kalp imanla dolu iken ikrah durumunda küfür sözünü söylemeye de ruhsat vermiştir. Azim sahibi insanlar bile mecbur kaldıkları ve üstesinden gelemedikleri bazı şeylerde normal zamanda nefret ettikleri, uzak durup kaçındıkları kurum ve kişilere başvurmak zorunda kalabilirler. Mesele, her zaman kişinin vazgeçeceği veya dinini korumak için terkedeceği hukuk veya dünyalık türünden olmayabilir. Belki kimilerinin malına, canına, namusuna saldırıda bulunmuş olabilir. Allahu Teala’nın ahkamının yürürlükten kaldırıldığı bu kokuşmuş toplumlarda olup bitenleri izleyenler, o kadar çok cinayetlere, özellikle iffet ve namuslara yapılan saldırı ve tecavüzlere tanık olur ki bu durumlarda kişinin başına gelenleri sineye çekmesi veya hakkını aramaması mümkün değildir. Her kişinin de kendi canını, namusunu ve malını koruyacak adamı, aşireti veya yakınları yahut güç ve otoriteyi elinde bulunduran bu mahkemelere başvurmadan işini halledecek destek ve iktidarı olmayabilir. İnsanların durumlarını bilen ve şeriatın maksatlarından haberdar olan ilim ehlinin, bütün bu durumları gözönünde bulundurması, bu gibi olaylar hakkında konuşurken bu durumları mutlaka hesaba katması ve bu gibi durumlarda acele ile insanları tekfir etmemeleri gerekir. Üstelik, “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürenleri görmedin mi? Zira tağuta iman etmemeleri emrolunduğu halde tağutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” 65 ayetlerinin nüzul sebebi de, Allahu Teala’nın hükmünü uygulayacak bir otoritenin bulunmadığı böyle bir dönemde, üzerinde durduğumuz konudan farklı bir olaydır. 65 4 Nisa/60-61 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯41 ⎯ Bu ayetler, Allahu Teala’nın hükmünün devlet ve otorite sahibi olduğu, mazlumun ve zalimin hakkını, kısaca her hak sahibinin hakkını veren insanların en adaletlisi Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bulunduğu bir dönemde inmiştir. ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ ifadesi bunu göstermiyor mu? Buna rağmen, ayette sözü edilen insanlar kendi iradeleriyle, Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem hükmünü bırakıp, tağutun hükmüne başvurmayı tercih etmişlerdir. Bu insanlar, hükmüne başvurdukları kimseler ister Yahudi, ister kahin, ister başkaları olsun, kendi hevalarına uygun olarak hüküm vermeleri için onların yanına gidiyorlardı. Elbette Allahu Teala’nın izin vermediği kanunları kendi kendilerine teşri eden, yönetim ve yasama yetkilerini ellerinde bulunduran tağutlar da Allahu Teala’nın şeriatını uygulamayı reddetmeleri, küfür kanunlarını uygulamaları ve herkesi buna uymaya mecbur etmeleri sebebi ile hem bizzat tağut ve hem de tağutların hükmüne başvuranlar kapsamına girmektedirler. Onlara yardım eden, Allahu Teala’nın şeriatını uygulamayı reddeden ve tağutların hüküm ve iktidarlarının ayakta kalmasını destekleyen herkes bunun içindedir. Çünkü savaşta öncünün hükmü ile artçının hükmü aynıdır. 66 Genel olarak, Allahu Teala’nın hükmüne ulaşma ve anlaşmazlığı şeriatın hükmü ile çözme imkanı olduğu halde, kendi irade ve isteğiyle bunu reddedip, tağutun hükmüne başvuran herkes, Allahu Teala ve Rasulü’nün hükmünü bırakıp tağutun hükmüne başvurmuş sayılır. Tağutun hükmü ise, Allahu Teala’nın indirmediği ve izin vermediği her türlü hükümdür. Ancak tekfir edilmemeleri gerektiğini söyledimiz insanlar, ayetlerde belirtilen tabloya uyan insanlar değildir. Dolayısıyla ayetteki hükmün kapsamına da girmemektedirler. Günümüzde insanlar, yeryüzünde Allahu Teala’nın otoritesinin ve hükmünün yürürlükte olmadığı, mustaz’af konumdaki Müslümanların haklarını almak için başvurup sığınacakları şer’i bir mahkemenin bulunmadığı bir ortamda tağutun mahkemelerine müracaat etmektedirler. Bunlar Allahu Teala’nın hükmünü ve otoritesini terkederek, tağutun hüküm ve mahkemelerine gitmiyorlar. Allahu Teala’nın ve Müslümanların korumasını ve desteğini dışlayarak, tağutun koruma ve desteğine sığınmıyorlar. Zaten böyle bir şeyi savunmaktan ve korumaya çalışmaktan Allahu Teala’ya sığınırız. Karşımızdaki manzara, kendilerini koruması altına alacak Müslüman bir imam veya sığınacak Müslüman bir otorite bulumayan, haklarını almak için mevcut mahkemelerden ve kanunlardan başkasını bulamayan mustaz’af 66 Ebu Bekir İbnu’l-Arabi, alimlerin çoğunun öncü ile artçının hükmünün aynı olduğunda ittifak ettiklerini belirtmekedir. Bakınız: Ahkamu’l-Kur’an, 1/148-151, Mecmuu’l-Fetava’da İbn-i Teymiye de aynı şeyi belirtmektedir. 42 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ve ezilmiş insanların manzarasıdır. Güç ve aşiret sahibi başka bir kafirin canı, malı ve namusuna yönelik yaptığı saldırıdan kendisini korumak ve hakkını almak için veya te’viline binaen mecbur kaldığı sonucuna ulaştığı için kafirlerin kuvvet ve otoritesine sığınanların manzarasıdır. İşte bu manzarayı, ayetlerin nüzul sebebi olarak belirtilen manzara ile aynı görmek doğru olmaz. Aynı şekilde Müslümanın canına veya namusuna saldıran kişinin, ancak kuvvet ve otoritenin caydırabileceği ve bundan başka da caydırma yolunun bulunmadığı, kendisini Müslüman sayan zalim ve facirlerden olması halinde de durum böyledir. Bugün Müslümanların başına musallat olan küfür kanunlarının ne barbar hükümler içerdiğini, bu kanunların, insanların kan, mal ve namuslarının heder olmasında en büyük etken olduğunu, mal ve mülklerini her yağmacı ve soyguncunun telef etmesine müsaade ettiğini bilen biri olarak bunları söylüyorum. “Keşfu’n-Nikab an Şeriati’l-Ğâb” isimli kitabımızda bu kanunların maskesini indirdik ve barbarlıklarını gösteren örnekler verdik. 67 Ancak insanların başına gelen olaylar, kıyamet gününe kadar her gün değişmekte ve artmaktadır. İnsanların zaruretleri ve problemleri de farklıdır. Bilhassa namus meselesinde insanlarda zaruret, bazen ikrah derecesine varmaktadır. Tağutların destekçileri ve şirk hükümlerini uygulayanlar arasında, yaptıklarını iyi sanan, namuslara saldırılmasına razı olmayan ve elinden geldiği kadar mazlumun hakkını almaya çalışan kişiler bulunabilir. Özellikle bu kişiler iyi bir ailede yetişmiş, ahlaklı ve namus ehli insanlar ise, bu konuda daha titiz davranabilirler. Bu ahlakta olanlar her zaman kafirler arasında da bulunabilir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “İnsanlar madenler gibidir. Anlarlarsa, cahiliyye devrinde iyi olanlar, İslam devrinde de iyi olurlar.” 68 Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Kureyş’in eziyetlerinden bunalan ashabına hitaben buyurduğu şu sözler de bunu desteklemektedir: “Habeşistan’a gitseniz. Orada kimseye haksızlık yapmayan adaletli bir kral vardır.” Gerçekten de henüz kafir olmasına rağmen Necaşi haksızlık yapmadı ve hicret edenleri geri getirmek için giden Kureyş heyetine Müslümanları teslim etmedi. O zaman Necaşi, henüz Müslüman değildi. İbnu’d-Dığne, Ebu Bekir’in Radıyallahu Anhu yola çıktığını gördüğünde ona şöyle söylemiştir: “Ey Ebu Bekir, senin gibi biri ne çıkar, ne de çıkarı- 67 68 Kuveyt nüshası ile Ürdün’de muhtasar olarak hazırladığımız nüshayı birleştirdik. Buhari,3383 ve Müslim ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯43 ⎯ lır... Sen benim komşumsun, dön ve memleketinde Rabbine ibadet et.” 69 O, Ebu Bekir’in komşusu ve müşrik biriydi. Bunun gibi kafirler arasında da zulümden nefret eden, mazlumun ve darda kalanın imdadına yetişen insanlar olduğunu gösteren örnekler çoktur. Ancak şuna dikkat edilmelidir ki, biz, kanunlardan söz etmiyoruz. Sadece bu kanunlarla hükmeden hakimlerden, bazen haksızlığı önlemek veya hakları geri vermekte yetki ve otoritelerini kullanan insanların olduğunu söylüyoruz. Ancak İbnu’d-Dığne’nin, Ebu Bekir’i Radıyallahu Anhu himaye etmesi, onun hakkındaki küfür hükmünü değiştirmediği gibi, bu tağuti kanunlarla hükmeden insanların, bazen mazluma yardımda bulunmaları, haklarındaki hükmü değiştirmez ve görevlerinde kalmalarını caiz veya mübah kılmaz. Bizim söylediklerimiz bununla ilgili değildir. Biz sadece bu gibi insanlara ve hükmettikleri kanunlara insanları başvurmaya mecbur bırakan, onlardan yardım almaya iten te’viller, haklı sebepler ve gerekçeler ile ilgili olup, bu sebeplerden dolayı, bu kurumlara müracaat eden insanların tekfir edilmelerinin doğru olmadığını söylüyoruz. Müslümanın, koruyacak ve ahkamına başvuracak İslami bir otorite ve mahkemenin bulunmadığı bir ortamda, zaruret durumunda, kendisini koruyan, haksızlıktan kurtaran veya başka bir kafirin haksızlığına karşı destekleyen ve kendisine gelecek kötülüklere göğüs geren bir kafirin korumasına sığınması, hiçbir şekilde tağutun hükmüne başvurmak anlamına gelmez. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kafirler tarafından kurulmasına rağmen Hılfu’l-Fudul hakkındaki övücü sözlerini daha önce aktarmıştık. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, küçük yaşta tanık olduğu o ittifak hakkında şöyle buyurur: “Kırmızı develerimin olmasını ona tercih etmem. İslam’da da böyle bir şeye çağrılsam kabul ederim.” 70 Bu ittifak, cahiliyye devrinde, oluşturdukları güç ve imkan sayesinde mazluma yardım, haksızlığa uğrayanı destekleme ve haklarını geri verme konusunda aralarında sözleşen kişilerden oluşuyordu. Bu ise, İslam’ın kuvvet ve devlet olmadığı, Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem henüz peygamber olmadığı ve bu kurumun mücerred bir cahiliyye kurumu olduğu bir dönemde idi. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu ittifakı övmesi, İslam’ın devlet olmadığı bir dönemde kafirlerin veya zalimlerin saldırılarına karşı haklarını korumak, gasbedilen hakları geri almak, haksızlığı gidermek ve can, 69 Buhari, 3905, As bin Vail’in Ömer İbnu’l-Hattab’ı koruması altına alması konusunda da bakınız: Buhari, 3864-3865. 70 Ebu Davud, Hakim ve Beyhaki rivayet etmiştir. 44 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ mal veya namusa yönelik yapılan tecavüzün önüne geçmek için mustaz’af Müslümanın da böyle yerlere ve benzerlerine başvurmasında sakınca olmadığını gösterir. Haram veya küfür olması bir yana, bunda en ufak bur sakınca olsaydı, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu överken bunu da belirtirdi. Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmetin en takvalısı ve dini konusunda en dikkatli olanıdır. Sakındırmadığı bir kötülük de olmaz. Bizim savunduğumuz ve küfür olmadığını söylediğimiz şey, bu tür durumlarda bir yardım isteme ve destek aramadır. Değilse, kafir tağutların kanun ve hükümlerine başvurmayı veya muvahhid Müslümanlara karşı onlardan yardım istemeyi ve mahkemelerine başvurmayı mutlak olarak caiz görmemiz asla sözkonusu değildir. Böyle bir şeyi hiçbir zaman söylemedik. Müslümanda, hiçbir otoriteden korkmadan ve tağutların baskısından çekinmeden kendisini Allahu Teala’nın hükmüne başvurmaya ve ona razı olmaya sevkedecek kadar iman, takva ve din duygusu olması gerekir. Kişi, hakkını, hasmı ancak kafirlerin mahkemelerinde yargılanmayı kabul ettiği halde, tağutların mahkemesine gitmeden de alabileceğini biliyorsa ve buna rağmen tağutun mahkemesine kendi isteği ve iradesiyle giderse, yukarıdaki ayetin nüzul sebebi kapsamına girer ve o manzara içinde yerini almış olur. Uğradığı haksızlığı gidermek ve davayı çözmek için mevcut olan İslam yönetiminin mahkemesine ve Allahu Teala’nın hükmüne davet edildiği halde, bunu kabul etmeyip reddeden kişiler, Allahu Teala’nın şu ayetlerinin kapsamına girmektedirler: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” 71 , “Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 72 Tekfir konusunda aşırıya giden kimileri, avam kesimden olan Müslümanları protesto etmede aşırıya kaçmış, sıkıştırmış ve güçlerinin yetmediği şeyleri onlara yüklemişlerdir. Hatta bu mahkemelerde duruşmaya katılmasını, istendiği veya arandığı için bu yönetimlerin karakollarına girmesini bile yasaklamış, bundan kaçınmalarını, kaçıp gitmelerini, aksi halde kafir olacaklarını söylemişlerdir. Halbuki özellikle gücün olmadığı dönemlerde ve yaşadığımız şartlarda buna herkesin gücü yetmez. İnsanlar zaruret ve eziyetlere katlanma konusunda farklıdırlar. Fakihler aç kalınması halinde, yeterli dirence sahip olan kişilere caiz görmedikleri bazı hususları, direnci olmayan ve yaşlı için caiz 71 72 4 Nisa/61 4 Nisa/65 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯45 ⎯ görürler. Nitekim ikrahın derecesinde de insanlar farklı farklıdır. Bu nedenledir ki her durum ve makam için söylenecek söz de farklıdır. Günün birinde tek başına olduğu halde kavmine meydan okuyan ve alevli ateşlerine aldırış etmeyen İbrahim Aleyhisselam, başka bir zamanda kendisinin ve eşinin mustaz’af olduğunu kabul etmiş ve Sare’yi çağıran kafirin isteği hakkında kendisini mecbur ve muzdar görmüştür. Buhari Rahimehullah, bu olayın anlatıldığı hadisi, Sahih’inin ikrah bölümüne almıştır. Ebu Hureyre’den Radıyallahu Anhu, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğu rivayet edilir: “İbrahim Aleyhisselam, zevcesi Sare ile hicret yolculuğuna çıkıp, onunla bir memlekete girdi. Orada meliklerden bir melik yahud zalimlerden bir zalim hükümdar var idi. Neticede o hükümdar, İbrahim’e; ‘Yanındaki kadını bana gönder’ diye haberci gönderdi. Bunun üzerine İbrahim, Sare’yi o hükümdara yolladı. Sare onun yanına varınca, hükümdar Sare’den nasip almak için harekete geçti. Sare kalkıp abdest aldı ve namaza durdu. Namazın ardından; ‘Allah’ım! Eğer ben, Sana ve Rasulü’ne iman ettim ise, benim üzerime şu kafiri musallat etme’ diye dua etti. Bu dua ile o zalimin hemen nefesi boğulup yere düştü ve ayağı ile yere vurup debelenmeye başladı.” Buhari Rahimehullah bu hadise, “Kadın zina üzerine zorlandığı zaman kendisine had cezası yoktur” bölümünde yer vermiştir. Onların bu durumu ikrah kabul edilmiş ve Sare’nin zalim kişi ile başbaşa kalması kendisi veya İbrahim Aleyhisselam açısından bir kötülük olarak kabul edilmemiştir. İbn-i Hacer Rahimehullah, alimlerin bu görüşte olduklarını belirtmiştir. İbrahim Aleyhisselam ve eşi, kaçıp kurtulmadıkları için kınanmamış ve bundan dolayı da sorumlu olduklarını kimse söylememiştir. Çünkü bulundukları makamda, kendi durumlarını en iyi yine kendileri bilmekteydi. Ayrıca bilinmektedir ki, kafirlere, onların mahkeme veya karakollarına yapılan her müracaat, tağutların hükmüne başvurmak veya küfür değildir. Bununla birlikte, çoğu zaman, suçlamalar veya açılan davalar için, bu tür yerlere yapılan mücerred başvuru ile çözüm aranmaktadır. Oysa ki hiçbir sakıncası bulunmayan ve küfür ile ilişkisi de olmayan, hakem tayin etme yöntemi ile veya tarafların birbirleriyle barışması ile de bu sorunlar çözümlenebilir. Allahu Teala, “Sulh (daima) hayırlıdır” 73 buyurur. İnsanların aralarında yaptığı gizli ve kötü fısıldaşmalardan, “insanların arasını düzeltmek isteyen” 74 kişinin yaptığı fısıldaşma istisna edilmiştir. Allahu Teala, Müslüman kesimler arasındaki anlaşmazlık ve çatışma hakkında da şöyle buyurur: 73 74 4 Nisa/128 4 Nisa/114 46 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ “..aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın.” 75 Ebu Hüreyre’den Radıyallahu Anhu, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Müslümanlar arasında, haramı helal, helali de haram etmedikçe sulh caizdir.” Ömer ibnu’l-Hattab Radıyallahu Anhu, aralarında barışmaları için hasımları geri çevirirdi. Bu nedenle fakihler, Allahu Teala’nın haklarından birinin sözkonusu olmadığı bütün davalarda, hakimin, hasımları barıştırmaya çalışmasını müstehap saymışlardır. Bilindiği gibi davalarda konu ya Allahu Teala’nın haklarından biridir veya insanların haklarından biridir ya da taraflardan birinin galip olduğu ortak bir haktır. Kulların kendi hakları için aralarında barışmaları caiz olsa da, Allahu Teala’nın hakları konusunda bunun caiz olmadığı fıkıh kitaplarında aktarılmaktadır. 76 Caiz olan barışma, insanlar arasında genel olup, sadece karı-koca ile sınırlı değildir. İki ortak, iki hasım, iki kesim ve tartışan iki taraf arasında da barışma geçerlidir. Eşler arasındaki anlaşmazlıkta, tarafların barışması caiz olduğu gibi, ayrılık ve anlaşmazlıktan daha hayırlı olan barışı sağlamak için taraflardan birinin hakkından vazgeçmesinin istenmesi de caizdir. Bütün anlaşmazlık ve ihtilaflar da bu şekilde, tarafların anlaşması veya birinin hakkından vazgeçmesi suretiyle anlaşma yapılarak çözülebilir. Tarafları uzlaştırmayı şeriatın caiz gördüğü ve bu meselede, helali haram kılma yahut haramı helal kılma olmadıkça hiçbir engelin bulunmadığı bilinmektedir. İbn-i Hacer Rahimehullah şöyle der: “Anlaşmalar çeşitlidir; Müslümanın kafir ile anlaşma yapması, eşlerin anlaştırılması, adaletli taraf ile saldırgan taraf arasındaki anlaşma, yaralama olaylarında uygulanacak anlaşma, arazi sınırları hakkında olduğu gibi diğer ortak olan şeylerde anlaşmazlık çıktığı zaman tarafların aralarının bulunması bunların misallerindendir.” 77 Allahu Teala bu konuda genişlik sağlamıştır. Bunun küfür olan kanunlar veya küfür olan kanun koyma ile bir ilgisi yoktur. Bu, Allahu Teala’nın indirmediğine veya tağutun hükmüne başvurmak da değildir. Ömer ibnu’l-Hattab Radıyallahu Anhu şöyle der: “Allahu Teala genişletmiş ise, siz de genişletin.” 78 Ancak, Allahu Teala’nın genişlettiği konularda insanlara genişletme yapılması, bazılarının hoşuna gitmemekte ve hakkın her zaman zorda oldu75 49 Hucurat/9 Bakınız: İlamu’l-Muvakkıin, 1/107-108 77 Fethu’l-Bari, 2961 nolu hadis ile ilgili 78 Buhari 76 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯47 ⎯ ğunu zannetmektedirler. Bu kesimin tipik örneği Haricilerdir. Bu nedenledir ki onlar, bu meseleleri anlamada zorlanmışlar, Ali bin Ebi Talip ile Muaviye Radıyallahu Anhuma arasında sulh yapılmasına ve meydana gelen hakem olayına itiraz etmişlerdir. Özellikle Ali bin Ebi Talip’in barış anlaşmasında kendisi için kullanılan, “Emiru’l-Mü’minin” ifadesinden ve buna benzer bazı şeylerden vazgeçtiğini ve Amr bin el-As ile Ebu Musa el-Eş’ari arasında meydana gelenleri gördüklerinde, bunun Allahu Teala’nın indirmediği hükümlere başvurmak olduğunu öne sürmüşler ve şöyle demişlerdir: “İnsanlara hükmolundunuz. (Oysa Allahu Teala şöyle buyurur: “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” 79 Bunun üzerine İbn-i Abbas Radıyallahu Anhuma, Ali bin Ebi Talip’in Radıyallahu Anhu sözcüsü olarak onlarla tartışmış ve Rasulullah’ın da Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hudeybiye anlaşması sırasında bazı şeylerden vazgeçtiğini ve Ali’nin Radıyallahu Anhu yaptığının da bu türden olduğunu onlara izah etmiştir. İbn-i Abbas’ın onlara söylediklerinin bazıları şunlardır: “Allahu Teala Kitap’ında kişi ve o kişinin hanımı için şöyle buyurur: “Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 80 Karı ve koca için caiz olan şey, Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmeti için caiz olmaz mı? Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmetinin kanı, karı ve kocanın kanından evleviyatla dokunulmaz değil midir?” 81 Bunun üzerine bazıları söylemlerinden vazgeçti. Ancak bazıları ise aynı söylemleri ve iddiaları üzere kalmaya devam etti. Şatıbi Rahimehullah, “el-İtisam” isimli kitabında bid’at ve heva sahibi fırkaların özelliklerini belirtirken şöyle der: “Birinci özellik, Allahu Teala’nın “İşte kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te’viline yeltenmek için müteşabih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar” 82 ayetinde belirttiği husustur. Ayet, dalalet ehlinin Kur’an’ın müteşabihlerine takılıp kaldıklarını belirtmektedir. 83 Müteşabih olan ayetler, manası herkes için açık olmayan 79 5 Maide/44 4 Nisa/35 81 Bakınız: El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/281 82 3 Al-i İmran/7 83 Kur’an’ın kötülediği şey, müteşabih sayılan ayetlerin anlamını bilmeye çalışmak değil, o ayetlerde gündeme getirilen ve ancak Allahu Teala’nın bildiği şeyin veya olayın ne olduğunu, nasıl olacağını ve ne zaman olacağını anlamaya çalışmaktır. Halbuki bu, ğayb bilgisi olup Allahu Teala’nın bildirmediği sürece insanların bilmesi mümkün değildir. Yoksa müteşabih olarak adlandırılan ayetlerin lafız olarak anlamını bilmeye çalışmak, diğer ayetleri anlamaya çalışmak gibi gerekli ve iyidir. 80 48 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ayetlerdir. Bunlar bazen, mücmel lafızlar gibi, hakiki müteşabih şeklindedir ve bazen de izafi müteşabih şeklindedir. İzafi müteşabih ise, ilk anda anlamı açık gibi görünse de, hakiki anlamının bilinebilmesi için başka bir delile ihtiyaç duyulur. Haricilerin, hakem tayin etmenin batıl olduğuna dair, “Hüküm ancak Allah’ındır” 84 ayetini delil göstermeleri, izafi müteşabihe sarılmanın misallerindendir. Ayetin zahiri, onların yaptıkları bu delillendirmeyi doğrular gibi olsa da, ayrıntılara inildiği zaman, açıklamaya muhtaçtır. Bu açıklama ise, İbn-i Abbas’ın Radıyallahu Anhuma söylediğidir. Çünkü hükmün Allahu Teala’nın olması, hakem tayin ederek de olabilir. Zira hakem tayin etmek ile emrolunmuşsak, onunla hüküm vermek de Allahu Teala’nın hükmüdür.” 85 Eşler arasında sulhun yapılması meşrudur. Allahu Teala, taraflardan birinin alacağı hakların bir kısmından vazgeçmesi şeklinde kişilerin anlaştırılması, savaşta alınan esirler konusunda, komutanın veya yöneticinin, bu esirleri öldürmesi, gaziler arasında paylaştırması, serbest bırakması veya fidye karşılığında salıvermesi konusunda muhayyer bırakılması gibi meselelerde insanlara genişlik ve kolaylık sağlamıştır. Sad bin Muaz’ın Beni Kureyza hakkında hakemlik yapması da bu türdendir. Onun hakem olarak tayin edilmesi kabul gördü ve o da savaşçı erkeklerinin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir alınmasına hükmetti. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Onlar hakkında Allahu Teala’nın hükmü ile hükmettin” buyurdu. 86 Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ordu komutanlarına yaptığı tavsiye ile ilgili Bureyde hadisinde şöyle geçmektedir: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir ordunun veya seriyyenin başına komutan tayin ettiği zaman, Allahu Teala’ya karşı muttaki olmasını bildirir, beraberindeki Müslümanlara da hayır tavsiye eder ve sonra şunları söylerdi: “..Eğer bir kale ahalisini kuşattığında onlar, senden Allahu Teala’nın hükmünü tatbik etmeni isterlerse sakın onlara Allahu Teala’nın hükmünü tatbik etme, lakin kendi hükmünü tatbik et. Zira Allahu Teala’nın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin.” 87 Böyle demesinin sebebi, komutanın veya emirin değişik alternatifler arasında içtihad etme ve tercih yapma serbestisi olmasıdır. 84 6 En’am/57 İlamu’l-Muvakkıin, 2/264-265, özetle 86 Muttefekun aleyhi 87 Müslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir 85 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯49 ⎯ Sulh ve hakem tayini ile ilgili olarak şu olay da nakledilir: Ebu Şurayh, halkı ile beraber Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanına geldiklerinde, insanların ona Ebu’l-Hakem dediklerini duydu. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu yanına çağırdı ve şöyle buyurdu: “Şüphesiz hakem Allah’tır. Sana niçin Ebu’l-Hakem diyorlar?” Bunun üzerine o; “Ey Allah’ın Rasulü, kavmim bir konuda ihtilaf ettikleri zaman bana gelirler, ben de aralarında hüküm veririm ve iki taraf da razı olur.” Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Ne güzel. Oğullarının arasında en büyük olanı kimdir” dedi. O: “Şurayh” diye cevap verdi. Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “O zaman sen Ebu Şurayh ol” diye buyurdu. 88 Ebu Şurayh, İslam’a girmeden önce kavmi içerisinde hakemlik yapardı. 89 Bu nedenle cahiliyye devrinin hakemlerinden sayılmış ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun yaptıklarını beğenmiştir. Böyle bir şey Allahu Teala’nın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek olsaydı, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona karşı çıkar ve hiçbir şekilde tasvip etmezdi. Bütün bunlar, sulhun caiz olduğuna, bunun, tağutun hükmüne başvurmak veya Allahu Teala’nın indirmediği ile hükmolunmak olmadığına ve helali haram veya haramı helal kılmadığı sürece hakemlik makamında bir kafirin bulunmasının haram olmadığına dair delil niteliğindedir. Eşler arasında sulh yapılması ile ilgili olarak Allahu Teala’nın şu ayeti de bunu desteklemektedir: “Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 90 Bilindiği gibi kadın, razı olacağı hakemi seçmekte serbesttir. Kadın, kitap ehlinden ise, kitap ehlinden olan birisini kendisi için hakem olarak tayin etme hakkına sahiptir. Muhammed bin İbrahim Al’uş-şeyh şöyle der: “Aşiret büyüklerinin karara bağladığı şeylere gelince; bu sulh yolu ile olmuş ve haramı helal veya helalı haram kılmamışsa, helaldir. Ancak hüküm vermek suretiyle olursa, helal olmaz. Çünkü aşiret liderleri genellikle cahildir ve şer’i ahkamı bilmezler. Onların (helal veya haram konusunda) hükmüne başvurmak, tağuta başvurmak kabilinden olur.” 91 Bütün bunlardan da anlaşılmaktadır ki Allahu Teala’nın düşmanlarının bazı kurumlarında veya mahkemelerinde yapılan her duruşma kişiyi küfre götüren muhakeme sayılmaz. Ayrıca kişi, kendi hakkında açılan bazı duruşmalara katılmazsa, işleri daha karmaşık ve zor bir 88 Ebu Davud, Nesai, Buhari, Edebu’l-Müfred İbn-i Abdilber, El-İstiab, 4/97, İbn-i Sa’d, Tabakat, 6/49 90 4 Nisa/35 91 Muhammed bin İbrahim, Fetava ve Resail, 12/292 89 50 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ hale gelir ve cezası da katlanır. Hakkındaki suçlama ise batıl yolla kendisi hakkında sabit olur. Ğıyabi verilen hükümlerin vicahi hükümlerden daha katı ve fazla olduğu da unutulmamalıdır. Müslüman, iki zarardan, en asgari olanını tercih ederek bu zararı kendinden savmakla yükümlüdür. Bu ise çok yönlü olarak te’vil ve içtihada açık büyük bir konudur. Dolayısıyla böyle durumlarda, mahkeme veya karakolda duruşmaya katılmak, tağutun hükmüne başvurmak değil, sadece haksız ve saldırgan kişiyi defetmek, mümkün olduğu kadar suçlamayı kabullenmemek ve zararı önlemeye çalışmaktır. Bu konu ile ilgili olarak misal olmaya uygun olaylardan biri de, kendilerini teslim almak için gelen Kureyş heyeti ile birlikte, Cafer ve arkadaşlarının Radıyallahu Anhum, henüz Müslüman olmayan Habeşistan kralı Necaşi’nin önünde duruşmaya katılmaları, içlerinden hiçbirinin kralın karşısına çıkmayı reddetmemesi ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle davrandıkları için onları kınamamasıdır. 92 Yusuf’un Aleyhisselam, sarkıntılıkla suçlayan kadına karşı söyledikleri de bunun misallerindendir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Kadın dedi ki: ‘Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan ya da acıklı bir işkenceden başka bir şey midir?’ (Yusuf), ‘Hayır o kendisi benim nefsimden (murad almak) istedi’ dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik etti. Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, o ise yalancılardandır. Eğer onun gömleği arkadan yırtıldıysa, kadın yalan söylemiştir. O ise doğru söyleyenlerdendir.” 93 Yusuf Aleyhisselam, kafir bir toplumda kendini savunmakta, birileri ona şahitlik yapmakta ve sonunda da beraat etmektedir. Bundan daha açık olanı ise, Yusuf’un Aleyhisselam hapishanedeyken yaptığıdır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Onlardan, kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: ‘Beni efendinin yanında an.’” 94 Kafir olan ve küfür kanunları ile hükmeden Mısır kralının, başka dine mensup olması, Yusuf’u Aleyhisselam, kendisini ona hatırlatacak ve haksız yere mazlum olarak hapishaneye atıldığını bildirecek birini ona göndermekten alıkoymamıştır. Belki onu hapisten çıkaracak, mağduriyetini giderecek ve hapishaneye atıldığı suçlamadan beraat ettirecek ümidiyle bunu yaptı. Bu durum, Kral onu yanına çağırdığı zaman kendini savunmaktan ve suçsuzluğunu ortaya koymaktan da kendisini alıkoymamıştır. Bu nedenle Yusuf Aleyhisselam, kendisine gelen 92 İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Ebu Nuaym ve Beyhaki, Delail kitaplarında birbirini takviye eden senetler ile rivayet etmişlerdir. Necaşi’nin onlara eman verdiği, desteklediği ve Kureyş’e teslim etmediği belirtilmektedir. 93 12 Yusuf/25-27 94 12 Yusuf/42 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯51 ⎯ elçiye şöyle dedi: “Efendine dön de ona, ‘Ellerini kesen o kadınların zoru neydi’ diye sor.” 95 Yusuf Aleyhisselam, kafir krala, suçsuz olduğunu göstermek için uğradığı haksızlıktan şikayet etmekte ve mağduriyetini dile getirmektedir. Yusuf’un Aleyhisselam bu yaptığı ile, avamdan olan Müslümanları tekfir eden aşırıların yaptığı arasında ne kadar da fark bulunmaktadır. Bütün bunları masum bir peygamber yapmaktadır. Bütün peygamberler Tevhid’i korumak ve dini sadece Allahu Teala’ya halis kılmak için gönderilmişlerdir. Bilindiği gibi bütün peygamberlerin daveti Tevhid’e olmuştur. Allahu Teala’nın peygamberi olan Yusuf’un da Aleyhisselam buna muhalefet etmesi ve ataları İbrahim, İshak ve Yakub’un Aleyhimisselam dininden bir adım sapması düşünülemez. Nasıl olsun ki, Allahu Teala onu tenzih etmiş ve bunun dışındaki daha basit şeylerden de onu korumuştur. Allahu Teala şöyle buyurur: “Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delillerimizi gösterdik). Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.” 96 Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki bu gibi durumlarda Tevhid ehli için bir sakınca bulunmamaktadır. Kafirlerle, tağutlarla, polis, jandarma, gardiyan, hakim ve mahkeme ile olan her ilişkinin de tağutların hükmüne başvurma sayılması ve Tevhid’e aykırı olması gerekmez.. Onlara yapılan her başvuru yahut her duruşmanın da küfür olması gerekmez. Bu konuda ayrı ayrı değerlendirme yapmak gerekir. Bu işlerden bazısı, yardım istemek türündendir. Bunun hükmünün ne olduğunu yukarıda belirttik. Bazısı ise sulh kabilindendir ki bunun da hükmünü belirttik. Bazısı da kişinin canını koruması veya iki zarardan hafif olanını tercih ederek büyük olanı defetmesi kabilinden olabilir ki, bu da kişinin içtihad edeceği bir meseledir. Bazısı onları hakem tayin etmek kabilinden olabilir. İşte bunun küfür olan tağuta muhakeme veya Allahu Teala’nın genişlik tanıdığı idari işlerden olup olmadığına bakmak gerekir. Bunun üzerinde ise aşağıda duracağız inşaallah. Bunu yapan kişinin ikrah altında olup olmadığına, kendi te’villerine, ümmetin ezilmişliğine ve İslam hükmünün otoriteden yoksun bulunduğuna bakmak gerekir. Şüphesiz tağuta muhakeme olmak veya yasak olan, kafirlere meyletmek kapsamına girmeyen bu işlerden zararlı veya yararlı olan şeyleri Müslümanın kendisi daha iyi bilir. Müslim’in, Ebu Hureyre’den Radıyallahu Anhu merfu olarak rivayet ettiği hadiste şöyle geçmektedir: “Sana 95 96 12 Yusuf/50 12 Yusuf/24 52 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ yararlı olan şeyde titizlik göster, Allahu Teala’ya dayan ve aciz olma. Başına bir şey gelirse, şöyle şöyle yapsaydım deme. Çünkü bu, şeytanın işinin kapısını açar. Ancak şunu söyle: Allah’ın takdiri böyledir ve o istediğini yapar.” Dolayısıyla, Müslümana düşen, güzel hesap yapması, haksızlık yapmadan işleri miktarlarıyla değerlendirmesi, maslahata bakması ve zararlar arasında karşılaştırma yapmasıdır. Yaptığı değerlendirmede Allahu Teala’nın düşmanlarının, Allahu Teala’nın dinine musallat olduğunu veya gücünün yetmediği şeyi kendine yüklediğini görürse, Müslümanın kendisini zelil etmesi ve böyle durumlarda onlara kendini teslim etmesi doğru olmaz. Çoğu zaman kaçmak kurtuluştur. Her Müslüman kendi durumunu, sıkıntılarını ve zaruretlerini daha iyi bilir. Bulunduğu durumda fayda ve zararı ölçer. Her makam için söylenecek söz farklıdır. Allahu Teala, bu ümmete bir kurtuluş yolu açıncaya kadar Müslümanın zararı kendisinden uzaklaştırması gerekir. Buhari’de, “Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer” bölümünde, Ensar’dan Asım bin Sabit seriyyesi olayı anlatılmaktadır. Bu olayda, sahabeden Radıyallahu Anhum bazıları, kafirlerin söz ve anlaşmalarına bakarak, kendisini onlara teslim edebileceği yönünde içtihad etmiş ve yine bazıları da öldürülünceye kadar kafirlerin söz ve anlaşmalarına bakılmadan çarpışılması gerektiğini tercih etmiştir. 97 Yine Buhari’nin, “Kitabu’l-İman” bölümünde Ebu Said el-Hudri’den Radıyallahu Anhu rivayet ettiğine göre Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Kişinin en hayırlı malının, peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur.” 97 Buhari, 3045, Fethu’l-Bari, Mağazi, 4086 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯53 ⎯ -24İDARİ SİSTEME UYMAK VE MUHAKEME OLMAK İLE, KAFİR KANUNLARLA MUHAKEME OLMAK ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de; idari sisteme uymak ve muhakeme olmak ile, kafir kanunlarla muhakeme olmak arasında ayırım yapmamaktır. Hatta aşırı gidenlerden bazıları devlet dairelerinde, kurumlarında ve şirketlerinde bulunan bütün emir, talimat ve levhalara uyanların hepsinin kafir olduklarını söylemektedir. Bu tür talimatları da küfür kanunlarından saymakta ve kendi düsturları niteliğinde tağutların ortaya koydukları mutlak kanunlar ile bu tür idari talimatlar arasında ayırım yapmamaktadırlar. 98 Halbuki kişiyi dinden çıkaran tağuti yasama işi ile, memurların ve işçilerin çalışma düzenini belirlemek, çalışma haklarını korumak, çalışma saatlerini ve tatil vakitlerini düzenlemek veya satıcıları, ticaret yerlerini, posta, trafik, yolculuk veya şehir planlaması gibi işleri idare etmek için yapılan düzenleme aynı nitelikte değildir. Allahu Teala, bu tür idari düzenlemelerde kullarına genişlik vermiş, bu işlerin düzenlenmesi için bir takım kararların alınmasını mübah saymıştır. Bunlar idari düzenlemeler, içtihad ve serbest maslahatlar türündendir. Allahu Teala bunların yapılmasını insanlara bırakmıştır. İnsanlar bu tür talimatlar ile işlerini düzenlemektedirler. Şeriatın belli miktar belirlemediği tazir cezalarının uygulanması da bu türdendir. Hakim bu tür cezaları gerektiren suçlar için kendi içtihadı ile uygun gördüğü bir cezayı takdir edebilir. Bütün bunların, şeriatın belirlediği hükümler ile veya helal ve haram kılma ile bir ilgisi yoktur. Hatta, idari düzenlemelerde bazı günahlar ve şeriata muhalefetler zaman zaman meydana gelebilir. Mesela, görevlilerin kafirlerin üniformalarına benzer üniforma giymelerini, sakallarını traş etmelerini zorunlu tutmak, adaletsiz ve haksız mali veya tazir cezaları vermek, yahut bu düzenlemelerde fakirler ile zenginler, seçkinler ile avam arasında ayırım 98 Bunu anayasalarında belirtmişlerdir. Mesela Ürdün Anayasası madde 26’da şöyle denilmekedir: “Yasama yetkisi, kralın ve meclisin elindedir. Kayıtsız ve şartsız olarak, yasama yetkisi, yargı ve yürütme yetkisi gibi yetkisini Anayasadan alır ve ona uygun çalışır. Yani onlara göre yasalar ancak anayasaya uygun olur. 54 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ yapmak veya bu düzenlemelere cahiliyye ve kabile milliyetçiliğinin karışması ya da insanları yükümlü tutmanın helal olmadığı bunlara benzer başka mahzurlar bulunabilir. Bazı batıl ve masiyet türünden talimatlar bulunsa da bütün bu idari düzenlemeler, yasalaştıran, uygulayan, başvuran ve kabul eden herkesin kafir olduğu tağuti kanunlar ile aynı konumda değildir. Bu gibi düzenlemelerin yazılı hale getirilmesi de bu söylediğimizi değiştirmez. Çünkü masiyetin yazılmasını emretmek, onu işlemeyi emretmek gibidir. Yoksa sadece yazılı hale getirilmesi sebebi ile tağuti kanun koyma vasfını almaz. Bu idari düzenlemelerde asıl olan, mübahlık, yani serbestliktir. Bunlar Şari’in düzenlenmesini insanlara bıraktığı işlerdendir. Bunlardan ancak şeriata muhalif olanlar veya günah işlemeyi emredenler kötüdür. Böyle olan düzenlemelerde de ölçü, “Allahu Teala’ya isyan olan işlerde kula itaat yoktur. İtaat ancak şeriata aykırı olmayan işlerde olur” kuralıdır. Halbuki küfür olan kanun koyma fiili böyle değildir. Tağutların helal haram ayırımı yapmadan her alanda yasama hakkını kendilerine ve destekçilerine tanıdığı bütün kanunlar, ister şeriata aykırı olsun, ister şeriate uygun olsun hepsi kötüdür ve reddedilmiştir. Çünkü bu kanunları ortaya koyanlar, bunları yaparken şeriata uygunluğunu gözetmemiş, sadece ve sadece anayasaya veya tağutların zevkine uygunluğunu aramıştır. Bu nedenle, bu iki tür arasında ayırım yapmak ve Allahu Teala’ya isyanı helal kılmayan idari düzenlemelere uymaktan dolayı insanları tekfir etmekten kaçınmak gerekir. İkisi arasında ayırım yapmayanlardan bazıları, bu düzenlemeler sebebi ile günahkar konumundaki Müslümanlara ve hatta bazı değerli Müslüman kişilere kanunlar ortaya koyan tağut muamelesi yapmaktadır. Eş-Şenkıti Rahimehullah şöyle der: “Uygulanması Allahu Teala’ya küfrü gerektiren beşeri kanunlar ile, küfrü gerektirmeyen düzenlemeler arasında ayırım yapmak gerekir. Çünkü sistem iki çeşittir: İdari sistem ve kanuni sistem. Şeriata aykırı olmayacak şekilde işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi amaçlanan idari sistemde, bir sakınca yoktur. Sahabeden Radıyallahu Anhum ve tabiinden buna muhalefet eden de bulunmamaktadır. Ömer İbnu’lHattab Radıyallahu Anhu, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında bulunmayan bu türden birtakım düzenlemeler yapmıştır. Askeriyyeye katılan ve katılmayanları belirlemek ve buna benzer bazı düzenlemeler yapmak için, askerlerin isimlerinin listesinin hazırlanması gibi bazı çalışmalar yapılmıştır. Halbuki Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle bir uygulaması bulunmamaktadır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ka’b bin Malik’in ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯55 ⎯ Radıyallahu Anhu, Tebük seferine katılmadığını, ancak Tebuk’e varıldıktan sonra öğrenmiştir. Ömer İbnu’l-Hattab’ın Mekke’de, Safvan bin Umeyye’nin evini satın alması ve hapishane inşa etmesi de bu türdendir. Halbuki ne Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ne de Ebu Bekir Radıyallahu Anhu döneminde hapishane inşa edilmemiştir. 99 Şeriata aykırı olmayıp işleri düzene koymak maksadı ile idari bir takım çalışmaların yapılmasında bir sakınca yoktur ve kamunun yararını gözetmek bakımından şeriatın hükümlerine de aykırı değildir. Ancak yerin ve göklerin sahibi olan Allahu Teala’nın şeriatına aykırı olan kanunları geçerli saymak, yerin ve göklerin yaratıcısına karşı küfür niteliğindedir..” Bunlardan da anlaşlmaktadır ki, işlerin düzene konulması türünden olup şeriata aykırı olmayan düzenlemeler, mubah olmaları bakımından sahabenin Radıyallahu Anhum üzerinde icma ettiği ve bizzat kendilerinin de uyguladığı işlerdendir. Fıkıh kitaplarında bazı alimler bu tür dezenlemelere “El-Mesalihi’l-Mürsele” adını verirler. Bunlar, haram olan bir şeyi helal etme derecesine varmayan kimi aykırılıklar ve hatta şeriata muhalif bazı hususlar bulunduruyor olsa da, tağuti kanun koyma kabilinden değildir. Çünkü şeriata olan her muhalefet küfür değildir. Masiyet türünden olan muhalefet de bulunmaktadır. Her iki tür arasında ayırım yapmamak, kira sözleşmesi veya benzeri sözleşmeler yapan ya da taşıma ve satış tarifelerine uyan herkesi tekfir edecek şekilde, kişiyi, hataya sevkeder. Bu meselede, bana ulaşan en tuhaf şeylerden biri de, yolcu taşıma ücretlerinin belirlenmesinden dolayı bile insanların tekfir edilmesidir. Bu derece hataya düşen aşırılar, bazı kurumlar tarafından belirlenen taşıma ücretine muhalefet ederek, belirlenen bu ücretten eksik veya fazla ödenmesi gerektiğini, aksi takdirde kişinin küfre düşeceğini iddia ederler. Halbuki fiyat belirleme, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem yapmadığı ve sevmediği bir iş olsa da, dinden çıkaran bir küfür niteliğinde değildir. Fiyat belirlemeyi Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hoş görmediğine dair, Enes’ten Radıyallahu Anhu rivayet olunan hadiste şöyle geçer: “Halk Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem müracaat ederek: ‘Ey Allah'ın Resûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem! Fiyatlar yükseldi, bizim için fiyatları siz tesbit edin’ dediler. Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara şu cevabı verdi: ‘Fiyatları koyan 99 Eğer hapsetmek, bugünkü beşeri kanunlarda olduğu gibi, ilahi cezaların yerine bir ceza olarak uygulanırsa, o zaman idari düzenleme kapsamından çıkar ve tağuti uygulama olur. Geçmişte hapis tevkif etmek, tazir etmek ve benzeri işler için olurdu ve şeriatın belirlediği cezalar yerine uygulanmazdı. 56 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Allahu Teala’dır. Rızkı veren, artırıp eksilten de O'dur. Ben ise, hiç kimse benden ne kan ne de mal hususunda hak talebinde bulunmadığı halde Allahu Teala’ya kavuşmamı diliyorum.’” 100 Fiyat belirlemek, kişiyi dinden çıkaran bir küfür mahiyetinde değildir. Olsa olsa bir haksızlıktır veya haksızlığa açılan kapıdır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem fiyat belirlemekten kaçınırken, kıyamet günü kimsenin malında veya canında uğradığı bir haksızlıktan sorumlu tutulmamayı temenni etmesi, şirk veya küfürden söz etmemesi de bunu gösterir. Hikmet ve bilgi sahibi Şari’, Kur’an’da veya Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem dilinden, bir şeyden dolayı tehdit ettiği ya da bir amelden sakındırdığı zaman, onu yapana gelecek zararın azamisini belirtmesi gerekir. 101 Fiyat belirlemek, küfür ve şirk olan kanun koyma türünden olsaydı veya ona kapı açan bir şey olsaydı, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bunu açıklar ve böyle yapmasını isteyen kişiye şiddetle karşı çıkardı. Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem adeti gereği, şirk veya ona götüren bir şey kendisinden istendiği zaman ona şiddetle karşı çıkardı. Ebu Vakid elLeysi’den rivayet olunan hadiste şöyle geçer: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte Huneyn Savaşı’na çıktığımızda biz henüz yeni İslam’a girmiştik. Müşriklerin, çevresinde toplanıp silahlarını astıkları bir sidr ağacı vardı. Buna “Zâtu Envat” diyorlardı. Bir sidr ağacının yanından geçtiğimiz sırada biz dedik ki; “Ey Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, müşriklerin Zatu Envat’ı olduğu gibi bizim için de bir Zatu Envat belirle.” Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi: “Allahu Ekber! İşte bunlar Allah’ın Sünnetleri’dir. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, İsrailoğulları’nın Musa’ya söylediği gibi bir şey söylediniz. Onlar şöyle demişlerdi: “Onların ilahları gibi bizim için de bir ilah yap.” Musa da; “Siz cahil bir topluluksunuz” demişti. Siz de sizden öncekilerin yolunu takip ediyorsunuz.” 102 Hadiste kendilerinden bahsedilen bu kişiler, şirke kapı aralayabilecek bir şeyi istedikleri için Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Sahabe Radıyallahu Anhum, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şirke karşı savaştığını ve ona izin vermediğini bilmekteydi. Zaten İslam’a girmeleri ve Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem bey’at etmeleri de şirki terketmek içindi. Bazılarının iddia ettiği gibi, onların, açıkça şirk olan bir şeyi Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem istemeleri mümkün değildir. 100 Nesai dışında sünen sahipleri ve Ahmed rivayet etmiştir. Tirmizi sahih olduğunu söylemiştir. İbn-i Hacer, senedinin Müslim’in şartlarına uyduğunu söyler. 101 Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 44 102 İmam Ahmed, Hakim ve Tirmizi rivayet etmişlerdir ve Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Zehebi de sahih olduğunu bildirmektedir. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯57 ⎯ Birisi Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Allah ve siz dilediniz” dediğinde, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ona, “Beni Allah’a ortak mı kıldın, yalnız Allah diledi, de” 103 buyurdu. Müslim, Adiy bin Hatim’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmektedir: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanında bir adam bir hitabede bulundu ve dedi ki: ‘Kim Allah ve Rasulü’ne itaat ederse doğru yolu bulmuştur, kim de o ikisine isyan ederse doğru yoldan sapmıştır.’ Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: ‘Sen ne kötü hatipsin. Şöyle söyle: ‘Kim Allah ve Rasulü’ne isyan ederse...’” 104 Büyük şirk olmayan bu ve benzeri şeylerde Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem gösterdiği tepki ile, şirke kapı açabilecek olan bir şeyde gösterdiği şiddetli tepkiye dikkat edilmelidir. Tevhid ile ilgili bütün meselelerde ve şirke götürebilecek bütün işlerde, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hep böyle tavır takınmıştır. Fiyat belirlemede ise, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem korktuğu en büyük şey, birine haksızlık yapmaktır. Yani bu insanların hakları ve dünya işleriyle ilgili bir meseledir. Yoksa kanun koyma, helali haram veya haramı helal kılma meselelerinden değildir. Bu nedenle İmam Malik’in Rahimehullah, Müslümanların imamının bu tür talimatlar koymasını caiz gördüğü, şafiilerden bazılarının pahalılık durumunda bunu caiz gördüğü, cumhurun ise bunu caiz görmediği rivayet edilir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, fiyat belirleme konusunda alimlerin ihtilafını belirterek şöyle der: “Alimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. İnsanlar satmaları gereken şeyi satmayı reddederse, bunu yapmaları emredilir ve yapmadıkları taktirde cezalandırılırlar. Belli bir fiyat üzerinden malı satması gereken biri, daha fazla fiyatla satmakta diretirse, yine uyması gereken fiyat kendisine emredilir ve buna uymadığı takirde cezalandırılır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ‘Fiyatları koyan Allahu Teala’dır. Rızkı veren, artırıp eksilten de O'dur. Ben ise, hiç kimse benden ne kan ne de mal hususunda hak talebinde bulunmadığı halde Allahu Teala’ya kavuşmamı diliyorum’ hadisini delil olarak gösterip fiyat belirlemeyi mutlak olarak yasaklayanlar, yanılmaktadırlar. Çünkü bu, muayyen bir olaydır ve genel bir lafız değildir.” 105 103 Ahmed, Nesai. İbn-i Mace, “Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle” kitabında rivayet etmiştir. Ebu Davud, Ahmed ve Nesai rivayet etmişlerdir. 105 Mecmuu’l-Fetava, 28/56, 57 104 58 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ İKİ UYARI Birincisi: Beşeri kanunlardan ve onları yapanlardan beri olduğumuzu açıkladığımız yerlerde günümüzdeki bazı insanların şu sözlerini nakletmiştik: “Bugünkü hükümetlerde anayasa, Kur’an ve Sünnet’in önünde değildir. Sadece trafik kuralları, alışveriş kuralları, sağlık ile ilgili kurallar ve benzeri tali meselelerde kurallar konulmaktadır. Zaten gelenek ve göreneklere dayanan örf, toplumlarda farklıdır.” 106 Yukarıda da açıkladığımız gibi, biz, trafik kuralları, alışveriş kuralları, sağlık ile ilgili kurallar ve benzeri idari işleri düzenleyen kurallara uyduğundan dolayı hiçbir kimseyi tekfir etmedik ve etmiyoruz. Bu kurallara uyanlar ister bu tür kurallara aykırı davranmaktan korktuğu için, ister ‘iki zarardan hafif olanı tercih edilir’ kuralına binaen hareket ettiği için, ister bu tür şeylerin küfre götüren kanunlar değil de içtihad ile belirlenebilecek idari kurallardan ibaret olduğu inancına sahip olduğu için bu talimatlara uysun, biz böylelerini tekfir etmiyoruz. Böyle bir aşırılığa kaçmaktan Allahu Teala’ya sığınırız. Bu tür kişileri içtihad sebebi ile veya Haricilerin delillendirme yöntemine benzer bir delillendirme ile tekfir edenlerin hata yaptıklarını söylüyoruz. Dolayısıyla tağuti kanunları kötülemek, bunları yapan tağutların, destekçilerinin ve bu kanunlara sığınanların tekfir edilmesi ile, bu tağutların egemenliği altında ezilmiş olan avam insanlar hakkında söz ederken, yapılması gereken bu iki kesim hakkındaki açıklama arasında ayırım yapmaktır. Korku, zayıflık, ikrah ve te’vil sebebi ile, insanların, bu kanunlara ve tağutlara yaptıkları itaatin çeşidi hakkında gerekli açıklamayı yapmak gerekir. Çünkü bu konudaki açıklama, çeşitli olan maksatların, itaati esnasında kişinin durumunun, yapılan te’villerin, kişinin itaatinin marufta mı, masiyette mi yoksa küfürde mi olduğunun belirlenmesi açısından da gereklidir. Bu tür problemlerde ayrıntılı açıklama yapmak ihmal edilmemelidir. Bunlar hakkında ayrı olarak değerlendirme yapmadan, insanları tekfir etmeye kalkışmak, ancak takvadan ve dinden nasibi olmayan cahil insanların işidir. İkincisi: Bazı aşırılar, tağuti anayasalara binaen yapılan ve bazen şeriatın hükümlerine de uygun olan kanunları bile eleştirdiğimizi ve bunları yapanları tekfir ettiğimizi görünce, bizim çelişkiye düştüğümüzü sanmaktadır. Bunları tekfir ediyoruz çünkü, bu kanunları yapanlar, onların şeriata uygun olmasını değil, anayasaya ve tağutların hevalarına uygunluğunu gözönünde bulundurmaktadırlar. Anayasanın onlara tanıdığı mutlak yasama yetkisinden hareket ile bu kanunları çıkarmaktadırlar. Ancak bununla birlikte, bu kanun106 Haddu’l-İslam ve Hakikatu’l-İman, 377 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯59 ⎯ larla muhakeme olan, onlara uyan veya şeriatın hükümlerine uygun olduğu kanaatine varması sebebi ile, yani te’viline binaen bu kanunlar ile yargılanmayı kabul eden kişileri tekfir etmediğimizi de okumaktadırlar. Çelişkiye düştüğümüzü zannetmelerinin asıl sebebi de budur. Bu şekilde ayrı ayrı değerlendirme yapmak aşırıların hoşuna gitmemektedir. Dolayısıyla bu değerlendirmemizi de çelişki olarak kabul ederler. Halbuki burada te’vilin, yani içtihadın bulunduğu açıktır. Bunu ise ancak dininde macera arayan ve tekfirin hükümlerini önemsemeyen kişiler ihmal edebilir. Te’vil bulunmasına rağmen, böyle bir durumda yapılacak tekfir, olsa olsa ihtimallere binaen veya dolaylı yönden bir tekfir olur. Bunun doğru olmadığını ise daha önce belirttik. Ne olursa olsun, bizi aşırıların veya başkalarının düşüncesi ilgilendirmez. Hakkımızda çelişkiye düştüğümüzü söylemeleri ve hatta tekfir hükmünü vermeleri de bizim için önemli değildir. Bu meselede takip ettiğimiz yöntem, Allahu Teala’nın dinine uygun olduğu müddetçe, onların gürültüsü ile ilgilenmiyoruz. Zaten hiçbir gün onların veya bid’atçı olan başkalarının gönlünün razı olması için araştırma yapmadık. Amacımız Allahu Teala’nın rızasıdır. O’nun bize hidayet ve başarı vermesini dileriz. 60 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ -25ALLAHU TEALA’NIN İNDİRMEDİĞİ HÜKÜMLERLE HÜKMETME İLE, BİR GÜNAH OLARAK, BAZEN ALLAHU TEALA’NIN BİR HÜKMÜNÜ MÜCERRED OLARAK TERKETME ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK Tekfirde yapılan hatalardan biri de, Allahu Teala’nın indirdiği ile hükmetmemek için yapılan tağuti kanun koyma ve hüküm verme ile, yargılamada haksızlık yapmak gibi tevelli olmaksızın bazen Allahu Teala’nın indirdiği ile hükmetmeyi mücerred olarak terketme arasında ayırım yapmamaktır. Bu iki türü ayırmama, günümüz kimi değerli yazarların kitaplarında olduğu gibi, sadece, bu iki kesim hakkında muhalefet etmenin ve ikisini birbirinden ayırmanın hata olduğunu söylemek ile kalsaydı, bu kadar önemli bir sorun halini almazdı. Çünkü seleften bazıları yargılama konusunda, tevelli olmadan ve mücerred olarak, herhangi bir konuda Allahu Teala’nın indirdiği ile hükmetmeyi terk için “Küfrün Dûne Küfr (Kişiyi Dinden Çıkarmayan Küfür)” adını verirler. Bu ise yargılama sırasında Allahu Teala’nın indirdiği hüküm yerine tağutun hükümlerini uygulamak ve tevelli etmek şeklinde değil de, kişinin, hevasına uyması, masiyet veya haksızlık sebebiyle başka bir hükmü uygulaması şeklinde olmaktadır. Halbuki öncekilerden ve sonrakilerden bu konuyu ele alan herkese şunu söylüyorum: İş, öncekilerin yaptığı gibi, sadece böyle bir işe kalkışan kişinin hatalı yaptığını söylemek ile kalsaydı, çok önemli bir boyuta gelmemiş olurdu. Ancak bu iki türü birbirinden ayrı olarak değerlendirmeyenler, muhaliflerini, bu iki türü birbirinden ayırmaları sebebiyle Mürcie’nin görüşünü izlemekle suçlamaktadırlar. Ayrıca bu meselede aşırıya kaçan kimilerinin, akrabalık bağının olması veya hevasına uyması sebebiyle, yargılamada haksızlık yapan her kişiyi, zahirde ve batında, şeriatın hükümlerine bağlı olduğunu, onun dışında kimsenin hükmünü kabul etmediğini ve başka bir hükmü tanımadığını belirtse bile, tekfir ettiklerini gördüm. Bununla da kalmayarak, aile fertleri arasında hüküm vermede adaletsizlik yapan kişileri bile tekfir etmekte ve Allahu ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯61 ⎯ Teala’nın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen bir hakim ile aynı kategoriye koymaktadırlar. Bunlara göre adaletsiz davranan aile reisi, insanlar arasında, Allahu Teala’nın şeriatıyla hükmetmeyen yöneticiler konumundadır ve dolayısıyla da Allahu Teala’nın, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 107 ayetinin kapsamına girmektedir. Doğrusu ise, bir konuda Allahu Teala’nın hükmünü uygulamayı mücerred ve masiyet olarak terketmek, tağutların hükmü ile hükmetmek veya hükmolunmak ya da Allahu Teala’nın hükümlerini değiştirmek gibi küfür değildir. Bu şekilde mücerred bir terk, ayetin zahiri kapsamına giriyorsa da, ayet, asıl olarak böyleleri hakkında değildir. Ayetin iniş sebebi de bunu göstermektedir. Zira ayet, kitap ehli kafirlerinden söz eden ayetlerdendir. Bu nedenle, ayetin nüzul sebebini belirten hadiste Bera bin A’zib, “Bu ayetlerin hepsi kafirler hakkında nazil olmuştur” demektedir. Yani kişiyi İslam’dan çıkaran büyük küfür ile ilgilidir. Ayetin iniş sebebi, Müslim’de aktarıldığı gibi, Yahudilerin zina edenin recmedilmesi ile ilgili hüküm hakkında yaptıkları değişikliktir. Hadiste aktarılan olayda, Allahu Teala’nın indirmediği hüküm ile hükmetmenin, Yahudilerde nasıl nesilden nesile takip edilegeldiği görülmektedir. Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onların alimlerinden birine, zina eden kişinin, Tevrat’taki hükmünü sorduğunda, asıl olanın recm olduğunu, ancak onlardan ileri gelen biri zina yaptığında bu hükmün uygulanmadığını, zayıf olan biri zina suçunu işlediğinde ise recm cezasının uygulandığını söylemiştir. Onların bu suçları, Allahu Teala’nın hükmünü bazılarına uygulayıp bazılarına uygulamamak kabilindendir. Halbuki aslında onlara emredilen, Allahu Teala’nın Kitabı’ndaki hükmü uygulamalarıdır. Buraya kadar onların günahı evli kimsenin zina suçu hakkındaki Allah'ın indirdiği hükmü bazen zalimce bazen masiyet olarak terk etmeleriydi. Bu gerek zenginlerinin sözlerinden çıkamayışları gerekse akrabalarını kayırmaları ya da rüşvet sebebiyle olsun, bir masiyettir. Bütün bunlar, bir hadden tamamen yüz çevirmenin ya da başkasının şeriatına uyma manasının dışında veya daha altındadır. Helal görmeksizin, onların mücerred olarak işledikleri bu suç, sadece büyük günah türündendir, yani kişiyi dinden çıkarmayan küfürdür (Küfrün Dûne Küfr). Ne zaman ki, Allahu Teala’nın indirmediği hüküm ile hükmetmek sözkonusu olur ve kendisinden bu kastedilirse, alimlerin, bunun kişiyi küfre götürmesi için, kişi tarafından bu uygulamanın helal görülmesinin şart olduğunu söylediklerini görürüz. Bu tür uygulama için biri yukarıdaki ayeti delil olarak getirdiğinde de, kişiyi dinden çıkarmayan küfür, yani büyük günah 107 5 Maide/44 62 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ olduğunu söyleyerek te’vil ederler. Haricilere cevap verdikleri veya başka yerlerde kullandıkları ifadelerinde bu açıktır. Yani sözü edilen küfür, Allahu Teala’yı, melekleri ve benzeri iman ve İslam eseslarını inkar etmekten oluşan küfür gibi değildir. Bu nedenle kişiyi dinden çıkarmayan küfür (küfrün dûne küfr) demişlerdir. Bu bilindiği takdirde, öncekilerin Allahu Teala’nın indirmediği bir hükümle hükmetme konusunda ve küfre götürmeyen günahlar için kullandıkları terimdeki kapalılık da ortadan kalkmış olur. Onlar bu durumlarda, yukarıda bahsettiğimiz manayı kastederler. Çünkü onların zamanında yaygın olan ve üzerinde durulan bu türdür. Yahudilerin bilgini olan adamın, aynı hadiste geçen şu sözlerine gelince: “Zina vak'aları eşrafımız arasında çoğaldı. Artık şerefli birini bu suçla yakalarsak onu bırakır olduk. Ancak zayıf birini yakalarsak ona haddi tatbik ediyoruz. Kendi aramızda şöyle dedik: “Gelin aramızda öyle bir ceza şeklinde anlaşalım ki o, eşraftan olsun, halktan olsun herkese tatbik edilsin. Sonunda recm yerine yüzün kömürle boyanıp dayak atılmasında ittifak ettik.” 108 İşte burada her biri ayrı olarak kişiyi küfre sokan iki cerimeyi işlediler ki bunlar: Birincisi: Allah’ın evli adam hakkındaki recm hükmünü, o hükümden yüz çevirerek ve ona uymayarak tamamen terk (yani amelin cinsini terk). İkincisi: Allah ile birlikte hüküm koymak veya Allah’ın hadlerinden birini değiştirmek ya da Allah’ın şeriatı dışında başkasının şeriatına bağlanmak. Bunlar, bu asrın tağutlarını da küfre götüren iki cerimedir. Ancak günümüz tağutlarının küfürleri daha kötü, daha iğrenç ve daha kapsamlıdır. İşte burada Allahu Teala’nın indirdiği hükümden başka bir hüküm üzerinde anlaşmışlar, yani Allahu Teala’nın indirmediği bir hüküm ile hükmetmişlerdir. Bir tek meselede de olsa tağuta muhakeme olmuşlar ve kafir olmuşlardır. Bu olaydan sonra Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem recm ettirdiği Yahudi hakkında onlar, recm dışında başka bir hüküm vermişler, daha önce üzerinde anlaştıkları gibi o kişinin yüzünü karalama ve sopa cezasını uygulamışlardı. Bera’nın Radıyallahu Anhu dediği gibi, Allahu Teala onların bu yaptıklarına karşı çıkmış ve bu münasebet ile inen ayetlerde şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 109 , “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmet- 108 109 Mecmuu’l-Fetava, 28/170 5 Maide/44 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯63 ⎯ mezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” 110 , “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.” 111 Ayetlerin nüzul sebebi ve kişiyi küfre götüren uygulama budur. Bu uygulamanın küfür olduğu belirtildikten sonra ayrıca bu uygulamayı helal görmek veya hükmü inkar etmek de belirtilirse, küfürde ilave olduğunu göstermek içindir. Yoksa, kişiyi dinden çıkaran böyle bir suç işleyenin küfre girmesi için yaptığını helal sayması veya bunun haramlığını inkar ediyor olması şartı, burada koşulmamaktadır. Bu konuda iki grup yanılmış ve işleri karıştırmıştır. Bunlardan biri ifrata gitmiş diğeri ise tefrite kaçmıştır. İfrata dalan grup, çağımızın Mürcie ve Cehmiyyeleridir. Bunlar ayette sözü edilen büyük küfrü, kişiyi dinden çıkarmayan küfür (küfrün dûne küfr) denilen büyük günah ile te’vil etmişlerdir. Diğer grup ise, ayette geçen küfür ibaresini aslında olduğu gibi büyük küfür olarak almış ancak bu ayeti uygun olan yerde kullandığı gibi, uygun olmayan yerde de kullanmıştır. Bunların başında Hariciler gelmektedir. Onlar, Ali bin Ebi Talip, Muaviye, Osman ve diğerlerinin Radıyallahu Anhum Allahu Teala’nın hükmü ile hükmetmediklerini iddia etmiş ve bundan dolayı kafir olduklarını söylemişlerdir. Yine bunlardan bazıları ise, bu ayetteki hükmü, aile fertleri hakkında adaletli davranmayan aile reisi hakkında uygulamışlardır. Halbuki böyle birinin Allahu Teala’nın indirdiği ile hükmediğini kabul etsek bile en fazla, bu kişinin, hükmünde adaletsiz ve haksız davrandığını ve hevasına uyduğunu söyleyebiliriz. Aile fertleri arasında verdiği adaletsiz hüküm, Allahu Teala’nın indirdiğinden başka bir hüküm olması ile beraber, insanlar arasında uygulanan genel bir hüküm mahiyetinde değildir. Aradaki fark çok açıktır. Özellikle kişinin aile fertleri arasında hüküm vermesi konusunda, o kadar açıktır ki bunu ancak heva ve aşırılığın, gözlerini kör ettiği kişiler görmezden gelirler. En doğrusu, ayette belirtilen küfrün, zahiri manası ile yani büyük küfür olarak ve hakikati üzerinde kalmasıdır. Nüzul sebebi ve başka karineler de bunun böyle olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, ayetteki küfür ifadesini, kişiyi dinden çıkarmayan küçük küfür olarak te’vil etmenin haklı bir gerekçesi yoktur. Maide Suresi’ndeki bu ayetin zahiri, Allahu Teala’nın indirdiğinden başkasıyla hükmeden ve O’nun hükmünden yüz çevirenleri kapsamaktadır. Ancak bununla beraber ayet, zahiri ve geneli itibariyle, selefin tekfirinde ihtilaf ettiği kişiyi küfre düşürmeyen kısmı da kapsar. Ayetin asıl bahsettiği ve iniş sebebi olan kısım ise tağuti ve şirk manasında olan 110 111 5 Maide/45 5 Maide/47 64 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ terketmedir. Bu yüzden alimler buradaki küfrü olduğu gibi, hakikatiyle anlamışlardır. Çünkü Kur’an’ın lafızlarında aslolan, hakikattir. Küfürde de aslolan, lugatte tarif edilen küfrün hakikatidir. Delil olmaksızın mecaza yani “küçük küfre” hamledilemez. Hükmü terketmenin diğer şekline gelince, o ise büyük küfür olmayan şeklidir. Ancak onun da anlamı ayetin lafzının genel kapsamına girer. Bu nedenle Haricilerden delil gösteren bununla meseleyi delillendirmiş ve ayetin iniş sebebinin tefsirine itibar etmemiştir. Tek başına bu zahiri anlam, sünnetten açıklayan başka nasslar ışığında anlaşılmazsa, kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, hevalarına uyarak fitne çıkarmak ve te’vil etmek için peşine düştüğü müteşabihler kabilinden olur. Bu nedenle, bu iki durumu karıştırmaktan ve birbirinden ayırmamaktan sakınmak gerekir. Geçmişte Hariciler Allahu Teala’ya karşı günah işleyen herkesin Allahu Teala’nın indirdiğinden başkasıyla hüküm verdiğini, dolayısıyla kafir olduğunu söylemişlerdir. Ayeti anlamadan, nüzul sebebini bilmeden ve Allahu Teala’nın ondan ne kastettiğini kavramadan karar verdiler. Onlar Kur’an’ı okurlar ama Kur’an boğazlarından aşağı inmez, yani kalplerine ulaşıp doğru dürüst anlamazlar. Onlardan bir grup iki hakemi ve Ali ile Muaviye’yi tekfir ettiler. Taraflar arasında sulh yapmaya çalıştıklarını görünce Müslümanlardan büyük bir kesimi de tekfir ettiler ve “İnsanlara hükmolundunuz. (Oysa Allahu Teala şöyle buyurmaktadır): “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 112 dediler. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu sözleriyle onlar hakkında ne kadar doğru buyurmuştur: “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez.” 112 5 Maide/44 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯65 ⎯ -26SEÇİMLERE KATILAN HERKESİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK Tekfirde yapılan hatalardan biri de, parlamento veya belediye seçimlerine katılarak oy kullanan herkesin, amaç ve hata dikkate alınmadan ve hüccet ikamesi yapılmadan tekfir edilmesidir. Hamasetli gençlerden birçoğu, tekfirde muteber olan kastın şekillenmesinde etkili olan cehalet özrünü dikkate almadan, bu seçimlerde oy kullanan herkesi muayyen olarak tekfir etmektedirler. Halkın çoğu için, belediye seçimlerindeki küfür açık değildir. Çünkü çoğu kişi, vakıadan haberdar olan insanlarda olduğu gibi, tekel bayiliği, meyhane ve genelevi gibi bir takım yerlere belediyeler tarafından işlem yapıldığını ve ruhsat verildiğini bilmemektedir. Ayrıca belediye seçimlerine aday olarak katılan ve Müslüman olduğunu söyleyen bir çok kişi, bu tür yerler hakkında olumlu düşünmemekte ve buraların açılmasına yönelik işlem yapmadığı gibi eski verilen ruhsatları da yenilememektedir. Onların bu durumları ise birçok kişinin aldanmasına ve seçimlere katılmasına sebep olmaktadır. Bu tür seçmenleri, yasama meclisi üyesi olacak parlamenterlerin seçimine katılanlarla eşit tutmak haksızlıktır. Parlamento seçimleri konusunda da, seçmenlere insaf gözü ile bakan herkes, bu kişilerin çoğunun, kendilerine milletvekilli olarak seçecekleri kişinin sebebi ile elde edecekleri dünyevi hizmeti amaçladığını ve bu parlamentoların hakikatının ne olduğunu bilmediğini görür. Seçmenlerin çoğu, parlamentoya da, belediye meclisi veya encümen üyeliği gibi bakarlar. Çoğu zaman felçli veya sandalyeye mahkum hastaların sedye üzerinde oy kullanması için taşındıklarını, seçimlerin hakikatı hakkında bir bilgilerinin olmadığını, köy, mahalle veya semtlerine gelecek hizmette rol almak veya uğradıkları haksızlığı gidermek ve zulümden kurtulmak ya da tutuklu yakınlarının cezaevinden çıkmasına sebep olacak af çıkarılmasına sebep olmak veya bu seçimlere aday olarak katılan ve akrabalarından olan kişileri desteklemek için oy kullanıldığını görmekteyiz. Kimileri ise herşeyden habersiz, üzerinde “Tek çözüm İslam’dır” gibi yazıların bulunduğu ve bu parlamentolarda tağuti kanunların çıkmasında ortak olan müşrikler tarafından hazırlanan afişlere bakarak, İslam’ı sevmeleri 66 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ve destek olmak istemeleri sebebi ile bu seçimlere katılırlar. Bu tür insanlar, seçtikleri bu parlamenterlerin, şeriatın hükümlerini uygulama yolunu kapatacak yasalar çıkarmak için çalışacaklarını bilmemektedir. Yasama işlerine bulaşmayan, küfür kanunlarına saygılı olacağına ve koruyacağına dair anayasa üzerinde yemin etmeyen ve buna benzer kişiyi küfre götüren söz ve fiillerde bulunmayan kişiler ile, durumu bu olmayanlar arasında ayırım yapmak gerekir. Bilindiği gibi her seçmen, küfür olan bu söz ve fiilleri işlememektedir. 113 Ancak kişinin kastının, küfür olduğu açık olan bu tür söz ve fiiller için kendisine vekil atamak olması halinde, kendisinin hükmü de atadığı bu vekilin hükmü gibi olur. Çünkü küfür olan bu işe destek veren ile, bunu bizzat uygulayan arasında fark yoktur. Dolayısıyla küfre giren o parlamenteri destekleyen kişinin kastı, bu küfür kanunlarının çıkarılması, küfür olan anayasa ve sistemin varlığını devam ettirmesi ise, bu kişinin hükmü de, bu işi bizzat yapanın hükmü ile aynıdır. Ancak parlamenterlerin işledikleri küfür olan söz ve fiiller hakkında gerçekler çokça örtbas ediliyorsa ve seçmen bunu bilmiyor veya anlamıyorsa ve seçtiği kişiyi sadece köyüne, kasabasına, mahallesine veya şehrine hizmet götürmesi amacıyla seçiyorsa, bu kişi diğeri ile aynı konumda değildir. Bu seçmen hata etmektedir ve bu parlamenterleri, küfür yasalarını çıkarmaları maksadı ile seçmiş değildir. Bu nedenle böylelerini, kendilerine hüccet ikamesi yapılmadan ve parlamenterlerin yaptıkları yasama işinin mahiyeti açıklanmadan, İslam’a ve Allahu Teala’nın dinine aykırı olan işler ile uğraştıkları belirtilmeden tekfir etmek doğru değildir. Bu durum kendilerine açıklanıp, gerekli hüccet ikamesi yapılmasına rağmen, seçimlere katılma konusunda hala ısrar ederlerse, bu hükmü hak etmiş olurlar. Dolayısıyla bu tür seçmen arasında mutlaka ayırım yapmak gerekir. Küfür kanunlarını yapması veya buna benzer açık küfür olan başka bir işi gerçekleştirmesi kastı olmadan bu seçimlere katılan kişiler, zahirde kendilerini küfre götüren bir iş yapmışlarsa da, hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir edilmezler. Çünkü işler ve durumların birbirine karışmış olması, demokrasi ve parlamento gibi terimlerin yabancı terimler olup mahiyetinin birçok kişi tarafından bilinmemesi, birtakım insanların, hakikatını bilmedikleri bu tür işlere girişmesine sebep olmuştur. Bu, anlamını bilmediği bir sözü söyleyen veya işi yapan kişi kabilindendir. Alimler, anlamını bilmediği ve kendisine 113 Bu fark, seçmenler ile parlamentoda yasama yapan parlamenterler arasında ayırım yapmaya bizi götürdü. Yoksa mesele kişinin mizacına ve tercihine kalmış yahut delilsiz istihsandan ibaret bir mesele değildir. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯67 ⎯ hüccet ikame edilmediği sürece, böylelerinin sorumlu olmadıklarını söylemektedir. İzz bin Abdusselam Rahimehullah, “Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’lEn’am” isimli kitabında, “Anlamını bilmediği sözden dolayı kişi cezalandırılmaz” başlığı altında şöyle der: “Arap olmayan kişi küfür, talak, iman, köle azadı, satış, alış, sulh gibi anlamını bilmediği kelimeler kullanacak olursa, onun için bağlayıcı olmaz ve cezalandırılmaz. Çünkü bu kelimelerin gereklerini kabullenmiş veya kastetmiş değildir. Aynı şekilde Arap olan bir kişi, anlamını bilmeden bu manalara delalet eden yabancı kelimeler söylerse, o da kendisi için bağlayıcı olmaz ve cezalandırılmaz. Çünkü kullanırken, bunların gereklerini kastetmemiştir. İrade, ancak bilinen veya zannedilen şeye yönelir. Arap olan bir kişi, anlamını bilerek bu kelimeleri söylüyorsa, söylediği yerine gelmiş olur. Ancak Arap olan bir kişi, karısına sünnet veya bid’at olan bir yöntem ile “sen boşsun” derse, ve her iki kelimenin anlamını da bilmiyorsa veya hul’, ricat, nikah, i’tak gibi arap olduğu halde anlamını bilmediği kelimeleri kullanırsa, bunlardan hiçbiri sebebi ile sorumlu olmaz ve söylediği geçerli kabul edilmez. Çünkü manasını bilmiyor ki delalet ettiği şeyi kastetmiş sayılsın.” 114 Günümüzde, demokrasi terimini bilmeyen ve ondan maksadın ne olduğunu anlamayıp baskı, zulüm, tahakkum, hak ve hürriyetlerin yok edilmesi gibi uygulamaların zıddı anlamına geldiğini düşünen veya zanneden kişilerin durumu bu kabildendir. Demokrasinin hakikatinin, Allahu Teala’nın hakkı olan hakimiyeti halkın eline vermek ve halkın kendi kendisine hakimiyet kurması veya kanunlar yapması anlamına geldiği bu tür kişilere anlatılmadıkça ve bunun küfür olduğu hakkında kendilerine hüccet ikamesi yapılmadıkça, tekfir edilmezler. Bu tür insanlar, demokrasinin hakikatini bilmediği için ne işe yaradığını da bilmez, dolayısıyla demokrasi ile hakiki manası olan küfür yapısını de kastetmiş sayılmazlar. İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Kadın, Arapça bilmeyen kocasına, “bana üç defa ‘boşsun’ de” derse ve kocası da bu sözlerin ne anlama geldiğini bilmeyerek bunu söylerse, Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem hükmüne göre bu kadın boş olmaz. Yine bir kişi, diğerine, halk arasında saygı ifadesi olarak kullanılan manası ile, “Ben senin kulun kölenim” derse, o kişinin kölesi olarak sayılmaz. Sözlerin örfte kullanımlarını, niyet ve maksatlarını gözönünde bulundurmayanlara göre ikinci misaldeki adam, kendisine bu şekilde ifadede bulunan diğerine köle olarak sahip olabilir veya onu satabilir. Bu, cahil müftünün hata edebileceği büyük bir alandır. Bunu bilmeyen müftü insanları aldatır, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne 114 Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’l-En’am, 2/102 68 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ iftira eder, dinini değiştirir, Allahu Teala’nın haram etmediğini haram ve helal etmediğini de helal yapar. Allahu Teala bundan bizi korusun.” 115 Yine şöyle der: “Allahu Teala, insanların içindekilerine delalet etmesi için kelimeleri vazetmiştir. Biri diğerinden bir şey istediği zaman kelimeler ile ne istediğini ve maksadını ona anlatır. Bu isteklere de kelimeler vasıtasıyla hükümleri bina edilir. Söz veya fiilin delaleti olmaksızın insanların içlerinde olan şeylere ve yine kişinin anlamını bilmeden söylediği ve anlamını kastetmediği kelimelere hükümler bina edilmemiştir. Aksine kişi, içinden geçirip işlemediği, söylemediği, hata ederek, unutarak, ikrah altında kalarak, anlamını bilmeyerek veya söylediğinin anlamını kastetmeyerek yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmamıştır. Kasıt ve sözlü ya da fiili delalet bir araya gelirse, hüküm terettüp eder. Bu şer’i bir kuraldır. Allahu Teala’nın adalet, hikmet ve rahmetinin gereklerindendir.” 116 İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Mü’min bir kişi, kullandığı kelimelerin anlamını bilmeden Allahu Teala ve Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakkında bir şeyi belirtmek için, söz söyler ve o sözün kasdettiği anlama delalet ettiğini zanneder, ancak o söz başka şeye delalet ederse, o mü’min kafir olmaz. Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey iman edenler, ‘Râina’ demeyin..” 117 Bu kelime ile Yahudiler, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet etmek ister, ancak Müslümanlar ise bunu kastetmezlerdi. Allahu Teala onu kullanmalarını yasakladı, ancak bu sözü kullanmalarından dolayı onları tekfir etmedi.” 118 İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, İfk olayında Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet ve hakaret etmek isteyenler ile bu olaydan böyle bir hakaret ve eziyet amacı taşımayan Hassan, Mistah, Himne gibileri arasında ayırım yaptığına ilişkin söyledikleri, Allahu Teala’nın izni ile yirmi dokuzuncu bölümde gelecektir. Eziyet ve hakeret amacı taşımayanlar için şöyle der: “Onlar bunu kastetmediler ve buna delalet eden bir şey de söylemediler.” 119 Burada, maksadın kelimelerin delaletinden anlaşılacağı belirtilmektedir. Yukarıda söylenenlerden şu sonuca varmaktayız: Tekfirin sebepleri, daha önce belirttiğimiz gibi, dünya ahkamına göre söz ve fiil ile sınırlı ise de, ahvalin ve manaların karışması, insanların cehaletleri, iş ve sözlerin anlamla115 İlamu’l-Muvakkıin, 4/229 İlamu’l-Muvakkıin, 3/117 117 2 Bakara/104 118 Er-Reddu ala’l-Bekri, 341-342 119 Es-Sarimu’l-Meslul, 180 116 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯69 ⎯ rının hakikatini bilmemek gibi sebepler ile ihtimallerin birden fazla olması durumunda kişinin kastını araştırmak ve kesin olarak tesbit etmek gerekir. “Delaleti ihtimalli olan söz ve fiiller ile insanların tekfir edilmesi” bölümünde, kişinin söylediklerinin, örfüne göre değerlendirilmesi ve gerekli karinelere bakılması gerektiğini açıklamıştık. Biz, kişinin kastının söylediği sözlerde ve işlediği fiillerde önemli olduğunu sözlerken, Cehmiyye ve Mürcie mensuplarının küfre götüren söz ve fiillerde bile, kişinin itikadını ve helali haram kılmasını şart koşmaları gibi bir şartı koşmuyoruz. Kişinin, söylediklerinde veya işlediklerinde kafir olmayı kastetmesi gerektiğini de söylemiyoruz. Küfre girenler arasında zaten böyle bir kastı olan neredeyse yok gibidir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Bir kimse küfür olan bir söz söyler ya da bir amel işlerse, kafir olmayı kastetmemiş olsa bile, bu nedenle kafir olur. Zira Allah’ın dilediği kimseler dışında hiç kimse küfrü kastetmez.” 120 Bizim kasıt konusundaki amacımız bir çok defa tekrar ettiğimiz gibi, kişinin söylemiş olduğu küfür sözünü veya işlemiş olduğu küfür amelini kendi iradesi ile ve manasını bilerek işlemiş olmasıdır. Yoksa bu sözü veya ameli küfre girmek için yapmış olması ile bunu kastetmemiş olması arasında fark yoktur. Şari’, şer’i ahkamı (tekfir gibi) sebeplerine bağlamış ve bu konuda mükellefe hükmü ve sebeplerini birbirinden ayırma serbestisi tanımamıştır. Aksine ne zaman sebepler mevcut olur, şartlar yerine gelir ve engeller ortadan kalkarsa, kişi bu sebeplere binaen verilecek olan hükmü amaçlamasa da, hüküm meydana gelir. Çünkü önemli olan, söylenen söz veya yapılan iş ile kafir olmayı amaçlamak değil, küfür olan bu sözü söylemeyi veya işi yapmayı amaçlamaktır. Tekrar belirtmek isteriz ki, anayasaya yemin etmek, ona ve kanunlarına saygılı olmak ve anayasaya uygun kanunlar yapmak gibi bizzat küfür olan işler için parlamenterleri seçen kişileri cehaletlerinden dolayı mazur görmüyoruz. Bu konuda cehalet özrü muteber değildir. Çünkü bu, bütün peygamberlerin gönderiliş amacı olan Tevhid ilkesine açık bir küfürdür. Bunu bilmemek, öğrenme imkanı ve kolaylığı bulunduğu halde dinin temeli olan bir şeyi öğrenmeyi reddetmek demektir. Kaldı ki aklı başında bir insanın yasama hakkının Allahu Teala’nın hakkı olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Özellikle tağutların kendi ve parlamentolarının hakkı olarak gördükleri ve genel olarak bütün din ve dünya işlerini kapsayan yasama konusundan insanın habersiz olması sözkonusu değildir. 120 Es-Sarimu’l-Meslul, 177-178 70 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Alimler, helal ve haram kılma veya kanunlar belirleme iddiasında bulunan kişinin, rablık iddiasında bulunmuş olacağını belirtmişler, Allahu Teala’nın helal kıldığını haram veya haram kıldığını helal yapan, Allahu Teala’nın izin vermediği kanun koyma işine girişen alimlere, yöneticilere veya hükümdarlara itaat edenlerin, onları rabler edinmiş olacaklarını söylemişlerdir. Çünkü yasama konusunda itaat, ibadettir ve Allahu Teala’ya hükümde ve ibadette ortak koşmaktır. Bu konuda bir çok delil bulunmaktadır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.” 121 Ebu Davud, İbn-i Mace, Hakim ve İbn-i Cerir, İbn-i Abbas’tan Radıyallahu Anhuma şöyle rivayet ederler: “Müşrikler, ölü hayvanın eti hak- kında Müslümanlarla tartışır ve, “Allah’ın kestiğini yemiyorsunuz, ama kendi kestiklerinizi yiyorsunuz” derlerdi. Bunun üzerine Allahu Teala, “Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz” 122 ayetini indirdi.” Bu ise Allahu Teala’nın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal kılan veya Allahu Teala’nın izin vermediği yasama işini yapan kişilerin Allahu Teala’ya ortak koşmuş olduklarını göstermektedir. Allahu Teala’nın, “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Halbuki hepsine de tek İlah’a kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden münezzehtir” 123 ayeti de bu kabildendir. Rivayet yollarının toplamı ile hasen derecesinde olan Tirmizi ve diğerlerinin Adiy bin Hatim’den Radıyallahu Anhu rivayet ettikleri hadiste şöyle geçer: “Boynumda altından bir haç olduğu halde Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanına geldim. Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana: “Ey Adiy, şu putu boynundan at” dedi. Ben onu boynumdan attım. Yanından ayrıldığım esnada Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu ayeti okuduğunu duydum: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.” 124 Bunun üzerine ben: “Biz onlara ibadet etmiyorduk” dedim. Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Allah’ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını ise helal sayıyorlar ve siz de bunla121 6 En’am/121 6 En’am/121 123 9 Tevbe/31 124 9 Tevbe/31 122 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯71 ⎯ rı helal ya da haram kabul etmiyor muydunuz?” dedi. Ben: “Evet” dedim. Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “İşte ibadetiniz budur” diye buyurdu.” İbn-i Teymiye Rahimehullah, el-Fetava’sında, bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Hadisten anlaşılmaktadır ki onlar, helaller ve haramlar konusunda kişilere yapılan itaatin ibadet olduğunu bilmemekteydiler. Ancak buna rağmen bu cehaletleri sebebi ile mazur olarak kabul edilmemişlerdir. İbn-i Cerir Rahimehullah, Huzeyfe’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet eder: “Onlar bu haham veya rahipleri için oruç tutmuyorlardı ve namaz da kılmıyorlardı. Ancak onların helal kıldıklarını helal ve Allahu Teala’nın kendileri için helal kıldığı bir şeyi haram kıldıklarında da haram olarak kabul ediyorlardı. Onları Rab olarak benimsemeleri bu yöndendir.” Denilebilir ki; “İçerisinde bir takım müeyyide ve cezalar içeren kanunlar yapmak, helal ve haramlar kılmak gibi tevhide ve şeriata aykırılıkta açık olan kanunlar yapmak niteliğinde değildir. Günümüzde yapılan kanunlar genelde bu tür cezaları kapsamakta ve helal ya da haramlar konusuna girmemektedir. Bu bakımdan günümüzdeki kanun yapanlara itaat edenleri mazur saymamak için bu deliller yeterli değildir. Çünkü bu ayetler, zina, içki ve faiz gibi dinden zaruri olarak haram olduğu bilinen şeyler ile ilgilidir. Bu nedenle kendilerine uyulan kanunların türü konusunda onların cehaletine itibar etmek ve hüccet ikame etmedikçe tekfir etmemek gerekir.” Ancak anayasa gereği yasama yetkisinin parlamenterlere ve tağutlara kayıtsız şartsız mutlak olarak verilmiş olması, bu itirazı geçersiz kılmaktadır. Çünkü bu yetkinin kapsamına helal ve haram kılma veya buna benzer diğer hükümler de girmektedir. Parlamenterlere bu mutlak yetkinin verilmesi ve bu yetkinin onun hakkı olduğunu kabul etmek, tek başına o parlamenterin ve o parlamenteri seçen kişinin tekfiri için yeterlidir. Helal veya haram ilan etsin veya etmesin, cezalar ve hadler alanında kanun yapsın veya yapmasın, hüküm koyma hakkını kullara veren küfür anayasası üzerine yemin etsin veya etmesin, farketmez. Çünkü mutlak yasama hakkı sadece Allahu Teala’ya mahsustur ve sadece O’na verilmesi gerekir. Kim bu hakkı, Allahu Teala’dan başkasına verirse, Allahu Teala’dan başka ilah, rab ve hakem aramış olur ve İslam’dan çıkmış sayılır. İslam’ın, kitap ehli alimlerini ve onlara uyanları tekfir eden hükmünün sadece helal ve haram kılma sebebine dayandığını kim iddia edebilir ki? Onların ortaya koydukları hükümlerin çoğunun hadler ve cezalar ile ilgili olduğu sabittir. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte 72 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ onlar kafirlerin ta kendileridir” 125 ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak gelen rivayetlerin birinde şöyle belirtilmektedir: Bu ayetler Beni Nadir ve Beni Kureyza Yahudileri hakkında inmiştir. Beni Nadir’in öldürülenleri şerefli sayılıyor ve diyetleri tam olarak veriliyordu. Ancak Beni Kureyza’nın öldürülenleri zelil sayılıyor ve diyetleri de yarım veriliyordu. Bunun üzerine Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem aralarında hakem yaptılar. Rasulullah’da Sallallahu Aleyhi ve Sellem diyetlerini eşitledi. Bunu İman Ahmed Rahimehullah rivayet etmiştir. Ayrıca İbn-i Cerir de Rahimehullah bunu tefsirinde belirtmektedir. Yine, zina eden Yahudi ile ilgili olarak, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem recm cezasını ona tatbik ettiğini bildiren rivayet Müslim’de aktarılmaktadır. Onların, bu hadiste aktarılan ve Maide Suresi’ndeki ayetin iniş sebebi olan suçları zinayı kendilerine helal kılmaları değil, zina konusundaki cezayı değiştirerek atalarına uymalarıdır. Eğer zinayı kendilerine helal etmiş olsalardı, herhangi bir ceza belirlemezlerdi. Çünkü helal veya mübah olan bir işten dolayı kimse cezalandırılmaz. Ayrıca gerek çokca konuşulması ve gerekse kafir ve mürtedlerin hemen her platformda sık sık suçlama maksadıyla gündeme getirmeleri sebebi ile, İslam şeriatındaki hadler, Müslümanlar bir yana, kafirler için bile meşhur hale gelmiştir. Bugün herkes tarafından bilinmektedir ki, tağutlar İslam’ın bu hükümlerini yürürlükten kaldırmış ve küfür devletlerinden ithal ettikleri aşağılık uydurma cezalar ile bunları değiştirmişlerdir. Bilindiği gibi İslam’ın hükümlerine bedel olarak getirilen hükümleri yasalaştırmak, zorlaştırmak veya basitleştirmek, parlamento üyeleri ve onların başında bulunan diğer tağutların görevidir. Bu tağuti sistemlerin düzen ve kanunlarını incelediğimiz zaman, değişik şekillerde helal ve haram kıldıklarını da görürüz. Mesela İslam dininde haramlığı zorunlu olarak bilinen faiz ve buna benzer diğer büyük günahlar bu tağutların kanunlarında mübahtır. Hatta bu tür günahların düzenli olarak uygulandığı ve bu kanunlar tarafından korunduğu kurumlar da bulunmaktadır. Aynı şekilde, Allahu Teala’nın haram kıldığı içki de böyledir. İçkinin üretildiği, satıldığı ve içildiği yerler bu sistemlerde açıkça bulunmaktadır ve hatta bizzat bunlar tarafından kurulmaktadır. Bu kurumlara ruhsat verilmekte ve hem bu kurumlar hem de içenler kanun ve uygulayıcıları tarafından korunmaktadır. Kanunlarının mübah kıldığı ve koruma altına aldığı fuhuş da böyledir. 125 5 Maide/44 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯73 ⎯ Bunlardan da önemlisi, bu sistemlerde, bütün şekilleriyle küfür ve riddet mübahtır. Kanunları ve uygulayıcıları tarafından, inanç hürriyeti adı ile her türlü küfür ve riddet korunmakta ve insani bir hak olarak savunulmaktadır. Kanunlarının hiçbir yerinde küfrü veya riddeti yasaklayan ve cezalandıran bir hüküm yoktur. Bu kanunlara göre riddet, cezası olan bir suç değildir. Aksine bu küfür kanunlarının tanıdığı ve koruduğu kişisel bir hak ve özgürlüktür. Bu konuları burada ayrıntılı olarak anlatmamız uzun sürer. Bunlar üzerinde daha geniş olarak başka kitaplarımızda durduk. Özet olarak, Allahu Teala’nın hükümlerinden başka hüküm ve kanun koyanları seçenleri veya yaptıkları bu işlerinde onlara itaat edenleri mazur olarak saymıyoruz. Aksi halde papaz ve hahamlara ibadet eden Yahudi ve Hristiyanları da mazur görmemiz gerekir. Çünkü şeriatta benzerler arasında ayırımın yapılması yoktur. Allahu Teala şöyle buyurur: “Şimdi sizin kafirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?” 126 Bu konuda avamdan olan Müslümanları mazur görmemezin sebebi, tekfirin kurallarında muteber bir şart niteliğinde olan, kişinin küfre götürücü olan ameli kastetmesi yani ameli bilinçli olarak yapması konusudur. Ki bu insanlarda, tekfirin şartlarından olan muteber kasıt bulunmamaktadır. Bizler, seçtiği insanları, kanun koyan, anayasaya saygı yemini eden, kanunlara muhakeme olan ve parlamento üyelerinin işlediği, kişiyi küfre götüren diğer söz ve fiilleri işleyen olarak seçmeyen ve bu maksatla seçmeyi de kastetmeyen kişileri mazur görmekteyiz. Mazur gördüğümüz bu insanların, parlamenterlerin işledikleri bu suçlar hakkında bilgileri yoktur. Dolayısıyla bu işleri yapmalarını kastetmeleri de imkansızdır. Aksine Müslüman olduğunu iddia etmeleri ve Allahu Teala’nın şeriatını egemen kılmayı vaadetmeleri sebebi ile onlara oy vermektedirler. Ya da bu insanlardan bazılarını, dünyevi hizmetler için seçmektedirler. Böyle kişiler, ancak kendilerine hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala inat etmeleri halinde tekfir edilebilir. Çünkü bugün insanlar hak ile batılı karıştırmakta ve batıl şeylere hak süsü verilerek halk kandırılmaktadır. Bu nedenle İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Bazı yerlerde ve zamanlarda heva sahipleri çok olabilir ve söyledikleri sözler, cahiller tarafından ilim ve sünnet erbabının sözleri derecesinde görülebilir. Öyleki bunları yöneten kişiler de ne yapacağını bilmez olur ve Allahu Teala’nın hüccetini ortaya koyacak kişilere ihtiyaç duyalabilir.” 127 126 127 54 Kamer/43 Mecmuu’l-Fetava, 3/152 74 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Hüccetin ikame edilmiş olması, sadece Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem, o konudaki kelamını insanlara ulaştırmaktan ibaret değildir. Özellikle İslam yayıldıktan, Allahu Teala’nın koruduğu Kitap’ı uzak ve yakın herkese ulaştıktan sonra hücceti ikame etmek, tebliğden ibaret de değildir. Aksine çoğu zaman şüpheleri gidermek, karışıklıkları ortadan kaldırmak, vakıayı, yani sözün hakikatini, sözün anlamını ve işin mahiyetini ortaya koymaktır. Sözü anlamamak ve nereye varacağını bilememek veya şiddetli korku ya da sevinçten dolayı kişinin ne dediğini bilememesi sebebi ile kişinin mazur sayılacağına ilişkin açıklamayı yukarıda yapmıştık. Mükellefin, hakikatını ve manasını bilmediği bir işi yapması da bu kabildendir. Çünkü böyle bir kişi, işin, bilmediği hakikatını kastedemez. Bineğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda “Allah’ım, sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın anlatıldığı hadis de bunun delillerindendir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu, “Sevincinin şiddetinden hata etti” diye nitelendirmiştir. Bu delillerden biri de, kendi nefsine yazık edip; ailesine, öldüğü zaman kendisinin yakılmasını ve külünün yarısını karaya diğer yarısını ise denize savurulmasını isteyen adamın kıssasıdır. Bu şekilde, Allah’ın tekrar kendisini diriltmeye güç yetirme kudretine sahip olmadığını zannetti. Bu ise küfürdür. Ancak bu adam cahil olduğu ve Allah’tan korktuğu için Allah onu affetti. Bunun üzerinde, Allahu Teala’nın izni ile, ileride de duracağız. Dolayısıyla parlamento seçimlerinde tafsilata inmeden ve ayırıma tabi tutmadan, bu seçimlere katılan bütün herkesi tekfir etmek, yapılan açık hatalardandır. Özellikle bu parlamentoların ve parlamenterlerin hakikatinin bilinmediği, bu konuda kasıtların ve durumların farklı olması mutlaka gözönünde bulundurulması gerekenlerdendir. Bununla beraber bu şirk parlamentolarının hakikatini ve parlamenterlerin nasıl bir şirk içinde görev yaptıklarını bilen birisi olarak şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yasama yapan parlamento seçimlerine katılma işi açık bir küfürdür. 128 Bu hüküm, bu tür seçimlere katılma işi hakkında verilmiş olan mutlak bir hükümdür. Bu parlamentolardan sakındırmak ve insanların onlardan uzak durmasını sağlamaya çalışmak için bu hükmü mutlak olarak vermekteyiz. Ancak mutlak olan bu hükmü muayyen bir şahsa indirgemek istediğimizde, gerekli araştırmayı yapıp, kişilerin kasıt ve bilgi seviye- 128 Bu mesele için, “ed-Demokratiyye Dinun” ve “Feteva Sicni’s-Sivaga” isimli kitaplarımıza bakınız. (“ed-Demokratiyye Dinun” isimli kitap, Allahu Teala’nın yardımı ve lütfu ile terceme edildi. Bu ve diğer kitaplar için internet sitemizi ziyaret edebilirsiniz. Yayıncı) ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯75 ⎯ lerine göre hüküm vermekteyiz. Kanun çıkarması veya buna benzer, kişiyi küfre götüren işleri yapması için milletvekili seçimlerine katılanların kafir olduğunu söylüyoruz. Çünkü küfrün sebeplerinden birini işlemiştir. Bu iş ile kafir olmayı veya dinden çıkmayı kastetmese bile, hakkında verilen bu hüküm değişmez. Parlamentonun hakikatini ve üyelerinin çalışmasının tabiatını bilmeyenlere, hüccet ikame edilmesi ve parlamento ve milletvekillerinin yaptığı işlerin mahiyetinin açıklanması gerekir. Buna rağmen bu işte ısrar ederse tekfir edilir. Ancak hüccet ikamesi yapılmadan ve kendisine gerekli açıklamada bulunulmadan tekfir etmekten kaçınmak gerekir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kendisine delil gösterilmeden ve doğru açıklanmadan, kimsenin, hata ve yanlıştan dolayı bir Müslümanı tekfir etmeye hakkı yoktur. Kişinin İslam’ı kesin olarak sabit olduktan sonra, şüphe ile yok olmaz. Ancak şüphe giderildikten ve gerekli hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala ısrar etmesi halinde, onun İslam’ı yok olur.” 129 129 Mecmuu’l-Fetava, 12/250, Daru İbn-i Hazm baskısı 76 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ -27AÇIK OLMAYAN MESELELERDE, CEHALET ÖZRÜNÜ MUTEBER OLARAK SAYMAMAK Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, kapalı olup açıklamayı gerektiren veya ancak peygamberler yolu ile bilinebilen meselelerde, cehaletinden dolayı kişiyi mazeretli olarak saymamaktır. Cehalet özrü konusunda insanlar ifrat ve tefrite kaçarak, ihtilaf etmişlerdir. Bir grup, Allahu Teala’nın insanlara geniş tuttuğunu daraltarak cehaleti tekfirin engellerinden biri olarak kabul etmemiş ve mutlak olarak cehaleti özür saymamıştır. Diğer bir grup ise, birinci grubun tam aksine, dinde zorunlu olarak her Müslüman, hatta Yahudi ve Hristiyanlar tarafından bile bilinen şeylerde bile cehaleti özür olarak kabul etmiş ve bu konuda kapıyı ardına kadar aralamıştır. Nitekim, kendilerine hüccet ulaşmadığından dolayı değil, yüz çevirdikleri için cahil konumda olan kafirleri bile mazaretli olarak kabul etmişlerdir. Oysa ki Kur’an ve Sünnet bu insanların ellerinde bulunmakta, ancak dünya ilimlerine, her türlü süs ve malına kendilerini vermelerine rağmen başlarını kaldırıp ona bakmamaktadırlar. Bu tür insanlar hakkında Allahu Teala şöyle buyurur: “Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.” 130 Halbuki Allahu Teala, emrinden yüz çevirip görmezlikten gelenleri kınayıp kötülemekte, görme, işitme ve akıl yeteneklerini, Rabbini tanıma, yaratalış amaçlarını kavrama maksadıyla kullanmadıklarından dolayı onları eleştirerek şöyle buyurur: “Andolsun, biz cin ve insandan bir çoğunu cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lakin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da dalalet içerisindedirler. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” 131 Allahu Teala başka ayetinde ise yine onların durumunu anlatarak şöyle buyurur: “Ve ‘Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık’ diye ilave ederler. Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık uzak olsun o alevli cehennemin mahkumları” 132 , “Kendilerine kulaklar, 130 30 Rum/7 7 A’raf/179 132 67 Mülk/10-11 131 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯77 ⎯ gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlardı. Alay edip, durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi.” 133 İbn-i Hazm Rahimehullah şöyle der: “Kendi haklarında itirafta bulunan bu akletmeyen ve işitmeyen insanlar, eğer işitmiş ve akletmiş olsalardı ateşe girmeyeceklerdi. Gerçekten kulakları sesleri işitmeyecek kadar kapalı mıydı? Dünya işleri, tarım konuları, hayvan gütmeleri, malların yönetimi ve geliştirilmesi, ev yapımı, bağ ve bahçe kurulması, ticarethane ve çiftliklerin yönetimi, malların korunması, makam ve liderlik istemi konusunda cahil miydi bunlar? Hayır, tam tersi bunların tamamını biliyorlardı. Onları asıl rezil ve perişan eden, sayılan bütün bu işleri belki herkesten daha çok bilmeleri ve herkesten daha şiddetli olarak bunlara sarılmalarıydı. Onlar nasıl mal sahibi olacaklarını, malı nasıl yönetip çoğaltacaklarını iyi bilirlerdi. Ancak azap gören bu insanlar Allahu Teala’yı bulmak, ona kulluk yapmak, söz, amel ve akide ile ona yönelmekte gözlerini, kulaklarını ve akıllarını kullanmayı kabul etmediler. Bütün bunları fani, kurtarmayan ve işe yaramayan, hatta yükü ağırlaştıran ve pişman eden dünyalık için kullandılar.” 134 Cehalet konusunda doğru olan, meselenin tafsilatına bakmaktır. Dinin bazı konuları vardır ki onu bilmemek caiz değildir. Özellikle Allahu Teala’nın koruduğu Kur’an’ın her tarafta yayılmış olduğu bir ortamda bu türden olan şeyleri bilmemek mazeret olarak kabul edilmeyecek olan suçlardandır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Kendisiyle sizi ve bundan sonra onu duyacak herkesi uyarmam için bu Kur'an bana vahyolundu.” 135 Cehaletin mazeret olarak kabul edilmediği hususlardan biri de Tevhid’in aslıdır. Allahu Teala, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Buhari ve Müslim’de belirtildiği gibi insan bu fıtrat ile dünyaya gelir. Sonra anne ve babası onu saptırır. Bütün peygamberler Tevhid ile gönderilmiş ve kitaplar onun için indirilmiştir. Tevhid üzere olmayanlar, inatçı veya yüz çeviren cahil kafirlerdendir. Allahu Teala şöyle buyurur: “İşte bu (Kur’an) bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. O’na uyun ve Allah’tan korkun ki size merhamet edilsin. (Onu size indirdik ki), Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik demeyesiniz. Yahut, ‘bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk’ demeyesiniz diye (bu Kitap’ı indirdik). İşte size de Rabbinizden açık bir delil, 133 46 Ahkaf/26 İbn-i Hazm, İhkamu’l-Ahkam, 1/66 135 6 En’am/19 134 78 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ hidayet ve rahmet geldi. Kim, Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zalimdir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.” 136 İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala, yalanlayarak olsun veya olmasın, ayetlerinden yüz çevirenlere en ağır cezayı vereceğini belirtmiştir. Bu da gösteriyor ki peygamberlerin getirdiklerini kabul etmeyenler kafirdir. Bunun yalanlama, büyüklenme, hevaya uyma veya getirilen şeylerden şüphe etme sebebi ile meydana gelmesi arasında fark yoktur. Peygamberin getirdiği şeyleri yalanlayan herkes kafirdir. Yalanlamasa bile, iman etmediği sürece yine kafir olur.” 137 Allahu Teala, son peygamber olan Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile peygamberliği bitirdikten ve suyun onu silemeyeceği Kitap’ını ulaştırdıktan sonra, dinin aslı, en sağlam kulpu ve yaratılışın en önemli sebebi olan Tevhid’den yüz çeviren kişi, tembel davranması ve yüz çevirmesi neticesinde bu Tevhid’den cahil kalmış ise, mazur sayılmaz. İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah dediği gibi, her kafirin müstekbir yalanlayıcı olması gerekmez. Böyleleri olabileceği gibi, hevasına tabi olması sonucu kafir olanlar da vardır. Bu tür kafirler dini ne yalanlar, ne tasdik eder, ne de destekler. Böyleleri, din ile yakından veya uzaktan ilgilenmezler. Dinin bazı meseleleri, açıklama yapmayı gerektirir. Bu meseleleri, Tevhid ve zıddı olan şirk gibi veya dinden zorunlu olarak bilinen ve meşhur olan şeyler gibi değerlendirmek doğru olmaz. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Eğer ki kişinin muhalefeti, dinin açık olmayan ve herkes tarafından bilinmesinin zor olduğu meselelerde olursa, hata ettiği, dalalete düştüğü ve kendisine hüccet ikamesinin yapılmadığı söylenebilir. Ancak kişinin muhalefeti, açık olan ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun ile gönderildiği ve ona muhalefet edenlerin tekfir edildiği bütün Müslümanlar ve hatta Yahudi ve Hristiyanlar tarafından da bilinen meselelerde ise durum böyle değildir. Tek olan Allahu Teala’ya ibadetin emredilmiş olması ve Allahu Teala’dan başka, meleklere, peygamberlere, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve başka şeylere ibadetin yasaklanmış olması bu türdendir. Bunlar İslam esaslarının en açık olanlarıdır. Yine beş vakit namaz ve Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve müşriklere düşmanlığın emredilmiş olması ile içki, kumar, zina ve faizin yasaklanmış olması da bu kabildendir.” 138 136 6 En’am/155-157 Mecmuu’l-Fetava, 3/196 138 Mecmuu’l-Fetava, 4/37 137 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯79 ⎯ Muhammed bin Abdulvehhab, “Mufidu’l-Mustefid” isimli kitabında İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah şu sözünü nakleder: “Muayyen bir şahsın, kafir, bid’at ehli, fasık veya masiyet sahibi olarak isimlendirilmesi konusunda buna en fazla karşı çıkanlardan birisi de benim. Ancak kendisine risalet hüccetinin ulaşmasına rağmen aynı suçu işlemeye devam eden bunun dışındadır.” İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah bu sözünü değerlendiren Muhammed bin Abdulvehhab Rahimehullah ilave olarak şöyle der: “Tesbit ettiğimiz kadar, bütün mevzularda onun bu meseleye bakışı ve açıklama yöntemi böyledir. Gerekli araştırmayı yapmadan ve problemleri çözmeden, muayyen bir kişinin tekfiri konusunda bahsetmez. Bundan amaç hüccet ikamesi yapılmadan önce muayyen bir şahsın tekfir edilmesinden sakındırmak içindir. Ancak şu da bilinmektedir ki, kendisine hüccet ulaştırılmış olan kişi hakkında, gerekli olması halinde muayyen olarak kafir, fasık veya masiyet sahibi olarak hükmetmektedir. Allah ondan razı olsun, yine belirtmektedir ki bu yöndeki sözleri dinin açık olmayan meseleleri hakkındadır. Kelamcılardan önde gelen bazı kişilerin çoğu zaman İslam’ın dışına çıktıklarını belirterek onlara cevap verirken şöyle der: “Eğer ki kişinin muhalefeti, dinin açık olmayan ve herkes tarafından bilinmesinin zor olduğu meselelerde olursa, hata ettiği, dalalete düştüğü ve kendisine hüccet ikamesinin yapılmadığı söylenebilir. Ancak kişinin muhalefeti, açık olan, Müslümanlar ve hatta Yahudi ve Hristiyanlar tarafından da Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun ile gönderildiği ve ona muhalefet edenlerin tekfir edildiği bilinen meselelerde ise durum böyle değildir. Tek olan Allahu Teala’ya ibadetin emredilmiş olması ve Allahu Teala’dan başka, meleklere, peygamberlere, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve başka şeylere ibadetin yasaklanmış olması bu türdendir. Bunlar İslam esaslarının en açık olanlarıdır. Yine beş vakit namaz ve Yahudi, Hristiyan, Mecusi ve müşriklere düşmanlığın emredilmiş olması ile içki, kumar, zina ve faizin yasaklanmış olması da bu kabildendir. Buna rağmen ileri gelenlerinden birçoğunun bu tür dalalete düştüklerini ve mürted olduklarını görürsün. Hatta daha da kötüsü, onların bazıları müşriklerin dini hakkında yazılar yazmaktadırlar. Ebu Abdullah er-Razi’nin yaptığı bunun örneklerindendir. Bu ise, bütün Müslümanların ittifakı ile açık bir riddettir.” Sözü burada bitmektedir. İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, bu kuralı ve Allahu Teala’nın düşmanlarının belirttiği şüpheyi nasıl açıkladığı üzerinde düşünmek gerekir. Ancak, Allahu Teala kimi yoldan çıkarmayı isterse, onun için bir şey yapmak mümkün değildir. Biz inanıyor, Allahu Teala’ya o şekilde kavuşmayı umuyor ve diyoruz ki: Bir Müslüman, kendisine hüccet ulaştıktan sonra Allahu 80 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Teala’ya şirk koşar veya bunu Tevhid ehlinden üstün tutarsa ve hak üzere olduğunu iddia ederse veya Allahu Teala’nın, peygamberinin ve Müslüman alimlerin belirttikleri açık olan herhangi bir küfrü seçerse, kim olursa olsun, onu tekfir ederiz. Biz Allahu Teala’dan ve Peygamberinden gelen bütün şeylere iman ettiğimiz gibi tekfir ile ilgili gelen hükümlerin ve dolayısıyla da sapıtan kim olursa olsun, gerektiğinde onu tekfir etmenin de imandan olduğuna inanırız. Bu konuda alimlerden birinin bile muhalefet ettiğini de bilmiyoruz. Bu meselede ihtilaf çıkaranlar, Firavun’un dediği “Öyle ise önceki milletlerin hali ne olacak?” 139 veya Kureyş’in dediği “Son dinde de bunu işitmedik” 140 gibi sözlere sığınırlar ve bunlara benzer lafızlar ile kendilerini savunurlar.” 141 İshak bin Abdurrahman Alu’ş-şeyh şöyle der: “Allahu Teala’ya ortak koşmadan ibadet etmek, O’ndan başkasına ibadet etmekten beri olmak, ibadette Allahu Teala’ya ortak koşanların, kişiyi İslam’dan çıkaran en büyük küfür ile kafir olduğu meselesi dinin asıllarının aslıdır. Allahu Teala, onunla peygamberleri göndermiş, kitapları indirmiş, Kur’an ve Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile insanlara hüccetini ikame etmiştir. Allahu Teala’ya ortak koşanların tekfiri konusunda din alimlerinin şu şekilde cevap verdikleri görülür: “O kişi istitabeye tabi tutulur. Tevbe ederse kabul edilir, tevbe etmez ise öldürülür.” Alimler dinin asıllarından olan meselelerde açıklama yapmazlar. Sadece delili bazı Müslümanlar için kapalı olabilecek meselelerde açıklama yaparlar. Kaderiyye veya Mürcie gibi bid’at ehlinin tartıştığı meseleler, sarf ve atıf gibi gizli olan meseleler, kabirlere ibadet etmesi sebebi ile İslam’dan çıkanlara yapılacak gerekli açıklama veya şirk koşanın önceki amellerinin yok olupolmayacağı gibi meseleler bu türdendir. Ki, Allahu Teala şöyle buyurur: “Deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar, cennete giremeyeceklerdir” 142 , “Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir” 143 , “Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz” 144 , “Kim Allah’a ortak koşarsa ameli boşa gitmiştir.” 145 Ancak bu, kötü bir inanca da yol açabilir. Bu ise, bu ümmete hüccetin Kur’an ve Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile kaim olmadığı inancıdır. 139 20 Ta-ha/51 38 Sad/7 141 Mufidu’l-Mustefid fi Hukmi Tariki’t-Tevhid, 54-55 142 7 A’raf/40 143 22 Hacc/31 144 4 Nisa/48 145 5 Maide/5 140 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯81 ⎯ Kitap’ı ve Rasul’ü Sallallahu Aleyhi ve Sellem unutmalarına yol açan yanlış anlamadan Allahu Teala’ya sığınırız. Kur’an ve Rasul’ün davetinin ulaşmadığı fetret devrinde ölen insanlara da icma ile Müslüman adı verilmez.” 146 Abdullah bin Abdurrahman Eba Batin şöyle der: “Müşrikleri savunan bazıları, cehaleti sebebi ile küfür işleyen kişinin tekfir edilmeyeceği ve ancak inatçı kafirin tekfir edilebileceğini iddia eder ve bu sözlerine delil olarak da, çocuklarına, öldükten sonra vücudunun yakılmasını ve küllerinin savurulmasını vasiyet eden adamın olayını gösterirler. Bu iddialarına şöyle cevap verilir: Allahu Teala, peygamberlerini müjdeleyici ve korkutucu olarak göndermiştir. Böylece insaların Allahu Teala’ya karşı bir hüccetleri kalmamıştır. Peygamberlerin, kendisi ile gönderildikleri ve ona davet ettikleri en büyük şey, ibadeti yalnızca Allahu Teala’ya has kılmak ve Allahu Teala’dan başkasına ibadet olan şirki yasaklamaktır. Dolayısıyla kişi, Allahu Teala’ya karşı en büyük şirk olan başkasına ibadet konusunda, cehaleti sebebi ile mazur kabul edilecekse, cehaleti sebebi ile mazur olmayan kim kalır ki? Böyle bir iddia, Allahu Teala’nın yüz çeviren ve inat eden kafir dışında hiç kimseye hüccetini ikame etmediği sonucunu doğurur. Bununla birlikte böyle bir iddianın sahibi olan kişinin, aslını inkar etmesi de mümkün değildir. Bu kişi büyük çelişki içerisindedir. Çünkü bu kişinin Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem peygamber olarak gönderildiğinden şüphe eden veya kıyamet günü insanların yeniden diriltileceği gibi dinin asıllarından olan bir konuda şüphe eden kişiyi tekfir etme konusunda tevakkuf etmeleri mümkün değildir. Şüphe eden kişi ise cahildir. Fıkıh alimleri Rahimehumullah, kitaplarında, mürtedin hükmü konusunu açıklarken, bunun, Müslüman olduktan sonra, kişiyi küfre sokan bir söz veya fiil veya itikad ya da şüphe sebebi ile kafir olan kişi olduğunu belirtirler. Şüphe etmenin sebebi cehalettir. Ancak yukarıdaki iddianın sahiplerinin yaptıkları gibi, cehalet özrünü, doğru olmayan bir şekilde genellediğimizde cahil olan Yahudi ve Hristiyanların, cehaletleri sebebi ile aya, güneşe, yıldızlara ve putlara secde eden kişilerin ve Ali bin Ebi Talip’in Radıyallahu Anhu kendilerini ateşte yakarak cezalandırdığı insanların da mazur olarak kabul edilmeleri ve dolayısıyla da tekfir edilmemeleri gerekir. Çünkü bunların da cahil olduklarını kesin olarak söylüyoruz. Halbuki alimler, Yahudi ve Hristiyanları tekfir etmeyen veya kafir olduklarından şüphe edenlerin tekfir edileceği konusunda icma etmişlerdir. Bununla birlikte biz, bu Yahudi ve Hristiyanların çoğunun cahil olduğuna inanıyoruz... Allahu Teala, onların, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem kendilerini davet ettiği şeyler konusunda şüphe içerisinde oldukla146 Akidetu’l-Muvahhidin, 150-151 sayfalar arası 82 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ rını bildirmektedir. Bununla birlikte Allahu Teala şu ayetlerinde atalarını taklit edenleri kötülemektedir: “Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları, ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız’ dediler.” 147 Onların durumu bu olmasına rağmen Allahu Teala, onları tekfir etmiştir. Alimler, bu ve benzeri ayetleri delil göstererek Allahu Teala’yı ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem risaletini bilme konusunda taklidin caiz olmadığını, Allahu Teala’nın hüccetinin, ta ki bu hüccet ve açıklamaları anlamasalar bile insanlar üzerine, kendilerine gönderilen rasuller aracılığı ile ikame olunduğunu bildirmektedir. Her müçtehidin, yapmış olduğu içtihadında doğruya isabet edip etmediği hakkında söz ederken, bu konuda cumhurun görüşünü tercih eden Muhammed bin Kudame Rahimehullah şöyle der: “Şüphesiz her müçtehid, yapmış olduğu içtihadında doğruya isabet edemez. Hak, müçtehidlerden birinin söylediğidir. Cahız, İslam’ı incelediği halde hakkı idrakten aciz olan kişinin mazur olup günahkar olmadığını iddia etmiştir. Cahız’ın söylediği bu söz, kesin olarak batıldır, Allahu Teala’ya küfürdür, O’nun ve Rasulü’nün söylediğini red etmektir.” 148 Muhammed bin İbrahim Alu’ş-şeyh, el-Bedevi’ye, el-Ciylani’ye ve Ehl-i Beyt’in kabirlerine ibadet edenlerin, ibadet ettikleri bu kişi ve kabirleri ilah edinmediklerini ve sadece vasıta olarak gördüklerini belirtmelerine rağmen kafir oldukları ve bu gibilerinin ibadet ettikleri bu kişi ve kabirleri ilah olarak kabul etmelerinin şart olmadığı konusunda verdiği bir fetvadan sonra şöyle der: “Tevhid’de cehalet yoktur ve bu konu, cehalet sebebi ile kişinin mazur kabul edildiği diğer konular gibi değildir. Tevhid’in eksikliği şüphesiz ki Allahu Teala’nın dininden yüz çevirmektir. İnsan güneşin varlığı konusunda cahil olabilir mi? Onların bilginleri cahildir ve müşriklerden daha cahil olan da yoktur. Kur’an’da, Allahu Teala’dan başkasına ibadet eden bazılarına yönelik yapılan hitap dışında, cehalet ile hitap yoktur. Ki onlar cahildirler ve üzerlerine hüccet ikame edilmiştir. Dolayısıyla şu iki şey birleşmektedir: Hüccetin ikame olunduğu oran nisbetinde ilim, ve kişinin bundan yüz çevirmesi nisbetinde cehalet.” Bu konuda, kendisi ile Ezher şeyhi arasında bir tartışma olmuştur. Bu tartışmanın sonunda Ezher şeyhinin, “Onlar, küfrü izhar ediyorlar” demesi üzerine Muhammed bin İbrahim, şu cevabı vermiştir: “O zaman, biz de onları tekfir edenler olduğumuzu izhar edelim.” 149 147 43 Zuhruf/23 Akidetu’l-Muvahhıdin, 16-17 sayfalar arası 149 Bakınız: Mecmuu’l-Fetava ve Resail eş-Şeyh Muhammed bin İbrahim, 12/197-198 148 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯83 ⎯ Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessül etmenin caiz olduğunu reddedenlerin kafir olduğunu söyleyenlere cevap olarak İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessül etmeyenlerin kafir olduğunu hiçbir kimse söylememiştir ve bunu söyleyen kişiyi tekfir etmenin de hiçbir yeri yoktur. Bu kapalı bir mesele olup delilleri açık değildir. Küfür ise, ancak dinden zorunlu olarak bilinen meseleleri veya üzerinde icma edilen mütevatir hükümleri inkar etmek ile gerçekleşir.” 150 Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah yukarıda söyledikleri, yalanlama küfrü ile ilgilidir. Bu ise, din- den zorunlu olarak bilinen meseleler ve tevatür ile sabit olan açık hükümler hakkında olur. Ancak herkes tarafından bilinmesi zor olan kapalı bir konu hakkında, kişiye bu konunun ulaşmamış olması sebebi ile inkar ve red olursa, bu kişi yalanlamış sayılmaz.. Günümüzde Cehmiyye ve Mürcie çömezlerinin iddia ettiği gibi, küfrün bütün çeşitleri yalanlama küfründen ibaret değildir. İbn-i Tyemiyye’nin yüz çevirme küfrü hakkında yukarıdaki şu sözünü burada tekrar ediyoruz: “Bir kimse küfür olan bir söz söyler ya da bir amel işlerse, kafir olmayı kastetmemiş olsa bile, bu nedenle kafir olur. Zira Allah’ın dilediği kimseler dışında hiç kimse küfrü kastetmez.” İbn-i Teymiye’nin bu görüşü hiçbir tartışma götürmeyecek kadar açık ve nettir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, cehaletinden dolayı kişinin mazur sayıldığı açık olmayan meseleler ile, kişinin cehaleti sebebi ile mazur sayılmadığı dinin zarurilerinden ve açık olan meseleleri birbirinden ayırmanın gerektiği hakkında şöyle der: “Tevessül lafzından üç şey kastedilmiş olabilir. Bunlardan şu ikisi üzerinde Müslümanlar ittifak etmişlerdir: Birincisi: İman ve İslam’ın aslıdır. Bu ise O’na Sallallahu Aleyhi ve Sellem, iman ve itaat ile yapılan tevessüldür. İkincisi: Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem duası ve şefaatidir. Bu da kişiye fayda veren hususlardandır. Rasulullah’ın kendisine dua ettiği ve şefaat ettiği kişi Müslümanların ittifakı ile ona tevessül etmiş olur. Bu iki manada, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile tevessülü inkar eden kişi mürted olur, tevbe etmesi istenir, reddederse mürted olarak öldürülür. Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem iman etme ve itaat ile tevessül, dinin aslıdır. Bu dinin zarurilerinden olup, avam veya havastan olan bütün Müslümanların bilmeleri gereken bir meseledir. Bu anlamı ile tevessülü inkar eden kişinin kafir olduğu da yine Müslümanların geneli ve özeli tarafından bilinir. O’nun duası ve şefaatinin Müslümanlara yarar sağla150 Mecmuu’l-Fetava, 1/81 84 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ yacağını inkar eden de kafir olur. Ancak birincisi, ikincisine göre daha kapalıdır. Bu ikinci manası ile tevessülü bilmeden inkar eden kişiye bu öğretilir. Kendisine öğretilmesine ve bildirilmesine rağmen hala ısrar ederse, mürted olur.” 151 Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, kapalı olup açıklamaya muhtaç olan meselelerde cehaletten dolayı kişiyi mazur saymak ile dinin, imanın ve İslam’ın asıllarından olan veya İslam dininde bilinmesi zaruri olan meselelerde cehaletinden dolayı kişiyi mazur sayma arasında ayırım yapmasına dikkat edilmesi gerekir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Dinin asılları, 152 Tevhid, Allahu Teala’nın sıfatları, kader, nübüvvet, ahiret veya bunlara delalet eden meseleler gibi ya sözle veya hem söz hem de amel ile inanılması gereken şeylerdir.. Birinci kısım; Allahu Teala, insanların bilmeleri, inanmaları ve tasdik etmeleri gereken her meseleyi, özürlü kalınmasına mahal bırakmamak için 151 Mecmuu’l-Fetava, 1/115 Bu ve daha önce söylediklerinden anlaşılmaktadır ki dini, inkar edildiği zaman küfre götüren temellere (usül) ve inkar edildiği zaman küfre götürmeyen furu’a taksim edenleri eleştirmesinden maksat, yukarıda belirtilen bu ayırımı reddetmek veya iptal etmek değildir. Zaten kendisi kişinin cehaletinin açık olan meselelerde değil, usül veya furu’dan olan kapalı meselelerde mazeret olduğunu el-Fetava’nın birçok yerinde tekrar tekrar belirtmektedir. Bundan maksadı, Ehl-i Sünnet’e muhalefet olarak yanlış temellere göre dini usül ve furu’ diye ikiye taksim eden Mutezile ve benzerlerini eleştirmektir. Nitekim o, el-Feteva 23/196 de buna işaret etmiş ve 3/191’de bunu açıklayarak şöyle demiştir: “Cevher, ard ve cisim hakkında konuşan kelamcıları (Mutezile’yi) kötüleyen ve bid’atçı sayan selef ve imamların sözleri, o kişilerin dinin usulü ile ilgili bu lafızlarla kastettikleri manaları, dinin delillerine, usüllerine ve ispat veya red meselesine karıştıranları kötülemektedir.” Başka bir yerde de şöyle der: “Kelamcılardan bir grup koydukları ölçülerine dinin usulü adını vermektedir. Halbuki bu bu büyük bir isimdir ve bu ismi verdikleri ölçülerinde çok fazla bozukluklar bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet, onların bu bozuk ölçülerine karşı çıktığında ise, dinin usulünü inkar etmekle suçlarlar. Halbuki Ehl-i Sünnet, dinin usulü adını almaya layık olan meseleleri değil, sadece bunların dinin usulü diye isimlendirdikleri bozuk ölçülerini kabul etmemektedir. Bunlar, Allahu Teala’nın indirmediği, sadece kendilerinin ve yollarını takip ettikleri kişilerin verdikleri isimlerdir. Din, Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün teşri ettiğidir. Onun usulü ve furu’u da açıklanmıştır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem dinin furu’unu açıkladığı halde usulünü açıklamamış olması mümkün değildir.” (El-Fetava, 4/38) İbn-i Teymiye’nin, dinin usül ve furu’ olarak iki kısma ayrılmasının Mutezile ve benzeri bid’at ehlinin yaptığı bir taksim olduğunu, Cehmiyye ve Mürcie çevrelerinden birçoklarının bu taksime can simidi gibi sarılmasını, ilim ve davete mensup değerli bazı kişilerin de onların bu taksimlerine kapıldığını belirttiği sözlerinden maksat, ilke olarak böyle bir taksime karşı çıkmak değil, sadece Mutezile ve benzerlerinin bu konuda oynadıkları oyuna karşı çıkmaktır. 152 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯85 ⎯ açık olarak ve yeterince açıklamıştır. Çünkü bunlar, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem insanlara tebliğ ettiği ve açıkladığı en büyük ve en önemli şeylerdir. Yine bunlar, Allahu Teala’nın, bütün bunları açıklayan rasuller ile hüccetini kulları üzerine ikame ettiği en önemli meselelerdir. Allahu Teala’nın Kitap’ı ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünneti gerek bunlardan ve gerekse de vacip ve müstehaplardan yeterli olduğu kadar içermektedir. Kitap ve Sünnet’in bunları içermediğini, ancak, aklı ve işitmesi yetersiz olanlar ile ayette geçtiği gibi, ‘Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık’ 153 diyen cehennemlikler iddia edebilir.” 154 Cehmiyye hakkında ise şöyle der: “Onlar bütün dinlerin ve salim fıtrat sahiplerinin, üzerinde ittifak ettiklerine muhalefet etmektedir. Buna rağmen onların söylediği birçok şey, batında ve zahirde Allahu Teala ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem iman etmiş olan kişilerden bir çoğu için kapalı olabilir ve bu nedenle de ileri sürdükleri şüphelerde onların haklı olduğunu sanabilirler. Onların bu durumu, çeşitli bid’at ehli grupların haline de benzer ki, onlar için hak karışık ve kapalı olmuştur. Durumu bu olanların kesin olarak küfre girdikleri söylenemez. Aksine bunlardan fasık veya masiyet sahibi olanlar olabileceği gibi hatası bağışlanabilecekler de olabilir. Sahip olduğu iman ve takvası nisbetinde Allahu Teala’nın velayetine de sahip olabilir. Ehl-i Sünneti, Hariciler, Mutezile, Mürcie ve Cehmiyye’den ayıran asıl görüş; imanın tanımı konusundadır. Ehl-i Sünnet, diğer grupların aksine, imanın şubelerden oluştuğunu ve artıp eksilebileceğini söyler. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Kalbinde zerre kadar iman bulunan kişi, ateşten çıkar.” Dolayısıyla Allahu Teala’nın velayeti, kişinin sahip olduğu iman derecesine göredir.” 155 “Tekfir konusuna gelince; Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmetinden içtihad edip yanılan kişinin tekfir edilmemesi ve yanılmasının bağışlanması doğru olandır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem getirdiği kendisine açıklandıktan sonra, ona düşmanlık yapıp mü’minlerin yolundan başka bir yol izleyenler kafirdirler. Hevasına uyarak, hakkı aramada kusurlu ve eksik davranan ve bilmeden konuşanlar ise günahkar ve masiyet sahibidirler. Kişi fasık veya günahları iyiliklerinden daha ağır gelenlerden de olabilir. Dolayısıyla tekfir, kişinin durumuna göre değişir. Her hata eden, bid’at işleyen, cahil olan, dalalet ehlinden olan ve hatta fasık veya masiyet sahibi olan kişi kafir değildir. Özellikle Kur’an’ın mahluk olup olmadığı meselesi 153 67 Mülk/10 Mecmuu’l-Fetava, 3/184, özet olarak 155 Mecmuu’l-Fetava, 3/220 154 86 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ gibi konularda, insanların durumlarına bakmak daha da önceliklidir. Çünkü, insanların nazarında ilim ve din ehli olarak tanınmış olan cemaatlerin imamlarından birçok kişi bile, bu meselede işi karıştırmıştır.” 156 Yine şöyle der: “Tekfir etmek, Allahu Teala’nın bir hakkıdır. Ancak Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem, tekfir ettiği kişiler tekfir edilir. Muayyen bir kişinin tekfir edilmesi ve öldürülmesinin caiz olması, muhalefet eden kişinin kafir olacağı nebevi hüccetin kendisine ulaşmasına bağlıdır. Değilse, dinden bir mesele hakkında cahil olan herkes kafir olmaz... Bu nedenle Cehmiyye, Hululiyye ve Allahu Teala’nın Arş’ın üzerinde olduğunu kabul etmeyenlere şunu söylüyordum: ‘Ben size, bu iddianızda muvafakat edersem kafir olurum. Çünkü söylediğinizin küfür olduğunu biliyorum. Ancak bana göre siz tekfir edilmezsiniz, çünkü cahilsiniz.” 157 “Benim ile oturup kalkan herkes biliyor ki ben, muhalefet edilmesi halinde kişinin kafir, fasık veya asi olarak isimlendirileceği risalet hüccetinin kişiye ikame edilmesinden önce, kafir, fasık veya asi olarak isimlendirilmesine karşıyım. Allahu Teala bu ümmetin hatalarını bağışlamıştır. Bu ise haberi, kavli ve ameli meselelerdeki bütün hataları kapsamaktadır. Selef alimlerinin, hala bazı meselelerde ihtilaf halinde olmalarına rağmen, onlardan birbirini kafir, fasık veya masiyet sahibi olarak isimlendirdiklerine şahitlik eden bulunmamaktadır. Şureyh’in, “Belki de sen hayret ettin. Halbuki onlar alay ediyorlar” 158 ayetini, “Belki de ben hayret ettim. Halbuki onlar alay ediyorlar” anlamına gelecek şekilde okuyan kişiye karşı çıkması ve “Allahu Teala hayret etmez” demesi bunun örneklerindendir. Aişe Radıyallahu Anha ve sahabeden bazıları Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem Allahu Teala’yı 156 Mecmuu’l-Fetava, 12/99 Ahmed bin İbrahim bin İsa, bunu ondan, İbnu’l-Kayyim’in Nuniyye kasidesine yaptığı şerhinde naklederek şöyle der: “Bana göre” demesi, onların tekfir edilmemeleri meselesinin üzerinde icma bulunmadığını, sadece kendi tercihinin o şekilde olduğunu belirtir. Onun bu meselede söylediği söz, İmam Ahmed’in mezhebinin meşhur görüşüne aykırıdır. İmam Ahmed’in mezhebinde sahih olan görüş, Kur’an’ın mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın görülmesini ve benzeri şeyleri kabul etmeyen kişinin kafir olduğu ve mukallidin ise fasık olduğu yönündedir. Tekfir ettiğimiz her bid’at sahibini taklit edenler de fasıktır. Kur’an’ın mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın ilminin mahluk olduğunu, Allahu Teala’nın isimlerinin mahluk olduğunu, ahirette Allahu Teala’nın görülmeyeceğini söyleyen veya dinlerinden dolayı sahabeye söven ya da imanın sırf kalp ile tasdik etmekten ibaret olduğunu söyleyen ve ona davet eden, onun için tartışan kişi kafir kabul edilir. İmam Ahmed Rahimehullah bunu değişik yerlerde belirtmiştir.” Cehaletlerine rağmen haklarında nasıl küfür hükmünün verildiğine dikkat etmek gerekir. İbn-i Teymiye ise, bunların kafir değil, fasık olduklarını söylemektedir. Bkz: 2/409-410 158 37 Saffat/12 157 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯87 ⎯ gördüğünü söyleyenlere karşı çıkarak, “Kim Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem Allahu Teala’yı gördüğünü iddia ederse, Allahu Teala’ya büyük bir iftira etmiş olur” demişlerdir. Buna rağmen kendilerinin bu görüşüne itiraz eden ve tartışan İbn-i Abbas Radıyallahu Anhuma ve başkaları hakkında, “Allahu Teala’ya iftira etmişlerdir” denmemektedir. Bilindiği gibi Aişe Radıyallahu Anha, ölü kişinin hayatta kalan yakınlarının söylediklerini duyması ve akrabalarının ağlaması sebebiyle ölünün azap gördüğü gibi meselelerde de itiraz etmektedir. 159 Söylenen şey, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylediğini reddetmeyi içerse de, tekfir etmek bir tehdittir. Ancak kişi İslam’a yeni girmiş veya ilim muhitinden uzak bir yerde yetişmiş olabilir. Bunlar, hüccet ikamesinden önce tekfir edilmezler. Kişi, sözkonusu nassları duymamış veya duymuş olmasına rağmen, sabit görmemiş veya başka bir nassın da kendisine ulaşması sebebi ile te’vilde bulunmuş ve bu te’vilinde de hata yapmış olabilir. Ben bu meselede daima Buhari ve Müslim’de geçen ve öldükten sonra cesedinin yakılmasını vasiyet eden kişinin kıssasının yer aldığı hadisi hatırlarım. Hadiste onun kıssası şöyle aktarılır: Ebu Hureyre Radıyallahu Anhu Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bir adam nefsine zulmetmiş ve ölüm anında oğullarına şöyle demişti: ‘Öldüğüm zaman beni yakın, kül haline getirin, sonra denize saçın. Vallahi eğer Rabbim beni diriltmeye güç yetirirse, hiç kimseye azap etmediği şekilde bana azap eder.’ Sonra Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem dedi ki: “Oğulları bu isteğini yaptılar” Allahu Teala yeryüzüne şöyle dedi: “Aldığını geri ver.” O an adam dirildi ve kalktı. Allahu Teala ona şöyle dedi: “Bu yaptığın şeye seni sevk eden nedir?” Adam; “Senden korkumdur Ya Rabbi!” dedi. Bu söylediğinden dolayı Allahu Teala onu affetti.” Bu adam, Allah’ın gücü konusunda ve kül olduğu zaman tekrar diriltileceği hakkında şüpheye düşmüş ve tekrar diriltilemeyeceğine inanmış bir adam tiplemesidir. Müslümanların ittifakıyla bu küfürdür. Ancak cahil olduğu için bunu bilmiyordu ve Allah’ın kendisini cezalandıracağından korkan bir mü’mindi. Bundan dolayı Allahu Teala onu affetti. İçtihad ehlinden olup, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem uymaya özen gösteren ve bununla birlikte hatalı te’vilde bulunanlar, elbetteki bağışlanmaya evleviyatla bu adamdan daha çok layıktır.” 160 Şeyhu’l-İslam’ın Rahimehullah, hadiste sözü edilen kişi hakkındaki, “Bu adam, Allah’ın gücü konusunda ve kül olduğu zaman tekrar diriltileceği hakkında şüpheye düşmüş ve tekrar diriltilemeyeceğine inanmış bir adam 159 160 Bu ve diğer konular için bakınız: Zerkeşi, El-İcabe lima İstedrekethu Aişe Ala’s-Sahabe Mecmuu’l-Fetava, 3/147-148 88 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ tiplemesidir” sözüne dikkat etmek gerekir. Bu kişi ahiret gününü ve dirilmeyi mutlak olarak inkar etmemiştir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, başka bir yerde bu kişi hakkında şöyle der: “Genel olarak Allahu Teala’ya ve ahiret gününe iman ediyordu. Ölümden sonra Allahu Teala’nın ceza ve mükafat vereceğine inanması bunu göstermektedir.” 161 Günahlarından dolayı Allahu Teala’nın kendisini cezalandırma korkusu ve ölüm anında karşılaşacağı dehşet korkusu, bu kişiyi, yukarıda aktardığımız vasiyeti yapmaya sevketmiştir. Bu kişinin cehaleti, Allahu Teala’nın her zerreyi toplayıp diriltmeye kadir olduğu konusunda olmuştur. Buna benzer ayrıntılı bilgiler ise ancak risalet hüccetinin kişiye ulaşması ile bilinebilir. Bu nedenle, hadiste geçen adam da olduğu gibi, kendisinde imanın aslı bulunan kişi, bunları bilmemesi veya hata etmesi ya da Allahu Teala’nın isim ve sıfatları konusunda bazı ayrıntıları bilmemesi halinde mazur olarak kabul edilir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu adamın olayını el-Fetava’nın başka bir yerinde de belirterek şöyle der: “Adam bu şekilde kül olup dağıldıktan sonra, Allahu Teala, onu tekrar diriltmeye güç yetiremez, tekrar eski haline döndüremez zannetti.” 162 “Bu kişi Allah’ın sıfatlarının hepsini tam olarak bilmediği için O’nun “Kadir olma” sıfatını da bilmiyordu. Müminlerden çoğu da bu kimse gibi, Allah’ın sıfatlarını bilmemektedir. Bundan dolayı onlar kafir olmazlar.” 163 Daha sonra ise, Aişe’nin Radıyallahu Anha geceleyin Baki’ mezarlığına çıkan Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem farkında olmadan izlemesi ve farkına varınca ise Aişe’ye Radıyallahu Anha; “Allah’ın sana ve Rasulü’ne haksızlık yapacağını mı sandın?” demesi, Aişe’nin de O’na “İnsanlar ne saklarsa saklasın Allahu Teala onu bilir mi?” diye sorması üzerine, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Evet” diye cevap verdiği hadisi 164 aktararak şöyle der: “Mü’minlerin annesi olan Aişe Radıyallahu Anha, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “İnsanlar ne saklarsa saklasın Allahu Teala onu bilir mi?” diye soruyor, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Evet” diye cevap veriyor. Bu, Aişe’nin Radıyallahu Anha bunu bilmediğini ve insanların gizledikleri her şeyi Allahu Teala’nın bildiğine dair gerekli bilgiye sahip olmadan önce kafir olmadığını gösterir. Halbuki bu, hüccet ikame olunduktan sonra kabul edilmesi gereken imanın asıllarındandır ve Allahu Teala’nın her şeyi bildiğini inkar etmek, O’nun her şeye gücünün yettiğini 161 Mecmuu’l-Fetava, 12/263 Mecmuu’l-Fetava, 11/224 163 Mecmuu’l-Fetava, 11/225 164 Müslim 162 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯89 ⎯ inkar etmek gibidir.” 165 İbn-i Teymiye Rahimehullah, bunları aktardıktan sonra asıl soruya 166 cevap olarak şöyle demektedir: “Böylece anlaşılmaktadır ki bu söz, küfürdür. Ancak sahibinin kafir olması için, terkedenin küfre gireceği hüccetin kendisine ulaşması ve açıklanması gerekir.” 167 Hattabi şöyle der: “Bu, bazıları için kapalı olabilir ve “ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve Allahu Teala’nın buna gücünün yeteceğini inkar eden kişi nasıl bağışlanır?” diye sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Hadiste kıssası aktarılan bu kişi, yeniden diriltilmeyi inkar etmemiş, sadece kendisine bu uygulama yapıldığı taktirde, kendinin yeniden diriltilebileceği ve azap edilebileceği konusunda cahil kalmıştır. Bunu Allahu Teala’dan korktuğu için yaptığını itiraf etmesi ise onun mü’min olduğunu ortaya çıkarmaktadır.” 168 Hattabi ayrıca İbn-i Kuteybe’nin Rahimehullah şu sözünü de aktarmaktadır: “Bazı Müslümanlar Allahu Teala’nın sıfatları hakkında hataya düşebilirler. Ancak bu hatalarından dolayı tekfir edilmezler.” İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, bu adam hakkındaki; “Bu kişi Allah’ın sıfatlarının hepsini tam olarak bilmediği için O’nun “Kadir olma” sıfatını da bilmiyordu” sözü ve yine Hattabi’nin “yeniden diriltilmeyi inkar etmemiş” sözü, bu kişinin dirilişi mutlak olarak inkar ettiğine ilişkin Cehmiyye ve Mürcie mensuplarının söylediklerinin yanlış olduğunu gösterir. Onlar hadiste aktarılan bu kişinin yeniden diriltilmeyi mutlak olarak inkar ettiğini söylerler. Daha sonra “Kafirler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler” 169 ayetini delil olarak gösterip bu kişinin kafir olduğunu ancak buna rağmen cehaleti sebebi ile mutlak olarak yeniden dirilmeyi inkar eden bu kişinin mazur sayıldığını iddia ederler. Ve bu iddialarından hareketle Allahu Teala’nın dininden birçok kapıdan çıkarak irtidat eden günümüz tağutlarının ve yasama yapan mürtedlerin de mazur olarak kabul edilecekleri gibi batıl bir sonuca varırlar. Şüphesiz ki böyle bir anlayış, delile taşımadığını yüklemekten başka bir şey değildir. Hadiste de açıkça görülmektedir ki o kişi, Allahu Teala’nın yeniden kendisini diriltmesini mutlak olarak inkar etmiyordu. Sadece bu gücün kapsamı ve ayrıntıları hakkında bazı hususlarda cahildi. Vücut hücrelerinin karada, havada ve denizde dağılmasının, onu yeniden diriltmesi konusunda Allahu Teala için engel niteliğinde olmayacağını anlamıyordu. 165 Mecmuu’l-Fetava, 11/226 “Kişinin kendisini yetiştirmeye (Riyadat) devam ederek cevher olması halinde, kendisinden emir ve yasaklar kalkar mı?” şeklindeki soru. 167 Mecmuu’l-Fetava, 11/224-226 168 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 6/604 169 64 Teğabun/7 166 90 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Şüphesiz bu türden ayrıntılar konusunda, özellikle ölüm anının şiddeti de eklenince akıllar hayrete düşebilir ve kapalılığı karşısında zihinler şaşkına dönebilir. Ayrıca bu tür konular ancak risalet hücceti ile bilinebilir. Bu nedenle, bu hadisi delil göstererek, bütün peygamberlerin kendisi ile gönderildikleri ve dinin en açık, en meşhur ve en temel ilkesi olan Tevhid konusunu reddetmiş ve Allahu Teala’nın yasama hakkını ellerine geçirerek, şeriat hükümleri yerine beşeri kanunları ortaya koyan ve uygulayan tağutların da, cehalet sebebi ile mazur sayılacaklarını söylemek mümkün değildir. Allahu Teala’nın dinini dışlayan, ona alternatif bir rejim uygulayan ve Allahu Teala yerine kendilerini insanlara ilah ilan eden bu tağutlar acaba imanın ve İslam’ın hangi meselesi hakkında cahildirler? İmanın hangi ilkesini ve İslam’ın hangi hükmünü bilmemektedirler? Allahu Teala’ya yemin olsun ki, hadiste kıssası aktarılan bu muvahhid kişinin hatası ile tağutların işledikleri ağır suçları ancak insanları aldatan, sattıklarında eksik, ama aldıklarında tam ölçen, deliller ve bu delillerin delalet ettiği hükümler ile oynayan hilekarlar eşit tutabilir. Allahu Teala, onlar hakkında şöyle buyurur: “Onlar düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde alemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklar.” 170 Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki kapalı olup ancak risalet hücceti ile bilinebilecek ve cahil kalması durumunda kişinin mazur sayılacağı meseleler ile kişinin mazur olarak sayılmayacağı açık meseleleri birbirinden ayırmadan eşit değerlendirme yapmak caiz değildir. Dolayısıyla hadiste aktarılan olayı, dinin en meşhur hususlarının birinde muhalefet olarak görmek bir yana, açık ve dinin zarurilerinden olan bir meselede muhalefet olarak değerlendirmek bile hatadır. Yani Allahu Teala’nın kullarına açık olan hüccetlerini ikame ettiği, fıtratlarına yerleştirdiği, akıllarında süslediği, ona aykırı olan her türlü şirki kötülediği, insanları yaratmadan önce onun için kendilerinden söz aldığı, bütün peygamberlerini onu gerçekleştirmeleri ve şirk gibi, onu bozacak her türlü şeyi ortadan kaldırmaları için gönderdiği, bütün kitaplarını onu için indirdiği, bugün, Yahudi ve Hristiyanların bile Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem dininin asıllarının en önemlisi olarak bildikleri Tevhid konusundaki yanılma ile hadiste kıssası aktarılan bu adamın yanılması asla eşit görülemez. Tevhid ancak bundan yüz çevirmesi sebebi ile cahil kalanlar için kapalı olacak bir meseledir ki durumu bu olan birisi ise cehaleti sebebi ile asla mazur kabul edilmez. Dolayısıyla Tevhid ehli ile şirk ehlini eşit görmek nasıl helal değilse, bu iki kısmı da birbirinden ayırmamak helal olmaz. 170 83 Mutaffifin/4-6 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯91 ⎯ Allah’a yemin ederim ki; Ağarmadıkça kargaların tüyleri, Ne eşit olur, ne de birleşir ikisi. İmam Ahmed Rahimehullah, Müsned’inde bu hadis ile ilgili olarak, kıssası anlatılan adamın muvahhidlerden olduğuna delalet eden önemli bir ayrıntı rivayet etmektedir. Dolayısıyla kapalı olan meselelerde muvahhidlerin mazur sayıldıkları cehalet sebebi ile meydana gelen özrü, müşriklerin açık olan şirklerine ve kafirlerin meşhur olan küfürlerine indirgemek helal değildir. Hafız İbn-i Receb el-Hanbeli Rahimehullah, “Hiçbir hayır işlememiş bir kavim ateşten çıkarılır...” hadisi ile ilgili olarak şöyle der: “Hiçbir hayır işlememiş..” sözünden maksat, Tevhid’in aslının bulunması ile birlikte organlarla işlenen amellerdir. Bu nedenle öldüğünde cesedinin yakılmasını vasiyet eden kişinin kıssasının anlatıldığı hadiste “Tevhid’den başka hiçbir hayır işlememiş..” denilmektedir. İman Ahmed Rahimehullah bunu, Ebu Hureyre’den Radıyallahu Anhu merfu ve İbn-i Mesud’dan da mevkuf olarak rivayet etmiştir.” 171 Allahu Teala, Tevhid’in aslını bulundurması ile beraber kapalı olan meselelerde hata işlemiş olan kişiyi mazur olarak kabul etmektedir. Çünkü bu kişi, dinin ve imanın aslı olan ve kurtuluş simidi olan unsuru yerine getirmektedir. Mürcie ve Cehmiyye çömezleri ise kendilerine söyleneni başkası ile değiştirdiler, ölçüyü bozdular ve birçok yönden Tevhid ilkesine muhalif davranan mürted ve tağutları mazur kabul ederek, onların mü’min Müslümanlar olup, kan ve mallarının dokunulmaz olduğunu söylediler. Bununla beraber onlar, ancak risalet hücceti ile bilinebilecek olan meselelerden olması sebebi ile insanlara kapalı olabilecek bazı konularda hata yapan, lakin Tevhid ve imanın aslını bozmayan İslam alimlerini ve davetçilerini mazur olarak kabul etmediler. Sefillerini bu alim ve davetçilere karşı tahrik ettiler, onları dalalet ehli olarak gösterdiler, helak olduklarını söylediler ve hatta kimileri onları tekfir bile etti. 172 İbn-i Teymiye Rahimehullah, el-Akidetu’l-Vasıtiyye’de kullanmış olduğu “Bu, Fırkatu’n-Naciyye’nin akidesidir” ifadesine itiraz eden ve bu ifadesinin, kendisine itiraz eden herkesi, Fırkatu’n-Naciyye’nin dışında gördüğü manasına geldiğini söyleyen kişiye şöyle demiştir: “Bu akidenin herhangi bir yönüne muhalefet eden her kişinin helak olacak olanlardan olması gerekmez. Bu kişi müçtehid olup hata edebilir ve Allahu Teala onun hatasını 171 Et-Tahvifu Mine’n-Nar ve’t-Tarifu bi Hali Dari’l-Bevar, 260, Daru’r-Reşid Bu meseleye en yakın misal, günümüz Cehmiyye ve Mürciesinin mücahid ilim ehlinden olan Seyyid Kutub’a Rahimehullah olan saldırılarıdır. 172 92 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ bağışlar. Veya kendisine hüccetin ulaşmamış olması sebebi ile cahil kalan kişilerden de olabilir.” 173 İmam Zehebi Rahimehullah, Allahu Teala’nın nüzul ve hayret etmesi gibi sabit olan sıfatlarından bazılarını kabul etmeyenlerin tekfiri konusunda şöyle der: “Bu kişi, bunu Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylediğini bilmesine rağmen inkar eder ve bunlara iman etmez ise tekfir edilir.” 174 Ayrıca Şafii’den Rahimehullah şöyle dediğini de nakleder: “Allahu Teala’nın, kendisine hüccet ikamesi yapılmış olan birinin inkar etmesinin caiz olmadığı isim ve sıfatları vardır. Kişi, kendisine hüccet ulaştıktan sonra bunları reddederse kafir olur. Ancak kendisine hüccet ikamesi yapılmadan önce, bunları reddederse cehaletinden dolayı mazur olarak kabul edilir. Çünkü bu türden olan isim ve sıfatlar, akıl veya düşünme ile bilinemez.” 175 Zehebi Rahimehullah, İbn-i Cerir et-Taberi’nin, “et-Tabsir fi Mealimi’d-Din” isimli kitabında, Allahu Teala’nın bazı sıfatlarını belirttikten sonra söylediği şu sözleri de nakletmektedir: “Allahu Teala’nın, bilinmesinin akıl ve düşünme ile mümkün olmadığı bu sıfatları konusunda, kendisine yeterli bilginin ulaşmaması sebebi ile cahil kalan hiç kimseyi tekfir etmeyiz.” 176 Sonuç olarak, İslam dininin zarurilerinden olan, salim fıtratın kabul etmediği, salim aklın çirkin gördüğü, İslam’a mensup olan herkesin bilmek zorunda olduğu, hatta Yahudi ve Hristiyanların bile, Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve bütün peygamberlerin karşı çıktıklarını kabul ettiği açık şirk şekillerinden birini bilmemekten kaynaklanan cehalet ile, ancak risalet hücceti ile bilinebilen ve bazılarına kapalı olabilen meseleleri bilmemekten kaynaklanan cehalet arasında ayırım yapılması gerekir. Şirkin 173 Mecmuu’l-Fetava, 3/116 Muhtasaru’l-Uluv, 232, no:282 175 Age:177, no:202. Allahu Teala’ya şirk koşmak veya Allahu Teala’dan başkasına ibadet etmek gibi Tevhid’in aslından olan ve kişinin cehaleti sebebi ile mazur sayılmayacağı bir meselede hata eden ile ancak risalet hüccetiyle bilinebilecek olan kapalı meselelerde cehaleti sebebi ile hata edeni birbirinden ayırmamızı eleştirenlerin hataları buradan da anlaşılmaktadır. Buna itiraz eden kişi, seleften hiç kimsenin böyle bir ayırım yapmadığını söylemektedir. Halbuki selefin sözlerini yukarıda aktardık. Ayrıca, “Kul, Allahu Teala’nın isim ve sıfatlarını bilmediği halde, O’nu birlemeyi nasıl bilecek ve üzerindeki kulluk hakkını anlamadığı halde cehaletinden dolayı nasıl mazur olacak?” diyerek itiraz etmektedirler. Zeyd bin Amr bin Nufeyl’in hicretten önceki durumunu, nasıl tevhid ehli olup şirkten uzak durduğunu düşünmek gerekir. O, Allahu Teala’nın isim ve sıfatlarını veya ancak risalet hücceti ile bilinebilecek olan meseleleri bilmediği halde hanif olarak kalmıştır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun hakkında “Kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak haşredilir” buyurmaktadır. 176 Age: 224, no:274 174 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯93 ⎯ kötülüğünü ve Tevhid’in gerekliliğini bilmeyen kişi mazur olarak kabul edilmezken, ikinci türe giren meselelerde kişi cehaleti sebebi ile mazur olarak kabul edilebilir. Bu nedenle gerekli açıklamada bulunmadan önce, ikinci kısımda olan meseleler hakkında cahil olan birisini tekfir etmeye kalkışmamak gerekir. Hamasetli bazı kişiler, ikinci kısmı da birinci kısım gibi saymış ve taşkınlıkları sebebiyle bir takım Müslümanları İslam dairesinin dışına çıkarmışlardır. Bunların tam karşıtı olan Cehmiyye ve Mürcie çömezleri ise, imamların, kapalı olan meseleler hakkında cehaletinden dolayı kişinin mazur olarak kabul edilmesi ile ilgili söylediklerini, dinden zorunlu olarak küfür olduğu bilinen meselelere de uygulamışlar ve dolayısıyla da açık olan şirkin savunucularını bile mazur saymışlar, onların açık olan küfürlerini savunmuşlar ve yasama hakkını kendilerinde gören mürted tağutları korumaya çalışmışlardır. İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah dediği gibi Allahu Teala’nın dini, onda aşırı giden ile ondan uzaklaşan arasında vasattır. Allahu Teala ne zaman bir kula bir şeyi emretse, mutlaka şeytan ya ifrat veya tefrit ile karşısına çıkarak itiraz eder. 177 177 Mecmuu’l-Fetava, 3/236 94 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ -28İCMAYA MUHALEFET EDEN HERKESİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, ayırım yapmaksızın ve icmanın gerçekleşmiş olmasının keyfiyeti, sübutu, sarih ve sukuti icmanın delil oluşu gibi, bu mesele ile ilgili konuları bilmeden, icmaya muhalefet gerekçesiyle herkesin tekfir edilmesidir. Halbuki muhakkik usul alimlerinin bu konular ile ilgili ihtilaflarının bulunduğu bilinmektedir. Bunların özetini Şevkani’nin Rahimehullah değerli kitabı “İrşadu’l-Fuhûl” da görmek mümkündür. Bu konuda doğruluğuna inandığımız, gerçekleşebileceğini mümkün gördüğümüz, Müslümanların yolundan olduğunu kabul ederek uyduğumuz görüş şudur: Sahabe Radıyallahu Anhum zamanında, şeriatta aslı ve kaynağı olan bazı konularda icma sabit olmuştur. Bu ise, onların farklı memleket ve şehirlere dağılmalarından önce meydana gelmiştir. Ebu Bekir’e Radıyallahu Anhu bey’at, zekatı vermeyenler ile savaş ve buna benzer bazı konularda meydana gelen icma bunun örneklerindendir. Bunun dışında meydana geldiği iddia edilen başka icmalar da bulunmaktadır. Ancak bunların dayanağı bilinmemekle birlikte, ispatı da zordur. Bu görüşü savunan sadece biz değiliz. Zahiriyye’nin de görüşü budur ve İmam Ahmed de buna işaret etmektedir. 178 Hatta Şevkani’nin belirttiği gibi, İmam Ahmed’in meşhur olan görüşü budur. Ebu Davud’un rivayetine göre ondan şöyle nakledilmiştir: “İcma, Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ashabından geldiğinde uyulması gerekir. Tabiinden gelenlere ise kişi uymakta serbesttir.” İbn-i Hibban da Sahih’inde açıkça bunu söylemektedir. 179 Dinden zorunlu olarak bilinen ve Müslümanlardan kimsenin muhalefet ettiği bilinmeyen konularda da icma bulunmaktadır. İmam Şafii Rahimehullah şöyle der: “Gördüğün her alimin sana söylediği ve kendisinden öncekilerden naklettiği, öğle namazının dört rekat olması, içkinin haramlığı 178 179 Bakınız: Eş-Şenkiti, Muzekkiratu Usuli’l-Fıkh, 155 İrşadu’l-Fuhul, 148 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯95 ⎯ gibi konular dışında, ne ben ne de ilim ehlinden bir kimse, herhangi bir konu hakkında, “Bu konuda icma vardır” demiyoruz.” 180 Er-Risale’de, Şafii’nin söylediğine dipnot düşen Allame Ahmed Şakir şöyle der: “Yani icma, ancak dinden zorunlu olarak bilinen şeylerde olur. Değişik kitaplara yazdığımız dipnotlarda bunu defalarca belirttik ve delillerini gösterdik.” Şafii şöyle der: “Son zamanda ortaya çıkanlar haricinde, sahabeden, tabiinden ve onlardan sonraki iki kuşaktan ve yeryüzünde bildiğim, insanların ilim ile sıfatlandırdığı kişilerden hiç kimse, herkesin mükellef olduğu farzlar dışında icma olduğunu iddia etmemiştir. Biri bu konuda kimsenin bilmediği bir şey söymemiş olabilir. Ancak onun bu dediğini iptal eden bir çok kişinin olduğunu biliyorum.” 181 İmam eş-Şafii Rahimehullah, kendisine “Hakkında icma bulunan bir şey var mıdır?” diye sorulduğunda ise şu cevabı vermiştir: “Evet, Allahu Teala’ya hamd olsun ki çoktur. Herkesin bilmesi gereken farzlar üzerinde icma bulunmaktadır. Bunu kastederek, “bu konuda icma vardır” dersen, etrafındakilerden kimse sana muhalefet etmez. Bu şekilde icma olduğunu söyleyenler doğru söyler. İlmin, tafsilata inen furu’undan olmayan asıllarındaki şeylerde de icma bulunmaktadır.” 182 İbn-i Hazm şöyle der: “İcma, bütün ashabın bildiği, kabul ettiği ve onlardan kimsenin ihtilaf etmediği konulardır. Onların Radıyallahu Anhum, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile kıldıkları beş vakit namaz, ikamet halinde tuttukları ramazan orucu bu türdendir. Ayrıca ramazan orucu ve beş vakit namaz gibi, dinin, kesin olan ve kabul etmeyenlerin mü’min olarak sayılmadığı diğer hükümleri de bunlar arasındadır. Bütün bunlarda icma olduğunda kimse ihtilaf etmez. O gün yeryüzünde mü’minler sadece onlardı. Bunun dışında icma olduğunu kim iddia ederse, iddiasını delil ile ispatlaması gerekir ki bunu yapması da mümkün değildir.” 183 İbn-i Hazm Rahimehullah, başka bir sözünde ise şöyle der: “Muteber icma, kat’i olan ve kendisine zıt başka icma olduğu iddia edilemeyen icmadır. Bu ise iki kısma ayrılır: Birincisi: Şehadet kelimeleri, namaz, ramazan orucu, kan, ölü eti ve domuz etinin haramlığı, Kur’an’ın kabul edilmesi ve zekat gibi, reddeden kişinin Müslüman olmadığından kimsenin şüphe etmediği konulardır. Bu 180 Er-Risale, 534 El-Um, 1/153 182 El-Um, 7/281 183 El-Muhalla, 1/54 181 96 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ konular kendisine ulaştığı halde, kabul etmeyen kişi Müslüman olmaz. Bunları kabul eden herkes ise Müslümandır. Bu, bütün Müslümanların üzerinde icma ettiği meseledir. İkincisi: Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bütün sahabenin tanık olduğu veya orada hazır olmayanların da bildiği kesin olarak kabul edilen uygulamalarıdır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hayber’deki uygulaması bu türdendir. Hayber’de Yahudiler ile mahsullerinin yarısını vermeleri ve Müslümanlar tarafından istenildiği zaman oradan çıkarılmaları üzerinde anlaşma yapılmıştır. Medine’de veya başka yerlerde bulunan bütün sahabenin bunun böyle olduğunu bildiği veya öğrendiği kesindir. Bunu kadın, erkek, çocuk ve zayıf olan herkes bilmiştir. Mekke’de veya uzak yerlerde bulunan bütün Müslümanlar da bunu öğrenmişler ve sevinmişlerdir. Bunlar icmanın iki kısmıdır ve bunların dışında icma yoktur. Ayrıca bu ikisine dayandığı kesin olarak bilinmeyen şey icma olmaz. Bu iki kısmı kimsenin inkar etmesi mümkün değildir. Bunun dışındaki icma iddialarının hepsi yalandır.” 184 İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İcma, fakihler, hadisçiler, sufiler, kelamcılar ve diğerlerinden olan bütün Müslüman kesimler tarafından kabul edilir. Şia ve Mutezile’den bid’at ehli olan bazıları ise bunu inkar eder. Ancak bilinen icma, ashabın üzerinde icma ettikleridir. Bunun dışındakileri ise, genellikle bilmek zordur. Bu nedenle sahabeden sonra sözü edilen icma konularında alimler ihtilaf etmişlerdir. Tabiin’den olanların, sahabenin iki görüşünden biri üzerinde yaptıkları icma, aynı kuşaktan olup, kendisi ile aynı dönemde yaşamış olanların tamamının vefat etmelerinden önce bazılarının ihtilaf ettiği icma ve sukuti icma gibi, bazı icma türlerinde ihtilaf bulunmaktadır.” 185 “Selefin aksine, ihtilaflı konularda Müslümanların icma ettiğini kesin olarak söylemek mümkün değildir. Ancak selefin çoğu zaman icma ettiği kesin olarak söylenebilir.” 186 “Bu nedenle İmam Ahmed ve alimlerden bazıları şöyle demişlerdir: Kim, bahsettiği bir konuda icma olduğunu iddia ederse yalan söylemiş olur. Bu, aynen el-Mureysi ve el-Asam’ın iddiası gibi bir şeydir. Böyle demek yerine, “Bu konuda ihtilaf olduğunu bilmiyorum” desin. Şafii, Ebu Sevr ve icmadan söz eden başkaları, üzerinde durdukları konularını “bir ihtilafın 184 El-İhkam, 4/149-150 Mecmuu’l-Fetava, 11/187, Daru İbn-i Hazm baskısı 186 Mecmuu’l-Fetava, 13/17 185 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯97 ⎯ olduğunu bilmiyoruz” diyerek açıklar ve “bizim iddia ettiğimiz icma budur” derlerdi.” 187 Allame Ahmed Şakir, icma konusunda İbn Hazm’ın İhkamu’lAhkam’da söylediklerine açıklık getirerek şöyle der: “İcma ve onu delil gösterme konusunda müellifin söylediği doğrudur. Bu ise, dinden zorunlu olarak bilinenler arasındadır. Ancak usulcülerin iddia ettiği icmanın meydana gelmesi mümkün değildir ve asla olmaz. Bu, sadece hayalden ibarettir. Çoğu defa, fakihler bir konuda zorlandıkları ve delil bulamadıkları zaman, o konuda icma olduğunu iddia eder ve ona muhalefet edenleri tekfir ederler. Allahu Teala bundan bizi korusun. Muhalefet edenlerin kafir olacağı icma, ancak dinden zorunlu olarak bilinen ve mütevatir olan icmadır ki o da dinin kendisidir.” Sonra Allame İbnu’l-Vezir’in icma konusunda şu söylediklerini nakleder: “İcma iki türlüdür. Bunlardan birincisi; dinden zorunlu olarak bilinen ve karşı çıkanın kafir olduğu icmadır. Bu sahih bir icmadır, ancak dinden zaruri olan ilim onun yerini doldurur. İcmanın ikinci türü ise, bu dereceye ulaşamayan zanni olan icmadır. Çünkü tevatürden sonra ancak zan vardır. Tevatür ile zan arasında kesin bir mertebe yoktur. İslam yayıldıktan sonra icmanın meydana gelmediğini söyleyenlerin delili budur.” 188 Şüphesiz icmanın şer’i sahih bir dayanağının da olması gerekir. Bu dayanak ise bize göre delil ve hüccettir. İcma, bazı alimlerin söylediği gibi, zanni olan delili takviye ederek kesinleştirir. Yoksa icma, günümüzde bazılarının söyledikleri gibi, Kur’an ve Sünnet’te olmayan şeyleri onlara ilave eden bağımsız şer’i bir delil değildir. Böyle bir tanımda bulunmaktan Allahu Teala’ya sığınırız. Bir kimsenin Şari’in bir yanlışını bulup onu düzeltmesi diye bir şey olamaz. Allah Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem sahabesi de, onların fıkhı da bu yanlış ve batıldan münezzehtir. Dolayısıyla sahabe ve diğer bütün Müslümanların yolu olan nebi ve rasullerin davetinin aslı, nerede olursa olsunlar Allahu Teala’dan başka bütün ilahların varlığını reddetmek ve bütün şekilleriyle ibadeti yalnızca Allahu Teala’ya has kılmaktır. Allahu Teala’dan başkasının olmayan hüküm belirleme hakkı da bu kapsamdadır. Bu nedenle alimlerimiz, Allahu Teala’nın helal kıldığını haram veya haram kıldığını helal yapan alimlere ve Allahu Teala’nın izin vermediği yasama hakkını kendilerinde görenlere itaat 187 188 Mecmuu’l-Fetva, 19/147 El-İhkam, 4/142, 144 98 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ edenlerin, Tevbe Suresi’nde Allahu Teala’nın kitap ehlinden naklettiği ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Adiy bin Hatim hadisinde ve başka yerlerde açıkladığı gibi, onları kendilerine rabler edindiklerini belirtmektedirler. Bu nedenle ilim ehlinden olanların veya bütün insanların icma etmeleri, Allahu Teala’nın hükmü dışındaki başka bir hüküm üzerinde ise bu, Müslümanların yolu değil aksine Yahudilerin durumunda olduğu gibi müşriklerin yoludur. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem recm cezasını uyguladığı Yahudi olayı ile ilgili Bera bin Azib’den rivayet edilen hadis bunu açıklamaktadır. Bera’dan Radıyallahu Anhu şöyle rivayet edilir: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanına yüzü kömürle karartılmış ve dayak atılmış bir Yahudi getirdiler. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Yahudileri çağırarak: “Kitabınızda zina haddini böyle mi buluyorsunuz?” diye sordu. Onlar “Evet” dediler. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onların alimlerinden birini çağırdı ve “Musa'ya, Tevrat'ı indiren Allah aşkına soruyorum, zina edenin haddini kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?” dedi. O: “Hayır! Eğer bana böyle yemin vererek sormasaydın sana haber vermezdim. Kitapta recm buluyoruz. Fakat, zina vak'aları eşrafımız arasında çoğaldı. Artık şerefli birini bu suçla yakalarsak onu bırakır olduk. Ancak zayıf birini yakalarsak ona haddi tatbik ediyoruz. Kendi aramızda şöyle dedik: “Gelin aramızda öyle bir ceza şeklinde anlaşalım ki o, eşraftan olsun, halktan olsun herkese tatbik edilsin. Sonunda recm yerine suratın kömürle boyanıp dayak atılmasında ittifak ettik.” Bera der ki: “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 189 , “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” 190 , “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır” 191 ayetlerinin hepsi kafirler hakkında nazil olmuştur.” Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile konuşan bu Yahudinin, “Sonunda recm yerine suratın kömürle boyanıp dayak atılmasında ittifak ettik” sözüne dikkat etmek gerekir. Burada, Allahu Teala’nın hükmü değil, Allahu Teala’nın izin vermediği ve şeriattan bir dayanağı olmayan uydurma bir hüküm üzerinde anlaştıklarını belirtmektedir. Bu ise Müslümanların yolu değil, müşriklerin yoludur. Bu nedenle icma kapısını ardına kadar açanların kendileri için delil olarak gösterdikleri en meşhur nass, Allahu Teala’nın şu ayetidir: “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı 189 5 Maide/44 5 Maide/45 191 5 Maide/47 190 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯99 ⎯ çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir.” 192 Bunlar, kendi anlayışlarına göre, ayette geçen “mü’minlerin yolu” ifadesinden kastın icma olduğunu iddia ederler. Halbuki mü’minlerin yolu, kesin olarak Kur’an ve Sünnet’tir. İbadette ve yasama konusunda sadece Allahu Teala’ya ve önder olarak sadece Muhammed’e Sallallahu Aleyhi ve Sellem uymayı zorunlu kılan bu iki kaynak mü’minlerin yoludur. Bunu, şehadet kelimeleri içermektedir. Bu ikisi dinin temelidir ve mü’minlerin yoludur. Bunun zıddı ise Allahu Teala’ya küfür, Peygambere uymayı ise red ve karşı çıkmaktır. Bu nedenledir ki Allahu Teala, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem karşı gelmeyi, mü’minlerin yolundan başkasına uymakla beraber zikretmiştir. Peygambere karşı gelmek, ancak küfür ile beraber meydana gelir. Çünkü Arap dilinde bu, taraflardan her birinin karşı yönde bulunması anlamındaki kelimeden türemiştir. 193 İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kafir büyük bir ayrılık içindedir. Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem karşı çıkmıştır. Allah’a ve Rasulü’ne karşı çıkan bu kişiden daha sapık bir kimse olamaz. Karşı çıkmak inat, yüz çevirme veya cehalet sebebiyle olabilir. Bilmeyi gerektiren ayetler kendisine gösterildiği halde, inadında ısrar halinde olan kişi Allah’a ve Rasulü’ne karşı çıkan kişidir.” 194 Böylece anlaşılıyor ki ayette geçen tehdit, savunucularının iddia ettikleri, hüküm olarak saydıkları ve muhaliflerini tekfir ettikleri uydurma icmaları kapsamaz. Bu tehdidin muhatapları, Allah’a ve Rasulü’ne karşı çıkan ve mü’minlerin yolu olan Kur’an ve Sünnet ile hükmetme ve hükmolunmayı reddeden kimselerdir. Şevkani Rahimehullah, yukarıdaki ayeti icma için delil olarak gösterenlerin söylediklerini tartışırken, Ğazali’nin “el-Mahsul” isimli kitapta söylediklerini nakleder ve sonra şunları söyler: “Söylediklerimizi iyice anladıysan, bu ayetin, onu delil olarak gösterenlerin söylediklerine delalet etmediğini anlarsın.” 195 Şevkani, bundan önce ise Ğazali’nin şu sözlerini nakleder: “İlginçtir ki, fakihlerden bazıları, bir yandan icmayı umum ifade eden ayet ve haberler ile ispatlıyorlar, bir yandan da umum ifade eden ayet ve hadislerin delalet ettiği şeyleri, te’vil sonucu inkar edenlerin tekfir edilmeyeceğinde ittifak 192 4 Nisa/115 Şevkani, İrşadu’l-Fuhul, 135, İbn-i Teymiye, Es-Sarimu’l-Meslul, 23-24 194 İbn-i Teymiye, El-Cevabu’s-Sahih limen Beddele Dine’l-Mesih, 5/406-407 195 İrşadu’l-Fuhul, 139 193 100 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ediyorlar. Sonra da “İcmanın belirttiği hüküm kesindir ve ona mulafet edenler fasık ve kafirdir” diyorlar. Sanki fer’i olanı asıl olandan daha güçlü yapıyorlar. Bu ise büyük bir gaflettir.” 196 Bu nedenle icmaya muhalefet etmek veya icmayı reddetmek gerekçesiyle insanları tekfir etmek, özellikleri hakkındaki büyük ihtilaflar bilindiğinde, sakınılması gereken büyük bir yanlıştır. Bu konuda doğru olan, sahih şer’i bir nassa dayanan ve kat’i olarak sabit olduğu bilinen bir icmayı inkar etmedikçe kişinin tekfir edilmemesidir. Böyle bir icmayı red veya inkar eden kişi, sahih ve sarih nassı inkar ettiği için kafir olur. Ancak sukuti icma bir yana, varlığı iddia edilen, ispatı zor olan ve bid’at ehli insanların, olduğunu iddia ettikleri icma söylentilerini red veya inkar ettiği için insanları tekfir etmek doğru değildir. Ayrıca, icmanın dinden zorunlu olarak bilinen şeylerden olması, yani açık, mütevatir ve avamından havassına kadar herkesin bildiği bir şey olması gerekir. Yoksa bilmeyenin mazur sayıldığı kapalı meseleler türünden olmamalıdır. Nevevi Rahimehullah, Rafii’nin mutlak olarak icmayı inkar eden kişinin kafir olacağına yönelik söylediklerini eleştirerek şöyle demektedir: “İmam Rafii, mutlak olarak icmayı inkar edenin kafir olacağını söylemektedir. Halbuki bu, onun yaptığı gibi mutlak değildir. Şüphesiz namaz, oruç, zekat ve haccın vacipliği, içki ve zinanın haramlığı gibi nass ile sabit olup üzerinde ittifak edilen meseleleri inkar edenler kafir olur. Ancak sadece bazılarının bilebildiği bir icmayı inkar edenler kafir olmaz. Kişinin öz kızı ile beraber torun kızın da mirastan altıda bir pay alacağını, iddet bekleyen kadını nikahlamanın haram olduğunu veya belli bir dönemde yaşamış olanların üzerinde icma ettiklerini bilmediği bir konuyu inkar edenler, kafir olmazlar.” 197 Nevevi Rahimehullah, Müslim Şerhi’nde şöyle der: “Beş vakit namaz 198 , oruç, gusül abdesti, zina, içki ve evlenmeleri haram olanlarla evlenmek gibi dinde herkesin bildiği ve ümmetin, üzerinde icma ettiği meselelerden birini inkar eden kişi kafir olur. Ancak İslam’a yeni girmiş olup, bilmediği hükümlerden birini inkar edecek olursa, kafir olmaz. 199 Kadının hala veya 196 İrşadu’l-Fuhul, 138 Ravdatu’t-Talibin, 2/146 198 Burada zekatı belirtmemesinin sebebi, bundan bir önceki cümlesinde zekatı bahsetmiş olmasıdır. Zaten bu cümleler aynı meselededir. 199 Kitabu’l-İman’ın başka bir yerinde şöyle demektedir: “İslam dininden zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkar eden kimse mürted ve kafir olur. Ancak İslam’a yeni girmiş veya ilmin az olduğu bir yerde yetişip dinin hükümlerini bilmeyecek durumda ise, kendisine bunlar anlatılır. İnkar etmekte ısrar ederse kafir olur. Zinayı, içkiyi, haksız yere adam öldürmeyi veya diğer haramları helal gören kişi de kafir olur.” Müslim Şerhi, 1/134 197 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯101 ⎯⎯ teyzesi ile beraber nikahlanması, kasten öldüren kişinin mirastan pay almaması, ninenin mirastan altıda bir pay alması gibi, üzerinde icmanın bulunduğu ancak ilim sahipleri tarafından bilinen meselelerden birini cehaleti sebebi ile inkar eden kişi, gerekli hüccetin kendisine ulaşmaması sebebi ile mazur sayılır.” 200 İbn-i Dakik el-İyd (hicri 702) şöyle der: “İçtimai meseleler bazen şeriatın sahibinden mütevatir olarak bildirilir. Namazın farziyeti bu meselelerdendir. Bazen de mütevatir olarak bildirilmez. Birinci tür meselelerden birini inkar eden kişi, icmaya muhalefet ettiği için değil, tevatüren sabit olan bir hükmü inkar ettiği için kafir olur. Ancak ikinci türü inkar eden kafir olmaz.” 201 İbn-i Dakik el-İyd’in, “İcmaya muhalefet ettiği için değil, tevatüren sabit olan bir hükmü inkar ettiği için kafir olur” demesine dikkat edilmelidir. Hafız el-Iraki şöyle der: “İcmayı inkar eden kişinin kafir olması, beş vakit namaz gibi, dinden zorunlu olarak bilinen şeylerden birini inkar etmesi şartına bağlıdır.” 202 El-Karrafi şöyle der: “Üzerinde icma bulunan meseleyi inkar eden kişinin mutlak olarak tekfir edildiği zannedilmesin. Bilakis ancak, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen ve üzerinde icma edilen bir şeyi inkar eden kişi kafir olur. Üzerinde icma edilen öyle meseleler var ki onları ancak ilim sahipleri bilebilir. Hakkında icmanın belirsiz olduğu bu tür meseleleri inkar eden kişi kafir olmaz.” 203 Meraki’s-Suud’un sahibi manzum olarak şöyle demektedir: “İcmayı inkar eden kişi kötü bir bid’at işlemişse de, tekfir edilmez. Herkesin dinden olduğunu zorunlu olarak bildiği ve meşhur olan bir mesele üzerinde yapılan icmayı inkar eden kişi kafir olur.” İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İnsanlar, icmayı inkar eden kişinin kafir olup olmadığı konusunda ikiye ayrılmaktadır. Doğrusu, hakkında nassın sabit olduğu bilinen icmayı inkar eden kişi, nassı inkar etmiş gibi kafir olur. Ancak nassın bulunmadığı bir meselede icmanın olduğu bilinemez. Bilinmeyen bir şeyden dolayı ise tekfir olmaz.” 204 İbn-i Teymiye Rahimehullah, icmanın dereceleri ile ilgili İbn-i Hazm’ın söyledikleri hakkında şöyle der: “Bazıları, icmadan olmayan şeyleri icma kapsamına almış, bazıları çoğunlugun söylediğini icma saymış, bazıları kesin 200 Şerhu Müslim, 1/183 İhkamu’l-Ahkam Şerhu Umdeti’l-Ahkam, 4/84 202 Fethu’l-Bari, 12/202 203 El-Furuk, 4/117 204 Mecmuu’l-Fetava, 19/146, Daru İbn-i Hazm baskısı 201 102 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ olarak bilmedikleri halde, bir mesele hakkında ihtilafın olduğunu bilmemelerini icma olarak kabul etmiş, bazıları tabiinden ve sonrakilerden muhalifler bulunmuş olsa bile, sahabeden muhalif kimse olduğunu bilmedikleri meşhur ve yaygın olan sahabe görüşünü icma olarak kabul etmiş, bazıları meşhur ve yaygın olmasa da, sahabeden kimsenin muhalif olduğunu bilmedikleri sahabe sözlerini icma olarak saymışlar, bazıları da Medine halkının görüşünü icma olarak kabul etmişlerdir. Bütün bunlar bozuk görüşlerdir. Onların bozuk olduğunu izah etmenin yeri ise burası degildir. Bu görüşlerinin bozuk olduğunu göstermek için, icma olduğunu söyledikleri konuların çoğunda, kendi söylemlerine aykırı davrandıklarını bildirmek yeterlidir. Belirttiğimiz şeylere icma demelerinin sebebi, delil karşısında bozuk görüşlerini terketmeye mecbur kaldıklarında inat etmeleridir. Nitekim bu konularda onlara muhalefet eden kimseleri tekfir etmezler. Halbuki bütün Müslümanların ittifakı ile sahih icmanın şartı, ona muhalefet eden kişinin kafir olmasıdır. Söyledikleri icma olsaydı, muhalifleri kafir olurdu. Hatta icma olduğunu söyledikleri bu meselelere çokça muhalefet etmeleri sebebi ile bizzat kendileri de kafir olurdu. Bunların her birini açıklamanın yeri ise burası değildir.” 205 “Muhalif kimseyi tekfir etmeye onları mecbur eden şey birden fazla değildir. Alimlerin çoğu icmanın muhaliflerini tekfir etmemektedirler. Onun (yani İbn-i Hazm’ın), “İcmayı inkar eden kişinin kafir olduğu hakkında, Müslümanlardan ihtilaf eden bulunmamaktadır” sözü de bu kabildendir. İhtimaldir ki bir çok kitapta bulunmasına ve meşhur olmasına rağmen, onun, bu konudaki ihtilaftan haberi yoktur. İbn-i Hazm’ın bizzat kendisi ve yine başkaları da, icmanın hüccet olduğunu kabul etmeyen Nazzam’ı tekfir etmemektedir. 206 İcmayı inkar edeni tekfir edenler, bu icmanın kendisine açıklanmasından sonra onu inkar etmesi sebebi ile bunu yaparlar. Halbuki icmaların çoğu bir çok kişiye ulaşmamıştır. Müteahhirinden olan bazılarının icma dedikleri ve üzerinde ihtilaf ettikleri birçok olay, aslında ya kat’i değil 205 Meratibu’l-İcma, 9-10 “İcmanın hüccet olduğunu inkar ettiği için onu tekfir etmezler” demek istemektedir. Yoksa başka sebeplerden dolayı başka bir grup onu tekfir etmiştir. Nazzam, Cahız’ın üstadı İbrahim bin Seyyar el-Basri el-Mutezili’dir. Yaklaşık olarak hicri 231 yılında ölmüştür. Otuzaltı yaşında sarhoş iken bir odanın üzerinden düşüp öldüğü söylenir. Mutezile anlayışını dayısı İbnu’lHuzeyl’den almıştır. Ehl-i Sünnet’ten başka, dayısı ve Mutezileden başkaları onu tekfir etmişlerdir. İcmayı ve kıyası inkar eden ilk kişidir. Sahabeye dil uzatmış ve hadis ehlini çok fazla eleştirmiştir. 206 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯103 ⎯⎯ zannidir, ya kişiye ulaşmamıştır ya da icmanın şartlarını taşımadığına inanılmaktadır.” 207 İbn-i Teymiye Rahimehullah bu açıklamalarının sonunda şöyle der: “Bir meselenin dinin zarurilerinden olarak bilinmesi hemen gerçekleşmeyebilir. İslam’a yeni girmiş veya ilim muhitinden uzak bir yerde yetişmiş olan kişi, bu meseleleri zorunlu olarak bilmek bir yana, mücmel olarak bile bilmeyebilir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sehiv secdesi yaptığını, öldüren kişinin akrabalarının, öldürülen kişinin diyetini ödemelerine karar verdiğini, çocuğun yatak sahibine ait olduğunu ve buna benzer ilim ehlinin zorunlu olarak bildiği birçok meseleyi, insanların çoğu elbette bilmemektedir.” 208 Buraya kadar aktarılanları şöyle özetleyebiliriz: Sahih olan ve şu şartları taşıyan icmayı inkar eden kişi kafir olur: Birincisi: Bunun, açık ve sahih bir icma olması. İkincisi: Kat’i, malum ve sabit olması. Üçüncüsü: Bu icmanın malum ve sahih bir nassa dayanması. Yani, bu icmayı inkar eden kişinin, açık olan bir nassdan yüz çevirmiş olduğuna dair şer’i bir dayanağın olması gerekir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Ayetlerimizi ancak kafirler bile bile inkar ederler.” 209 Dördüncüsü: İcmanın dinden zorunlu olarak bilinen konular üzerinde olması. Yani bu icmanın, avam ve havastan olan herkesin bildiği meşhur ve malum konularda olması gerekir. Kapalı veya sadece ilim ehlinin bilebileceği meselelerde olmamalıdır. Açık olmayan bu meselelerde ise, tekfir etmeden önce mutlaka hüccet ikamesinin yapılması ve açıklanması gerekir. Beşincisi: İcmayı inkar eden kişinin İslam’a yeni girmiş veya ilmin elde edilmesinin zor olduğu uzak bir yörede yetişmiş ya da buna benzer bir sebepten dolayı kendisine hüccetin ulaşmadığı kişilerden olmaması gerekir. Müslümanlardan avam olan kişilerin arasında bile yaygın olan bazı meseleler, bu tür insanlar için kapalı olabilir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, Nisa Suresi’ndeki “Kim Peygambere karşı çıkarsa...” 210 ayetinden söz ederken şöyle der: “Bu ayet, mü’minlerin icmalarının hüccet olduğunu gösterir. Çünkü onlara muhalefet etmek, Peygambere muhalefet sayılır. Bununla birlikte, üzerinde icma edilen bütün şeylerin Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir nassa dayanıyor olması207 İbn-i Hazm ve İbn Teymiye, Nakdu Meratibi’l-İcma, 11 İbn-i Teymiye, Mecmuatu’r-Resaili’l-Mübra, 1/89 209 29 Ankebut/47 210 4 Nisa/115 208 104 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ nın gerektiğini gösterir. Üzerinde icma olduğu kat’i olan ve mü’minlerden muhalif bir kimsenin bulunmadığı bilinen her mesele, Allahu Teala’nın, kendisi ile hidayeti gösterdiği şeylerdendir. Böyle bir icmaya muhalefet eden kişi, nassı inkar edenin tekfir edildiği gibi tekfir edilir. Ancak bir meselede icma olduğu zanni ise, işte burada Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem tarafından doğru yolun belirtildiğine dair kesin bir şey söylenemez. Bu tür icmaya muhalefet eden kişi tekfir edilmemelidir. Çünkü kişi, bu icmanın yanlış olduğunu ve doğrunun bunun zıddı olduğunu zannetmiş olabilir. İcmaya muhalefet edenin tekfiri konusunda söylenecek şeylerin özeti budur.” 211 İbn-i Teymiye Rahimehullah, icmaya muhalefet sebebi ile tekfir konusunda, kat’i icma ile zanni icmanın birbirinden ayrıldığını, kat’i icmaya muhalefet etmenin Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem muhalefet etmeyi gerektirdiğini ve böyle bir icmayı inkar edenin Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylediğini inkar ettiği için tekfir edileceğini ne güzel açıklamaktadır. Buna göre dayanağı belirsiz ve üzerinde kurulduğu delil yetersiz veya kapalı olan ya da dinden zorunlu olarak bilinen şeylerden olmayan bir icmaya (ki icma denilen şeylerin çoğu böyledir) muhalefetten dolayı kişileri tekfir etmek hatalıdır. Bu, yukarıda hatalı olduğunu açıkladığımız dolaylı tekfire girer. 211 Mecmuu’l-Fetava, 7/29 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯105 ⎯⎯ -29RİDDET KÜFRÜ İLE TE’VİL KÜFRÜ ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK Tekfirde yapılan hatalardan biri de, riddet küfrü ile te’vil küfrü arasında ayırım yapmamak ve birbiri ile eşit değerlendirmektir. Burada te’vil küfrü diyerek kastettiğimiz şey, alimlerin Kaderiyye, Mutezile, Cehmiyye ve benzerleri gibi bid’at ehli hakkında verdikleri hükümlerdir. Alimler bunların bid’atları ve işledikleri hakkında tekfir hükmünü vermişler ve hatta taife bazında küfür ile isimlendirmede bulunmuşlardır. “Cehmiyye kafirleri” gibi sözler bu kabildendir. Ancak tekfir hükmünü bunlardan muayyen bir şahsa indirgeme konusunda, mutlaka gerekli tafsilata girmişler ve bid’atlarına davet edenler dışında, bunlardan hiç birini hüccet ikamesinden önce tekfir etmemişlerdir. Dolayısıyla doğru olan, açık ve kişinin dinden beri olduğunu gösteren riddet suçu ile te’vil sebebi ile böyle bir suçu işleyen arasında ayırım yapmak ve gerekli hüccet ikamesinden önce te’vil eden kişiyi tekfir etmemektir. Çünkü bunların küfrü, kişiyi İslam’dan çıkarıp başka bir dine sevkeden türden değildir. Aksine bu insanlar İslam’a sarılmakta ve onun dışında bir din kabul etmemekte, İslam’a dostluk beslemekte ve başka bir dinden de razı olmamaktadırlar. Yine bu kişilerin işledikleri ve söyledikleri, açıkça Allah’a ve Rasulü’ne Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövmek gibi İslam’ı bozan haller veya kişiyi dinden çıkaran açık küfür cinsinden de değildir. Onlar da olan suç, kapalı ve problemli olan bazı bid’atleri ve Allahu Teala’yı tenzih ve tazim maksadıyla bazı nassları te’vil etmeleridir. Bunları tekfir etmeden önce gerekli hüccet ikamesinin yapılarak şüphelerinin giderilmesi gerekir. Dolayısıyla bunlar ile, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem haklarında “Kim dinini değiştirirse öldürünüz” dediği mürtedleri birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü bunların işledikleri küfrün çoğu, dolaylı yolla olmaktadır. Ancak bunlara delil gösterildiği ve şüpheleri açıklandığı halde, açık küfür üzerinde ısrar ve inat ederlerse, diğerleri ile aynı duruma düşerler. 106 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Kadı Iyad Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala’ya sövme, irtidat etme veya küfür kastı olmadan sadece te’vil, içtihad ve teşbih 212 veya kemal sıfatlarından birini inkar etme gibi kişiyi bid’at ve hevaya götüren hata sonucu Allahu Teala’ya yakışmayan bir şeyi ona nisbet edenlerin tekfir edilip edilmemesi konusunda hem selef ve hem de halef alimleri ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda İmam Malik ve ashabının iki görüşü bulunmaktadır. Ancak bunlar mümteni’ konumunda olurlarsa, onlarla savaşılması konusunda ihtilaf yoktur. Bunlardan tevbe etmeleri istenir, tevbe etmezlerse öldürülürler. İhtilaf, bunlardan muayyen bir kişinin tekfir edilmesi hakkındadır. Malik ve ashabının çoğunun görüşü, bunların tekfir edilmemesi ve öldürülmemesi yönündedir.” 213 Kadı Iyad Rahimehullah, bu tür suçları işleyenlerden olup mümteni’ konumunda olanlar ile kendisine güç yetirilebilen arasında ayırım yapmaktadır. Daha sonra alimlerin bu konudaki ihtilaflarını ve bunların arkasında kılınan namazın iade edilip edilmemesi konusundaki görüş farklılığının da bu ihtilaftan kaynaklandığını aktararak şöyle der: “Bunların tekfir edilmemelerine dair Ali bin Ebi Talip 214 , İbn-i Ömer ve Hasan Basri’den de rivayetler bulunmaktadır. Ayrıca bu fakihlerden ve kelamcılardan bazılarının görüşüdür. Sahabenin ve tabiinin Haruriyye halkından olan varislerine miras bırakmalarını ve Kaderiye’den olduğu bilinen bazılarının Müslümanların mezarlığına gömülmelerini ve onlara İslam ahkamının uygulanmasını bu görüşlerine delil olarak gösterirler.” 215 Te’vil ehli hakkında selef alimlerinin ve diğer alimlerin sözlerindeki ihtilaf, mutlak tekfir ve taifenin tekfiri ile bu taifeden olan muayyen bir kişinin tekfiri arasında ayırım yapıldığı taktirde ortadan kaldırılabilir. İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah buna benzer uzlaştırma çabasını ileride aktaracağız. Kadı Iyad Rahimehullah alimler arasındaki bu ihtilafı aktardıktan sonra şöyle devam etmektedir: “Hak ve tahkik ehlinin imamı kadı Ebu Bekr şöyle der: “Bu girift bir meseledir. Çünkü bu insanlar, açık olan küfrü işlemiyorlar, sadece küfre götüren şeyler söylüyorlar.” Bu konuda onun görüşü, imamı olan Malik’in görüşü gibi çelişkili durumdadır. Bununla birlikte daha 212 Eş’ariler, bu tür ifadeler ile Ehl-i Sünnet’in menhecine uygun görünseler de, sıfatları ispat etmeyi kastedebilirler. Kadı Iyad Eş’ari’dir. 213 Eş-Şifa bi Tarifi Hukuki’l-Mustafa, 2/272 214 Haricilerden söz ederken bu görüşü belirteceğiz. 215 Age: 2/275 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯107 ⎯⎯ çok, sözlerinin geldiği sonuca binaen dolaylı olarak onları tekfir etmeme taraftarıdır.” 216 Aynı konuda muhakkik alimlerden şunu da nakleder: “Te’vil ehlini tekfir etmekten sakınmak gerekir. Çünkü namaz kılan tevhid ehlinin kanını dökmenin mübah olduğunu söylemek çok tehlikelidir. Bin kafir hakkında, onların hayatta kalmasına sebep olan bir hata, bir Müslümanın kanını akıtma hatasından daha hafiftir.” “Te’vil ehlinin tekfir edilmesi konusunda insanlar arasında ihtilaf bulunmaktadır. Bu meseleyi anlaman halinde, insanların bu konuda neden ihtilaf ettiklerini de anlarsın. En doğrusu, onları tekfir etmekten, hüsranda olduklarını söylemekten kaçınmak, onlar hakkında İslam’ın kısas, miras, nikah ve diyet gibi hükümlerini uygulamak, namazlarını kılmak, Müslümanların mezarlığına defnetmek ve diğer İslami muameleleri yerine getirmektir. Ancak onlar şiddetle te’dip edilir, bunu yapmaları engellenmeye çalışılır ve bid’atlarından vazgeçinceye kadar boykot uygulanır. Öncekilerin onlar hakkındaki uygulaması bu şekildedir.” 217 Ebu Süleyman el-Hattabi şöyle der: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya bölünecektir” sözü, bütün bu fırkaların dinden çıkmadığına delalet etmektedir. Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, hepsinin ümmetinden olduğunu söylemiştir. Yine bu hadis, te’vil eden kişinin te’vilinde hata etse bile dinden çıkmadığını da gösterir.” 218 Beyhaki, Sünen’inin “Şehadetler” babında, İmam Şafii ve diğer imamların Cehmiyye, Kaderiyye, Hariciler ve benzeri bid’at ehli grupların tekfirleri konusunda, bunun ile kişiyi dinden çıkarmayan küfrü (küfrun dûne küfr) kasdettiklerini belirtmektedir. Bağavi de, Şerhu’s-Sünne, 1/228’de bunun bir benzerini söylemekte ve buna delil olarak da, onların şahitliklerinin kabul edilmesini göstermektedir. 219 Beyhaki şöyle devam eder: “Onları tekfir etmeleri ile, sanki Allahu Teala’nın kendi nefsi için bildirdiği sıfatları bir taraftan kabul etmeleri ve diğer taraftan da bu sıfatları uzak bir te’vil ile yok saymaları ve inkar etmelerini kastetmişlerdir. Böylece te’vil ederek zahirden sapmışlardır. Ancak hatalı da olsa bu te’villeri sebebi ile dinden çıkmamışlardır. Bu aynen diğer sureleri kabul ettiği halde, Muavvezeteyn (Felak-Nas) surelerinin Kur’an’da bulundu- 216 Eş-Şifa, 2/276-277 Eş-Şifa, 2/294 218 Beyhaki, Es-Sunenu’l-Kübra, 10/208 219 Beyhaki, Es-Sunenu’l-Kübra, 10/207 217 108 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ğunun ispatı hakkında şüphesi olan ve bu şüphesinden dolayı hata da etmiş olsa tekfir edilmeyen kişinin durumu gibidir.” 220 İbn-i Hazm Rahimehullah, Ebu’l-Huzeyl 221 , İbnu’l-Asam 222 , Bişr elMu’temir 223 , İbrahim bin Seyyar 224 , Cafer bin Mubeşşir 225 , Sumame bin Aşras 226 , Ebu Ğaffar 227 Rakkaşi 228 (hepsi bid’at ehli Muteziledendir) ve Ezrakiler, Sufriler, İbadiyye’nin cahilleri (bunlar ise Haricilerin en meşhurlarıdır) ve Rafıziler gibi bazı isim ve fırkaları belirttikten sonra şöyle der: “Belirttiğimiz bu kişilerin çoğunu tekfir etmiyoruz ve fasık olarak da saymıyoruz. Ayrıca ümmetin kafir olduğunda icma ettiği dışında hepsini dostumuz olarak kabul ediyoruz.” 229 İbn-i Hazm, bunları İslami fırkalar veya İslam dinini kabul eden fırkalar arasında sayarak şöyle der: “İslam dinini kabul eden fırkalar beştir. Bunlar Ehl-i Sünnet, Mutezile, Mürcie, Şia ve Haricilerdir.” 230 İslam dairesinden ve iman velayetinden muayyen olarak çıkmayan kişiler hakkında hak olan budur. Kişiyi, İslam dairesi dışına çıkmadığı müddetçe bid’atı ne olursa olsun, asli kafir veya dinden dönen mürted ile eşit tutmak helal olmaz. Hatta bid’atı, kişiyi küfre götüren türden olsa ve ondan dolayı bu kişi kafir olsa bile, te’vil yolu ile küfre giren bu kişiyi, aslen kafir olan veya açık bir riddet ile dinden çıkan bir mürted ile eşit görmek doğru değildir. Çünkü bu, sadece nazari bir mesele değildir ve beraberinde bazı ameli sonuçları da getirmektedir. 220 Beyhaki, Age. 10/207 Ebu Huzeyl, Muhammed bin Huzeyl el-Allaf el-Basri olup hicri 236 yılında ölmüştür. Mutezilenin önde gelenlerindendir. Kelamcıdır. Bunları Yunan kitaplarından almıştır. Kendisi Nazzam’ın dayısıdır. 222 Ebu Bekr bin el-Asam el-Basri olup Bişr el-Mureysi tabakasındandır. Kelamcıdır, tefsir ve fıkıhla da uğraşmıştır. Bu nedenle Taberi, Ebu Bekr er-Razi ve bazı mütekaddiminden olanlar kitaplarında onun görüşlerine zaman zaman yer verirler. Ahad haberin kabul edilebilmesi için ravilerinin en az adaletli iki kişinin olmasını şart koşmuştur. 223 Bağdad’ta Mutezilenin ileri geleni Ebu Sehl el-Hilali’dir. Mutezile alimleri gibi edebiyat ve kelamla uğraşmıştır. Yaklaşık hicri 210 yılında ölmüştür. 224 Mutezile’den Nazzam’dır 225 Mutezile’den es-Sakafi’dir. Kıyası kabul etmezdi. Hicri 234 yılında ölmüştür. 226 Müstehçenlik ile meşhur Mutezile’nin seçkinlerindendir. Hicri 213 yılında ölmüştür. 227 Herhalde Mutezileden Cahız’ın arkadaşı Ebu Affan er-Rakki’dir. 228 İbn-i Mace’nin adamlarından vaiz olan Ebu’l-Fadl’dır. Rivayeti güvenilmez olup kendisi delil sayılmaz. İbn-i Kuteybe’nin belirttiğine göre Kaderiyye’dendir. 229 Meratibu’l-İcma, 15 230 El-Fasl, 2/265’den 221 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯109 ⎯⎯ İbn-i Teymiye Rahimehullah buna ve riddet küfrü ile te’vil küfrünü eşit görenlerin hatasına dikkat çekerek şöyle der: “Fukahadan olan bir çok kişi, “kafirdir” denilen her kişi hakkında açık riddet hükümlerinin geçerli olduğunu zanneder. Dolayısıyla da miras bırakamama, mirastan pay alamama ve nikahının geçerli olmadığı gibi hükümleri, te’vil yolu ile tekfir ettikleri kişiler için de uygularlar. Halbuki işin doğrusu böyle değildir.” İbn-i Teymiye Rahimehullah, sahabenin Haruriyye ehlini tekfir etmediklerini belirttikten sonra şöyle devam eder: “Alimler, bid’at ve heva ehlinin tekfiri ve bunların ebedi cenenemlik olup olmadıkları konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda kendisinden iki görüş nakledilmeyen imam yok gibidir. Malik, Ahmed, Şafii ve diğerleri de kendisinden iki görüş nakledilen bu imamlar arasındadır. Bu imamların tabilerinden olan bazıları ise, onların bu ihtilaflarını bütün bid’at ehli ve onların her birinin ebedi cehennemlik oldukları şeklinde uyguladılar. Öyle ki bid’atçı olduğuna inandıkları herkesi muayyen olarak ebedi cehennemlik yaptılar. Halbuki bu çok büyük bir hatadır. Bunun yanında bazıları da, ilhad, ta’dil ve ittihad ehlinin görüşlerini sergilemiş olsalar bile, bid’at ve heva ehlinden olan hiç kimsenin tekfir edilemeyeceğini söylediler. Bu konuda işin doğrusu şudur: “Allah konuşmaz ve ahirette görülmez diyen Cehmiyye’nin sözlerinden olan bazı şeyler küfür olabilir, ancak bazı insanlar için bunun küfür olduğu açık olmayabilir. Bu durumda tekfir hükmü mutlak olarak, kişinin söylediği söze uygulanır. Selef’in, “Kur’an mahluktur, diyen kafir olur, ahirette Allah görülmez, diyen kafir olur” şeklindeki sözlerinin tamamı bu kabildendir. Kendisine hüccet ikamesi yapılıncaya kadar muayyen bir kişinin tekfirinden kaçınılır.” 231 Şeyhu’l-İslam’ın Rahimehullah, Te’vil küfrü veya açıklamaya muhtaç olan kapalı konulardaki küfür ile Yahudi, Hristiyan ve küfürleri bu iki taifeden daha şiddetli olan ittihadiyye fırkasının açık olan küfürleri arasında nasıl ayırım yaptığına dikkat edilmelidir. Burada iki tarafın eşit olarak değerlendirilmesine ve te’vil ehlinden olan bir kişinin muayyen olarak gerekli tafsilata inilmeden tekfir edilmesinin kötülüğüne işaret etmektedir. Aynı zamanda açık küfür ehli hakkında uygulanması gereken tekfir hükmü konusunda gevşek davrananlara da işaret edilmektedir. Bu meselede hak olan ise, delile uygun olandır. Yoksa ne aşırıların ve ne de gevşek davrananların yaptığı doğru değildir. Yahudi ve Hristiyanları, Rafızilere tercih eden kişinin durumu hakkında sorulması üzerine Şeyhu’l-İslam Rahimehullah şu cevabı vermektedir: 231 Mecmuu’l-Fetava, 7/375-377 110 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ “Hamd Allah’a mahsustur. Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem getirdiklerine iman eden herkes, onu inkar eden herkesten daha iyidir. İman eden kişi de bid’atın bazı çeşitleri bulunuyor olsa da bu böyledir. Bu bid’atın, Hariciler, Şia, Mürcie, Kaderiyye ve diğerlerinin bid’atlarından olması farketmez. Şüphesiz Yahudiler ve Hristiyanlar kafirdir. Bunların küfrü, İslam dininden zorunlu olarak bilinen bir küfürdür. Bid’atçı ise, kendisinin Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem muvafık hareket ettiğine ve aykırı düşmediğine inanıyorsa, bundan dolayı kafir olmaz. Kafir sayılsa bile, onun küfrü Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem yalanlayanın küfrü gibi değildir.” 232 Sonuç olarak; te’vil küfrü ile içerisinde İslam’dan çıkarak başka bir dine geçmenin ve İslam’dan uzaklaşmanın bulunduğu riddet küfrünü veya dinden zorunlu olarak bilinen açık bir küfrü eşit görmek ve özellikle de, te’vilden dolayı tekfir edilen kişiyi, mümteni’ konumdaki tağut ve mürtedler ile eşit değerlendirmek doğru değildir. Dolayısıyla te’vil küfrünün sahibine, istitabe uygulamadan ve hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir hükmünün sonuçları uygulanmamalıdır. 233 Çünkü böyle bir şey, namaz kılan muvahhid Müslümanların kan, mal ve ırzlarının heder olmasına yol açmaktadır. Bunun da Müslümanlar için ne kadar tehlikeli ve zararlı olduğunu Allahu Teala bilir. Şevkani Rahimehullah, “Hadaiku’l-Ezhar” isimli kitabın müellifinin “Hangi yönden olursa olsun, harp ehli ve mürtedin cezası ölümdür” sözüne ilişkin şöyle der: “Müellif, “hangi yönden olursa olsun” derken, te’vil küfrünü, ıstılahi olarak riddet manasına dahil etmeyi amaçlamıştır. Bu ise, bağışlanamayacak kadar büyük bir hatadır. Böyle bir şey doğru olsaydı, yeryüzündeki bütün Müslümanlar mürted olurdu. Çünkü dört mezhep ehli Eş’ari ve Maturidi olup Mutezile ve tabilerini tekfir ederler, Mutezile ise onları tekfir eder. Halbuki bütün bunlar kovulmuş şeytanın kışkırtması, aşırı taassubun ve büyük anlayışsızlığın belirtileridir.” 234 Şevkani Rahimehullah, aynı müellifin “Te’vilci de mürted gibidir” sözü hakkında ise şöyle der: “İşte burada şunu derim ki; dinde aşırılığın, Kur’an, 232 Mecmuu’l-Fetava, 35/122, Es-Sarimu’l-Meslul kitabından da mücerred irtidat ile diğer irtidat çeşidi arasında ayırım yaptığını aktarmıştık. 233 Bu ayarımın önemli bir çok sonucu bulunmaktadır. Günümüzün musibetlerinden haberdar olan bir kişinin buna dikkat etmesi gerekir. Mürted olanın kestiği ile te’vil yolu ile tekfir edilenin kestiği hayvanın eti arasında ayırım yapmak gibi. Çünkü te’vil yolu ile kafir olduğu söylenen kişi hala bizim gibi namazı kılmakta, kıblemize yönelmekte ve kestiğimizi yemektedir. Aynı şekilde şahitliği, haberleri ve bid’at dışında rivayeti kabul edilmektedir. Bunların ayrıntıları yerinde belirtilmiştir. 234 Es-Seylu’l-Carrar, 4/373 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯111 ⎯⎯ sünnet, burhan ve Allahu Teala’nın bildirmesi olmadan, Müslümanların birbirini tekfir etme cinayetine varması karşısında gözyaşı dökülür ve hem İslam’a hem de Müslümanlara ağıt yakılır. Dinde aşırılık ve taassub kazanları kaynayınca ve şeytan Müslümanları birbirine düşürmeyi başarınca, havadaki toz ve çöldeki serap gibi olan basit şeyler yüzünden, hevaları onlara birbirlerini tekfir etmelerini telkin etti. Müslümanların hiçbir şekilde uğramadığı bu musibet karşısında Allahu Teala’nın Müslümanların yardımına koşmasını istemekten başka ne söylenebilir! Bütün bunlar karşısında Allahu Teala’nın murakebesinden bir eser bulunan, İslami gayretten bir nasibi olan ve bu dini anlayan herkes bilir ki Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem İslam’ın hakikati sorulduğunda şöyle buyurmuştur: “İslam, namazı kılmak, zekatı vermek, Allah’ın evini hac etmek, Ramazan orucunu tutmak ve Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmektir.” Bu anlamdaki hadisler mütevatirdir. Kim olursa olsun bunu kabul etmeyenlerin aksine, bu beş temeli yerine getiren ve gerektiği gibi işleyen kişi Müslümandır. Kim buna aykırı olarak değersiz sözler, yanlış bilgiler ve cahilce şeyler öne sürerse, onları yüzüne çal ve ‘Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem burhanı senin bu sayıkladıklarından önde gelir’ de. Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem sözü karşısında bütün sözleri bırak! Dininden emin olan kişi, macera arayan kişi gibi değildir.” 235 235 Es-Seylu’l-Carrar, 4/584 112 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ -30KÜFÜR OLAN BİD’ATLAR İLE, MASİYET VE FURU’ TÜRÜNDEN OLAN BİD’ATLAR ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK Tekfirde yapılan hatalardan biri de, küfür olan bid’atlar ile, masiyet ve furu’ türünden olan bid’atlar arasında ayırım yapmamak ve masiyet türünden olan bid’at sahiplerine de kafir muamelesi yapmaktır. Hamaset sahiplerinden birçoğu kendi hasım ve muhaliflerini bid’at ehlinden saymakta, alimlerin Cehmiyye, Rafıziler ve benzerlerinden küfür olan bid’at ehli için kullandıkları terimleri, muhalifleri için de kullanmakta, onlarla her türlü ilişkiyi kesmeyi, selam vermemeyi ve dışlanmaları gerektiğini savunmakta ve arkalarında namaz kılmayı yasaklamaktadırlar. Bunlardan bazıları günahkar Müslümanları da bu kapsama sokmakta ve hepsine küfür olan bid’at sahipleri ve hatta mümteni’ mürted muamelesi yapmaktadır. Allahu Teala’nın dinine karşı savaşan tağutların destekçilerine karşı yapılması gereken muamelenin neredeyse aynısını muhaliflerinden olan Müslümanlara karşı da uygulamaktadırlar. Kafirlerden uzaklaştıkları gibi Müslümanlardan da uzaklaşmakta, Müslümanlar hakkında Allahu Teala’nın ölçülerini çiğnemekte, dokunulmazlıklarını ihlal etmekte ve İslam’ın onlara tanıdığı hakları daraltmaktadırlar. Halbuki tamamen uzaklaşma (el-bera) ancak kafirlere karşı uygulanacak bir muameledir. Günahkar Müslüman hakkında ise, uygulanması gereken muamele sadece onların günahlarından beri olmaktır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Sana uyan mü’minlere kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım.” 236 Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Halid bin Velid’in Radıyallahu Anhu, Beni Cuzeyme’den alınan ve “Eslamna (Müslüman olduk)” diyemeyip, aynı manayı kastederek “Sabana” diyen esirleri öldürdüğü kendisine haber verilmesi üzerine şöyle buyurmuştur: “Allah’ım, Halid’in yaptığından beriyim.” 237 Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Allah’ım, Halid’ten beri- 236 237 26 Şuara/216 Buhari, Kitabu’l-Meğazi ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯113 ⎯⎯ yim” dememiştir. Bu mananın altında birçok önemli incelikler bulunmaktadır. İbn-i Teymiye Rahimehullah, kendilerinden daha üstün konumdaki ilim ehlinin dahi hata yapabildikleri bazı konularda yanılan zümrelerin tekfir edilmesine karşı çıkmış ve bu zümreler gerçekten bid’at sahipleri de olsalar, onlara kafir muamelesi yapılmasını şiddetle eleştirmiş, bu tür zümreleri tekfir eden veya onlara kafir muamalesi yapanların bid’atının, bunların bidatlarından daha büyük olabileceğini belirterek şöyle demiştir: “Bu nedenle selef, muhalif konumda olsalar dahi birbirine din dostluğunda bulunmuş ve kafirlere yapılan düşmanlık gibi bir muamelede bulunmamışlardır. Onlar, birbirinin şahitliğini kabul eder, birbirinden ilim öğrenir, karşılıklı miras ve evlenme hukukunu yerine getirir ve birbirlerine Müslüman muamelesi yaparlardı.” 238 Keşke günümüz hamaset sahiplerinde de durum bu şekilde olsaydı. Ne yazık ki onlar, kararlaştırdıkları bu haksız muamelelere riayet etmeyen kendi arkadaşlarına bile aynı şekilde davranmaktadırlar. Bu arkadaşlarını da bid’at ehli olarak nitelemekte ve onlarla her türlü ilişkiyi kesmektedirler. Onların bu tutumları, “kafiri tekfir etmeyen kafirdir” diyen ve bu ilke üzerinde zincirleme olarak bir çok kişinin kafir olduğunu söyleyen aşırı tekfircilerin yaptığına benzemektedir. Bunlardan bazıları bu söylediklerini doğrulamak maksadı ile bu iddialarına ilim ehlinin sözleri ile yama yaparlar. Kahtani’nin Nuniyye’sinde söylediği “Bid’atçı, bid’atçı ile oturur kalkar, külün altında ise közler tutuşur” gibi sözler onların kendi iddialarına yama olarak kullandıkları sözlerdendir. Selef bu sözleri ile küfür olan bid’at ve heva sahipleriyle oturup kalkmaktan sakındırmıştır. Ancak bunlar, şer’i birer delil niteliğinde olmayan bu sözleri, ısrarla günahkar Müslümanlar hakkında uygularlar ve herkesten de aynı tutum içerisinde olmalarını isterler. Bu tutum içerisinde olmayanları da, muhalifleri kategorisine ilave ederek bütün dokunulmazlıklarını mübah kılarlar. Maalesef, bu fikrî terör ve bağnazlık yaygınlaşmış ve muhalifleri konumundaki insanlar için bir baskı halini almıştır. Bu hata, davetçiler arasında da yayılmış ve bazıları bid’at ve bid’atçı gibi sıfatları kullanmakta ölçüyü kaçırmışlardır. İnsanlar birbirleriyle olan ilişkilerini kesmiş, birbirlerine karşı alçak gönüllü olmayı unutmuştur. Hatta fazilet sahibi kişilerden biri kardeşlerinin kendisini terkettiklerinden, kendisine haksızlık yaptıklarından ve kendisi ile selamı dahi kestiklerinden yakınmıştı. Bu yaptıklarının sebebinin ise, 238 Mecmuu’l-Fetava, 3/176, Daru İbn-i hazm baskısı 114 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ günahkar bazı kişilere zaman zaman uğramasının, onları aydınlatıp davet etmesinin ve batıl şeylerini kendilerine göstermeye çalışmasının olduğunu söyledi. Halbuki bu günahkar insanlar pişmanlık duyduklarını, tevbe edeceklerini söylemekte ve inat göstermemektedirler. Ancak şehvet ve kötü arkadaş onları perişan etmektedir. Bunların, kendilerine sabredecek, onları düzeltecek ve şeytanın musallat olmasını kolaylaştıran kötü arkadaşlara teslim etmeyecek kişilere ihtiyacı bulunmaktadır. Yoksa onları terkedecek kişilere değil. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashabının en hayırlılarından olan üç kişi ile, Tebuk Seferi’ne katılmamaları nedeni ile ilişkiyi kesmiş, ancak imanı zayıf olan kişilere karşı böyle bir uygulamada bulunmamıştır. Dolayısıyla bu içtihadi bir mesele olup, davetçi, maslahatı kendi içtihadı ile belirler. Davetçinin, bu tür durumlarda, önceden belirlenmiş olan muayyen bir içtihad veya tercihe bağımlı kalması doğru olmaz. İnsanları sapık ve bid’atçı saymak, onlara düşman kesilmek gibi baskı üsluplarından birini uygulamak bir yana, kimseyi onlardan ilişkiyi kesmeye zorlamak doğru değildir. Fasık veya masiyet sahibi olan kişilere karşı, dalalet içerisinde olan sapık heva sahipleri veya küfür olan bid’at ehline yapılan muamelenin aynısı ile muamelede bulunmak ve baskı uygulama iddiası ile gerekli açıklama ve nasihatta bulunmadan onlardan ilişkiyi koparmak doğru olmaz. Bu hatayı işleyenler, belki de hırçın mizaçlarına uygun geldiği için veya Allahu Teala’ya yapılan davette sabırsız ve dayanıksız oldukları için bu şekilde davranmaktadırlar. Bu alanda ifrat ve tefrit içerisinde olan insanlar bulunmaktadır. Bir kesim şirk ve küfür erleri olan Allahu Teala’nın düşmanlarına yalakalık yaparak, muvahhidlerin davetteki katı üslubunu bahane edip, Müslümanlara göstermedikleri yumuşak muameleyi onlara uygulamaktadırlar. Bunların tam zıddı olan kesim ise, bazen tekfir etmek, bazen de katı ve kaba davranmak, sapık ve bid’atçı saymak ve ilişkileri kesmek suretiyle kendilerine muhalif olanları, tekfir ettikleri şirk askerleriyle eşit saymışlardır. Hatta bunlardan öyleleri bulunmaktadır ki, tekfir ettikleri şirk askerlerine gösterdikleri yumuşak davranma, hikmetli ve güzel öğüt verme gibi muameleleri, kendilerine muhalif olan ve aynı yoldan gitmeyi kabul etmeyen hasımlarına veya masiyet sahibi Müslümanlara göstermemektedirler. Oysa ki bu davranış, şeriatın ölçüleriyle zaptedilmez ise, sahibinin, putperestleri bırakıp Müslümanlarla savaşan Haricilere katılmasından endişe edilir. Durum olarak daha kötü ve yol olarak daha sapık olan ise günümüz Cehmiyye ve Mürcie çömezlerinin tavrıdır. Bunlar davetçilere dillerini ve ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯115 ⎯⎯ kalemlerini musallat etmiş, muvahhidlere savaş açmış ve mücahidlere düşmanlık bayrağını yükseltmişlerdir. Halbuki bunlar aynı zamanda tağutları savunmak için ellerinden geleni yapmakta, onların eşiklerinde debelenmekte ve kendilerini, bu tağutların kucaklarına atmaktadırlar. Halbuki hak, orta yoldur ve ne ifrata kaçanların ifratı, ne de tefrite kaçanların tefritinde değildir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, Ehl-i Sünnet ve’lCemaat’e mensup olan kelam ehlinden çoğunun durumunu ve sünnete kendilerinden daha uzak olan fırkalara cevap verirken ölçüyü kaçırdıklarını, bazen haksızlık yaparak büyük bir bid’atı ve batılı red edebilmek için, ondan daha küçük bir bid’atı ve batılı işlediklerini belirterek şöyle der: “Bunlar gibi olanlar, bu tür bid’atlarını, Müslümanların cemaatini böldükleri, dostluk ve düşmanlıklarını üzerine bina ettikleri bir akide haline getirmedikleri sürece hataya düşmüş kişiler olarak kabul edilirler. Allahu Teala bu tür şeylerde mü’minlerin hatalarını bağışlar. Ümmetin selef ve imamlarından birçok kişi bu hataya düşmüştür. Bu tür hatalara düşmüş olanların, içtihad ederek söyledikleri öyle görüşleri vardır ki Kitap ve Sünnet’e aykırıdır. Ancak bu tür hatalar, kendisine muvafakat edene dostluk gösteren ve kendisine muhalefet eden her kişiyi fasık veya kafir olmakla suçlayarak düşmanlık yapan ve Müslümanların cemaatini bölen, tefrika ve ihtilaf ehlinden olan kişilerin işledikleri seviyesinde değildir.” 239 İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu sözlerinin hemen ardından Hariciler hakkında bahseder. Çünkü sözünde aktardığı bu sıfatlar, özellikle Haricilerin niteliklerindendir. Bu nedenle, bu davetçilerin bağnazlığı o dereceye varmıştır ki; kafir, müşrik, tağut ve tağutların destekçileri olanlar ile, masiyet sahibi olan Müslümanlar arasında ayırım yapmamakta ve küfür olan bid’atlar ile küfür olmayan bid’atları birbirine karıştırmaktadırlar. Bu ise, davetin düşmanları olan insanların eline, Haricilerin yaptıkları gibi bütün insanların mutlak olarak tekfir edildiğini kanıtlamaları ve dolayısıyla da davet ve davetçileri kötülemeleri açısından büyük fırsatlar vermektedir. Çünkü maalesef, bu davetçilerin mümteni’ olan kafirlere olan muameleleri ile fasık yahut te’vil ehlinden olan muvahhidlere olan muameleleri arasında bir fark görmemektedirler. Hapishanede beni ziyaret eden gençlerden bazıları, bana kendilerine yapılan bazı haksızlıklar hakkında yakınmıştı. Bu gençler, Allahu Teala’nın isim ve sıfatları konusunda Eş’arilerin görüşlerine yakın bazı te’villerde bulunma ile suçlanmışlar. Bu gençlerden biri bana, Tevhid davetine mensup bir takım kişilerin kendilerine haksızlık yaptığını, kendilerinden ilişkiyi kes239 Mecmuu’l-Fetava, 3/217 116 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ mede ölçüyü kaçırdıklarını, bu türden bir takım te’villeri bulunsa da, bunlarla meşgul olmadıklarını ve gündeme getirmediklerini, esas işlerinin Tevhid’e davet ve gençleri tağutlardan beri durmaları üzere yetiştirmek olduğunu, bundan dolayı Allahu Teala’nın düşmanlarının yakalarını bırakmadıklarını ve onlara karşı hoşgörülü davranmadıklarını, Tevhid’e çağıran ve tağuta düşmanlık yapan herkes gibi kendilerinin de, bu tağutların askerleri tarafından takip edildiklerini, kendilerine bu askerler tarafından baskı yapıldığını ve tutuklandıklarını, buna rağmen kendileri hakkında aşırıya kaçan bu kişilere yaranamadıklarını anlattılar. Tağutlara düşman ve onlardan beri olmanın kendilerine nisbet edilen bu tür te’villerden çok daha önemli olduğunu onlara izah edemediklerini, aralarındaki bu sorunu bağnazlık ve bühtan ile değil, delil ve bürhan ile çözmek gerektiğini kabul ettiremediklerini söyledi. Kendilerine yapılan bu muamelenin hala devam ettiğini, hiçbir açıklama ve nasihatta bulunulmadan kendileri hakkında gıybet edilmesini helal gördüklerini ve Allahu Teala’nın düşmanlarının eline fırsat verildiğini anlattı. Allahu Teala’nın düşmanlarının kendilerini tutukladıkları zaman saflar arasında nifak çıkarmak ve tağutların kendilerini istihbarat elemanı olarak kullanmak istedikleri ile suçlandıklarını, haksızlıkta bulunan bu kişilerin kendileri ile ilişkileri kesip selam bile vermediklerini ve kafir olduklarına karar verdikleri tağutların destekçilerine yapılan muamelenin aynısı ile kendilerine muamelede bulunduklarını haber verdi. Bu genç Allahu Teala’nın düşmanlarının oyunlarına gelmemiş ve tuzaklarına düşmemiş ise, acaba diğer bütün gençler bu seviyede midir? Bu davetçilerin bağnaz ve sert tutumları nedeni ile, bunlar içerisinde tağutların kucağına düşebilme ihtimali olanlar yok mudur? Acaba bu gençlerden her biri, kendisine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve diğer Müslümanlar tarafından konuşma boykotu uygulanması üzerine Ğassan hükümdarının bir mektup göndererek yönetimine sığınabileceğini teklif ettiği Kab bin Malik’in olayını hatırlayabilecek ve kendisini zarardan koruyabilecek durumda mıdır? Acaba bu gençler, Kab’ın Radıyallahu Anhu, hükümdarın mektubunu ateşe attığı gibi, tağutların zararlarından korunmak için tekliflerini yüzlerine vuracak bilinçte midir? Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ashabının, daru’l-İslam’da boykot ettikleri üç Müslümanın durumu ile bu gençlerin durumunun aynı olmadığını, bugün Müslümanların mustaz’af durumda olduklarını ve halkın imanının o üç sahabenin imanı derecesinde bulunmadığını göz önünde bulundurmamız gerekmez mi? Bu nedenledir ki, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, imanı zayıf olup Tebük Seferi’ne katılmayan diğerlerine böyle bir muamelede bulunmamış, kendisine beyan ettikleri özürlerini kabul etmiş- ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯117 ⎯⎯ tir. 240 Bu konuda aşırıya kaçanların çoğu, işte bu kavrayış ve anlayıştan yoksun olmaları sebebiyle Allahu Teala’nın düşmanlarının gözlerini aydın etmişlerdir. Mutezile’den olanlar geçmişte, mezheplerini Haricilerinden ayırmak maksadı ile dinden çıkmamış olan fasık kişinin tekfir edilmemesi yönünde görüş bildirdiler. Bu kişiye kafir ismini vermediklerini, ancak Müslüman olduğunu da söylemediklerini ve bu kişinin İslam ve küfür arasında olduğunu (menzile beyne’l-menzileteyn) uydurdular. Bu fasığın akibeti konusunda ise Hariciler ile aynı görüşü paylaşmaya devam ettiler ve bu kişinin ebedi cehennemlik olduğunu bildirdiler. Peki tekfir ederek ebedi cehennemlik olduğuna hükmettikten sonra, bu kelime oyunlarının o fasık kişiye olan faydası nedir? Günümüzde aşırıya kaçmış olanların çoğu da Haricilerin ve Mutezilenin mezhebini bilmekte ve onlardan beri olduklarını söylemektedir. Hasımlarını tekfir etmediklerini, onları İslam ve küfür arasında bir yere de koymadıklarını, aksine Müslüman olduklarına hükmettiklerini, ancak onları bid’at ve masiyet sahibi olarak gördüklerini söylerler. Buna rağmen, hasımlarına müşrik ve kafirlere karşı yapılan muamelenin aynısını uygularlar. Dolayısıyla isimlendirme ve hükümde Ehl-i Sünnet’e muvafakat ederler, ancak dünyevi muamelede Hariciler ve benzerleri gibi davranırlar. Bu yeni bir bid’at mıdır, yoksa düşmanlık insanların gözlerini kör ederek onları saptırmakta mıdır? Bilindiği gibi uygulanan bu dünyevi muamelenin insanlara olan zararı, Mutezilenin vermiş olduğu uhrevi hükümden çok daha fazla ve şiddetlidir. Çünkü ne Mutezile ve ne de bir başkası, insanlar hakkında verdikleri hükümleri, ahirette onlara uygulama imkanına sahip değildir. Onların verdikleri bu hüküm sadece itikadi bir mesele niteliğindedir. Ancak aşırıya kaçanların fasık Müslümanlara yaptıkları muamele böyle değildir. Onlar dünyada insanlara bu şekilde ceza vermekte ve uygulamaktadırlar. İşin daha da kötüsü, bu muamelenin zararı sadece ilişkiyi kesme, selam vermeme, iftira, baskı ve hakların daraltılması ile kalmamakta ve bazı yerlerde Müslümanların kanlarının dökülmesine kadar varmaktadır. Hata içerisinde olan bu kişilerden bazıları, bid’at ehli olduğunu söyledikleri hasımlarının kanını bütün dünyanın gözü önünde dökmüştür. Böylece 240 Kab bin Malik hadisi için bakınız: Buhari, Kitabu’l-Meğazi. İbn-i Hacer’in bu hadis ile ilgili açıklamaları için ise Fethu’l-Bari’nin “Din yönünden kuvvetli ve zayıf kişileri boykot etmede ayırım yapmak” bölümüne bakınız. İbn-i Teymiye El-Fetava, 28/115’de bununla ilgili olarak güzel açıklamalarda bulunmuştur. Bizim de, bu konu ile ilgili olarak, Sevaka Hapishanesi’nde kaleme aldığımız bir risale vardır. 118 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Benden sonra birbirinin boynunu vuran kafirler olmayın” 241 buyararak sakındırdığı işi yapmışlardır. Halbuki her iki taraf da Allahu Teala’nın düşmanlarının pençesinde ezilmiş ve takibat altındadır. Ne devletleri, ne de güç ve iktidarları vardır. Bir de bunların devletleri olsa acaba neler yaparlardı? İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Müslüman taifelerden birinin diğerini tekfir etmesi, kan ve mallarını helal görmesi en çirkin bid’atlardandır. Bu konuda şöyle denir: Bu durum bid’atçının ekinidir. Halbuki bu, iki yönden çok sakıncalıdır: Birincisi: Tekfir edilen fırkanın iddia edilen bid’atı, tekfir eden fırkanın işlediği bid’attan daha küçük olabilir. Yani tekfir eden fırkanın bid’atı daha büyük, daha çirkin ve daha zararlı olabilir. Birbirlerini tekfir eden bid’at ehlinin çoğunun durumu budur. Şayet bid’atçı tekfir edilecekse, her iki tarafın da kafir olması gerekir. Tekfir edilmeyecekse, her iki taraf da tekfir edilmez. Çünkü her iki taraf aynı şekilde bid’atçıdır ve belki de bid’atları aynı seviyededir. Taifelerden birinin hasımlarını tekfir ederken kendi mensuplarını tekfir etmemesi, cehalet ve haksızlıktır. İşte bunlar, Allahu Teala’nın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir: “Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” 242 İkincisi: Bu iki taifeden sadece birinin bid’atçı olduğu varsayılsa bile, diğer taifenin, Ehl-i Sünnet’in görüşünde hata eden herkesi tekfir etmeye hakkı yoktur...” 243 Şeyhu’l-İslam Rahimehullah, bunları aktardıktan sonra, Müslümanların hatalarından dolayı mazur görülmeleri gerektiğini deliller ile izah etmektedir. Bunu önceki konularda aktarmıştık. Yine yukarıda izah ettiğimiz gibi, alimlerin te’vil kafirleri olarak isimlendirdikleri, yani kişiyi küfre götüren bid’at sahipleri ile açık bir riddet ile mürted olan kişinin arasında ayırım yapılması gerekir. Her iki tarafı kendilerine uygulanacak muamelede, istitabede, tekfir hükmünü muayyen bir kişiye indirgemede ve dokunulmazlarının helal kılınmasında eşit tutmak doğru değildir. Kaldı ki mücerred riddet suçu işleyen kişi ile riddet suçunda ileriye giden kişi arasında, istitabenin uygulanması konusunda da fark bulunmaktadır. Durum böyle iken, bid’atları, mücerred veya daha ileri derecede bir riddet derecesine varması bir yana, küfür derecesine bile varmayan insanlar hakkında nasıl böyle hüküm verilebilir ki! 241 Buhari 6 En’am/159 243 Mecmuu’l-Fetava, 7/417 242 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯119 ⎯⎯ Bid’at ehli oldukları gerekçesiyle Müslüman kardeşlerinin kanını döken bu kişilere karşı alimlerin tepkisi şiddetli olunca, selefin bid’at ehline karşı amansız tavrına ve onlar hakkında kullandıkları kimi ifadelere sığındılar. İbn-i Teymiye’nin hulul (yaratanın, yaratılan suretinde bulunabilmesi) ve ittihadçıların elebaşılarını kötüleyen, onlarla mücadele edilmesi, cihad edilmesi ve onların söylemlerini savunanlarının şiddetle cezalandırılması gerektiğini, bunların zararlarının Moğollardan, eşkiyalardan, hırsızlardan, halkın mallarına musallat olanlardan ve İslam dininden çıkanlardan daha büyük olduğunu belirten bazı ifadelerini naklettiler. Kendilerinin bid’atçı olarak nitelendirdikleri kişilerin, bu sayılanlardan daha zararlı ve kötü olduklarını, çünkü İslam dinine büyük zararlar verdiklerini öne sürdüler ve bütün bunları hasımlarını öldürmeyi meşru göstermek için yaptılar. Günümüzde Müslümanlar arasındaki husumetlerde, insaf nadir olarak bulunduğu için İbn-i Teymiye’nin bu sözlerine sığınanlar, onun bu sözlerinin, İslam ve Müslümanlar için Yahudi, Hristiyan ve küfrün önderleri olan Firavun ve benzerlerinden daha kötü olduğunu söylediği hulul ve ittihadçılar hakkında olduğunu açıklamadılar. İbn-i Teymiye’ye ait olan şu sözleri aktarmak ile yetindiler: “Onların liderleri küfür önderleridir, öldürülmeleri gerekir, tevbe etmeden önce ele geçirilirler ise hiçbirinin tevbesi kabul edilmez. Çünkü bunlar Müslüman görünüp zındık olanlarınkinden daha büyük bir küfür ile kafir olanlardır. Onlar İslam dinine aykırı olan sözlerinin bilincinde ve farkındadırlar. Onlara mensup olan, onları savunan, öven, kitaplarına değer veren, onlara yardım ve destek verdiği bilinen veya onların aleyhine konuşmaktan nefret eden ve onları mazur göstermeye çalışan herkesin cezalandırılması gerekir..” “Halbuki bu tür mazeretleri ancak cahil veya münafık olanlar ileri sürebilir. Hatta onların durumunu bilip, onlarla mücadele konusunda yardımcı olmayan herkesin de cezalandırılması gerekir. Çünkü bunlar ile yapılacak savaş, akılları ve dinleri bozmaları nedeni ile en önemli vaciplerdendir.” İbn-i Teymiye Rahimehullah bu sözlerinin sonunda şöyle demektedir: “Bunların dine olan zararları, yolkesen ve insanların mallarını alıp yağmalayan, ama onların dinine dokunmayan Moğolların yaptığı gibi, Müslümanların dinlerine dokunmayarak, sadece dünyalarını ifsad edenlerin zararından daha büyüktür. Onları tanımayanlar, onların ne derece tehlikeli olduklarını bilmezler. Onların sapıklığı ve saptırmaları, anlatılamayacak kadar büyüktür. Bunlar Karamati Batiniyyeleri’nden farksızdırlar.” 244 Aşırıya kaçan bu kişilere yavaş olmalarını tavsiye ediyorum. Bir meseleyi delillendirme (istidlal) bu şekilde yapılmaz. İbn-i Teymiye’nin sözünü 244 Mecmuu’l-Fetava, 2/131-132 120 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ettiği bu kişiler nerede, furu’dan olan bazı meselelerde fasıklık yapan ve muhalefet eden günahkar insanlar nerede?! Dolayısıyla hüküm verirken ve isimlendirme yapılırken, mutlaka ayırım yapılması gerekir. Eksikleri bulunsa ve günah işleseler de, İman dairesinde kaldıkları sürece, Rahman’ın dostları ile şeytanın dostları olan kafir ve mürtedler arasında, gerek dostluk (vela) konusunda ve gerekse uygulanacak muamele konusunda ayırım yapılması gereklidir. Husumet sebebiyle haksızlık yapılarak, iki tarafı birbirine karıştırmaktan şiddetle sakınmak gerekir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Ölçeği tam ölçün, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın” 245 , “Hilekarlara yazıklar olsun.” 246 Allahu Teala bereketini artırsın, İbn-i Teymiye’nin Fetava’larında çok güzel tesbitler bulunmaktadır. Bu tespit ve değerlendirmeleri, hasımlarına karşı taşıdığı insaftan kaynaklanmaktadır. Ona muhalif olanların bu insafa sahip oldukları ne yazık ki çok nadirdir. Özellikle bugünkü husumetlerde bu insafı görmemiz çok zordur. O, bu insaf tablolarının birinde şöyle demektedir: “Bid’at ehlinden olan kimileri, hem zahiri ve hem de batıni imana sahip olmakla beraber haksızlık ve cehaletlerinden dolayı sünnetler konusunda hata etmiş olabilirler. Böyleleri münafık veya kafir değildir. Bu kişiler zulüm ve haksızlığı sebebiyle masiyet sahibi veya fasık da olabilirler. Ya da yapmış oldukları te’villerinde hataya düşmüş ve bu hataları da bağışlanmış olabilir. Bütün bunlarla beraber İman ve takva derecesine göre Allahu Teala’ya dostluğu ve imanı da bulunabilir.” 247 245 26 Şuara/181-182 83 Mutaffifin/1 247 Mecmuu’l-Fetava, 3/220 246 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯121 ⎯⎯ -31TAĞUTLARI TEKFİR ETMEYEN HERKESİ TEKFİR ETMEK Tağutları tekfir etmemeye binaen Tevhid’in gerçekleştirilmediği iddiası ile, tağutları tekfir etmeyen herkesi tekfir etmek de bu meselede yapılan önemli hatalardan biridir. Şüphesiz tağutları tekfir etmek, Tevhid’in şartı ve yarısıdır. Tağutu tekfir etmeyen kişi, kopması mümkün olmayan sağlam ipe sarılmamış ve böylece helak olan kafirler zümresinden olmuş olur. Allahu Teala şöyle buyurur: “O halde kim tağutu inkar edip Allah’a iman ederse, sağlam kulpa yapışmıştır ki o hiçbir zaman kopmaz.” 248 Ancak tağutu tekfir etmek, onu inkar etmenin sıhhatinin şartlarından bir şart mıdır? Diğer bir mana ile; Müslüman görünmesi, namaz kılması ve ibadet etmesi gibi davranışlarına aldanarak veya cehalet sebebi ile tağutu tekfir etmeyen bir Müslüman, tağutu tekfir etmemesi sebebi ile kafir midir? Biz burada, tağutları tekfir etmenin önemi üzerinde durmadığımız gibi, bunun ihmal edilmesine veya bunun öğretilmesinin terkedilmesine de davet etmiyoruz. Birtakım kişiler bizim söylediklerimizi bu şekilde anlamak veya böyle göstermek isteyebilir. Asla! Bizi ve yazdıklarımızı bilen herkes bu konu üzerinde ne kadar önemle durduğumuzu bilir. Zaten bizim yazdıklarımız sadece bu mesele ve bu meselenin etrafındaki konular ile ilgilidir. Bizim yapmak istediğimiz sadece bu işin usulünü, kuralını ve ölçüsünü belirlemek, delillerini ortaya koymaya çalışmaktır. Hamasi genellemeler, hakkın ortaya çıkması konusunda bir şey veremezler. Susamış kişinin su sandığı, ama yanına geldiğinde su değil, zehir bulduğu hamasi sözlere ve genellemelere ihtiyacımız yoktur. Tağutun tekfir edilmesini, onların inkar edilmesi konusunda şart olarak gören bazıları, günümüz alimlerinin bazı genellemeleri dışında bu söyledikleri ile ilgili hiçbir delil gösteremezler. Bu kişiler alimlerin sözlerinden yararlanırlar. Ancak alimlerin sözleri delil olmayıp, delillendirilmesi gerekenlerdendir. Şevkani Rahimehullah şöyle der: “Şartın yokluğu, kendisi hakkında şart koşulanın (meşrut) yokluğunda etkili olur. Ancak şartın varlığı, kendisi hakkında şart koşulanın varlığında etkili olmaz. Bununla birlikte şartın sabit olması, o şartın yokluğu halinde kendisi hakkında şart koşulanın da yoklu248 2 Bakara/256 122 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ğuna delalet eden bir delil ile gerçekleşir. Bu ise kendisini ve sıhhatini nefyetmek için, “şöyle yapanın veya yapmayanın namazı olmaz” demek gibi açık bir ibare ile olur...” “Mücerred olarak gelen emirler, daha çok bir şeyin vacip olduğuna delalet eder. Vacip ise işleyenin sevap, terkedenin cezayı hak ettiği şeydir. Bu, her zaman, o vacibin şart olmasını (imanın aslından olan bir şart gibi) gerektirmez, sadece terkeden kişinin günahkar olmasını da gerektirebilir. Yokluğunun, yokluğu gerektirmesi sözkonusu değildir. Bu şekilde, o şeyin, bir şeyin olmamasını gerektirecek bir şart niteliğinde olduğuna dair delillendirme de bulunmak (istidlal) doğru olur. Bununla birlikte o şeyden dolayı meydana gelen nehyin yani geçersizliğin, o şeyin kendisi veya bir parçası sebebi ile olması gerekir.” 249 Şimdi soruyoruz; tağutların tekfir edilmesinin, tağuta ibadetten kaçınma ve onu inkar etmenin sıhhatinin şartı olduğuna dair, Allahu Teala’nın veya O’nun Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem sözünde açık bir delil var mıdır? Tağuta ibadetten kaçınma ve onu inkar etmenin İslam’ın sıhhatinin şartı olduğuna dair ittifak bulunmaktadır. Tağutu reddetmek, ona ibadet etmeyi reddetmek, batıl din ve şeriatını reddetmek, ona dostlukta bulunmayı ve destek vermeyi reddetmek anlamında tağutu inkar, Müslümanın İslam’ının sahih olduğunu gösterir. Allahu Teala kullarını müjdeleyerek şöyle buyurmakadır: “Tağut’a kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır.” 250 Tağutlardan bazılarının durumunu bilmemesi veya tekfir edilmelerine şer’i bir engel bulunduğu zannıyla, onların küfrü kendisi için net olmadığından dolayı onları tekfir etmeyen, ancak tağutlara ibadet etmekten uzak duran ve Rab’lerine yönelen kişilere Allahu Teala’nın verdiği bu müjdeyi aşırıya kaçan bu insanlar hangi delil ile iptal edebilirler?! Bu genelleme konusunda aşırıya kaçanlardan bazılarıyla bir ara münakaşa ettim ve onlara aynı şeyi sordum. Kitap ve Sünnet’ten buna açıkça delalet eden bir tek delil gösteremediler. Delil olarak sadece Muhammed bin Abdulvehhab’ın şu sözlerine dayandıklarını söylediler: “İslam dininin temeli ikidir: Birincisi; tek olan Allah’a ibadet etmeyi emretmek, buna teşvik etmek, buna göre dostlukta bulunmak ve terkedeni tekfir etmektir. Diğeri ise; Allahu Teala’ya kullukta şirkten sakındırmak, bunun cezasının ağır olduğunu söylemek ve bunu yapanları tekfir etmektir. Tevhid makamı ancak bununla tamam olur.” 249 250 Es-Seylu’l-Carrar, 1/157-158 39 Zümer/17 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯123 ⎯⎯ Bu gençler, şeyh Muhammed bin Abdulvehhab’ın Rahimehullah, “Allahu Teala’ya kullukta şirkten sakındırmak, bunun cezasının ağır olduğunu söylemek ve bunu yapanları tekfir etmektir” sözleri ile uçmaktadırlar. O’nun sözündeki “yapanları tekfir etmektir” ifadesini İslam dininin aslı ve dostluk ve düşmanlık akidesinin dayanağı haline getiriyorlar ve kendilerine göre bunu yapmayan veya bunda gevşeklik gösteren kişileri tekfir ediyorlar. Halbuki şeyh Muhammed bin Abdulvehhab’ın sözlerinin sonundaki ifade çok açıktır ve bu sözü mutlak olarak söylemesi, İslam’ın asıllarından, gereklerinden ve vaciplerinden olan ve ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken bu şeyleri genel olarak topladığını beyan etmektedir. Yukarıda aktardığımız sözünün sonunda şöyle der; “Tevhid makamı ancak bununla tamam olur.” Açık olan bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, burada Tevhid makamının kemali kastedilmektedir. “Tevhid makamı bunsuz sahih olmaz” veya “..kabul olmaz” denilmemektedir. “Sahih olmaz” veya “kabul olmaz” gibi ifadeler ise, olmaması halinde, geçersizliği ve batıl olmayı gerektiren şart nitelemelerinde kullanılan lafızlardır. Bunu açıklayan ve destekleyen kanıtlardan biri de, şeyhin saydığı bu emirlerin birbiri ile eşit derecede olmamasıdır. Çünkü bunların bazısı dinin aslı ve şartlarındandır ki kişi ancak bunlarla Müslüman olur. Sadece Allahu Teala’ya ibadet etmek ve ona hiç bir şeyi ortak koşmamak bunlar arasındadır. Söylediklerinin bazısı ise dinin ve Tevhid’in vaciplerindendir. Tevhid’e teşvik etmek, ona davet etmek ve dostluğu onun üzerine bina etmek gibi. Şirk sebebi ile düşmanlıkta bulunmanın da ayrıntıları vardır. Genel olarak şirke ve müşriklere düşmanlığın kalpte bulunması, İslam’ın ve Tevhid’in aslıdır. Ancak bunu açığa vurmak, ilan etmek veya delillendirmek, Tevhid’in şartlarından değil gereklerinden ve kemalindendir. Bütün bunlar, dinde hüküm verirken, kendisine göre hareket edilmesi gereken şer’i delillere bakmak ve onları anlamak ile öğrenilir. Hata yapma ihtimali daima bulunan insanoğlunun sözleri ile dinde hüküm vermek doğru olmaz. Kişilerin sözlerine dayanarak, dinde hüküm vermek ve bu sözleri ölçü ve kural olarak kabul etmek doğru olsaydı, İbn-i Abdulvehhab veya Necidli davet alimlerinin sözlerine benzer, bir çok söz bulunabilirdi. “Mecmuatu’t-Tevhid” kapsamında yer alan ve İbn-i Abdulvehhab’ın kitapları arasında bulunan bir risalede, tağutun manası hakkında söylediği şu söz de bu ifadeler arasındadır: “Tağutu inkar etmek, Allahu Teala’dan başkasına ibadetin batıl olduğuna inanmak, onu terketmek, ona buğzetmek, ona ibadet edenleri tekfir etmek ve onlara düşman olmakla olur.” 251 O’nun buna benzer sözleri çoktur. 251 Muhammed bin Abdulvahhab’ın bütün eserleri içinde, 1/376 124 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Bilindiği gibi bu söz doğrudur. İcmali iman yönünden buna bir itiraz yoktur. Biz de aynı şeye çağırıyor ve insanlara sesleniyoruz. Ancak bu yüce isteklerin tümü aynı derecede görülür ve her birinin yok olması halinde imanın da yokluğu kabul edilirse, o zaman açıklama ve ayırıntı da bulunma vacip olur. Çünkü böyle bir anlayış hatadır ve yukarıdaki sözü ile bunu kasdettiğini açıklayan ve kendisine ait olan başka bir sözü bulunmadığı sürece, böyle bir hatanın şeyh Muhammed bin Abdulvehhab’a Rahimehullah nisbet edilmesi doğru değildir. Tağuta ibadet edenlere yapılması gereken mutlak düşmanlığı, tağutu inkar etmenin nitelikleri kapsamında göstermesi de açıklamaya muhtaçtır. Çünkü bunu bir şart olarak söylediği anlaşılabilir. Bu düşmanlığın açığa vurulmasının, Tevhid’in bir şartı veya vacibi niteliğinde olması ile, herkesin yapamayacağı ve yapmasının da gerekli olmadığı müstehap niteliğinde olması arasında ayırım yapılmalıdır. Tağutun anlamı ve ondan sakınmanın vacipliği konusunda Süleyman bin Sehman’ın da buna benzer sözleri vardır. Süleyman bin Sehman, tağuttan uzak durmayı gerektiren ayetleri aktardıktan sonra şöyle der: “Bütün peygamberler, tağuttan uzak durmayı emretmek ile görevlendirilmiştir. Tağuttan uzak durmayan, bütün peygamberlere muhalefet etmiş olur. Tağuttan uzak durmaktan maksat; kalp ile buğzetmek, onlara karşı düşman olmak, dil ile yermek ve kötülemek, imkan varsa mutlaka onları yok etmek ve ilişkiyi kesmektir. Tağuttan uzak durduğunu söylediği halde bunları yapmayan kişi, doğru söylemiş olmaz.” 252 Bu ifadede tağutu kötülemeyen ve dili ile yermeyen kişinin tağutu inkar etme iddiasında doğru olmadığına yönelik bir genelleme bulunmaktadır. Halbuki dil ile tağutu kötülemek herkes üzerine vacip değildir. Acaba sahabenin tümü kavimlerinin tağutlarına açıkça sövüyor ve onları kötülüyor muydu? Yoksa çoğu kendisini gizliyor muydu? Bu durumda onlar için bütün peygamberlere muhalefet ettikleri veya tağutu inkar etme konusunda sadık olmadıkları söylenebilir mi? Tağutlara sövmeye gelince; Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem özellikle bunu yapmazdı. Çünkü müşriklerin Allahu Teala’ya sövmelerinin önüne geçmek için Allahu Teala bunu yasaklamıştır. Putlara sövmek bir yana, onların iyilik veya kötülük olarak hiçbir şey yapacak durumda olmadıklarını, onlara tapmayı bırakmalarını söylemesine bile müşrikler tahammül etmez ve bunu sövme olarak sayarlardı. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve 252 Ed-Dureru’s-Seniyye, Hükmü’l-Mürted, 271 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯125 ⎯⎯ Sellem, atalarının putlara tapmasının yanlış olduğunu söylemesi ve onların yolundan gitmeyi bırakmalarını istemesini sövme olarak kabul ederlerdi. Bunları bahsetmemdeki amacım, alimlerin sözlerinin Kur’an olmadığını, onların hatadan masum olmadıklarını ve hiç şüphesiz hata yapabileceklerini, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem haricinde onların veya başkalarının sözlerinin dinimizde hüccet niteliğinde olmadığını açıklamaktır. Alimlerin mutlak olan sözlerinin mukayyed olan sözleri ile tefsir edilerek, mutlak olan ifadelerin mukayyed olana hamledilmesi gerekir. Bu onlara ve kitaplarına iyilikte bulunmaktır. Onların mutlak olan sözlerinin Ehl-i Sünnet itikadına göre anlaşılması Allahu Teala’ya karşı samimiyet ve ilmi emanetin gereğidir. Çünkü bu alimlerin kitaplarını inceleyen herkesin bildiği gibi, onların yolu, Tevhid’i yüceltmeye, fazlasıyla izhar edilmesine destek olmaya, önemini açıklamaya, gereklerinin yerine getirilmesine, vaciplerinin uygulanmasını sağlamaya, şirkten şiddetle sakındırmaya, müşrikleri kötülemeye ve açık bir şirk niteliğinde olmasa bile şu veya bu şekilde ona giden bütün açık kapıları kapatmaya dayanmaktadır. Nitekim kendileri veya onlardan sonra gelen diğerleri bu genellemelerin, muayyen kişiler hakkında uygulanması konusunda açıklama yapma ihtiyacını duydular. Bu genellemelerden zarar gören iki kesim bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; bu genellemeleri hasımlarına hatalı olarak uygulayanlardır. Onlar, bu genellemeleri hasımlarına veya kendilerine muhalif olan herkese uygulamaya çalışmışlar ve kendilerini küfre götüren herhangi bir sözü söylemedikleri halde söylemiş gibi muamele yaparak onları tekfir etmişlerdir. Bunu yapanların tümü taassup ehlinden olan mezhepçiler veya kabirlere tapan cahillerden ibaret değildir. Aksine aralarında Şevkani gibi selef alimleri de bulunmaktadır. Şevkani, Muhammed bin Abdulvehhab ve tabileri için şöyle der: “Necid’in sahibinin devleti kapsamında olmayan ve onların emirlerini tutmayan herkesi İslam’dan çıkmış olarak görüyorlar.” 253 Yine Muhammed Sıddik Hasen, “Tercumanu’l-Vahhabiyye” isimli kitabında hadis ehlinin Vahhabilerden beri olduğunu ilan etmektedir. Keşmirli Enver Şah da Muhammed bin Abdulvehhab’ın insanları tekfir etmede aceleci olduğunu söyler. 254 253 El-Bedru’t-Tali’, 2/7 Muhammed bin Abdulvehhab’ı savunma ve daveti etrafındaki şüphelere cevap verme konusunda şu kitaplara bakılabilir: Abdulaziz bin Muhammed Ali Abdullatif’e ait olan “Daava’l-Munaviin li Daveti eş-Şeyh Muhammed bin Abdulvehhab”, Abdullatif bin Abdurrahman Alu’ş-şeyh’e ait olan “Misbahu’z-Zalam fi’r-Reddi ala Men Kezebe ala’ş-Şeyhi’lİmam”, “Minhacu’t-Tesis ve’t-Takdis fi keşfi Şubuhati Davud bin Cercis” 254 126 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Bu genellemelerden zarar gören ikinci kesim ise, bu davet alimlerinin görüşlerini kullanan, aşırılığı yöntem edinmiş bazı kişilerdir. Bununla ilgili örnekler daha önce aktarılmıştı. Abdullatif Al’uş-şeyh’in anlattığı şu olay, bu örneklerden biridir: “Altmış dört yılında İhsa’da, aslen Faris’li olan iki kişi gördüm. Bunlar cemaate ve cumaya gitmiyorlar, o memlekette bulunan Müslümanları tekfir ediyorlar ve şöyle diyorlardı; “İhsa’ halkı İbn-i Feyruz ve benzerleri ile oturup kalkarlar. Ki İbn-i Feyruz, tağutları ve İmam Muhammed’in davetini kabul etmeyip düşmanlık yapan dedesini tekfir etmemektedir. Dolayısıyla bu halde olan dedesini açıkça tekfir etmeyenler, Allahu Teala’ya küfretmiş ve tağutu ikrar etmiş olurlar. Onunla oturup kalkanlar onun gibidirler.” Yalan ve yanlış olan bu esas üzerine küfür hükümlerini bina etmişler ve selamı almayı dahi terk etmişlerdir. Durumları bana iletildi, kendilerini çağırdım ve tehdit ettim. Ağır şeyler söyledim. Önce Muhammed bin Abdulvehhab’ın akidesinde olduklarını iddia ettiler. O anda toplantıda aklıma gelen bilgiler ile şüphelerini ortaya çıkardım ve sapık anlayışlarını çürüttüm. İmam Muhammed’in bu akide ve mezhepten beri olduğunu söyledim. Çünkü İmam Muhammed, küfür olduğunda icma edilen şirk veya Allahu Teala’nın ayetlerini inkar gibi konular dışında insanları tekfir etmezdi. Bu tür konularda da öncelikle insanlara hüccet ikamesinde bulunur ve tekfir için gerekli olan araştırmayı yapardı. Ki iman ve ilim ehli de zaten bu konuda icma etmiştir.” 255 Bu örneklerden biri de Şevkani’nin şu sözlerdir: “Yemen’den gelen hacıların emiri olan Muhammed bin Hüseyin el-Muracil el-Kebsi bana, Muhammed bin Abdulvehhab’ın tabilerinden birinin, kendisinin ve Yemen’den gelen bütün hacıların kafir olduklarını ve İslam’larını kontrol etmesi için Muhammed bin Abdulvehhab’a gitmemeleri konusunda mazur sayılamayacaklarını söylediğini ve onun dilinden zorla kurtulduklarını aktardı.” 256 Abdullatif Al’uş-şeyh, dedesi Muhammed bin Abdulvehhab’ın, bazı aşırıya kaçanların aldandığı bu türden sözlerine açıklık getirmek maksadı ile şunları söyler: “Muhammed bin Abdulvehhab şöyler der: “Allahu Teala’nın birliğini kabul etse ve şirki terketse bile, kişinin İslam’ının doğruluğu, ancak müşriklere düşmanlık göstermek ve onlara karşı düşman olduğunu açıkça söylemek ile mümkündür. Allahu Teala şöyle buyurur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun (babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasulü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin.” 257 ” Muhammed bin Abdulvehhab’ın “düşman olduğunu açıkça söyle255 Bakınız: Mecmuatu’r-Resail ve’l-Mesaili’n-Necdiyye, 3/4-5 El-Bedru’t-Tali’, 2/5 257 58 Mücadele/22 256 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯127 ⎯⎯ mek ile mümkündür” sözünden böyle yapmayan kişilerin kafir olduğu manasını çıkarmak yanlış ve batıldır.” 258 Muhammed bin Abdulvehhab’a, “Dostluk ve düşmanlık konusu, La İlahe İllallah’tan mıdır, yoksa onun gereklerinden midir?” diye sorulması üzerine şu cevabı vermiştir: “Müslümanın, müşriklere düşman olmayı, onlara dost olmamayı, mü’minleri sevmeyi ve onlara dost olmayı Allahu Teala’nın kendisine farz kıldığını bilmesi yeterlidir. Allahu Teala ayette, bunların imanın şartlarından olduğunu, babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Rasulü’ne düşmanlık yapanlara dostluk besleyenlerin mü’min olmadıklarını bildirmiştir.” İmanın şartlarından olduğunu bildirdiği müşriklere düşmanlığın, İbrahim Aleyhisselam ve beraberindekilerin ve onun yolundan giden peygamberlerin ve mü’minlerin yaptıkları gibi, müşriklere düşmanlığı açıkça ilan etme ve onlardan uzaklaşma niteliğinde olması gerektiği anlamına gelmez. Bunun manası, onlara düşmanlığın aslının, sadece kalpte de olsa bir mü’minde bulunması gerektiğidir. Bundan dolayı anlaşılmaktadır ki, Muhammed bin Abdulvehhab ve diğer alimlerin sözleri hakkında tafsilatın yapılması ve ihtiyaca binaen kullandıkları bazı mutlak tekfir veya mutlak tehdit niteliğindeki sözleri ile, muayyen kişiler hakkında hüküm verilmemesi gerekir. Ayrıca alimlerin sözlerini Ehl-i Sünnet metodunun ışığı altında anlamak gerekir. Özellikle Muhammed bin Abdulvehhab’ın menhecini bilen insanların, onun mutlak olan ifadeleri hakkında hüsn-ü zan beslemeleri ve bu sözleri muayyen fertlere indirgememeleri gerekir. Bu mutlak ifadeler hakkında şu söylenir; eğer ki kasıt tağuta düşmanlığın aslı ve kalpte bulunması ise, bunu mutlak olarak almak ve tekfir anlamında saymak mümkündür. Ancak kastedilen mana, genel manadaki düşmanlık ve bunun izhar edilip açıkça söylenmesi ise, o zaman sözlerinin imanın aslının yokluğu anlamında değil, kişinin İslam’ının müstakim olmadığı anlamında olduğu anlaşılır. Dolayısıyla bu, Allahu Teala’nın kullarından dilediğine hidayet olarak verdiği ve yoksun kalanların kavrayamadığı bir anlayış ve fıkıhtır. Ayrıca bu anlayış gerek şeyh Muhammed bin Abdulvehhab’ın kendisine olsun ve gerekse onun yazdıklarına olsun bir iyiliktir. Bununla birlikte o beşerdir ve dolayısıyla da hatadan korunmuş değildir. Onun sözleri de diğer bütün alimlerin sözlerinde olduğu gibi delil değildir ve kabul edilebilmesi için delile muhtaçtır. Hakka uygun düşen kabul edilir, aykırı olan ise red edilir. 258 Misbahu’l-Zalam 128 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem dışında herkesin sözü alınır veya red edilebilir. Şeyhin sözleri için bunlar söyleniyorsa, sonrakilerden ve torunlarından olan diğer ilim ehli için de evleviyatla söylenir. Nitekim diğer alimlerin sözleri incelediğinde, onların da mukayyet olmayan mutlak ifadeler kullandıkları görülür. Bunların bazısı şirki tamamen bertaraf etmek ve ondan sakındırmak için mübalağa içeren sözlerdir. İnsan, bu sözleri Ehl-i Sünnet metodu ışığında değerlendirmez ise aşırıların seslendirdiği bazı şeyleri söyleyebilir. Ben bu sözleri deneyimsiz olarak söylemiyorum. Çünkü ilim tahsiline başladığımdan bugüne kadar Necid alimlerinin hemen hemen okumadığım hiçbir kitabı kalmamıştır. “Millet-i İbrahim” ve diğer kitaplarımda, bu alimlerden bir çok nakilde bulundum. Naklettiğim bazı sözlere açıklamalarda bulundum ve okuyucunun dikkat etmesini istedim, bazı sözleri ise olduğu gibi bıraktım. Bu nedenle, tekfirde yapılan hataları ele aldığımız bu kitabımızda, buna benzer açıklamalarımızı gören bazıları, bizim söylediklerimizde çelişkiye düştüğümüzü ve söylemlerimizden döndüğümüzü zannetmiştir. Halbuki bu gibi kişiler, Tevhid yolundan sapan veya hak ve gereklerini yerine getirmeyen bütün kişilere şiddetle karşı çıktığımız ve tehdit ve müjdeyi mutlak olarak kullandığımız ifadelerimiz ile, tekfiri muayyen kişilere indirgemek ve özellikle de bunun gerektirdiği özen, tafsilat ve dikkat konusunda söylediklerimiz arasındaki farkı anlamamaktadırlar. Bunlar, alimlerin mutlak tekfir ile muayyen tekfir hakkında söyledikleri arasında ayırım yapmadıkları gibi, her iki konu hakkında bizim söylediklerimizde de ayırım yapmamaktadırlar. Üstelik Necidli alimlerin kitaplarını okuduğum için biliyorum ki, açıklama ve tafsilat gerektiren mutlak ifadeleri ile de bu iş sınırlı kalmamaktadır. Bilakis Süleyman bin Sehman ve Muhammed bin İbrahim Al’uş-şeyh gibi sonraki seçkin alimlerden öyle genelleme ve ifadeler sadır olmuştur ki onlara uymak veya ölçüye uydurmak mümkün değildir. Tehlikeli boyutta olması ve içerisinde mutlak olan bir çok ifade barındırması sebebi ile dikkat edilmesi gereken ifadelere örnek olarak, Amerika ve İngiltere’nin dostu olan Abdulaziz’e muhalif olanlar hakkında verilen fetvaları verebiliriz. Abdulaziz’e karşı çıkan Duveyş, Acman ve beraberlerinde bulunan Müslüman kardeşler cemaatinden (ihvan-ı müslimin) olan kişileri fiilen tekfir ettiler, mürted olduklarını söylediler ve İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, Moğollara katılan kişilerin kafir olduklarına ve kanlarının helal olduğuna dair vermiş olduğu fetvayı bile bunlar hakkında kullandılar. 259 259 Bakınız: Ed-Dureru’s-Seniyye, 7/334, Kitabu’l-Cihad ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯129 ⎯⎯ Hatta onların tevbelerinin kabul edilip edilmemesi konusunda sorulan soruya verdikleri cevapta, Abdulaziz’e karşı çıkan bu kişilerin, tevbelerinin kabul edilmesi için, Müslüman kardeşler cemaati ile ilişkilerini tamamen kesme, bu cemaatin fertlerinin kafir olduklarını açıksa söyleme, malı, dili ve canı ile onlarla cihad etme şartını koştular. 260 Dolayısıyla bu aktarılanlar üzerinde gereğince düşünmek ve bunlardan ibretler çıkarmak gerekir. İlim ehlinden de olsalar, kişilerin hatadan masum olmadığı ve kitaplarının batılı bulundurabileceği ihtimali unutulmamalıdır. Tekrar ediyoruz ki, üzerinde konuştuğumuz bu mesele hakkında hata yapanlar, tağutu inkarın izhar edilmesinin imanın ve Tevhid’in aslından olduğuna dair, mutlak olan bu tür ifadeler dışında, hiçbir sahih delil gösterememektedirler. Halbuki Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem haricinde hiçbir beşerin sözü delil hükmünde değildir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başkasını dostlar edinip peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” 261 Dolayısıyla sonuç şudur ki, tağutları tekfir etmeyen herkes, onları tekfir etmemesi sebebi ile tekfir edilmez. Kişinin tağutu tekfir etmemesinin, ona ibadet ettiği manasına geldiğini söylemek için sahih delilin bulunması gerekir. İslam’ın sıhhati için tağuttan uzak durmayı şart gören bazıları, uzak durmanın manasını genişleterek haram olmayan işlerde bile, tağutların hükümetlerinde çalışmayı da bunun kapsamına almışlardır. Hatta onlardan bazıları trafik işaretleri veya otobüs bilet ücreti tarifesine uymayı bile bunun kapsamına alırlar. Dolayısıyla da bu dalalet ve hatada kendilerine ve Muhammed ümmetine acımamışlardır. Alemlerin Rabbi tarafından istenen, tağutu inkar ve ondan kaçınmanın ne manaya geldiği, tağuta ibadet etmenin ve şirk derecesinde ona uymanın hakiki manasının ışığı altında anlaşılabilir ve bilinebilir. Allahu Teala’dan başka kendisine, Allah’tan başkasına yapılması yasak olan bir ibadet şekli ile ibadet edilen ve kendisinin de bundan razı olduğu herkes tağuttur. Bu nedenle kendisine namaz kılınan, tavaf edilen, hayvan kesilen, adak ve duada bulunulan, yasama konusunda kendisine itaat edilen veya bunda hakkı olduğuna inanılan herkes tağut olup, bunu yapanlar da o tağuta ibadet etmiş olurlar. Bu tür kişiler, bu manası ile tağutu ve ona ibadeti inkar etmedikçe Müslüman olamazlar. 260 261 Age: 330 7 A’raf/3 130 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Tağutun inkar edilmesi, onun tekfir edilmesi manasına gelmez. Tağutun tekfir edilmesi, tağutun inkar edilmesinin bir gereği ve vacibi niteliğinde olsa da durum değişmez. Tağutun inkar edilmesi, onun ibadetinden, tağutluğundan, uluhiyetinden, rububiyetinden ve kendisine herhangi bir ibadetin yapılmasına layık olduğundan tümüyle beri olmayı ifade eder. Tağutun inkarı, Allahu Teala’nın şu ayetinde, onun ibadetinden içtinap olarak tabir edilmiştir: “Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır.” 262 Bu ayet, Allahu Teala’nın şu ayetinin açıklaması ve tefsiri niteliğindedir: “Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının” diye her millete, bir peygamber gönderdik.” 263 Acele ile hareket edenlerin yaptığı gibi, mutlak olarak tağutu red etmeyi belirten ikinci ayeti, onun tefsiri niteliğindeki birinci ayeti dikkate almadan kullanmak doğru değildir. Çünkü böyle bir şey, Kur’an’ın müteşabihlerine takılan ve onu açıklayan muhkem ayetleri gözönünde bulundurmayan dalalet ehlinin yoludur. Alimlerimiz, mücmel olan ifadenin, onu açıklayan ifadeden ayrıldığında müteşabih olacağını belirtmişlerdir. Mutlak veya umumi olan lafız, kendisini tahsis veya takyid eden lafızdan bağımsız olarak ele alınırsa, o da müteşabih olur. Bu ise, Allahu Teala’nın Al-i İmran Suresi’nin başlarında belirttiği gibi, ancak kalplerinde sapma ve fitne hastalığı bulunan kimselerin yoludur. Şatıbi Rahimehullah şöyle der: “Müçtehidler, sadece mutlak veya umumi olan lafızlarla yetinmezler. Umumi olanı tahsis eden ve mutlak olanı da takyid eden lafızları da araştırırlar. Çünkü umumi lafız, hususi lafız ile beraber delil olur. Hususi lafzın bulunmaması halinde, umumi olan lafız müteşabih kabilinden olur. Dolayısıyla hususi olan lafzın gözönünde bulundurulmaması doğruluktan sapma ve tahrif olur. Bu sebepten dolayı Mutezile, sapmış olanlardan sayılmıştır. Çünkü, onlar “..dilediğinizi yapın” 264 gibi ifadeleri, bu ifadeleri açıklayan lafızlarla beraber almadılar. Hariciler de böyledir. Onlar ise, “Hüküm ancak Allah’ındır” 265 lafzını almış, ama bu lafzı açıklayacı mahiyette olan, “..içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder” 266 “..erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin” 267 ayetlerini bırakmışlardır. 262 39 Zümer/17 16 Nahl/36 264 41 Fussilet/40 265 6 En’am/57 266 5 Maide/95 267 4 Nisa/35 263 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯131 ⎯⎯ Cebriyye’den olanlar ise, “Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı” 268 ayetini almış, ancak onu açıklayan “..kazanmakta olduklarının karşılığı olarak” 269 ayetini ise barıkmışlardır. Ayetleri bu şekilde değerlendirenlerin durumu budur. Halbuki açıklanması gereken ile açıklayıcı olanı bir araya getirip Allahu Teala’nın ulaştırılmasını emrettiğini ulaştırmış olsalardı, kendileri de maksada ulaşmış olurlardı. Bilinmelidir ki beyan eden ile beyan edilen ayrılmaz. Beyan edilen, beyan edensiz, müteşabih olur. Aslında bizzat kendisi müteşabih niteliğinde değildir. Ancak, sapmış olanlar kendi kendilerine onu müteşabih hale getirmişler ve Sırat-ı Müstakim’den ayrılmışlardır.” 270 Tevhid’in rüknu ve yarısı niteliğinde olan, tağutu inkar etme emri konusunda aşırıya kaçan kimilerinin yaptığı da budur. Onlar bu meseleyi mutlak olarak alırlar ve haram olmayan bir görev bile olsa, kafir hükümetlerdeki bütün görevleri bu kapsama katarlar. Bunu sadece müstehap kabilinden yapmış olsalardı, problem olmazdı. Zaten biz de buna davet ediyor ve bunu istiyoruz. Ancak onlar bunu İslam’ın ve Tevhid’in bir şartı olarak görmekte ve bu hükümetler içerisinde küfür olmayan bir görevde bulunanı veya mübah olan şeylerde, bu hükümete ve tağutlara itaat eden herkesi, tağuttan uzak durmadığı ve Tevhid’i gerçekleştirmediği iddiasına binaen tekfir etmektedirler Halbuki hak olan şudur; tağuttan uzak durmaktan maksat, Allahu Teala’dan başkasına yapılması küfür olan ibadet çeşitlerinden hiç birisi ile tağuta ibadette bulunmamak ve ona dost ve destek olmaktan uzak durmaktır. “Allahu Teala’dan başkasına yapılması küfür olan” kaydını koymamızın sebebi, bazılarının “ibadet” kelimesini şer’i ıstılah anlamıyla değil, sözlük manası ile almaları ve şeytana veya hevaya uyma gibi şeyleri de bu kapsama dahil etmeleridir. Halbuki bunların bazısı küfür, bazısı ise haramdır. Dolayısıyla onlara göre, masiyet türünden şeyler işleyenler de kafir olmaktadır. Onlar bu görüşleri ile ister istemez Haricilerin mezhebine uymaktadırlar. Bunlara göre masiyet türünden de olsa hükümetlere veya tağutlara itaat eden herkes kafirdir. Çünkü onlara göre mutlak itaat, küfür olan ibadettir. Hatta bunların arasında öyleleri vardır ki, ma’rufta da olsa onlara itaat eden kimseleri bile tekfir ederler. Bunun için öyle felsefeler, öyle safsatalar ileri sürerler ki Allahu Teala onların hiçbirini söylememiştir. Hatta na268 37 Saffat/96 9 Tevbe/82 270 Özet olarak 269 132 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ maz kılmak gibi şer’an vacip olan şeyleri yerine getirme konusunda bile, bu tağutlara itaat eden kişinin kafir olacağını söylerler. Bu konuda tafsilat veya te’vil gözetmezler. Şüphesiz bu apaçık bir sapıklıktır. Böyle bir şeyi küçük çocuklar bile söylese, iflah olmalarından ümit kesilir. Bu çıkmaza girmelerinin sebebi, delile ulaşma yöntemlerindeki bozukluk ve şer’i ıstılah manası ile sözlük manasını birbirine karıştırmalarıdır. Mutlak olan bir çok şeyde en son söylenecek olanı en başa almaları, Allahu Teala’nın indirmediği bir din ve yeni bir Tevhid uydurmalarına yol açmıştır. Öyleki, bu anlayışları ile, özellikle günümüzde tağuttan uzak durma meselesini içinden çıkılmaz bir duruma çevirdiler. Dolayısıyla da avam bir yana, ilim ehlinden olan alimler bile neredeyse bu durumun içinden çıkamaz hale geldi. Allahu Teala’nın dinini de, iki elin parmaklarının sayısını geçmeyen ve kendileri gibi olan birkaç kişi ile sınırlandırdılar. Hoşlarına gitsin veya gitmesin, onların söylediklerinin içeriği ve hakikati budur. Kendisinde hiçbir değişimin olmadığı hak şudur; Allahu Teala’dan başkasına yapılması halinde, Allahu Teala’ya şirk mahiyetinde olup kişinin dinden çıkmasına sebep olan ibadet türlerinden herhangi birini, tağutlara yapmak kesin olarak küfürdür. Mutlak masiyet veya haram olan şeylerin haricinde, küfre götüren şeylerin herhangi birinde tağuta itaat etmek küfürdür. Allahu Teala’nın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal yapma veya Allahu Teala’nın izin vermediği yasama konusunda onlara itaat etme ise Allahu Teala’ya şirk koşmaktır. İbn-i Teymiye Rahimehullah, haham ve rahiplerine tabi olup, onlara itaat edenleri iki kısma ayırarak şöyle der: “Birinci Kısım: Allahu Teala’nın dinini değiştirdiklerini bildikleri halde, değiştirenlere uyanlardır. Peygamberlerin dinine muhalefet ettiklerini bile bile büyüklerinin helal ve haram kararlarına inanırlar ve uyarlar. İşte bu küfürdür. Uydukları kişiler için namaz kılmasa ve secde etmeseler bile, Allahu Teala ve Rasul’ü Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara uymalarını şirk saymıştır. İkinci Kısım: Helal ve haramı değiştirdiklerine inandıkları halde sadece Allahu Teala’ya masiyette (günahta) onlara itaat etmiş olanlardır. Müslümanın masiyet olduğuna inandığı halde haramı işlemesi gibi. Bunların hükmü, diğer günahkarların hükmü gibidir.” 271 Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Allahu Teala’nın dışında rabler edinmelerini, rahip ve hahamlara mutlak itaate değil, Allahu Teala’nın 271 Mecmuu’l-Fetava, 7. Cilt, İman bahsi ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯133 ⎯⎯ izin vermediği helal ve haramların belirlenmesi veya Allahu Teala’nın izin vermediği yasama hakkında yapılan itaate bağlaması ve bu meselede rahip ve hahamlara itaatin, onlara küfür manası ile ibadet etmeleri olduğunu açıklaması bu değerlendirmeyi daha da netleştirmektedir. Bu nedenle Allahu Teala şöyle buyurur: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.” 272 Bu ayette, onların müşrik olmalarına sebep olan şeyin, haham ve rahiplerini rabler edinmeleri olduğu belirtilmektedir. Yani mutlak olarak itaat edilmesi değil, helal ve haram etmede onlara itaat edilmesi onları müşrik yapmıştır. Bu nedenle ayette “edindiler” ifadesi kullanılmış, “itaat ettiler” denmemiştir. Dolayısıyla tağutlara itaattan dolayı tekfir konusunda, mutlaka tafsilata inilmeli ve her itaat ve görev ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Allahu Teala’nın izin vermediği yasama ve helal ve haram belirleme konusunda onlara mutlak olarak itaat eden kişi, onları rabler edinen müşriklerden olur. Ancak sadece günah olan bir meselede onlara itaat edenin durumu ve hükmü böyle değildir. Çünkü maksadı açık olmaksızın, haramda itaat eden kişinin durumu mücerred masiyet ile, bu yaptığını helal görme arasında değişebilir. Bu itaati hakkında hüküm verirken, kişinin kastına bakmak gerekir. Tağuta ibadet etmekten, onu veli edinmekten, küfür olan dinine veya küfür olan yasa ve yasamalarına uymaktan kaçınan herkes, tağutu tekfir etmese bile, aşırıya kaçanların söylediklerinin aksine tağuttan yüz çevirmiş olur. Bu kişinin, haram olan bazı işlerde tağuta itaat etmesi ise, bunu helal saymadığı sürece masiyet niteliğindedir. Ancak bu saydıklarımızda tağuta itaat eden, ona tabi olan ve ibadet eden herkes, kafir olur ve bu kişi tağutu tekfir ediyor olsa bile tağuta ibadet etmekten uzak durmuş sayılmaz. Bu mesele hakkındaki en güzel ve en iyi tefsir şekli budur. Çünkü Allahu Teala’nın mücmel olan kelamı, mübeyyin olan kelamı ile tefsir edilmektedir. Allahu Teala’nın, “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının” 273 sözü, “Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır” 274 sözüne döndürülmekte ve böylece tağuttan uzak durmaktan maksadın, ona ibadetten uzak durma olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Allahu Teala’nın, “O halde kim tağutu inkar edip Allah’a iman ederse..” 275 sözü de, Zümer Suresi’ndeki ayet ile ve “Zira tağuta iman 272 9 Tevbe/31 16 Nahl/36 274 39 Zümer/17 275 2 Bakara/256 273 134 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ etmemeleri emrolunduğu halde tağutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar” 276 ayeti ile tefsir edilmektedir. Bu ise tağuta muhakeme olmanın onu inkar etmenin zıddı olduğunu gösterir. Ona ibadet etmek ve onu veli edinmek de böyledir. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurur: “İçinizden onları dost edinenler, şüphesiz onlardandır.” 277 Kafirleri veli edinmeyi yasaklayan ayetler de bunu açıklamaktadır. Açık olan nassların delalet ettiği budur. Tağuttan uzak durmayı ve onu inkar etmeyi sadece tekfir ile açıklamak ve bunları İslam’ın sıhhati için birer şart yapmak, doğru değildir ve yerinde olmayan bir açıklamadır. Çünkü tağut olmamalarına rağmen, İsa Aleyhisselam, melekler ve bazı salih kimseler gibi Allahu Teala’dan başka kendisine ibadet edilen her şeye ibadeti reddetmek ile emrolunmamıza rağmen, onları tekfir etmek ile emrolunmamaktayız. Putlar da böyledir. Onlar da tağuttur ve Allahu Teala’dan başka onlara da ibadet edilmektedir. Onlardan sakınmak, uluhiyyetinden beri olmak ve onları inkar etmek gerekir. Ancak putlar tekfir edilmemektedir. Çünkü putlar cansız varlıklar olup aklı veya sahip olma gibi yetenekleri yoktur ki kafir olsun veya tekfir edilsin. Bazılarının bu meseleye, “Tağutları tekfir etmeyen ve onların tağut olduğunu bilmeyen kişinin tağutları inkar etmesi ve onlardan sakınması da makul olamaz. Çünkü tağut olduklarını bilmeden onlardan beri olmayı nasıl gerçekleştirebilir?” mantığı ile yaklaşmaları da doğru değildir. Çünkü Allahu Teala’nın kulları üzerinde hakkı olan, kurtuluşun onsuz olmayacağı ve kulların, kendilerine vaadilen müjde kapsamına girebilmeleri için şart olan Tevhid’i gerçekleştirmekten maksat, Allahu Teala’ya imanı gerçekleştirmek ve isimlerini ayrı ayrı söylemese bile mücmel olarak bütün tağutları ve Allahu Teala’dan başka kendisine ibadet edilen bütün her şeyi veli edinmekten ve onlara ibadet etmekten kaçınmaktır. Allahu Teala’nın dışında ibadet edilen her şeyden beri olmanın hakikati budur. Kişinin bilmediği ve duymadığı herhangi muayyen bir tağuttan, açıkça beri olduğunu söylemesi şart değildir. Dolayısıyla, kişi bunu yapmadığı zaman, o tağuta ibadet ettiği, müşrik olduğu ve tağutlardan beri olmadığını söylemek doğru değildir. İslam’ın aslına sahip olan veya onun niteliklerini ve temellerini yerine getirip bunu izhar eden ve İslam’ını bozacak herhangi bir şeyi de açığa vurmayan kişinin, muayyen tağutlar hakkında imtihana tabi tutulmadan ve bu tağutları tekfir edip etmediği sorulmadan, İslam’ının kabul edilmeyeceğini 276 277 4 Nisa/60 5 Maide/51 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯135 ⎯⎯ söylemek caiz değildir. Tağutların isim listesi, aşırıya kaçan bu kişilerin tağut tanımlarına göre uzayıp gidebilir. Alimler, Allahu Teala’dan başkasına ibadet eden ve O’na şirk koşan kişinin Tevhid’i gerçekleştirmiş ve tağutu inkarı etmiş olması ve İslam’ının sahih olarak kabul edilmesi için, Allahu Teala’dan başka kendisine ibadet ettiği o muayyen mabuda ibadetten beri olması ve uluhiyyetini red etmesi şartını koşmuşlardır. Bununla birlikte bu kişinin, mücmel olarak, Allahu Teala’dan başka ibadet edilen her türlü mabuda kulluktan da beri olması gerekir. Alimler bu sözlerini şu hadisler ile delillendirmektedir: “İnsanlar La İlahe İllallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim La İlahe İllallah derse malını ve canını korumuş olur. Ancak İslam’ın hakkı müstesna. Hesabı ise Allah’a aittir” “Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına, Allah'ın bir ve şeriksiz olduğuna ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olup, Meryem’e attığı bir kelimesi ve kendinden bir ruh olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna şehadet ederse, her ne amel üzere olursa olsun Allah onu cennetine koyacaktır.” Alimler, İslam ve Tevhid’in aslını bulunduran, Allahu Teala’dan başkasına ibadet etme ve onları veli edinme işine bulaşmamış olan kişinin Müslüman olduğuna hükmetmiş ve bu kişinin İslam’ının sahih olması için yöneticilerden, büyücülerden, rahiplerden, kahinlerden veya diğerlerinden hazırlanan listedeki muayyen tağutlardan da beri olduğunu açıkça belirtmesi şartını koşmamışlardır. Ancak bunu aşırıya kaçan bazı kişiler yapmaktadırlar. Bu aktarılanlar, tağutu tekfir etmenin, bütün peygamberlerin daveti olan Tevhid kelimesinin manasına dahil olmadığını teyit etmektedir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Senden önce hiçbir rasul göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 278 Bu, şu ayet ile birleştirilir: “Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının” diye her millete, bir peygamber gönderdik.” 279 Çünkü bu ayetler birbirini tefsir etmektedirler. Alimler, Tevhid kelimesinin manasını “Allahu Teala’dan başka ibadet edilmeyi hak eden hiçbir mabud yoktur” şeklinde tefsir etmişler. Dolayısıyla bu manayı kim gerçekleştirirse, hakkında bilgi ve açıklama gereken vacipler ve yükümlülükler konusunda eksikleri de bulunsa muvahhid bir Müslümandır. Bu yükümlülükler arasında tekfirin ayrıntılı hükümleri de bulunmaktadır. Dolayısıyla Allahu Teala, aşırıya kaçanların yaptıkları gibi 278 279 21 Enbiya/25 16 Nahl/36 136 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ tekfirin hükümlerini ayrıntılı olarak herkesin bilmesini vacip kılmamıştır. Tevhid kelimesinin, ne yukarıda anlatılan şer’i ıstılahi manasında ve ne de sözlük manasında, muhalif olan kişiyi bu kelimenin tali olan meselelerinden dolayı tekfir etmenin ve ondan beri olmanın bu kelimenin sıhhatinin şartlarından veya unsurlarından olduğuna ilişkin hiçbir şey yoktur. Evet, bu bazen, Tevhid kelimesinin gereklerinden veya vaciplerinden ya da ona tabi olan meselelerden olabilir. Ancak bulunmaması halinde imanın da bulunmamasını gerektirecek nitelikte bir şart olması, mücerred iddia ile sabit olmaz. Buna delalet ettiğinin ispat edilmesi, istidlal yolunu bilen ve dinini sağlam temeller üzerinde bina etmiş olan kişiler tarafından yapılır. Tağutları tekfir etmenin, şart niteliğinde olduğunu iddia eden kişinin delil getirmesi gerekir. Aksi halde, bilmeden Allahu Teala ve O’nun dini hakkında konuşan kimselerden olur. Halbuki Allahu Teala şöyle buyurur: “Sen onlara deki; ‘Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin.” 280 Bunu iddia ettikleri halde açık bir delil getirmeyen kişi, yalan söylemiş olur. Yukarıda kullandığım, “muhalif olan kişiyi bu kelimenin tali olan meselelerinden dolayı tekfir etmenin” ifadesine dikkat çekmek isterim. Bu sözümüzün manası mutlak muhalefet değil, muhalefet olan mutlaktır. Çünkü bu konularda acele ile konuşan bazıları, usullerini belirlememekte, konuşmalarını sınırlandırmamakta, istidlal yollarını bilmemekte ve delilleri kullanırken delalet yönlerini anlamamaktadır. Onlar sadece süslü genel sözler kullanmakta ve tetkik ve tahkik edildiğinde hemen yıkılacak olan çürük temelleri üzerine genellemelerini kurmaktadırlar. Muhammed bin Abdulvehhab Rahimehullah, kendisine, dostluk (vela) ve düşmanlık (bera) meselesinin Tevhid kelimesinin kapsadığı manasından mı, yoksa gereklerinden mi olduğunun sorulması üzerine şöyle cevap vermiştir: “Bunun şehadet kelimesinin manasından veya gereklerinden olduğunu araştırmayı Allahu Teala bize yüklememiştir. 281 Bu meselede Allahu Teala’nın bize yüklediği şey, bunu farz kıldığını ve onunla amel etmemizi emrettiğini bilmektir. Şüphe götürmeyen farz ve emir budur. Bunun Tevhid’in manasından veya gereklerinden olduğunu bilmek, sadece iyilik kabilindendir ve hayrı artırır. Ancak bunu bilmeyen kişi, bilmekle yükümlü değildir. Özellikle bu konuda tartışmaya girmek ve ihtilaf etmek, kötülüğe, çatışmaya, imanın vaciplerini yerine getiren, Allah yolunda cihad eden, müşriklere düşmanlık ve Müslümanlara dostluk besleyen mü’minler 280 2 Bakara/111 Ancak bu ve benzeri sebeplerden dolayı tekfir etmek isteyenler bunu bilmek, belirlemek ve usule bağlamak zorundadır. 281 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯137 ⎯⎯ arasında ihtilaf ve tefrikaya yol açacaksa, bu konuda konuşmamak gerekir. Benim gördüğüm kadarıyla, bu meseledeki ihtilaf daha çok mana açısındandır. Allahu Teala en iyisini bilir.” Bu konuyu, Muhammed bin Abdulvehhab’ın tabilerinden olan Abdullah bin Abdurrahman Eba Batin’in şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Sonuç olarak, kendini bilen bir kişinin, yeterli bilgi ve uygun delil olmadan bu konuda konuşmaması gerekir. Sırf kendi anlayışı ve aklının istihsanı ile Müslüman bir kimseyi İslam’ın dışına çıkarmaktan sakınmalıdır. Çünkü bir kişiyi Müslüman saymak veya İslam’dan çıkarmak dinin en önemli işidir. Bu konuda da başkaları gibi bu kadar söylemekle yetiniyoruz. Bu meselenin hükmü, İslam’ın en açık hükmüdür. Bize düşen ise, ona uymak ve bid’at çıkarmamaktır. İbn-i Mesud’un Radıyallahu Anhu “Tabi olun ve bid’at çıkarmayın, bu size yeter” sözü ne kadar yerindedir. Din için en ihtiyatlı olan şey, alimlerin küfür olması hakkında birbiri ile ihtilaflı oldukları meselelerde, tevakkuf etmek ve hatalardan korunmuş olan Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem açık bir nass olmadığı sürece konuşmamaktır. Şeytan birçoklarını bu meselede yoldan çıkarmıştır. Bir kısım Kitap, sünnet ve icmanın kafir olduğunu bildirdiği kişinin Müslüman olduğunu söyledi. Diğer kısım ise Kitap, sünnet ve icmanın Müslüman olduğunu söylediği kişiyi tekfir etti. Ne tuhaftır ki bunu yapanlardan birine taharet, alışveriş veya benzeri bir şey sorulacak olsa, sırf kendi anlayışı veya aklının istihsanı ile fetva vermeyip, alimlerin söylediklerini araştırır ve onların verdiği fetvayı verirken, dinin en önemli ve en tehlikeli meselesinde sadece kendi anlayış ve aklına dayanmaktadır. Bu iki kesimden dolayı İslam’ın başına gelen musibetler ve çektiği mihnet hayret edilecek boyuttadır. Allah’ım, bizi, sapıtanların ve kendilerine gadap ettiklerinin yoluna değil, Sırat-ı Müstakim’e ilet! Allah’ın salat ve selamı Muhammed’in üzerine olsun.” 282 282 Ed-Dureru’s-Seniyye, 8/217, “Hükmü’l-Murted” kitabı 138 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ -32TEKFİRİN SEBEPLERİ KONUSUNDA, DİNİ KÖTÜLEME İLE KİŞİLERİ KÖTÜLEME ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, tekfirin sebepleri konusunda, dini kötüleme ile kişileri kötüleme, dine düşmanlık ile kişiye düşmanlık veya bir Müslüman hakkında dine bağlı olması ile alay etme ile başka bir sebepten dolayı onunla alay etme arasında ayırım yapmamaktır. Çünkü olayları sağlam ölçü ile ölçmeyen ve kötülüğü emreden nefsin yönlendirmelerine kapılan bazı aşırılar, özellikle hasım ve muhalifleri hakkında, dine düşmanlık ile kişilere düşmanlık, dini kötüleme ile kişileri kötüleme, İslam’ın bazı özellik ve nitelikleriyle alay etme ile kişilerin yaşayış ve davranışlarıyla alay etmeyi birbirine karıştırır ve aralarında ayırım yapmazlar. Bütün bunlar ise, yerin ve göklerin üzerinde kurulduğu denge ölçüsüne aykırıdır ve hevanın Allahu Teala’nın ahkamına musallat edilmesidir. Dini kötülemek, hükümleriyle alay etmek, ona düşmanlık yapmak açık bir küfürdür ve bunun delillerini açıklamaya bile gerek bulunmamaktadır. Bunu, ihtilaf hallerinde davetçilerin şahıslarını kötülemek ile karıştırmak, giyim, kuşam, davranış ve benzeri durumlar ile alay edilmesiyle karıştırmak doğru değildir. Bu meselede ayırım yapılmasının zaruretini ve bunu birbirine karıştırmanın zararını açıklama kabilinden şunları aktarabiliriz: Sakal ile alay edilmesi konusunda, alay eden kişi, genel manada Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünnetlerinden biri olarak sakal ile alay etmeyi kastederse, bu küfürdür. Alay eden kişi sakalın sünnet olduğunu bilmiyorsa, kendisine sünnet olduğu öğretilir ve hüccet ikamesi yapılır. Buna rağmen alay etmeye devam ederse, tekfir edilir. Ancak Kur’an veya namaz gibi dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir mesele hakkında alay ediyorsa ve bu kişinin Müslüman olması da yeni olan bir hadise değilse, bu konuda cahil olup olmadığına bakılmadan tekfir edilir. Çünkü bu meseleler bütün Müslümanlar tarafından bilinen şeylerdendir. Bunun delili ise Allahu Teala’nın, Kur’an’ın ezberlenmesi ile alay eden kişiler hakkında küfür hükmünü vermesi ve onların mazeretlerini kabul etmemesidir. Halbuki onlar bu yaptıklarının küfür olduğunu bilmiyorlardı. Allahu Teala şöyle buyurur: “Eğer onlara sorsan, elbette ‘Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: Allah ile, O’nun ayetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyor- ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯139 ⎯⎯ sunuz? Özür dilemeyin, çünkü siz iman ettikten sonra (tekrar) kafir oldunuz.” 283 Ancak alay eden veya kötüleyen kişi hakkında, genel olarak sakal sünneti ile değil sadece belli bir Müslümanın sakalıyla alay ettiğine veya o 283 9 Tevbe/65-66) (Şüphe: Şöyle sorulabilir: “Tevbe Suresi’nde Allahu Teala’nın kendilerini tekfir ettiği kişiler şöyle demişlerdi: “Kurramız kadar midesine düşkün, yalan söyleyen ve savaştan korkan kimse görmedik.” Buna rağmen Allahu Teala, bu söylediklerini kendisi, Peygamberi ve ayetleriyle alay kabul etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Münafıklar kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir surenin mü’minlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin. Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. Eğer onlara sorsan, elbette ‘Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: Allah ile, O’nun ayetleriyle ve O’nun Peygamberi ile mi aley ediyordunuz? Özür dilemeyin, çünkü siz iman ettikten sonra kafir oldunuz.” (9 Tevbe/64-66) Nüzul sebebinde, onların Kurra’nın dini ile değil şahısları ile alay ettikleri aktarıldığı halde Allahu Teala neden onların kafir olduğunu söylemiştir?” Bu soruya cevap olarak şunları söyleriz: Allahu Teala şöyle buyurur: “Allah hükmeder. O’nun hükmünü bozacak kimse yoktur.” (13 Rad/41) O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Verdiği hükümler de hakikattır. O gizliyi, en gizliyi ve kalplerde olanı bilir. Bu münafıkların, Allah ile ve ayetleri ile alay ettiklerine kendisi hüküm verdikten sonra, artık bu bir gerçek olup asla şüphe götürmez. Ancak Kurranın şekil ve davranışlarıyla alay etmek ile Allah ile, ayetleri ile ve Rasulü ile alay etmenin aynı şeyler olduğu Allahu Teala’nın Kitap’ında nerede belirtiliyor? Ayetin nüzul sebebi ile ilgili olan rivayette nakledilen ve alay edenlere ait olan sözler, kişinin amacının araştırılması gereken ihtimalli lafızlardandır. Tekfir edilmeden önce, bu tür lafızlar ile kişinin neyi kasdettiğinin ortaya çıkarılması gerekir. Acaba dinlerinden ve Kur’an hafızı olmalarından dolayı mı onlarla alay etmişler, yoksa rivayette belirtildiği gibi onların bazı nitelikleriyle mi alay etmişlerdir. Veya kişisel düşmanlıkları sebebiyle onları kötülemek mi istemişlerdir? Bizler, zahir olan sebepler üzerine bina edilecek hükümler konusunda, ihtimalli olan lafızlar ile hüküm veremeyiz. Bu hükümden önce bu lafızların araştırılması gerekir. Ancak gizliyi ve daha gizlisini bilen Allahu Teala’nın hükümlerinde böyle bir şey sözkonusu değildir. Allahu Teala onların Allah ile, ayetleri ile ve Rasul’ü ile alay ettiklerini söylemiştir. Allahu Teala hüküm verenlerin ve söz söyleyenlerin en doğrusudur. Bu açıklamadan sonra şöyle denilebilir: “Madem ki kafir olup riddet suçunu işlediler, neden Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onları öldürmedi. Çünkü hadiste şöyle geçmektedir: “Dinini değiştireni öldürünüz.”” Bu sorunun cevabı ise yukarıda aktardığımız ayetlerin sonunda verilmektedir. Allahu Teala ayetin sonunda şöyle buyurur: “Sizden bir gurubu bağışlasak bile bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.” (9 Tevbe/66) Bundan anlaşılmaktadır ki, bu sebepten dolayı Allahu Teala’nın kendilerini tekfir ettiği kişiler, bu yaptıklarından döndüklerini ve tevbe ettiklerini izhar etmişlerdir. Ancak tevbeyi izhar eden bu kişiler iki kısma ayrılmışlardır: Birinci kısım, samimi ve hakiki tevbe ile tevbe etmiş ve Allahu Teala bunları bağışlamıştır. Diğer kısım ise, münafıklık yaparak sadece zahiri olarak tevbe ettiklerini söylemiştir. Allahu Teala onlara azabı tattıracağını belirtmiştir. Çünkü suçlu idiler. Ancak bizi ilgilendiren dünya ahkamı bakımından, zahirde yaptıkları tevbe, onları öldürülmekten kurtarmıştır. Bunun açıklaması için bakınız: İbn-i Hazm, El-Muhalla, 11/207 140 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ şahsın sakalının kirli ve bakımsız olduğunu belirtmeyi kastettiğine dair bir karine varsa, bu küfür değildir. Ancak bu yaptığı haramdır. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey mü’minler, bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Çünkü onlar kendilerinden daha hayırlı olabilirler.” 284 Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Müslüman kardeşini horlaması, kişiye şer olarak yeter.” 285 Ancak kişi bir Müslümanı görünüşünün kötülüğü, saçının dağınıklığı ve bakımsızlığı gibi meselelerde eleştirirse sakıncalı bir iş yapmış olmaz ve hatta bu emr-i bi’l-ma’ruf kabilinden olur. İmam Malik, Muvatta’da, Ata bin Yesar’dan mürsel olarak, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem mescide girişi esnasında, saçı sakalı dağınık bir adam geldi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona, saçını ve sakalını düzeltmesini kastederek eliyle çıkmasını işaret etti. Adam çıktı ve sonra döndü. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: ‘Şu hal, sizden birinizin tıpkı bir şeytan gibi başındaki saçlar karmakarışık vaziyette gelmesinden daha hayırlı değil midir?’” 286 Dolayısıyla iki durum arasında gerekli ayırımın ve açıklamanın yapılması gerekir. Çünkü iki durumu birbirinden ayırmamak, küfür olmayan bir sebepten dolayı başkasını tekfir etmek gibi kötü bir sonuca yol açar. Davetçilerin ve mü’minlerin şahıslarını kötülemek, dinlerinden veya Tevhidlerinden dolayı değil, dünyevi düşmanlıklar, kıskançlık ve çekememezlik gibi kalbi hastalıklar veya sözkonusu davetçilerin kötü ahlakı ve davranışları sebebiyle veya günümüzde çokça olduğu gibi hasımların birbirini aşırılık, vakıayı anlamama, yeterli kavrayışa sahip olamama ile suçlama türünden ise, dini ve Tevhid’i sebebi ile kötüleme ile aynı konumda olmaz. Özellikle davet ve ıslahı amaçladığı ve bunun için uğraştığı bilinen mü’minler hakkında bu daha da geçerlidir. Aynı kuşaktan olan alimlerden niceleri birbiri hakkında abartılı şekilde konuşmuştur. Müslümanlar, birbirlerini karalamaları ve kötülemeleri sebebi ile, kendi aralarında nice haksızlıklara sebep olmuşlardır. Öyle ki bu, zaman zaman birbirlerine hasım olmaya, birbirleriyle ilişkileri ve diyaloğu kesmeye ve hatta savaşmaya kadar varmıştır. Bütün bunlar şeytanın tetiklemesi ve dini ve şeriatı kötüleme ile muayyen şahısları kötüleme arasında ayırım yapmayarak, bu sebeplere binaen tekfir etme hatasının sonuçlarıdır. 284 49 Hucurat/11 Müslim 286 Ebu Davud, Nesai ve Ahmed (3/357) benzerini rivayet etmişlerdir. 285 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯141 ⎯⎯ Allahu Teala, Kur’an’da dini kötüleme ve Allah’a ve Rasulü’ne eziyet etme ile genel olarak mü’minlere eziyet etmeyi birbirinden ayırmıştır. Allahu Teala, dini kötüleme ile ilgili olarak şöyle buyurur: “Eğer anlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininizi kötülerlerse, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 287 İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala’nın, bu ayette dini kötülemeyi özel olarak belirtmesi, savaşın en büyük sebebi olması nedeniyledir. Bundan dolayı, dini kötüleyenlerin cezası, kişinin İslam’ını bozan diğer şeylerin cezalarına göre daha ağırdır.” 288 “Böylece dini kötüleyen kişinin, küfürde önder olduğu sabit olmaktadır.” 289 Allahu Teala şöyle buyurur: “Allah ve Rasulü’ne eziyet edenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” 290 İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu ayet üzerinde durmuş ve bunun Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne eziyet eden kişilerin kafir olduğuna delalet ettiğini belirtmiştir. 291 Eziyet vermenin ikinci çeşidi ise, genel olarak mü’minlere yapılan eziyetlerdir. Allahu Teala bunun hakkında şöyle buyurur: “Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” 292 Allahu Teala, bu iki ayette, kendisine ve Rasulü’ne eziyet edenler ile genel olarak mü’minlere eziyet edenleri birbirinden ayırmaktadır. Allah’a ve Rasulü’ne eziyet edenlere, dünya ve ahirette lanet edildiği ve onlara alçaltıcı bir azap hazırlandığı haber verilmektedir. Dolayısıyla bütün bunlar, Allah’a ve Rasulü’ne eziyet edenin kafir olduğuna delalet etmektedir. Ancak genel olarak mü’minlere eziyet edenler tekfir edilmemiş, onlara lanette bulunulmamış, sadece korkutulmuş ve günah işledikleri belirtilmiştir. Dolayısıyla Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne dil uzatanlar mürted kafirlerden olup cezaları ise ölümdür. Ancak mü’minleri kötüleyenlerin durumu böyle değildir. Çünkü mutlak günahkarlık, ölümü gerektirmez. 293 287 9 Tevbe/12 Es-Sarimu’l-Meslul, 14 289 Es-Sarimu’l-Meslul, 17 290 33 Ahzab/57 291 Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 40 ve sonraki sayfalar 292 33 Ahzab/58 293 Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 578 288 142 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Sahabenin Radıyallahu Anhum adalet ve anlayışı da bu şekildedir. Dini kendilerine kalkan yapmamaları onların adaletindendir. Daha katı hüküm ve ceza vermek için şahıslarına yöneltilen karalamaları dine mal etmezlerdi. Onlar, şahıslarını kötüleyen veya sövenleri, dini kötüleyen veya Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem sövenler ile eşit görmezlerdi. Her ikisini ayrı ayrı değerlendirirlerdi. Ahmed ve Nesai’den aktarılan şu rivayetler, bunun iki örneğidir: “Ebu Berze el-Eslemi şöyle dedi: Birisi Ebu Bekir’e Radıyallahu Anhu kabalık etti (bir rivayette Ebu Bekir’e sövdü diye geçer). Ben Ebu Bekir’e ‘Ey Allah’ın halifesi, bunun boynunu vurayım mı?’ dedim. Bunun üzerine o şöyle dedi: ‘Aman ha! Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem karşı yapılması dışında, bu suçtan dolayı kimsenin boynu vurulmaz.” 294 Ayrıca alimler, sahabeye söven ve Kur’an ve Sünnet’ten onları tezkiye niteliğinde gelen tevatür haberlere aykırı olarak onları karalayan kişi ile başka bir sebepten dolayı onlara söven kişi arasında da ayırım yapmışlardır. Kadı Iyad, İmam Malik’ten şöyle dediğini nakleder: “Sahabeden, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Muaviye, Amr bin As’a söven kişi, onların küfür ve dalalet üzerinde olduklarını söylüyorsa, kafir olur ve öldürülür. Ama insanların biribirine sövdüğü gibi başka bir amaçla söverse, ağır bir ceza ile cezalandırılır.” 295 İbn-i Teymiye Rahimehullah, Hanbeli alimlerinden bazılarının şöyle dediğini nakleder: “Kadı Ebu Ya’la da, sahabenin din ve adaletlerini kötüleyerek onlara söven kişinin kafir olduğu görüşünü desteklemektedir. Ancak din ve adaletlerine dil uzatmadan, bir öfke veya düşmanlık sebebiyle insanların birbirine sövdüğü gibi söverse, kafir olmaz.” 296 İbn-i Teymiye, İmam Ahmed’den, el-Mervezi’nin şöyle dediğini nakleder: “Ebu Bekir, Ömer ve Aişe’ye söven kişiyi Müslüman saymam.” 297 Ancak, Abdullah ve Ebu Talib’in rivayetlerinde, bu tür kişilerin öldürülmeyip sadece ta’zir cezasının verileceğini belirtmesi, onun, bu tür kişileri tekfir etmediğini göstermektedir. İbn-i Teymiye, Kadı Iyad’ın şöyle dediğini nakleder: “‘..Müslüman saymam’ sözü, Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem sonra zulmettiklerini ve iktidarı haksız olarak aldıklarını söylemek veya onları fasık olarak itham etmek gibi sahabenin dini ve adaletini kötüleyen kişilere hamledilir. Sahabe294 Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 93 Eş-Şifa, 2/308 296 Es-Sarimu’l-Meslul, 570 297 Es-Sarimu’l-Meslul, 571 295 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯143 ⎯⎯ ye söven kişinin öldürülmeyeceğine dair söylediği sözü ise, şer’i ve siyasi ilimlerinin az olduğunu veya onların dünyaya düşkün olduklarını söylemek gibi, sahabenin dinini ve adaletlerini kötülemeyen kişilere hamledilir.” 298 İbn-i Teymiye Rahimehullah, din ve adaletlerine hakaret sayılmayan cimrilik, korkaklık, bilgisizlik, zühd yoksunluğu gibi şeylerle sahabeyi kötüleyen ve bundan dolayı tekfir edilmeyip sadece ta’zir cezasını hak eden ile, sahabenin çoğunun mürted olarak dinden döndüğünü iddia eden ve bu nedenle de küfründe şüphe bulunmayan kişi arasında ayırım yapmaktadır. 299 Ahmet bin Hacer el-Heytemi’nin kitabında, sahabeye söven kişinin tekfir edilmesi konusundaki ihtilafla ilgili olarak şöyle denilmektedir: “Sahabenin tamamına söven kişi, ihtilafsız kafir olur. Sahabeden olduğunu için onlardan birine söven de kafirdir. Çünkü, sahabeden olmayı hor görmesi nedeniyle, Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem hor görmüş olmaktadır. Tahavi’nin, “Sahabeye buğzetmek küfürdür” sözünün, bu manaya halmedilmesi gerekir. Sahabenin tümüne veya sahabeden olduğu için, onlardan birine buğzetmek elbette küfürdür. Ancak başka bir sebepten dolayı, sahabeden bazılarına buğzetmek veya sövmek küfür olmaz.” 300 Sahabeye karşı içinde kin ve nefret taşıyan kişinin de kafir olacağını söyleyen Malik ve bazıları şu ayeti buna delil olarak göstermektedirler: “Muhammed Allah'ın elçisidir. O’nun beraberinde bulunanlar da, kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler... Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir. Allah, iman edip, salih ameller işleyenlere, mağfiret ve büyük bir mükafat vadetmiştir.” 301 İbn-i Teymiye şöyle der: “Sahabe kafirleri öfkelendiriyorsa, o zaman onlara öfke duyan herkes, kafirleri rezil ve zelil eden ve küfürlerini artıran bir sebepte kafirlere ortak olmuş olur. Bu öfkeleri konusunda, kafirlere ancak kafir olanlar ortak olur.” 302 Ancak mutlak öfke ve buğz ile, dinlerinden dolayı onlara karşı öfke, buğz ve nefret arasında ayırım yapmak gerekir. Dinden dolayı onlara buğzetmenin kişiyi dinden çıkardığına dair Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve 298 Es-Sarimu’l-Meslul’den naklen Bakınız: Es-Sarimu’l-Meslul, 586-587. Açıklama ve araştırma yapmadan, mutlak olarak kafiri tekfir etmeyenin kafir olduğunu söylemenin hatalı olduğu buradan da anlaşılmaktadır. 300 İbn-i Hacer el-Heytemi, Es-Savaiku’l-Muhrika fi’r-Reddi ala Ehli’l-Bidai ve’z-Zenadika, 256. 301 49 Fetih/29 302 Es-Sarimu’l-Meslul, 579 299 144 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kişi Ensar’a buğzetmez.” 303 Buhari ve Müslim’de şöyle rivayet edilmektedir: “Ensar’ı sevmek, imanın alametidir.” Başka bir rivayette ise şöyle geçer: “Onları ancak mü’min sever ve onlara ancak münafık buğzeder.” Dinleri, cihadları ve hakka yardımları sebebiyle onlara buğzeden veya söven kişi hakkında bu hüküm uygundur. Yukarıdaki ayette Allahu Teala, onların en önemli vasıflarından bazılarını şöyle bildirmiştir: “..kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izlerinden nişanlar vardır.” 304 Kişinin, sahabeden bazılarını başka bir sebeple kötülemesi veya buğzetmesinin hükmü ise farklıdır. Sahabeden bazıları kendi aralarında ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem huzurunda birbirlerine hakaret etmiş, buğzetmiş, öfke duymuş, tartışmış ve hatta birbirlerine karşı kaba kuvvet kullanmışlardır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onların bu yaptıklarına karşı çıkmak, onları teskin etmek ve yatıştırmakla yetinmiş, ancak bundan dolayı onları tekfir etmemiştir. 305 Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ölümünden sonra aralarında ihtilaf, düşmanlık ve savaşlar meydana gelmiş, ancak bunlardan dolayı kimse kimse hakkında küfür veya nifak hükmünü vermemiştir. Çünkü bütün bu olaylarda onların durumu, müçtehidlerin durumu gibidir. Meydana gelen bu olaylarda onlar, içtihadında isabet edip iki ecir alan ile içtihadında hata edip hatası bağışlanan müçtehidler durumundadırlar. Her zaman için dinin yardımcıları hakkında söylenecek olan budur. Bununla birlikte, onlardan bazılarına, dünyalık veya buna benzer bir sebep ile düşmanlıkta bulunan, onları kötüleyen veya buğzeden herkes tekfir edilmez. Ancak dine yardımcı olmaları, Tevhidleri ve Allahu Teala’nın onlar hakkında överek bahsettiği ve o sıfatlarından dolayı kafirlerin onlara öfkelendiğini bildirdiği nitelikler sebebi ile onlara düşmanlık yapan, kötüleyen veya buğzeden herkes tekfir edilir. Her dönemde, dine yardım edenlerin, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Ensar’ının nasibi gibi nasipleri vardır. İbn-i Teymiye Rahimehullah, Ensar’a buğzedenler ile ilgili olarak yukarıda belirtilen hadisleri aktardıktan sonra şöyle der: “Elinden geldiği kadar Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne yardımda Ensar gibi olanlar, hakikatte de onlara ortak olmuşlardır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey iman edenler, 303 Müslim 49 Fetih/29 305 Mesela Buhari ve Müslim’de rivayet edilen ifk olayında olduğu gibi 304 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯145 ⎯⎯ Allah’ın yardımcıları olun.” 306 ” 307 Allah’ım! Ey Hayy ve Kayyum olan Allah! Bizi dinine yardım edenlerden kıl! Dolayısıyla, herhangi bir dönemde dine ve Tevhid’e yardım edenlerden herhangi birine düşmanlık yapan veya buğzeden kişiler hakkında yukarıda aktarıldığı gibi gerekli araştırma ve ayırımın yapılması gerekir ve bu ayırım yapılmadan her buğz, kötüleme veya sövmeye küfür hükmü verilmemelidir. Dine bağlılık, başörtüsü ve peçeden nefret ettirmek amacıyla Tevhid sahibi mü’min kadınların iffetine ve örtülerine sövmek, hakaret etmek veya Tevhid ve davetlerine hakaret etmek veya eşlerinin cihad ve davetlerini karalamak için yapılanlar ile başka amaçlarla herhangi bir mü’min kadına genel olarak yapılan iftira arasında ayırım yapmak da bu kabildendir. Allahu Teala, Kur’an’da bu ikisi arasında ayırım yapmıştır. Dinlerinden dolayı mü’min kadınlara hakaret edenler için şöyle buyurur: “Namuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Dilleri, elleri ve ayaklarının, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edeceği bir günde onlar için büyük bir azap vardır.” 308 Allahu Teala böyle yapanların dünya ve ahirette lanetlenmiş olduklarını belirtmektedir. Bu ise, İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, “Allah ve Rasulü’ne eziyet edenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” 309 ayetini açıklarken belirttiği gibi, bunun, kişiyi küfre götüren sebeplerden olduğunu göstermektedir. Ayrıca İbn-i Teymiye, bu siğa ile gelen lanet ifadesinin, öldürmeyi veya tekfir etmeyi gerektirdiğini belirtmiştir. 310 Çünkü lanet, rahmetten uzaklaştırmaktır. Allahu Teala’nın dünya ve ahirette rahmetinden kovduğu kişi ancak kafir olur. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Bunu Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Mü’mine lanet okumak, onu öldürmek gibidir” 311 sözü de teyit etmektedir. Dünyada ve ahirette Allahu Teala’nın bir kişiye lanet etmesi, onun öldürülmesi gibi ise, o zaman Allahu Teala’nın lanet ettiği bu kişinin öldürülmesi mübah demektir.” 312 306 61 Saff/14 Es-Sarimu’l-Meslul, 581-582 308 24 Nur/23-24 309 33 Ahzab/57 310 Es-Sarimu’l-Meslul, 41-43 311 Muttefekun aleyhi 312 Es-Sarimu’l-Meslul, 42 307 146 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Ancak lanetin beddua kipiyle yapılmış olması bundan farklıdır. İbn-i Teymiye Rahimehullah, lanetin bu türü hakkında ise şöyle der: “Tekfir edilmeyen veya öldürülmeyen mel’un kişilerin tümü, beddua kipiyle kendilerine lanet edilenlerdir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu sözlerinde geçen lanet siğaları bu türdendir: “Tarlanın sınır taşlarını değiştirene Allah lanet etsin”, “Hırsızlık yapana Allah lanet etsin”, “Faiz alan ve verene Allah lanet etsin.”” 313 Müfessirlerden bazıları yukarıda aktardığımız ayetin Aişe Radıyallahu Anha ile ilgili olarak indiğini söylerler. Ona zina iftirasında bulunmak, Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem karalamak olduğu için küfür sayılmıştır. Bununla beraber ayet, İbn-i Teymiye’nin de tercih ettiği gibi geneldir. 314 Çünkü ayetin hitabının zahiri geneldir. İbn-i Teymiye şöyle der: “Ayeti genel olarak anlamak gerekir. Çünkü hususi olmasını gerektiren bir şey yoktur. Ayrıca aynı sebep ile sınırlı olmadığı da ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü Aişe’den başka Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem diğer eşlerinin hükmü de, bu genelin içine dahildir. Sebep tekil olduğu halde ayetin lafzı çoğuldur. Kaldı ki Kur’an’ın genel lafızlarını özel sebeplere bağlamak batıldır. Zaten ayetlerin geneli belirli sebepler üzerine inmiştir. Buna rağmen hiçbiri belirli bir sebep ile sınırlandırılmamıştır.” 315 Yine şöyle der: “Ebu Hamza es-Sumali, bu ayetin Mekke müşrikleri hakkında indiğini duyduklarını söyler. Çünkü onlarla Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem arasında bir anlaşma vardı. 316 Kadın, Medine’ye hicret ederek Rasulullah’ın yanına ulaştığı zaman, Mekke’li müşrikler ona iftira eder ve “Ahlaksızlık yapmak için gitti” derlerdi. Buna göre mü’min kadınlara iftira eden kişiler, onları imandan alıkoymayı ve İslam’dan nefret ettirmeyi amaçlamışlardır. Kab bin Eşref’in yaptığı da bu kabildendir. Buna göre kim böyle yaparsa kafir olur ve aynen Peygambere söven kişi gibidir.” 317 313 Es-Sarimu’l-Meslul, 43 Es-Sarimu’l-Meslul, 50 315 Es-Sarimu’l-Meslul, 50 316 İbn-i Teymiye Rahimehullah, Ebu Hamza’nın bu sözünden maksadın sözkonusu ayetin Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile müşrikler arasında anlaşma yapıldığı dönemde indiğinin belirtilmesinin olmadığını, bu ayet ile anlaşmalı olan bu müşrikler gibi olanların ve onların mü’min kadınlar hakkında söylediklerinin kastedildiğini açıklar. Çünkü ayet, Hendek Savaşı’ndan önce Beni Mustalik Gazvesi’nde Aişe’ye Radıyallahu Anha iftira edildiği günlerde inmiştir. Müşrikler ile yapılan anlaşma ise, bundan iki yıl sonradır. Bakınız: Es-Sarimu’lMeslul, 51 317 Es-Sarimu’l-Meslul, 50 314 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯147 ⎯⎯ İbn-i Teymiye Rahimehullah, “Aişe’ye Radıyallahu Anha iftira edenler arasında münafıklarla birlikte mü’minlerde bulunmaktaydı. Ayetin nüzul sebebi ise bu kişilerin hepsini kapsar. Dolayısıyla hem bu ayetin içerisindeki lanet siğasının tekfire delalet ettiği ve hem de bu ayetin kafirler hakkında indiği nasıl söylenebilir ki?” sorusuna çok güzel bir nükte ile şöyle cevap vermektedir: “Bu varsayıma cevap olarak deriz ki; Allahu Teala bu ayette şöyle buyurur: “Dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir.” Burada ise, fiil kipi belirli değil, meçhul durumdadır. Allahu Teala, lanet edeni belirtmemiştir. Ahzab Suresi’ndeki ayette ise şöyle buyurur: “Allah ve Rasulü’ne eziyet edenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” 318 Burada ise lanet eden bellidir. Lanet eden belirli değil ise, melekler veya insanlar gibi Allah’dan başkalarının da lanet etmiş olması caizdir. Bir vakitte Allahu Teala’nın ve başka bir vakitte de yaratıkların onlara lanet etmiş olması da caizdir. Ayrıca kastı dini kötülemek olanlara Allahu Teala’nın lanet etmesi caiz olduğu gibi, kastı başka olanlara başkalarının lanet etmesi de caizdir. Lanet eden kişi yaratılanlardan ise, beddua anlamında olabilir veya Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış olmaları manasına da gelebilir. Aynen, kişinin karısına zina suçu isnad ettiği zaman, aralarında lanetleşmenin olması gibi. Ki bu lanetleşmenin beşincisinde koca “yalan söylüyorsam bana lanet olsun” der. Dolayısıyla, zina suçunu isnad ederken yalan söylemiş ise kendisine Allahu Teala’nın lanet etmesi için dua eder.” 319 Dinlerini kötülemek maksadı olmaksızın herhangi bir Müslüman kadına genel manada iftira etmek konusunda ise, Allahu Teala şöyle buyurur: “İffetli kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkardırlar. Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” 320 Onlar, bu yaptıkları sebebi ile kafir değil, fasık olmuşlardır. Çünkü sahih bir delil olmaksızın şehvet veya şüpheye binaen iffetli mü’min kadınlara iftira etmişlerdir. İftira etmelerinde dini kötülemek veya özelilikle Müslümanlara eziyet etmek yoktur. Bu nedenle Allahu Teala bunların cezasını seksen değnek ve şahitliklerini iptal olarak belirlemiştir. Onların dünyada ve 318 33 Ahzab/57 Age: 51 320 24 Nur/4-5 319 148 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ahirette lanete uğradıklarını belirtmemiştir. Ayrıca Allahu Teala izah ettiğimiz bu iki tür iftira arasında ayırım yaparak, iftiranın bu türü için tevbeden söz ettiği halde, diğeri için, suçun büyüklüğünü belirtmek maksadı ile tevbeden söz etmemiştir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, buradan, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem söven kişinin, kendisine istitabe uygulanmadan öldürülmesi gerektiği sonucunu çıkarmaktadır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ifk olayı üzerine “Aileme eziyet eden kişi hakkında, beni kim mazur görür?” demesi ve Sad bin Muaz’ın “Ben seni mazur görürüm. Bu kişi Evs’ten de olsa boynu vurulsun” diye cevap vermesini aktardıktan sonra, iki tür iftira arasındaki farkı belirterek şöyle der: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu sözüne kimsenin karşı çıkmaması, Peygambere eziyet ve hakaret eden kişinin boynunun vurulmasının caiz olduğunu gösterir. 321 İbn-i Ubey ve benzerleri, Aişe’den Radıyallahu Anha bu şekilde sözederken Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet etmek, hakaret etmek, karalamak ve lekelemek istiyorlardı. Bu nedenle sahabe, Rasulullah’dan Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun öldürülmesi konusunda izin istediler. Ancak Hassan, Mistah ve Hamne böyle değildi. Bunlar Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet, hakaret veya karalamayı amaçlamamış ve buna delalet eden bir şey de söylememişlerdir. Bu nedenle Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem sadece İbn-i Ubey’in özür dilemesini istemiş, onun hakkında insanlara hitap etmişti.” 322 Es-Subki de bu konudan sözederek şöyle der: “Eziyet vermenin iki türü vardır: Birinci türde kişi, Peygambere eziyet vermeyi amaçlamıştır. Şüphesiz bu, o kişinin öldürülmesini gerektirir. İfk olayında Abdullah bin Ubey’in verdiği eziyet bu türdendir. İkincisinde ise kişi, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet vermeyi kastetmemiştir. İfk olayında Hassan, Mistah ve Hamne’nin yaptığı gibi. Bu, sahibinin öldürülmesini gerektirmez. Yapılan eziyetin, birinci türden olması için, mutlaka bunun kastedilmiş olmasının gerektiğinin delili, Allahu 321 İbn-i Hacer el-Heytemi şöyle der: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Aişe’ye Radıyallahu Anha iftira edenleri öldürmemesi, bu yaptıklarının ayetler inmeden önce gerçekleşmiş olması sebebiyledir. Bu nedenle onların bu yaptıkları, Kur’an’ı yalanmayı içermemektedir. Zaten bu hüküm, ayetin nüzulünden sonra gelmiştir. Dolayısıyla hüküm öncesini kapsamamıştır.” Es-Savaiku’l-Muhrika, 216. İbn-i Teymiye’nin bu konu ile ilgili olarak başka cevapları da vardır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem değişik yerlerde münafıkları cezalandırmaması ve öldürmemesinin sebeplerinden söz ederken, bu konuya değinmiştir. Bkz: Es-Saremu’l-Meslul, 178, 179, 189, 220, 223, 237, 359 ve diğer sayfalar. 322 Es-Sarimu’l-Meslul, 180 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯149 ⎯⎯ Teala’nın “Çünkü bu hareketiniz Peygambere eziyet veriyor..” 323 ayetidir. Bu ayet, sahabeden olan salih insanlar hakkında inmiştir. Ayetteki bu eziyet, küfrü gerektirmemektedir. Her masiyet eziyet verir, ancak her eziyet küfür değildir. Bu nedenle hüküm vermeden önce eziyetin türünü tespit etmek gerekir.” 324 Dininden, İslam’ından, Tevhid’inden ve tağutları red etmesinden dolayı Müslümanla savaşmak veya onu öldürmek ile, dünyevi bir husumetten dolayı savaşmak veya öldürmek arasındaki fark da bu şekildedir. Birincisi, sahibini dinden çıkaran bir küfürdür. İkincisi ise, büyük günahlardan birisidir. Bu ikisini karıştırmak ve eşit görmek helal değildir. Bu konuda İbn-i Teymiye şöyle der: “Kim, Hristiyanların din sebebiyle Müslümanlarla savaştığı gibi, İslam dininden dolayı Müslümanı öldürürse, anlaşmalı olan kafirden daha şerli bir kafir olur. Bunun durumu, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ashabıyla savaşan kafirlerin durumu ile aynıdır. Ebedi cehennemlik olan diğer kafirler de olduğu gibi, bunlar da ebedi cehennemliktir. Ancak kişinin bir Müslümanı öldürmesi mal veya husumette binaen olan haram türünden ise, büyük günah işlemiş olur ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e göre sırf bundan dolayı kafir olmaz. Böyle işlerden dolayı ancak Hariciler tekfir ederler. Fasık Müslümanların ebedi cehennemlik olduğunu söyleyen Mutezile’nin aksine, Ehl-i Sünnet’e göre Tevhid ehli kişiler ebedi cehennemlik olmazlar. Hariciler kendi görüşleri için Allahu Teala’nın şu ayetini delil gösterirler: “Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, ona lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” 325 Onlar, bu ayetin, bir Müslümanı imanı üzere kasten öldürmeye hamledileceğini söylerler. İnsanların çoğu ise ayeti buna hamletmemiş ve şöyle demişlerdir; “Bu mutlak bir tehdittir. Allahu Teala’nın şu ayeti ile tefsir edilir: “Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” 326 ” 327 Bu açıklama, Buhari’nin Abdullah bin Mes’ud’dan Radıyallahu Anhu rivayet ettiği, “Müslümana hakaret etmek fasıklıktır, onu öldürmek ise küfürdür” hadisinin te’vili için de oldukça faydalıdır. Bu hadisteki küfrü, “Kim 323 33 Ahzab/53 Es-Subki, Fetava’s-Subki, 2/591-592 325 4 Nisa/93 326 4 Nisa/48 327 Mecmuu’l-Fetava, 34/88 324 150 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Müslüman kardeşine kafir derse ikisinden biri kafir olmuştur” hadisindeki küfür siğası ile aynı şekilde te’vil etmişlerdir. Ve buradaki küfrün büyük küfür manasına hamledilmesi için, kişi tarafından bu yaptığının helal kabul edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Her iki açıklama bir araya getirildiğinde şöyle denilebilir: Kim dini ve Tevhid’i için Müslümanla savaşırsa, kafir olur ve dinden çıkar. Ancak dünyalık veya kişisel bir husumet sebebiyle savaşırsa, iman nimetine karşı nankörlük etmiş olarak büyük bir günah işlemiş olur. Bu durumunun kendisini küfre götürmesinden endişe edilir. Tağutların, Tevhid’i gerçekleştirmek, insanları, şirk yasalarından ve uydurma kanunlarından kurtarıp Allahu Teala’nın şeriatına çıkarmak ve kullara kulluktan kurtarıp Allahu Teala’ya kul yapmak için çalışan muvahhid Müslümanlara karşı açtıkları savaş, şüphesiz küfür türündendir. 328 Bunun için tağutlara kim yardım ve destek verirse, muvahhidlere işkence yaparsa, hapsederse veya onların başına felaketler gelmesini isterse, onlar hakkında istihbarat yaparsa ve bunun için raporlar yazarsa, aynı hükmün kapsamında olup kafirdir. Ancak küfür olan bu tür ile, Müslümanlar arasında meydana gelen düşmanlık, çatışma ve haksızlıkları birbirine karıştırmak caiz değildir. Allahu Teala Müslümanlar arasındaki bu tür çatışmalar için şöyle buyurur: “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin... Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” 329 Bir takım insanlar aşırılığa kaçarak bu tür çatışmaları da küfür olan çatışma kısmına dahil etmiş ve Müslüman kesimleri tekfir etmişlerdir. Bununla birlikte tefrite kaçan diğer kesim ise, tağutların muvahhidlerle savaşmasını, onlara düşmanlık yapmasını, cihad ve davetlerine karşı mücadele etmesini, Müslümanlardan iki taraf arasında meydana gelen çatışmalar kabilinden sayarak, bu tağutları tekfir etmeye yanaşmamıştır. Halbuki hak olan yukarıda açıkladığımızdır. Sonuç olarak; tekfirin sebepleri konusunda, dini veya dinin ehlini İslam’ından, Kur’an’ından ve şiarlarından dolayı kötülemek ile şahsi veya dünyevi bazı sebeplere binaen bir Müslümanın şahsiyetini kötülemek arasında ayırım yapmak gerekir. Bu ölçü gözönünde bulundurularak sadece, dini kötüleme türünden olan ve yapanı küfürde önder kılan uygulamalardan dolayı insanları tekfir etmek gerekir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Eğer 328 Onların, Müslümanlara yönelttikleri suçlamaların başında, kendi düzenlerini, İslami düzene çevirmek için çalışan terörist bir örgüt oldukları suçlaması gelmektedir. Bu sözleri, burada söylediğimizin en açık delilidir. 329 49 Hucurat/9-10 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯151 ⎯⎯ anlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininizi kötülerlerse, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 330 Bu iki türü birbirine karıştırmamak gerekir. Aksi halde ölçüler bozulur ve şeriatın hükümleri kişilerin heva ve heveslerine karışır. Şahıslarına yöneltilen oklardan korunmak için şeriatı kendilerine kalkan yapan, sapma ve yanlışlarına yöneltilen eleştirileri İslam’a yapılmış gibi algılayan ve öyle gösteren niceleri bulunmaktadır. Bunu da sırf hasımlarını tekfir edebilmek için yaparlar. Bununla dine karşı cinayet işlerler, bu cinayetleriyle halkı çıkmaza sokarlar ve hevalarını hak ile karıştırırlar. Şüphesiz Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hidayet yolunda öğüt alan herkese nice ibretler vardır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kişisel düşmanlıkların ve nefsi arzuların dine karıştırılmasından sakındırırdı. Münafıkların batında kafir olduklarını bildiği halde, Allahu Teala’nın açık hükümle bildirdiği, alay etme konusu dışında, dünya hükümleri bakımından onları tekfir etmemiştir. Onları ne tekfir etti, ne sözlerinden dolayı cezalandırdı ve ne de şahitlikleriyle ispatın tam gerçekleşmediği çocuklar veya tek kişilerin tanıklığıyla onların aleyhine hüküm vermedi. Bu ise onları kişisel amaçlar ve kinler sebebiyle öldürdüğünün iddia edilmesini istememesi ve insanlar için din işlerinin karışmasından korktuğu içindir. Kadı Iyad şöyle der: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, münafıkları, yaptıkları ve içlerinde gizledikleri nifakları sebebiyle öldürseydi, nefret ettirenin eline koz verir, bilmeyenler şüphe içine düşer, yüz çeviren inatçılar dedikodu yayar ve bir çok kişi, İslam’a girmekten, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ashabı olmaktan uzak dururdu. Zalim düşman ve fitneci insanlar, onları sadece aradaki düşmanlık sebebiyle ve intikam amacıyla öldürdüğünü sanırdı. Bu söylediklerimin Malik bin Enes’e Rahimehullah dayandırıldığını gördüm. Bu nedenledir ki Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “İnsanlar Muhammed ashabını öldürüyor demesinler.” 331 ” İbn-i Teymiye’nin, “Es-Sarimu’l-Meslul” isimli eserinin 237. sayfasında buna benzer bir açıklaması bulunmaktadır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem davetindeki açıklık ve netlik üzerinde gereğince düşünmek gerekir. Nefislerin arzu ve heveslerinin din işlerine karıştığı günümüzde, insanların çoğu bu meseleyi, kendilerine ve hatalarına yönelen oklardan korunmak için bir kalkan olarak kullanmaktadır. 330 331 9 Tevbe/12 Eş-Şifa, 2/227 152 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ -33SIRF MÜRCİE CEMAATLARINA MENSUP OLDUKLARI İÇİN MUHALİF KİŞİLERİ TEKFİR ETMEK Tekfirde yapılan çirkin hatalardan biri de, sırf Mürcie cemaatlarına mensup oldukları için muhalif kişileri tekfir etmektir. Vermiş oldukları hükümlerini şeriatın ölçülerine göre belirlemeyen hamaset sahibi birtakım kişiler, günümüzde, tağutları veya onların destekçileri olan askerleri tekfir etme konusunda kendileri ile muhalif konumda olan bütün Mürcie cemaatlerini genel olarak tekfir etmektedirler. Bu kişiler şöyle derler: “Mürcie’den olan falan cemaat, Allahu Teala’nın dininde değildir veya İslam’ın şemsiyesi altında değildir.” Bu hamasi hükümleri hakkında açıklama yapmalarını istediğiniz zaman, o cemaatin bütün fertlerini tekfir etmeyi kastettiklerini görürsünüz. Delil sorduğunuz zaman ise, o cemaatin temsilci veya liderlerinin tağutlara yaranmak için söylediklerini veya onlarla yaptıkları tartışmada kullandıkları bazı ifadelerini aktarırlar. Bilindiği gibi mücerred olarak bu ifadeler, kişinin tekfir edilmesi için yeterli değildir. Özellikle bu kişi, tekfirin engellerinden birinin bulunması sebebiyle veya nassları anlamadaki zayıflıktan dolayı veya onların şehadet kelimesini söylemeleri ya da namaz kılmalarını görüp aldanmasından dolayı bu tağutları veya destekçilerini tekfir etmiyorsa, bu gerekçeler o kişinin tekfiri için yeterli olmaz. Bu tağutların veya destekçilerinin tekfiri konusunda tevakkuf eden kişi, Üsame hadisine binaen, şehadet kelimesini söyleyen birini öldürdüğü için Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu kınamasını veya şehadet kelimesinin faziletleriyle ilgili Bitaka hadisini ya da canın ve malın dokunulmazlığını İslam’ın bazı hususiyetlerine bağlayan başka rivayetleri hatırlamış ve bu nasslar kendisinde probleme sebep olmuş olabilir. 332 Durum bu olup kendisinde ayrıca başka bir küfür sebebinin bulunmadığı bir kişinin tekfiri için bunlar yeterli değildir. Özellikle tekfir edilip edilmemeleri konusunda ihtilaf edilen bu tağut ve onların destekçilerinin çoğu, İslam’dan beri olduklarını açıkça söylememekte, namaz kılmakta, 332 Bu ve benzeri şüphelere cevap için şu kitaplarımıza bakınız: “İmtau’n-Nazar fi Keşfi Şubuhati Mürcieti’l-Asr”, “Şubuhatu’l-Mucadilin an Asakiri’ş-Şirki ve Ensari’l-Kavanin” ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯153 ⎯⎯ hacca gitmekte ve şehadet kelimelerini ikrar etmektedirler. Onların bu durumu, bir çok insan için, onların tekfirleri konusunda probleme sebep olmaktadır. Dolayısıyla bunların küfrü, İslam’dan ayrılıp başka bir dine geçtiğini açıkça söyleyen mürtedin küfrü gibi veya avamdan hiçbir Müslümanın tekfirleri konusunda tevakkuf ettiğini görmediğimiz Hristiyanların küfrü gibi açık değildir. Bu nedenle bunların durumu, açıklamaya muhtaçtır. Hatta bu mesele, bir çok faziletli kişiler için bile müşkil olmuştur. Mesela Ebu Bekir Radıyallahu Anhu, İslam ile ilişkilerini kesmeyip sadece zekat vermeyi red eden mürtedler ile savaşmaya karar verdiğinde, Ömer İbnu’lHattab Radıyallahu Anhu buna karşı çıkmış ve “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “İnsanlar La İlahe İllallah deyinceye kadar onlarla savaşmaya emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve nefislerini korurlar. (İslam’ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah’a kalmıştır” demiş iken, sen nasıl insanlarla savaşırsın?” dedi. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu: “Allah’a yemin olsun, namazla zekatın arasını ayıranlarla savaşacağım. Zira zekat, malın hakkıdır. Vallahi, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem vermekte oldukları bir oğlağı vermekten vazgeçseler, onu almak için onlarla savaşacağım” dedi. Ömer sonradan demiştir ki: “Allah'a yemin ederim, anladım ki, Ebu Bekir'in bu görüşü, Allah'ın savaş meselesinde ona ilhamından başka bir şey değildi. İyice anladım ki, bu karar hakmış.” 333 Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, hakkında “Sizden önceki ümmetlerde muhaddesler (yani ilhama mazhar olanlar) vardı. Eğer ümmetimde bunlardan biri varsa o da Ömer'dir” 334 buyurduğu Ömer İbnu’l-Hattab Radıyallahu Anhu için bile bu mesele müşkil olmuş ise, başkaları için nasıl olmasın! Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem sonra ümmetin en takvalısı Allahu Teala’nın dini konusunda hassas durumda olan Ebu Bekr Radıyallahu Anhu, sözkonusu mürtedler ile savaşma konusunda tevakkuf ettiği ve kendisiyle tartıştığı için Ömer’i tekfir etmemiştir. Çünkü onun bu itirazı, şüphe sebebiyle olmuştur. Şehadet kelimesini söyledikleri için Müslümanlar olduklarına ve hem mal hem de canlarının bundan dolayı dokunulmaz olduğuna inanıyordu. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu, ona, zekatın malın hakkı olduğunu ve namazla beraber zekatın da şehadet kelimesinin hukukundan olduğunu açılayarak ona delil göstermiştir. Ebu Bekir bunları söylerken, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu hadisine işaret etmiştir: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun rasulü olduğuna şehadet ve 333 Buhari ve Müslim Buhari ve Müslim. Yani peygamber olmadıkları halde hakka isabet eden kişiler anlamındadır. 334 154 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ edinceye, namazı kılıp, zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve nefislerini korurlar. (İslam’ın) hakkı hariç artık hesapları da Allah’a kalmıştır.” 335 Ebu Bekir Radıyallahu Anhu, ona namaz ve zekat ibadetlerini yerine getirmeyi insanlar kabul edinceye kadar savaşın süreceğini belirtmiştir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurur: Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlayan ve merhamet edendir.” 336 Böylece Ömer’in müşkilesini gidermiştir. Kendisine bir konu müşkil gelen herkese karşı yapılması gereken uygulama budur. Bu türden bir konunun kendisine müşkil gelmesi sebebi ile, tağutları ve destekçilerini tekfir etmede bize muhalefet edip tartışan kişiyi tekfir etmek caiz değil ise, bu meselede sadece hocalarının söylediğini taklid eden öğrenci veya tabileri tekfir etmemek evleviyatla geçerli olur. Allahu Teala şöyle buyurur: “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez” 337 Bir hadiste şöyle geçmektedir: “Herkesin günahı kendisini bağlar.” 338 Bu cemaatlar içerisinde olup, bu tür uygunsuz davranışlardan hoşnut olmayan, hatta açıkça karşı çıkan niceleri vardır. Yine bu cemaatlerin bazı mensupları ise içerden ıslah etmeye çalışma iddiası ile oralarla bulunmaktadır. Bu cemaatlerin yapısını ve durumunu bilen herkes, onların saflarında bazı ihlaslı gençlerin olduğunu da bilir. Bu gençler hakkı araştırmaktadırlar. Onların, bu cemaatların hakikatini anlamaları ve bazı sapmalarını görmeleri için bazı aşamalardan geçmeleri gerekmektedir. Gördüğümüz kadarıyla bunu da birçokları başarmakta ve o cemaatların saflarından ayrılmakta veya cemaat tarafından dışlanmaktadırlar. Hatta bugün Tevhid’e çağıran birçok kişi, bu cemaatların saflarında yola başlamışlardır. Daha sonra Allahu Teala onları, bazı sapmaları görmeye muvaffak etmiş ve onlar da Allahu Teala’nın indirdiği ve peygamberlerin bildirdiği davete sarılmışlardır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir.” 339 Kişi dinde basireti bir çırpıda kazanamaz. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “İlim, öğrenme ile ve yumuşak huyluluk da yumuşak davranma ile olur. Kim hayrı araştırırsa bulur, kim de kötülükten sakınırsa korunur.” Dolayısıyla bu iş zaman alır ve gayret ister. Allahu Teala şöyle buyurur: 335 Buhari ve Müslim 9 Tevbe/5 337 6 En’am/164 338 Tirmizi ve başkaları rivayet etmiştir. 339 29 Ankebut/69 336 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯155 ⎯⎯ “Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 340 Bu nedenle pek çok yerde söyledik ve söylemeye devam edeceğiz; bazı nassları yeterince anlayamamaları veya bu tağutları ve askerlerini tekfir eden şer’i nassları bilmemeleri veya onların işledikleri küfürlerden habersiz olmaları sebebiyle tağutları ve destekçilerini tekfir etmede tevakkuf eden muhalifleri, bu şüphelerinden dolayı veya sırf bize muhalefet ettikleri için biz tekfir etmiyoruz. Yeter ki onların bize muhalefeti isim ve lafızlar üzerinde olsun ve bu sözleri onları, küfrü hoş görmeye, mübah saymaya veya küfre davet etmeye kadar götürmesin. Çünkü böyle şeyler kişinin kafir olmasına sebep olur. Bu sınırda kaldıkları sürece sırf bize muhalefetlerinden dolayı onları tekfir etmiyoruz. Nitekim selef de Ehl-i Sünnet ile ihtilafı mücerred olarak lafızlar üzerinde olan mürcie fırkasının mensuplarını tekfir etmemiştir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, İmam Ahmed’den naklederek şöyle der: “Kendisinden aktarılanlardan anlaşılmaktadır ki o, Mürcieyi tekfir etmemektedir. Onların bid’atı, fakihlerin furu’dan olan meselelerde ihtilaf etmeleri türündendir. Söylediklerinin çoğu üzerindeki ihtilaf, isim ve lafızlar ile ilgilidir. Bu nedenle onların meselelerinden bahsedilen bölüme, “İsimler Babı” adı verilir. Bu ise fakihlerin kendi aralarında tartıştığı meselelerdendir. Ancak bununla birlikte dinin aslı ile ilgilidir. Bu nedenle bu konuda tartışan kişi bid’atçı sayılmıştır.” 341 Bundan maksadı, fukahatu’l-mürcie’dir. Başka bir yerde şöyle der: “Bu tutumlarından dolayı bir topluluk fukahatu’l-mürcie’den sayılmıştır. Halbuki bunlar ilim ve diyanet ehlidir. Bu nedenle seleften hiç kimse, fukahatu’l-mürcie’den olan kimseyi tekfir etmemiştir. Aksine bunu akide konusunda değil, söz ve fiillerde olan bir bid’at olarak saymışlardır. Bu konular üzerinde anlaşmazlığın çoğu lafızlar üzerindedir. Şüphesiz Kur’an ve Sünnet’e mutabık olan lafız doğrudur. Hiçbir kimsenin Allah ve Rasulü’nün söylediğinin aksini söylemeye hakkı yoktur. Ancak bu ihtilaflar, kelamcılardan olan Mürcie’nin ve başkalarının bid’at ve fasıklıklarının girdiği bir kapı olmuş ve lafızlar üzerindeki bu hata, akide ve amellerde meydana gelen hataların sebebi olmuştur.” 342 Fukahatu’l-mürcie’den olanların, isim ve tarifler üzerinde meydana gelen lafzi ihtilafları ile akide ve amelde sapmalara yol açabilecek ihtilaflar arasındaki farkı anlamak için bu açıklamalara dikkat etmek gerekir. Bu açık ve bilinen bir meseledir. Mürcienin tümü, selefin mazur gördüğü kısımdan 340 4 Nisa/94 Mecmuu’l-Fetava, 12/260 342 Mecmuu’l-Fetava, 7/246 341 156 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ değildir. Bilakis irca’, kimilerini Cehmiyyeliğe kadar götürmüşür. Bunlar tekfir sebeplerini tümden lağvetmişler ve sadece kalp ile yapılan inkarla sınırlandırmışlardır. Kimilerini de bu anlayış farzları terketmeye, terketmeyi normal görmeye, küfrü normal saymaya veya küfre girmeyi basit görmeye kadar götürmüştür. Çağımızın Mürciesinde bu durum, ilk dönem Mürciesinde olduğundan çok daha açıktır. Bu nedenle İbn-i Teymiye Rahimehullah, bid’atları, fukahatu’lmürcie’den olanların bid’atı türünden olup “muktesidetu’l-mürcie” adını verdiği kısım ile, ahiretteki cezayı inkar eden ve nassların hakikatte olmayan şeyler ile insanları korkuttuğunu iddia eden “ğulatu’l- mürcie” arasında ayırım yaparak şöyle der: “Muktesidetu’l-mürcie’nin bid’atlarının, fukahatu’l-mürcie’den olanların bid’atları türünden olduğu ve içerisinde küfür olmadığı konusunda imamların ittifakı bulunmaktadır. Ashabımızdan, onları küfre götüren bid’atları işleyenler kapsamında görenler yanılmaktadırlar. Bunu söylemelerinin sebebi, söz ve amelleri imandan saymamalarıdır. Bu ise, bir vacibi terketmektir. Ancak ahirette azabı inkar eden ve nassların ahirette hakikatte olmayan şeyler ile tehdit ettiğini iddia eden aşırı mürcie’nin söylediği ise, çok büyük bir şeydir..” 343 Zehebi’nin, lafızlar konusunda fukahatu’l-mürcie ile, Tevhid’in bulunması halinde farzları terketmenin kişiye zarar vermeyeceğini söyleyen kafir mürcie arasında yapmış olduğu ayırımı da bu şekildedir. 344 Bu ayırım çok önemlidir. Bu nedenle diyoruz ki, günümüzde Cehmiyye çömezlerinin iman lafızları ve tanımları konusunda Ehl-i Sünnet ile muvafık olmaları ancak bununla birlikte Tevhid ve onun sağlam temellerindeki muhalefetleri, demokrasi ve benzeri yaldızlı isimlerle anılan şirki normal görmeleri ve tağutları savunmaları, beşeri kanun ve anayasaları şeriata aykırı olmadıklarını veya insan haklarını korudukları iddiasıyla normal görmeleri ile fukahatu’l-mürcie’den olanları eşit görmek hiçbir şekilde caiz değildir. Mazur gördüğümüz ve fukahatu’l-mürcie’den saydığımız kişiler, nassları anlama konusundaki zayıflıkları veya tekfirin engellerinden bazılarının bulunduğunu şüphesi sebebiyle tağutları ve destekçilerini tekfir etmede tevakkuf eden kişilerdir. Ancak bu şüphelerinin kendilerini, açık olan küfrü normal görmeye, açık şirkin caiz olduğunu veya iyi olduğunu veya yararlı olduğunu söylemeye veya şirk sayılan şeylerden herhangi birini işlemeye götürmemesi gerekir. Bizim tenbih ettiğimiz şey, bu iki kısmı birbirine karıştırmamanın ve kişilere söylemediklerini söyletmemenin gerekliliği konusundadır. 343 344 Mecmuu’l-Fetava, 20/60 Siyeru Alami’n-Nubela, 5/235 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯157 ⎯⎯ Bunları söylerken, selef alimlerinin fukahatu’l-mürcieyi şiddetle eleştirdiklerini ve onları bid’atçı saydıklarını da bilmekteyim. Çünkü onların bid’atları, kelamcıların bid’atlarına kapı açmış ve fasıklığın meydana gelmesine zemin hazırlamıştır. Lafızlar üzerindeki bu basit hata, akide ve amellerde büyük hataların yapılmasına sebep olmuştur. Günümüzde tağutların ve destekçilerinin tekfiri konusunda tartışma yapan mürcie çömezlerinin durumu da bu şekildedir. Onlar, açıkça şirki savunmamakta ve riddeti hoş görmemektedirler. Ancak yukarıda belirttiğimiz bazı şüphelerden dolayı iman ve küfür isimlerinde ihtilaf etmektedirler. Ne var ki bu ihtilafları, mensuplarından olan bazılarının şirki basit görmelerine, tağutları veli edinmelerine ve küfre götüren birtakım sebepler hakkında gevşek davranmalarına yol açmıştır. Ancak, tekfir hükmünün açık olan sebeplere bina edilmesi zarureti ve dolaylı yönlerden tekfirin doğru olmaması sebebi ile, küfrü açıkça savunmadıkları veya küfre yada ona götüren sebeplerin mübahlığına dair fetva vermedikleri sürece, kimseyi tekfir etmiyoruz. Onların durumu, fukahatu’lmürcie’den olanların durumu ile aynı kaldığı sürece, onları tekfir etmeme ve sadece cahillik veya bid’atçılık ile nitelemekle yetinme konusunda selefin yolunu izleyeceğiz. İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah şu sözleri, bu kişiler ile ilgili olarak anlaşılmalıdır: “Selef ve imamlar, mürcie, imamlarını peygamberlerden üstün gören Şia ve benzerlerinin tekfir edilmeyeceği konusunda ihtilaf etmemişlerdir. Ancak imamların ashabından, onlara aykırı olarak, bütün bid’at ehlinin tekfir edilmesi gerektiğini söyleyenler vardır. Hatta bazıları bunların ve başkalarının ebedi cehennemlik olduğunu söylemiştir. Halbuki bu hem kendi mezhebi ve hem de şeriat açısından büyük bir hatadır.” 345 İbn-i Teymiye Rahimehullah, fukuhatu’l-mürcie ve onların bid’atları hakkındaki sözlerinden sonra şöyle der: “Selef, onların inkar ettikleri ve ortaya koydukları bid’atları konusunda şiddetli davrandı. Ancak bunları tekfir eden birinin olduğunu bilmiyorum. Aksine bu yaptıklarından dolayı tekfir edilmeyecekleri konusunda ittifak etmişlerdir. Ahmed ve diğer imamlardan da, Mürcienin bu kesimini tekfir etmedikleri nakledilmiştir. Ahmed veya diğer imamlardan, bunların tekfir edildiğini veya bid’atlarının onları küfre götürdüğünü söylediklerini nakleden, büyük bir hata işlemiş olur.” 346 Sonuç olarak; bu gün Mürcie çömezleri, tağutları veya destekçilerini tekfir etmede muhalif durumdadırlar. Çünkü, onlar hakkında tekfirin bazı 345 346 Mecmuu’l-Fetava, 3/219 Mecmuu’l-Fetava, 7/311 158 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ engellerinin bulunduğunu zannediyorlar veya şeriatın nasslarını anlamamalarından kaynaklanan bazı şüpheler taşıyorlar. Biz, bu anlayışlarının, küfür kanunlarını koruma ve destekleme veya kanunlaştırılmasında rol almaya, onlara saygı gösterme ve bağlı kalma konusunda yemin etmeye, kanunların kölelerini destekleme ve onların güçlenmelerine yardımcı olmaya, muvahhid Müslümanlara karşı mücadelede tağutları ve askerlerini desteklemeye veya bu saydıklarımızdan herhangi birini normal görmeye ya da işlenmesinin mübah olduğuna dair fetva vermeye 347 kendilerini götürmediği sürece, onları tekfir etmiyoruz. Çünkü bu saydıklarımız, haklarında cehalet özrünün geçerli olmadığı açık küfür sebeplerindendir. İmamlar, tekfir ve cezalar konusundan söz ederken bid’atının farkında olan ve ona davet eden ile, cahil bid’at ehli arasında ayırım yapmışlardır. İmam Ahmed gibi alimler bid’atının bilincinde olan ve ona davet eden kişinin rivayetini ve şahitliğini kabul etmeyi ve onun arkasında namaz kılmayı yasaklamışlarken, bid’atının farkında olmayan mukallit cahil için bunu söylememişlerdir. 348 Kûsec, İmam Ahmed’e “Mürcie’den olup kendi görüşlerini davet eden kişi de böyle midir?” diye sorduğunu ve bunun üzerine İmam Ahmed’in şu cevabı verdiğini aktarır: “Evet, o da bunlardan uzak tutulur ve kendisinden uzak durulur.” 349 Bu görüşler, fukahatu’l-mürcie’den olanlar hakkındadır. Günümüzde tecehhüm ve İrca’nın, şirki ve müşrikleri desteklemeye, riddeti makul görmeye ve dinden çıkmayı normal karşılamaya kadar sürüklediği kişileri görselerdi acaba ne derlerdi? Bazıları bizim bu şekilde ayırım yapmamızı hoş görmemiş, sadece tağutlar ve onların destekçilerinin hükmü konusunda hata eden ve bize muhalif olanları özürlü olarak kabul etmemiz ile bu hatalarına ilaveten kendilerini küfre sokacak başka bir sebep işleyeni özürlü olarak kabul etmememizi tuhaf karşılamışlardır. Halbuki biz inanıyoruz ki bu ikisi arasındaki fark açık ve net olup şeriatın usül ve kurallarına uygundur. “Kafiri tekfir etmeyen kafirdir” kuralı ilgili olarak yukarıda aktardığımız sözlerimizde, hakkında tekfirin engellerinden 347 Bakınız: İlamu’l-Muvakkıin, 3/188-189. Selef alimlerinin, boşamayı reddeden kocasından, kesin talakla boş sayılması için geçici olarak riddet etmesi konusunda Müslüman bir kadına fetva veren kişileri tekfir ettikleri belirtilmektedir. 348 Bakınız, İbnu’l-Kayyim, Et-Turuku’l-Hukmiyye fi’s-Siyaseti’ş-Şeriyye, onaltıncı bölüm, “Fasığın şahitliğiyle karar verme” bölümü, 232 ve diğer sayfalar, Mektebetu’l-Medeni, Cidde 349 İlamu’l-Muvakkıin, 4/168 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯159 ⎯⎯ birinin varlığına inanması veya zihninde bazı delillerin çelişmesi veya bazı nasslar konusundaki cehaleti ya da bazı şüphelerinin olması sebebiyle kafiri tekfir etmede tevakkuf eden kişinin mazur sayıldığını belirtmiştik. Dolayısıyla Mürcieden olan bu kişilerin, tağutları ve destekçilerini tekfir etmede tevakkuf etmeleri bu türden olduğuna göre ve şer’i delilleri yalanlama, tağutların kanunlarını benimseme, onları savunma, dostlukta bulunma, muvahhidlere karşı onları destekleme gibi açıkça küfür olan sebepler kabilinden olmadığına göre acaba onlar hangi sebebe binaen tekfir edilsinler? Özellikle bizim ancak söz veya emel olarak açık bir küfür sebebi bulunmadığı sürece insanları tekfir etmediğimiz bilinmektedir. Bazı nasslardan doğan şüphelerinin bulunması veya tekfirin engellerinden birinin bulunduğuna inanması veya bazı nassları bilmemesi ya da alimlerin belirttiği buna benzer başka bir sebepten dolayı, Müslüman olduğunu iddia eden ve İslam’ın bazı şiarlarını yerine getiren kişilerden tekfir ettiklerimiz hakkında, verilen bu küfür hükmü konusunda muhalif davranarak hata etmenin küfür sebeplerinden biri olduğuna dair şer’i delil nerededir? Bu söylediklerimizi yadırgayan ve eleştiren hamaset sahibi kişiler buna dair delillerini ortaya koyarsa, hemen belirtelim ki, mutlaka dinleyeceğiz ve delile uyacağız. Şeriatın delillerine uymaktan duyacağımız mutluluğu başka hiçbir şeyden duymayız. Ancak mücerred akılla karşı çıkıp yadırgamak tek başına yeterli değildir. Çünkü iman ve küfür risalet ile sabit olan hükümlerdir. Mü’min ve kafir, akli deliller ile değil şer’i deliller ile birbirinden ayrılır. 350 Kadı Iyad, “Eş-Şifa” ismli eserinde “Küfür olan sözler nelerdir” başlığı altında şunları söyler: “Bu bölümü tahkik etmenin ve bu konuda hüküm vermenin ölçüsü, şer’i naslardır. Aklın, bu konuda yeri yoktur.” 351 İbn-i Teymiye şöyle der: “Küfür, şer’i bir hükümdür ve şeriatın sahibinden öğrenilir. Akıl ile sözün doğruluğu veya yanlışlığı anlaşılabilir. Ancak, akla göre yanlış olan her şey, şeriatta küfür demek değildir. Bununla birlikte akla göre doğru olan her şeyi bilmek de şeriatta gerekli değildir.” 352 İbnu’ş-Şât el-İşbili (723 hicri) şöyle der: “Ne olursa olsun bir işin küfür olması, akli işlerden değil, şeriatın işlerindendir. Şari’ bir şey hakkında 350 Bu sözler, İbn-i Teymiye’ye aittir. Bakınız: Mecmuu’l-Fetava, 3/204 Eş-Şifa, 2/282 352 İbn-i Teymiye, Derae Taarudi’l-Akli ve’n-Nakli, 1/242 351 160 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ küfür olduğunu söylemişse, o öyledir. Bu tanım ister haber kipi ile olsun, ister dilek kipi ile olsun farketmez.” 353 İbnu’l-Kayyim “Nuniyye” kasidesinde şöyle der: “Küfür, Allah ve Rasulü’nün hakkıdır, falanın söylemesiyle değil, nass ile sabit olur. Alemlerin Rabbi ve O’nun Rasul’ü kimi tekfir etmiş ise, işte o kafirdir.” Muhammed bin İbrahim bin el-Vezir şöyle der: “Tekfir, sadece sem’îdir ve aklın onda yeri yoktur. Küfrün delili, tartışmasız sadece sem’î olandır.” 354 Ömer İbnu’l-Hattab’ın Radıyallahu Anhu şehadet kelimesini getirdikleri şüphesine binaen, mürtedler ve onlar ile savaşma konusunda tevakkuf ettiği bilinmektedir. Ebu Bekir Radıyallahu Anhu bu konuda kendisi ile tartışmış, delilleri göstermiş ve şüphelerini gidermiştir. Ancak onu asla tekfir etmemiştir. Halbuki Müseylemetu’l-Kezzab’a yardım etmek veya İslam’ın bazı hükümlerini yerine getirmeyi reddetmek gibi küfre götüren şüphelerden birine sahip olma nedeni ile tekfir etmede hiçbir zaman tereddüt etmedi. Ebu Bekir’in kendilerine karşı savaş açtığı mürtedler arasında, şer’i bir nass ile delillendirdikleri şüpheleri sebebi ile zekat vermeyi red edenler de vardı. Bu şüphelerine delil olarak şu ayeti gösteriyorlardı: “Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. Allah çok iyi işiten ve iyi bilendir.” 355 Bu ayeti gerekçe göstererek, sadakanın Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem verilmesinin gerekli olduğunu, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem vefatından sonra başkasının sadaka alma hakkının olmadığını söylemişlerdir. İşte bunların durumu Ömer İbnu’l-Hattab için müşkil olmuş, ancak Ebu Bekir onunla konuşarak bu şüphe ve müşkilini gidermiştir. Elbetteki Ömer İbnu’l-Hattab’a müşkil olan, Müseyleme, Esved veya Seffah’nın durumu değildir. Bunun iyi bilinmesi gerekir. Çünkü o dönemdeki mürtedler üç sınıftan oluşmaktaydı. 356 Buna rağmen onların bu durumu kendilerine bir fayda sağlamadı ve Ebu Bekir Radıyallahu Anhu tarafından mazur kabul edilmediler. Çünkü zekat 353 Tehzibu’l-Furuk, 4/158-159 Muhammed bin İbrahim ibn-i el-Vezir (840 h), El-Avasım ve’l-Gavasım, 4/178-179’dan özet olarak. 355 9 Tevbe/103 356 Şatıbi, El-İtisam, 2/385, Fethu’l-Bari, “Farzları kabul etmeyi red eden kişinin öldürülmesi” bölümü. 354 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯161 ⎯⎯ açık ve net olan bir meseledir. Ayrıca şüphe veya te’vil, açık bir küfre, şeriattan yüz çevirmeye ve düşman bir güce yahut kuvvete dayanmaya sevkediyorsa, tekfire veya savaşmaya engel niteliğinde olmaz. Kişinin taşıdığı şüphe, kendisini, muvahhidlere karşı savaşıp kanunların kullarından olan mürtedleri ve yasalarını desteklemeye, onlara ve yasalarına sığınarak şeriattan yüz çevirmeye, küfür kanunlarını çıkarmayı normal saymaya, küfür kanunlarıyla yargılanmayı caiz görmeye, onlara dostlukta bulunmaya, Allahu Teala’nın izin vermediği şeyleri kanunlaştırmaya, bu kanunları destekleme ve kollamaya sevkediyorsa, teheccümü, ircası ve şüphesi nedeniyle, küfrün açık sebeplerini işlemiş olur. Biz, açık olan bu sebeplerden dolayı bu kişiyi tekfir ederiz. Ancak isim ve lafızlar üzerinde muhalefet ile yetinen kişilerin durumu böyle değildir. Yukarıda tekrar tekrar sayılan şüphelerden biri sebebiyle tağutları ve yardımcılarını tekfir etmeyen ve bilinen küfür sebeplerinden birini işlemeyen kişiyi sırf bundan dolayı veya bazılarının belirttiği ancak kendisinin kabullenmediği gereklerden dolayı tekfir etmek helal olmaz. Kendileri bize iftira da etseler, söylemediğimiz sözleri söylemiş gibi de gösterseler, bizi karalamak ve kötülemek için her yola da başvursalar, bundan dolayı kendilerini tekfir etmek bir yana, onların söylemediklerini söylemişler gibi göstermez ve hiçbir şekilde kendilerine iftira da etmeyiz. Çünkü bütün bu yaptıkları, kendi sayfalarında bulacakları günah ve iftiradan başka bir şey değildir. Allahu Teala’nın yanında bundan dolayı sorumlu olacaklardır. Ey muvahhid kardeşim! Bütün bunlardan sonra yaptığımız açıklamaların usûle uygun olduğunu ve kötü olmadığını görmüyor musun? İmam Şafii’nin şöyle dediği nakledilir: “Bid’at ehli birine muhalefet ettiğin zaman, senin kafir olduğunu söyler. Ehl-i Sünnet'ten olan birine muhalefet ettiğin zaman senin hata ettiğini söyler.” İbn-i Teymiye Rahimehullah, İbnu’l-Bekri’ye verdiği bir cevabında şöyle der: “Bu nedenle, ilim ve sünnet ehli, kendilerini tekfir etse bile, muhalefet eden kişiyi tekfir etmezdi. Çünkü küfür, şer’i bir hükümdür. Bu meselede kişinin, kendisine muhalefet edeni, misliyle cezalandırma hakkı yoktur. Bu aynen kendisine iftira eden veya eşi ile zina eden kişiye, yaptığının aynısı ile karşılık vermenin caiz olmaması gibidir. Zira kendisine iftira eden kişiye iftira etmek ve eşi ile zina eden kişinin eşi ile zina etmek helal değildir. İftira ve zina, Allahu Teala’nın haram kıldığı ve cezasını kendisinin belirlediği 162 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ meselelerdendir. Tekfir de böyledir ve Allahu Teala’nın hakkıdır. Ancak Allah ve Rasulü’nün tekfir ettiği kişi tekfir edilir.” 357 “Bid’at ehlinin ayıplarından biri de birbirlerini tekfir etmeleridir. Sünnet ehlinin iyiliklerinden biri de birbirlerini tekfir etmek yerine, hata ettiklerini söylemeleridir.” 358 İbn-i Teymiye yine şöyle der: “Hariciler, Ehl-i Sünnet'i tekfir ederler. Mutezilenin çoğu da muhaliflerini tekfir ederler. 359 Rafızilerin çoğu da böyledir. Muhaliflerini tekfir etmeyenler ise, onları fasık sayarlar. Hevalarına uyarak hareket edenlerin çoğu bir görüş uydurur ve o görüşte kendilerine muhalefet edenleri tekfir ederler. Ehl-i Sünnet ise, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Allahu Teala’dan getirdiği hakka uyar ve bu hak konusunda kendilerine muhalefet edenleri tekfir etmezler. Onlar hakkı herkesten daha iyi bilirler ve insanlara karşı da herkesten daha merhametlidirler. Nitekim Allahu Teala Müslümanları şöyle nitelemektedir: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” 360 Ebu Hureyre Radıyallahu Anhu bu ayetin anlamı hakkında şunu söyler: “İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı insanlarsınız.”” 361 Bu konuyu yine İbn-i Teymiye’nin şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Ben bana muhalefet edenlerden hiç rahatsız olmuyorum. Tekfir ederek, fasık sayarak, iftira ederek veya cahiliyye asabiyeti ile hareket ederek hakkımda Allahu Teala’nın koyduğu sınırları çiğneyen için ben, onun hakkında Allahu Teala’nın sınırlarını çiğnemem. Aksine ben söylediğimi ve yaptığımı ölçüye göre yapar, adalet terazisi ile tartar ve Allahu Teala’nın indirdiği, insanlara hidayet yaptığı, ihtilaf ettikleri şeylerde hakem kıldığı Kitap’ına uyması için çalışırım. Allahu Teala şöyle buyurur: “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasulü’ne götürün.” 362 Senin hakkında Allahu Teala’ya itaatsizlik eden kişiye yapacağın en büyük iyilik, onun hakkında Allahu Teala’ya itaat etmendir. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah muttaki olanlarla beraberdir ve onlar ihsan sahibi kişiler- 357 İbn-i Teymiye, 257 Bu ve bundan önceki aktarılanlar, Ahmed bin İsa’nın, İbnu’l-Kayyim’in kasidesine yaptığı şerhinden alınmıştır. Bkz: 2/406, 407. Yine bakınız: İbn-i Teymiye, Minhacu’s-Sunneti’nNebeviyye, 5/251 359 Abdulkahir el-Bağdadi, Usuluddin, 343’de Mutezilenin çoğunun muhaliflerini tekfir ettiğini, hatta onları tekfir etmeyenleri de tekfir ettiklerini belirtmektedir. 360 3 Al-i İmran/110 361 Minhacu’s-Sunne, 5/158 362 4 Nisa/59 358 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯163 ⎯⎯ dir.” 363 Başka bir ayette ise şöyle geçer: “Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir şekilde zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” 364 Bu aktardıklarımın tamamından sonra: Tekfir konusunda, farklı cemaatler içerisinde olan kişilerin yaptıkları ve bizzat gördüğüm, özellikle uyarıda bulunmak istediğim ve en fazla önem verdiğim hatalar bu aktardıklarımdır. Bunlar benim bildiğim kadar tekfirde yapılan en meşhur hatalardır. Oldukça yaygın olduklarını görmem sebebi ile bu hataları teker teker işlemeye ve açıklamaya gayret ettim. Elimden geldiği kadar bu davet ve mensupları için yararlı olmaya, onlardan ifrat ve tefrite kaçanları, Allahu Teala’nın rızası, O’nun dini, Kitabı ve Nebisi'nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünneti için uyarmaya ve nasihat etmeye çalıştım. İsabet ettiysem, Allahu Teala’nın bir lütfudur. Hamd ve minnet O’nadır. O’ndan ihlas ve kabul dilerim. Yanıldıysam, bendendir. Masum olduğumu söyleyip kendimi temize çıkarmıyorum. Yanılmaktan ve ayağımın kaymasından Allahu Teala’ya sığınırım. Allahu Teala’dan, bu çalışmadan dolayı, müçtehidlere vereceği ecirden beni de mahrum etmemesini ve beni, üzerinde ihtilaf ettiğim hakka hidayet etmesini dilerim. O dilediğini Sırat-ı Müstakim’e iletir. 363 364 16 Nahl/128 3 Al-i İmran/120)” (İbn-i Teymuyye, Mecmuu’l-Fetava, 3/155-156 164 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM HARİCİLERİN GENEL DURUMU VE ONLARIN AKİDE VE MENHECLERİNDEN BERAATİMİZ HARİCİLERİN DOĞUŞU VE EN ÖNEMLİ AKİDE VE FIRKALARI “Havaric”; taife anlamında olup, “Haricetün” kelimesinin çoğulu olan bir isimdir. Bid’atçı ve sapık bir topluluktur. Hak dine, mü’minlerin emirlerine yönelik yapılması gereken itaate ve Müslümanların en hayırlılarından olan kişilere karşı çıkışlarından dolayı bu isim ile anılmışlardır. Bid’atlarının çıkışı, Ali bin Ebi Talip’in halifeliği dönemindedir. Kökleri ise, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem dönemine dayanmaktadır. Buhari, Ebu Said el-Hudri’den şöyle rivayet eder: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir gün ganimet taksimi yaparken Temimoğullarından Zu’l-Huveysıra lakaplı bir adam: ‘Ey Allah’ın Rasulü adil ol’ dedi. Rasulullah; ‘Yazıklar olsun sana. Ben adil olmazsam kim adil olur’ buyurdu. Bunun üzerine Ömer İbnu’lHattab Radıyallahu Anhu; ‘Bana izin ver de şu adamın boynunu vurayım’ dedi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: ‘Hayır. Onun bir ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯165 ⎯⎯ takım arkadaşları vardır ki, sizden biriniz onların namazı yanında kendi namazını, onların oruçları yanında kendi orucunu hakir görür. Onlar okun avı delip çıktığı gibi dinden çıkarlar. Okun demirine bakılır, onda kan namına bir şey bulunmaz. Sonra okun ağaç kısmına bakılır, orada da bir şey bulunmaz. Sonra okun yelesine bakılır, orada da bir şey bulunmaz. Ok, avın işkenbesi içindeki şeylere ve kana girip çıkmış, fakat onlardan hiçbirşey oka yapışıp kalmamıştır. Onlar insanlar arasında bir ayrılma olduğu zaman ortaya çıkarlar. Onların alameti iki elinin birinde kadın memesi gibi yahut öteye beriye gidip gelen bir et parçası gibi bir şey bulunan bir adamdır.” Bu hadis, bu fırkanın köklerinin ve psikolojik dinamiklerinin Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanından beri mevcut olduğunu belirtir. Ortaya çıkmaları ise, Ali bin Ebi Talip ile hasımları arasında tartışma ve bölünme başladığı zaman oldu. Yani Osman bin Afvan’ın öldürülmesi ve Müslümanlar arasında çatışmaların başlamasından sonra Cemel ve Sıffin olaylarının bir ürünü olarak ortaya çıktılar. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Onlar insanlar arasında bir ayrılma olduğu zaman ortaya çıkarlar” sözü, bu gerçeği tam olarak izah eder. Tarih, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem söylediğinin aynısını bize bildirmektedir. Bütün bu olayların başlangıcı şöyle olmuştur: Irak halkından bazı kesimler Osman’ın akrabalarından bazılarının uygulamalarını beğenmediler ve bundan dolayı Osman’ı Radıyallahu Anhu eleştirdiler. Tilavet ve ibadet ile fazla meşgul oldukları için bunlara “Kurra” adı verilirdi. Ne var ki bunlar Kur’an’ı yanlış bir şekilde te’vil ederler, zühd, huşu ve başka şeylerde aşırılığa kaçarak zorlaştırıcı davranırlardı. 365 Osman bin Afvan Radıyallahu Anhu öldürülünce, Ali bin Ebi Talip’in imamlığını kabul ettiler ve onun yanında savaştılar. Aişe’nin, Talha ve Zubeyr’in bulunduğu topluluk ise bunlara karşı savaştı. Bunlar Osman’ın katillerinin yakalanmasını istiyordu. Savaşta Ali galip geldi. Talha ve Zubeyr öldürüldü. Bunun üzerine “Kurra” diye adlandırılan bu insanlar, Osman’ın ve ona tabi olanların kafir olduğunu söylediler. Sonra Şam valisi olan Muaviye de Osman’ın katillerinin yakalanmasını istedi. Ali’nin o katilleri yakalamasına yardım etmesini istedi ve kendisine bey’at etti. Ali ona, “İnsanların itaat ettiği gibi sen de itaat et, onları yakalayıp hak ile yargılayalım” dedi. Bu iş uzayınca Ali, Irak halkı ve Kurra ile beraber Şam halkı ile savaşmak üzere çıktı.. Muaviye de onlarla savaşmak üzere çıktı. İki taraf Sıffin’de karşılaştı. Aralarında savaş aylarca sürdü. Şam 365 Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı, “İnkarcıların ve Haricilerin Öldürülmesi” babı 166 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ordusu yenilmek üzereydi. Mushafları mızrakların ucuna taktılar ve “Sizi Allah’ın Kitabı'na çağırıyoruz” diye seslendiler. Ali savaşın devam etmesini istiyordu. Başta Kurra olmak üzere taraftarlarından bir çok kişi din adına savaşmayı bıraktılar ve Hakem işini kabul etmesi için ona baskı uyguladılar. Allahu Teala’nın şu ayetini de delil gösterdiler: “Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir.” 366 Ali’ye “Onlar bizi Allah’ın Kitabı'na çağırıyorlar, sen bizi kılıç sallamaya çağırıyorsun” dediler. Ali, onlara, “Ben Allah’ın Kitabı'nda olanları biliyorum 367 , Allah’ın hükmüne boyun eğmeleri için onlarla savaşıyorum, onlar Allah’ın kendilerine emrettiğine itaatsizlik ettiler, ona verdikleri sözü terkettiler ve Kitabı'nı arkalarına attılar” dedi. Kurra’dan bir grup şöyle dedi: “Ey Ali! Kendisine çağrıldığın zaman Allah’ın Kitabı'na icabet et, aksi halde seni düşmanın eline veririz veya İbn-i Afvan’a yaptığımızı sana da yaparız. Osman, Allah’ın Kitabı ile hükmetme konusunda bize diretti, biz de onu öldürdük. Vallahi ya kabul edersin veya sana da aynı şeyi yaparız.” Bunun üzerine Ali şöyle dedi: “Benim, bunu istemediğimi ve sizleri bundan nehyettiğimi unatmayın. Bununla birlikte bu söylediklerinizi de unutmayın.” 368 Daha sonra bu konuda Şamlılar ile mektuplaştılar ve “Sizden bir hakem, bizden bir hakem olsun ve savaşa katılmamış kişiler de onlarla beraber olsunlar. Kimi haklı görürlerse, ona itaat etsinler” dediler. Muaviye, Amr bin As’ı vekil yaptı. Ali, Abdullah bin Abbas’ı vekil yapmak istediyse de Kurra’dan olanlar bunu kabul etmediler ve “Sadece Ebu Musa el-Eşari’yi kabul ederiz” dediler. Ebu Musa el-Eşari’nin insanları fitne ve savaştan nehyettiğini söylediler. Ebu Musa, Hicaz bölgesinin bir yerinde köşeye çekilmişti. Onu getirdiler ve aralarında “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bu, mü’minlerin emirinin verdiği karardır” şeklinde bir tutanak tuttular. Amr bin As, “Ali’nin ve babasının adını yaz. O sizin emirinizdir, bizim emirimiz değildir” dedi. Bunun üzerine Ali, “Mü’minlerin emiri ifadesini sil ve “Bu, Ali bin Ebi Talib’in verdiği karardır” diye yaz” dedi. Sonra hakem tutanağını yazdılar ve bir süre sonra Irak ile Şam arasında bir yerde, iki hakemin bir araya geleceği günü beklemek üzere ayrıldılar.. Hüküm verilinceye kadar iki tarafın, kendi bölgelerine dönmesi kararlaştırıldı.. Sonra insanlar öldürülenleri gömmeye başladılar. Ali, Şam ehlinden ellerinde bulunan bir takım esirleri 366 3 Al-i İmran/23 Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 114 368 El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/247 367 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯167 ⎯⎯ serbest bıraktı. Aynı şekilde Muaviye’nin elinde olan esirler de serbest bırakıldı. Abdurrahman bin Ziyad bin Enum, Sıffin halkından sözederek şöyle der: “Bunlar Araptı. Cahiliyye zamanında birbirlerini tanırlardı. Hem İslam ve hem de cahiliyye hamiyetini taşıdılar. Sabrettiler ve kaçmaktan utandılar. Savaş durduğu zaman karşılıklı ölülerini alır ve gömerlerdi. Şabi, bunların cennet ehli olduklarını ve birbirlerinden kaçmadıklarını söylemektedir.” 369 Daha sonra Haricilerin düşüncelerinin ve akidelerinin kendisi sebebi ile çıktığı ilk kıvılcım yaşandı. Ali’nin ordusundan tahkim’de hazır bulunan Eş’as bin Kays, Kurra’dan Temim kabilesinden bir kesimin yanına uğradı ve tahkim tutanağını onlara okudu. Onlardan Urve bin Cerir ayağa kalktı ve “Allah’ın dininde insanlara mı hükmolunuyorsunuz?” dedi ve Eş’as’ın atının arkasına bir kılıç vurdu. Bu söz Haricilerin fitnesinin ilk kıvılcımı ve çıkışlarının anahtarı oldu. İbn-i Kesir şöyle der: “Ali’nin ashabından olan Kurra’dan bir kesim, onun bu sözünü doğru olarak kabul ettiler ve “Allah’ın hükmü dışında hüküm yoktur” dediler. Bundan dolayı kendilerine “Muhakkimiyye” denildi.” 370 Sonra insanlar Sıffin’den ayrılarak memleketlerine döndüler. Muaviye, ordusu ile beraber Şam’a gitti, Ali ise Kufe’ye döndü. Kufe’ye girince bir adam “Ali gitti, ama eli boş döndü” dedi. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu, “Bırakıp geldiklerimiz, yani Şamlılar onlardan hayırlıdır” dedi ve manzum olarak şöyle söyledi: “Kardeşin, başına bir sıkıntı geldiği zaman sana merhamet ederek sıkıntını giderir. İşler çatallaştığında durmadan seni kötüleyen kişi ise, kardeşin değildir.” Daha sonra Kufe’deki yönetim binasına varıncaya kadar Allahu Teala’yı zikretti. Kufe’ye yaklaştığı sırada ordusundan yaklaşık oniki bin kişi ayrılmış ve Haruriyye denilen yerde toplanmışlardı. Bu nedenle Haricilere “Haruriler” denilmiştir. Başlarında ise Abdullah bin el-Kevva vardı.. Ayrılmalarının sebebi, Ali’nin birtakım işlerine tepki göstermeleridir. Ali, onlara Abdullah bin Abbas’ı gönderdi. Abdullah onlarla tartıştı ve birçoğu geri döndü. Sonra Ali yanlarına gitti ve onlarla tartıştı. İbnu’l-Kevva ve beraberindeki bir topluluk Ali’ye itaat ederek döndüler. Kalanlar ise Nehravan’a 369 El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/278. Burada kastedilen, birbiriyle savaşmalarına rağmen, aralarında İslam hukuna uymalarıdır. Yoksa fitne ortamında ortaya çıkan Hariciler gibi değildiler. 370 Age: 7/297 168 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ gittiler. Ali ile beraber Kufe’ye geri dönenler O’nun tahkim’de alınmış bazı kararlardan vazgeçtiğini etrafa yaydılar ve bu nedenle kendisi ile beraber geri döndüklerini söylediler. Ali Radıyallahu Anhu bunu duyunca bir konuşma yaptı ve böyle bir şeyin asılsız olduğunu söyledi. Onlar ise, Mescid tarafından “Hüküm ancak Allah’ındır” diye bağırdılar. Bunun üzerine Ali, “Batıl için kullanılan hak bir söz” diyerek tepki gösterdi ve “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem birtakım insanların niteliklerini bize haber vermişti. Ben o nitelikleri bunlarda görüyorum. Hakkı dilleriyle söylerler ama (boğazını göstererek) buradan geçmez” dedi. 371 Taberi 372 , İbn-i Rezin’den 373 sahih bir sened ile şöyle rivayet eder: “Tahkim meydana gelip Ali, Sıffin’dan geri dönünce, bunlar Ali’ye cephe aldılar. Nehravan’a varıp orada kaldılar. Ali, ordusu ile beraber Kufe’ye girdi. Onlar ise Haruriyye’ye gidip orada kaldılar. Ali onların yanına gitti, onlarla konuştu ve iki taraf anlaştı ve Kufe'ye döndüler. Bir adam ona geldi ve “Bunlar, senin küfründen döndüğünü anlatıyorlar” dedi. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu öğle namazında halka bir konuşma yaptı ve bunların söylediklerinin ve kendisine karşı yaptıklarının ayıp olduğunu bildirdi. Onlar mescidin değişik yerlerinden ayağa kalkarak “Hüküm ancak Allah’ındır” dediler. Onlardan bir adam parmaklarını kulaklarına sokarak Ali’nin yanına geldi ve “Andolsun ki sana ve senden önceki peygamberlere de (şu husus) vahyolunmuştur: Andolsun ki, Allah’a ortak koşarsan, işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun” 374 ayetini okudu. Ali Radıyallahu Anhu ise ona şu ayeti okuyarak cevap verdi: “Sen şimdi sabret. Bil ki Allah’ın va’di gerçektir. (Buna) iyice inanmamış olanlar, sakın seni (üzüntü ve) gevşekliğe sevketmesin.” 375 İmam Ahmed, Hakim ve Beyhaki Abdullah bin Şeddad’dan şöyle rivayet eder: “Ali Radıyallahu Anhu ile, savaş yapıldığı günlerde Irak’tan döndükten sonra Aişe ile birlikte oturuyorduk. Aişe bana, “Ey Abdullah, sorduğum soruya doğru cevap verecek misin?” dedi. Ben, “Neden doğru cevap vermeyeyim ki?” dedim. O, “O zaman Ali’nin öldürdüğü bu kişileri bana anlat” dedi. Ben de şöyle anlattım: “Ali, Muaviye ile yazışma yaptıktan ve hakem olayı meydana geldikten sonra Kurra’dan sekiz bin kişi ona karşı çıktılar ve Kufe taraflarında Haruriyye denilen yere gittiler. Bu kişiler Ali’ye, 371 Nesai sahih bir sened ile “Ali’nin özellikleri” babında nakletmektedir, s:32 Taberi, Tarih, 4/54 373 İbn-i Hacer, doğru adının Ebu Zerin olduğunu ve Şiilerden olmakla suçlandığını söyler. Sika bir ravi sayılır. 374 39 Zümer/65 375 30 Rum/60 372 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯169 ⎯⎯ “Allah’ın sana giydirdiği gömleği çıkardın ve o isimden sıyrıldın. Gittin Allah’ın dininde insanları hakem yaptın. Halbuki hüküm ancak Allah’ındır” dediler. Ali, bu insanların kendisinden ayrıldıklarını ve kendisini kınadıklarını duyunca, “Herkes elinde Kur’an ile mescide gelsin” diyerek çağrı yaptırdı. Mescid, gelen insanlarla dolunca, Ali eline büyük bir mushaf aldı ve eli ile işaret ederek, “Ey Mushaf, insanlara söyle” dedi. Halk, “Ey mü’minlerin emiri! Mushafa ne soruyorsun! O mürekkep ve yapraklardan başka bir şey değildir. Biz, ondan bize rivayet edilen şeyleri söylüyoruz” dediler. Ali şöyle dedi: “Bana karşı çıkanlar ile benim aramda Allah’ın Kitabı vardır. Allah kadın ve erkek hakkında şöyle buyurur: Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 376 Muhammed ümmeti, bir kadın ve erkekten daha çok muhteremdir. Muaviye ile yazışmama ve Ali bin Ebi Talip yazmama karşı çıktılar. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Kureyş ile Hudeybiye Antlaşması yaptığında biz de onunla beraberdik. Rasulullah “Bismillahirrahmanirrahim” yazınca, Kureyş heyetinin başında bulunan Suheyl bin Amr, “Bismike Allahumme, yaz” dedi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buna itiraz etmedi. Sonra, “Allah’ın Rasulü Muhammed’den Sallallahu Aleyhi ve Sellem” yaz dedi. Suheyl, “Senin Allah’ın Rasul’ü olduğunu bilseydik sana muhalefet etmezdik” dedi ve buna da karşı çıktı. Onun yerine “Bu, Abdullah oğlu Muhammed’in Kureyş ile yaptığı anlaşmadır” diye yazıldı. Allahu Teala, Kur’an’da şöyle buyurur: “Ey iman edenler! And olsun ki, sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir.” 377 Ali, onlara Abdullah bin Abbas’ı gönderdi. Onunla beraber gittim ve askerlerinin ortasına kadar vardık. İbnu’l-Kevva ayağa kalktı, halka bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: “Ey Kur’an’ın hafızları, bu Abdullah bin Abbas’ı hanginiz tanımaz. Ben onu Allah’ın Kitabı'ndan tanıyorum. Bu adam, kendisi ve kavmi hakkında “Bilakis onlar kavgacı bir toplumdur” 378 ayetinin indiği kişidir. Onu sahibine geri çevirin ve Allah’ın Kitabı hakkında onunla tartışmayın.” Bunun üzerine onlardan bazıları söz alarak şöyle dediler: “Vallahi onunla Allah’ın Kitabı'yla tartışacağız. Bildiğimiz bir hakkı söylerse, ona uyarız. Batıl bir şey söylerse, onu batılı ile cezalandırırız ve sahibine geri göndeririz.” 376 4 Nisa/35 33 Ahzab/23 378 43 Zuhruf/58 377 170 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Üç gün onunla tarıştılar. Onlardan dört bin keşi tevbe ederek geri döndü. İbnu’l-Kevva’da bunu kabul etti ve onları alarak Ali’nin yanına geldi. Ali Radıyallahu Anhu kalanlara şu haberi gönderdi: “Bizimle insanların durumunu biliyorsunuz. Muhammed ümmeti bir araya gelinceye kadar olduğunuz yerde kalınız. O zaman istediğiniz yere gidersiniz. Yol kesmedikçe ve kan davası gütmedikçe, size saldırmayacağız. Ancak bunları yaparsanız, iki taraf arasında savaş olur. Şüphesiz Allahu Teala hain olanları sevmez.” Aişe Radıyallahu Anha, “Ey İbn-i Şeddad, Ali onları öldürdü” dedi. Ben ise dedim ki; “Vallahi, onlar yol kesmedikçe ve kan dökmedikçe, İbn-i Habbab’ı öldürmedikçe ve zimmet ehline saldırmadıkça onların üzerine asker göndermedi.” 379 İbn-i Şeddad’ın, İbn-i Habbab’ı öldürdüklerini söylediği kişiler, Nehravan’a gidenlerdir. Bunlar Abdullah bin Abbas’ın ve Ali’nin kendileriyle yaptığı tartışma ile ikna olmayıp Kufe’ye dönmeyi kabul etmeyen topluluktur. Sonra Kufe’ye dönenlerden bazı kişiler, onları geri getirmek için yanlarına gitti. Ancak ikna olmadılar. Osman ve Ali’nin imamlığını tenkit ettiler. Başlarına da Abdullah bin Vehb er-Rasibi adında bir Arabı getirdiler. Bu adam sahabeden değildir ve idrarını tutamazdı. Kendilerine “Mü’minlerin emirine itaat ediniz” denildiğinde, “Bize Ömer gibi birini getirin, kabul ederiz” demişlerdi. Ali Radıyallahu Anhu, dönmeleri için, onlara adamlar gönderdi. Ancak tahkimden dolayı kafir olduğunu kabul etmedikçe ve “mü’minlerin emiri” ifadesinin kaldırılmasını kabul etmesi günahından tevbe etmedikçe dönmeyeceklerini söylediler. Ona, “Mü’minlerin emiri değilsen, kafirlerin emirisin” dediler. Ali Radıyallahu Anhu, onlara bir daha adam gönderdi. Onlar ise gönderdiği kişiyi öldürmeye kalktılar. Hatta öldürdükleri de söylenir. 380 Sonra kendileri gibi inanmayan kişilerin kafir olup kanı, malı ve ırzı helal olacağı konusunda ittifak ettiler. Üzerinde ittifak ettikleri bu işi de yaptılar. Halka saldırdılar, kendilerine karşı çıkan Müslümanları öldürdüler ve mallarını aldılar. Onların bulunduğu bölgede bir yerin valisi 381 olan Habbab bin Eret’in oğlu Abdullah, oğlunun annesi olan bir cariyesi ile beraber onların yanına geldi. Ona, “Bize babandan duyduğun Rasulullah’tan bir hadis aktar” dediler. Abdullah şöyle dedi: “Babamdan, Rasulullah’ın Sallallahu 379 İbn-i Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/218, senedinin sahih olduğunu söyler. İbn-i Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/288’de Taberi’den böyle nakletmektedir. 381 Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı, “İnkarcıların ve Haricilerin Öldürülmesi” babı. 380 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯171 ⎯⎯ Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim: “Fitne olacak. O zaman oturan ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Katil olmaktansa, maktul olmak daha iyidir.” Bunun üzerine onu yanlarına aldılar. Yolda onlardan biri zimmet ehline ait bir domuz gördü ve kılıcıyla vurarak yaraladı. Diğeri ona, “Zımminin malı olduğu halde niçin vurdun?” dedi ve o domuzun sahibi olan zımmiye gidip memnun etti. Ve yine hurma ağacından bir hurma düştü. Biri alıp ağzına attı. Diğeri ona, “İzin almadan ve parasını ödemeden mi?” dedi. Bunun üzerine düşen hurmayı ağzına alan kişi, onu çıkarıp attı. 382 İbn-i Habbab onlara, “Ben haklarım konusunda bu hurmadan daha saygın olmalıyım” dedi. Bunun üzerine Misma’ denilen biri kılıçla vurup onu öldürdü. El-Muberred’in söylediğine göre olay şöyledir: “Onlarla karşılaştığında boynunda bir mushaf taşıyordu. “Boynunda taşıdığın bu kitap seni öldürmemizi emrediyor” dediler. O, “Kur’an’ın hayat verdiğine siz de hayat verin, öldürdüğünü siz de öldürün” dedi.” 383 Bunun üzerine İbn-i Habbab’ı öldürdüler. Kanı nehrin üzerinde ağ gibi karşı kıyıya kadar aktı. Onun oğlunu da öldürdüler ve karısına geldiler. Kadın; “Ben hamile bir kadınım, Allah’tan korkmaz mısınız?” dedi. Buna rağmen onu da öldürdüler ve karnını deştiler. Ali Radıyallahu Anhu, bu olayları duyunca, ordu ile onların üzerine yürüdü. Yanlarına yaklaştığında Abdullah bin Habbab’ın katilini teslim etmeleri için haber gönderdi. Bunun üzerine, “Onu hepimiz öldürdük. Seni de ele geçirirsek öldüreceğiz” dediler. Ali Radıyallahu Anhu ordusu ile onların üzerine yürüdü. Onlar da mevzi aldılar. Sad bin Ubade’nin oğlu Kays onların yanına gelerek nasihat etti. Ancak bir faydası olmadı. Ebu Eyyub el-Ensari de onları kınadı ve yaptıklarının kötü olduğunu söyledi. Bunun da bir faydası olmadı. Ali onlara yaklaştı ve nasihat ederek tehdit etti. Onlarla çatışmaya girmeden önce, “Bizden hoşlanmadığınız nedir?” dedi. Şöyle dediler: “Cemel Savaşı'nda önünde savaştık. Karşı taraf mağlup olunca mallarını ganimet almayı yasaklamadın, ama kadın ve çocuklarını esir almayı yasakladın. Mallarını helal kılarken neden kadın ve çocuklarını esir almayı helal etmedin? Sana karşı gelmemizin sebeplerinden biri budur.” Ali Radıyallahu Anhu şöyle dedi: Mallarını almanıza izin vermemin sebebi, onların üzerine yürümeden önce Basra’da, Beytu’l-malı yağmalamış olmalarıdır. Kadınlar ve çocuklar bizimle savaşmadılar. Daru’l-İslam’da 382 El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/288. İbn-i Ebi Şeybe’nin rivayetinde “Anlaşmalı birinin hurmasıdır, onu nasıl kendine helal saydın?” diye geçer. 383 Muberred, El-Kamil, 2/135 172 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ olmalarından dolayı Müslümanların hükmüne tabidirler. İslam’dan çıkmış da değillerdir. Kafir olmayan kişiyi köleleştirmek ise caiz değildir. Varsayalım ki kadınlarını almanıza izin verdim, hanginiz Aişe’yi alırdı?” Dinleyenler bunun karşısında ürperdiler. Şöyle dediler: “Muaviye ile yaptığın tahkimde yazılan tutanakta “Mü’minlerin emiri” ünvanını karşı tarafın ısrarı üzerine silmeyi kabul ettin. Sana karşı gelmemizin sebeplerinden biri de budur.” Ali Radıyallahu Anhu şu cevabı verdi: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hudeybiye günü yaptığının aynısını yaptım.” Onlar; “Hakkın olan bir şeyde neden tahkimi kabul ettin?” dediler. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu; “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Beni Kureyza hakkında Sad bin Muaz’ı hakem yaptığını gördüm. İsteseydi yapmayabilirdi. Ben de bir hüküm verdim. Ben tahkime karşı çıkarken siz tahkim istiyordunuz. Şimdi ise karşı çıkarak beni tekfir ediyorsunuz” dedi ve “Başka itirazınız var mı?” diye ilavede bulundu. Onlar sustular ve o gün sekizyüz kişi daha Ali’ye katıldı. Abdullah bin Vehb er-Rasıbi ve Hurkus bin Zuheyr liderliğindeki dört bin kişi ise Ali’ye karşı savaşacaklarını açıkladılar. Ali, Ebu Eyyub el-Ensari’ye savaştan önce eman bayrağı dikmesini emretti. Oraya gelenlerin veya Kufe ve Medain’e gidenlerin eman altında olacaklarını ve Müslümanların katillerinden başka aralarında herhangi bir alıp veremediklerinin olmadığını söylemesini istedi. Onlardan büyük bir çoğunluk çekip gittiler ve sadece bin kişi kadar kaldı. Ali beraberindekilere, “Onlar size saldırmadan siz saldırmayın” dedi. Hariciler “Hüküm ancak Allah’ındır, cennete yürüyelim” diyerek saldırdılar. Bunun üzerine Ali, “Onlara saldırın, Allah’a yemin ederim bizden on kişi öldürülmez, onlardan ise on kişi kurtulmaz” dedi. O gün Ali’nin ordusundan dokuz kişi öldürüldü. 384 Hurkus bin Zuheyr, Ali ile müsabakaya çıktı ve “Ey Ali, seninle sadece Allah rızası ve ahiret yurdu için savaşıyoruz” dedi. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu ona şöyle cevap verdi: “Siz Allahu Teala’nın haklarında şöyle buyurduğu kişilere benziyorsunuz: “De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanı bildirelim mi? (Bunlar) İyi işler yaptıklarını zannettikleri halde, dünya hayatından çabaları boşa giden kimselerdir.” 385 Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki sen onlardansın.” Daha sonra arkadaşlarıyla beraber üzerine yürüdü. Müsabakada Abdullah 384 Müslim’in, Ali’nin Radıyallahu Anhu ordusunda bulunan Zeyd bin Vehb el-Cuheni’den aktardığı rivayette “O gün sadece iki adam öldü” diye geçmektedir. 385 18 Kehf/103-104 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯173 ⎯⎯ bin Vehb öldürüldü, memeli adam atından yere serildi. Hariciler o gün öldürüldüler ve onlardan sadece dokuz kişi kurtuldu. Ali bin Ebi Talip Radıyallahu Anhu, o gün beraberindekilerden, memeli adamı bulmalarını istedi. Onu buldular ve koltuğunun altında kadın göğsü gibi bir şişkinliğin olduğunu gördüler. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu; “Allah ve Rasulü doğru söyledi” dedi. 386 Yukarıda geçen Zu’l-huvaysire hadisinde Hariciler ile ilgili olarak Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Onlar insanlar arasında bir ayrılma olduğu zaman ortaya çıkarlar. Onların alameti iki elinin birinde kadın memesi gibi yahud öteye beriye gidip gelen bir et parçası gibi bir şey bulunan bir adamdır.” 387 Ebu Said der ki: “Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem bunu duyduğuma, ben de beraberinde iken Ali’nin onları öldürdüğüne ve Rasulullah’ın nitelediği gibi bir adamın getirildiğine şahitlik ederim.” Haricilerin ilk fırkası olan Muhakkimiyye’nin ortaya çıkması böyle olmuştur. Hariciler Ali bin Ebi Talip, Osman bin Afvan, Cemel Savaşı'na katılanlar, Muaviye ve taraftarları, iki hakem ve onların hakemliğini kabul edenler ve günah işleyen Müslümanları tekfir ederler. Buhari Rahimehullah, “Kendilerine hüccet ikamesi yapıldıktan sonra Hariciler ve mülhidlerin öldürülmeleri” babında Ali’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet etmektedir: “Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem size bir hadis naklettiğim zaman Allah’a yemin ederim ki O’nun adına yalan söylemektense, gökten yere düşmeyi tercih ederim. Ancak sizinle benim aramda olan şeyler ile ilgili söylersem, bilin ki savaş taktiktir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim: “Ahirzamanda yaşça küçük, akılca kıt birtakım gençler çıkacak. Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur’ân’ı okurlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez. Okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkarlar. Onlara nerede rastlarsanız öldürün. Zîra, onları öldürene, kıyamet günü Allah’ın vereceği ecir vardır.” Ali Radıyallahu Anhu, hicri otuz üç yılında, halifeliğinin sonlarına doğru, Nehravan’da onlarla savaşmıştır. Bu savaştan sonra onlar, kendilerinden olan Abdullah bin Mulcem’in Ali’yi Radıyallahu Anhu öldürmesine kadar saklandılar. Muaviye ile Hasan aralarında anlaşınca, onlardan bir grup yine ortaya çıktı. Şam ordusu Necile denilen yerde onları bozguna uğrattı. Bundan sonra Ziyad ve oğlu Ubeydullah dönemine kadar pasif kaldılar. Ziyad ve oğlu Ubeydullah onları, öldürerek ve uzun süreli hapsederek bitirdi. 386 387 Bu anlatılanların çoğu Bağdadi’nin “El-Farku Beyne’l-Fırak” isimli kitabından alınmıştır. Buhari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” babı 174 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Ziyad’ın ölmesi üzerine çatışma başlayıp Abdullah bin Zubeyr halife oldu. Bununla birlikte Şam dışında diğer bütün vilayetler ona itaat etti. Mervan ise isyan ederek Şam’a hakim olup Mısır’a yöneldi. Hariciler o dönemde Irak’ta Nafi’ bin Ezrak liderliğinde bir daha ortaya çıktılar. Bunlar “Ezrakiler” olarak anıldılar. Sayıca en çok ve güç olarak en kuvvetli olan Harici fırkası bunlardır. İbn-i el-Ezrak’a bey’at ettiler ve onun mü’minlerin emiri olduğunu söylediler. Umman ve Yemame tarafındaki Haricilerin de bunlara katılmasıyla sayıları yirmi bini geçti. Ehvaz, Kirman gibi yerleri işgal ettiler ve haraç toplamaya başladılar. Abdullah bin Zubeyr’in askerleri ve onlar arasında bu bölgelerde meydana gelen savaşlarda onlar galip geldiler. Bunun üzerine Abdullah bin Zubeyr, Horasan valisi Muhelleb bin Sufra’ya bir mektup yazarak onlara karşı savaşmasını emretti. Muhelleb onlarla savaştı ve yendi. O savaşta Nafi bin Ezrak öldü. Bu savaştan sonra Ezrakiler, Ubeydullah bin Memun et-Temimi’ye bey’at ettiler. Muhelleb onlarla savaşmaya devam etti ve Ubeydullah’ı da öldürdü. Daha sonra Katari bin elFucae’ye bey’at ettiler ve mü’minlerin emiri olarak isimlendirdiler. Onlar ile Muhelleb aralarında savaşlar devam etti. Muhelleb ve tabileri ondokuz sene onlarla savaştılar. Bu savaşlardan bazısı Abdullah bin Zubeyr zamanında, bazısı da Abdulmelik bin Mervan ve Haccac’ın Irak valilliği dönemlerinde meydana geldi. Haccac, Muhelleb’i bunlarla savaşmakla görevlendirdi ve kendisine bazı yardımcılar da atadı. Nihayet Allahu Teala yeryüzünü onlardan temizledi. Ezrakilerin dini görüşleri ise şöyledir: "Bu ümmetten kendilerine muhalif olanları ve Ali ve Muaviye Radıyallahu Anhuma arasında gerçekleşen muhakemeye katılanları müşrik olarak kabul ederler. Kendi görüşlerini paylaşsalar bile, onlara hicret etmeyen ve savaşta kendilerine yardım etmeyenler de onlara göre müşriktir. Delil olarak ise Allahu Teala’nın şu ayetlerini gösterirler: “Allah’a ve Rasulü’ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar” 388 , “Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan, Allah’tan korkar gibi, yahut daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar.” 389 " 390 Kendilerinden olduğunu iddia ederek yanlarına gelen kişileri imtihan etmeyi vacip gördüler. Bu kişiye muhaliflerinden bir esir verilir ve öldürmesi istenir. Eğer öldürürse onun söylediklerini tasdik ederler, öldürmez ise kendisinin müşrik münafık olduğunu söyleyip onu öldürürlerdi. Muhaliflerinin kadınlarını ve çocuklarını öldürmeyi mübah görürler, onların çocuklarının müşrik olduğunu kabul ederler ve ebedi cehennemlik 388 9 Tevbe/90 4 Nisa/77 390 Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 125 389 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯175 ⎯⎯ olduğunu söylerler, memleketlerinin daru’l-küfür olduğunu ve orada kadınları ve çocukları öldürmenin caiz olduğunu iddia ederlerdi. Büyük günah işleyen kişinin, kendisini dinden çıkaran bir küfür işlediği konusunda ittifak halindedirler ve o kişinin kafirler ile beraber, bu günahından dolayı ebedi cehennemlik olduğunu kabul ederler. Delil olarak ise iblisin küfrünü göstererek şöyle derler: “İblis, secde etmeyi sadece kibirlenmesi sebebi ile kabul etmedi ve Allahu Teala’nın birliğini kabul etiği halde tekfir edildi.” İblisin küfrünün sebebi yüz çevirme ve büyüklenmedir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurur: “İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kafirlerden oldu.” 391 Ayrıca İblis Allah’ın hükmüne ve emrine de itiraz etmiştir. Allahu Teala şöyle buyurur: “(İblis): ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın onu da çamurdan yarattın’ dedi.” 392 ” Ayrıca onlar, Allahu Teala’nın yerine getirilmesini emrettiği emaneti yerine getirmemeyi de kendilerine helal kılarak şöyle dediler: “Muhaliflerimiz birer müşriktir. Bu nedenle onların emanetlerini yerine getirmemiz gerekmez.” Yine bunlar, Kur’an’da bulunmadığını gerekçe göstererek zina eden evli kişinin recm edilmesini kabul etmediler. Hırsızlıkta da sınır tanımayarak az veya çok hırsızlık yapan herkesin elinin kesilmesi gerektiğini söylediler. 393 Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, Ezrakiler’in daru’l-küfürde ikamet eden herkesin kafir olduğunu ve oradan ayrılmadıkları sürece bu hükümlerinin de değişmeyeceğini söylediklerini belirtmektedir. 394 Ezrakilerden sonra Yemame bölgesinde Necdet bin Amir elHanefi’nin taraftarları ortaya çıktı ve bunlar da “Necdat” olarak anıldılar. Ortaya çıkmalarının sebebi ise, Nafi bin Ezrak’ın, kendi görüşünü benimsemelerine rağmen kendisine katılmayanların müşrik olduğunu söylemesi ve muhaliflerinin kadın ve çocuklarını öldürmeyi helal görmesidir. Bu sebepten dolayı Nafi bin Ezrak’ın cemaatinden bir topluluk ondan ayrılarak Yemame’ye gittiler. Necdet bin Amir, Nafi bin Ezrak’ın askerlerine katılmak isteyen Haricilerden bir toplulukla onları karşıladı. Nafi’den ayrılan bu topluluk, Nafi ve adamlarının yaptıklarını onlara anlattılar. Onlar da Yemaye’ye döndüler ve Necdet bin Amir’e bey’at ettiler. Bunlar, kendilerine hicret 391 2 Bakara/34 7 A’raf/12 393 Bütün bunlar için bakınız: El-Bağdadi, El-Farku Beyne’l-Firak, 83-84, Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 120-122’den özet olarak. 394 Makalatu’l-İslamiyyin, 1/88 392 176 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ etmeyenlerin kafir olduğunu iddia edenlerin ve Nafi’nin imam olduğunu savunanların kafir olduğunu söylediler. Daha sonra ise kendi aralarında Necdet’i eleştirdikleri bazı meselelerde birbirlerine düştüler ve üç gruba ayrıldılar. Necdet, yukarıda belirtilen görüşlerinden başka, içki cezasının olmadığını, kendisine haram olana az da olsa bakan, küçük de olsa yalan söyleyen veya bunlardan birisi üzerinde ısrar eden kişinin de müşrik olduğunu ve din anlayışlarında kendilerine muhalefet edenlerin ateşe gireceklerini söyledi. Bununla birlikte kendisine mensup olanlardan, ısrar etmeksizin içki içen, zina eden ve hırsızlık yapan kişiyi Müslüman olarak kabul etti. Mensuplarından bazılarını oğlunun liderliğinde malları ve kadınları yağmalamak üzere el-Katif bölgesine gönderdi. Yağmaladıkları malları paylaşma yapmadan yediler ve esir aldıkları kadınları nikahladılar. Bunlar geri dönüp, bu yaptıklarını kendisine haber verdiklerinde, Necdet buna karşı çıktı. Ancak onlar, bu yaptıklarının haram olduğunu bilmediklerini söylediler. Bunun üzerine Necdet onları cehaletleri sebebi ile mazur gördü ve şöyle dedi: “Hata eden müçtehidi, kedisine hüccet ikamesinde bulunmadan önce tekfir eden, kafir olur.” 395 Necdet, bu tür işler yapınca mensuplarının çoğu bunları Haricilerin dininde bid’at olan şeyler olarak kabul ettiler. Onu tevbe etmeye çağırdılar ve tevbesini de halkın önünde ilan etmesini istediler. Necdet bu isteklerini yerine getirdi. Daha sonra onu tevbe etmeye zorlayanlardan bazıları, bu yaptıklarından dolayı pişman oldular ve Necdet’i mazur sayanlara katıldılar. Bu defa Necdet’e şunu söylediler: “Sen imamsın ve içtihad etmek hakkındır. Senden tevbe etmeni istemeye hakkımız yoktur. Bu nedenle yaptığın tevbeden tevbe et. Senden tevbe etmeni isteyenler de tevbe etsin. Aksi halde seni terkederiz.” Necdet bu istediklerini de yerine getirdi. Böylece aralarında bölündüler. Çoğu onu terketti ve yukarıda belirttiğimiz gibi üç fırka oldular. Bu fırkalardan biri, hicri 69 yılında Necdet’i öldürdü. Haricilerin fırkaları zamanla daha da çoğaldı. Ne zaman aralarında bir mesele hakkında ihtilaf etseler, bölündüler ve her fırka diğerinin söylediklerinden beri olduğunu ilan etti. Sayılarının yirmi fırkayı bulduğu belirtilmektedir. El-Bağdadi bu fırkaların isimlerini saymakta ve bunların bölünmeye devam ettiğini belirtmektedir. 396 395 Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 123. Bu fırkaya, içtihadi bazı hükümlerde cehaleti engel olarak görmelerinden dolayı “Aziriyye” ismi verilmiştir. 396 El-Farku Beyne’l-Firak, 72 ve diğer sayfalar. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯177 ⎯⎯ Bunlardan biri de Ahnesiyye olarak isimlendirilen fırkadır. Bunlar Ahnes adında bir adamın tabileridir ve Salebe bin Mişkan adındaki kişiye bağlı olan Sealibiyye fırkasından ayrılan altı fırkadan biridir. Takiyye yurdunda 397 olanların İslam veya küfür üzerinde oldukları hakkında tevakkuf etmek gerektiğini, bu kişiler içerisinden, sadece mü’min olduğunu öğrendiklerine dostluk ve kafir olduğunu öğrendiklerine ise düşmanlık yapacaklarını söylerler. Bu, onların bid’atlarından biridir. 398 Harici fırkalarından biri de Beyhesiyye fırkasıdır. Bunlar Ebu Beyhes’in mensuplarıdır. İmamın kafir olması halinde, halkın da kafir olacağını söylerler. Bunlar ise iki fırkaya bölündüler ve her ikiside Avfiyye adıyla anıldı. Bu iki fırkadan biri, kendilerine hicret ettikten sonra ayrılan kişiden ve ayrıca cihadı terkedenlerden beri olduklarını söyledi. Diğer fırka ise, böyle bir kişiye dostlukta bulunmaya devam edeceklerini, çünkü onların bu yaptıklarının mübah olduğunu söyledi. Bununla birlikte bu fırkaların ikisi de, imamın kafir olması halinde, orada bulunan ve bulunmayan bütün halkın kafir olacağını kabul ederler. 399 Harici fırkalarından biri de İbadiyye fırkasıdır. Bunlar Abdullah bin İbad’ın tabileridir ve bazıları Ummanlıdır. Bunlar da kendi aralarında fırkalara ayrıldılar. Bu ümmetin kafirlerinin (muhaliflerinin), şirk ve imandan beri olduklarını, yani mü’min veya müşrik değil, kafir olduklarını söylerler. Büyük günahlardan dolayı Müslümanları tekfir eden diğer fırkalara muhalefet ederler. Büyük günah işleyen kişinin, kendisini dinden çıkaran küfür ile kafir olmadığını, o kişinin nimete nankörlük küfrü işlediğini söylerler. Kıble ehlinden olan muhaliflerinin kızlarıyla evlenmeyi caiz görürler. İslam ehlinden olan muhaliflerinin memleketini daru’l-Tevhid olarak kabul ederler. Ancak Müslümanların yöneticisinin ve askeriyesinin bulunduğu mıntakanın daru’lbaği olduğunu söylerler. Bu nedenle alimler bunları, Haricilerin içerisinden aşırılığı en az ve Ehl-i Sünnet'e en yakın fırka olarak görmüşlerdir. Diğer fırkaların aşırılığına karşın, bunların Ehl-i Sünnet'e daha yakın görüşlere sahip olmaları, Hariciler arasından orta seviyede olan fırkaların doğmasına yolaçmıştır. İnsanların İslam’ı veya küfürleri konusunda, gerekli araştırmayı yapmadan önce tevakkuf edileceğini söyleyen Ahseniyye, bu fırkalardandır. Harici fırkalarından biri de Şebibiyye fırkasıdır. Bunlar Şebib bin Yezid eş-Şeybani’nin tabileridir. Beyhesiyye fırkasına benzerler. 400 Hariciler arasında en güçlü fırka budur. Önce Musul’da ortaya çıktılar. Haccac, bunla397 Takiyye memleketinden maksatları, kendilerine muhalif olan Müslümanların yurdudur. El-Farku Beyne’l-Firak, 101 399 El-Farku Beyne’l-Firak, 109 400 El-Milel ve’n-Nihal, 128 398 178 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ rın üzerine beş komutan gönderdi, ancak hepsini de birer birer öldürdüler. Yirmi yıl içerisinde Haccac’ın yirmi ordusunu yendiler. Daha sonra Kufe üzerine yürüdüler ve Haccac’la savaşarak orayı kuşattılar. Annesi Cehize ve eşi Ğazale 401 beraberinde olduğu halde geceleyin Kufe’ye baskın yaptı. Annesi ve eşi Haricilerin kadınlarından ikiyüz kadınla beraber kılıç kuşanarak ve mızraklar taşıyarak Kufe’ye baskın düzenlediler. Ulu Cami'ye girdiler, bekçilerini ve içinde itikaf halinde olanları öldürdüler. Ğazale minbere çıkıp konuşma yaptı. Haccac, askerlerinin evlerinde dağınık bir halde bulunması sebebi ile bunlara ses çıkarmadı. Sabah olunca askerleri bir araya geldi. Şebib adamlarıyla beraber mescidde namaz kıldı ve sabah namazının iki rekatında Bakara ve Al-i İmran surelerini okudu. Sonra Haccac askerleriyle üzerine yürüdü ve Kufe Çarşısı'nda savaştılar. Şebib’in adamları öldürüldü, kendisi de yenilerek Enbar’a kaçtı. Haccac, onları takip etti ve geçmekte oldukları Duceyl Köprüsü'nü yıktı. O esnada köprünün üzerinde olan Şebib, “Bu, Aziz ve Alim olanın takdiridir” 402 diyerek atıyla beraber hicri 77 yılında suya battı. Suyun diğer tarafına ulaşabilenler ise Ğazale’ye bey’at ettiler. Bu nedenle işleri yürütebilmesi halinde, kadının emir olmasını caiz görmektedirler. Ğazale, hem binici ve hem de büyük cesaret sahibi idi. Hatta Haccac bazı savaşlarda onun önünden kaçmış, bundan dolayı şairlerden biri onu yererek şöyle demiştir: “Bana karşı aslandır ama savaşta en ufak bir ıslıktan kaçan tüysüz deve kuşudur. Savaşta Ğazale’ye karşı çıksaydın ya! Çıkmadın, çünkü kalbin kuşun kanatları arasındadır” Daha sonra Haccac’ın askerleri Ğazale’yi ve yanındakileri öldürdüler, kalanları da esir aldılar. Hariciler, Emevi Devleti boyunca ve Abbasi Devleti'nin başlarına kadar devlete karşı çıkan küçük gruplar halinde bulunmaya devam ettiler. Ancak akideleri, doğduğu günden bu güne kadar, çeşitli yerlerde bazı insanları etkilemeye devam etti. Haricilerin genel durumu ve parça parça olan akideleri budur. Onları şöyle özetleyebiliriz: • Ali bin Ebi Talip, Osman bin Afvan ve Ali ve Muaviye arasında gerçekleşen hakem tayini olayına katılan herkesi tekfir ederler. Nikahların geçerli olmasını da bu görüşlerini kabul etmeye bağlarlar. 403 401 Annesinin Ğazale ve eşinin Cehize olduğu da söylenir. 6 En’am/96 403 Bakınız: Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 115 402 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯179 ⎯⎯ • Zalim sultana karşı isyan ederler. Ebu’l-Hasan el-Eşari, Makalatu’l-İslamiyyin’de bunu aktarmaktadır. • Günah işleyen herkesin kafir olduğu konusunda icmaları bulunmaktadır. Abdulkahir el-Bağdadi, “Doğru olan, üstadımız Ebu’l-Hasan’ın onlar hakkında söylediğidir” der ve Haricilerin günah işleyen herkesin kafir olduğu konusunda icmalarının bulunmadığını söyler. Buna delil olarak da Necdat fırkasının, büyük günah işleyen kişinin, kendisini dinden çıkaran küfür ile kafir olmadığı, o kişinin nimete nankörlük küfrü işlediği yönündeki görüşünü aktarır ve şöyle der: “Haricilerden bir topluluk ise şöyle der: ‘Tekfir, hakkında özel bir tehdidin (va’id) bulunmadığı günahlar sebebiyle olur. Hakkında, bir had cezası olan veya Kur’an’da bir tehdit bulunan günahların sahipleri, Kur’an’da kendilerine verilen isimden başkası ile isimlendirilmezler. Mesela zina yapan kişinin isminin ‘Zani’, hırsızlık yapan kişinin isminin ise ‘Sarik-hırsız’ olması gibi.” 404 Derim ki, bu konuda icmalarının bulunup bulunmaması önemli değildir. Çünkü bu görüş, cumhurlarının en meşhur söylemidir. Dolayısıyla bu onların kurallarından biridir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Haricilerin söylemlerinin temelini, günahlar sebebi ile insanları tekfir etmeleri oluşturmaktadır. Günah olmayan şeyi günah kabul ederler, Kur’an’a uymanın bir gereği olarak, mütevatir de olsa, Kur’an’ın zahirine aykırı olan sünnetin terk edilmesini söylerler, kendilerine muhalefet eden herkesi tekfir ederler ve kendilerince riddet suçu işlemiş olmaları sebebiyle, asli kafirler hakkında helal saymadıkları bazı uygulamaları tekfir ettikleri bu kişiler hakkında helal sayarlar. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onlar için şöyle buyurur: “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar.” Bu nedenle Osman, Ali ve onların yanında olanları ve Sıffin Savaşı'na katılan her iki tarafı tekfir ederler. Onların bu ve buna benzer bir çok çirkin söylemleri bulunmaktadır.” 405 404 405 El-Farku Beyne’l-Firak, 73 Mecmuu’l-Fetava, 3/221 180 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ HARİCİLER İLE SAVAŞIN TÜRÜ İbn-i Teymiye Rahimehullah, Buhari’de geçen “Onlara nerede rastlarsanız öldürün. Zîra, onları öldürene, kıyamet günü Allah’ın vereceği ecir vardır” hadisini ve Hariciler ile savaşmaya teşvik eden, onların yer yüzünde öldürülen en şerli kişiler olduğunu belirten diğer hadisleri de belirttikten sonra, bu hadislerde Hariciler ile yapılması emredilen savaşın, saldırganlara karşı yapılan savunma veya bağiler ile yapılan savaş türünden olmadığını belirterek şöyle der: “Bunlarla savaşmanın gerekçesi, cesaretlerinin kırılması, fesadlarının önlenmesi ve itaat altına girmelerinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla bunlar nerede yakalanırsa öldürülmezler, yeryüzünde öldürülen en şerli kişiler değildir ve öldürülmeleri de emredilmez. Ancak bütün yollara başvurulduktan sonra onlarla savaşılır. Böylece anlaşılmaktadır ki bunlarla savaşmanın vacip olması, dinden çıkacak kadar aşırılığa kaçmaları durumundadır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Ali’den Radıyallahu Anhu rivayet edilen hadisinde geçen sözleri buna delalet etmektedir: “Okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkarlar. Onlara nerede rastlarsanız öldürün.” Hadis, onlarla yapılan savaşı, dinden çıkmalarına bağlamıştır. Böylece onlarla savaşılmayı gerektiren sebebin dinden çıkmaları olduğu anlaşılmaktadır..” “Ali’nin Radıyallahu Anhu, ilk ortaya çıktıklarında bunlarla savaşmamasının sebebi, Rasulullah’ın nitelediği taifeden olup olmadıklarının yeterince açığa çıkmaması sebebiyledir. Ancak ne zaman ki onlar İbn-i Habbab’ı öldürüp, insanların kadın ve çocuklarına saldırdıklarında, “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sözündeki vasfı kazandılar. Böylece onların dinden çıkan topluluk olduğu da anlaşılmış oldu. Ali Radıyallahu Anhu, Müslümanlara saldırmalarından önce onlarla savaşsaydı, kabilelerinin bunlara sahip çıkmaları ve Ali’yi terketmeleri ihtimali vardı. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Medine’ye geldiği ilk dönemlerde münafıklara samimi davrandığı gibi, Ali’nin de askerlerinin gönlünü kazanması ve idare altına alması gerekirdi.” 406 İbn-i Teymiye Rahimehullah başka bir yerde ise bunlarla savaşmanın, zekatı vermeyi red edenler ile yapılan savaş türünden olduğunu belirterek şöyle der: “Zekatı vermeyenler, Hariciler ve benzerleriyle yapılan savaş, Sıffin ve Cemel Savaşları gibi değildir. Önceki imamların cumhuru bunu böyle kabul ederler. Bu, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinin akidesi oldu- 406 İbn-i Teymiye, Es-Sarimu’l-Meslul, 183-184 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯181 ⎯⎯ ğu gibi, Ahmed bin Hanbel ve diğer hadis imamlarının ve Malik gibi Medine ehlinin de mezhebidir..” “Nass ve icma bu iki savaş türü arasında ayırım yapmıştır. Ali’nin davranışı da bu savaşın farklı olduğunu göstermektedir. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hadisleri uyarınca Hariciler ile savaştı ve sahabeden kimse ona bu konuda karşı çıkmadı. Ancak Ali Radıyallahu Anhu Sıffin Savaşı hakkında, ne kadar isteksiz olduğunu ve ondan nefret ettiğini sık sık belirtmiş, Cemel Savaşı'na katılanlar için ise, “Bize karşı ayaklanan kardeşlerimiz” demiştir. Kılıç onları temizlemiş ve her iki taraftan ölenlerin cenaze namazlarını kılmıştır..” 407 İbn Teymiye, yukarıda bir kısmı aktarılan hadisleri nakleder ve şöyle der: “Bütün ümmet Haricilerin ve sapıklıklarının kötülüğü hakkında ittifak halindedir. Ancak tekfir edilmeleri konusunda İmam Malik ve Ahmed’in mezheplerinde iki görüş bulunmaktadır. Şafii’nin mezhebindeki görüşler arasında da fark vardır. İmam Ahmed ve başkalarından iki görüş nakledilir. Bir görüşe göre onlar baği hükmündedirler. Diğer görüşe göre ise onlar mürted kafirler hükmündedir. Onlarla savaşa önce başlamak, esirlerini öldürmek, kaçanları takip etmek caizdir. Kendisine güç yetirilenlerine istitabe uygulanır. Tevbe etmez ise öldürülür. Nitekim vacip olduğunu kabul ettikleri halde zekatı vermeyenlerin, Müslümanların imamına karşı savaşmaları halinde, onların kafir olup olmadıkları konusunda da, İmam Ahmed’ten iki görüş rivayet edilmektedir. Bütün bunlar göstermektedir ki Ebu Bekir’in Radıyallahu Anhu zekat vermeyenler ile ve Ali’nin Radıyallahu Anhu Hariciler ile savaşı, Cemel ve Sıffin Savaşları türünden değildir. Ali ve başkalarının Hariciler ile ilgili söyledikleri de onların İslam’dan dönen mürtedler gibi olmadıklarını göstermektedir. İmam Ahmed ve diğerlerinden nakledilen de budur. Bununla birlikte onların hükmü, Cemel ve Sıffin Savaşına katılanların hükmü gibi de değildir. Bunlar hem zekat vermemeleri sebebi ile kendileri ile savaşılanlar ve hem de Cemel ve Sıffin Savaşına katılardan farklı üçüncü bir türdür. Onlar hakkında söylenen üç görüşten en sahih olanı budur.” 408 407 408 Mecmuu’l-Fetava, 28/281 Mecmuu’l-Fetava, 28/281-283. Ayrıca bakınız: 4/276-277 182 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ HARİCİLERİN TEKFİR EDİLMESİ Alimler, Haricilerin tekfiri konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onları tekfir edenler delil olarak, Müslüman kardeşini tekfir eden kişiyi kafir olmakla tehdit eden hadisleri gösterirler. Haricilerin tekfiri konusunda İmam Malik ve Ahmed’in mezheplerinde alimlerin iki meşhur görüşü bulunmaktadır. Şafii’nin mezhebinde de bu konuda görüş ayrılıkları vardır. Bu nedenle İmam Ahmed ve diğer alimlerin meşhur olan görüşlerinden birine göre bunlar baği ve diğerine göre ise bunlar mürted kafirler hükmündedir. Alimlerin çoğu ve Ehl-i Sünnet'in cumhuru, te’villerinden dolayı Haricileri tekfir etmezler. Hatta Hattabi bu konuda icma olduğunu iddia ederek şöyle der: “İslam alimleri, sapıklıklarına rağmen Haricilerin Müslüman fırkalardan biri olduğunda icma etmişler, onlardan olan kadınlarla evlenmeyi, kestiklerini yemeyi caiz görmüşler ve İslam’ın aslına sarıldıkları sürece tekfir edilmeyeceklerini söylemişlerdir.” 409 İbn-i Battal şöyle der: “Alimlerin cumhuru, Haricilerin İslam’dan çıkmadıklarını söylemiştir. Çünkü hadiste “Yukarıda olması konusunda tartışmaktadır” denilmektedir. Tartışmak, şüphe etmekten ileri gelir. Şüphenin bulunması halinde ise, İslam’dan çıktıklarına hükmedilemez. Çünkü İslam’a girdiği kesin olan bir kişinin, İslam’dan çıktığı da ancak kesin bir delil ile sabit olur. Ali’ye Radıyallahu Anhu, Nehravan ehli hakkında, onların kafir olup olmadıkları soruldu. Bunun üzerine o, “Onlar küfürden kaçtılar” diye cevap verdi.” 410 Ali’nin bu sözü, birbirini takviye eden değişik yollardan rivayet edilmiştir. İbn-i Ebi Şeybe de Musannef’inde (15/332) Tarık bin Şihab’dan şunu rivayet etmiştir: “Ali’nin yanındaydım. Nehravan’da olanların müşrik olup olmadıkları kendisine soruldu. O, ‘Zaten şirkten kaçtılar’ dedi. ‘Münafık mıdırlar?’ diye soruldu. O, ‘Münafıklar Allah’ı az anarlar’ dedi. Bunun üzerine, ‘Peki onlar nedir?’ diye sorulunca şöyle cevap verdi: ‘Bize karşı isyan etmiş bir topluluktur.’” Bu hüküm, onun zamanında bulunan Muhakkime ve benzerleri için de geçerlidir. Hariciler gibi heva ehli olan kişileri tekfir etmeme konusunda fakihler bu tür rivayetleri delil olarak gösterirler. Sahabe ve Tabi’in, Harura 409 Fethu’l-Bari, “Mürtedlere istitabenin uygulanması” kitabı, “İnkarcıların ve Haricilerin Öldürülmesi” babı. 410 Fethu’l-Bari’den naklen. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯183 ⎯⎯ ehlinin miraslarını, Müslüman mezarlığına gömülmelerini ve İslam’ın diğer hükümlerinin kendilerine uygulanmasını geçerli saymışlardır. 411 Ancak onlardan sonra gelen birtakım topluluklar, bozuk akidelerinde aşırıya gitmiş ve İbn-i Hazm’ın belirttiği gibi, beş vakit namazı inkar etmişler ve vacip olan namazın, sabah ve akşam namazları olduğunu söylemişlerdir. Bazıları Mecusilikten bir uygulamayı alarak dine katmış, çocuğunun, kardeşinin veya bacısının kızları ile nikah yapmayı caiz görmüşlerdir. Kimileri de Yusuf Suresi'nin Kur’an’dan bir sure olduğunu inkar etmiş 412 ve “La İlahe İllallah” diyen bir kişinin, kalbinde küfür olan bir itikadı olsa da Allahu Teala’nın katında mü’min olduğunu iddia etmişlerdir. En doğrusu, bu ve benzeri şeyleri söyleyenler ile diğerlerini birbirinden ayırmaktır. Belki de Haricileri tekfir edenler, bu gibi sözleri söyleyenleri kastetmişlerdir. İbn-i Hazm şöyle der: “En kötüleri, durumları aktarılan bu aşırılarıdır. Hak ehline en yakın olanları ise İbadiyye fırkasıdır.” 411 Bakınız: Eş-Şifa, 2/257 Bu ve önceki görüşler Meymuniyye fırkasına nisbet edilir. Bakınız: El-Farku Beyne’l-Firak, 96, Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 129 412 184 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ HARİCİLERİN NİTELİKLERİ VE ONLARA EN ÇOK BENZEYENLER A- Buraya kadar aktarılan tarihsel ve akidevi bilgilerden, bu sapık fırkanın nitelikleri ve ahlakı ortaya çıkmıştır. Onlardan sakındırmak, onlarla ilişkimizin olmadığını belirtmek ve farkında olmadan birilerinin bizleri onların nitelikleriyle nitelemesinin önüne geçmek için bu fırkanın en önemli özelliklerini ve ahlakını belirtmek istiyorum. Bunlar, Müslümanları tekfir etme konusunda taşkın ve cesurdurlar. Hatta en üstün kuşaklar olduğu belirtilen sahabe ve tabi’inden olan insanları bile tekfir etme konusunda pervasızdırlar. Tekfir ettiklerinin başında Osman, Ali, Aişe, Talha, Zubeyr, Ebu Musa el-Eşari, Amr bin As, Muaviye ve diğerleri gelmektedir. İbn-i Ömer bunlar için şöyle der: “Bunlar, insanların en şerlileridir. Kafirler hakkında inen ayetleri almış ve Müslümanlara uygulamışlardır.” 413 Tekfir ettiklerinin canlarını, mallarını ve namuslarını da helal görürler. Muhaliflerini öldürür, mallarını ganimet olarak alır ve kadınlarını esir edinirler. İbn-i Habbab’ı öldürdüklerini ve hamile olan eşinin karnını yardıklarını yukarıda aktarmıştık. Müslümanlar hakkında sergiledikleri bu aşırılığa karşın, müşrik ve kafirlere karşı soğuk ve yapay bir takva gösterisinde bulunurlar. İbn-i Habbab’ı öldürmelerine rağmen, zimmet ehlinden olan birinin, bir hurmasını yemekten kaçındıklarını ve domuzunu yaraladıkları için sahibinden helallik dilediklerini aktardık. Bu ise Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlar için söylediği “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sözünün doğruluğunu gösterir. Kurtubi Rahimehullah, el-Mufhim’de, onların bu özelliğini belirttikten sonra şöyle der: “Bütün bunlar, ilim nuru ile gönülleri aydınlanmamış ve ilmin sağlam ipine sarılmamış olan cahillere kulluk etmeleri sebebiyledir. Öncüleri olan kişinin Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ganimeti paylaştırmasını reddetmesi ve haksızlık olarak nitelemesi onların ne olduğunu göstermektedir. Allahu Teala korusun!” 414 Müslümanların en hayırlılarına karşı pervasızlıkları, haksızlıkları ve taşkınlıkları, ispat edemeden ve sadece kötü zan ile insanların hatalarını bayraklaştırmaları da bunların temel niteliklerindendir. Onların bu durumu ne kadar kibirli olduklarını, nefislerine uyduklarını, Müslümanları nasıl hor 413 414 Buhari muallak olarak, “İnkarcıların ve Haricilerin Öldürülmesi” babında rivayet etmiştir. Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯185 ⎯⎯ gördüklerini ve onlara nasıl tepeden baktıklarını gösterir. Onların öncüsü olan Zu’l-huvaysira, cüretkarlık ederek Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Adaletli ol” başka bir rivayette “Adaletli davranmıyorsun” ve yine başka bir rivayette ise “Görüyorum ki adaletli davranmıyorsun” diyecek küstahlığı göstermiştir. Böyle olunca, tahkim tutanağında mü’minlerin emiri yerine, kendi ismini yazdığı için Ali’ye, “Mü’minlerin emiri değilsen, kafirlerin emirisin” demeleri çok görülmez. Halbuki ondan önce kendileri tahkime gidilmesi meselesinde ısrar etmiş ve “Ey Ali, kendisine çağrıldığın zaman Allah’ın Kitabı'na icabet et, aksi halde seni düşmanın eline veririz veya İbn-i Afvan’a yaptığımızı sana da yaparız” demişlerdir. Dolayısıyla Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlar hakkında buyurduğu, “Dillerinden Kur’an dökülür ama şiddetlidirler” sözü tam yerindedir. Halbuki İslam, inatçı davranan ve karşı koyan kafirlere karşı şiddetli olmayı teşvik etmiş, bununla birlikte Müslümanlara karşı şefkat ve merhamet ile davranmayı emretmiştir. Hariciler ise bunu tam tersine çevirmişlerdir. Ebu Ya’la, Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet eder: “Aranızda öyle bir topluluk var ki, ibadetlerine insanlar hayran kalır. Bunların kendileri de yaptıklarını beğenirler. Ancak okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar.” 415 Haricilerin kendilerini ve liderlerini beğenmesinin en açık ifadesi, insanların en kötüleri olmasına rağmen onları çokça övmeleridir. Halbuki aynı kişiler sahabeye sövmekte, hakaret etmekte ve hatta tekfir etmektedir. Şatıbi, Sapık fırkalardan ve Haricilerden söz ederken şöyle der: “Hariciler, Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem övdüğünü ve salih selefin övülmesinde ittifak ettiği kişileri yerdiler. Salih selefin ittifakla kötülediği ve Ali’yi öldüren Abdurrahman bin Mülcem gibi kişileri övdüler ve Ali’yi Radıyallahu Anhu öldürmesini onayladılar. Allahu Teala’nın, “İnsanlardan öyleleri de var ki Allah’ın rızasını almak için kendini satar (feda eder)” 416 ayetinin İbn-i Mülcem hakkında indiğini ve bundan önceki “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider” 417 ayetinin ise Ali Radıyallahu Anhu hakkında indiğini söylediler. Allah onların canını alsın, ne kadar da yalan söylüyorlar. Umran bin Hittan 418 İbn-i Mülcem’i şöyle övmektedir: 415 Ebu Ya’la, 3/1007 2 Bakara/207 417 2 Bakara/204 418 Bu, İmran bin Hittan es-Sedusi’dir. Haricilerin önde gelen şair ve hatiplerindendir. Hicri 84 yılında öldü. Haricilerin mezhebine katılmasının sebebi, onların anlayışında olan amcasının 416 186 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ “Muttaki adam öyle bir vuruş vurdu ki, onunla Arş’ın sahibinin rızasını kazanmak istedi. Ne zaman aklıma gelse, onu Allah’a karşı görevini en iyi yapmış kişi olarak sayarım.” Allah kendisine lanet etsin, nasıl da yalan söylüyor.” 419 Onların bir diğer vasıfları ise, şer’i delilleri anlamadan, Şari’nin ondan maksadını kavramadan ve nassların neye delalet ettiğini bilmeden hüküm vermeleridir. Anlayışları bozuktur. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onları, “akılca kıt” 420 diye nitelemiştir. Sünnetin, Kur’an’ı açıklamasından kendilerini mahrum bıraktıkları için bocalamışlar, meselelerde birbirlerini tekfir etmişler, sonra tevbe etmişler ancak daha sonra yaptıkları bu tevbenin de hata olduğunu söylemişlerdir. Veya başka bir görüşe yönelmişler ve öncekinden tevbe etmişler, ama daha sonra o tevbeden de vaz geçmişler ve aksi halde kafir olacaklarını söylemişlerdir. Bütün bunlar delillendirme yöntemini bilmedikleri ve kavrayışlarının yetersizliği sebebiyle olmuştur. Muberred, el-Kamil’de şöyle anlatır: “Haşimoğullarının bir velisi Nafi bin Ezrak’a gelmiş ve şöyle demiş: ‘Müşriklerin çocukları ateştedir, bize muhalefet edenler de müşriktir. Dolayısıyla onların çocuklarını öldürmemiz helaldir.’ Bunun üzerine Nafi kendisine, ‘Kafir oldun ve kendin delil getirdin’ demiştir. 421 Adam; ‘Allah’ın Kitabı'ndan sana bunun delilini getirmezsem beni öldür’ dedi ve şu ayeti okudu: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, yeryüzünde bir kızı ile evlenmesidir. Evlendiği kadının görüşüne meyletmiştir. Buhari bundan hadis rivayet ettiği için eleştirilmiştir. Halbuki sadece ipek giymenin haramlığına dair bir rivayet nakletmiştir. Bunu da tabi rivayetler arasında belirtmiştir. Sözkonusu hadisin Buhari’de başka yolları da aktarılır. Bunun için, Fethu’l-Bari’nin mukkadimesine bakınız. Buhari’nin Haricilerin görüşlerine meyletmeden önceki durumuna bakarak ondan rivayette bulunduğu söylenir. Başkaları ise, ömrünün sonunda Haricilikten vazgeçtiğini belirtmektedir. Bununla birlikte Ebu Davud şöyle der: “Fırka mensupları arasında hadisleri en sahih olanlar Haricilerdir.” Daha sonra ise İmran ve başkalarını zikretmiştir. Çünkü Hariciler yalan söylemeyi küfür olarak görürler. İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Günahlar sebebiyle tekfir eden ve yalan söylemeyi bu tür günahlardan görenlerin şahitliği, böyle olmayanların şahitliğinden daha makbuldür. Selef de, halef de bunların şahitliğini kabul etmeye devam etmiştir.” Et-Turuku’l-Hukmiyye, 232 419 El-İtisam, 2/268. Buna cevap vermek için yazılmış beyitler ile ilgili olarak el-Bağdadi’nin, el-Farku Beyne’l-Fırak isimli kitabı, 93. Sayfaya bakınız. 420 Müslim’in rivayet ettiği hadisten bir bölümdür. 421 Nafi’nin ona “sapıttın”, “yanıldın”, “hata ettin” gibi bir şey söylemeden hemen “kafir oldun” demesine dikkat etmek gerekir. Öldürme, insanların kanını helal sayma ve küfür hükmünün sonuçlarını uygulama meselelerinde ne kadar acele davranmaktadırlar. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯187 ⎯⎯ kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar.” 422 Bunun üzerine Nafi, kendilerine muhalefet edenlerin çocuklarının da cehennemlik olduğunu ve öldürülebileceklerini söyleyerek şunu ilave etti: “Yaşadıkları memleket, küfür memleketidir. Ve bundan sadece imanını izhar eden hariç tutulur. Geri kalanının kestiklerini yemek, kadınlarıyla evlenmek ve onlara mirasçı olmak helal değildir.” Nuh’un Aleyhisselam kavmini dokuz yüz elli yıl İslam’a davet ettiği halde, davetine karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan, elbiselerine bürünen ve kibirlendikçe kibirlenenler için söylediği sözlerini hatalı bir şekilde kendilerine delil göstermişlerdir. Allahu Teala, Nuh’a Aleyhisselam şöyle vahyetmişti: “..artık kavminden iman etmiş olanlardan başkası (sana) asla iman etmeyecek.” 423 Nuh’un Aleyhisselam kafirler için söylediğini insanların en hayırlı kişileri ve çocukları için söylemektedirler. Çünkü basiretli ve yeterli bir anlama ve kavrama yeteneğine sahip değildirler. Akılları doğru istidlal yapmaktan uzaktır. Bu durumları Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onlar için buyurduğu “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” sözünün ne kadar doğru olduğunu gösterir. Nevevi Rahimehullah şöyle der: “Bundan maksat, dilleriyle tekrar etmekten başka Kur’an’dan nasiplerinin olmadığını, kalplerine ulaşması bir yana, gırtlaklarından aşağıya bile geçmediğini belirtmektir. Çünkü Kur’an okumaktan maksat, kalpte anlamak ve üzerinde düşünmektir.” Şer’i ahkamda katı tutum takınmaları, Allahu Teala’nın Müslümanlar için tanıdığı kolaylığı tanımamaları ve ümmetin işini zorlaştırmaları da onların vasıflarındandır. Onlardan bazıları hayızlı kadının kılmadığı namazları sonra kaza etmesini vacip görmüş, hırsızlıkta nisap ölçüsünü gözetmeden az veya çok mal çalan kişinin elini omuzdan kesmiş, kendilerine hicret etmeyi vacip saymış, kendi mezheplerinden de olsalar muhaliflerine karşı kendi yanlarında savaşmayan kişileri tekfir etmiş, kadınlar da dahil kendilerine hicret etmede birbirlerini mazur görmemiş, mezheplerinden olmayan bir erkek ile evlenmeye ailesi tarafından zorlanan bir kadını, “Daru’l-küfürde ikamet eden herkes kafirdir ve oradan hicret etmesi gerekir” diyerek kendilerine hicret etmediği için tekfir etmişlerdir. 424 422 71 Nuh/26-27 11 Hud/36 424 Eş’ari, Makalat, 1/88 423 188 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Bu nedenle ilk dönemlerdeki Müslümanlar, Allahu Teala’nın kolaylık tanıdığını zorlaştıran herkesin Haricilerden olduğunu düşünürdü. Buhari ve Müslim, Muaze adındaki kadından şöyle rivayet ederler: “Aişe’ye; ‘Hayızlı kadın neden orucu kaza ediyor da namazı kaza etmiyor?’ diye sordum. Bana; ‘Sen Harurilerden misin?’ dedi. Ben; ‘Hayır, ama soruyorum’ dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Hayızlı olduğumuz zaman orucu kaza etmemiz emredildi ancak namazı kaza etmemiz emredilmedi.’” Onların niteliklerinden biri de, müteşabih ayetlere uymaları ve muhkem olan ayetleri ölçü almamalarıdır. Taberi, Tehzibu’l-Asar’da, İbn-i Hacer’in sahih olduğunu bildirdiği bir sened ile Hariciler hakkında İbn-i Abbas’tan Radıyallahu Anhuma şöyle rivayet eder: “Kur’an’ın muhkemlerine iman ederler ancak müteşabihleri ile helak olurlar.” 425 Bu nedenle sahabe Radıyallahu Anhum, bu şekilde davranan birini gördüklerinde onu Haricilerden zannederdi. Subayğ bin İsl hadisinde Ebu Osman en-Nehdi’den şöyle rivayet edilmektedir: “Beni Yarbu veya Beni Temim’den bir adam Ömer İbnu’l-Hattab’a, Zariyat, Naziat, Murselat veya başka bazı ayetler hakkında sordu. Ömer ona, ‘Başını göreyim, Allah’a yemin ederim saçının traş edildiğini görseydim başını vururdum’ dedi ve Basra halkına onunla oturup kalkmamalarını yazdı. Şöyle denmiştir: ‘Yüz kişi de olsalar, o adam geldiği zaman dağılırlardı.’” 426 Tabi’in’in bakışı böyledir. Malik, Muvatta’da, Said bin Mansur Sünen’de ve Beyhaki (8/96) Rabia bin Ebi Abdurrahman’dan şöyle rivayet ederler: “Said bin Museyyeb’e; ‘Kadın parmağını kesmenin cezası nedir?’ diye sordum. ‘On deve’ diye cevap verdi. Ben; ‘İki parmağı kesilirse, cezası ne olur?’ diye sordum. ‘Yirmi deve’ dedi. Ben; ‘Üç parmak kesilirse’ dedim. ‘Otuz deve’ dedi. Ben yine; ‘Dört parmak kesilirse’ diye sordum. O; ‘Yirmi deve’ diye cevap verince kendisine; ‘Neden yarası ve acısı arttığı halde cezası azaldı?’ dedim. Bana; ‘Sen Iraklı mısın?’ dedi. Ben; ‘Hayır, ama öğrenmek istiyen bir cahil veya bildiğini pekiştirmek isteyen bir alimim’ dedim. Bunun üzerine şöyle cevap verdi: ‘Ey kardeşimin oğlu, sünnet böyledir.’” Kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısı kadardır. Bu mesele hakkında el-Muğni ve diğer kitapların “Diyetler” bölümüne bakınız. Said bin Museyyeb, kendisine gelen bu kişinin sorup durduğunu görünce, sünnete itiraz ettiğini ve müteşabihin peşine düştüğünü zannetti. Bu nedenle kendisine Iraklı olup olmadığını sormuştur. Çünkü o dönem Irak 425 426 Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı Es-Sarimu’l-Meslul, 188, Emevi ve başkalarından sahih bir sened ile rivayet edilmiştir. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯189 ⎯⎯ fitne ve Haricilerin yatağı idi. Bu Aişe’nin Radıyallahu Anha, hayızlı kadının namazını neden kaza etmediğini soran Muaze adındaki kadına Harurilerden olup olmadığını sorması kabilindendir. Ömer İbnu’l-Hattab’ın Radıyallahu Anhu, Allah’a yemin ederim saçının traş edildiğini görseydim başını vururdum” demesinden anlaşılmaktadır ki; onların vasıflarından biri de saçlarını tamamen kesmeleridir. Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem gelen rivayetlerde onlar bununla da nitelenmişlerdir. İmam Ahmed, Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet eder: “Ümmetimde ihtilaf ve tefrika olacaktır. Onlardan bir kavim çıkacak ki Kur’an’ı okuyacaklar, ama boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onların özelliklerinden biri de saçlarını tamamen traş etmeleridir.” 427 Onların bir diğer niteliği ise, batıl görüşlerini yaldızlamaları ve ona hak süsü vermeleridir. Bu nedenle ciddi bir bilgisi veya derin basireti olmayan kişiler onlara kanar ve peşlerinden giderler. Ali’yi tahkime zorladıklarında “Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir” 428 ayetini dillerine doladılar. Ali’nin Radıyallahu Anhu kendilerine hitap etmesi esnasında, “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek bağırdılar. Bunun üzerine Ali bin Ebi Talip Radıyallahu Anhu, “Batıl için kullanılan hak bir söz” diyerek onlara cevap verdi. Onların emirleri insanlara hitap ettikleri zaman cenneti ve şehitliği öne çıkararak insanların duygularını coşturur, Müslümanlardan söz ederken ise şunu söylerlerdi: “Bizi, halkı zalim olan bu memleketten çıkar..” İbn-i Kesir Rahimehullah, onları “İnsanların en tuhafı” diye nitelemiştir. Onlar, İbn-i Kesir’in dediği gibi insanların en tuhafı olmaları nedeniyledir ki, halkı Ali ile savaşmaya teşvik ederken şöyle derlerdi: “Rahman ve rahim olan Allah’a itaatin gerçekleşmesi için onların yüzlerine ve sırtlarına kılıçlarla vurunuz. Bunu başarır ve istediğiniz gibi Allah’a itaat ederlerse, size itaat edenlerin sevabı vardır. Ancak siz öldürülürseniz, Allah’ın rızasına ve cennetine ulaşmaktan daha güzel ne olabilir ki?” İbn-i Kesir Rahimehullah, Ali’nin ordusundaki komutanlardan biri olan Ebu Eyyub el-Ensari’nin şöyle dediğini rivayet eder: “Attığım mızraklardan biri, Haricilerden bir adama isabet etti ve sırtından çıktı. Ben Ona şöyle dedim: ‘Ey Allah’ın düşmanı müjde, sana eteş var.’ Bunun üzerine bana; ‘Hangimizin orada kalmaya daha layık olduğunu öğreneceksin’ dedi.” 427 İmam Ahmed, Müsned, 3/197. İlginçtir ki, haksız yere Harici olmakla suçlanan bizim ve diğer Tevhid davetçilerinin bilinen tavrı, saçlarını uzatmalarıdır. Hatta bazıları bunu bize uygun görmemiş ve eleştirmiştir. 428 3 Al-i İmran/23 190 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ İbn-i Hacer Rahimehullah, Fethu’l-Bari’de, Haricilerin vasıfları ile ilgili olan hadisteki “..yaratılanlar arasında en hayırlı konuşanlardır” sözüne işaret ederek bundan maksadın kalpler olduğunu ve en güzel sözün de Kur’an olduğunu söyleyenlere işaret ettikten sonra şöyle der: “Bu sözün zahir anlamda olması muhtemeldir. Bundan maksat, zahirde güzel, ama batında bunun aksi söz söylemektir. Aynen cevap olarak Ali’ye Radıyallahu Anhu, “Hüküm ancak Allah’ındır” dedikleri gibi.” 429 Onların nitelikleriden biri de, çabuk görüş değiştirmeleri ve kararsız olmalarıdır. Ali’nin tahkime gitmesi için baskı yapan, ancak daha sonradan bunu kabul ettiği için onu tekfir edenler, aynı kişilerdir. Kendilerine “Mü’minlerin emirine itaat ediniz” denildiğinde, “Bize Ömer gibi birini getirin, kabul ederiz” demişlerdi. Çok geçmeden kendilerine emir olarak, sahabeden olmayan, herhangi bir geçmişi veya üstünlüğü bulunmayan Abdullah bin Vehb er-Rasibi’yi atadılar. Basra’ya, yanında mahremi olmadan gittiğini iddia ederek Aişe’yi Radıyallahu Anha tekfir ettiler ve ona “Evlerinizde vakarınızla oturun” 430 ayetini okudular. Halbuki kardeşinin oğlu Abdurrahman ve kızkardeşinin oğlu Abdullah bin Zubeyr, yolculuğu esnasında Aişe’nin Radıyallahu Anha yanında bulunuyorlardı. Ayrıca Müslümanların hepsi onun mahremidir. Çünkü o, Müslümanların annesidir. Aişe’ye Radıyallahu Anha bu şekilde karşı çıkan Şebibiyye fırkası, çok geçmeden başlarına liderlerinin karısı olan Ğazale’yi getirdiler. Ğazale, Haricilerden olan diğer kadınları da yanına alarak Haccac’a karşı savaştı. Bu ise benzer şeyler arasında denge kuramamaları ve hevalarına uymaları sebebiyledir. Halbuki insanlar arasında kıyasa en çok itibar edenler de kendileridir. 431 Onların niteliklerinden biri de, en basit sebeplerden dolayı bile çabuk bölünmeleri ve fırkalaşmalarıdır. Çok basit bir ihtilaf yüzünden birbirlerine girip ilişkilerini kesebilir, hatta birbirlerini tekfir edebilirler. Şüphesiz bütün bu nitelikleri çirkin, akide ve düşünceleri ise sapıklıktır. Allahu Teala’nın dinine bağlı olan cemaatin bir mensubu olmak isteyen ve hakkın peşinde olan herkesin, bu niteliklerden ve akidelerden uzak durması ve sakınması gerekir. Şöyle denilir: Sana öyle bir iş hazırladılar ki; Farkında olsan, Onu yapmak yerine kuzularla beraber otlamaya razı olursun. 429 Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı 33 Ahzab/33 431 Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 116 430 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯191 ⎯⎯ Bizi, menhecimizi ve davetimizi bilen herkes, Allahu Teala’nın lütfu ile bütün bu nitelik, akide ve düşünceler ile ilişkilerimizin olmadığını ve bunlardan en fazla sakındıranın da biz olduğumuzu bilir. Hatta bu gibi akide ve düşüncelerden beri olduğumuzu belirtmemiz ve insanları bunlardan sakındırmamız sebebi ile, hakkımızda karalamalar yapılmış, bizlere haksızlık yapılmıştır. Hatta bazıları bu sebepten dolayı bizleri tekfir etmiştir. Buna rağmen uzak veya yakın kimseye taviz vermedik ve bu çirkin nitelikleri ve sapık akideleri tasvip etmedik. Hasımlarımızdan insaf ve vicdan sahibi olan herkes bunu itiraf eder ve şahitlik yapar. Bununla birlikte şuna dikkat çekmek isteriz ki; bu çirkin huylardan herhangi birine sahip olan herkesin Haricilerden olduğuna hükmetmek doğru değildir. Aksine, Haricilerin prensiplerini ve sapık akidelerini benimsediğini kabul etmedikçe, kimseyi bu nitelikler ile nitelemek doğru olmaz. Sahabeyi tekfir etmek, günah işleyen Müslümanları tekfir etmek, putperestleri bırakıp Müslümanlarla savaşmak, onların kan, mal ve namuslarını helal görmek gibi temel anlayışlarını, yöntem olarak kabul etmedikçe, kimseyi onlardan saymak caiz değildir. Şatıbi, Fırkatu’n-Naciye’ye muhalif olan diğer fırkalardan söz ederken şöyle der: “Beşinci konu: Herhangi bir fırkanın, Fırkatu’n-Naciye’ye muhalif sayılması, ayrıntıların birinde değil, genel din anlayışı ve şeriatın kaidelerinin birinde ona muhalefet etmesi sebebi ile olur. Çünkü cüz’i ve tali olan şeyler üzerindeki ihtilaf sebebiyle fırkalaşma olmaz. Fırkalaşma ve bölünme ancak genel konulardaki muhalefet ile meydana gelir.” “Genel kaideler, cüz’i konuların çokluğu ile oluşur. Kişi, teferruattan olan bir çok meselede farklı görüş ortaya koyarsa, bunlar şeriatın kaidelerinden birine veya daha fazlasına muhalefet ile sonuçlanır. Ancak cüz’i olan tek bir meseledeki ihtilaf böyle değildir. İhtilafın böyle bir meselede meydana gelmesi, bid’atçının hata ve yanılması kabilindendir.” 432 Bundan da anlaşılmaktadır ki, Hariciler veya diğer dalalet ehli fırkaların Ehl-i Sünnet'e muhalif olan genel usül ve kurallarını benimsediği sabit olmadıkça, kimsenin onlara nisbet edilmesi caiz değildir. Şiddet, taassub, aşırılık ve hüküm vermede pervasızlık gibi kötü huyların biri sebebi ile onlara muvafık düşen kimseyi, onlardan saymak doğru olmaz. Bu, Haricilerde bulunan ve onların ayırıcı özelliklerinden sayılan bir nitelik bile olsa, Ehl-i Sünnet'e muhalefet ettikleri genel kural ve usullerinden değildir. Üstelik bu ahlak, sadece onlara mahsus ve başkalarında bulunmayan bir şey de değildir. Çünkü buna benzer şeyler herkeste bulunabilir. 432 Şatıbi, El-İtisam, 2/233 ve 287 192 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Bunların çoğu imanı ve ilmi az olan kişilerde bulunabilen nitelikler olup, kalpteki hastalık, zayıflık ve ifrazattan başka bir şey değildir. Buna özellikle dikkati çekmek istiyorum. Çünkü ilim tahsilinin henüz başlarında olan bazı kişilerin tam kavrayamadıkları bazı konularda heyecanlı davrandıkları ve aşarılığa kaçtıkları görülmektedir. Bu kişiler zaman zaman görüşlerinde ileri giderler ve ölçüyü kaçırırlar. Bu durumlarda onları hemen Harici olmak ile nitelemek doğru değildir. Özellikle bu aşırı davranışlar, ihlaslı ve dürüst kişilerde Allahu Teala’nın Kur’an’da ilim ehlini nitelediği ve ilmin aslı olan Allah korkusu ile çok geçmeden kaybolur. Bu ise Allahu Teala’nın Kitabı'nı iyice düşünüp taşınmak ve ilim talebesini aşırılıktan, riyadan, faydasız tartışmalara girmekten, arsız insanlarla vakti boşa geçirmekten ve ilmi bu tür işler için öğrenmekten sakındıran hadisleri incelemekle olur. Alimlerin söylediklerini incelemek, siyerlerini okumak, ahlak ve davranışlarını öğrenmek de buna yardımcı olur. Abdullah bin Ömer’den rivayet edilen bir hadiste Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Her çalışanda bir şevk vardır, her şevkin de bir sonu vardır. Kimin şevkinin sonu sünnetimde kalırsa doğru yoldadır. Kim de hata eder (sünnetimin haricinde kalır) ise o da helak olmuştur.” Bu rivayet, işin başında herkeste bu hamasetin az çok bulunduğunu gösterir. Allahu Teala iyililiğini istediği kişileri nefsin kötü arzusuna karşı koymaya ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünnetine uymaya muvaffak eder. Haricilerin kötü niteliklerini tanıdıktan sonra hak peşinde olan bir kişiye düşen görev, bu niteliklerden herhangi birinde onlara benzememeye çalışmak, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in niteliklerine sahip olmak için gayret etmek ve kişiyi dinden çıkmaya kadar götürebilen aşırılıklardan kaçınmaktır. İbadet ehli olmalarına rağmen, aşırılık ve hevalarına uymaları, Haricileri dinden çıkmaya ve Nübüvvet dönemine çok yakın ve nesillerin en hayırlısı olan sahabe ve tabi’in ile beraber olmalarına rağmen onların yeryüzünde öldürülen en şerli insanlar olmalarına yolaçmıştır. Bu nedenle onlardan sonra gelen nesillerin bundan dersler çıkarması, kötülüğünün farkına varıp sakınması, ilmin azaldığı ve cehaletin yayıldığı, insanların dalalet öncülerini lider edindiği ve heva sahiplerinin peşine takıldığı günümüzde onların yolundan şiddetle sakınması gerekir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Allahu Teala’nın dini, onda aşırı giden ile geri duran arasında vasattır. Allahu Teala ne zaman bir kula bir şeyi emretse, mutlaka şeytan ya ifrat veya tefrit ile karşısına çıkarak itiraz eder. Bu itarızının hangisinde başarılı olması onun için önemli değildir. İslam Allahu Teala’nın dinidir ve din olarak insanlardan sadece o kabul edilecektir. Bu nedenle şeytan, İslam’a mensup herkesin yoluna çıkmış, şer’i hükümlerin birçoğundan saptırmış, hatta bu ümmetin en abid ve en zahid kitlelerini bile ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯193 ⎯⎯ dalalete düşürmüş ve okun yaydan çıkması gibi dinden çıkmalarına sebep olmuştur.” 433 İbn-i Teymiye Rahimehullah, Hariciler ile ilgili yukarıda aktarılan hadisleri belirttikten sonra şöyle der: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve raşid halifeler zamanında İslam’a mensup olup çokça ibadet etmelerine rağmen dinden çıkan ve kendilerine karşı savaşı hak eden olmuşsa, bilinmelidir ki bugün de İslam’a veya sünnete mensup insanlar İslam’dan ve sünnetten çıkabilir; hatta sünnet ile ilgisi olmayanlar ona bağlı olduğunu iddia edebilir. Halbuki kendisi ondan çıkmıştır. Bunun sebepleri vardır ve aşırılık bunlardan biridir. Allahu Teala, Kur’an’da aşırılığı kötülüyerek şöyle buyurmuştur: “Ey kitap ehli, dininizde aşırı gitmeyin..” 434 “De ki: Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.” 435 Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekilerin helak olmasının sebebi, dinde aşırılığa kaçmalarıdır.” 436 Bu sebeplerden biri de Allahu Teala’nın Kur’an’da belirttiği ihtilaf ve bölünmedir. Diğer bir sebep ise, ilim sahiplerinin ittifakı ile Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem adına uydurma olduğu bilinen birtakım hadislerdir. Cahil kişiler bunları hadis olarak duyar ve hevasına uygun düştüğü için onlara inanır. Dalaletin aslı, zan ve hevaya uymaktır. Allahu Teala, kınadığı kişiler hakkında şöyle buyurur: “Onlar sadece zanna ve nefislerin arzularına uyarlar. Halbuki onlara Rableri tarafından hidayet gelmiştir.” 437 Allahu Teala, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem için ise şöyle buyurur: “Battığı zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; o, kötü arzularına göre de konuşmaz. O(nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir.” 438 Allahu Teala, Rasulü'nü cehalet ve zulüm olan dalalet ve sapıklıktan tenzih etmiştir. Dalalette olan, hakkı bilmeyendir. Sapmış olan ise, hevasına uyandır. Allahu Teala, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem nefsin arzusu ile konuşmadığını, ancak Allahu Teala’nın 433 Mecmuu’l-Fetava, 3/236 4 Nisa/171 435 5 Maide/77 436 Sahih bir hadistir 437 53 Necm/23 438 53 Necm/1-4 434 194 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ kendisine vahyettiğini aktardığını bildirmiş, onu ilim ile nitelemiş ve hevaya uymaktan tenzih etmiştir.” 439 B- “Harici” teriminin ıstılahi manasına dikkat edilmeli ve gerek zulmü kaldırmak için olsun ve gerekse idareyi ele geçirmek için olsun yönetime karşı çıkan ve ayaklananlar ile bid’at olan akide sahibi olan ve usül bakımından Ehl-i Sünnet'e muhalif olan Haricileri birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü bu her iki kesim içinde “Hariciler” kelimesi kullanılır. Haricilerin ilk ortaya çıktıklarında amaçları yönetimi ele geçirmek değildi. Birçoklarının dünyaya iltifat etmediği, zühd ve ibadete düşkünlükleri ve sapık da olsa akideleri için ölmeye hevesli oldukları bilinmektedir. Ayrıca sadece yöneticilere karşı değil, bütün Müslümanlara karşı çıkmışlar, iyi ile kötüleri arasında ayırım yapmamışlardır. Kafir olduklarına hüküm verdikten sonra Müslümanları öldürmeyi, mallarını yağmalamayı ve kadınlarını esir almayı helal saymış, bu uygulamalarında kadın ve çocukları bile istisna etmemişlerdir. Onların hareket noktası sapık ve yanlış bir akidedir. “Harici” olarak nitelenen diğer kesim ise, bir akide davasıyla değil, yönetime karşı başkaldırma veya ele geçirme için yöneticiye karşı çıkanlardır. Bunlar iki kısımdır: Birincisi: Din adına öfkelendikleri için veya yöneticilerin zulmüne ve sünnete göre hareket etmemelerine ya da namazları bırakmalarına tepki gösterme sebebiyle ayaklananlar. Bunlar hak ehlidir. Alimler bunlardan sayılırlar. Ali’nin oğlu Hasan, Harra’da toplanan Medineliler ve Abdurrahman bin Eş’as ile beraber Haccac’a karşı çıkan “Kurra” bunlardandır. İkincisi: Şüpheleri olsun veya olmasın, sadece iktidar için ayaklanmış olanlardır. Bunlar ise bağiler hükmündedir. 440 Bilindiği gibi Ehl-i Sünnet'in cumhuru, zalim de olsa Müslüman imama karşı sabretmeyi tercih etmekte ve açık küfür içinde olmadıkları sürece onlara karşı ayaklanmayı uygun görmemektedir. Alimlerin, zalim imama karşı zulmüne karşı çıkmak için ayaklananları hak ehli olarak gördüğü ve hiçbir şekilde sapık Hariciler ile eşit saymadığı halde, acaba yöneticilerin bir çok sebebi işleyerek açık küfre ve şirke girdiklerini görerek, dinine yardım etmek için onlara karşı çıkan kişileri Hariciler olarak isimlendirmek caiz olur mu? Allahu Teala’nın basiretlerini körelttiği ve kalplerini mühürlediği birçok kişinin yaptığı gibi, bu insanlara Hariciler ismini takmak caiz midir? Basireti kapalı bu kişiler, yasama yapan tağutları ve küfür kanunlarını ege439 440 Mecmuu’l-Fetava, 3/238 Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯195 ⎯⎯ men kılan müşrik kafirleri eleştiren veya tekfir edenlere, Ehl-i Sünnet'in en iyileri ve muvahhidlerin en samimilerinden olsalar bile, Hariciler adını vermektedirler. Bu insanların tağut müşriklere karşı çıkışı kalem veya dil ile, kuvvet veya kılıç ile olması da onlar için farketmez. Onların bu iddialarının doğru olduğunu söylesek ve bu muvahhidlerin Harici olduğunu kabul etsek bile, keşke bu muvahhidler ile tağutlar arasında verdikleri zarar yönünden tercihte bulunma konusunda mağrib alimleri kadar basiretli ve kavrayışlı olsalardı. Mağrib alimleri Haricilerden Ebu Yezid el-Harici liderliğinde Beni Ubeyd (Fatımiler) ile savaşmak üzere çıktıkları zaman, bu bayrak altında savaşmalarını kınayan kişilere şöyle demişlerdir: “Allahu Teala’ya karşı günah işleyen kişilerin yanında, Allahu Teala’ya küfredenlere karşı savaşıyoruz.” O dönemin fakihlerinden olan Ebu İshak şöyle der: “Bunlar kıble ehlidir. Ancak kendilerine karşı savaşılan Beni Ubeyd kıble ehli değildir. Onları yenersek, Harici olan Ebu Yezid’in sancağı altında bulunmaya devam etmeyeceğiz.” Halbuki bu mübarek daveti taşıyan o insanlar, kurdun Yusuf’un Aleyhisselam kanından beri olduğu gibi Haricilerin akide ve usullerinden beridirler. Mücadeleden geri kalan ve Allahu Teala’nın düşmanlarına karşı zillet, meskenet ve aşağılık içerisinde oturan bu beceriksizlerin, hiç olmazsa bu mücahid muvahhidlere iftira etmek ve yalan söylemekten kaçınmaları gerekmez miydi? Hiç olmazsa, onları kınamayı bırakın veya onların sizin hakkınızda sustukları gibi siz de onlar hakkında susun. C- Şimdiye kadar gördüklerimizden anlaşılmaktadır ki akide yönünden olmasa da, diğer alanlarda Haricilere en çok benzeyen ve onların kötü niteliklerine en fazla sahip olmaya layık olanlar, dine ve ilme mensup olan bu yalakalardır. Haricilerin birçok kötü niteliği bunlar ile tam olarak uyuşmaktadır. Bu niteliklerin başında, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem hadiste belirttiği “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sıfatı gelmektedir. Tağutlarla dost, ama muvahhidlere, onların davet ve cihadlarına düşman olan, hatta tağutlara karşı Mürcie, ama muvahhidlere karşı Hariciler olan bu sözde alimler ve benzerlerinin, nice kez muvahhid Müslümanlara ve davetlerine karşı tağutları teşvik ettiklerini, onları kışkırttıklarını, bunun için fetvalar düzenlediklerini 441 ve hatta bu muvahhid mücahidlerin bağiler 441 Hicaz ve başka memleketlerde bu türden çok kişiler bulunmaktadır. Bunlardan birinin bu alanda yazdığı bir kasidesine reddiye olarak bizim yazdığımız ve “İla harisi’t-Tendidi ve Ruhbanihi” ismini verdiğimiz kasidemize bakınız. Ürdün’de de Ali el-Halebi bu doğrultuda verdiği fetva ile tağutların ve destekçilerinin gönlüne su serpmiştir. Bazı fazilet sahibi kardeşler onun bu fetvasını “El-Kavlu’l-Mubin fi Şeyhi’l-Muhbirin” adıyla yayınlamıştır. 196 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ olduğunu söyleyerek, verdikleri fetvalarının kendilerini Allah’a yaklaştırdığını düşündüklerini gördük. Onlar, muvahhid mücahidlere Hariciler adını vererek karalamakta ve Haricileri tekfir eden kimi alimlerin söylediklerinden hareketle onları tekfir etmektedirler. Bu yaptıkları ile onlar, dalalet ehlinden olan Haricilerden çok daha kötü bir dereceye düşmektedirler. Hariciler günah ve masiyetler sebebiyle insanları tekfir ettiler. Bunlar ise sırf Tevhid ehlinden olmaları ve, şirke karşı çıkıp müşriklerden beri olmaları sebebiyle insanları tekfir ediyorlar. İbnu’l-Kayyim Rahimehullah böyleleri için ne güzel söylemiş: “Haricilere benzeyen ve haksız yere günahlar sebebiyle insanları tekfir eden mi var! Hasımlarımız ise Tevhid ve imanın zirvesi olan şeyler ile bizi tekfir ettiler. Ne tuhaftır ki Kur’an ve hadis ehlini suçlayarak zahir şeyler ile hareket eden ve doğru yolu bulamayan Hariciler gibisiniz, dediler. Şu ahmaklıklarına bak, iman ehline Haricilik sıfatını nisbet ettiler. Rasulullah’ın sünnetlerine hem dilleri ve hem de kılıçlarıyla saldırdılar. Allah’a yemin ederim ki azgınlığın öncüleri olan Hariciler böyle değildi. Onlar günahkarı tekfir ederken, siz sırf itaat ehli oldukları için tekfir ettiniz Ehli Sünnet'i. Onlar sizden daha iyidir, dersem, kim hayır diyecek; iki taraf eşit değildir, vallahi. Günah sebebiyle tekfir edenler nerede, sünnete uyanları tekfir edenler nerede! İçtihad ettik, dediniz, onlar da içtihad ettiler, baği birer topluluksunuz ikiniz de. İkiniz de nasslara muhalefet ettiniz, aranızda odur hakem de. Onlar benzer bir nassla başka bir nassa muhalefet ettiler ve uzlaştıramadılar ikisini de. Sizler nasslara muhalefet ettiniz, zihinlerde oluşan şüphelerle. 442 Sizler hangi sebeple onlardan daha hayırlı ve hakka daha yakınsınız? 442 Bu, İbnu’l-Kayyim’in çok güzel bir nitelemesi ve karşılaştırmasıdır. Sanki günümüzde tağutların çömezlerini anlatmaktadır. Hariciler, sünneti ihmal etmeleri ve Kur’an anlayışlarındaki zayıflık ve bu ikisini uzlaştırmadaki yetersizlikleri sebebiyle o duruma düştüler. Ancak bu çömezlerin istidlallerine bakan bir insan, hiçbir ciddi delil göremez. Aksine bütün delilleri önemsiz şeylerdir. Hattabi kelam ehli için şöyle söyler: “Baktığın zaman gerçek sandığın şüpheler, hepsi kırılmış ve dağılmış cam parçalarından farksızdır.” Bunların durumu aynen böyledir. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯197 ⎯⎯ Onlar Kur’an’ın lafzından anladıklarını, onu açıklayan hadisten aldılar öne. Halbuki sizler kişilerin görüşlerini ikisinin de önüne aldınız, şimdi eşit misiniz ikiniz de? Yoksa onlar İslam’a sizden daha mı yakındır? Artık sabah oldu gözü görenlere. Ahiret günü Allah aranızda hüküm verecektir, adalet ve insaf ile. Biz, Allah’ın hidayet verdikleri dışında, onlardan da beriyiz, sizden de.” Ali ve beraberindekilerin, hakiki Haricilere nasıl muamele yaptıklarını yukarıda aktardık. Onlara hiçbir şekilde haksızlık yapmamışlar, savaşmadan önce kendilerine defalarca elçi göndermişler, şüpheleri konusunda onlarla münakaşa etmişler ve Müslümanların kanını akıtıncaya, mallarına ve ailelerine saldırıncaya kadar onlar ile savaşa başlamamışlardır. Onlara saldırmadan önce savaşa katılmayan veya Kufe ve Medain’e gidenlerin eman altında olacaklarını bildirdiler. Ayrıca onlarla savaştıklarında mallarını ganimet olarak almadılar ve yağmalamadılar. Aksine mallarını velilerine ve mirasçılarına iade ettiler. Bütün bunlar, Ali’nin Radıyallahu Anhu Müslümanların can ve malları hakkında gösterdiği titizlikten kaynaklanmaktadır. Öldürülenler arasında Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadiste bildirdiği, vücudunda kadın memesine benzer bir çıkıntı olan kişinin bulunması üzerine, hadislerde kastedilen kişilerin bunlar olduklarına kanaat etmişler ve ancak bundan sonra onların öldürülmelerine sevinmişlerdir. Buna rağmen Ali’ye Radıyallahu Anhu, “Onlar müşrik midir?” diye sorulduğunda, “Zaten şirkten kaçtılar” diye cevap vermiş ve yine “Münafık mıdırlar?” diye sorulduğunda ise, “Münafıklar Allah’ı az anarlar” demiştir. 443 Hadiste, okun yaydan çıkması gibi dinden çıktıkları bildirilen bu Hariciler hakkında bile selefin insaf, adalet ve kavrayışı ile, günümüzde tağutların çömezlerinin muvahhidlere karşı yaptıkları saldırı ve haksızlıklar arasında ne kadar fark bulunmaktadır. D- Asılsız iftiralarda bulunan bu muhaliflerin Haricilere benzeyen bir diğer vasıfları ise, gereğince kavramadan Kitap ve Sünnet’in nasslarıyla istidlalde bulunmaları ve alimlerin sözlerini yerinde kullanmamalarıdır. 443 Müslim’in şartına uygun bir sened ile İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’inde, “O halde onlar nedir?” sorusuna, “Onlar kardeşlerimizdir. Bize karşı ayaklandılar, biz de bundan dolayı onlarla savaştık” cevabını verdiği anlatılmaktadır. Ayrıca bunu İbn-i Kesir’de, El-Bidaye ve’nNihaye, 7/290’da aktarmaktadır. Ancak Buhari, hadisin ravisi olan Heysem bin Adiy için, güvenilir olmadığını ve yalan söylediğini belirtmektedir. Aktarılan bu eki, Ali’nin Cemel olayına katılanlar hakkında söylediği rivayet edilir. 198 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hariciler için buyurduğu “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” niteliği, onlarda da bulunmaktadır. Akletme ve kavramanın yeri olan kalbe, okudukları Kur’an ulaşmaz. Bilindiği gibi Hariciler, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir” 444 ayetinin, günah işleyen bütün Müslümanlar hakkında olduğunu kabul etmektedirler. Hatta bu ve buna benzer ayetleri delil göstererek Ali, Muaviye ve tahkim olayında onlarla beraber olan bütün Müslümanları tekfir etmişlerdir. Bu iftiracı kişiler, Haricilerin bu yöntemini eleştiren selef alimlerinin sözlerini, küfür ve şirkin en ağırını işleyen bu tağutların ve mürted müşriklerin temize çıkarılması için kullanmaktadırlar. Bu tağutların yaptıklarını, selef alimlerinin büyük günahı kastederek kullandıkları kişiyi dinden çıkarmayan küfür (Küfrun dûne küfr) ifadesi kapsamında sayıyor ve bunu savunuyorlar. Halbuki bu tağutların yaptıkları ile selefin kişiyi dinden çıkarmayan küfür (Küfrun dûne küfr) diye niteledikleri şeyler arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır. Bunun sebebi ise, insanların nasslar ve deliller konusunda emanet ehlinden olmayan kişileri kendilerine lider edinmeleridir. Bu liderlerin geneli anlayışlarının azlığı, kavramalarının yetersizliği ve Kur’an ayetlerini ve nüzul sebeplerini yeterince bilmemeleri sebebiyle bu konularda bocalamaktadırlar. Bu ise Haricilerin durumuna benzemektedir. İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “İlk bid’atler, aynen Haricilerde de olduğu gibi, Kur’an’ı yanlış anlamadan kaynaklanmış, Kur’an’a muhalefet kastedilmemiştir. Kur’an’ın delalet etmediğini, delalet ediyor gibi algıladılar. Mü’minin tanımı, takva ve iyilik sahibi olduğuna göre, günah işleyenin tekfir edileceğini, dolayısıyla takvalı ve iyilik sahibi olmayanın kafir olup, ebedi cehennemlik olduğunu söylediler. Ayrıca Osman, Ali ve onların yanında bulunanların Müslüman olmadığını, çünkü onların, Allahu Teala’nın indirmediği şeyler ile hükmettiklerini söylediler. Böylece onların bid’atının iki başlangıcı bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi; bir görüş veya bir amel ile Kur’an hakkında hata eden ve bu hatası sebebi ile ona muhalefet eden kişinin kafir olduğunu söylemeleri. Diğeri ise; Ali, Osman ve onların taraftarları olan Müslümanları da Kur’an’a muhalefet eden ve dolayısıyla da tekfr edilen kişilerden saymaları.” 445 Sahabe Radıyallahu Anhum, bunların görüşlerini reddetmiştir. Tağutlar hakkında bizimle tartışan bu kişiler ise, sahabenin bu reddiyelerini alarak 444 445 5 Maide/44 Mecmuu’l-Fetava, 13/20 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯199 ⎯⎯ “Küfrun dune küfr” yani kişiyi dinden çıkarmayan küfür gibi ifadeleri apaçık şirk olan hükümleri yasalaştıran ve uygulayan kafir ve müşrikler için kullandılar. Bununla birlikte sahabeye nisbet edilen bu ifadelerden bazılarının senedi hakkında ihtilaflar bulunmaktadır. İbn-i Teymiye şöyle der: “İslam’da ilk tefrika ve ayrılıklar, Osman’ın Radıyallahu Anhu öldürülmesinden sonra başladı. Ali ve Muaviye, aralarında hakem belirleme konusunda ittifak edince, Hariciler buna karşı çıktılar ve “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek Müslüman cemaatten ayrıldılar. Kendileri ile konuşması için yanlarına gönderilen Abdullah bin Abbas’ın onlarla yaptığı münakaşalar sonunda yarısı bu söylemlerinden vazgeçti. Diğer yarısı ise, Ali, Osman ve onlardan yana olanlar hakkında, Allahu Teala’nın indirmediği şeyler ile hükmettiklerini, Allahu Teala’nın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin ise kafir olduğunu söylediler. Böylece Müslümanları tekfir ettiler. Onların bu konuda hataya düşmelerinin iki sebebi bulunmaktadır: Birincisi: Bu söylediklerinin Kur’an’a aykırı olması. İkincisi: Haramı helal veya helalı haram saymadığı halde, hata veya günah kabilinden Kur’an’a muhalefet eden kişinin kafir olduğunu söylemeleri.” 446 Şeyhu’l-İslam’ın bu sözüne dikkat etmek gerekir. Haricilerin Müslümanları ve Allahu Teala’nın şeriatıyla hükmeden imamları, bu iki bozuk sebep üzerinde bulunmalarından dolayı tekfir etmeleri, selef tarafından reddedilmiştir. 447 İbn-i Ömer Radıyallahu Anhuma onlar hakkında şöyler der: “Bunlar yaratılanların en şerlileridir. Çünkü kafirler hakkında inen ayetleri, mü’minler hakkında uyguladılar.” Akıllarının kıtlığı bakımından Haricilere en çok benzeyen bu muhalifler ise, Haricilerin günah sebebiyle mü’minleri tekfir etmesine karşı çıkan selefin mü’minleri savunmak için söylediklerini, mürted tağutları ve müşrik mülhidleri savunmak için kullandılar. Selefin bu türden olan ifadelerini, bu tağutların açık küfürlerini ve gün ışığı kadar ortada olan riddetlerini savunmak için kullanmalarının yanında, cephe aldıkları mü’minleri tekfir etmek için de kullandılar. E- Bahsettiğimiz bu kişilerin Haricilere benzer olan yönlerinden biri de, yasalar koyan mürted tağutları, mü’minlerin emiri veya Müslümanların imamı olarak isimlendirmeleri, onlara bey’at etmeleri, şeriata uygun emirliğin veya imamlığın herhangi bir şartına itibar etmemeleri ve o tağutlarda bu 446 Mecmuu’l-Fetava, 13/112 Hariciler ile münakaşa edenlerin başında Ali, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Ebu Bekre ve Tabiinden olan Tavus, Ebu Miclez ve Ömer bin Abdulaziz gelmektedir. 447 200 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ şartların bulunup bulunmadığına bakmamalarıdır. Hatta bu konuda Haricilerden daha kötü bir tavırları bulunmaktadır. Hariciler Ali ve Osman’ın hilafetini dışladıklarında, imamlığın şartlarını taşımayan bir kişiye bey’at ettiler. Ancak onların bey’at ettiği bu kişi Müslümandı. Onlar bu yaptıklarıyla ümmetin üzerinde birleşmediği ve Kureyş’ten olmayan birini mü’minlerin emiri olarak isimlendirdiler. Bu meselede, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e muhalif davrandılar. Kadı İyad şöyle der: “İmamın Kureyş’ten olması şartı, bütün alimlerin görüşüdür. Bunu hakkında icma bulunan konulardan sayarlar. Seleften bu konuda herhangi bir muhalefet eden nakledilmemiştir. Ayrıca seleften sonra da hiçbir memlekette bu meselede ihtilaf olduğu aktarılmamaktadır. Haricilerin ve onlara muvafakat eden Mutezilenin bu konuda söylediklerine itibar edilmez.” 448 Hariciler, imamın Kureyş’ten olmasını şart görmemelerine ve Şebibiyye fırkasının yaptığı gibi kadının da bu görevde bulunmasına razı olmalarına rağmen, bu muhaliflerin içine düştüğü rezil duruma düşmemişlerdir. Çünkü bunlar mürtedlerin de Müslümanlara emir olmasını caiz görmekte ve onlara bey’at etmektedirler. Şer’i imamet konusunda çiğnemedikleri hiçbir şart bırakmadılar. Şüphesiz bütün şartların başında ise emir olarak vasıflanan kişinin Müslüman olması gelmektedir. Dolayısıyla bu konuda onlar, Haricilerden çok daha kötü ve zararlı bir hale geldiler. Çünkü, küfür kanunlarını çıkaran, onlarla hükmeden, Allahu Teala’nın din ve şeriatına savaş açan, doğu ve batı kafirlerini dost edinen, onlarla dost olup tokalaşan ve sevgilerine gönüllerini açanları dost bildiler, ancak küfür ve şirklerine karşı çıkıp batıl uygulamalarını tenkit eden herkesi bağiler ve Hariciler olarak gördüler. F- Günümüzde Mürcie çömezlerinden ve Cehmiyye davetçilerinden tağutları ve destekçilerini savunan, muvahhidlere ve davetlerine savaş açan bazı aşırıların işledikleri cinayetler, onları Haricilerden daha kötü kılmaktadır. Onlar, çoğu zaman muvahhidleri Haricilerden olmakla suçladılar. Halbuki muvahhidler Müslüman ve adalet sahibi imamlara karşı değil, mürted kafir tağutlara karşı çıktılar. Çünkü bu Tevhid’in pratik bir uygulaması ve şirk ve tağutlardan beri olmaktır. Şüphe yok ki bu çömezlerin, Allahu Teala’ya itaatları sebebiyle muvahhidlere düşmanlık yapması, onları günah ve masiyet sebebiyle Müslümanlara saldırıp tekfir eden önceki Haricilerden çok daha kötü ve zararlı yapmaktadır. Bu nedenle kadı Şurayh’ın Mürcie için “Onlar en kötü topluluktur”, Zuhri’nin de “İslam’da, Müslümanlar için, Mürcielikten daha zararlı bir bid’at olmamıştır” demesine şaşmamak gerekir. Yahya bin Ebi Kesir ve 448 Fethu’l-Bari, Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal,116 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯201 ⎯⎯ Katade ise şöyle der: “Ümmet için Mürcielikten daha tehlikeli bir heva yoktur.” İbrahim Nehai şöyle der: “Mürcienin fitnesi, bu ümmet için Ezraki Haricilerinin fitnesinden daha tehlikelidir.” 449 Kaldı ki başlangıçta Mürcienin, Ehl-i Sünnet ile olan ihtilafı, sadece isim ve lafızlardaydı. Yani Ehl-i Sünnet ve onlar arasındaki ihtilaf, sadece imanın tanımı ve amellerin iman isminin kapsamına girip girmemesiyle ilgiliydi. Onlardan hiç kimse, amelleri ihmal etmeye veya farzları terketmeye çağırmak bir yana, kafirlerin küfrüne, müşriklerin şirkine ve mülhidlerin inkarına kılıf aramaya gitmemiştir. Asla onlar böyle bir şey yapmadılar. Bilakis onlardan ibadet ve zühd ehli, imanıyla amel eden ve müçtehid olanlar vardı. 450 Ne var ki Mürcielik daha sonra, seleften bazılarının tekfir ettiği ‘ğulatu’l-mürcie’ denen ve aşırı giden bazı kişilerin mezhebi haline geldi. Günümüzde bu mezhebin bir çok mensubu utanmadan şunu açıkça söylemektedir: “Tasdik veya doğru bir itikad kişide bulunduğu sürece, zahiri küfür sebeplerinden olan ameller ve sözler, herhangi bir amelin cinsini tümden bırakmak, dinden yüz çevirmek ve farzları tamamen terketmek imana zarar vermez.” Selefin, ilk ortaya çıktıklarında dahi Mürcie mezhebine karşı takındıkları tavır, onların firasetlerinin ve basiretlerinin kuvvetini gösteren bir delildir. Halbuki Mürcie ilk dönemlerinde, küfür olan herhangi bir şeyi izhar etmemiş veya bunu onaylamamıştır. Ancak selef, kuvvetli basiretleri sebebi ile bu mezhebin dinden kopmaya ve dinin hükümlerinden sıyrılmaya götüreceğini anlamıştır. Günümüzde Mürcie çömezlerinin eserleri ve yaptıkları, selefin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Çünkü Mürcielik anlayışı, mensuplarını saptırmaya ve aşırılarını dinden çıkarıp küfrün içine atmaya devam etmektedir. Durum o dereceye ulaşmıştır ki, onlardan bazıları küfrü basit görmeye, onaylamaya, kafir ve müşrikleri savunmaya, onlar için fetva vermeye, onlara katılmaya, desteklemeye, korumaya ve dostlukta bulunmaya kadar gitti. Bu nedenle İbrahim en-Nehai’nin feraset ve basiretiyle, ilk Mürcie mensupları için “Mürcienin fitnesi, bu ümmet için Ezraki Haricilerinin fitne449 Bakınız: Mecmuu’l-Fetava, 7/246, Daru İbn-i Hazm baskısı Örnek olarak Ömer bin Zer bin Abdullah el-Hemedani’nin biyoğrafisine bakınız. İmam Ahmed onun için şöyle der: “Mürcielikten ilk söz eden odur.” Halkın en abid ve zahidlerindendi. Onun ibadet ve teheccüd ile ilgili söyledikleri için bakınız: Haliyyetu’l-Evliya, 5/108-115. Kays bin Müslim hakkında, Süfyan şunları söyler: “Allahu Teala’ya saygısızlık etmemek için şu zamandan beri başını semaya kaldırmamıştır.” Yahya bin Said, Ebu Davud ve Nesai, onun Mürcieden olduğunu söylemişlerdir. 450 202 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ sinden daha tehlikelidir” demesine şaşmamak gerek. Üstelik Haricilerin mezhebinin temeli, Kur’an’ı yüceltmek ve ona uyulmasını istemeye dayanmaktadır. 451 Ne var ki Kur’an’ı açıklayan sünnetten yüz çevirmeleri ve yukarıda sözünü ettiğimiz diğer kötü davranışları onları saptırmıştır. Ancak Mürcienin ahlaksız çömezleri, hakkı batıla karıştırmalarıyla İslam’ın, iman ve Kur’an’ın halkalarını birer birer çözmekte, onun hükümlerini aşmanın önemsiz olduğunu söylemekte ve kurallarını çiğnemeyi basit görmektedirler. Bu bakımdan onlar Haricilerden çok daha kötü ve zararlıdırlar. G- Tevhid ehlini ve davetçilerini, Müslüman halk tarafından sevilmeyen bu isim ile anarak karalamak, birbirlerinden miras aldıkları eski bir alışkanlıktır. Her milletin varislerinin olması, Allahu Teala’nın insanlar arasındaki sünnetidir. Peygamberlerin, izlerini takip eden ve Tevhid akidelerini destekleyen muvahhid mirasçıları olduğu gibi (Allah’ım, bizi onlardan eyle), onların hasım ve düşmanlarının da, münafıkların da, alçakların da, hakla batılı birbirine karıştıran sahtekarların da mirasçıları vardır. Onların batıl ve şüphelerini miras alırlar, her zaman birbirlerine aktarırlar, bid’atlarını yaymak ve hakkın sahiplerini karalamak için kullanırlar. Karalamak onlarda çok ucuzdur, çünkü ölçü ve tartısı olmadan dağıtmaktadırlar. Yukarıda, İbnu’l-Kayyim’in “el-Kafiyetu’ş-Şafiye fi’l-İntisari li’lFirkati’n-Naciye” isimli kasidesinden bazı bölümler aktarmıştık. Bu kaside de önceden beri, bid’atçı fırkalara mensup kişilerin, Ehl-i Sünnet mensuplarını Hariciler adını takarak karalamalarının onların adetlerinden olduğu belirtilmektedir. Hallal’ın, es-Sünne’de şöyle nakleder: “Ebu Abdullah (Ahmed bin Hanbel) şöyle dedi: “Bize ulaştığına göre Ebu Halid, Musa bin Mansur ve benzerleri hasımlarımızın yanında oturarak, bizim sözümüzü ayıplıyorlar ve şöyle diyorlar: “Kur’an ne mahluktur, ne de mahluk değil.” Ayrıca tekfir ile ilgili görüşlerimizi de kınayarak, Hariciler gibi düşündüğümüzü iddia ediyorlar.” Ebu Abdullah bunları söylerken öfkeli biri gibi tebessüm ediyordu.” 452 Şatıbi, hafız Abdurrahman bin Batta’nın kendisi ile aynı dönemde bulunan muhaliflerinin ona iftira etmelerinden, lakaplar takarak ithamlarda bulunmalarından yakındığını aktarır ve şöyle der: “Hafız Abdurrahman bin Batta’nın, kendisi ile aynı dönemde olan bazı kişilerden gördüğü muameleye benzer bir muamele ben de gördüm. İbn-i Batta kendi durumunu anlatarak şöyle der: İkamette ve yolculukta, yakınımda ve uzağımda, tanıyan ve tanımayanlar arasındaki halime şaştım kaldım. Mekke, Horasan ve başka yerlerde gördüğüm muvafık ve muhaliflerin çoğu beni kendi düşüncelerine uyma451 452 Bakınız: Mecmuu’l-Fetava, 7/112 Mecmuu’l-Fetava ,6/479, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye baskısı ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯203 ⎯⎯ ya, söylediklerini tasdik etmeye ve kendilerine şahitlikte bulunmaya davet etti. Söylediklerini tasdik ederek onaylarsam, bana “muvafık” derler, söylediklerinin bir harfine veya yaptıklarının bir bölümüne itiraz edersem, bana “muhalif” derlerdi. Bu söz ve amelerinden herhangi biri hakkında Kur’an ve Sünnet’in başka bir şey söylediğini belirtirsem bana “Harici” adını takarlardı.. Kendilerine Tevhid ile ilgili bir hadis okusam bana “Müşebbiheci” derlerdi. Allahu Teala’nın görülmesiyle ilgili bir hadis söylesem bana “Salimiyyeci” derdi. Söylediğim söz iman ile ilgili ise, bana “Mürciesin” derlerdi. Ameller ile ilgili bir şey söylesem, bana “Kaderiyyeci” derlerdi. Ne zaman birine muvafakat edersem, bana başkasının adı verildi. Cemaatlerine yalakalık yapsam, Allahu Teala’yı kızdırmış olurum. Halbuki bunların hiçbiri beni Allahu Teala’nın gadabından kurtaramaz. Ben sadece Kitap ve Sünnet’e sarılıyorum ve ğafur ve rahim olan Allah’a istiğfar ediyorum.” Şatıbi şöyle der: “Bu aktardığım hikayenin tamamıdır ve sanki o Rahimehullah, hepimizin dilinden konuşmaktadır. Bu lakaplardan biri veya birkaçıyla anılmamış olan meşhur bir alim veya tanınmış faziletli bir kişi bulmak çok nadirdir. Çünkü muhalifler genellikle hevalarına göre hareket ederler. Sünnetten ayrılmanın sebebi ise cehalettir. Böyle kişiler, sünnete bağlı olan insanlara yüklenirler, bu insanların yaptıklarını karalayıp kötülerler ve bu lakaplardan biri ile ona iftirada bulunurlar. Sahabeden Radıyallahu Anhum sonra ibadet edenlerin en üstünlerinden olan Üveys el-Karani’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker mü’minlere dost bırakmadı. İnsanlara emr-i bi’l-maruf yapıyoruz, ancak onlar bu sebepten dolayı namuslarımıza söverler. Üstelik fasıklardan da buna destekçiler bulurlar. Allah’ım, o kadar suçlamalar yaptılar ki! Vallahi buna rağmen ben onlara karşı Allah’ın hakkını yerine getirmeye devam edeceğim.” 453 İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Cehmiyye ve Mutezile bugüne kadar Allahu Teala’nın sıfatlarını kabul eden kimseye, Müşebbiheci olduğunu söyleyerek yalan ve iftirada bulundu. Hatta onlardan o kadar ileri gidenler var ki peygamberleri bile bu şekilde suçladılar. Cehmiyye’nin önde gelenlerinden Sümame bin Eşras, peygamberlerden üç kişinin Müşebbihe’den olduğunu söylemektedir. Bu sözüne delil olarak ise Musa’nın Aleyhisselam, Allahu Teala’ya “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir” 454 demesini, İsa’nın Aleyhisselam “Sen benim içimdeki bilirsin, halbuki 453 454 El-İtisam, 1/31-33 7 A’raf/155 204 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ben senin zatında olanı bilmem” 455 sözünü ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Rabbimiz iner..” sözünü gösterir. Hatta Mutezilenin çoğu, Malik ve ashabının, Sevri ve ashabının, Evzai ve ashabının, Şafii ve ashabının, Ahmed ve ashabının, İshak bin Rahuye ve ashabının, Ebu Ubeyd ve diğer bütün imamların Müşebbihe’den olduğunu söyler. Nitekim Ebu İshak bin Osman bin Dirbas eş-Şafii, “Tenzihu Eimmeti’ş-Şeria ani’l-Elkabi’ş-Şenia” adında bir kitap yazmış, selefin ve başkalarının bu konudaki sözlerini aktarmış ve müşriklerin Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem lakaplarla andığı gibi bid’at ehlinden her fırkanın kendine göre doğru sandığı bir lakapla Ehl-i Sünnet’i karaladığını söylemiştir. Rafıziler Ehl-i Sünnet’e Navasıb 456 lakabını verirler. Bunun dışında Kaderiyyeciler Cebriyye, Mürcie Şüpheciler 457 , Cehmiyye Müşebbihe ve Kelamcılar ise Haşeviyye, Nevabit 458 , Ğusa’ 459 veya Ğusera’ 460 gibi lakaplarla Ehl-i Sünnet’i anarlar. Nitekim Kureyş de, Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem deli, şair, kahin, müfteri gibi lakaplarla anıyordu... İnsanların söylediklerini naklederek ve sırf taşıdıkları akideye muhalif olmaları sebebi ile, insanları bu isimler ile isimlendirenleri Allahu Teala’ya havale ediyorum. Allahu Teala hepsinin hakkından gelir. Kötü tuzak ancak sahibinin ayağına dolanır.” 461 İbn-i Teymiye’nin öğrencisi olan İbnu’l-Kayyim meşhur kasidesinde hadis ve şeriat ehli imamların bu kötü lakaplardan uzak olduğunu belirterek şöyle der: “Yalana kaçarak onları her türlü lakapla suçlarlar, halbuki bu iftira ve yalandan beridirler. Haksızlık yaparak iftira edenin iftira ettiği kişiden daha layık olduğu şeylerle suçlarlar. Suçsuz kişi yaptıklarından dolayı karalanıyor, bunu bilmeyen ikisini eşit sayıyor. Onlara Haşeviyye, Nevabit, Mücessime ve putlara tapanlar adını verdiler. 455 5 Maide/115 Yani Ehl-i Beyt’e düşmanlık besleyenler 457 Çünkü “İnşaallah mü’minim” demeyi caiz görürler. 458 Türedi, toy anlamındadır. 459 Çerçöp anlamındadır. 460 Ayak takımı, anlamındadır. 461 Mecmuu’l-Fetava, 5/72-74, Daru İbn-i Hazm baskısı 456 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯205 ⎯⎯ Halbuki Rasulullah’ın ve ashabının düşmanı olan Rafıziler hayvanların en kötüleridir. 462 Sahabeye düşmanlık yapıyorlar ve sahabeye olan bu düşmanlıklarından dolayı Rahman’ın taraftarlarına Nasıbiyye diyorlar. Hayret verici bir incelik var ey kardeşler, onu size açıklayayım; Rasul’e ve Rasul’ün muhaliflerine insanlardan farklı iki zümre varis olacaktır. Rasul’e varis olanlar, onun yolundadır, muhaliflerine varis olanlar ise iki fırkadır; Onlardan biri Rasul’e ve tabilerine düşmandır ve bunu açıkça yaparlar, Allah’ın sevgili kulu demezler ve asıl olarak kendilerine yakışan başka bir lakap takarlar. Onlardan sonra gelenler de bu uygulamayı miras olarak aldılar ve haksızlık yaparak karaladılar. Her biri, miras olarak aldığını gerçekleştiriyor, ey işiten ve anlayan kişi, duy ve anla! Münafıklık yapan diğerleri ise, gizlediklerinin aksini açığa vururlar. Bunlar kulların miraslarıdır. Nimeti bol Allah’ın taksimidir bu. Bir nükte daha vardır ki haksız yere sövülen kişilere teselli verir, Allah’ı cisim gibi insana benzeten kişilere muattılanın lanet okuduğunu görürsün. Allah hidayet ehlinden bunu savıyor, tıpkı Muhemmed ve müzemmem isimleri gibi. 463 Onlar müzemmem’e söverler, Muhammed ise onların sövmelerinden uzaktır. Allah hem lafızda ve hem de manada Muhammed’i sövmelerinden korumuştur. 462 Nitekim günümüzde onların çömezleri de, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisinin aşırı övülmemesi tavsiyesini hatırlatan veya gördükleri delile uyarak sahabeye nisbet edilen kimi içtihad ve sözleri reddeden muvahhid insanları Peygamber ve ashabına düşmanlıkla suçlarlar. 463 Buhari’nin şu hadisine işaret etmektedir: “Kureyş’in bana sövmesini ve lanet okumasını Allahu Teala’nın nasıl uzaklaştırdığına şaşmıyor musunuz? Onlar kötülenen birine (müzemmem) sövüyorlar ve yine kötülenen birine lanet ediyorlar. Halbuki ben Muhammed’im (övülmüşüm).” Muattıla ve müşebbihe lakaplarıyla, Hariciler ve tekfirciler nitelemeleriyle hasımlarının kendilerini karalamaya çalıştığı muvahhidler için bunda bir teselli vardır. Allahu Teala bu şekilde sövgüleri onlardan uzaklaştırmaktadır. Çünkü onlar bu şeylerden beri ve uzaktırlar. Bütün karalama ve sövmeler, her türlü kötüleme ve karalamaya layık olan hasımlarına dönmektedir. 206 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Tabileri de Muattıla ve Müşebbihe’den beridir. Sövmeleri kendilerine geri döner, çünkü her türlü kötüleme ve karalamaya onlar layıktır. Muattıladan kişi Müşebbiheden kişiye lanet okuyor, ama muvahhid’i Allah koruyor... Bunlar size ikram edilen güzel şeylerdir, ama Muattıla’dan olanlar için çirkindir. İlim, kapıcıya ve izin almaya ihtiyaç kalmadan muvaffak olan her kalbe girer. Rezil olduğu için mahrum kişi onu red eder. Allah’ım, bizi ilimden mahrum etme. Öfkenizle geberin, Rabbim içinizi ve kaplerinizde olanları çok iyi biliyor. Allah, Dini’ni, Kitabını, Peygamberini ilim ve sultan ile her zaman destekliyor. Hak öyle bir duvardır ki insanlar ve cinler bir araya gelse kimse onu yıkamaz. Ne tuhaf! Kur’an ile ve hadisler ile sözlerini delillendiren kişilere dediler ki; Siz bununla Hariciler gibisiniz. Onlar zahire baktılar, ama manaları anlamadılar...” ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯207 ⎯⎯ SONSÖZ Allahu Teala hepimize açık olan hak üzere sebat versin. Bil ki bu ümmetten bir taife, bir topluluk veya bir cemaat kıyamet kopuncaya kadar bu din üzerinde bulunacak, yüceltip destekleyecek, tahrif edenlerin tahrifatlarından ve batıl ehlinin bid’atlarından onu koruyacaktır. Buhari ve İmam Ahmed, din üzere olan, onu yüceltip savunan ve gereklerini yerine getiren bir cemaatin olacağına ilişkin hadisi birbirine yakın lafızlar ile neredeyse tevatür derecesine yakın bir derecede rivayet etmiştir. 464 Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu hadiste şunu müjdeler: “Ümmetimden bir grup Allah’ın emrini yerine getirmeye devam edecektir. Onları yalnız bırakanlar veya kendilerine muhalefet edenler, Allah’ın emri gelinceye kadar onlara bir zarar veremezler ve onlar insanlara karşı muzaffer olacaklardır.” Hakkı arayan kişinin tanıması, başkalarından ayırıp ona katılması, muvahhid mensupları ve taraftarlarından olması için bu zümrenin niteliklerini ve belirtilerini öğrenmesi gerekir. Bu topluluğun hadiste anlatılan niteliklerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Birincisi: Allahu Teala’nın emrine (hakka) bağlıdır. Hak üzere olmak, daveti ve akideyi açıkça haykırmak, aleni olarak açıklamak, yağcılık ve geveleme yapmadan insanlara duyurmak demektir. Bu ise insanların, hakkı en parlak şekliyle tanıması, iyi ile kötünün birbirinden ayrılması, mü’minlerin yolundan mücrimlerin yolunun ayıklanması ve seçilmesi için gereklidir. Allahu Teala şöyle buyurur: “İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek verdır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a 464 Bunu İbn-i Teymiye belirtmektedir. Bakınız: İktizau’s-Sırati’l-Mustakim ve Suyuti’nin Katfu’l-Ezhari’l-Mütenasire isimli kitabı. 208 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” 465 İshak bin Abdurrahman bin Hasan bin Muhammed bin Abdulvehhab, akideyi açıklamanın, Tevhid’i açıkta ve gizlide gerçekleştirmek için, dine yardım etmek ve müşriklere muhalefet etmek için ona davet etmenin gerekliliğini belirterek şöyle der: “Müşriklere kalp ile buğzetmek yeterli değildir. Düşmanlığı ve buğzu açıklamak da gerekir.” Buna delil olarak ise yukarıda aktardığımız Mumtehine Suresi’ndeki ayeti gösterir ve şöyle der: “Bundan daha açığının bulunmadığı şu açıklamaya bak! Bu nedenle kafirlere düşmanlığı açıklamak, onları açıkca tekfir etmek ve cismen onlardan ayrı olmak gerekir. Düşmanlığın manası, senin bir tarafta, onların ise karşı tarafta olmasıdır. Beraetin aslı da kalben, lisanen ve bedenen ilişkiyi kesmektir. Mü’minin kalbi kafirlere düşmanlıktan geri olmaz. İhtilaflı olan şey, düşmanlığı açıklama konusudur.” 466 Süleyman bin Sehman manzum olarak bunu şöyle ifade eder: “Bu dinin izharı, onların kafir olduğunu açıklamaktır. Çünkü onlar kafir bir topluluktur. Açıkça onlara düşmanlık ve buğz etmektir. Ey akıl sahipleri düşünmez misiniz! Kalbin buğzetmesi de yetmez. Zaten seven de odur ve bu nedenle ölçü değildir. Ölçü, onlara açıkça ve haykırarak senin mümin, onların ise kafir olduğunu söylemektir.” 467 Allahu Teala’nın emrine bağlı olmak, bu taifenin ehlinin hakka ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bıraktığı yola sarılmaya devam etmesini, mü’minlerin yolundan gitmesini ve Fırkatu’n-Naciye olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yoluna ve yöntemine uymasını kapsar. Bunun kaynağı, temeli ve esası, Tevhid’i gerçekleştirmek, şirkten ve müşriklerden beri olmayı ilan etmektir. Bu, bütün peygamberlerin davetidir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Andolsun ki, biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tağutlardan kaçının’ diye (emretmeleri için) her millete, bir peygamber gönderdik” 468 , “Senden önce 465 60 Mümtehine/4 Ed-Dureru’s-Seniyye fi’l-Ecvibeti’n-Necdiyye, 141 467 Divan, 76-77. Bundan önce aktarılanlar, “Milleti İbrahim” isimli kitabımızdan alınmıştır. Bu konuda önemli olup bakmakta yarar vardır. 468 16 Nahl/36 466 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯209 ⎯⎯ hiçbir rasul göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 469 Bu konuda bütün peygamberlerin şeriatı birdir. Allahu Teala, Nebi’sine Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu yol üzerinde dosdoğru olmasını Kur’an’ın birçok ayetlerinde emretmektedir. Allahu Teala şöyle buyurur: “O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte dosdoğru ol. Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir” 470 , “Sonra seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevalarına uyma.” 471 Bu taifenin sarıldığı ve izlediği yol, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yoludur. Bu ise, ona muhalif olan ve “bilmeyenlerin hevaları..” kapsamına giren sapık fırkaların akidelerinden beri olmayı gerektirir. Bu taife, menheci, akidesi, cihadı, daveti ve yaşayışı ile vasat olan topluluktur. Dinin hiçbir bölümünde ifrat ve tefrite kaçmaz. İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah dediği gibi onlar, Allahu Teala’nın sıfatları konusunda Muattila, Cehmiyye ve Müşebbihe arasında vasattır. Allahu Teala’nın fiilleri konusunda Kaderiyye ve Cebriyye arasında vasattır. Allahu Teala’nın tehditleri (va’id) konusunda Mürcie, Kaderiyye’den olan Vaidiyye ve diğerleri arasında vasattır. İman ve din konusunda Haruriyye, Mutezile, Mürcie ve Cehmiyye arasında vasattır. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ashabı konusunda Hariciler ile Rafıziler arasında vasattır. 472 Allahu Teala’nın emrine bağlı olmak, hasımlarına karşı hüccet ve davetlerinin üstün olmasını kapsar. Çünkü üstün olmanın anlamlarından biri, galip olmaktır. Bu nedenle sözkonusu hadisin bazı rivayetlerinde “Muzafferdirler”, bazısında “Düşmanlarına karşı galiptirler”, “Hasımlarına karşı üstündürler” şeklinde geçer. Bunun daima maddi zafer manasında olması gerekmez. Dinin yüceliği, delillerinin üstünlüğü ve kuvveti, şeriatının sağlamlığı ve diğer bütün din ve şeriatlardan üstünlüğü, izzet, zafer ve üstünlüğün en büyük anlamlarıdır. Allahu Teala’nın izniyle, geçmişte her zaman olduğu gibi, bugün de bu dinin ve bu davetin başka bütün din ve davetlerden üstünlüğünü ve hüccetinin büyüklüğünü görüyoruz. O, yüce, temiz ve mübarek bir davettir. Ne kendisinin ve ne de ehlinin, hasım ve düşmanlarının başvurduğu çarpıtma, karalama, yalan, sulandırma ve nasslarla oynama gibi çirkin yollara başvurmaya ihtiyacı yoktur. Bu davetin mensupları, kendilerine muhalif olanlara Kitap ve Sünnet ile karşı çıktığı zaman sapık çağrıların dökülmesi ve yaydıkları bütün şüphelerin çürümesi ne çabuk olmaktadır! 469 21 Enbiya/25 11 Hud/112 471 45 Casiye/18 472 İbn-i Teymiye, El-Akidetu’l-Vasıtıyye’den 470 210 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Bu davetin düşmanları olan tağutlar ve destekçilerinin durumu da böyledir. Allahu Teala’nın yardım ve lütfu ile onlara kaç defa şer’i deliller ile karşı çıktık, ileri sürdükleri bütün delil ve gerekçelerini çürüttük, Kur’an ve Sünnet’in delilleriyle, onların öne sürdüklerinin geçersizliğini ortaya koyduk. Bu yüce davetin delilleri ve batıl davalarının dökülmesi karşısında ya gevelemekte, ya da başlarını öne eğerek geçiştirmeye çalışmaktadırlar. Onların çoğu tehdit ve işkence yetkisine sahip değil ise, hezimete uğrayanların ileri sürdüğü geçim, zaruret ve baskıları mazeret olarak ileri sürerler. 473 Hatta muvahhidlerden avam denebilecek kişilerin önünde bile bu kaçamaklara başvururlar. Okuma yazması olmayan bir muvahhid, onlardan bazılarına şöyle söylemişti: “Sadece iki kelime: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının..” Sözü bundan daha fazla uzatmaya gerek yok. Sizler tağutları red mi ediyorsunuz, yoksa onları koruyup destek mi veriyorsunuz?” Bu muvahhidin sorusu karşısında, kendisine cevap verebilmek için yukarıda aktardığımız mazaretlere sığınırlar. Muhammed bin Abdulvehhab şu sözünde ne kadar da haklıdır: “Allah’ın izni ile muvahhidlerin avamından bir kişi, müşriklerin alimlerinden bin kişiye galip gelir. Allahu Teala şöyle buyurur: “Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” 474 Allahu Teala’nın askerleri delil ve dil ile galiptir, kılıç ve mızrak ile galip oldukları gibi.” 475 Bütün bunlar, bu taifenin hüccetinin ve davetinin üstünlüğü ve hasımlarına olan galibiyetlerindendir. Allahu Teala şöyle buyurur: “O, müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü’nü hidayet ve hak din ile gönderendir” 476 , “Nihayet biz, iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler” 477 , “Halbuki üstünlük ancak Allah’ın ve Rasulü’nün ve mü’minlerindir.” 478 473 Ancak cellatlar, muvahhidlerin, onları kahreden, rezil ve perişan eden delillerinden anlamazlar. Onların anladığı sadece kırbaç ve sopalardır. Ahmak ve akılsızlıkları nedeniyle bu yaptıklarının akideyi değiştireceğini veya Tevhid’i söndüreceğini sanırlar. Halbuki Tevhid ehli insanlar kaç defa onlara söylediler ve zindanların duvarlarında onlara şunu yazdılar: Zincirler ancak sebatımızı artırır, cezaevi ancak imanımızı keskinleştirir, Kardeşlerimize yapılan işkenceler Ve yüzlerce de olsa davetçileri öldürmek, Sadece iman bayrağını yüceltmemizi ve apaçık hakkı haykırmamızı artırır. Fakat onlar akletmezler! 474 37 Saffat/173 475 Keşfu’ş-Şubuhat 476 9 Tevbe/33 477 61 Saf/14 478 63 Mübafikun/8 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯211 ⎯⎯ Allahu Teala bu daveti, ancak mensuplarının itaati, Allah yolunda olan istikameti, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlara bıraktığı hak üzerinde sebat etmesi ve Allah yolunda cihad etmesi ile yüceltir, sahiplerini izzete kavuşturur ve hüccetlerini de üstün kılar. Allahu Teala şöyle buyurur: “O’na ancak güzel sözler yükselir. Onları ise Allah’a salih amel ulaştırır.” 479 Allahu Teala bu ayetinde, gösterdiği yolda istikamet üzere olmanın ve hakka uygun olan salih amelin, daveti ve sözü yücelttiğini belirtmektedir. Alimler, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hariciler ile ilgili söylediği “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” sözünü bununla tefsir etmiştir. Yani onların Kur’an’ı okumaları yükseltilmez, galip kılınmaz ve kabul de olunmaz. Çünkü şeriata uygun bir salih amel niteliğinde yapılmamaktadır. Aksine amelleri aşırılık, şeriatın hükümlerini çiğneme ve Müslümanlara karşı haksızlık üzerine bina edilmiştir. Bu ise Allahu Teala’nın şu ifadesinin kapsamına girer: “Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir.” 480 İkincisi: Bu cemaatin niteliklerinden biri de, başkası için değil, sadece Allahu Teala’nın emri ve dini için savaşması, delil ve hüccete ilave olarak eli, dili ve kuvveti ile Allahu Teala’nın şeriatını yüceltmeye çalışmasıdır. Nesei, Seleme bin Nufeyl el-Kindi’den şöyle rivayet eder: “Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanında oturuyordum. Bir adam geldi ve ‘Ey Allah'ın Rasulü! İnsanlar atları kaldırdı, silahları da terketti, “Artık cihad bitmiştir, harpler de sona ermiştir” diyorlar’ dedi. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem insanlara döndü ve şöyle dedi: “Yalan söylüyorlar, asıl şimdi harp geldi. Ümmetimden bir grup, hak yolunda mücadeleye devam edecek, Allah da, onlar ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve bunlardan onların rızkını sağlayacaktır, bu hal kıyamet gününe, Allah'ın va'dinin gelme anına kadar devam edecektir. Atın, kıyamete kadar alnında hayır bağlıdır. Sakın birbirinizin boynunu vurmayın. Mü'minlerin asıl yerleri Şam’dır.” 481 Üçüncüsü: Bu taifenin niteliklerinden biri de, taraftarlarının az olmasının ve karşı çıkan ve yalanlayanların çok olmasının ona zarar vermemesidir. Hadiste şöyle geçmektedir: “Onları yalnız bırakanlar veya kendilerine muhalefet edenler, Allah’ın emri gelinceye kadar onlara bir zarar veremezler.” Kendilerine karşı çıkan, yalanlayan, iftira eden, karalayan, savaş ilan eden ve baskı yapan kafir, müşrik ve mürtedlerin bütün çabaları, onları, 479 35 Fatır/10 13 Rad/17 481 İmam Ahmed de, Müsned, 4/104’de bunu rivayet etmiştir. 480 212 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ davetlerini haykırmaktan ve Allah yolunda cihad etmekten alıkoymaz. Bütün bu sayılanlar, onları, bu taifenin dosdoğru ve sapasağlam yolundan saptırmaz. Çünkü bu yol, hadiste nitelendiği gibi Allahu Teala’nın emridir. Onlar, hasımlarının onlara uyguladığı fikri, bedeni veya manevi teröre rağmen, üzerinde bulundukları hak yoldan vazgeçmez, ondan olmayan fikir ve akidelere iltifat etmezler. Onların akidesi, menheci, daveti ve cihadı, cahillerin hevalarından uzak olan Allahu Teala’nın emrine ve şeriatına bağlıdır. Dolayısıyla bu taifenin mensupları, hasımlarının her yerde kendilerine karşı cephe almalarından ve buna rağmen kendi sayılarının az olmasından çekinmezler. Allahu Teala onlarla beraber olduktan sonra nasıl çekingen olsunlar ki! Allahu Teala şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah muttaki olanlar ve muhsin olanlarla beraberdir.” 482 Seleften birine 483 “Çekiniyor musun?” diye sorulmuş, bunun üzerine o şöyle cevap vermiştir: “Allahu Teala, ‘Beni anan ile beraberim’ dediği halde neden çekineyim ki?” Bir kudsi hadiste Allahu Teala şöyle buyurur: “Kulum, beni andığı ve dudakları benim için kımıldandığı an ben kulumla beraberim.” 484 Onlar, Allahu Teala’yı anarlar ve göz açıp kapayacak kadar da olsa O’nu anmaktan gafil kalmazlar. Çünkü sabah ve akşam Allahu Teala’ya davetin sancağını taşımakta ve onu yüceltmek için gayret etmektedirler. Allahu Teala ile bağı zayıflamış, ibadeti azalmış ve zikir ateşi sönmüş olanlar ürker ve kendilerini yalnız hissederler. Halbuki bu davetin sahipleri, bunların hiçbirini ihmal etmez veya kusur etmezler. Allahu Teala onları şöyle nitelemiştir: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranlar..” 485 , “Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” 486 Onlar bu dinin yükünü taşırlar. Bu değerli davetin endişesini gece gündüz yüreklerinde hissederler. Onu yüceltmek ve üstün kılmak için ömürlerini ve vakitlerini cihad ile geçirirler. Dolayısıyla bu daveti destekleyen, onun velisi olan, onu yücelten ve galip kılan Allahu Teala’dan asla gafil olmazlar. Allahu Teala onların velisi ve yardımcısı iken, nasıl ürker ve yalnızlık hissederler ki? O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır! Bu davetin taraftarlarının ve onun yolundan gidenlerin azlığından da ürkmezler. Bu yüce yolda kendilerinden önceki mü’minleri, muttakileri, mücahidleri, şehitleri, nebileri ve bunlardan da önce liderleri ve rehberleri olan Muhammed’i Sallallahu Aleyhi ve Sellem hatırladıkları sürece kendileri ile 482 16 Nahl/128 Beyhaki’nin Şuabu’l-İman’da belirttiğine göre bu kişi Muhammed bin Nadr’dır. 484 İmam Ahmed, Müsned, 2/540 485 6 En’am/52 486 51 Zariyat/17-18 483 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯213 ⎯⎯ birlikte olan ve yardım edenlerin azlığından da korkmazlar. Bu yüce komutanın beraberliğini yanlarında ve davette, cihadda ve Allah yolunda savaşta saflarının başında hissettikleri sürece nasıl korksunlar ki! Nasıl ürkebilirler ki! Allahu Teala şöyle buyurmuyor mu: “Muhammed Allah’ın rasulüdür. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” 487 Aralarına yıllar da girse, O’nun Aleyhisselam yolunda yürüdükleri, sünnetine sarıldıkları, davet ve hidayetine uydukları sürece, Allahu Teala’nın izni ve lütfu ile bunlar O’nunla beraber olanlardandır. İbn-i Teymiye Rahimehullah, Allahu Teala’nın “Nice peygamberler vardı ki, beraberlerinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever” 488 ayetini açıklarken şöyle der: “Nebi Aleyhisselam ile beraber çok sayıda rabbanilerin savaşmış veya öldürülmüş olması, bizzat Nebi’nin Aleyhisselam onlarla beraber savaşta bulunmasını gerektirmez. Aksine Peygambere uyan ve onun dini için savaşan herkes, onun yanında savaşmış demektir. Sahabenin Radıyallahu Anhum anlayışı da budur. Nitekim en büyük savaşlar, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem vefatından sonra olmuştur. Şam, Mısır, Irak, Yemen, İran, Bizans, doğu ve batının fethi hep Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem sonradır. Dolayısıyla onunla beraber savaşıp öldürülenlerin çokluğu da ortaya çıkmış olmaktadır. Peygamberlerin dininde olup savaşan ve yaralanan yahut öldürülenler pek çoktur. Bu ayette, kıyamet gününe kadar gelecek bütün mü’minler için ibret bulunmaktadır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem vefat etmiş olsa bile, bu mü’minlerin hepsi onun davet ettiği din üzere onunla birlikte savaşmaktadırlar. Ve onlar şu ayetlerin kapsamı içerisindedirler: “Muhammed Allah’ın rasulüdür. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler” 489 , “Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir.” 490 İtaat eden kişinin, itaat ettiği kişiyi görmesi şart değildir.” 491 Bunun iyi anlaşılması, Allahu Teala’nın dinini yücelten bu taifeye katılmak isteyen herkesin bunu aklından çıkarmaması ve başkaları arasında garip olmasının kendisini ürkütmemesi gerekir. Allahu Teala, İbnu’lKayyim’e rahmet etsin, şu beyitlerde ne güzel söylemiştir: 487 48 Fetih/29 3 Al-i İmran/146 489 48 Fetih/29 490 8 Enfal/75 491 Mecmuu’l-Fetava, 1/48, Daru İbn-i Hazm baskısı 488 214 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ “Başkaları arasında garipliğin seni ürkütmesin, Sayı yönünden insanlar ölüler gibidir. Gerçekten Ehl-i Sünnet’in her zaman garipler olduğunu bilmiyor musun? Söyle bana, Allah’ın Rasulü, onun ashabı ve onlara ihsan ile tabi olanlar, Cahilin, inatçının, münafığın ve düşmanın haksızlık ve saldırısından ne zaman kultuldu? Rahmana yardım yolunda eziyet çekmeden, onların mirasçısı olduğunu mu sanıyorsun!” Dördüncüsü: Bu taifenin ayırıcı özelliklerinden biri de, daru’l-İslam olan bir yer bulunmasa da her şart ve dönemde cihadının ve dine yardım edenlerinin daima bulunacak olmasıdır. Yukarıda aktardığımız hadiste bu dinin işlerini üzerine alacak ve Allahu Teala’nın emrini yerine getirecek insanların varolmaya devam edecekleri belirtilmektedir. Hadiste geçen “devam edecektir..”, “Allah’ın emri gelinceye kadar onlara bir zarar veremezler ve onlar insanlara karşı muzaffer olacaklardır” ifadeleri bunu göstermektedir. Mü’minleri, batıl ehlinin şüphe ve batıl akideleri, yapabildikleri her sahada bu dine yardım etmekten, Allahu Teala’nın dinini ve Tevhid’ini desteklemekten hiçbir şekilde alıkoyamaz, vazgeçiremez, durduramaz ve önleyemez. Bunlar Allahu Teala’nın emrini yerine getirir, destekler ve her durumda Tevhid’in gerçekleşmesi için çarpışırlar. Müslümanların başında yönetici bir imam bulunsun veya bulunmasın, daru’l-İslam olan bir memleketleri olsun veya olmasın, her şartta Tevhid yolunda mücadele ederler. Günün birinde kuvvet ile mücadele etmekten aciz olanlar, maddi ve manevi hazırlık yapmaktan geri durmaz, dine daveti ve Tevhid’e destek olmayı bırakmaz ve her makamda bunu anlatmaktan uzak kalmazlar. Onlardan mustaz’af olanlar ve bir çok şeye gücü yetmeyenler bile dua ile de olsa bu dine ve mensuplarına yardım etmekten geri kalmaz. Çünkü şu mısralarında İbnu’l-Kayyim’in belirttiği gibi, dine yardımcı olmak Müslümanlar üzerine farzdır: “El ile, dil ile, ona da güç yetiremezse Allah’a yönelip dua ederek Dine yardımcı olmak, farz-ı kifaye değil, bizzat herkes üzerine farz-ı ayndır.” Bu nedenle Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem müjdelediği gibi, bu taifenin daveti, üstün ve açık olmaya, dini var olmaya ve hüccetleri de galip olmaya kıyamete kadar devam edecektir. Bid’at ehlinden veya şirk ve küfür ehlinden olan hasımlarının ise, davetleri yıkılmış, şüphe ve iftiraları çürütülmüş, batılları gitmiş ve yaldızlı sapıklıkları bitmiş olacaktır. Allahu Teala şöyle buyurur: “Köpük atılıp gider. ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯215 ⎯⎯ İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir.” 492 Ebu Bekir bin Iyaş şöyle der: “Ehl-i Sünnet’ten olanlar ölürler ama şanları kalır. Bid’at ehli ise ölür, onlarla beraber şanları da ölür. Çünkü Ehl-i Sünnet, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem getirdiklerini ihya etmiş ve böylece Allahu Teala’nın “Ve senin şanını yüceltmedik mi?” 493 buyruğundan nasip sahibi olmuştur. Bid’at ehli ise, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem getirdiklerini karalamış ve böylece “Asıl sonu kesik olan, şüphesiz seni kötüleyendir” 494 buyruğundan nasip sahibi olmuştur.” 495 Şimdiye kadar bu sayfalarda yazdıklarımızı okuyan insaf sahibi herkes, Allahu Teala’nın dinine bağlı olan bu taifenin ehlinin yoluna ve menhecine son derece bağlı olmaya çalışan insanlar olduğumuzu anlamıştır. Bu taifenin ehli ise, Fırkatu’n-Naciye olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin en seçkin insalardır. Allahu Teala’nın bizleri de onlar arasında kılmasını, yolları üzerinde sabit tutmasını ve liderleri olan Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem sancağı altında toplamasını dileriz. Bu sayfaları okuyan herkes görmüştür ki bizler, bu topluluğun ayak izlerini takip ediyor ve dinin her bölümünde onun yolundan gidiyoruz. Bu sayfalarda üzerinde durduğumuz va’d ve va’id, iman ve tekfir konuları da bu bölümlerden bazılarıdır. Biz, bu mübarek davetin hasımlarının bize iftira ettiği gibi insanları umumen tekfir etmiyoruz. Ayrıca aşırıya kaçanların, cahillerin veya başkalarının insanları tekfir ettiği hatalar ve şaz olan şeyler sebebi ile de kimseyi tekfir etmiyoruz. Biz, ancak Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün açık ve sahih olan nasslarla tekfir ettiği kişileri tekfir ediyoruz. Kendimiz, anne babamız ve en yakınlarımız aleyhine de olsa, adalet ile şahitlik yapan ve böylece Allahu Teala’nın emrettiği gibi kendisinin adaletli şahitlerinden olmak istiyoruz. İyi olanın iyi olduğuna, kötü olanın da kötü olduğuna şahitlik ederiz ve Tabarani’nin Evsat’ta ve Beyhaki’nin ez-Zuhdu’l-Kebir’de Ebu Said elHudri’den rivayet ettiği şu hadise uyarız: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Haberiniz olsun, çağrılıp icabet edeceğim vakit neredeyse yaklaştı. Benden sonra başınızda yöneticiler olacaktır. Bildiklerini söylerler ve öğrendiklerini işlerler. Bunlara itaat etmek taattır. Uzun süre böyle devam edeceksiniz. Daha sonra başınıza bazı yöneticiler geçecek. 492 13 Rad/17 94 İnşirah/4 494 108 Kevser/3 495 Mecmuu’l-Fetava, 16/292, Daru İbn-i Hazm baskısı. 493 216 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Bunlar ise, bilmediklerini söylerler ve öğrenmediklerini işlerler. Onlara yakınlaşan, yardım eden ve destekleyenler, hem kendileri helak olmuş ve hem de başkalarını helak etmiş olurlar. Bedenleriniz ile onlarla beraber olursunuz, ama amelleriniz ile onlardan farklı olun. İyi olanın iyi olduğuna ve kötü olanın kötü olduğuna da şahitlik yapın.” Bu sayfalarımızı veya yazdığımız diğer te’liflerimizi okuyan herkes, tekfir konusunda söylediklerimizin, açık ve kesin olan ve alimlerin de üzerinde icma ettikleri küfür sebepleri üzerine bina edildiğini görür. Biz bu tağutları ve destekçilerini, Allahu Teala’ya açıkça şirk koşmaları, değişik yerlerde ve şekillerde bulunan ve yasama konusunda rabler edinilen kişilere ibadet etmeleri ve gerek bu kişilere ve gerekse ortaya koydukları şirk yasalarına olan dostlukları sebebiyle tekfir ediyoruz. Çünkü bu, Allahu Teala’dan başkasını Şari’ olarak, hakem olarak, ilah ve rab olarak benimsemek, İslam’dan başkasını din ve hüküm olarak tercih etmektir. Bunlar böyle yapmakla Tevhid’i bozmaktadırlar. Tevhid’i bozan ise bütün Müslümanların şahitliği ile kafir olur. Yoksa onları tekfir etmemiz, ihtimalli olan sebeplere veya meal yoluyla, şüphe ve zan ile ya da kendisinden daima sakındırdığımız açık ve sahih olmayan başka sebeplere binaen değildir. Asla! Bunlar İslam’a ve şehadet kelimesine aykırı olan apaçık küfrün ve net şirkin birçok kapısından girerek bu dinden çıkmışlardır. Açık olan bu sebeplere yukarıda bazı yerlerde işaret ettik ve başka kitaplarımızda da defalarca üzerinde durduk. Bizlere iftira eden ve Müslümanları yardımsız bırakan hasımlarımızın bize yönelttikleri tekfirde aşırılık, haricilik ve benzeri iddialarından tümüyle beri olduğumuzu daha net olarak anlamak isteyenler küfrün sebepleri konusunda yazdıklarımıza müracaat edebilirler. Bugün yönetimi ellerinde bulunduran ve düşmanlarımız olan mürted tağutları, yasama yapan kesimleri, onların yardımcı ve destekçilerini, yaptıkları yasaları korumak, geliştirmek ve mahkemelerde uygulamak için ömürlerini geçirenleri, bu tağutları ve kanunlarını gece gündüz çalışarak koruyanları kesin olarak ve açık olarak tekfir ettiğimizi herkes bilir. İnsanları bizden soğutmak ve onları Allahu Teala’nın dininden alıkoymak için, bu küfür yönetimlerin başında bulunan mürted kafirler ve bize düşman olan kuyrukları, insanları genel olarak tekfir ettiğimize ilişkin iftiralar yayıp durmaktadırlar. Bunların yalan ve iftira olduğunu görmek için yazdıklarımıza bakmanız ve okumanız gerekir. Bu bizim savaşımız ve düşmanlığımızdır. Allahu Teala bize hidayet verdiğinden beri bundan sapmamaya ve dairesinden çıkmamaya karar verdik ve üzerimize bir borç olarak kabul ettik. Kitaplarımızı ve yazdıklarımızı ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯217 ⎯⎯ OTUZ RİSALE okuyanlar, hepsinin bu konuda ve bununla ilgili olduğunu ve odaklandığını görecektir. Hiç bir gün genel manada bütün insanları tekfir etmek veya imtihan etmek ile meşgul olmadık. Tevhid’i çiğnemedikleri, şirke ve Allahu Teala’dan başka rab ve ilahların ortaya çıkmasına destek olmadıkları, onu caiz veya uygun görmedikleri sürece, tağutlar ve destekçilerinin tekfir edilmeleri konusunda bize muhalefet etseler bile, İslam’a mensup olan hasımlarımızı, bizi eleştirdikleri için tekfir etmedik ve etmiyoruz. Bu nedenle biz, Allahu Teala’nın dinine bağlı olan ve onu yüceltmeyi en önemli görev edinen taifeye katılmaya, nerede olursa olsun o taifenin erlerinden olmaya kendimizi adamış bulunuyoruz. Dolayısıyla hepimiz kendi nefsine baksın, gören gözleri olanlar için artık sabah olmuştur. Artık tarafları birbirinden ayırmanın ve tercih de bulunmanın vakti gelmiştir. Bütün bunlardan sonra kendin için tercihte bulun. Ya bizden, davetimizden ve dinimizden uzakta duran kişilerin safında yer alacaksın veya nerede olursa olsunlar Allahu Teala’nın dinine bağlı ve onu yüceltmeyi kendine görev bilen bu taifenin içinde yer alacaksın. Ya bize düşman ya da dost olacaksın. Değerli davetimiz için ya yardımcı olacaksın veya yardımsız bırakıp gidenlerden. Kimin ne yaptığını insanlar Allahu Teala’nın hesap gününde öğreneceklerdir. ❀❀❀ Allahu Teala’nın lütfu ile Ürdün çölündeki hapishanenin 1 nolu koğuşunda hicri 1419 Ramazan ayının 27. gecesi seher vaktinde kitabın yazımı bitti. Allahu Teala’nın Rasulü’ne en güzel salat ve selam olsun! Allahım, zillet ve hezimetin atlılarını kapında durdurduk. Sana ihtiyaç ve izzet develerini senin yanında çöktürdük. Rızan için, yazdığımız, söylediğimiz ve yaptığımız her şeyi Kabul etmen için ihtiyaç ve zaruret ellerini sana açtık. Davetimizi karalayan, bize iftira eden hasımlarımızı Yargılaman için sadece ve sadece sana şikayet ettik. Bütün gizlilikleri bilen sensin! ❀ ❀ 218 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ Allahım, bunu red edip yüzümüze çalma. Parmaklarımızın yazdığını şahitlerin huzurunda o gün aleyhimize alma. Allahım, bağışlayansın, bağışlamayı seversin, beni de bağışla. Allahım, şehid olarak ölmemi ve sana en yakın mertebeye ermemi nasip et. Senin huzurunda yüzlerin ağaracağı ve kara olacağı günde, yüzümü ağart. Allahumme amin! Allah’ın Rasulü Muhammed’e, aline ve ashabının tümüne salat ve selam olsun. Rabbinin rahmetine ve rızasına muhtaç kul olan Asım... www. davetvecihad. com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯219 ⎯⎯ KAYNAKLAR 1- Zerkeşi, El-İcabe lima İstedrekethu Aişe Ala’s-Sahabe, elMektebu’l-İslami, Beyrut, hicri 1400, 3. Baskı. 2- Nevevi, El-Erbain, Daru İbn Hazm, Beyrut. 3- Şevkani, İrşadu’l-Fuhul ila Tahkiki İlmi’l-Usul, Müessesetu’lKütübi’s-Sakafiyye, Beyrut, 6. Baskı. 4- İbn-i Abdi’l-Ber, El-İstiyab fi Marifetu’l-Ashab, Daru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut, 1. Baskı. 5- Abdulvahhab Hallaf, Usulu’l-Fıkh, Daru’l-Kalem, Kuveyt, 12. Baskı. 6- Şatıbi, El-İ’tisam, Daru’l-Hani, Riyad,1. Baskı. 7- İbu’l-Kayyim, İ’lamu’l-Muvakkıin an Rabbi’l-Alemin, Daru’l-Fikr, Beyrut, 2. Baskı. 8- İbu’l-Kayyim, Bedaiu’l-Fevaid, Daru’l-Fikr. 9- İbn-i Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, Mektebetu’l-maarif, hicri 1408 baskısı. 10- İbn-i Receb el-Hanbeli, Et-tahvif mine’n-Nar ve’t-Tarif bi Hali Dari’l-Bevar, Daru’r-Reşid, Dımaşk-Beyrut, 2. Baskı. 11- El-Munziri, Et-Terğib ve’t-Terhib, Daru mektebeti’l-Hayat, Beyrut, hicri 1411. 12- Süleyman bin Abdullah bin Muhammed bin Abdulvahhab, Teysiru’l-Azizi’l-Hamid fi Şerhi Kitabi’t-Tevhid, El-Mektebu’l-İslami, Beyrut, 8. Baskı. 13- İbn-i Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1415 hicri. 14- Abdulkadir bin Abdulaziz, El-Cami fi Talebi’l-İlmi’ş-Şerif. 220 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ 15- Buhari, Halku Efali’l-İbad, Tahkik: Bedru’l-Bedr, Ed-Daru’sSelefiyye, Kuveyt, 1405 hicri. 16- Nevevi, Riyazu’s-Salihin, Müessesetu’l-Kütübi’s-Sakafiyye, Beyrut, 3. Baskı. 17- İbu’l-Kayyim, Zadu’l-Mead fi Hedyi Hayri’l-İbad, Müessesetu’rRisale, 14. baskı, 1410 hicri. 18- İmam Ahmed bin Hanbel, Ez-zühd, El-Kitabu’l-Arabi, Beyrut, 3. Baskı. 19- İbn-i Hacer el-Heytemi, Ez-Zevacir an İktirafi’l-Kebair, Daru’lFikr, 1. Baskı. 20- Şevkani, El-Sebili’l-Cerrar el-Mütedeffig ala Hadaigu’l-Ezhar, Daru’l-Kütübü’l-ilmiyye, Beyrut, 1. Baskı. 21- İbnu Ebi’l-İz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye, El-Mektebu’l-İslami, Beyrut, 9. Baskı. 22- Ahmed bin İbrahim bin İsa, Şerhu Kasideti İbnu’l-Kayyim, ElMektebu’l-İslami, 3. Baskı, 1406 hicri. 23- Serahsi, Şerhu Kitabi’s-Siyeri’l-Kebir, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1. Baskı, 1417 hicri. 24- Kadı Iyad, Eş-Şifa bi Tarifi Hukuki’l-Mustafa, Daru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut. 25- İbnu’l-Kayyim, Tariku’l-Hicreteyn ve Babu’s-Saadeteyn, Daru Mektebeti’l-Hayat, Beyrut, 1980 26- İbnu’l-Kayyim, El-Fevaid, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1408 hicri 27- İbn-i Teymiye, İktizau’s-Sırati’l-mustakim Muhalefete Ashabi’lCahim, Daru’l-Cil, Beyrut. 28- İbn-i Teymiye, Mecmuu’l-Fetava 496 496 Bu kitabı yazarken başvurduğum en önemli kaynak budur. Bununla ilgili olarak, zalimler hapishanede sıkı tedbirler aldıkları ve dışarıya hiçbir şeyin çıkmasına imkan bırakmadıkları bir sırada güzel bir rüya görmüştüm. Rüyamda İbn-i Teymiye ile el ele tutuşarak bir sahradan geçiyor ve ikamet edilen bir yere ulaşıyorduk. İnsanlar İbn-i Teymiye’nin gelmesi sevinci ile bizi karşılamaya çıkıyorlardı. Kendime göre bu rüyamı şöyle yorumladım: Allahu Teala’nın izni ile bu kitap hapishaneden emniyet içinde çıkacak, halk arasında yayılacak, Allahu Teala’nın düşmanları onu yakalama imkanı bulamayacaklar. Bilfiil bunun gerçekleşmesi için çalıştım ve çıkarma konusundaki karamsarlığı bıraktım. Hapishanedeki eşyam arasına onu sakladım ve yaklaşık iki ay kadar sonra Allahu Teala bizi hapishaneden kurtardı. O’nun lütfu ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯221 ⎯⎯ 29- İbn-i Teymiye, Es-Sarimu’l-Meslul ala Şatimi’r-Rasul, elMektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1415 hicri. 30- Ebu’t-Tayyib Abadi, Avnu’l-Mabud Şerhu Suneni Ebi Davud, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2. Baskı. 31- İbn-i Hacer el-Askalani, Fethu’l-Bari Şerhu Sahihi’l-Buhari, Mektebetu Dari’s-Selam, Riyad, 1. baskı, 1418 hicri. 32- Abdulkahir el-Bağdadi, El-Farku Beyne’l-Firak, Daru’l-Marife, Beyrut. 33- İzzeddin bin Abdusselam, Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’l-En’am, Daru’l-Marife, Beyrut. 34- Zehebi, Muhtasaru’l-Uluvvi, El-Mektebu’l-İslami, 2. baskı, 1412 hicri. 35- Eş-Şankiti, Müsekkiratu Usuli’l-Fıkhi, El-Mektebetu’s-Selefiyye, El-Medinetu’l-Munavvara. 36- Hafız El-Hakemi, Mearicu’l-Kubul bi Şerhi Sullemi’l-Vusul, Daru İbnu’l-Kayyim, Demmam, 2. Baskı. 37- İbn-i Kudame, El-Muğni, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1. Baskı. 38- Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, Daru’l-Fikr, Beyrut. 39- Ebu Muhammed el-Makdisi, Milleti İbrahim ve Davetu’l-Enbiyai ve’l-Murselin, 1. Baskı. 40- Muhammed el-Aşkar, El-Vadıh fi Usuli’l-Fıkh li’l-Mubtediin, EdDaru’s-Selefiyye, Kuveyt. 41- Değişik hapishanelerde kitaplardan aldığım notlar ve yazdığım risaleler de bunlara dahildir. ve yardımı ile kitap da benimle beraber dışarı çıktı. Şüphesiz ki hamd O’na mahsustur. Rabbimden kabul etmesini dilerim. 222 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ İÇİNDEKİLER “Yöneticilerin Küfrüne Karşı Sessiz Kalmak, Onların Küfrüne Razı Olmayı İfade Eder” Gerekçesiyle Tekfir Etmek Ve Mustaz’af Olma Durumunu Gözönünde Bulundurmamak ................................................3 Şirk Askerlerinin Veya Mürted Hükmünde Olan Diğerlerinin Eş Ve Çocuklarını Tekfir Etmek Ve Mustaz’aflık Halini Gözönünde Bulundurmamak.............................................................................................11 Tekfirin Sonuçları Bakımından, Mümteni’ Konumundaki Kafir İle Kendisine Güç Yetirilen Kafir Arasında Ayırım Yapmamak....................22 Kafir Devlet Dairelerinde Çalışan Her Kişiyi, Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek....................................................................................................33 İslam Devletinin Bulunmadığı Bir Yerde Tağutlardan Veya Destekçilerinden Yardım İsteyen Ya Da Mahkemelerine Başvuran Her Kişiyi Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek ............................................................37 İdari Sisteme Uymak Ve Muhakeme Olmak İle, Kafir Kanunlarla Muhakeme Olmak Arasında Ayırım Yapmamak.........................................53 Allahu Teala’nın İndirmediği Hükümlerle Hükmetme İle, Bir Günah Olarak, Bazen Allahu Teala’nın Bir Hükmünü Mücerred Olarak Terketme Arasında Ayırım Yapmamak..................................................60 Seçimlere Katılan Herkesi Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek ...................65 Açık Olmayan Meselelerde, Cehalet Özrünü Muteber Olarak Saymamak.......................................................................................................76 İcmaya Muhalefet Eden Herkesi Ayırım Yapmadan Tekfir Etmek..........94 Riddet Küfrü İle Te’vil Küfrü Arasında Ayırım Yapmamak ...................105 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ OTUZ RİSALE ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯223 ⎯⎯ Küfür Olan Bid’atlar İle, Masiyet Ve Furu’ Türünden Olan Bid’atlar Arasında Ayırım Yapmamak ..............................................................112 Tağutları Tekfir Etmeyen Herkesi Tekfir Etmek ...................................121 Tekfirin Sebepleri Konusunda, Dini Kötüleme İle Kişileri Kötüleme Arasında Ayırım Yapmamak ...............................................................138 Sırf Mürcie Cemaatlarına Mensup Oldukları İçin Muhalif Kişileri Tekfir Etmek .................................................................................................152 HARİCİLERİN GENEL DURUMU VE ONLARIN AKİDE VE MENHECLERİNDEN BERAATİMİZ.......................................................164 Haricilerin Doğuşu Ve En Önemli Akide Ve Fırkaları...........................164 Hariciler İle Savaşın Türü ....................................................................180 Haricilerin Tekfir Edilmesi ...................................................................182 Haricilerin Nitelikleri Ve Onlara En Çok Benzeyenler ..........................184 SONSÖZ................................................................................................207 KAYNAKLAR .........................................................................................219 İÇİNDEKİLER ........................................................................................222 ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ DAVET SERİSİ – BİRİNCİ ADIM 1. Kitap Müslümanların Birliğini Sağlayacak Temel Esaslar Abdu’l-Mun’im Mustafa 2. Kitap Taifetu’l Mansura’nın Özellikleri Abdu’l-Mun’im Mustafa 3. Kitap 4. Kitap Ehl-i Sünnet’in Menheci ve Cihadın Abdulkadir bin Abdulaziz Esasları Millet-i İbrahim Ebu Muhammed Âsım DAVET SERİSİ – İKİNCİ ADIM 1. Kitap İman ve Küfür Abdulkadir bin Abdulaziz 2. Kitap Cehalet Özrü Abdulkadir bin Abdulaziz 3. Kitap Demokrasi Dindir Ebu Muhammed Âsım 4. Kitap Tağut ve Destekçileri Abdulkadir bin Abdulaziz 5. Kitap Tağutlarin Destekçileri Hakkındaki Şüphelerin Aydınlatılması Ebu Muhammed Âsım 6. Kitap Dostluk ve Düşmanlık Abdulkadir bin Abdulaziz 7. Kitap Ülkelerin Hükümleri Abdulkadir bin Abdulaziz 8. Kitap Cihada Teşvik Ebu Kuteybe eş-Şâmi 9. Kitap İslam Erlerine Nasihatler Süleyman Davud ARAŞTIRMA SERİSİ 1. Kitap El-Umde Fi İ’dadi’l-Udde Abdulkadir bin Abdulaziz 2. Kitap El-Cihad ve’l-İctihad Ebu Katâde 3. Kitap Tekfirde Aşırılıktan Sakındırma Konusunda Otuz Risale 1-2 Ebu Muhammed Âsım 4. Kitap Akidemiz Ebu Muhammed Âsım 5. Kitap İslam’da Şehadet Operasyonları Derleme El-Makdisi ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ NOTLAR ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ...................................................................................................................... ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ www.davetvecihad.com ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ NASİHAT Müslüman kardeşim! Bu kitapçık, Allahu Teala’nın izniyle faydalı bilgiler içermektedir. Allah’a hamd olsun ki biz, şer’i delili olmayan hiçbir söz söylemiyoruz. Senden de, şer’i bir delili olmadıkça hiçbir sözü kabul etmemeni istiyoruz. Böylece yol kesen eşkıyaların, Allah’a davet adı altında seni aldatmasına izin verme. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Bir ayet dahi olsa benden ulaştırın” 497 ve yine “Şahit olanlar, olmayanlara duyursun” 498 vasiyeti gereğince bu kitapçığın, kardeşlerinin, tanıdıklarının ve diğer Müslümanların arasında yayılması için gayret et. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Allah’ın senin elinle bir kişiyi hidayete ulaştırması, kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” 499 Kardeşim, bil ki bu ve buna benzer yayınları Müslümanlar arasında yayman, Allahu Teala’nın yolunda bir cihaddır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur: “Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad edin.” 500 Allahu Teala, bu ve buna benzer yayınların Müslümanlar arasında yayılması için gayret eden herkesi birçok hayır ile mükafatlandırsın, Allahumme Amin. www. davetvecihad. com 497 Buhari Müttefekun Aleyhi 499 Müttefekun Aleyhi 500 Ebu Davud, sahih bir senedle rivayet etmiştir. 498