Faruk Arslan - Net Kırılma Evanjelist Harbin Kurgusu www.CepSitesi.Net MATRİX’İN 11 EYLÜL KURGUSU NET KIRILMA: Evanjelist Harbin Kurgusu MATRİX'İN KIYAMETİ VE ONBAŞISI GEORGE W. BUSH Matrix'e Mesih'in( Hz. İsa) nüzulu Müslümanlar, Hiristiyanlar ve Museviler tarafından bekleniyordu. Ahirzamanda yaşadıklarından emin olan Müslümanlar, her yüzyılda bir gönderilen İslam'ı tekrar özüne döndüren Müceddit veya Mehdinin değil ancak Büyük Mehdi ve Mesih'in içinde bulundukları fetret döneminden kendilerini kurtarabileceğine inanıyordu. Ancak Mehdi geldiğinde gelmesinden ümiti kesmiş ölü ruhlar bulacaktı. Şiilere göre ise Mehdi, kayıp 12. imamlarıydı. İslami kaynakların rivayetlerine göre, Mesih Hiristiyan dünyasında ortaya çıkacak ve onları gerçek İseviliğe döndürerek gerçek İslamı temsil edenlerle ittifak yapacak, Büyük Mehdinin izinden gidecekti. Ortak noktaları ' La ilahe illallah'ta birleşerek inançsızlığa karşı mücadele etmeleriydi. Mesih, Matrix'in kıyamet kenti Kudüs'te Büyük Mehdinin arkasında namaz kılacaktı. ( 1) Diğer tabirle Mesih, Kudüs üzerinde fırtına koparan Armagedon'u hazırlayan Evenjelik Yahudi ittifakının kurgusunu bozacak, rakiplerinin başını manen burada ezecek şahıs veya şahsi maneviydi. Büyük Mehdinin diğer Mehdilerden farklı olarak üç görevi vardı. Oda diğerlei gibi iman hakikatlarını yayarak Allah'a imanı kalplere yerleştirecekti. Farklı tarafı, onun faaliyetleri sadece müslüman dünyasında değil tüm dünyada makes bulacaktı. Bunu açtığı yolda ilerleyen, diriltici Mesihi ruh üfleyen bir milyondan fazla talabesi ' yeryüzü mirasçıları' yapacaktı. 3. ve son görevi, İslamiyeti yeryüzünün en gür sadası yapmaktı. Mesihle yarıyolda kavuşacak olan Büyük Mehdi de ya bir şahıs veya şahsi maneviydi. Bu kadar büyük işler yapacak Mesih ve Büyük Mehdiyi ancak iman nuruyla bakanlar tanıyabilecekti, pek çokları anlayamayacaktı. Küçük bir grup olmalarına rağmen silah, güç ve araçlar bakımdan yenilmez görünen küfrü temsil eden rakiplerini yeneceklerdi. Bu hengamede İslam'a binyıl bayraktarlık yapmış Türk milletinin ordusu, milliyetçilik mikrobundan kurtularak eski günlerine dönecek ve İslamiyete büyük hizmetler yapacaktı.(2) Mesih ve Büyük Mehdi, gurur, enaniyet, kin, kibir, hased gibi dünyevi kötü hasletlerden nefsini arındırmış, kendi kimliğini asla açıklamayan, sadece sessizce icraat yapan, Matrix'in kaderini denk noktasında çeviren, yumuşak huylu, şiddete başvurmayan, hoşgörü, diyalog ve toleransı temsil eden ' kalp fatihleri'ydi. Mehdi, tüm dünyayı içinde bulunduğu büyük kaostan, adaletsizliklerden ve ahlaki çöküşten kurtaracaktı. Peygamber Efendimizden nakledilen hadislerde ve sahabelerin çeşitli rivayetlerinde Mehdi'nin pek çok özelliği tarif edilmekteydi. O, inkarcı ideolojileri ortadan kaldıracak, dünyanın dört bir yanında devam eden adaletsizlikleri, zulümleri, terörü sona erdirecek, dinin Peygamberimiz (sav)'in dönemindeki şekliyle yaşanmasını sağlayacak, Kuran ahlakını insanlar arasında hakim kılacak, tüm dünyada huzuru ve barışı tesis edecekti. Akli dengesini yirdikten sonra ' Mesih' olduğunu söyleyen RP eski milletvekili Hasan Mezarcı ve açıkça ' Mesih' olduğunu iddia eden ABD Başkanı Bush arasındaki etk fark, birinin ' deli' diğerinin ' fanatik bir lider' olarak görülmesiydi. Kendine ' Çıplak uyarıcı' lakabını takarak ' Mesih'liğe soyunan CHP milletvekili Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Matrix'in yalancı dünyasında yerini almış ' Fake' ( Sahte) yapımlardı. Müslümanlar 5 boynunu bükmüş Mesih ve Mehdi ile ilgili ilahi kaderin tecelli etmesini beklerken, Evanjelik- Yahudi ittifakı kaderi kurgulamaya karar vermişti. Eski Ahit'te göre, kıyametten bir süre önce, Mesih'in gelişiyle birlikte Mesih'e tabi olan Yahudiler ve onların düşmanı olan "goyim" arasında büyük bir savaş yaşanacaktı. Yaşanacak 'Armagedon' da, Yahudiler büyük kayıplar verecek buna rağmen bu savaşı kazanacakları kehaneti yeralıyordu. "ABD'nin etkin gruplarından olan, bir çok bürokrat, istihbaratçı ve uzmanın yanısıra eski ABD Başkanı Ronald Reagan'nın ve ABD Başkanı Bush'la birlikte neocon Şahinlerin de mensubu olduğu Evangalistler, Armagedon'un çok yakın olduğunu, bu büyük savaşın içinde bulunduğumuz insan nesli tarafindan görüleceğine inanırlardı. Onlara göre, bugünkü İsrail ordusu, yakında Armagedon'da "goyim" ile savaşacak olan orduydu. Dolayısıyla İsrail'in askeri gücünü artırmak, nükleer silahlarla donatmak ve korumak için ellerinden geldiği kadar çalışmaları kutsal görevdi." (3) Matrix denilen bu kurgulanmış dünyada güç ve hegomanya peşinde koşanların kıyameti yakınlaştıracak bir milada ihtiyaçları olduğu kanıksanamazdı. İşte beklenen kıyamete yaklaşmak için müthiş bir kurgu kurgulandı: Matrix'in kurgusu 11 Eylüldü... Katolik ve Ortadoks dünyasının liderleri, fason Mesih planını eleştirmiş, başlatılan ' Haçlı Sefer'ine katılmamıştı. Amerika kıtasının Christopher Colombus tarafından keşfinden 11 yıl sonra 1503'te doğan ünlü astrolog ve kahin Michel Nostradamus'un, kutsal kitapların işaretlerini değerlendirdiği yıllardır New York'la ilgili olduğu tahmin edilen bir dörtlüğünde Nostradamus şöyle diyordu: "Gökyüzü 45 derecede yanacak, ateş büyük New City'e yaklaşıyor hemen ardından dev, dağınık bir alev sıçrıyor Normanların kanıtını görmek istedikleri zaman" Bugüne kadar, bu dörtlükteki şehrin New York olduğu tahminleri dile getiriliyordu. Çünkü New York 40 - 45 derece kuzey enleminde yer alıyordu. Yapılan yorumlarda, Nostradamus'un bu kehaneti üçüncü dünya savaşının da habercisi olarak görülüyordu. Nostradamus'un Centurie eserinin New City ile ilgili kehanetinden önce yazdığı şu mısralar da, dünya haritasının sol yanında yer alan ABD'yi işaret ettiği yönünde yorumlanıyordu: 'Çığlıklar işitilecek' "Şafak sökerken büyük bir yangın görülecek Kuzeye doğru yükselen bir gürültü ve ışık Yerkürede ölüm ve çığlık işitilecek Silahlar, yangın ve kıtlıktan gelecek ölüm onları bekleyen. Tanrılar insanlığın görmesini sağlayacaklar Büyük bir savaşın müellifi olduklarını Gökyüzü silahlarla roketlerden kurtulduğunda En büyük hasar sol yanı etkileyecek." ( 4) Saldırının 11 Eylül tarihinde gerçekleşmiş olması mistik nedenler peşinde koşanlar için ilk ipucunu veriyordu: 11 sayısı. 11’in bir asal sayı olması da herhalde dikkatleri daha çok çekmeyi başarmıştı. 11 Eylül saldırısı ile 11 sayısı arasındaki belirtilen “mistik” ilişkilerin bazı örnekleri şunlardı : a. Saldırı tarihi: 11 / 9 = 1 + 1 + 9 = 11 b. “September 11” yazısı 9 harf ve 2 rakamdan oluşuyor = 9 + 2= 11 c. 11 Eylül yılın 254. günü = 2 + 5 + 4 = 11 6 d. 11 Eylül’den sonra yılın sonuna 111 gün kalıyor. e. İkiz kuleler yıkılmadan önce yan yana durdukları için 11’e benziyorlardı. f. “Nostradamus” 11 harften oluşan bir isim. g. “Afghanistan” 11 harften oluşuyor. h. “The Pentagon” 11 harften oluşuyor. i. Uçaklardan “Flight 11”de 92 kişi bulunuyordu = 9 + 2 = 11 j. Uçaklardan “Flight 175”de 65 kişi bulunuyordu = 6 + 5 = 11 k. İsrail Başbakanı, “Ariel Sharon” = 11 harf. l. İsrail Dışişleri Bakanı, “Shimon Peres” = 11 harf. m. ABD’nin bağımsızlık günü: 4 Temmuz = 4 + 7 = 11 n. Bir önceki ABD Başkanı, Bill Clinton = 11 harf. Doğruyu söylemek gerekirse, yukarıdaki sayılar ve eşitlikler gerçekten ilginç görünmekteydi. Sokaktaki adam için bu kadar ilginç eşitliğin yanyana gelmesi sadece ve sadece tek bir nedene bağlı olacaktı: 11 Eylül saldırılarının gerçekten mistik bir yönü vardı! Sonucu 11 sayısını veren bütün bu örnekler sadece basit bir rastlantı ile açıklanabilir miydi? Bir olayın olma olasılığı ile herhangi bir olayın olma olasılıkları birbirilerinden farklıydı. Örneğin, 49 sayı arasından 6 tanesini tahmin etmeye çalışılan Loto’da herhangi bir sayı dizisini tahmin edip ödülü kazanma şansınız C(49:6) iken, önceden belirlenmiş bir sayı dizesini tahmin etme (örn.; 1, 23, 25, 32, 33, 45) olasılığı (1/49)*(1/48)*(1/47)*(1/46)*(1/45)*(1/44) olacaktı. Her ne kadar loto gibi bir şans oyunda kazanma şansı her iki koşulda da çok düşük olsa da yine de sayıların önceden belirlendiği bir olayın olma olasılığı gelişigüzel bir düzenlemeye göre çok daha düşük olacaktı. 11 Eylül saldırılarına bu açıdan bakıldığında, eğer olaylar olmadan önce 11 Eylül saldırısını öngördüğü iddia edilen olaylar saptanmış olsaydı; diğer bir deyişle iddialar öncül (a priori) olabilseydi yapılan çıkarımların bilimsel olduğu söyleyebilirdi, ancak, olaylar olup bittikten sonra geriye dönük (post hoc) kanıt aramaların bilimsel olduğunu söylemek çok zordu. Örneğin, bir an için 11 Eylül’de değil 13 Eylül’de olduğunu düşünelim. Bu tür bir tarih değişikliğinde mistik kuramlar açıklama gücünü (!) kaybedecekler miydi? Kesin olarak hayır diyebiliriz çünkü bu sefer kanıt aramalar 13 sayısı üzerinde yoğunlaşacaktı. İşte bir kaç örnek: a. 13 sayısı uğursuz olarak kabul edilen bir sayıdır. b. 13 Eylül yılın 256. günü = 2 + 5 + 6 = 13 c. Pentagon’a çarpan uçak : UA 175 = 1 + 7 + 5 = 13 d. Flight 77’de 58 yolcu vardı = 5 + 8 = 13 e. İkiz kulelerde toplam 26 ülkeden çalışan vardı = 13 + 13 f. İkiz kulelerde toplam 104 asansör vardı = 13 x 8 g. Usame Bin Ladin ailesinin 52. çocuğudur = 13 x 4 h. Saddam Hüseyin = 13 harften oluşuyor. i. Usame bin Ladin = 13 harften oluşuyor. j. İkiz kuleler 415 ve 417 metre yüksekliğindeydiler = 415 + 417 = 13 x 64 Din eksenli mistik bir savaşın başlama tarihi olan 11 Eylül, seçilmiş bir tarihse, bu tarihi Usame Bin Ladin'in seçmediği kesindi. ( 5) İslami kaynaklar açısından 11 Eylül bir kıyamet alametiydi. Mehdi'nin çıkışından önce, tozlu ve dumanlı, karanlık bir fitnenin görüleceğini ifade eden hadisin beyanında' Tozlu dumanlı, karanlık bir fitne görülecek, bunu diğerleri takip edecek' şeklinde söz edilmekteydi (6) ABD'yi felce uğratan, bütün dünya kamuoyunu da şoka sokan saldırılar, yerel saatle 7 sabah 8:46’te (Türkiye saati ile 15.56) New York’ta başladı. Wall Street yakınındaki Dünya Ticaret Merkezi’ne gerçekleştirilen ilk saldırı, Amerikan Havayolları’na bağlı bir Boeing 767 yolcu uçağının Los Angeles’a gitmek üzere Boston’dan sonra, Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz gökdelenlerinden birine çarpmasıyla gerçekleşti. Bu saldırıdan 17 dakika sonra, yine Amerikan Havayolları’na ait, Washington’dan Los Angeles’a hareket eden bir başka yolcu uçağı da, ikinci gökdelene çakıldı. Televizyon ekranlarında ve gazetelerde de şahit olunduğu gibi, bu iki büyük terör olayının ardından büyük bir toz bulutu ve duman çevreyi sarıp kuşatmıştı. Hadiste bu fitnenin ardında toz ve duman bırakacağı belirtilmişti. Ayrıca bu fitnenin "karanlık" olarak nitelendirilmesi, nereden geldiği belli olmayan, umulmadık bir olay olduğuna işaret kabul edilebilirdi. Fitne, "insanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya hak ve hakikatten saptıracak şey, savaş, azdırma, karışıklık, ihtilaf, kavga" gibi anlamlara gelen bir kelimeydi. Hadisin dünya tarihinin en büyük terör olayı olarak nitelendirilen saldırıya işaret etmesi muhtemeldi. New York'ta Dünya Ticaret Merkezi'ne ve Washington'da Pentagon binasına çarpan uçakların yakıtlarının sebep olduğu patlamalar sonucunda büyük bir duman oluşmuş ve bu duman tüm şehirden ve hatta civar kentlerden görülebilecek kadar yükselmiş ve yayılmıştı. Patlamalar sonucunda çöken binalar ise, daha büyük bir toz bulutunun oluşmasına neden olmuş, hatta çevredeki insanların üzerleri tamamen bu tozla kaplanmıştı. Dolayısıyla binlerce masum insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olan, insanlık tarihinin bu en elim terör olayı, hadiste haber verilen ve Mehdi'nin çıkışının bir alameti olarak bildirilen "tozlu dumanlı, karanlık fitne" olabilirdi. BUSH'UN İLGİNÇ TAVRI ABD Başkanı George W. Bush, 10 Eylül 2001 günü Florida'ya uçmuştu. Sarasota yazlığında vali kardeşi Jeb'le akşam yemeği yedi ve uyudu. 8:30'da buradan ayrılarak Booker İlkokul'unda katılacağı etkinliğe 8: 40'da ulaştı. Saldırı haberini koridorda beklerken alan Bush'un ilk düşüncesi bunun bir uçak kazası olduğu yönündeydi. İkinci uçağında gökdelene çakılmasının ardından bunun bir saldırı olduğunu anladı. Olaydan 3 ay sonra Orlando'da yaptığı konuşmada, olayı 3. sınıfların etkinliğini dinlemek için beklerken aldığını ve bir sandalyeye oturarak Tv'den uçağın yol açtığı zararı canlı yayında üzüntüyle seyrettiğini söyledi.(7) Oysa hiç bir Tv, ilk uçağın çakılmasını görüntüleyememişti. Hele naklen yayın sözkonusu değildi. Anlaşılan Bush'un dili sürçmüştü. 11 Eylül eylemini FBI veya CIA yapmadığına göre Bush'a canlı seyrettirmeleri mümkün değildi. Yoksa gerçekten ilk uçağın vuruşunu Bush, beklediği koridorda canlı biçimde seyretmiş miydi? Bu ihtimali seslendirmekle '11 Eylülü Bush ekibi yaptı' demek aynı kapıya çıkardı. İkinci uçağın çakılmasından sonra ortaya çıkan görüntüler ancak Tvlerden canlı seyredilebilmişti. Orlando konuşmasından bir ay sonra Bush, o gün yaşadıklarını Kaliforniya'da anlatırken, ilk uçağın çakılmasını Tv'de görmediğini belirterek, ilk hatasını tashih etti. ( 8) Bu küçük yalanı Michael Moore gibi yakalayıp ciddi bir delil sayanlarda oldu, Bush'un kullandığı kıt Teksas kowboy İngilizcesinin yetersizliğine bağlayanlarda. Kaliforniya valisi seçilen artist Arnold'u kutlama töreninde Bush'un itiraf ettiğine göre, ikisinin ortak özelliği Amerikalılara göre İngilizceyi iyi bilmemeleriydi. O gün herkes şaşkındı; Bush'un bu büyük hatası kabul edilebilirdi. O günlerde ABD Tvlerinde oyanayan ' That's My Bush' adlı dizide Bush, yalancı, aptal ve zeka seviyesi düşük biri olarak gösteriliyordu. ABD, halkı, Bush'un yalanlarına bu diziyle bağışıklık kazanmıştı. Ulusal güvenlik gerekçesi ile bu dizi derhal ABD Tvlerinden kaldırıldı. Amerikalılar artık 8 başkanlarının yalanlarına gülmüyordu; 11 Eylülden sonra ülkeye savaşçı bir başkan lazımdı ve asla yalancı bir imaja sahip olmamalıydı! Bush, sınıfa 9:00'da girmişti. İkinci uçak 9:03'de vurdu. Özel Kalem Müdürü Andrew Card, yanına yaklaşarak kulağına olayı fısıldadı. ABD bir saldırı ile karşı karşıya idi, ancak Bush'un simasında bir değişiklik olmadı. 7 dakika daha sınıfda hiçbir girişimde bulunmadan oturdu. Bush'ın vücut dilini yorumlayan uzmanlar, hiçbir heyecan, telaş, üzüntü algılayamadıkları için şaşkındı, başkan sanki felç olmuştu. Wall Street’te büyük panik yaratan ve 1 saat içinde 110’ar katlı gökdelenlerden ikisi de birbiri ardınca yıkıldı.Bush’un ‘Bu terörist saldırının sorumlularını mutlaka bulacağız’ açıklamasını yaptığı sıralarda, bu kez Washington saldırıların hedefi oldu. Toplam 25 bin personeliyle başlı başına bir kent halindeki Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) beşgen binası muhtemel bir saldırı için boşaltılırken 09:45 sularında binanın kuvvet komutanlarının bulunduğu güney kanadına dev bir uçak düştü. Üst düzey yetkililerin bulunduğu bu nokta sanki özellikle seçilmişti. Tüyler ürperten kamikaze saldırısından sonra beşgen şeklindeki Pentagon binasının güney kanadı alev alev yanmaya başladı. Saldırı gerçekleştiği sırada Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'de binadaydı ve son anda karga tulumba dışarı çıkartılarak kurtarıldı. Ardından Kongre binasının önünde, Washington’un göbeğinden geçen bir şerit şeklindeki yeşil alanda yangın çıktı. Bunun üzerine, Kongre binası, Beyaz Saray, Dışişleri, Hazine ve Adalet bakanlıkları boşaltıldı. Federal hükümete ait bütün binalardaki personel evlerine gönderildi. Dördüncü, uçakın hedefi bir iddiaya göre Beyaz Saray, bir iddiaya göre Amerikan Kongresi idi. Son uçak Pennsilvenya'da düşürüldü. Pentagon'un aklına uçak kaldırıp eylemcileri vurmak 75 dakika sonra gelmişti. New York’taki saldırılardan hemen sonra, Florida’ya yaptığı geziyi keserek Washington’a döneceğini bildiren ABD Başkanı’nın, Ulusal Güvenlik Konseyi’ni toplamak üzere Beyaz Saray’ın altındaki bomba sığınağına gelmesi bekleniyordu. Ancak Beyaz Saray yakınında yangın tespit edilmesi ve havada şüpheli bir uçağın görülmesi üzerine, Bush ve kurmayları, Washington dışında bir yerde koruma altına alındı. Bush'un daha sonra akşam saatlerinde, özel silah ve güvenlik sistemleriyle donatılmış bir komuta merkezinde çalışmak üzere Nebraska eyaletine götürüldüğü açıklandı. Kongre üyeleri de uzun süre başkentteki bir sığınakta bekletildiler.Oysa Bush, Washington Post, o günkü haberine göre, Louisina'ya giderek karayolu ile ulaştığı Nebraska'da kaldı. Bush'un Air Force One adlı uçağına saldırı düzenlenebileceği korkusuyla hava uçuşu yapamamıştı. Bush, Nebraska'da bir metronun altında saklandı, buraya saldırı olsa bile Bush sağ kurtulabilirdi. Başkanlarının metro altında saklanması ve hemen Washington'a dönerek krizi yönetmeye başlamaması, başkanın zayıf liderlik özelliği ve korkaklığı olarak yorumlandı. Bush Washington’a dönünce Ulusal Güvenlik Konseyi’ni topladı. ( 9) İlk kuleye çarpan uçağın en yakın görgü tanıkları hiç şüphesiz Güney Kule'nin üst katlarında çalışanlardı. Yaşadıkları şoku atlattıktan sonra 78. kattaki asansör lobisinde toplanan 200 kişiyi bir sürpriz bekliyordu: İkinci uçak Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan uçaklı saldırılar sırasında ölüm ve yaşamın en fazla kesiştiği yer güney kulesinin 78'inci kat asansör lobisiydi. Kuzey kulesine uçak çarpmasının ardından paniğe kapılan insanlar, güney kulesini de tahliye etmek üzere asansörlere koştular. Kendi kulelerine de az sonra başka bir uçağın çarpacağını asla bilemezlerdi. 78'inci katın 240 metrekarelik asansör lobisinde 200 kişi toplanmıştı. Saat 9:03'te United Airlines'ın 175 sefer sayılı Boeing 767 uçağı güney kulesinin tam da bu katına çakıldı. Uçağın sol kanadı asansör lobisini dev bir bıçak gibi kesti. Güney kulesi en fazla ölüyü burada verdi. 9 Tüm binada ölen 611 kişinin üçte biri bu kattaydı. A merdivenine ulaşabilen yalnızca 12 kişi kurtuldu. Bu 12 kişi 56 dakika sonra güney kulesi tamamen çökmeden binadan çıkmayı başarmışlardı. Bunların dokuzu uçağın etkisinden en uzak olan lobinin kuzey köşesindeydi; üçü de üst katlarla bağlantı sağlayan dahili asansörlerdeydi. 78'inci katta bunların dışındaki herkes öldü. Kurtulanları merdivenlere götürenler bile. Dünya Ticaret Merkezi'ne ilk uçağın çarpmasıyla ikinci uçağın çarpması arasındaki 16.5 dakikalık süre içinde bu insanlar nasıl bir tehlike içinde olduklarını, yaptıkları en ufak bir hareketin kendileri için ölüm ya da yaşam demek olacağını bilmiyorlardı. Eric Thompson, diğer binadaki alevleri görünce kaçmak isteyenlerden biriydi. Lobide omuz omuza asansör bekleyen insanları görünce ‘‘bunun yararı yok’’ diye düşündü. 77'nci kattaki masasında kız arkadaşın bıraktığını hatırladı. Onu almak için büroları birbirine bağlayan küçük asansörlere yöneldi. Lobideki kalabalık azaldıktan sonra dönerim diye düşündü. Aon'un havacılık sigortası bölümünün müdürü 51 yaşındaki Ed Nicholls, 102'nci kattan merdivenlerle iniyordu. 70'li katlardan birine geldiğinde, güney kulesinin ‘‘güvenli’’ olduğunu ve insanların işlerinin başına dönebileceklerini söyleyen anonsu duydu. Saat 9'a geliyordu. Anonstan sonra aşağı inen insanların sayısı azaldı, hatta geri dönmeler başladı. Nicholls merdivenden yukarı dönenler arasına karıştı. Ancak hala kaçmak istiyordu. Ekspres asansörlere binmenin 70 kat aşağı yürümekten daha çabuk olacağını düşündü. Büyük asansörlerden biri nihayet geldiğinde Hagerty, Nicholls'u göstererek, ‘‘İki çocuğu var. Geçmesine izin verin’’ dedi. Sonra da ‘‘Benim de bir atım ve iki kedim var’’ diye şaka yaptı. İkisi de asansöre binememişti. Aon'dan meslektaşları Donna Spera ile birlikte asansör lobisinde bekleyen Keating Crown ve Kelly Reyher, binaya uzun süre dönemeyecekleri konusunda fikir birliğine varmışlardı. Karşı kuledeki yangının büyüklüğü gözönüne alınırsa bu haftalar sürebilirdi. Reyher'in aklına müşterileri hakkındaki bütün bilgilerin kayıtlı olduğu databankı geldi. Onsuz hiçbir iş yapamazdı ve onu 100'ncü kattaki masasında bırakmıştı. ‘‘Databankımı almaya gidiyorum’’ dedi ve dahili asansörlerden birine atladı. İşte o anda kulakları sağır edici bir patlamayla birlikte lobiyi yakıcı bir sıcak dalgası kapladı. Etrafı kara dumanlar sardı. Asansörlerden alevler saçılıyordu. Duvarlar ve tavan artık yerlerde moloz yığını olmuştu. Havada, fırlatılmış bıçaklar gibi cam parçaları uçuşuyordu. Patlama insanları oyuncak bebekler gibi savurdu, gövdelerini parçalara ayırdı. Kimse bunun bir uçak olduğunu bilmiyordu. Judy Wein bir süre havada uçtu ve yan tarafına düştü. Bileği kırıldı, üç kaburgası parçalara ayrıldı, akciğerine delik açıldı. ‘‘Allahım! Neden aşağı yürümeye devam etmedim?’’ dedi. Bina uçağın neden olduğu darbe ile bir sağa bir sola sallanırken Judy kendini asansör lobisine doğru kayarken buldu. Biraz önce asansörler kurtuluş umuduydu. Şimdi ise cehenneme dönmüşlerdi. ‘‘İşte böyle öleceğim. Bir asansörde yanarak’’ diye aklından geçirdi Judy. Donna Spera'nın kolları yanıyordu. Saati sıcaktan eriyor gibiydi. Onu çıkarmak için bileğini salladı. Kuzey kulesindeki arkadaşı Paulie'yi aramak için çıkardığı cep telefonunu düşürdü. Not defterini düşürdü. Defter yerdeki bir cesedin üstüne düşmüştü. Az önce kendisini teselli etmeye çalışan arkadaşı Casey Parbhu ölmüştü. Diğer kuledeki yangının bu patlamaya neden olduğunu sandı. Dumanlar o kadar koyuydu ki bir şey göremiyordu. Çocukluğunda öğrendiği bir dersi hatırladı: Yangında yere yatın. Elleri ve dizleri üstüne çöktü. Olaylar tıpkı ağır çekimdeki gibi gelişiyordu. Tek başına, cesetlerin yanından sürünerek ilerlemeye başladı. 10 Kelly Reyher, databankını almak için yukarı çıkmak üzere az önce girdiği dahili asansörde yakalanmıştı patlamaya. Önce kafası asansörün duvarına çarptı. Asansörün tabanı büküldü. Asansör yarım metre düştü. Duvarları eğildi ve boşluktan alevler yükseldi. Kabin sıcak ve kara dumanlarla doldu. Reyher, yanarak ölmek istemiyorum diye düşündü: "Ayakta duracağım dumanı mümkün olduğu kadar sertçe içime çekip kendimi öldüreceğim ve yandığımı bilmeyeceğim." Bu sırada Reyher kapıların azıcık aralık olduğunu gördü. elleriyle iki yana çekti ve çantasını arasına koydu. Sürünerek aradan çıktı ve lobiye çıktı. Lobi, topçu saldırısı sonrası bir savaş alanı gibi ölü ve yaralılarla doluydu. Hayalet gibi bir toz bulutu herkesin üzerini kaplamıştı. Reyher, parçalanmış cesetlerin, kan göllerinin, ağlayan, inleyen, çığlık atan insanların arasından sürünerek yol aldı. Asansörler yanmış, merkezdeki B ve güneydeki C merdivenleri yıkılmış, bir tek, çarpma bölgesinin en uzağındaki A merdiveni sağlam kalmıştı. Reyher, bu merdiveni bularak, o gün 78'inci kattan kurtulmayı başaran şanslı 12 kişiden biriydi. O da çıktıktan hemen sonra 9:59'da güney kule çöktü. Bombalı saldıraların sorumluluğunu ilk önce sadece Japon Kızılordusu üstlendi. ABD basını, İsrail kamuoyunun olayı İslam dünyasına maletmek istemesi üzerine hemen çarketti.. İsrail Savunma Bakanı Binyamin Ben Eliezer'ın saldırının gerçekleştiği ilk saatlerden itibaren doğrudan İslami terör örgütlerini sorumlu tutarken, Eski Başbakan Benyamin Netanyahu ve diğer aşırı sağcı politikacılar "Filistin Yönetimi ve terör örgütleri düşman ilan edilsin ve dünya bu düşmana karşı savaşsın" çağrısında bulundular. İsrail basınında yer alan haberlere göre, dün sabaha karşı toplanan güvenlik kabinesinde aşırı sağcı bakanlar "Fırsattan istifade edilerek Filistinlilerin işlerinin bitirilmesini" önerdiler, ancak Şaron zaten saldırının dünyada güçlü bir anti terör akımı doğuracağını hesaplayarak İsrail’in "karanlıktan yararlanan hırsız gibi davranmasına gerek olmadığına" karar verdi. Şubat 1993'te 6 kişi ölümüne, binden fazla kişi yaralanmasına neden olan Dünya Ticaret Merkezi saldırısı, ABD kamuoyunu oldukça meşgul etmişti. 1995 yılında olayın faili olarak gerçek adı Abdülbasit Kerim olan Remzi Yusuf, Pakistan'da yakalanarak ABD'ye getirildi ve yargılanarak 240 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 2 sene sonra bu kez Oklahoma'daki Federal binasının önünde patlayan bomba, 168 kişinin ölümüne neden oldu. Olayla ilgili olarak gözler yeniden Araplara dolayısıyla Müslümanlara çevrilirken, medyada kaynağı bilinmeyen uzmanların açıklamalarına dayanarak yeralan haberler olayın faillerinin Ortadoğulu olduğunu gösteriyordu. Ancak olayı ciddi olarak araşıtran FBI uzmanları olayın Aşırı Sağcı bir milis topluluğu tarafından gerçekleştirildiğini saptadı. Olayın faili Timothy Mcgavver geçtiğimiz yıl zehirli iğne ile idam edildi. 1997 yılında yaşanan bir başka olay ise kamuoyunu kimin yönlendirdiğini ortaya koyuyordu. Transworld Havayollarına ait 800 uçuş sayılı uçak, 17 temmuz günü Long Island 'ın güneydoğusunda düştü. Olayda 230 kişinin hayatını kaybetmesi üzerine harekete geçen Mossad'ın Psikolojik Savaş ünitesi (LAP), bir kampanya başlatarak yaşanan felaketin arkasında İran ya da Irak'ın olduğuna ilişkin haberleri yaymaya başladı. Adı açıklanmayan üst düzey yetkililerden, araştırmacı- gazetecilere kadar bir çok kişiyi kullanan LAP'ın bu çalışmaları ABD'deki ve tüm dünyadaki müslümanları baskı altına alırken, yaklaşık bir yıl sonra olayı araştıran FBI Baş Araştırmacısı James. K. Kallstrom olayda her hangi bir terörist bombasına ve adli bir suçun bulunmadığını açıklıyordu. Uçağın, ABD ordusunun Elektronik savaş sistemlerinin denendiği tatbikat bölgesinden geçtiği için elektronik kilitlenme yüzünden düştüğü gerçeğininin ortaya çıkması üzerine 11 Kallstrom'un yakın çevresindeki dostalarına ," zamanı boşa hacattıkları için Tel Aviv'deki piçleri duvara çivilemenin bir yolu olsa bunu yapmayı çok isterdim. Basına sızdırdıkları herşeyi kontrol etmek zorunda kaldık" diyordu. ( 10) PEARL HARBOR SENDROMU! Gerçekleşen menfur saldırı üzerine gözler yeniden İslam dünyasına ve müslümanlara çevrilirken, basında çıkan 'Pearl Harbor' benzetmesi son derece dikkat çekiciydi. Hawaii'deki Pearl Harbor limanındaki ABD Pasifik Filosuna Japonlar 7 Aralık 1941 tarihinde ani bir hava saldırısı düzenledi. Ülkemizdede gösterilen 'Pearl Harbor ' filminde de anlatınlara göre 6 uçak gemisi, 2 savaş gemisi, 3 kruvazör ve 11 destroyerden oluşan japon filosunu haftalarca bulamayan (!), ABD İstihbaratı yüzünden gafil avlanan ABD Donanması, japon baskını sonucu birçok gemisininin yanısıra üç bine yakın subay ve eri kaybetmişti. Gerçekleşen kanlı baskın üzerine ABD İkinci Dünya Savaşına girmişti. Pearl Harbor baskının aradan geçen uzun zamana karşın insanların akıllarında hala büyük bir soru işareti olarak duruyordu. Konuyu yıllar sonra ele alan Fransız Le Figaro dergisi şunları yazıyordu: " Olay bir düzmece idi ancak bu uzun zaman bir sır olarak kaldı. Kim istedi, kim karar verdi anlaşılamadı, yüzyılın kalanına devasa etkiler yapacak o saldırıya... 50 sene sonra gerçek ortaya çıktı: Roosevelt biliyordu. Amerika Başkanı savaşa girmelerini kesinleştirmek için bile bile Japonların Hawai üssüne saldırmalarına göz yumdu... Pearl Harbor baskınına izin verilecekti. Çünkü böylece Amerika beklediği firsatı yakalayacak, savaşa girebilecekti... Seçim yapılmıştı. Geniş risklere rağmen Amerika Silahlı Kuvvetleri'nin savaşa girmesi gerekiyordu. Böylece 6 Aralık'ı 7'sine bağlayan gecede Washington'da en üst mevkiden, baskını kimseye haber vermeden serbest bırakma kararı alınmıştı ve bu savaşı değiştirdi ve çok sonra zaferi getirdi. O gece Beyaz Saray'ın Başkan odasıda olayın yönetmenleri, Japon baskınıyla ilgili ilk haberlerin gelmesini beklediler.. ( 9) Uluslarası bir komplo sonucunda savaşa itilen ABD bu olay dışında bir çok kere kandırıldığı görülüyordu. ABD'deki Demokrasinin gerçekte gizli ve görünmez bir totaliterizm olduğunu söyleyen ABD'li İliteşim Bilimci Noam Chomsky, Türkçe'ye Medya Denetimi adı altında çevrilen kitabında, Amerika'daki bu görünmez totaliterizmin-buna "demokratik totaliterizm" de denebilir-nasıl işlediğine ilişkin çarpıcı örnekler vermişti. Buna göre Amerika'yi yönetenler, ( hükümetler değil, gerçek devlet) bir konuda karar verdiklerinde, örneğin bir dış müdahale istediklerinde, medyanın karşı konulmaz büyüsünü kullanarak önce halkı bu konuda hazırlamaktaydılar. Amerika'nın saldırmak istediği hedef (Saddam, Noriega, İslami gruplar, Sandinistalar vs.) önce halkın gözünde birer "şeytan"a dönüştürülürdü. Bunu yapabilmek için medya aracılığıyla görünür propagandalar ya da bazen görünmez psikolojik bilinçaltı telkinleri yapılırdı. Sonuçta halka, yabancı bir ülkeyi işgal edip insanlarını öldüren Amerikan askerlerini alkışlamaktan başka bir görev kalmazdı. ( 12) Serdar Turgut'un 18 Eylül 2001 tarihli Hürriyet'teki yazısında, George Bush Jr gibi son derece yetersiz bir yöneticinin çevresini sarmış tecrübeli, yaşlı kurtları çok tehlikeli buluyordu. Amerikan devlet adamları, başkanın bu özelliğini bildikleri için, onun etrafını devletin içinden yetişmiş, her dönemde etkili olan ‘‘tecrübeli’’ insanlarla çevirdiler. Onun istenmeyen bir hata yapmamasının tek garantisi de buydu zaten. Mantığı bir aşama ileriye götürürseniz, istenileni yapmasının da garantisi buydu tabii ki. Amerikan başkanını yönlendiren etrafındaki devlet adamlarına bakarsanız, onların uzunca bir tarihi kesitte süreklilik arz ettikleri görülüyordu. Yönetimler değişse de, yönetim diğer partiye gitse de 12 bu adamların fikri önemliydi. Hep vardılar. Onlara danışılırdı hep. Terör olayının vurma zamanlaması da bu açıdan ilginçti. Clinton son derece yetenekli, bilgili ve de gerektiğinde var olan yapıları sarsmaya niyetli bir başkandı. Zaten bunun içindir ki, O 8 yıl boyunca, son derece koordineli, inanılmaz bir ‘‘nefret kampanyasına’’ hedef oldmuştu kendi ülkesinde. Bir başkan hakkında hayatta sızmayacak bilgiler bile sızdırıldı gazetecilere onun aleyhinde. Amerikan sağı kin ile saldırdı ona. Devletin mekanizmaları içinde yer alan insanların bir bölümü de Clinton'ı açıkça tehlikeli buluyorlardı; onlar da yardımcı oldular bu kampanyaya. Hayatta olmayacak şey oldu, gizli servis içinden bile onun aleyhine konuşanlar çıktı bir ara. Ancak hákim yapıların bütün sarsma girişimlerine karşılık, sade vatandaş onu hep destekledi ve o düşürülmeden başkanlığını tamamladı. Teröristin yurdu yoktu. O, vuracağı ülkenin yönetiminde zayıflama olmasını beklerdi hep. Bu nedenle saldırının Clinton döneminde değil de Bush döneminde olması son derece normaldi. Bush'un olaylar süresince ciddi bir liderlik vasfı sergileyememesi normal, ancak normal olmayan, Amerikan devletinin en gizli çalışma mekanizmalarına hákim ve başkanın adamı olan kişilerin tutumlarıydı. Tuhaf bir karışıklık vardı Amerikan yönetiminde; ‘‘Derin devlete’’ de hákim olan devlet adamlarına da birşeyler oluyordu. Tuhaf tuhaf bilgiler sızıyordu gazetelere. William Safire gibi askeri ve istihbarat kaynaklarıyla sağlam bağlantıları olan bir insan, başkanın uçağının gizli kodlarının teröristlerde olduğunu yazıyor, ‘‘Acaba yönetim içinde onlara bilgi sızdıran casus mu var?’’ diye soruyor, bu Amerikan basınında bomba etkisi yaratmıyordu. Başkan yardımcısını koruma altına almak için Camp David'e götürüyorlar, buna karşılık başkan Beyaz Saray'da bırakılıyordu. Tamam, aynı yerde bırakmamak lazım onları ama zaten baştan itibaren olayın koordinesi de Başkan Yardımcısı Cheney'nin elindeydi zaten. Amerika'ya yakın ve ülkeyi tanıyan herkesin anlamakta çok zorlandığı şeyler bunlarla sınırlı değildi.. Olayın polisiye araştırma sürecinde de tuhaf haberler sızmıştı gazetelere. İlk haber Boston'dan geldi. Teröristlere ait olduğu iddia edilen arabada pilot uçuş kitapçığı ve bir adet de Kuran bulunmuştu. Bu ‘‘delil’’in hemen ortaya çıkması ilginçti. Daha da ilginç bir haber Florida'dan geldi. Yazılana göre, olay gününden bir gün önce üç adam bir bara gitmişler, gece boyunca içmişler, kızlara para dağıtmışlar, kucaklarında dans ettirmişlerdi. Adam başı 200 dolar kadar para harcamışlar, bunu kredi kartıyla ödemişler, sonra da gitmişlerdi. Bilin bakalım arkalarında ne unutmuşlardı? Habere göre, bu adamlar barda bir adet Kuran bırakıp gitmişlerdi. Boston'daki olaya inanmaya çalışsak bile bu senaryo oldukça hayal sınırlarını zorlayıcıydı. (13) Bush, menfur saldırıdan 2 gün sonra Beyaz Saraydaydı. New Yorker'dan Elsa Walsh'ın haberine göre, 13 Eylül akşamı Saray'ın Truman Balkon'unda hastası olduğu Küba purosunu içerken yanında kabul ettiği bir sürpriz misafir vardı. Bush, 11 Eylül eyleminin 19 zanlısından 15'i Suud vatandaşı çıkacağı elbette o akşam tahmin edemezdi ! Yoksa misafir olarak kabul ettiği Suudi Prens Bandar'la Washington siuletini rahatça seyredecek kadar gafil olamazdı ! Ladin aile üyelerinin FBI sorgusuna tabi tutulmadan ABD dışına çıkartılması için aile dostu Bush'dan özel uçuş izni istiyordu. ABD'de tüm uçuşlar iptal edilmişti. Bush, Ladin ailesine gerekli izni verirken, 11 Eylül'ün faili araştıran FBI, Usame Bin Ladin ve El-Kaida ismini açıklamaya hazırlanıyordu. CNN, olaydan 10 dakika sonra Usame'nin adını açıkladığına göre Bush, ne yaptığını biliyordu. (14) 13 BEYAZ SARAY MI? PETROL- SAVUNMA SANAYİ ŞİRKETİ Mİ? 11 Eylülle kriz yönetecek Cumhuriyetçilerin Beyaz Sarayı daha çok petrol ve savunma sanayi şirketini andırıyordu. Başkan Bush, 1977'den beri küçük bir petrolcü, ABD yönetiminin 2 numaralı ismi, Başkan yardımcısı Dick Cheney ise kurt bir petrolcüydü. 1991 Körfez Savaşı sırasında Baba Bush’un Savunma Bakanı olan Cheney, enerji ve petrol konularında uzman bir isimdi. Cheney, Halliburton Enerji Şirketi’nin eski CEO’suydu. 1919 yılında kurulmuş olan Halliburton Enerji Şirketi’nin, 100 ülkede 85 bin çalışanı vardı. Dünyanın en büyük petrol hizmetleri yüklenicisi olan bu şirketin kolları, Balkanlar’dan Hazar Denizi’ne, Uzakdoğu’ya kadar uzanıyordu. Cheney’in şirketi, 1991 yılındaki Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam yönetimiyle 15 milyon dolarlık iş yapmış, savaşta zarar gören altyapının onarılması için ekipmanlar satmıştı. Halliburton, Irak’a yönelik operasyonun ardından yeniden yapılanma aşamasında pastadan en fazla payı almıştı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condeleeza Rice da petrolcüydü. Bush’un adım atarken bile danıştığı Bayan Rice, Chevron Petrol Şirketi’nin eski yöneticisiydi. Dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri olan Chevron’da yönetim kurulu üyeliği yapan Rice’ın adı, “verdiği üstün hizmetler”den ötürü bir petrol tankerine verilmişti. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld , batan Enerji devi Enron şirketinin eski hissedarlarındandı. Enron şirketi’nin CEO’su Kenneth Lay’in Başkan Bush’un eski arkadaşıydı ve Bush Teksas Valisi iken, Enron’a çeşitli konularda kolaylıklar sağlamıştı.. Enron’un 2001 yılı Aralık ayındaki iflasıyla ilgili sorular 11 Eylül ortamında örtülmüş karanlıkta kalmıştı. Tabii petrolün ve enerjinin yanı sıra milyar dolarlık savunma sanayini de unutmamak gerekiyordu. Bir Carlyle Group var ki akıllara zarardı. Geçen yıllar içinde şirketin üst düzey yönetiminde kimler görev yapmıştı ki... 1987 yılında kurulan Carlyle Group çok özel bir yatırım şirketiydi.Grubun en çok yatırım yaptığı alan ise, tahmin ettiğiniz gibi, savunma sanayiydi. Carlyle Group’un, 11 Eylül’den sonra, uluslararası teröre karşı başlatılan savaşta resmi olmayan rakamlara göre, 13.5 milyar dolarlık anlaşma imzalamıştı. Carlyle Group ABD yönetimiyle sıcak ve sıkı ilişkileri olan bir şirketti. Şimdi kimin eli, kimin cebinde misali, bir listeye geliyor.. Bir numaraya Baba Bush’u koymalıydı. ABD’nin 41. Başkanı olan George Herbert Walker Bush, bu grubun eski yönetim kurulu üyesi ve danışnanıydı. 1991’deki Körfez Savaşı’nın ABD Genelkurmay Başkanı ve şimdinin Dışişleri Bakanı Colin Powell, bir dönem Carlyle Group’un sözcülüğünü yapmıştıı. Şirkette çalışanlar arasında hem Reagan döneminde hem de Baba Bush döneminde bakanlık yapan James Baker da bulunuyordu. Carlyle Group’ta başkanlık yapan önemli bir başka isim ise, Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan’ın Savunma Bakanı Frank Carlucci idi.. Carlucci, sık sık Princeton Üniversitesi’ndeki oda arkadaşıyla biraraya gelerek şirket işlerini konuşur ve askeri konuları ele alırdı. Carlucci’nin üniversite yıllarından arkadaşı olan kişi ise, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’ten başkası değildi. Liste böyle uzayıp gidiyor. Filipinler eski Devlet Başkanı Ramos’tan tutun da, İngiltere’nin eski Başbakanı Major’a kadar onlarca kişi ekmek yemişti Carlyle Group’tan. Carlyle Group’a yatırım yapan Suudiler arasında bin Ladin ailesi de vardı. Bin Ladin ailesinin Carlyle Group’ta 2 milyon dolarlık yatırımı olduğu belirtiliyordu. ( 15) Bütün bunlar bir buzdağının görünen kısmıydı.Görünmeyen, bilinmeyen kısım kirli ilişkilerle doluydu. Bu ilişkiler yumağına bakıldığında Amerikan dış politikasının bu 14 şirketlerin menfaatleri gözetilerek yürütüldüğü ortaya çıkıyordu. Mesela Kuzey Kore. Başkan Bush işbaşına geçer geçmez Kuzey Kore’nin elindeki uzun menzilli balistik füzelerin tehdit olduğunu dile getirmişti. Gerçi hala söylüyordu ama, yaklaşımının Baba Bush’un devreye girmesiyle yumuşatmıştı. Baba Bush oğluna, Carlyle Group’un Kore’deki yatırımlarını hatırlatmıştı.. Zira, Kore yarımadasındaki gerginlik Carlyle’ın özellikle Kore’deki işlerini etkileyebilirdi. Gerçi Kuzey Kore sorununda tansiyon zaman zaman yükseliyordu ama, ABD’nin Kuzey Kore politikası Carlyle Group’un çıkarları gözetilerek yürütülüyordu. 11 Eylül'ün onbaşısı Bush, enerji ve sanayinin seçtiği zeka seviyesi düşük bir piyondan başkası değildi. DYP eski lideri Tansu Çiller'in ANAP eski lideri Mesut Yılmaz için kullandığı ' 28 Şubat'ın onbaşısı' tabiri globallaşmıştı. Bush, Matrix'in ürettiği yapay ' Global 28 Şubatı -11 Eylülün onbaşısı' idi. İpleri elinde tutanlar Matrix'in kurgularını yazanlar, 11 Eylülü istismar edenler veya bizzat planlayanlardı. MATRİX'İN KADER SEÇİMİ Matrix'in kıyamet tellallarını emekli edebilecek Amerika’da 2004 yılında yapılacak seçime kadar oynanacak olan terör oyunlarında daha çok kan dökülecekti. Matrix, Bush ekibini emekli etmeye niyetli değildi. Başkanlığa aday olan siyasiler ya Yahudiydi, ya Yahudi akrabaları vardı veya Yahudi başkan yardımcısı adayları olmadan seçime girmek istemiyorlardı. Yahudilerden destek almadan hedeflerine ulaşabileceklerini hiç düşünmüyorlardı. Cumhuriyetçi Bush'un rakipleri, henüz tek bir aday üzerinde uzlaşamamıştı. Demokrat Parti’de, 2004 seçiminde parti adına katılmak için toplam 9 aday yarışıyordu. Bunlar arasında Howard Dean’in yanı sıra diğer önde gelen isimler olarak, son seçimin başkan yardımcısı adayı senatör Joe Lieberman, demokratların Temsilciler Meclisi’ndeki grup lideri Dick Gephardt ve senatör John Kerry öne çıkıyordu. Demokratik Parti'den başkan adaylığı için ön seçimde yarışanlardan emekli general Wesley Clark'ın ilk günlerdeki forsu erken sönmiştü. Fazla bağış toplayamayan Clark, adaylığını açıkladığı ilk günlerde Bush'a verilen desteği bile geçerek yüzde 52'lik bir kamuoyu desteği sağlamıştı. Uzmanlara göre, diğer önemli adaylar Irak savaşına tam destek verirken, partide savaş karşıtı söylemi ve liberal yaklaşımıyla Dean, bir farklılık kaynağı olarak görülüyordu. Vermont eyaletinin 54 yaşındaki eski valisi Dean, seçilirse dünyayla uzlaşma içine gireceğinin işaretini veriyor ve büyük bütçe açıklarına yol açan Bush’un vergi indirimi uygulamalarını durduracağını belirtiyordu. 'Uykusuz Yaz Turu’ adını verdiği 10 kenti kapsayan ve 200 bin dolara mal olan seçim kampanyasını 30 Eylül 2003’de tamamlayan Dean, 1995’te Başkan Bill Clinton’ın gerçekleştirdiği ve bugüne kadar hiçbir Demokrat adayın yakalayamadığı 10,3 milyon dolarlık bağış rakamını ve şimdiden yüzde 25 oranında demokratların oylarını toplamayı başarmıştı. Demokratların geçen seçimdeki adayı Al Gore, Dean'a destek veriyor, daha önce başkan yardımcısı adayı olan Lieberman'a destek vermiyordu. Şansı en yüksek olan adaydı; genç, atak ve cesurdu. Daha çok bütçe açığının çözülmesini, her şeyin önkoşulu olarak gösteriyordu. Başkent Washington’daki bazı uzmanlara göre Howard Dean’in yükselişi, 1976 yılındaki başkanlık seçimini Cumhuriyetçi Gerald Ford’un önünde beklenmedik şekilde kazanan Demokrat Jimmy Carter’in önlenemeyen ilerleyişine benziyordu. Carter da o dönemde tanınmamış bir politikacıyken, kısa sürede ABD başkanlığına seçilmeyi başarmıştı. Ancak erken ortaya çıkışı siyasi oyunlarla kurtlara yem olma riskini artırıyordu. CNN, 15 Dean'ın dini altyapısını araştırınca eşinin ve çocuklarınının Yahudi olduğu sonucuna varmıştı. Usame Bin Ladin adil bir mahkemede yargılanmadan 11 Eylül aldırısının suçlusu olarak görülemez diyen Dean, Saddam'ın yakalanmasının ABD'yi daha güvensiz hale getirdiğini savunuyordu. (16) İlk adaylığını açıklayan Massachusetts’i Amerikan Senatosu’nda temsil eden Vietnam madalyalı gazi John Kerry, rakibi başkan Bush’un Irak politikasını destekliyordu. Katolik olduğunu söyleyen ABD başkan adayı Kerry’nin ataları Yahudiydi. Senatör Kerry daralan iç ve dış ticareti hızlandırmayı en önemli konu olarak işliyordu. Ona göre Birleşmiş Milletlerle Irak yüzünden bozulan ilişkilerin, Bush’un Avrupa ve Rusya başta diğer ülkelerle ABD’nin arasını açması, Amerika’nın Dış Ticaretine ve onun sonucu ekonomiye darbe vurmuştu. Diğer aday Kongre üyesi eski Senatör Gephardt ise ilk işin, iç talebi artıracak politikalar olduğunu vurguluyor, sağlık ve işçi ücretlerinde artış gibi sosyal harcamalara ağırlık verilmesini istiyordu. Joe Lieberman, geçen seçim kampanyası sırasında cumartesi günleri çalışmamış, “Seçilirsem Şabat günü tatil yaparım” demekte mahzur görmemiş Musevi lobisini arkasına almış dindar bir Museviydi. Şimdi yürüttüğü kampanyada da ‘Musevi’ kimliğini saklamıyordu Lieberman; bir çok yerde seçmenin karşısına ‘kippa’ denilen takkesini takarak çıkmakta beis görmüyordu. Onun Musevi oluşu kampanyada konuşulmuyordu. Geçen seçimde Al Gore'un başkan yardımcısı adayı olan Joseph Lieberman, yine bir demokrat başkan adayının, büyük ihtimalle Dean'ın yardımcısı olarak seçime girebilirdi. İlk havasını yitiren 58 yaşındaki Wesley Clark, NATO'nun Avrupa Merkezi Kuvvetler Komutanı olarak Kosova Harekatı'nı yönetmesi, daha önce de Dayton Anlaşmaları ile sonuçlanan Bosna Barış Süreci'nde oynadığı rol ile tanınmıştı. Tıpkı eski başkan Bill Clinton gibi orta halli bir Arkansas ailesinden gelen, West Point'ten (Kara Harp Okulu) birincilikle mezun olmuş, (yine tıpkı Clinton gibi) prestijli Rhodes bursu ile Oxford Üniversitesi'nde eğitim görmüş, (ancak Clinton'ın aksine) Vietnam'da savaşmış ve madalya almış birisiydi. National Review dergisinde Bn. Anni, Clark, onunda Yahudi asıllı olduğunu yazıyordu. Yazar, Clark'ın “Benim ailem Musevi din adamları çıkartan bir aile” diye böbürlenerek Yahudi lobilerine göz kırptığını belirtiyordu. Kamuoyu yoklamalarında tepetaklak gidişi halkın bir komutan değil barışı temsil eden bir başkan aradığını ortaya koyuyordu. Eski başkan Clinton'ın, 2003 yazında New York'taki evinde verdiği bir yemekte, konuklarına "Demokratik Parti'nin iki yıldızı var: Biri Hillary, diğeri Clark" dediğini anlatanlar, eğer emekli general ön seçim yarışını kazanırsa, eski First Lady'nin de, onun yanında "başkan yardımcısı adayı" olarak yer alabileceğini söylüyorlardı. Bunların hepsi fos çıktı. Hillary Clinton, New Yorklulara verdiği söz nedeniyle kesinlikle aday olmadığını açıkladı. Hiç siyasi tecrübesi olmayan Clark, medyada yaptığı hatalı çıkışlardan dolayı kamuoyunda kısa sürede diskalifiye oldu. Bu durum, Bush karşısında demokratların kaybedeceğini anlayarak ' Hillary 2008 seçimlerine hazırlanıyor' şeklinde yorumlandı. Hillary, 2008 için 'hayır' demedi, ayrıca Amerikan halkının kadın bir başkana ne kadar hazır olduğuda soru işaretiydi. Onunda Yahudilerle ilişkisi vardı. Hayatı boyu methodist Hiristiyan bilinen Hilary Clinton New York’tan adaylığını koyduğunda, üveybabasının Yahudi olduğunu, annesinin üvey kardeşinin de museviliğe geçtiğini ağzından kaçırıvermişti. Hillary, İsrail'in politikalarının tam destekçisiydi. Hillary, Kery ve Lieberman, ayrıca Ermeni lobilerinden destek görüyor ve Türkiye aleyhine gündeme getirilen soykırım yasa tasarılarına destek veriyorlardı. Seçildikten sonra, Türkiye'nin önemini ve Amerikan çıkarlarını anlatan danışmalarına uysalarda 16 seçimlerde Ermenileri sevindirecek açıklamalar yapıyorlardı. (17) Extremist Liberterien” Parti’den aday adayı olan Lyndon LaRouche, hiç şansı olmayan bir maskot gibiydi. 11 Eylül terörünü düzenleyen güçlerin “Amerika'nın dışında değil içinde” olduğunu söyleyen LaRouche, ABD ve pek çok ülkenin düşmanı olan İsrail durdurulmadan dünya barışının sağlanamayacağını savunuyordu. 2004 yılında Bush'un seçimi kazanmak için yeni terör saldırılarına ihtiyacı vardı. Dean'ın yükselişi Beyaz Saray'dan endişe ile izleniyordu. Dean, 2004 yılında demokratların tek adayı haline gelirse Bush ekibi panikleyecekti. Amerikalılar, ancak ' Dere geçerken at, savaş varken komutan değiştirilmez' düşüncesinde olurlarsa Bush'u tekrar başkan seçerlerdi. 2003 yılında ABD bütçesi 401 milyar dolar açık verdi. En son baba Bush 290 milyar dolar açıkla 1992'de ABD'yi Bill Clinton'a teslim etmişti. W. Bush, ABD'yi 4 trilyon dolar bütçe fazlası ile teslim almıştı. Son üç yılda 2 milyon 700 bin Amerikalı işini kaybetti. Amerikalılar Bush'a savaştan ziyade ekonomiyi batırdığı için kızgınlardı. Ekonomi Bush'un en zayıf noktasıydı. 2004 yılında bütçe açığının dahada açılması bekleniyordu.( 18) Bunu gören Bush yönetimi bir yandan 350 milyar dolarlık yeni ek vergiler koyarken bir yandanda yaşlıların sağlık giderlerinin karşılanmasını öngören yasayı onaylayarak seçim yatırımı yapıyordu. 40 milyon yaşlının oyunun peşinde olan Bush'un bu girişimi bütçeye 400 milyar dolar ek gider demekti. Yeni yıl öncesi ABD'de terör alarmı Irak'ın düşüşünden ve 11 Eylülden beri ilk defa ' turuncu' seviyesine çıkartılmıştı. Gerekçe El Kaida'ya ait olduğu iddia edilen El Cezire'de yayımlanan bir teyp kasetiydi. ( 19) Amerikalılar, alışverişe gitmiyor, yolculuğa çıkmıyordu. Hergün El Kaidanın saldıracağı hedeflerle ilgili yeni balonlar üretiliyordu. Paranoya halini alan korku havası terör estiriyordu. Esen terör havası El kaida terörü değil Bush ekibinin estirdiği seçim terörüydü. Seçim için daha kampanya yapmadan100 milyon doları bağış toplayan Bush/Cheney ikilisinin arkasında petrol ve savunma sanayini elinde tutan gözü kanlı Musevi tüccarlar duruyordu. 2004 seçimine kadar Amerikalıların vatanseverlik duygularını ajite etmek için yapay terör saldırılarının tezgahlanacağı ortadaydı. 2004 yılı, Matrix'in kader seçimini kazanmak için her yolu mübah görenlerin düzenleyeceği yeni saldırılara gebeydi. 17 CHAPTER 2 MATRİX'İN PROVAKATÖRÜ MOSSAD Dünyada en güç iş gerçekleri araştırmaktı. Güçtü, çünkü her zaman elinizin ulaşabildiği yerde değildi gerçekler… Ayrıca, diyelim gerçeklere ulaştınız; ortaya çıkartılmaları herkesi mutlu etmeyebilirdi. Bazen de, 'gerçek' sanarak 'yanlışa' ulaşabilir ve bulduğunuzu ne yapacağınızı şaşırabilirdiniz… Ancak, ne kadar zahmetli, güç, şaşırtıcı, hatta üzücü olsa da, Matrix'de yaşamayanlar için, 'gerçek' yolculuğu bazen kaçınılmaz oluyordu. Türkiye ve dünya basınında pek çokları : " İslamî basın ve müslüman ülkeleri komplocu; İslamcı basın, Mossad'ın eylemlerden haberi olduğunu, New York'taki Yahudileri uyardığını ve Dünya Ticaret Merkezi (DTM) binasında çalışan dörtbin İsrailli'nin o gün işe gitmediklerini yazdı. Bu, 'komplo teorisi'dir." diye yazıp, çizdiler. ( 20) Yahudiler, bu tür yaklaşımları ' antisemitizm' olarak algılıyor ve hemen sindirme operasyonu başlıyordu. Matrix'de yaşayanlar, bu iddiaları görmemek için elinden geleni yapsada artık mızrak çuvala sığmıyordu. Avrupa'da yapılan anketde dünya barışının yegane tehdidi İsrail deniliyordu. Avrupa Birliği Kamuoyu Yoklama Komisyonu (Eurobarometre) 2003 Nisan ayında "Dünya Barışını En Çok Tehdit Eden Ülke" konulu bir anket düzenlemişti. Anketin kesin sonuçları İsrail'i çileden çıkardı. Ankette 8 İslam ülkesi bulunuyordu. Avrupa Birliği üyesi 15 ülkede gerçekleştirilen bu ankete 7515 kişi katılmıştı.4 Kasım'da sonuçlar resmi olarak açıklanınca %59 oyla en terörist ülke "İsrail" çıkmıştı. İsrail'i Kuzey Kore %57,İran %56, Irak %55, Afganistan %54 takip ediyor, ABD % 53 oyla terörist ülke sıralamasında yerini alıyordu. ( 21) Bu anket Amerika'nın dilde "terörle mücadele" fiiliyyatta ise terörün kendisi olarak değerlendirilen askeri eylemlerinin desteklenmesi için yaptırılmıştı. Resmen kendi kazdıkları kuyuya düşmüşlerdi. Anketin sonuçları Yahudi örgütleri şaşırtırken, İsrail’de tepkiyle karşılandı. Simon Wisenthal Merkezi, anketi ırkçı olarak tanımlarken, Avrupa’da antisemitizimin güçlendiğinin kanıtı olarak yorumlamıştı. İsrail hükümetiyse, AB’nin Ortadoğu barış sürecinden çıkarılmasını istemişti. İsrail Başbakanı Ariel Şaron, AB kamuoyu yoklama kurumu Eurobarometre’nin araştırmasının sonuçlarını kınarken, AB dönem başkanlığını yürüten İtalya’nın Başbakanı Silvio Berlusconi de “öfkesini” dile getirenler arasındaydı. Arial Şaron, Avrupa kamuoyunun homojen olmadığını, Eurobarometre'nin belli bir kesimden kimseleri anket için seçtiğini savunuyordu. ABD Dışşleri Sözcüsü Adam Ereli anket sonuçlarına, "ABD dünya barışına bir tehdit değil, adeta onun teminatıdır.Barış,istikrar ve özgürlüğü, kendi dost ve müttefikleriyle dünya çapına yayma arzusu taşımaktadır."diye tepki gösteriyordu. Matrix'in kralı çıplaktı. İngiliz Glasgow Herald gazetesinin 2 Kasım Pazar 2003 günkü nüshasında Neil Mackay imzalı ' İsrailliler, İkiz Kulelere uçakların çakılmasını film gibi seyrettiler' başlıklı haber, İsrail konusundaki kuşkuların ayyuka çıktığını gösteriyordu. Haber, Al Jazeera Net, Al Ahram veya Karachi DAWN'da yayımlansaydı' klasik antisemitik' yaklaşımlardan biri olarak algılanırdı. Oysa ' Uyuyan MOSSAD casusları ile 11 Eylül-ElKaida bağlantısı iddialarının yazarı bir İngilizdi. 11 Eylül saldırısı öncesi İsrail İstihbarat Teşkilatı MOSSAD, ABD sathındaki yasadışı istihbarat faaliyetleri en üst düzeye çıkartıyordu. Olağanüstü bir durumun mevcudiyeti hemen seziliyordu. İstihbarat örgütleri uyuyan ' terorist cell; sleper'lar peşindeydi, kimse ' 18 spy cell; sleeper'ların peşinde değildi. ' Uyuyan MOSSAD' casusları, ABD'ye ' Art student' olarak girmişlerdi. 2001 yılı bahar aylarında İsrailli sanat öğrencisi sayısında görülen artış dikkat çekiciydi. ( 22) Newsweek'in 20 Mayıs 2002 tarihli nüshası, ABD'nin 11 Eylülden net olarak haberdar olduğunu duyurdu. Bir FBI ajanı, Fransız istihbaratının aşırı İslamcı gruba üye olduğunu bildirdiği Fas asıllı Fransız pilot öğrencisi Zacarias Moussaoui'nin İkiz Kulelere uçaklarla intihar saldırısı düzenlemeyi planladığını 6 Ağustos 2001'de rapor etmişti. Eylemden bir ay önce aşırı İslamcı öğrenci tutuklanmasına rağmen FBI'ın bu bilginin üzerine gitmemesi affedilecek skandal değildi. Üstelik potansiyel teröristlerin adresleri biliniyordu. (23) FBI'ya Fransız İstihbarat vasıtasıyla ulaşan rapora göre, 'uyuyan Arap teröristler', Phoenix, Arizona, Miami, Hollywood ve Florida'da Aralık 2000'den Nisan 2001'de kadar 'uyuyan İsrailli casuslar'ın gölge takibinde yaşamıştı.11 Eylül'ün iki lideri Mohammed Atta ve Marwan al-Shehi'yi bir grup izlerken Hamburg'dan ayrıldıktan sonra Hollywood ve Florida yaşayan 3 intiharcıyı diğer bir Mossad grubu takip etmişti. Topu topu 25 bin kişinin yaşadığı Hollywood'da birbirine yakın yaşayan 5 eylemcinin komşuları Bahar 2001'e kadar ve sonrasında ABD'ye merak saran İsrailli sanat öğrencilerinin üçüydü. 11 Eylül intihar eylemcisi, hatta önderleri kabul edilen Atta ve Shehi'nin kiraladığı dairenin kapı komşusu 2 İsrailli MOSSAD ajanı sanat öğrencisinden başkası değildi. Diğer MOSSAD elemanı İsrailli sanat öğrencileride nedense tesbit edilen diğer 8 intiharcının yaşadığı kuzey kenti Fort Lauderdale'yı tercih etmişti. MOSSAD, 11 Eylül faillerini adım adım izlemiş, konuşmalarını kaydetmiş, planlarını harfiyen öğrenmişti. Veya planları kendileri yapmış, Batıya düşman bu radikal, iyi eğitim almış, zengin çocuğu Arapları ustaca kullanmışlardı. Neticede ölüler konuşmazdı, intiharcıların hepsi ölecekti. Yeterli bilgiye ulaştıklarını kavradıktan sonra veya planladıkları büyük eylemin en önemli aşamasında İsrail'den MOSSAD yetkilileri bizzat gelerek Ağustos 2001'de FBI'ya 200 potansiyel teröristin listesini vermişti Fransız istihbaratına göre, MOSSAD, FBI'ın hedefini saptırdı; yakınlarda ABD'ye karşı büyük bir terör eyleminin olacağını haber veriyor, fakat bunun ABD sınırları dışındaki hedeflere yapılacağını ileri sürüyordu. MOSSAD, yanlış bilgi vererek sanki 11 Eylül menfur eyleminin gerçekleşmesini istiyordu. 11 Eylülden sonra terörizmle savaş için acilen çıkartılan ' Patriot Akt ve Göçmen Yasası' nedeniyle bugüne kadar 60 İsrailli gözaltına alındı. Robert Murdoch'un sahibi olduğu ABD Başkanı Bush'u destekleyen The Fox Tv bile, Yahudi ajanlarının 11 Eylül eylemcilerini bir gölge gibi takip ettiğini, olayın faillerini bildiği halde önce İsrailli casusların bilgi vermediğini ileri sürüyordu; Bush'un haber verdiklerini itiraf edene kadar. 2001 baharında ABD'ye girmiş 140 kadar MOSSAD casusu yakalanmıştı. FBI, MOSSAD elemanlarının ' Art students' vize aldığını ve hükümet binalarına, hatta gizli servislere resim satma bahanesiyle girdiğini bir uyarı mektubu ile bildirmişti. Mesela biri Bezalel Academy of Art and Design'dan geldiğini söylemiş; okulun sözcüsü Pnina Calpen ise son 10 yıldır bildirilen isimde öğrenci olmadığını açıklamıştı. ( 24) İngiliz gazetesi The Guardian'da 6 Eylül 2003'de bir yazı kaleme alan, Mayıs 1997 ile Haziran 2003 tarihleri arasında İngiltere'de Çevre Bakanlığı yapmış, milletvekili Michael Meacher okların MOSSAD'a çevrilmesine katkı sağladı. İki tecrübeli MOSSAD ajanı, Ağustos 2001'de ABD'yi uyarmak için kalkıp Washington'a gelmişler ve CIA ve FBI'a 200 teröristin isim listesini vererek büyük bir eyleme hazırlandıklarını bildirmişlerdi. FBI acaba neden MOSSAD'a ciddiye almamıştı ? (25) 19 Daily Telegraph'ın 16 Eylül 2001 nüshalı haberine göre, listedeki 4 terörist 11 Eylül faillerindendi. Bu listeden kimsenin tutuklanmamış olması şaşırtıcıydı. Daha 1996 öncesi, uçakla Washington'a teröristlerin saldırı düzenleyeceğine ilişkin bilgi vardı; 1999'da Ulusal İstihbarat Konseyi raporunda, El Kaida'nın ismi zikredilerek Pentagon, CIA Merkezi ve Beyaz Saray'da uçak patlatmak istedikleri belirtiliyordu. (26) 15 intihar girişimcisi vizelerini Suudi Arabistandan almıştı. Vize bürosu görevlisi Michael Springman, 1987'den Ortadoğu'dan pek çok keyfiyetsiz başvurucuya Amerikan askeri kamplarında talim görüp Usame Bin Ladinle irtibatlı biçimde Afgan savaşına katılmaları için vize verildiğini Washington'a rapor etmişti. Newsweek, 15 Eylül 2001 tarihli haberinde, Afgan savaşından sonra bu durumun değişik sebeplerle devam ettirildiğine dikkat çekiyor, 5 intihar eylemcisinin Amerikan askeri kamplarında eğitim görenlerin içinden çıktığını vurguluyordu.Yani Amerika, kendi eliyle yetiştirdiği teröristler tarafından bumerang misali vurulmuştu. ( 27) Japonlar Pearl Harbour'a aniden saldırarak 2. dünya savaşına uyuyan ABD güç aygıtının girmesine vesile olmuştu. 2400 Amerikalı hayatını kaybetmişti. Amerikan tarihinin en acı olayı ve gafleti olarak sayılan bu baskını aslında Washington yetkililerinin bildiği ve Japon baskınına savaşa katılmak istedikleri için gözyumduklarının belirlendiğine dikkat çeken Meacher, 11 Eylül eylemini de Washington'un bilmesine rağmen Afganistan ve Irak'la başlayan işgaller serisine gerekçe oluşturabilmek ve 21. yüzyılı ' Yeni Amerikan Yüzyılı' yapmak için gözyumduğunu savunuyordu. Hadi Ladin grubu Afganistan'a yuvalanmıştı, peki Saddam'ın El-Kaida ile ne ilgisi vardı? Ayrıca iddia edilen kimyevi, biyolojik ve nükleer silahlar neredeydi? Eylül 2000 tarihli Gelenekçi muhafakarlara ait think tank grubu tarafından hazırlanan, global Amerikan hegomanyası için ' Amerikan savunma sisteminin yeniden kurulması ' başlıklı orjinal adıyla ' Project for the New American Century (PNAC)' bir yıl sonra başlayacak yeni Anerikan savaşının iskeletini oluşturuyordu. Belgeyi yazanlar, halihazırda ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney, Cheney'ın personelden sorumlu yardımcısı Lewis Libby, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, yardımcısı Paul Wolfowitz ve ABD Başkanı Bush'un küçük kardeşi Jeb Bush'dan başkası değildi. Wolfowitz ve Libby'ye gönderilen PNAC'nin ilk çıktı belgesinde; ABD'nin bölgesel ve global hiç bir ülkenin üstünlüğünü tanımayacağı( İngiltere dahil), Ortadoğu'da liderliği ve inisiyatifi İngiltere'den tamamen devralacağı, Saddamlı veya Saddamsız Irak'ın ve ardından Körfez bölgesinin ele geçirileceği, Suudi Arabistan ve Kuveyt'de Amerikan üslerinin uzun süreli kalacağı, Çinde rejimin değiştirileceği, Asya'ya yerleştirilen Amerikan güçlerinin artırılacağı, bu yolda Amerikan çıkarlarını Irak ve İran'ın tehdit ettiği belirtiliyordu. Dünya kontrol ve komuta sisteminin Amerikanın elinde olmasına engel teşkil edenler içinde Kuzey Kore ve Suriye'de gösteriliyordu. Meacher'e göre 11 Eylülden sonra ABD'nin başlattığı ' Teröre karşı savaş' tezinin temelinde bu proje bulunuyordu Dünyadaki tüm dengeleri sarsacak bu çılgın planı sahneye koymak için Evangalist-Yahudi doktrini savunucus neocon denilen aşırı sağ muhafazkarlara, tüm Amerikan halkını savaşmak için ikna edecek, dünya kanuoyunu yanlarına almalarını sağlayacak 11 Eylül eylemi gerekliydi. Aklı başında herkes gibi Meacher de, 11 eylül eylemine Amerikan güvenlik sisteminin geç müdahale edişini anormal buluyordu. İlk uçak 8.46'de, ikincisi 9.03'de nihayet Pentagon'u vuran üçüncüsü 10.06'da çakıldı. Washington'a 10 miles uzakta olan Andrews hava üssünün bu arada armut toplaması kabul edilemeyecek bir durumdu. Çünkü Eylül 2000 ile Haziran 2001 arasında Amerikan savaş uçakları rotasından çıkan 67 uçağa 20 anında müdahale etmişti. Kurala göre yolunu şaşıran bir uçağa araştırmak için hemen savaş uçağı gönderilmesi gerekiyordu. Meacher soruyordu: Bu müdahalesizliğin sebebi ne yahut olaya gözyuman anahtar isim kim ? Veya Amerikan hava güvenlik sistemi 11 Eylül günü için mi çöktü? Eğer öyleyse niçin ve kimin izniyle? Eski ABD Federal Suç Savcısı John Loftus, Avrupa istihbaratına CIA ve FBI'ın 11 Eylülde güvenlikte yetersiz kalmadıklarını ilettiğini tesbit etmişti. 11 Eylülden sonra ne FBI nede CIA Başkanı başarısızlıkları nedeniyle istifa etmedi. Oysa ortada ciddi bir istihbaratı değerlendirememe beceriksizliği vardı. Onlar, yetersiz değilse kusur kimdeydi? Meacher, 11 Eylül saldırısına gözyumanlar olduğu kanısındaydı, buradanda bazı çevrelerin PNAC projesini hayata geçirmek için fırsat yakaladığı sonucuna varıyordu. ( 28) The Guardian'dan Neil Mackay'a göre, en sırlı olay ise kuşkusuz 5 Yahudi zanlısının hala cevaplanamayan tavırlarıydı. İkiz Kulelerin yıkılışını seyrederken sevinç çığlıkları atan 5 Yahudi genç, beyaz renkli Chevrolet van olan taşıtlarını kendisini polise Maria olarak tanıtan bir Amerikalının rezerve yerine parketmişti. 911'i arayan Maria, polise ' Bir grup adam benim parkımda minivanları üzerine çıkarak adeta film izlermiş gibi faciayı mutluluk içinde seyrediyorlar. Bana şok geçiriyorlarmış gibi gelmedi. Bunun şaşırtıcı olduğunu düşündüm.' dedi. Maria, arabanın plakasını da almayı başardı. FBI devreye girince Urban Moving şirketine kayıtlı araç, içinde 5 Yahudi gençle New Jersey's Giants stadyumunda bulundu. Arabanın içinde 4700 USD peşin, yabancı pasaportlar, 19 intihar eylemcisinin kullandığı Stanley Knife tipinde çakı-bıçak vardı. Aracı kullanan Yahudi genç polise verdiği ilk ifadede şunları söyledi: Biz İsrailliyiz, Sizinle bir sorunumuz yok. Filistinliler problemdir.' Şöförün ismi Sivan Kurzberg. Diğer gençler ise kardeşleri Paul, Yaron Shmuel, Oded Ellner ve Omer Marmari. Nedense bu gençler diğer zanlılar gibi hapiste tutulmadı, transfer edilerek FBI gözetimine verildi ve İstihbarata Karşı Koyma Şubesi Suçlular Bölümüne alındılar. FBI, taşınma hazırlıkları yapan Urban Moving'in Yahudi sahibi Dominik Otto Suter ile görüştü; tekrar ifadesine başvurmak için birkaç gün sonra geri döndüğünde kayıplara karışmıştı. Ailesinide yanına alarak İsrail'e döndüğü ortaya çıktı. Firmanın bir işçsi, İkiz Kulelerin çöküşü sırasında işçilerin güldüğünü ve kendisine ' şimdi bizim ne ile uğraştığımızı ABD bilecek ' diye ilettiğini bildirdi. CIA'nın Teröre Karşı Operasyonlar Eski Başkanı Vince Cannistraro, araştırma derinleştirildikçe MOSSAD'a çalışan ve İsraillilerin belirlendiğini, Urban Moving şirketinin ' radikal İslam'a karşı mücadele için MOSSAD tarafından kurulduğunu ortaya çıkardıklarını açıkladı. İki haftalık gözaltından sonra İsrailli zannıların göçmenlik yasalarını ihlal (!) ettikleri gerekçesiyle sınırdışı edilmelerine karar verildi. Ancak CIA, devreye girerek zanlıların 2 ay daha gözetimde kalmasını sağladı. Normalde iki defa ' polygraph test'inden ( yalan testinden) geçirilmesi ve ' 7 yalan detektör'ine bağlanması gereken Yahudiler, alelacele Kasım 2001 yılında sınırdışı edildiler. Yalan detektörüne bağlanmamak için 10 hafta direnen Paul Kurzberg'in avukatı Ram Horvitz, iddiaları ' aptalca ve saçma' olarak nitelendirmedine karşın müvekkilinin bir başka ülkede İsrail ajanı olarak çalıştığı için teste tabi tutulamayacağını savundu. ( 29) ABD hükümeti, MOSSAD'ın halen HAMAS, İslami Cihat gibi örgütlerin para kaynakları konusunda ABD'de istihbarat çalışmasında bulunduğunu kabul ediyordu. İsrail'in Washington büyükelçiliği diplomatı Mark Regev, gençlerin olayı İnternet'den öğrendiğini, daha iyi seyredebilmek için yakınlaştığını belirterek, olayı ' Gençlik aptallığı' 21 diyerek geçiştirdi. Oysa New York Jewish Gazetesi, Mart 2002 nüshasında Urbam Moving System şirketinin MOSSAD elemanlarının çalışmalarına zemşn hazırladığını, kurumun radikal Arapları izlediğini kabul edeken, gözaltına alınan gençlerin 11 Eylül hakkında hiç bir bilmediğini savundu. ( 30) Boston's Political'in tecrübeli araştırma görevlisi Chip Berlet, ABD'nin stratejik ortakları İngiltere ve İsraille yaptığı gizli anlaşmaya göre yakalanan casuslar, zarar verilmeden, sorgulanmadan, ' vize ihlali' gerekçesiyle iade edilmsinin normal olduğunu savundu. (31) Bu araştırmanın yazarı Neil Mackay şu sonuca varmıştı: İsrail, ABD sınırları içinde ' radikal İslamcıları' takip ederken, 11 Eylül eylemini yapacak grubun planlarına da büyük ihtimalle ulaştı. Ancak bunu ABD'ye söylemedi. İkiz Kuleler vurulursa, ABD'nin sonu olmayan bir savaşa girerek İsrail'in düşmanlarına karşı sınırsız bir güç kullanma imkanı sağlayacağını biliyordu. Doğru olanın ne olduğunu bilemiyoruz. Fakat içimizde istenmeyen duygular var. Gerçekleri tam bilmiyoruz, ama arzu edilmeyen gerçeği kafamızdan atamıyoruz. Tarih, gerçekleri keşfedecek ve karar verecek; biz sadece tahmin edebiliriz. İşte İngiltere'de İsrail ve Yahudilere karşı güvensizliğin sebebi bu kuşkuydu. İsrail, kendi çıkarları için 11 Eylüle gözyumup- belki planlayanlara destek vemiş, ABD güç aygıtını düşman olarak algıladığı İslam'ın üzerine yürütmüştü. Uyuyan MOSSAD casusları ile uyuyan teröristler arasında yakın bir ilişki olduğu iddiasını Amerikalılar tartışmaktan hep kaçındı. Bir kaç idealist genç veya yetişkinin biraraya gelerek herhangi bir amaca matuf terör teşkilatı kuramazdı. Terör damgası ile İslamı esir alma savaşını başlatanlar, Türkiye'de ve dünyada 21. yüzyılın dinlerarası diyaloğ asrı olmasına engel olmaya çalışanlardı.: 11 Eylül dinlerarası diyolağa koyulmuş bir bombaydı! 11 Eylülle Hiristiyanlarla müslümanları sonu olmayan bir savaşa sürükleyen MOSSAD ve Ortadoğu'daki düşmanlarını ABD'nin güç aygıtını kullanarak, hiçbir masrafa girmeden, üstelik ek yardım alarak birer birer eksilten İsrail'in keyfine diyecek yoktu. Terör, daha ziyade büyük devletlerin kullandığı çirkin bir psikolojik savaş aletiydi son 50 yıldır. Bir çırpıda sayabileceğiniz terör örgütlerinin elemanları büyük devletlerin kucağında yetişti. Dünyanın herhangi bir ülkesinde bir anket yapılsa ve dünya barışını tehdit edenler ülkeler sorulsa cevabı AB ülkelerindeki anketde ortaya çıkan İsrail ve ABD'den farklı olmazdı. Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve İtalya'nın tehdit edici ilk yedi ülke arasına girmesi kaçınılmazdı. Çünkü bu ülkeler dünyanın en büyük silah üreticileri ve enerji tüketicileriydi. Üretilen silahların pazarlanması için savaş gerekliydi. Savaşın çıkması için terör örgütlerinin beslenmesi elzemdi. Terörün dini, imanı yoktu. Kuzey İrlanda'da olan vahşete ' Hiristiyan terörü', Filistinde olup bitenlere ' Musevi terörü', El Kaida'nın menfur intihar eylemlerinede ' İslam terörü' yakıştırması yapılamazdı. Bu gerçeği anlamak yerine müslümanları terrorist göstermek isteyen CNN muhabiri, Muhammed Ali’ye İkiz Kulelerin yıkılmış harabesinde dolaşırken istediğini söyletmek istemişi; Ali, muhabirin suratına sol bir kroşe ile yukarıdaki gerçeği yumruklamıştı ( 32) Bütün dinlerde savaş sırasında bile sivillere, masum kadın ve çocuklara karşı yapılan saldırılar savaş kapsamında tutulmamıştı. Özellikle İslamda ağaçlar, hayvanlar bile koruma kapsamındaydı. Terörün, ideolojisi etnik milleti, cinsiyeti, vatanı yoktu. Ama 'devlet terörü' ve devlet tarafından desteklenen ' terör savaşı' vardı. Kendini kurtuluş, özgürlük savaşçısı sanan terörist gruplar, eninde sonunda mutlaka büyüklerin kanatları altına girmiş ve yönlendirilmişti. 22 Sovyetler Birliği, dünyanın dörtbir yanında illegal sol örgütlerini beslerken, eğitirken, askeri eğitim, silah değil lojistik destek sağlarken güya amacı Komünizmi yaymak, yani ideoloji transferiydi. 1970'li yıllarda ülkemizde binlerce gencimizi kaybettiğimiz sağ-sol sokak kavgalarında sol örgütler sırtlarını Sovyetlere dayamıştı. Suriye, Lübnan gibi ülkeleri terör merkezi olarak kullanan ilk önce Sovyetler olmuştu. Rusların sıcak denizlere inmesine içerleyen ABD, Ortadoğu'da kendi terör kamplarını kurmakta gecikmemişti. Maşalar üzerinden birbiri ile filler tepişirken altda kalan, kullanılan yine bölgenin fakir, cahil insan potansiyeliydi. Bazılarına gore terörist olanlar bazılarına göre özgürlük savaşçısıydı. İsrail'in Ortadoğu'da başlattığı haksız işgal süreçleri, dayısı ABD'nin bölgede izlediği adaletsiz politikalar hep kızgınlık, nefret meydana getirdi. Daha dün terörist olan Yahudiler, devlet kurmuştu, katliam sorumluları başbakan, cumhurbaşkanı oluyordu. Filistin halkının yüzde 70 güvenini kazanmış HAMAS, ABD destekli görülen Arafat'dan daha fazla güvenilirdi bu topraklarda. İsrail'in ' devlet terörü'ne çaresizlikten intihar eylemleri ile cevap vererek ' terör' usüllerine başvurdular. Terör'ün psikolojik savaş olduğunu HAMAS, ABD ve İsrail kadar iyi bilmekteydi. İsrail'i Filistin kanları üzerinde kurduğu cennetde terörle huzursuz etmek HAMAS'ın çıkmazıydı. İsrail'in işlediği devlet terörünü durdurmayan ABD'nin çıkmazıda terör konusunda ayrımcılık uygulamasıydı. HAMAS'ınki terörde, İsrail askerlerininki neden değildi? Sovyetlerin yıkılması ile 1990'lı yıllarda terör konsepti oldukça değişti. ABD, düşmansız kalamazdı. Tek kutuplu dünyayı kurmak için bile ABD'ye ikna edici bir düşman, yani oyuncak gerekliydi. ' Kızıllardan sonra Yeşillerin yeni düşmanları' olduğunu ilk ağzından kaçıran İngiltere eski başbakanı Margaret Teacher ise, en sonuncu 'gafil' 11 Eylülden sonra Haçlı savaşı başlattıklarını söyleyen ABD Başkanı Bush'du. İslam'ı ' tehlikeli bir vahşet dini', haşa peygamberini ' terörist' ilan eden bir Evengalist-Yahudi mantığı 3 yılı aşkın süredir ABD'yi ve dünyayı yönetiyordu. ABD, yeni düşmanın 1 milyarlık nüfusu ile müslümanlar diye açıklayamazdı, bu nedenle adına ' terörizmle savaş' dendi. Yılardır terörü besleyen sanki kendisi değildi. 1979-1997 arası Usame Bin Ladin, 1979-1990 ararsı sanki Saddam adamları değildi. ABD'yi 11 Eylül terör saldırısından sonra etkisi altına alan psikolojik bunalım dünya geneline yayılıyordu. Terörle mücadeleye geniş katılım sağlanması için sanki gizli bir el, her ülkede terör saldırısı olmasını ve suçun genelde El-Kaida'nın, özelde radikal İslam'ın üstüne kalmasını istiyordu. Bir MOSSAD veya bir CIA ajanı olsanız ve Amerikan- Yahudi çıkarlarını korumak vazifeniz olsa, 11 Eylül 2001'de başlayan yeni milada göre potansiyel düşman seçilen İslam'ın arka bahçesini belirginleştirmek mutlaka işiniz olurdu. Düşmanın adı müslüman, dini İslam, kod adı ' Yeşil Kuşak', kullanılan taşeron malzeme El-Kaida adlı ne idüğü belirsiz hayalet bir süper korku aracı, prokasyon aleti bombalı, bol patlamalı terör, yeri başta direnen İslam ülkeleri olmak üzere tüm dünya sathı, süreç belirsiz olurdu. İslam ülkeleri üzerinde dolaşan kara bulutlar yeni oyunlara gebeydi. İslamın kutsal değerlerine karşı düzenlenen prokasyonlar, en sakin müslümanı bile çileden çıkartmaya yetecek derecede seviyesizdi. Muhammed ismini kirletmek, müslüman denilince akla terörist gelmesi için medya müthiş bir çaba gösteriyordu. Washington'da 2003 yazında etrafa dehşet saçan Sniper'in 26 yıl Hiristiyan kaldıkdan sonra müslüman olmuş, ancak John olan resmi ismini değiştirmemiş biri olduğu ayrıntısını medya bilerek ıskalıyordu. Çevresinde lakabı Muhammed olduğu için hep bu ismi kullanıyordu. İntiharcı 11 Eylülcülerin ondan fazlasının göbek adı Muhammeddi. Peygamberimizin ismi sürekli karalanıyordu. Yapay 23 olaylar çıkarılıyor veya dünyadaki cahil, aptal radikal tiplerin provatif eylemleri teşvik edilerek hazırlanan senaryonun inandırıcı olduğuna dair dünya kamuoyu inandırılıyor; akılalmaz bir gözboyama savaşı kurgulanıyordu. Bu da bir terörizmdi; dinine bağlı her müslümanın terörist olmadığına dair çevresini ikna etmek zorunda kalması ağır bir zuldü. Müslümanlar, İslam'ın temel değerlerine yapılan bu medyatik saldırıyı dünya medyasını her ülkede tekellerinde bulunduran Yahudilerin organize ettiğini düşünüyordu. Yahudilerin 11 Eylül bağlantısı, aslında bir İsrail gazetesinde yeralan oldukça açık bir kayıp ilanıyla başladı. İkiz kulelerdeki 4000 Yahudi kayıptı; bu nedenle Yahudi kurgulu teori müslüman ülkelerde hatırı sayılır bir şekilde hızla yayıldı. 11 Eylül'de işine gitmeyen 4 bin İsrailli vardı. 11 Eylül'de New York'ta saldırıya uğrayan İkiz Kuleler'de dört bin İsrail uyruklu kişi çalışıyordu. Bankacı, borsacı, uluslararası ticaret ve çeşitli alanlarda çalışan dört bin İsrailli, ABD ya da İsrail yurttaşı. İsrail saldırıyı önceden haber alıyor ve kendi yurttaşlarını uyarıyor muydu? İsrail Başbakanı Şaron, 11 Eylül'de New York'ta önceden düzenlenen bir Yahudi sergisininin açılışında bulunacaktı. Ancak, Şaron geziyi son anda iptal etti ve New York'a gitmedi!. Haberi varsa, İsrail ABD'yi neden uyarmıyordu: Bu iddiaları ilk kim dillendirdi?;. İddia nereden çıktı?; Saldırıları Mossad önceden biliyor muydu?;. Biliyor idiyse duyurdu mu?;. 4000 İsrailli'ye ne oldu? sorularına cevap bulmak 11 Eylülü soruşturanların görevi olmalıydı. Ama olmadı! ABD ve İsrail'a gönül bağlılığı olanlara göre, İsrail’e ve Yahudilere yönelik her saldırıyı MOSSAD’a, ABD ve işbirlikçilerine yönelik her saldırıyı CIA’ya mal eden klasik ‘analiz’ yöntemi iş başındaydı! Faik Bulut’tan Suat Parlar’a, Aydoğan Vatandaş'a Fehmi Koru’dan Hüsnü Mahalli’ye çok sayıda köşe yazarı, Saadet Partisi ve İşçi Partisi’nden TKP, ÖDP ve EMEP’e Mahir Kaynak'a kadar sayısı kadar rengi de çeşitli partiler ve entellektüeller ‘komplo teorisyeniydiler. Matrix'de yaşadıklarının farkında olmayan yeni dünyacı enteller, komplo teori uzmanlığını siyasi İslamcıların, burjuva milliyetçilerin ve soldaki reformist güçlerin yürüttüğünü ileri sürüyordu. Yeni Şafak'ta Taha Kıvanç mahlası ile yazan Fehmi Koru, bu konuların üzerine giden en tehlikeli entellektüel olarak görülüyordu. Bir defa iddiayı Türkiye'de ve İslam ülkelerinde ilk ele alanın, ileri sürüldüğü gibi 'İslamcı basın' olmadığı kesindi. Yalçın Doğan imzasını taşıyan "11 Eylül'de işine gitmeyen 4 bin İsrailli!.." başlıklı yazı 3 Nisan 2002 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıktı... ( 33) Eğer iddia 'komplo teorisi' ise, o teoriyi dikkatlere sunan, kesinlikle 'İslamcı basın' veya 'İslamcı' diye anılabilecek yazarlar değildi. İddianın çıkış noktası da, öyle ilk akla geldiği gibi, İslam Dünyası'nın medya organları değildi. "İddia nereden çıktı?" sorusuna verilebilecek en kestirme cevap şuydu: İsrail'de yayınlanan Jerusalem Post gazetesi... Gazetenin, 11 Eylül 2001 tarihinde hazırlanan ve ertesi günün tarihini taşıyan nüshasında, çok açık bir biçimde, "DTM ve çevresinde çalışan 4000 İsrailli'den haber alınamadığı" yolunda bir haber bulunuyordu. Mossad'ın ABD'ye saldırılacağından haberli olduğuna kuşku duyan yoktu. Ancak, haberdar olması ve CIA ile FBI'ya bilgi sunması, aynı bilgiyi New York'ta yaşıyan İsrailliler ile de paylaşması anlamına gelmiyordu elbette. Bu önemli iddia akıl yürütmeyle ispat edilemezdi; başka yöntemlere ve kaynaklara ihtiyaç vardı. "DTM'de çalışan dörtbin İsrailli" iddiası sanıldığı gibi, uzak bir ağız tarafından fısıltıyla yayılmış değildi. Bu iddianın kaynağı İsrail'de yayınlanan Jerusalem Post gazetesiydi. Gazetenin internet sitesine giren herkesin hala görebileceği 12 Eylül 2001 tarihli haberde açıkça, "Terör eylemine muhatap Dünya Ticaret Merkezi ve yakınında çalışan dörtbin kadar İsrailli'nin 24 akıbeti bilinmiyor" denilmekteydi: İddianın kaynağı buydu. ( 34) İddianın bu haber üzerine dolanıma girdiği çok açıktı. Mossad'ın New York ve Washington'daki hedeflere saldırı yapılacağından haberdar olduğu, hatta iki üst düzey istihbaratçıyı ABD'ye göndererek FBI ve CIA'yi bilgilendirdiği de artık biliniyordu. Konuyu ilk duyuran da Londra'da çıkan The Telegraph gazetesiydi. En kritik konu, "DTM ve etrafındaki 4000 İsrailli'ye ne oldu?" sorusunda ortaya çıkan gerçekti. Bu sorunun cevabı, 11 Eylül uğursuz eylemlerinde hayatlarını kaybedenlerle ilgili listelerde yer alıyordu. O listelerde tek bir 'İsrailli' hayatını kaybetmiş görünüyordu. George W. Bush, Kongre'de konuşurken, "130 da İsrailli öldü" dedi. Ancak, konuşmayı haberleştiren New York Times gazetesi, ertesi gün (22 Eylül 2001), İsrail'in New York başkonsolosu Alon Pinkas'a dayanarak, "Saldırılarda sadece üç İsrailli hayatını kaybetti; ikisi uçaklarda, diğeri binalarda" bilgisini sundu. ( 35) Sadece üç İsrailli'nin öldüğü haberi 13 Eylül 2001 tarihli Jerusalem Post'ta da vardı. (36) "Mossad saldırıları biliyor idiyse duyurdu mu?" sorusuna yanıt yine İsrail'den geldi. İsrail'de çıkan Ha'aretz gazetesi, muhabiri Yuval Dror'un imzasıyla, 26 Eylül 2001 tarihinde (saldırılardan 15 gün sonra) "İki Odigo çalışanı DTM saldırısını öngören mesaj aldılar" haberini yayımladı. ( 37) Odigo, iletişim sektöründe çalışan ve anında mesaj servisi veren bir firma; İsrail merkezli ve DTM'de şubesi var. Habere göre, Odigo şirketinin İsrail'deki iki çalışanı, eylemlerden iki saat önce, "DTM'ye saldırılacak" yollu mesaj almıştı. Haber, "Firma, saldırıyı öngören kişiyi bulmak için İsrailli ve FBI dahil ABD'li güvenlik güçleriyle işbirliği halinde" bilgisiyle bitiyordu. "Mossad 11 Eylül eylemlerinin olacağını önceden biliyor muydu?" sorusunun gündeme getirilme nedeni, "CIA ve FBI bu çapta bir eylemden habersiz olamaz" kuşkusuydu. ABD başkanı Bush, eylemin olacağını ' O kader sabahı' diye başlayan konuşmasını yaptı ve eylemi daha önceden bildiklerine ilişkin kuşkuları giderdi. Çeşitli ülkelerin istihbarat servisleri, CIA ve FBI'yı, "Eylem olacak" diye sürekli uyarmışlardı. İngiliz The Telegraph gazetesinde 16 Eylül 2001 tarihinde (yani, eylemlerden beş gün sonra) çıkan David Wastel ve Philip Jacobson haberlerinde: "İsrailli istihbaratçılar ABD'deki mukabillerine, geçen ay, Amerika'daki görünür hedeflere çok yakında büyük terörist saldırılar yapılacağı yolunda uyarılarda bulunduklarını söylediler." diye yazdılar. Mossad, Ağustos ayında, iki üst düzey yetkilisini uyarı için Washington'a göndermişti. ( 38) Mossad saldırılardan haberdar olabilir; bilgisini başkalarıyla da paylaşabilir, ama DTM ve çevresinde çalışan dörtbin kadar İsrailli'den yine de hayatını kaybedenler olabilirdi. Araştırılması gereken temel konu, içinde ve etrafında binlerce İsrailli'nin çalıştığı JP'ye haber olan ikiz kulelerde kaç İsrailli'nin öldüğü konusuydu. CNN'nin internet sitesinde kayıplarla ilgili ayrıntılı bir liste vardı. Oraya bakıldığında, "İsrailli" olduğu özellikle belirtilmiş sadece 1 kişinin bilgisine rastlanıyordu: "Shai Levinhar, 29, New York, N.Y., USA / assistant vice president/senior technical analyst, Cantor Fitzgerald / (..), Israeli." Başka yoktu. Filipinler'den 428, Kolombiya'dan 199 kişi öldü o gün; İsrailli olup da hayatını kaybeden sadece 1 kişiydi, hem de dünya ticaretinin gerçekten merkezi olan bir yerde... ( 39) İnananılır gibi değildi! 11 Eylülden iki hafta sonra, ' Mossad iddialarını mantkız ve deli saçması ' bulan Zaman'dan Fikret Ertan'ın belirttiğine göre, Leon Lebor, Dünya Ticaret Merkezi'nde ölüp de teşhis edilen İsraillilerin üçüncüsüydü. Elli bir yaşındaki Lebor, saldırı günü Dünya Ticaret Merkezi'ndeki bir bakım şirketinde çalışıyordu. Saldırıdan sonra 25 kendisinden haber alınamamış, akıbeti öğrenilememiş ve bir süre sonra ailesi cesedinin bulunamayacağına hükmetmiş, hahamlarla istişareden sonra yas tutmaya başlamıştı. Polis, Leon'un Philadelphia'da çalışan avukat kardeşi David Lebor ile temasa geçmiş ve kardeşinin cesedinin bulunduğunu, yapılan DNA ve parmak izi incelemeleri sonucu cesedin Leon olduğunun kesin olarak tespit edildiğini resmen bildirmişti. Bundan sonra ceset İsrail'e getirilmiş, Kudüs'ün Har Hamenubot Mezarlığı'nda toprağa verilmişti. Haberlerde yer alan çelişki, hangi Yahudinin uçakta, hangi Yahudinin kulede öldüğü konusunun net belirtilmemesiydi. Ertan, Yahudilerde öldüğüne göre 'Mossad komplolarını bırakın Matrix'e dönün' diyordu. ( 40) Asıl sorulması gereken soru, 11 Eylül günü işe gitmeyen Yahudileri FBI'nın sorguya çekip çekmediği idi. Bu kadar iddianın olduğu yerde potansiyel şahit nazarıyla hiç olmazsa bir kaç İkiz Kuleli Yahudinin ifadelerine başvurulması beklenirdi. Bir yerlerden talimat alınmış gibi hiç bir zaman bu yapılmadı. Bu konuyu gündeme getiren New York Times ödüllü Afrika kökenli Amerikalı müslüman şair Baraka, ABD medyasında top ateşine tutuldu. Baraka, İkiz Kulelere 11 Eylül günü işe gitmeyen Yahudilerle ilgili bir şiir yazmıştı. Şiir, bir bomba gibi ABD gündemine düştü. 2002 sonbaharında CNN'de saatlerce buz gibi sorularla ifadesi alınan Baraka, iddiasında inatçıydı. Menfur 11 Eylül eyleminin olacağını, Fransa, Almanya, Rusya, İngiltere ve İsrail'in bildiğini ileri sürüyordu. Yahudileri MOSSAD, tek tek uyarmış, onları ölümden kurtarmıştı. ABD'nin stratejik ortağı İsrail'in bildiği saldırıyı FBI ve CIA'nin bilmemesi düşünülemezdi. Günlerce ABD basınında Baraka'nın Yahudi düşmanlığı yaydığı ve sanatını nefret için kullandığı yazıldı, çizildi. CNN spikeri, utanmadan canlı yayında New York Times Şairlik Laurenti'ni geri vermesini teklif etti. Oralı bile olmayan Baraka emindi: 11 Eylül bile bile ladesti! ( 41) Suudi Arabistan’da yayınlanan Okaz gazetesi 11 Eylül saldırılarından sonra sık sık dile getirilen İsrail bağlantısını gündeme getirerek saldırının İsrail gizli servisi Mossad tarafından gerçekleştirildiğinin iddiasını sadece tekrarladı. Saldırının ABD yönetimi içerisinde yer alan ya da ABD’yel yakın ilişkileri olan birilerinin yardımı olmaksızın bu kadar başarıyla uygulanamayacağını savunan gazete haberinde şöyle denildi: 11 Eylül saldırılarıyla bağlantısı olan 6 İsrailli yakalandıktan sonra serbest bırakıldı. Bu da Mossad’ın olayla bağlantısını kanıtlıyor. Sadece Mossad’ın böyle büyük bir eylemi başarıyla uygulayacak kapasitesi ve ABD yönetimi üzerinde büyük bir etkisi var. Müslümanlarla Hıristiyanları birbirine düşürmeyi amaçlayan Mossad, bu eylemi Arap militanlar aracılığıyla yaptı. Saldırılarda Mossad’ın parmağı olduğunu anlayan ABD de 11 Eylül’ün ardından Arap ülkelerine karşı daha anlayışlı ve yapıcı davranmaya başladı. ( 42) Daha önce de Arap basınında Mossad’ın İkiz Kuleler’de çalışan Yahudileri önceden uyardığı ve 11 Eylül günü binada hiçbir Yahudi olmadığı iddia edilmişti. Müslüman ülkelerindeki büyük çoğunluk bu şekilde düşünüyordu. Gerçekten de, "Yahudiler önceden haberdar edildi" 11 Eylül sonrasında dilden dile dolaşan bir iddiaydı. Ürdün'de çıkan El-Vatan gazetesinde yer alan bu iddia dalga dalga yayıldı. Şüphesiz 02.01.2002 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki aşağıdaki yazısıyla Taha Kıvanç hedefi 12'den vuruyordu. ( 43) İsrail'in Amerika içinde casusluk yaptığı iddiası, ABD basınında genişce yer alıyordu.. Afgan Savaşı sırasında izleyici sayısını olağanüstü artıran 'milliyetçi' Fox-Tv'nin, "11 Eylül'den İsrail haberdardı" sonucu da çıkartılabilen casusluk haber-dizisi bu sebeple şiddetli tepki çekti. Fox-Tv web-sitesinde arandığında karşılaşacağınız, "Bu haber artık 26 yerinde yok" uyarısı konuldu... Amerika'da iletişim tekeli kırıldıktan sonra, ülkenin her köşesinde ayrı telefon şirketi servis verir oldu. Ağır rekabet şartları telefon şirketlerini taşeron firma kullanmaya zorluyordu. En zor ve ayrıntı işlerden biri olan faturalama işleminde uzmanlaşmış iki firma ortaya çıktı: Amdocs ve Comvers... ABD içindeki 25 telefon şirketiyle başka ülkelerdeki 200'e yakın şirketin faturalama işlemlerini üstlenen bu firmaların ikisi de İsrailli. Türkiye'de KOC.NET faturalama işlemini Amdocs'a devretti; Telsim de Comvers'in işbilen ellerine terk etti faturalamayı... Fox-Tv, "Amerika'daki telefonların faturaları İsrail'de düzenleniyor" diyordu. Faturalama alanında çalışan bu iki şirketin hatlara girme yetkisi de vardı. Daha önemlisi, "Kim, kiminle kaç dakika konuştu?" veya "Kimler sürekli görüşüyorlar?" türü soruların cevaplarını vermede kullanılan bütün kayıtları bu firmalar tutuyordu. Fox-Tv'nin haberi, Amerikan güvenlik birimlerinin, "İsrailliler bu iki firma aracılığıyla resmen casusluk yapıyor" inancında olduklarını gösteriyordu. Amerikan güvenlik birimleri, deniz kuvvetlerinde İsrail hesabına casusluk yaparken yakalanan Jonathan Pollard'tan sonra İsrail'in faaliyetlerini mercek altına alınca inanılmaz yöntemlerin bu alanda kullanıldığını tespit etmişlerdi. Bunlardan biri, alış-veriş merkezlerindeki işporta tezgahlarının bilgi toplama amacıyla kullanılmasıydı... Gazetelerde "Gözaltına alınanlardan bir çoğu İsrailli" haberleri çıkmaya başlayınca, alışveriş merkezlerindeki tezgahların açılmadığı görülmüştü... Tezgah başında duran İsrailli gençler sınırdışı edilince sırra kadem basmışlardı. 130 İsrailli gözaltına alınmıştı. 5 gencin yılan hikayesi meçhula yelken açtı. Bu bilgiler 11 Eylül'ün önceden haber alınıp alınmadığıni irdelemek için önemliydi. ABD istihbarat birimleri, Bir grup İsrailli'nin Kaliforniya'da kiraladıkları bir eve kurdukları teçhizatla, o bölgede yaşayan bazı Araplar'ın telefon görüşmelerini dinlemeye aldıklarını tespit etmişlerdi. Amdocs ve Comverse gibi faturalama firmalarının ellerindeki kayıtların da telefonlardan istihbarat çıkarmaya yarayacağı bizzat Amerikan istihbaratçılarının kuşkusuydu. Aynı alanda çalışan ve geçen hafta Comverse tarafından satın alındığı duyurulan İsrail kökenli Odigo firmasına, 11 Eylül sabahı, eylemlerden sadece iki saat önce, ikiz kulelere saldırılacağı haberinin ulaştığı da biliniyordu. Bir ilginç ayrıntı da şuydu: Odigo'da çalışanların kendilerine gönderilen bir mesaj sayesinde 11 Eylül eylemlerinden saatlerce önce haberdar oldukları değişik gazete ve televizyonlar tarafından da dünyaya duyuruldu. Duyuranlardan biri de CNN televizyon kanalıydı. CNN'nin web-sitesine girip arama motorundan Odigo sözcüğüyle arama yapıldığında listenin ilk sırasında bu habe çıkıyordu. Ancak, tıklayarak habere girmeye çalıştığınızda şaşırtıcı gerçekle yüzyüze kalmanız kaçınılmazdı: CNN, başlığını koruduğu halde, Odigo çalışanlarının saldırıları iki saat önce duyduğuna dair haberini http://www11.cnn.com/2001/US/09/28/ınvçmessage.warning/ındex.html kodlu siteden bulamanız mümküm oluyordu. Comverse ve Amdocs firmalarının ABD'deki İsrail casusluk faaliyetlerine katkıda bulunduğu kuşkusunu dile getiren Fox-Tv haberi üzerine, Washington'daki İsrail Sefareti, "İsrail ABD'de casusluk yapmaz" açıklamasıyla kamuoyu karşısına çıktı. Açıklamayı duyanlar, halen bir Amerikan cezaevinde yatan İsrail casusu Jonathan Pollard'ı hatırlayarak, "Sahi mi?" diye sormadan edemediler. Açıklama inandırıcı bulunmadı. İsrail de Jonathan Pollard'ın kötü örnek olduğunu farkındaydı. Bill Clinton'un Beyaz Saray'ı terk edeceği günlerde, dönemin İsrail başbakanı Ehud Barak'ın yoğun telefon ve mesaj trafiğiyle başkanı yönlendirdiği biliniyordu. Barak'ın istediği, dolandırıcılık yaptığı 27 iddiasıyla hakkında soruşturma açıldığı için İsviçre'ye kaçan Marc Rich adlı işadamıyla birlikte cezaevindeki İsrail casusu Jonathan Pollard'ın affedilmesiydi. Başkanların böyle bir yetkileri var ABD'de. Clinton baskılar üzerine Rich'i affetti, ama muhafazakarlar Pollard'ın affını engellediler. Şu telefonlar cidden tehlikeli araçlardı! Emekli Pakistanlı general Hamid Gül, United Press International'a verdiği bir röportajda 11 Eylül saldırılarının ABD Hava Kuvvetleri'nde İsrail'le işbirliği halinde olan hain unsurlar tarafından yapıldığını iddia ediyordu. Gül'e göre,11 Eylülü MOSSAD ve işbirlikçileri yaptı. ABD 11 tane istihbarat servisine yılda 40 milyar dolar harcıyordu. Bu, 10 yılda 400 milyar dolar ederdi. Buna rağmen Bush yönetimi bu saldırının sürpriz olduğunu söyleyebiliyordu. Buna inanmıyordu. Dünya Ticaret Merkezi'nin ikinci kulesinin vurulmasından sonraki 10 dakika içinde CNN, Üsame Bin Ladin'in saldırıyı yaptığını açıkladı.Susurluk sakandalında Mehmet Özbay kod adlı Abdullah Çatlı'nın adı bile bu kadar hızlı medyanın eline servis yapılmamıştı. Ama bu, gerçek suçluların hedef şaşırtma amacıyla bilinçli olarak verdiği bir bilgiydi. Bu bilgi, anında önyargı oluşturdu ve kamuoyu düşüncesini bir transa (kapılıp gitme hali) soktu. Öyle ki, istihbarat elemanları bile artık kendi başlarına düşünemediler. Gül, Bin Ladin ve arkadaşlarını tanıyordu; Pakistan'da, Avrupa'da ve Ortadoğu'da onlarla beraber olmuştu. Bu adamlar en iyi üniversitelerden, çok etkileyici derecelerle mezun olmuş ve İngilizce'yi kusursuz bir şekilde konuşan üstün zekalı insanlardı. Bunlar, fundamental İslamî değerleri yeniden keşfeden Suud rejimi karşıtlarıydı. Çoğu, Körfez ülkelerinin saltanat ailelerinden gelen, ailelerinin ilahi kanunu dalgaya almalarından, milyarlarca doları evhamlarını tatmin etmek için harcamalarından, kendi başlarına özel jetlerle turlamalarından ve Akdeniz'de büyük özel gemilerle haftalar süren gezilere çıkmalarından dolayı kinle dolmuş insanlardı. Üsame'nin yetiştirdiği en iyi elemanlarının çoğu Amerika'nın koruması altındaki, milyonlarca fakir kişinin insanlık onuru aradığı feodal bölgelerden çıkmıştı. Ladinle bağlantılı Vehhabiler Müslüman olan Hristiyanlar'ın bulunduğu bir kentde okul açmışlardı. Gül'ün, 14 yaşındaki kızıda bu okulda okuyordu. Genç kızlar Gül'e Üsame'nin kahramanları olduğunu söylemişti. Ona göre, Üsame'nin müridleri, nerede savaşırlarsa savaşsınlar, her zaman Mücahitler'le beraber anılırlar, İslam'ı ve değerlerini müdafaa ederlerdi. Bir dağdaki bir mağaradan ya da bir çiftçinin ahırından Ladin'in böyle bir operasyon yönetmesi imkansızdı. Üsame, İslam adına Amerika ve İsrail emperyalizmine karşı kıyama kalkmakla sayısız insana ilham kaynağı olmuştu. Gül,, onun böylesine sofistike bir operasyonu yapabilecek imkanı olmadığına inanıyordu. Gül, olayı şöyle yorumluyordu: MOSSAD ve Amerikalı ortakları açık suçlulardır. Bu suçtan kim fayda görüyor? İkiz kulelere yapılan saldırı sabah saat 08:45'te başlıyor, dört uçak belirlenmiş hava rotalarından sapıyor ve hiçbir hava trafik kontrolörü alarm vermiyor. Ve saat 10:00'a kadar hiçbir Hava Kuvvetleri jeti kımıldatılmıyor. Bu, aynı zamanda küçük çaplı bir Hava Kuvvetleri ihtilaline de işaret ediyor. Belki de, Pentagon'a karşı olmuştur öyle bir şey. Radarlar kilitlenmiş, transponderler durmuş. Hiç IFF -Dost musun, düşman mısın- sorgulaması-uyarısı yapılmamış. Pakistan'da, eğer IFF'e cavap verilmezse, başka hiçbir sorgulama yapılmadan anında jetler havalandırılır ve o uçak düşürülür. Bu, çok açık bir şekilde içerden yapılmış bir iştir. Bush korktu ve hemen bir nükleer korunma mahzenine götürüldü. Adam, açık bir şekilde nükleer bir ortamın oluşmasından korkuyordu. Bu, kim olabilirdi? Bu da, Kennedy suikastından sonraya bulutlara karışan Warren raporu gibi, soruşturmalar sırasında buhar olup uçacak mı? Yahudiler Bush 41 denen Baba Bush'un ikinci kez kazanmasını kesin bir şekilde 28 engellediler. Baba Bush'un "Barışa karşılık toprak" projesi için Filistin'de uyguladığı baskı İsrail'in işine gelmiyordu. Oğul Bush'a da karşıydılar, çünkü, oğul Bush petrol çıkarlarına ve Körfez ülkelerine çok yakın birisidir. Baba Bush ve Jim Baker, oğul Bush için 150 milyon dolar topladılar. Bunun çoğu ya Ortadoğu'daki uzantılarından ve ya Amerikalı aracılarından gelmişti. Bush 41 ve Baker, sade vatandaşlar olarak Suudi Arabistan ve İran ile yeni ilişkileri düzenlediler. Bu bilgiyi, her iki ülkedeki kaynaklarımdan aldım. Dolayısıyle, Bush 43 projesi de İsrail için büyük bir tehlikeydi. Bush 43, Florida'da seçimi alınca Yahudiler şok olmuştu. Al Gore için büyük paralar ortaya koymuşlardı. İsrail, emperyalist gardiyanına, "global kapitalizm" emelini daha ileriye götürebilmesi için tam kapsamlı askeri, politik ve ekonomik planının uygulanması için bu afeti bir yol açıcı olarak olarak kullanma fırsatı verdi. 10 yıl önce Saddam'a yenilmelerinin acısını çıkarmak için Colin Powell dikkatli, diğerleri ise pervasız davranırken "global ajanda" hala aynıdır. İsrail, demografik olarak ast olmasına az bir zaman kaldığını biliyor. İsrail, terörizmle doğmuş ve Filistinliler'i terör taktikleri ile sefil ve kıtkanat geçinebildikleri mülteci kamplarına zorladı. Şimdi ise Pakistan'ın nükleer etkinliğinden çok korkuyor. İsrail, şimdi Bush ailesine beklediği fırsatı vermiştir. Artık 'Bush'lar Amerika'nın Körfez'e attığı temeli daha da sağlamlaştırabilir. Ve Orta Asya'daki askeri varlığının süresini uzatarak Hazar Denizi'nde konrolünü tamamen sağlayabilir. Bush, İslamcı fundamentalistlerin asıl atılımlarını modern zamanda, CIA ürünü olarak Sovyetler'e karşı örtülü savaş için kullandıklarında attıkları gerçeğini çok rahat bir şekilde küçümsüyor, ya da kendisine anlatılmamıştır bu. O zaman ben de içlerindeydim. Gül, Ladin'in Kenya ve Tanzanya olayınıda günak keçisi olduğunu ve bu eylemleri MOSSAD'ın yaptığını şu sözleri ile ileri sürüyordu: MOSSAD o iki ülkede de güçlüdür. Uganda'daki rehineleri kurtarmak için İsrail'in yaptığı operasyonu hatırlıyor musunuz? Hem Kenya, hem de Tanzanya lojistik kuyruğun bir parçasıydı. Üsame'nin, sözüm ona bir arkadaşı Karaçi Havaalanı'nda mimlenmişti. Hadise 8 Ağustos 1999'da olmuş ve 10 Ağustos'ta sinek kaydı traşıyla bir adam Karaçi Havaalanı'na iner ve sakallı bir adamın pasaportunu memura gösterir. Bu senin pasaportun değil, denilmişti adama. Sonra adam memuru 200 rupi rüşvet vererek satın almaya çalışmıştı. Şartlar gözönüne alındığında çok gülünç bir rakamdır bu.Memur hayır der, adamı içeri atar ve derhal şarkısını seslendirmeye başlar. Bu mantıklı değil. Üsame bana, Kur'an üzerine yemin etti ve o yeminlerine sadıktır. Samimi Müslümanlar masum sivilleri -içlerinde çok sayıda Müslüman kurban da vardı- öldürmezler. Pasaport, mutlaka adam uçakta uyurken değiştirilmiştir. Bütün bunlar MOSSAD'ın tekniklerini andırıyor. Mücahitler 10 yıl boyunca Sovyetler'e karşı karşı savaştılar. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Sovyet elçiliğine dokunulmadı. Dolayısıyle bunu yapanlar Üsame'nin müridleri olamazdı. ( 44) Bazıları müslümanların paranoyası olarak algılasada her kirli işin, taşın altından çıkan MOSSAD kesinlikle Matrix'in provakatörüydü. 29 CHAPTER 3 MATRİX'İN DARBE SEYİRCİSİ CIA VE FBI 11 Eylül 2001'de hiç bir uçağın çakılmadığına ilişkin iddialar, en fazla Almanya ve Fransa'da yoğunlaştı. Pentagon'daki çakılma tam bir mizansendi. O halde CIA ve FBI Matrix'in Armagedon'unu başlatan 11 Eylüle ya seyirci kalmışlar ya içinde olmuşlardı. Alman Doç. Rainer Hegenbart’in bu konudaki bilimsel çalışması 37 adet folye içeriyordu. Almanya’da doçentlik yapan ve işadamı olan Hegenbart, Münih Yüksekokulu Uluslararası Yönetmelik (İnternational Management) kürsü başkanıydı. Folyelerde olayla ilgili resimleri profesyonel bir şekilde inceliyor ve resimlerin altına olayın gelişimi ile ilgili teorilerini sunuyordu. Oldukça müthiş ve çarpıcı sonuçlara ulaşmıştı. Kendisi yapmış olduğu araştırmaların sonuçlarını şöyle ifade ediyordu: “ 1. İkiz kulelerin çökmesinden evvel çekilen görüntülerindeki hasarlar hiçbir şekilde bir yolcu uçağı tarafindan yapılmış olamaz. Aynı şekilde Pentagon daki hasarlar da bir uçağın çarpması sonucu olamaz. Zira olay yerlerinde hiç bir uçak parçasına rastlanılmamıştır. İkiz kulelerdeki ve Pentagon daki gelişmeleri üç bölüme ayırmak mümkündür: Heybetli ve heyecan verici patlamalar ve ateş topları, ardından binaların cephelerinde hasarlar belli oluyor. Duman birikimi ve Bina çöküsü . Eğer bu delilleri gösteren linkler kilitlenmemiş ve hackerlenmemiş olsaydı http://www.hegenbarmanagement.de/focus/Illustrationen-Dateien/frame.htm) adresinden ulaşılabilecekti. Matrix, gizem istemiyordu. 2. Sadece ikiz kuleler anında yerle bir olmadı, bir kaç saat sonra iki diğer bina da çöktü. Diğer 11 binanın bazı kısımları çöktü veyahut büyük hasar gördü. Hasarın korkunç derecede büyük olması ve olayların ardarda gerçeklesmesi, binaların sanki “planlanmış” gibi seri bir şekilde yıkılmaları ve patlamaları, uçakdan çıkan benzin tarafindan meydana gelmiş olmasını imkansız kılıyor. 3. Televizyonlarda güney kuleye doğru uçtuğu gösterilen uçak görüntüleri manipüle edilmiş. Bu şaşılacak bir durum değil, zira birçok amatör videocu “Videoshop” gibi bilgisayar programlarına sahip ve bu tür görüntüleri bir kaç tıklamayla gerçekleştirebilir. Tabiki o günün telaşıyla televizyon kanalların kasetleri kontrol edememeleri doğal bir durum. Doç. Hegenbart son olarak da: Pennsilvanya´da çekilen resimler ve 11 Eylül den bir hafta önceki uçak şirketlerinin ve sigorta kuruluşlarının borsadaki düşüşünü gösteren grafikleri delil göstererek Matrix'in yalancı dünyasından gerçeğe dönmemizi istiyordu. Doç. Hegenbart web sitesindeki önsözünde şunları söylüyordu: “İnternet’de 11 Eylül olayları ile ilgilenen yaklaşık 100.000 tane uluslararası site mevcut. Çok sayıda Mimar Mühendisleri, Yangın Koruma Mütehassısları, Pilot Cemiyetleri, Tahrip ve Yıkım Uzmanları ve aklı başında olan kişiler o gün yaşanan inanılmaz olayları durmaksızın inceliyor. İnternet’deki dünya kamuoyu bu esrarengiz olayın mozaik taşlarını toparlamaya ve bulmacayı çözmeye çalışıyor. 19 Nisan 2002 günü FBI Şefi Robert Mueller açıklama yaptı ve tahkikatların hiç bir sonuç getirmediğini itiraf etti: “11 Eylül olaylarının planlanması ve icrası artık aydınlanamayacak duruma geldi, zira eylemin faiileri çok profesyoneldiler ve hiç bir iz bırakmadılar.” Evet dünyanın en büyük tahkikatçı kurumu pes etti ve yerini binlerce gönüllü özel araştırmacılara bıraktı. İşte böylelikle de “İnternet komiseri” doğmuş 30 bulundu. ( 45) Televizyon kurumları ve Haber Merkezleri 11 Eylül günü olayların sıcağı sıcağına geliştiği anda hiç düşünmeden, gelen haber çığından bilgi ve görüntülerini denetlemeden bir “kardan adam” meydana getirdiler. Böylelikle tahkikatların ilk istikameti belirlendi. Ne varki 2002 yılının ilkbaharından itibaren bu “kardan adam” erimeye başladı ve görevini tamamlamış oldu. Artık yerini değişik bir resim aldı. Bu resimin şeklini de yüzbinlerce internet komiseri yavaş yavaş şekillendiriyordu. Kanadalı bir mimar teröristlerin mimarlık eğitimi almış olduğundan kuşku duyuyordu. Çünkü İkiz kulelerin bir mimarlık sırrı vardı. Bunu bilen sadece binayı yapan mühendis ve mimarlardı; birde belki FBI ve CIA'de an bir kaç kişi. Binalar depreme dayanıklı yapılmış , 9 şiddetinde depremde bile sadece sallanıyor, yıkılmıyordu. Ancak bir kusuru vardı: Ateşe dayanıksızdı. Uçaklar, kalkış hızından 8 kat hızlı biçimde binaya tam istenilen noktadan girince henüz dolu olan yakıt depoları bomba gibi patlamıştı. Ortaya çıkan ısı sıkı tam 800 dereceydi. Bu ısıya binanın çelik aksamı dayanamadı, eridi. Temelle dökülen beton öyle sağlam ki, ancak bina bu şekilde çökebilirdi. Bunu mağarada yaşıyan adam Ladin ve teröristleri nasıl bilebilirdi? Böylesine profesyonel bir saldırı Amerikan filmlerinde olduğu gibi ancak istihbarat örgütlerince veya çok güçlü destek sayesinde yapılabilirdi. FBI'nın açıkladığı 19 kişilik terörist listesinden iki kişinin halen hayatta başka ülkelerde yaşıyor olması ayrı bir handikaptı. Neden hep müslüman, Arap yolcular üzerinde duruluyordu? Amerika'nın bir çok düşmanı vardı. Mesela Sırplar. Miloseviç'i devirmek için 8 yıl uğrayan Amerika epey düşman kazanmıştı. Üstelik Sırplar çok iyi pilotlardı. Son 10 yıl Almanya'ya çok sayıda Sırp militan göç ettiği için Almancada biliyorlardı. Miloseviç'i teslim almak için 1.5 milyar dolar sayan Amerika pek çok radikal Sırpı kızdırmış olabilirdi. 1999'daki NATO bombardımanı sırasında kan davası açmış Sırplarda ihtimal dışında tutulmamalıydı. 4 uçaktaki toplam 1500 yolcunun özgeçmişlerini didik didik etmek bir günlük işti FBI ve CIA için. Tüm ihtimaller araştırılması gerekirken suçluların hemen açıklanması kuşku uyandırmıştı. Kanadalı bir pilot, ' bu eylemi mağarada telefonsuz, faksız yaşayan Ladin yapamaz' diyor ve gerekçesini şöyle açıklıyordu: " İkiz kuleleri vuran uçaklar öyle ideal ki, teröristlerin zekasına şaştım. Eğer fazla yolcu alan uzun Boingleri seçselerdi kesinlikle kuleleri milimetrik vuramazlardı. Ancak seçtikleri uçakla olabilirdi, küçüğü de olmazdı. Binanın biraz yukarısından ve aşağısından vursalar bina yıkılmaz; kenardan vursalar sadece orası hasar görürdü. Koordinatlar yerden verilmeden iki aylık pilotluk eğitimi almış biri uçağı nokta hedefe kilitleyemez. Yerden çok güçlü destek söz konusu. Amerikan dev kulakları uyuyor mu, anlamadım. Ayrıca neden Arapça değilde, Almanca konuştuklarını da kavrayamadım. Ladin'in terör eylemcilerinin listesini yayımlayan Amerikan basını hepsinin sonuna not düşmüş: Ladinle bağlantılı olduğu sanılıyor. Yani hiç birinin Ladinle bağlantısı net değil. Alman gazeteci Mathias Bröckers, internet üzerinden pek su yüzüne çıkmayan, manşete taşınmayan 11 Eylül'le ilgili haberlere ulaşarak, yanıtsız kalan soruları, çelişkileri ve hasıraltı edilen bilgileri biraraya getirdi. “Komplolar, komplo teorileri ve 11 Eylül’ün sırları” adını verdiği kitapta, mesela "Neden uçaklar ve kontrol kuleleri arasındaki telsiz bağlantıları ve kara kutuların kayıtları kamuoyuna açıklanmıyor?" gibi sorular soruyordu. En önemli bulgu, Pentagon’a çarptığı iddia edilen uçaktan tek kırıntı bile bulanamamış olmasıydı. 7 Aralık 1942 tarihinde Japonlar’ın Pearl Harbour’daki Amerikan donanmasını bir 31 baskınla neredeyse tamamen imha etmesi, ABD’yi şok etmiş ve Washington yönetimi Japonya ve dolayısıyla Almanya ve İtalya’ya savaş ilan etmişti. Bugün, dönemin gizli belgelerini inceleme şansına sahip olan tarihçiler, Başkan Roosevelt’in, saldırıdan önceden haberi olduğu ve hatta saldırıya bile bile göz yumduğu kanısındaydı. Aralarında Amerika’nın ünlü uzmanlarının da olduğu bu tarihçiler, Roosevelt’in İkinci Dünya Savaşı’na girmeye ne kadar can attığını, ancak Pearl Harbour baskınına kadar Amerikan halkının yüzde 88’inin savaşa karşı olduğunu hatırlatıyordu. ( 46) 11 Eylül 2001 tarihinde kaçırılan yolcu uçakları Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a çarptırıldığı zaman da ABD ve bütün dünya dehşete düşmüştü. Saldırıdan daha birkaç saat sonra resmi ağızlar için sorumlu belliydi: Usame Bin Ladin ve radikal İslamcı örgütü El Kaide. Ardından da Başkan George W. Bush uluslararası terörizme karşı dünya çapında savaş ilan ediyordu. Ancak o günden bu yana geçen süre içinde, resmi açıklamalarda sayısız çelişki günışığına çıkarken, ABD yönetiminin 11 Eylül saldırılarından önceden haberli olduğu yönünde iddialar ve daha da ötesinde ipuçları artıyordu.15 Mayıs 2002'de Bush, nihayet beklenen açıklamayı ' O kader sabahı.. ' diye başlayan konuşmasıyla yaptı: 11 Eylül saldırısı biliniyordu ( 47) Almanya’da piyasaya çıkan bu kitap, işte bu ve benzeri iddiaları, çelişkileri, komplo teorilerini, yanıtsız kalan, göz göre göre hasıraltı edilen soruları biraraya getiriyordu. Uzun süre Die Zeit, Die Woche gibi Almanya’nın önde gelen gazetelerinde çalışmış olan, Tageszeitung adlı gazetenin de uzun yıllar kültür bölümünden sorumlu olan Bröckers, saldırıların gerçekleştiği tarihten bu yana hepsi bir ağızdan yayın yapan medya organlarına, sanki sözleşmiş gibi Beyaz Saray’ın çığırtkanlığını yapan gazete ve televizyon kanallarına şüpheyle yaklaşmıştı. Alternatif bilgi kaynakları arayışında Bröckers’e en büyük yardım internetten gelmişti. Google arama robotu üzerinden araştırma yapmaya başlayan Bröckers, bu basit yolla kitle iletişim araçlarında pek su yüzüne, manşete çıkmayan bilgileri, kaynak da göstererek, internette düzenli yayınladığı yazılar ile bir dizi haline getirmişti. Kitabındaki bilgilerin gizli olmadığını, her gün internet üzerinden düzenli olarak okuduğu gazetelerden ulaştığını anlatan Bröckers, "Almanya’dan veya diğer Avrupa ülkelerinden değil, ABD’den, Arap dünyasından, çeşitli ülkelerde çıkan İngilizce gazeteleri taradım. Buradan derlediğim bilgiler ile çizilen tablo, resmi ağızların bize sattığı versiyondan çok ama çok farklı oldu. Ancak bu şekilde ufkunuzu genişlettiğiniz zaman, benim başıma gelenler sizin de başınıza gelebilir, hemen Amerikan ya da Yahudi karşıtı damgası yiyebilirsiniz" diye özetliyordu çalışmasını. Gazeteciliğin kriterleri doğrultusunda olayları tarafsız ve doğru yansıtmaya özen gösterdiğini ve kendisine yöneltilen suçlamalardan bu nedenle etkilenmediğini söyleyen Bröckers, "Hatta kitabımı okuyanlar bana yazdıkları mesajlarda, olayların daha akla yatan versiyonunu benim kitabımda bulduklarını, belki de bir yıl önce Der Spiegel dergisinde yer alması gereken soruları bu kitapta bulduklarını belirtiyorlar" diyordu. Mathias Bröckers, Almanya’da birkaç hafta içinde 18 baskı yapan kitabında, 11 Eylül’ün sorumlularına işaret etme, 11 Eylül öncesi olayları irdeleme gibi saptamalar yapmıyor, kitabın asıl vurucu tarafı, yanıtsız kalan soruları, perde arkası bilgilerle destekleyerek kamuoyunun bilincine yeniden yerleştirme çabasındaydı. Bir yap-bozun parçalarını birleştirir gibi okunan kitabın insanları düşünmeye davet ettiğini söyleyen yazar, bahsettiği çelişkileri şöyle anlatıyordu: "Bugün halen 11 Eylül saldırılarının ardında kim var, bilinmiyor. Saldırıyı yaptığı iddia edilen 19 teröristten altısı halen hayatta. Hatta bir tanesinin 2000 yılında ölmüş olduğu 32 belgelendi bile ve bu bilgiler örneğin BBC gibi saygın kurumlar tarafından duyuruldu. Ama yine de halen bu 19 teröristten bahsediliyor. Büyük bir ihtimalle teröristler sahte pasaport kullanarak uçağa girdiler. Artı, sorulması gereken bir soru da şu: 11 Eylül saldırılarını kim organize etti, finansmanını kim karşıladı? Bu noktada birkaç ipucu vardı. Örneğin, yine BBC’de çıkan bir habere göre, baş terörist olduğu iddia edilen Muhammed Atta’ya Pakistan Gizli Haber Alma Örgütü ISI’ın başkanı General Mahmud Ahmed tarafından 2001 yılının Temmuz ayında 100 bin dolarlık bir havale gönderilmişti. Bu neredeyse iki yıldır bilinen bir gerçekti. Peki neden bu ipucunun izi sürülmüyordu? Çünkü ISI CIA’nin bölgedeki en güvendiği işbirlikçisi, ve bu yönde soruşturma genişletilirse, belki de CIA’nin Atta’yla ilişkisi ortaya çıkabilirdi! İşte bu ve benzeri sorular, yanıtsız kalıyordu. Tabii oluşturulmaya çalışılan ak-kara tablosuna bu gibi sorular uymuyor, arada gri tonlar ortaya çıkarsa, savaş ilan etmek o kadar kolay değil tabi. Kısa bir süre önce ABD tarihinin en büyük askeri bütçesi karara bağlandı, tam 355 milyar dolar! Gerekçe de şu: ABD sonu belli olmayan bir savaşta bulunuyor." Bröckers kitabında, ince eleyip sık dokuyor ve resmi ağızdan yapılan açıklamalardaki mantık boşluklarını, yanıtsız kalan soruları günışığına çıkarıyordu: Neden uçaklar ve kontrol kuleleri arasındaki telsiz bağlantıları ve kara kutuların kayıtları kamuoyuna açıklanmıyor? Neden FBI’da Usame Bin Ladin’i yakalamakla görevli ve New York Times gazetesi tarafından, Amerika’nın en iyi terörist avcısı olarak nitelendirilen John O’Neill, saldırılardan sekiz hafta önce, "Yeter artık, bütün soruşturmalarım belli bir noktaya gelince yukarıdan durduruluyor” diyerek havlu atıyor? Daha da ilginci ve tüyler ürpetici yanı: Bu nasıl bir tesadüf ki, John O’Neill FBI’dan istifa ettikten sonra 1 Eylül tarihinde Dünya Ticaret Merkezi’nin Güvenlik Müdürü oluyor ve saldırılarda hayatını kaybediyor? Bush ailesi ile Bin Ladin ailesi arasındaki ticari ilişkilerin boyutu ne? ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in bu göreve gelmeden önce başkanı olduğu şirketin Afganistan’da kurulacak petrol boru hattından çıkarları ne? Neden pilotlik dersi alan şüpheli yabancılar hakkında FBI tarafından yürütülen soruşturma yukarıdan gelen bir emirle durduruldu? Ve Bush ile Cheney’in muhalefet lideri Daschle’a baskı yaparak, 11 Eylül hakkındaki kongre soruşturmasını engellemesinin ardında ne gibi bir niyet yatıyor? Sorular birbirini izliyor. Sorular, soruları izliyor. Alman medyasında birbirinden çok farklı tepkiler alan, birçok gazetenin, saçmalık olarak nitelendirdiği, ancak birçok yayın kurumunun da yavaş yavaş da olsa ilgi gösterdiği kitabı okurken, “Pekala nasıl oldu da bu soruları daha önce sormak kimsenin aklına gelmedi?” diyordunuz. Ya da “İnsanlar neden resmi ağızdan yapılan açıklamaları bu kadar süredir, bu kadar sorgu sualsiz kabul ediyor?” diye soruyordunuz. Kitabın yazarı Mathias Bröckers şöyle yanıt veriyordu: "İnsanlar işler biraz karmaşıklaşınca, önlerine konulan gerçeğe inanıyorlar. George Bush ve ekibinin en büyük başarısı da bu. Geçenlerde ABD’de bir kamuoyu araştırması yapıldı ve bu araştırmanın sonunda, halkın üçte ikisinin El Kaide ile Irak arasındaki çok yakın bir ilişkinin bulunduğunu düşündüğü ortaya çıktı. Oysa Irak ve El Kaide arasında ilişki olduğuna dair tek bir kanıt yok. Ve hatta ılımlı bir İslami çizgi izleyen Saddam ile radikal İslamcı El Kaide arasında işbirliği değil, daha çok bir düşmanlık daha olası." Kitaba ve yazarına yöneltilen bir dizi eleştiri de vardı. Öncelikle kitabı internette yaptığı araştırmalar sonucu yazan Bröckers’in bu metodu, bazı basın kurumları tarafından alaycı bir tavırla eleştiriliyor, “Oturduğu yerden, bilgisayarı başından 11 Eylül’ü aydınlatmak mı olur?” deniyordu. Bröckers ise bu eleştirilere şöyle yanıt veriyordu: “Benim kitabımda kaynak gösterdiğim internet sayfalarının yüzde 85 ila yüzde 90'ı 33 herkesin bildiği, saygın kurumlar, BBC, CNN veya New York Times, Washington Post gibi, benim için internet bütün medyayı içine alan apayrı bir kaynak olduğu için bu iddiaları yersiz ve tutarsız buluyorum." (48) Türk basınına yansıyan en ilginç haber ise, Pentagon çevreleri tarafından “saldırıyı örgütleyenlerin lideri” gibi yansıtılan ve fotoğrafları internet dahil tüm medya’da basılan Muhammed Atta ile ilgiliydi. Hürriyet gazetesinin 3 Eylül 2002 tarihli sayısında verilen habere göre, Atta’nın babası Muhammed el Emir Atta, yüksek tirajlı haftalık Alman gazetersi Bild’e, oğlunun 12 eylül günü kendisini telefonla aradığını ve saldırıdan habersiz olduğunu anlatmıştı. Öldüğü ilanedilen oğlunun halen yaşadığını ve USA istihbarat birimleri tarafından yokedilmemek için saklandığını iddia ediyordu. (49) Michael Isikoff imzasıyla 2002 eylül ayının ilk haftası içinde Newsweek’te yayınlanan habere göre, 11 eylül’ün ardından uçak korsanları olarak ilanedilen Khalid (Halid) Almihdhar ile Nawaf Alhazmi’nin yakın arkadaşları (oda arkadaşları) olan biri, FBI’ın habercileri (ispiyoncuları) arasındaydı. (50) Almanya’nın 11 Eylül saldırılarına karışan kişiler tarafından üs olarak kullanılmasının, Alman içişleri politikasını zora sokmuştu. Bu nedenle federal ve eyalet parlamentolarından geçirilen Terörle Mücadele Yasası’yla istihbarat servislerine daha geniş kapsamlı izleme ve dinleme yetkileri tanındı. Kuzey Ren Vestfalya Anayasayı Koruma Dairesi başkanı Hartwig Möller, Alman basınına yasayla ilgili şöyle söylüyordu: “Bankalar ve havayolları şirketleri para transferleri ve şüpheli kişilerin yolculuk yapması durumunda resmi makamlara bildirimde bulunmak zorunda artık. Telekomünikasyon şirketlerinin kayıtlarından daha kolay yararlanmamız da sağlanarak, izlenen kişilerin ilişkilerini ve iletişim verilerini denetleme olanağı doğdu.” Yasaların değişmesine rağmen, polis ile gizli istihbarat servisleri arasındaki ayrım kaldı. Hartwig Möller, bu ayrımın da iyi olduğunu söylüyor ve “Greenpeace” Çevre Koruma Örgütü’nün Fransız istihbarat servisi tarafından batırılan “Raibnbow Warrier gemisi olayına ve İsrail’in ve Amerika Birleşik Devletleri’nin düşmanlarını gizli istihbaratın komando eylemleriyle öldürmesini kötü örnek olarak gösteriyordu. Möller, Alman istihbarat birimlerinin 11 Eylül’den çok önce Amerikan yetkililerine Muhammed Atta ve arkadaşları hakkında bilgi verdiklerini belirtiyordu. 11 Eylül saldırılarının hazırlanmasında önemli rol oynadığı tahmin edilen kişilerden biri, Faslı Münir El Mutassadık Hamburg eyalet mahkemesinde yargılanarak 15 yıl hapis cezasına mahkum oldu. Düsseldorf Eyalet Mahkemesi’nde de yine Muhammed Atta’nın yoldaşlarından olduğu sanılan bir Ürdünlü’nün davasında ise beraat kararı çıktı. (51) OKTAY SİNANOĞLU'NUN MÜTHİŞ İDDİASI ! 1962 yılında, henüz 26 yaşındayken, ABD'nin Yale Üniversitesi'nde dünyanın en genç profesörü olmuştu... İki kere Nobel'e aday gösterilmiş ilk Türktü... Kimyaya matematiği sokmuş, moleküler biyolojinin kurucularından, fizik, astrofizik, nükleer fizik gibi bilimin çeşitli dallarında bir "harika çocuk"tu... TÜBİTAK, ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi'nin kuruluşlarında yer almış, Türkiye'de bilimin gelişmesi için mücadele vermiş bir kişiydi... Ve ülkesinin sorunlarına kafa yormuş, bu uğurda tüm gücüyle savaşmış bir aydındı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu. O, 11 Eylül'den önce Avrupa'da yapılan bir toplantıda 11 Eylül'ün yakınlaştığını duyan önemli bir şahitti. ' Hedef Türkiye' adlı kitabında yaşadıklarına yer veren Sinanoğlu, bir röportajda olayı şöyle anlatıyordu: 11 Eylül'de ben Ankara'ya geldim. Nereden geldim? Avrupa'da üç ülkede yapılan bin kişilik bir toplantıdan. Uluslararası Gençlik, Eğitim ve Küreselleşme toplantısı. İsviçre, Almanya ve İtalya'da yapıldı. Avrupalı bin bilim adamı katıldı. Bu toplantılarda bir sürü 34 'derin' adam vardı. Orada herkes bir telaş içindeydi. Öyle bir olay olacak ki 3. dünya savaşı çıkabilir" tipinde laflar edildi. Ne zaman oluyor bu? 11 Eylül'den bir hafta evvel oluyor. Herkesin dilinde, ‘‘Yakında büyük bir olay olabilir ve bundan üçüncü dünya harbi bile çıkabilir’’ lafı vardı. Ankara'ya geldik, bu olay oldu. Bunu görmemek mümkün mü? Bir-iki milyon insan dünyayı idare edebilmek için her şeyi yapıyor. Küreselcilik bu manadadır ama Türkiye'de başka türlü yutturulmuştur. Batı dilinden, ulusal egemenliğinden, ulus-devletinden vazgeçti diye yutturulmuştur. Böyle bir şey yok. Amerika'nın Psikolojik Savaş Dairesi vardır. Psikolojik Savaş Üniversitesi vardır. Buralarda, ülkelerin topsuz-tüfeksiz nasıl fethedileceği anlatılır. Dünyanın her tarafında yeni dünya düzenci, küresel kraliyetçi takımına karşı bir isyan başlamıştır. Türkiye'de küreselciyiz diyenlerin dünyadan haberi yok. Küreselleşme koca bir yalan. Kuleler'i vuranın Bin Ladin olmadığını ABD'de, Avrupa'da herkes biliyor. Sinanoğlu, Ankara'ya vardığı sabah arkadaşı telefon ederek Matrix'in kurgusunun başladığını şöyle haber verdi: "Oktay, TV yi aç bak, senin dün gece söyledigin savaş çıktı galiba". Sinanoğlu, bunların arkasında CIA ya da başka bir gücün olduğu görüşündeydi. Böyle bir olay tezgahlayıp suçu müslümanların üzerine atmalarının sebebi yüzde 70' in üstünde insanın cahil olduğu ABD'de halka yeşil tehlikeyi daha iyi yutturabilmekti. Ayyrıca Pentagon'un elindeki silah stoklarını eritebilmek için savaşa ihtiyacı vardı.. Dünyanın dört bir yanında yaklaşık 40 yıldır konferanslar veren, bilimsel çalışmalar yapan Prof Dr Oktay Sinanoğlu son yıllarda gündeme gelen bir takım yapılanmalarında çok tehlikeli olduğunu iddia ediyordu. Dünyada görünenin aksine 1700'lü yıllardan bu yana gizli örgütlenmelerin etkili olduğunu savunan Prof Sinanoğlu "Bu illa ki bir dine yada ırka bağlı olmayı gerektirmez. Mesela Bush ailesi Anglo-Sakson'dur ve 120 yıldır bu örgütlenmeye hizmet eder. Tüm dünyada örgütlüdürler. Bunlar diyor ki dünyada insanların çoğu ahmaktır hiç biri işe yaramaz. Dünyayı biz idare edecez. Toplasak toplasak, biraz da abartsak toplamları 2 milyonu geçmez. İnsanların gerisi hiç bir işe yaramaz, hatta arada kalan 5 -10 milyon insan kırılırsa iyi bile olur diyenler var. Tamamiyle insanlık düşmanı, tamamiyle kendi takımının hakimiyeti esasına dayanan ve bu meseleye de din gibi inanan bir örgütlenme çeşidi." şeklinde konuşuyordu. Kutsal İttifak olarak adlandırılan bu örgütlenmenin dünyayı kendi hakimiyetlerinde tutmak için bir kaç bin kişinin bile öldürülebileceği eylemleri kolaylıkla gerçekleştirebileceğini iddia eden Sinanoğlu "Son yıllarda Türkiye'de bir tartışma aldı başını gitti. Yok Batı'da ulus devlet bitti, ulus dilleri kaybolacak diye. Yok öyle bir şey . Avrupa Birliği projesi dünya devleti projesinin bir ön aşamasıdır. Ancak bu örgütlenemin yaptığı bir şey daha var. Resmi söylemin dışındaki herşeye komplo gözüyle bakılmasını sağlamak. Bütün bunları ben söylemiyorum. Amerika'da , Avrupa'da bir çok çevrede bunların belgeleri ortaya çıkmaya başladı bile" diyordu. ( 52) 11 Eylül 2001 günü Amerika'da yaşanan kamikaze saldırılarının perde arkası giderek aralanıyordu. ABD Başkan adaylarından Lyndon LaRouche ve Pakistanlı istihbaratçı general Hamdi Gül'den sonra eski bir CIA ajanı olan Michael Ruppert de saldırının CIA tarafından düzenlendiğini belgeleriyle ortaya koymuştu. Extremist Liberterien” Parti’den 2004 seçiminde başkan aday adayı olan Lyndon LaRouche, 11 Eylül terörünü düzenleyen güçlerin “Amerika'nın dışında değil içinde” olduğunu söylerken, 11 Eylül hadisesinden bir hafta sonra ise, kendisi ile yapılan röportajda şu değerlendirmeleri yapıyordu: "11 Eylül hadisesi, bir makyaj operasyonudur ve tam da uluslararası mali ve parasal 35 çöküşün yaşandığı dönemde yapılmıştır. Bunu yapan, katiyen ABD dışındaki güçler değildir. Başka ülke insanları kullanılmış olabilir. Fakat bunu yapanlar, ABD içindeki güçlerdir. Hedef, ABD'de yönetim darbesi yapmak, olur veya olmasa da, ABD'yi bir savaşa sürüklemektir. Bunu yapanlar, hedeflerine ulaşmak için ileri hareketlerine devamla, başka operasyonlar da yapacaklardır. Halk kışkırtılacak, hükümet savaşa sürüklenecektir. Bunu durdurmalıyız. CNN'nin, Fox TV ve benzerlerinin yayınlarına katiyen kapılmayın. Bunlara kapılmak ve ülkeyi savaşa sürüklemek, operasyonu yapanların maksatlarina alet olmaktır. Afganistan'a müdahale gibi şeyleri asla düşünmemeliyiz. Ayrıca, ABD ve daha pek çok ülke için tehdit oluşturan İsrail'i durdurmalı ve Orta Doğu'da barışı sağlamalıyız. Çünkü buradaki kriz de, Asya'da verilmesi planlanan savaşın bir parçasıdır." ( 53) Eski bir CIA ajanı olan Michael Ruppert, iddiasına 1 yıl boyunca ABD medyasında yayınlanan 29 makaleyi kanıt olarak gösterdi. Ruppert’in iddiası uluslararası haber ajanslarınca da duyurulan iddiası, www.copvcia.com adlı istihbarat sitesinde de ayrıntılarıyla rapor halinde yer aldı. Rapora göre CIA, böyle bir saldırıyı yıllar önce planlamaya başladı ve aşamalı olarak uygulamaya geçirdi. İşte Ruppert imzalı yazıda kronolojik olarak sunulan deliller şunlardı: 1998-2000: ABD eski başkanı baba George Bush, savunma sanayii şirketi Carlyle Group adına Suudi Arabistan’a gitti. Kraliyet ailesinin yanı sıra Suudi terörist Ladin’in ailesiyle görüştü. (Wall Street Journal, 27 Eylül 2001) 13 Şubat 2001 : Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) El Kaide örgütünün haberleşmede kullandığı şifreleri çözdüğü ortaya çıktı. Ladin, 7 ayda şifreleri değiştirmiş olsa bile bu hükümetin “saldırılar yıllar önce planlandı” açıklamasıyla çelişiyor. (UPI Haber ajansı) Mayıs 2001: Eski bir Gizli Servis ajanı olan Dışişleri Bakanı Yardımcısı Richard Armitage, CIA başkanı George Tenet’le Pakistan’a gitti. Devlet Başkanı Pervez Müşerref’le gizli bir görüşme yaptı. Bu gezi sırasında Tenet Pakistan Gizli Servisi (ISI) Başkanı General Mahmud Ahmed’le görüştü. Detay verilmedi. (Hindistan SAPRA Haber Ajansı, 22 Mayıs 2001) Temmuz 2001: 3 Amerikalı yetkili; Tom Simmons (ABD’nin eski Pakistan büyükelçisi), Karl Inderfurth (Dışişleri Bakanlığı eski Güney Asya müsteşarı), Lee Coldren (Dışişleri Bakanlığı eski Güney Asya uzmanı) Berlin’de Taliban temsilcileriyle görüştü ve ABD’nin Ekim’de Afganistan’a askeri bir harekat düzenleyeceğini söyledi. Toplantıda Rus ve Alman istihbaratçıları da vardı. (The Guardian 22 Eylül 2001) Yaz 2001: Amerikan Savunma Bakanlığı görevlisi Dr. Jeffrey Starr Ocak ayında Tacikistan’ı ziyaret etti. Gazete Amerikan sınır komandoları Kırgızistan’da eğitim gördüğünü, Tacik ve Özbek özel kuvvetleri birliklerinin de Alaska ve Montana’da eğitim aldıklarını bildirdi. (The Guardian 26 Eylül 2001) Yaz 2001: Pakistan Gizli Servisi şefi General Mahmud Ahmed 11 Eylül saldırısını gerçekleştiren teröristlerin elebaşısı Muhammed Atta’ya 100 bin dolar para gönderdi. Haberi FBI doğrulayınca Ahmed istifa etti. (The Times of India, 11 Ekim 2001) Temmuz 2001: Alman istihbarat örgütü BND, CIA’yı ve Mossad’ı, Ortadoğulu teröristlerin ticari uçakları kaçırarak Amerikan ve İsrail kültürünün önemli sembollerine saldıracakları konusunda uyardı. (Frankfurte Allgemaine Zeitung, 14 Eylül 2001) 9 Eylül 2001: Bir İran vatandaşı Amerikan polisini arayarak Dünya Ticaret Merkezi’ne bir saldırı yapılacağını ihbar etti. Telefon görüşmesi Alman İstihbaratı tarafından da doğrulandı. CIA bir şey yapmadı. (Online haber ajansı, 14 Eylül 2001) Ağustos 2001: FBI, Boston’da Ladin’le bağlantılı İslamcı bir militan yakaladı. FBI’ın 36 yaptığı sorgulamada El Kaide’nin önemli yöneticilerinden biri olan adamın uçuş dersleri aldığı ve üzerinde Boeing uçaklarının kullanma kılavuzu bulunduğu ortaya çıktı. (Reuters, 13 Eylül 2001) Yaz 2001: Rus istihbaratı CIA’yı 25 terörist pilotun bir intihar saldırısı için eğitim aldığı konusunda uyardı. Bu konudaki haberler Rus basınında yer aldı. 4-14 Temmuz 2001: Ladin, BAE’nin başkenti Dubai’deki Amerikan hastanesinde böbrek tedavisi gördü. Hastanede CIA yetkilileriyle görüştü. (Le Figaro, 31 Ekim 2001) Ağustos başı: Rusya lideri Vladimir Putin, Rus istihbaratına ABD’yi havaalanlarına ve hükümet binalarına düzenlenebilecek saldırılar konusunda uyarma talimatı verdi. (MSNBC, 15 Eylül 2001) 3-10 Eylül 2001: Cayman adalarında bir radyo programına katılan bir dinleyici 11 Eylül’den 1 hafta önce ABD’ye yönelik bir saldırı konusunda uyarıda bulundu. (MSNBC, 16 Eylül 2001) 1-10 Eylül 2001: Falkland Savaşı’ndan beri yurt dışına gönderilen en büyük İngiliz askeri gücü olan 25 bin asker “Temel Hasat” tatbikatı için Arap yarımadasının Pakistan’a en yakın noktasında bulunan Umman’a gitti. Aynı dönemde 2 Amerikan savaş gemisi de Arap Körfezi’ne hareket etti, 17 bin Amerikan askeri “Parlak Yıldız” tatbikatına katılmak üzere Mısır’daki 23 bin NATO askerine katıldı. Bütün bu askeri güçler 11 Eylül öncesi bölgeye konuşlandı. (Guardian, CNN; Fox, Observer) 6-7 Eylül 2001: United Hava Yolları’nın 4744 hissesi borsada satışa çıkarıldı. Hisselerin çoğu CIA direktörü A.B. “Buzzy” Krongard’ın 1998 yılına kadar yöneticisi olduğu DeuttscheBank/AB Brown tarafından satın alındı. (New York Times) 10 Eylül 2001: American Havayollarını’nın 4516 hissesi satışa çıkarıldı (Wall Street Journal) 6-11 Eylül 2001: United ve American Hava Yolları’nın satışı normale göre yüzde 600 arttı. Diğer havayolu şirketlerinde ise böyle bir hareketlilik yaşanmadı. (Reuters 10 Eylül 2001) Eylül başı: CIA, Mossad ve çok sayıda yabancı istihbarat örgütünün Promis adlı programı kullanarak hisse senedi işlemlerini dakikası dakikasına takip ettiği ortaya çıkarıldı. Amaç terörist saldırılar konusunda önceden bilgi toplamaktı. Temmuz ayında Promis’in sahibinin Ladin olduğu ortaya çıkarıldı. FBI ve Adalet Bakanlığı yaz başından beri istihbarat toplamak amacıyla Promis programını kullandıklarını açıkladı. Ancak 11 Eylül saldırısını anlayamadılar! (Washington Times,15 Eylül 2001, Fox, 16 Eylül 2001) 11 Eylül 2001: Muhammed Atta’nın yakın arkadaşı olan İSİ şefi General Mahmud Ahmed, Taliban adına görüşmelerde bulunmak üzere Washington’a geldi. (MSNBC, 7 Ekim 2001) 11 Eylül 2001: Uçaklar 08.15’te kaçırılmasına rağmen 09.05’e kadar ABD başkanı bu konuda uyarılmadı. Genelkurmay 4 uçağın kaçırıldığını bildiği halde savaş uçaklarına kalkış emri vermek için 75 dakika bekledi. Hava Kuvvetleri’na ait savaş uçakları 09.30’de havalandı ancak çok geç kaldı. Federal Havacılık Dairesi bu konuda uçakların kaçırıldığı bölgelerin radarlar tarafından görülemeyen kara delikler oludğunu ve İkiz Kuleler’e çarpana kadar uçakları radardan takip edemedikleri açıklamasını yaptı. (CNN; ABC; MSNBC; Los Angeles Times, New york Times) 13 Eylül 2001: 15 yıldır Dünya Ticaret Örgütü’ne girmeye çalışan Çin, ABD’nin desteğiyle alelacele örgüte üye kabul edildi. (New York Times, 30 Eylül 2001) 15 Eylül 2001: New York Times’ın haberine göre Mayo Shattuck 3, Deutchebark’ın Alex Brown bölümünden istifa etti. 37 29 Eylül 2001: San Francisco Chronicle'da çıkan bir habere göre American ve United Havayolları'nın satışa sunulan 2.5 milyon dolar değerindeki hisseleri, New York borsası'nın saldırıların ardından işlemleri durdurması nedeniyle satılamadı. Bu süre içerisinde hisse sahipleri hisselerini geri almak için başvuruda bulundu. 10 Eylül 2001: Pakistan’da yayınlanan Frontier Post, ABD büyükelçisi Wendy Chamberlain’in Pakistan Petrol Bakanı’na telefon ederek, daha önce vazgeçilen Türkmenistan doğalgazını Afganistan üzerinden Pakistan’a ulaştıran boru hattı projesini “son jeopolitik gelişmeler ışığında” yeniden gündeme getirdiğini yazdı. 11 Eylül dehşetinin yarattığı en ünlü kişilerden biri, hiç şüphesiz Lisa Beamer oldu. 4.5 aylık hamile olan Lisa'nın eşi Todd Beamer, 11 Eylül sabahı teröristlerin ele geçirdiği ve Pennsylvania'ya düşen United Airlines'ın 93 sefer sayılı uçağındaydı. Teröristler, uçağı Beyaz Saray veya Kongre binasına çakmak istiyorlardı. Ancak başta Todd Beamer olmak üzere birkaç yolcunun kahramanca direnişleri, bu şeytani planı bozmuştu. Todd ile bu yolcular, uçaktaki teröristlere saldırarak, boğuşmaya başladılar. Boğuşma esnasında kontrolden çıkan uçak, Pennsylvania kırsalına düştü. Uçaktaki tüm yolcu, mürettebat ile birlikte teröristler de öldü. Arkadaşlarıyla birlikte teröristlere saldırıp, Washington'u büyük bir terör saldırısından korumaya çalışırken ölen Todd'un son sözü, ‘‘let's roll’’ (haydi girişelim) oldu. Todd kahraman ilan edilirken, bu cümle, ulusal bir nitelik kazandı. Bu olaydan sonra Lisa Beamer, eşiyle yaşamını ‘‘Let's Roll’’ adıyla kaleme aldı. Kitap, 1 milyon adetten fazla satarken, Lisa Beamer da 11 Eylül'ün en ünlü dulu oldu. Başkan George Bush, Lisa Beamer'ı Beyaz Saray'da konuk ederken, ‘‘Let's Roll’’ diyerek takdim etti. Beamer, 11 Eylül üzerinden hem zengin hemde meşhur olmanın yolunu bulmuştu. (55) Korsanların uçakları çaktığı Dünya Ticaret Merkezi'nde ölen tek Türk olan Zühtü İbişti, geride eşi Leyla Uyar İbiş ile her gün kendisini soran üç yaşındaki oğlu Mert'i bırakmıştı. Türkler arasında yayılan ‘‘Leyla yardımlar sayesinde milyoner oldu’’ sözlerine de çok kırılıyordu. Hürriyet'den Doğan Uluç'a 05.09.2002'de yayınlanan röportajda Leyla Uyar İbiş, 11 Eylülden sonra verilen yardımlardan yararlanmak için başvuruda devlete, uçak şirketine, FBI'ye karşı dava hakklarından feragat etmelerinin istendiğini belirtiyordu.Cantor F. kaza sigortasından yüz bin dolar vermişti. Beş yıl süreyle şirket gelirinin yüzde 25'ini eşlerini kaybedenlerin ailelerine dağıtacaktı. Önceleri her üç ayda bir beş-altı bin dolar veren şirket bunu daha sonra aylık haline getirmişti. Kızılhaç ve Salvation Army evinin ipoteğini, su-elektrik masraflarını ödüyordü. Devletten tek kuruş yardım almamıştı. ( 56) FBI, 11 Eylül mağdurlarının dava açmaması için sigorta şirketi ile birlikte çalışıyordu. Sigorta şirketleri, olayı tek bir saldırı olarak ele alıyordu. Sigortalı İkiz Kulelerin sahipleri ise iki uçak, iki saldırı tezi üzerinden yüksek tazminat istiyordu. 11 Eylül mağdurlarının mahkemeye başvurma süresü 22 Aralık 2002’de dolmuştu. Olayda ölenlerin yakınları ve yaralanlardan 4443 kişi 2-3 milyon dolar arası tazminat istiyordu, en az limit 1.7 milyon dolar olarak belirlenmişti. Kongre bütçesinden sağlanacak tazminat ödeneği 6 milyar doları aşacaktı. Kurulan Devlet Fonunun başkanı Kennet Fein berg’e göre, olayda daha fazla insan ölmüştü. Yüzde 75’inin başvuru yaptığı sanılıyordu. Ömürboyu sigortadan yardım alacak mağdurlar anlaşmaya imza atarak, havayolları ve devleti dava etmeyeceklerini kabul etmiş oluyorlardı. (57) ABD’de elliyi aşkın sendika ve insan haklatı örgütü 11 Eylülden sonra artan insan hakları ihlallerini daha iyi takip edebilmek amacıyla Amerikan İnsan Hakları ağınını kurmuştu. 10 Aralık 2003’da varlığını açıklayan kurum öncelikle Amerikadaki insan hakları 38 ihlalleri konusunda bilgi paylaşımı yapacaktı. (58) İkiz Kulelerin yerine yapılacak Daniel Libeskind’in projesi Özgürlük kalesi adlı gökdelen 11 Eylül 2006 yılında tamamlanacak ve yeni tek kule 70 kat olacaktı. Son katın üstüne konulacak çatı ile binanın yüksekliği 541 metreye, antenlerle 609 metreye ulaşacak, böylelikle Taywan’ın başkenti Taipei’de yapılan kuleden daha yüksek olacaktı. Son katda olması gereken gökyüzü bahçeleri yerine yel değirmenleri konulması son anda kararlaştırılmıştı. İkiz kulelerin kira sözleşmeleri Larry Silversten’ın elinde bulunuyordu. Sigorta şirketleri, yıkılan binaların zararını kapatmak için 11 Eylülden sonra dünya genelinde sigorta ücretlerine ek 11 Eylül zamı yapmışlardı. Dünya ortak havuzu sistemi ile çalışan sigortacıların bu zammından herkes etkilenmişti. Sanıldığı gibi İkiz kulelerin patronu tek kuruş zarar etmemişti. ABD hükümeti ve havayolları ise FBI'ın mağdurları mahkeme açmamaları yönünde ikna etmesiyle yakayı kurtarmıştı. Dava açsalar her mağdurun 10 milyon dolar alması gerekiyordu. (59) FRANSIZLAR 'İÇ DARBE' DİYOR Thierry Meyssan adlı bir Fransız gazeteci tarafından yazılan “Dehşetengiz Hile” adlı kitapta, 11 eylül günü İkiz kulelere yönelik saldırının bir “iç darbe” olduğu anlatılmaktaydı. Gazeteci, “İkiz kulelere saldıran uçakların yerden idare edildiklerini” iddia ediyordu.. “Uçaklar çarptığı anda içeride meydana gelen patlamaların kulelerin yıkılmasına neden oldukları” iddialar arasındaydı. Türkçeye’de çevrilen aynı kitapta, “Pentagon’a herhangi bir uçağın düşmediği” iddia edilmekteydi. Fransız gazeteciye göre, USA yönetimin olayla ilgili ciddi aydınlatıcı bir açıklama yapmaması, Pentagon, CIA, FBI, Başkan Bush, itfaiye örgütü gibi kurumları birbirleri ile çelişen açıklamaları, şüpheleri güçlendirmekteydi. Thierry Meyssan, 100 ton ağırlığında depoları dolu ve en az saatte 400 km hızla giden bir Boing 757’nin Pentagon’un sadece dış cephesine zarar vermeyeceği, çarpmanın etkisinin fotoğraflarda görülenden çok daha büyük olacağı kanısındaydı. Ayrıca, çekilen fotoğraflarda hiçbir uçak enkazı görülmemekteydi. Ve gazeteci, “Pentagon’da uçağın kanatlarının izinin neden olmadığını?”, da sormaktaydı. Peki ozaman ne olmuştu? Kendi aralarında bir çatışmamı yaşanmıştı? Bütün dünyada satış rekorları kıran kitap, çok sayıda belge ve fotoğrafla destekleneniyordu. Kitapta, madenlerin özelliği, uçak, elektronik sistem, teknik ayrıntılar, uçaklardaki metaller, yangın, bomba, ne olursa nasıl olur gibi yüzlerce detay vardı. (60) Meyssan, kitabının tanıtımı için France 2 TV'sine yaptığı açıklamada da ABD hükümetini yalan söylemekle suçladı. İnternette yer alan "Hunt The Boeing" adlı bir sitede de Meyssan'ın iddialarını destekleyen fotoğraflar yer alıyordu. Sitede cevapları henüz olmayan bazı sorular da "delil" fotoğraflar eşliğinde yetkililere yöneltiliyordu. Gazeteci Meyssan, 11 Eylül olaylarının ardından yaşananları kitabında şöyle özetliyordu: "Saldırı sırasında Amerikan otoritelerinin neler olduğu hakkında kamuoyuna bilgi sunmaması ve görüntülerin şaşırtıcı şiddeti, kanalların, intihar uçaklarının Dünya Ticaret Merkezi'ne çarpmalarını ve kulelerin yıkılışını tekrar tekrar göstermesine sebep oldu. Beklenmedik olaylar ve canlı yayından doğan eksiklikler, bilgiyi, anında öğrenilen olayların tasviri olmakla sınırlamış ve global bir yaklaşıma engel olmuştur." Saldırıları takip eden 3 gün içinde, bu olayların bilinmedik yönleri hakkında resmi kişiler tarafından birçok ek bilginin verildiğini fakat bu bilgilerin, saldırının kurbanları ve kurtarma operasyonları ile ilgili sonu gelmeyen flaş haberler içinde kaybolduğunu kaydeden gazeteci Meyssan, şu ilginç değerlerdirmeyi yapıyordu: 39 "Olaylar arasındaki ilişkilerde tuhaflıklar, tereddüt ve tezatlar bulunmaktadır. Ulusal güvenlik sebebiyle kamuoyuna bütün dünya, olayların resmi versiyonuyla yetinmiştir. Her ne olursa olsun, burada gerçekleştirdiğimiz dosya, bizleri, şimdiden Amerika'nın Afganistan'a verdiği karşı saldırıyı ve 'Kötülüğün eksenine karşı yapılan savaşın' meşruiyetini sorgulamamıza götürecektir." (61) Gizli Servisler adına danışmanlık yapan Büyük Doğu Mason Locası Başkanı Alain Bauer ile Xavier Raufer'in 11 Eylül saldırısından sonra yazdıkları "La Guerre fait que commence- Savaş daha yeni başladı" adlı kitapları Fransız istihbaratı ve hükümetinin Washington'a gösterdiği gözdağıydı. Pentagonu ve CIA'yi suçlayan Bauer "Saldırı Amerika'ya karşı yapıldı ama acısını zengin ülkeler değil fakir ülkeler çekti, çeşitli ülkelerde turizm ve diğer alanlarda 10 milyondan fazla kişinin işini kaybettiği belirtiliyor. Ladin'i gizli servisler meydana getirdi, bütün teröristleri onlar üretiyor. Ladin 1968'de Kaddafi'yi devirmek için M15'in hesabına çalıştı" diyordu. Bauer "Büyük ülkeler teröristle pazarlık yaparken küçük ülkeler terörizmle mücadele ediyorlar. Teröristlerin hepsi taşerondur, ideolojik terör kalmamıştır. Terörün ne yüzü, ne formatı, ne de kimin yaptırdığını bilmek son derece güçtür. Amerika 11 Eylül'den sonra Irak'a da saldırıyı ortaya attı. Irak'ın adı bugüne kadar uluslarası terörizme bulaşmamıştır. Bunu neyle izah edebiliriz. Çıkarları olan ülkeler vardır, bu çıkarlar uğruna mağdur edilen ülkeler vardır ve bu çarkın işleyi yeni değildir" dedi. (62) Büyük Fransız gazeteleri ve gizli servis çevreleri, Washington ve New York’daki saldırıların arkasında ‘Üsame bin Ladin’ ve El-Kaide’nin değil, Amerikan ordusu içindeki ‘şahinler’in olduğu tezini destekleyici yönde giderek daha fazla ayrıntıyı gündeme getiriyorlardı. Bu çevreler, denenmiş bir ‘hükümet darbesinden’ bahsediyordu. Bu medya içinde Le Monde ve Le Figaro gibi ‘resmi’ yayın organları da vardı. Burada önemli olan bu medya haberlerinin içeriğinin bütünüyle hakikate uyup uymadığı değildi. Aslolan, bununla Amerika’da 11 Eylül’de başlamış olan gizli bir darbe sürecinin durdurulmaya çalışılmasıydı. Birçok siyasi çevre -sadece Fransa’da değil, aynı zamanda diğer Avrupa ülkelerinde ve Rusya’da da- New York ve Washington’daki saldırıların bir ‘terör saldırısı’ olmadığını, bilakis çok yönlü bir stratejik boyuta sahip olan siyasi bir operasyon olduğunu düşünüyordu. Bu haberlerin kaynağı, gizli servis ilişkileri olan Reseau Voltaire’in ‘Online-Ajans’ ve Paris’in itibarlı günlük gazeteleri Le Figaro ve Le Monde’den başkası değildi. 27 Eylül 2001'de Reseau Voltaire’in yayın kurulu -kendi yorumlarına göre bir hükümet darbesi girişimi olan- 11 Eylül olaylarıyla ilgili özel bir dosya hazırladıklarını açıkladılar. Haber şöyle devam ediyordu: ’ 11.09.2001’de George W. Bush bütün gün boyunca olayları askeri bir darbe girişimi olarak mı yoksa yabancı teröristlerin saldırısı olarak mı yorumlayacağı konusunda kararsızdı... ABD Cumhurbaşkanının, Amerikan ordusunun böylesine caniyane saldırılar organize ettiğini tasavvur edebilmesi müthiş gözüküyor. Ancak 1962’de Cumhurbaşkanı John F. Kennedy, Genelkurmayın Küba’nin işgalini meşrulaştırmayı amaçlayan daha büyük bir komplosuyla karşı karşıya kalmıştı. General Leyman L. Lemnitzer, Amerikan halkını hedefleyen bir dizi dehşetli bombardıman planları yapmış fakat Başkan tarafından engellenmişti. Fazla sürmeden Lemnitzer ve diğer aşırı sağcı subaylar Kennedy’nin öldürülmesi hadidesini organize ettiler.’ (63) Bir başka makalenin girişinde şunlar ifade ediliyordu: ‘11 Eylül 2001, saat 10.01. Cumhurbaşkanını korumaktan sorumlu Gizli Servis, New York ve Washington’a yapılan terör saldırılarını düzenleyenlerin sorumluları tarafından telefonla aranıyor. Telefondaki ses, tehditlerinin inandırıcılığını artırmak için, Beyaz 40 Saraydan ya da Air Force One’dan [Başkanın uçağı] verilen Başkan’ın talimatlarının kendisiyle aktarıldığı gizli şifreleri söylüyor. Washington’a geri dönmek üzere olan George W. Bush’u korumak amacıyla uçak bilinmeyen bir menzile çevriliyor; aynı zamanda Beyaz Saray ve demokratik kurumların merkezi olan Capitol boşaltılıyor, siyasi personel atom bombalarına dayanıklı mahzenlere götürülüyor. Ulusal Güvenlik Konseyi’nin hiçbir üyesi artık bir terör saldırısını düşünmüyor, herkes bir askeri darbenin gerçekleştiğini düşünüyor. Ancak saat 20.30’a doğru durum normalleşiyor.’ RV’nin asıl dosyası, sadece ajansa abone olanlara gönderilen ‘Enformasyon bildirisi 235236’da yayınlandı. Bu dosya o günün olaylarının kronolojisini de içeriyor. Ezcümle şunlar da ifade ediliyordu: ‘Sabah saat 10.00 ila saat 20.00 arası Amerikalı yetkililer, saldırıların Ortadoğu’daki grupların giriştiği bir terör eylemi olduğunu düşünmüyorlar, bilakis bir atom saldırısı başlatabileceklerini düşündükleri Amerikan aşırı çevrelerince girişilmiş bir askeri darbe olduğunu düşünüyorlardı. Bu hipotezi destekleyen güçlü gerekçeler vardı. Bugün ise bu hipotez unutuldu, çünkü açığa çıkması durumunda Amerikan halkının morali bozulabilirdi ve muhtemel bir savaşta müttefiklerden gelecek desteği engelleyebilirdi.’ (64) Gizli Servis’in telefonla aranması konusuyla ilgili haberleri değerlendiren ajansın muhabiri Thierry Meyssan, saldırganların telefon konuşmasıyla saldırıların sorumluluğunu üstlenmekten ziyade, Başkan’a bir ültimatom vermek ve ona baskı yapmayı amaçladıkları sonucuna varıyordu. Bu telefon konuşmasından dolayı Bush, hem silahlı kuvvetler üzerindeki kontrolü doğrudan ve bizzat üstlenmek ve özellikle de, bir başkasının kendi kimliğine girip nükleer bir çatışma meydana getirmemesini garanti altına almak için yaklaşık 12 saat Washington’a giremedi ve Stratejik Komando Merkezine (Offut/Nebraska) gitmek zorunda kaldı. Bu arada Beyaz Saray’ın etrafında paraşütçülerin potansiyel bir saldırısını önlemek için keskin nişancılar ve Yer-Hava-roketleri kuruldu. Beyaz Saray ve Capitol derhal boşaltıldı.’ Başka araştırmalar çerçevesinde Meyssan ve ekibi, ‘Başkan’a karşı seferber edilebileceğini düşündükleri grupları’ tespit etmeye çalıştılar. RV staybehind [Amerikan ordusunun bir nevi ‘tetikte bekleyen’ pasif güçleri] içinde gelişmiş ve aynı zamanda Bin Ladin’le ilişkisi olmuş terörist bir ağ olan ‘Special Forces Underground’ hakkında bir araştırma yayınlıyor. Bu ağ Federal hükümete karşı ilk provasını yapmıyor, çünkü John F. Kennedy’nin katledilmesine ve 1995 yılında Oklahoma City’deki terörist bomba saldırısına da adı karışmıştı.’ Reseau Voltaire, bu milis-hareketiyle ilgili olarak, onların yargılanmış Oklahomasuikastçisi Timothy McVeigh, General-Edwin-A.-Walker-kuruluşunun dergisi The Resister (‘Direnişçi’) ve tümgeneral Walker ile ilişkilerini içeren materyal sunuyor. Meyssan, Üsame bin Ladin’le hakkında, bu kişinin suçlu olup olmadığı konusundan bağımsız olarak, ‘belli bir politikayı yürürlüğe koymak için politik bir imkan sağladığını’ belirtiyor ve bu politikayı daha yakından incelemek gerektiğinin altını çiziyordu: ‘Bir kaç ay önce Anglo-Amerikanlar Taliban hareketini desteklemekten vazgeçtiler ve onların rejimini devirmeyi kararlaştırdılar. Temmuzun ortasında askeri bir plan hazırlandı ve operasyonun Ekimin ortasında gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. Bir sır gibi saklanan bu plan, Pakistan’ın eski dışişleri bakanı Niaz Naik ve değişik aktif diplomatlar tarafından doğrulanmıştı. (65) İngiliz Donanma güçleri, böyle bir hareketi meşrulaştıran 41 11 Eylül’den önce bölgede konuşlandırılmışlardı. Naik’e göre bu plan çerçevesinde Zahir Şah’ın, çok yaşlı olmasına rağmen devreye sokulması düşünülüyordu. Pakistan gizli servisinden de Mesud sorununun çözülmesi istenmişti. Nitekim o sorun çözüldü! Fakat Amerikan yüksek komuta kademesinden bazıları bu ilk askeri harekat girişimini yetersiz buldular.’ Bütün bu olup bitenlerde petrol sorunu rol oynuyordu. (66) 16 Ekim tarihli 237 nolu ajans haberi Pentagon’a düzenlenen saldırı ile ilgili başka soruları gündeme getiriyordu. Pentagon saldırısıyla ilgili resimler ve haberler İkiz Kulelerle ilgili haberlerin aksine hükümet tarafından sansürlenmişti. Havacılık,- Balistikve Statik uzmanlarından oluşan bir çalışma grubu uydu fotoğrafları ve diğer bilinen enformasyonlardan hareketle Pentagon’daki hasarın muhtemelen bir uçak tarafından değil, fakat başka bir sebepten kaynaklanmış olabileceği sonucuna varmışlardı. Sonuçta şunlar ifade ediliyordu:’ Amerikan hükümeti saldırılara içerden karışan suikastçıları gizlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor ve şu anda sadece yabancı bir düşmanı hedef gösteriyordu.’ ( 67) RV 237 ‘Bushlarla Bin Ladin arasındaki gizli mali ilişkileri’ de inceliyordu. Daha önce İran-Contra-skandalına karışan meşhur BCCI-bankası (Bush’un daha önce başında bulunduğu) Harkin Energy Group ile ticari ilişkiler içinde bulunmuştu. Çok ilginç bir ayrıntı olarak Bin Ladin’le ilişki içinde olduğu söylenen Salih İdris’in Büyük Biritanya’da parlamentonun, askeri kurumlar ve sivil nükleer kurumlarının korunmasından sorumlu İES Digital Systems şirketinde büyük hisselere sahip olduğuna değiniliyordu. (68) 5 Kasım’da Reseau Voltaire ‘Korkunç Manipülasyonlar’ isimli makalesinde resmi açıklamalardaki kapalılık ve noksanlıkları açığa çıkaran ve uluslararası kaynaklar tarafından günbegün aydınlatılan hususlara dayanıyordu - bu kaynaklar içinde Proseco, Canal Plus, Figaro, Times of İndia ve Observer gibi yayınlar da vardı.(69) Bunlardan birisi Figaro’nun Bin Ladin ve Amerikalı bir yetkili arasındaki sözde temaslarından bahseden 31 Ekim tarihli bir haberi idi. (70) 12 Kasım’da Fransa’nın önde gelen gazetesi Le Monde yukarıda bahsettiğimiz bu haberi yayınlamıştı ve böylelikle hiçbir resmi çevre artık bunu geçiştiremezdi. Le Monde ‘Yasaklanmış hakikat’ isimli yeni kitabın ayrıntılı tanıtımını yayınladı, (ki kitabın yazarları Fransız gizli servis ve hükümet çevrelerine yakınlığıyla tanınıyorlar). Sylvain Cypel tarafından yazılan tanıtım yazısının başlığı ‘Washington Taliban’la müzakerelerde bulunduğundaydı’. Tanıtım yazısında şöyle deniliyordu: ’11 Eylül’den önce Bush hükümeti FBI’ın terörizmi önleme kapsamındaki aktivitelerini bloke etmişti, çünkü Taliban’la, Üsame bin Ladin’i teslim etme karşılığında onları destekleyeceklerine dair, yoğun müzakereler içerisinde idiler. Bu, 14 Kasım tarihinde yayınlanmış ‘Yasaklanmış hakikat’ isimli kitabın teziydi.. (71) Kitabın başlığı sansasyon uyandırmayı hedefliyordu. ‘Bin Ladin-Yasaklanmış hakikat’ başlıklı yazı pazarlama stratejisi kokuyordu. İmla hataları acele edilerek baskıya verildiği izlenimini uyandırıyordu... Fakat bütün bunlar dikkatlerimizi kitabın yazarları olan JeanCharles Brisard ve Guillaume Dasquie’nın gündeme taşıdığı teoriden başka yere çevirmemeliydi. Onlar ne söylüyorlardı? İlk olarak, Washington diplomasisinin, Körfezmonarşileriyle ilişkilerini korumak istemesi yüzünden, FBI’ın 11 Eylül’e kadar Suudi Arabistan ve Yemen’de Anti-Amerikan saldırıları düzenleyen gizli odaklara karşı soruşturma yürütmesine engel olduğunu söylüyorlardı. Buna dayanak olarak, yazarlar, sansasyonel bir haber şeklinde, çalışmalarında engellendiği gerekçesiyle Temmuz 2001 42 yılında kendi kapılarını çalan, FBI’ın ikinci adamı John O’Neill’in ifadesini yayınlıyorlardı. Daha sonra, Amerikan diplomasisinin bir çok yıllardan beri Taliban ve komşularıyla (Pakistan, Rusya, bölgedeki eski Sovyet Cumhuriyetleri, Çin, Hindistan) Amerikan Petrol şirketlerinin tekliflerine olumlu cevap vermelerini amaçlayan sayısız görüşmeler yaptıklarını açıklıyorlardı... Onlar bu görüşmelerin, (ki büyük petrol şirketlerinin hükümet üzerinde güçlü nüfuzları var) Bush hükümeti tarafından şevkle yeniden başlatıldığını ortaya koyuyorlardı... 1998 yılından itibaren Amerikan petrol üreticileri ve diplomatlar, Taliban’ın ülkede tam anlamıyla hakim olmasının mümkün olmadığı -ki bu suretle Afganistan’ın ‘istikrara’ kavuşmasını bekliyorlardı- kanaatine vardılar. Bu ‘yeni Büyük Oyun’dan geri çekilme anlamına geliyordu, ki bunda Amerikan-Pakistan tarafıyla Rus-İran-Hint tarafları arasında, Afganistan’da bir cephenin diğerine galebe çalmasına engel olan ve birbiriyle çatışan çıkarlar vardı...Eğer bu, bir ‘Sıfır toplama oyunu’ olmayacaksa, Washington için bu, Amerikalıların, Rusların, Pakistanlıların ve hatta İranlıların ülkeyi imar etmek ve Orta Asya petrol şirketlerine açmak için Afgan fraksiyonlarının uzlaşmasını kabul etmeleri anlamına geliyordu. Sorumluluğu Bin Ladin üzerine yıkılan Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan Konsolosluklarına yapılan saldırılardan (Ağustos 1998) sonra Amerikan-Taliban müzakerelerinde ana gündem maddesi Bin Ladin’in teslim edilmesiydi. Ladin’in iadesi karşılığında Clinton hükümeti Taliban yönetiminin bir şekilde tanınacağının işaretini vermişti. Bundan ortakları olan Körfez monarşileri ile Pakistan’ı kontrol etme zorunluluğu doğdu. Uluslararası düzeyde baskı mekanizmaları harekete geçirildi: BM krizden çıkmak için bir strateji üretmek ve Kabil’e karşı yaptırımlar uygulanmasını taleb eden BM kararı 1267’yi kabul etmek için ‘6+2’ (Afganistan’ın altı komşu ülkesi, artı ABD ve Rusya) isimli bir müzakere forumu oluşturdu. Suud gizli servisinin şefi Prens Turki Al Faisal, Molla Ömer’e Üsame bin Ladin’in teslim edilmesi için iki kez başvurdu fakat sonuç alamadı. Bush hükümeti 2001 yılının Şubat ayından Ağustos ayına kadar ilerleme kaydetmeye çalıştı. Nisan ayında Taliban’dan yetkili birkaç kişi Washington’a davet edildiler. Bilinen son temas, 2 Ağustos tarihinde Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey bir yetkili olan Christina Rocca ile Taliban’ın İslamabad’daki büyükelçisi arasında gerçekleşti. Buradan Taliban hükümetine bir son vermek amacıyla sürgünde yaşayan kral Zahir Şah’ın etrafında oluşturulacak bir kabileler şurasını devreye sokma fikri (Loya Jirga) doğdu; ancak bu fikir batılı diplomatlar tarafından 11 Eylüle kadar kamuoyuna açıklanmadı. Aylarca Washington bu fikri Taliban’a direk ‘6+2’ ile ve gizli görüşmelerde Roma’da, Kıbrıs ve Berlin’de BM Genel sekreteri Kofi Annan’ın özel temsilcisi İspanyol Francesc Vendrell’in himayesinde sundu. Bunun en güçlü ve artık sır olmaktan çıkmış delili ise Kofi Annan’ın saldırılardan 4 hafta önce, 14 Ağustos tarihli raporunda yer alan şu ifadelerdi: ‘Nisan’dan Temmuz’a kadar Taliban’ın tek başına hakimiyetinin yerine alternatif bir hükümet oluşturmaya yönelik yüksek düzeyde diplomatik çabalar vardı.’ (72) Le Monde’da iki yazar hakkında verilen biyografik bilgiler onların Fransız gizli servisiyle yakından bağlantılı oldukları konusunda hiçbir şüphe bırakmıyordu: ‘Yasak hakikat’in yazarları ajan çevresine yakınlar. Jean-Charles Brisard, Viventi’de ekonomik haber alma servisinden sorumlu idi ve daha sonra Fransız gizli servisinin talebi üzerine El Kaide’nin finansal kaynaklarını araştırdı. Onun Üsame bin Ladin’in ekonomik çevresiyle 43 ilgili raporu George Bush’a Jacques Chirac tarafından Washington’u 11 Eylül’den sonraki ilk ziyaretinde sunuldu. Guillaume Dasquie gizli servis konularında uzmanlaşmış bir ajans olan İntelligence Online’ın yazı işleri müdürüydü. (73) Hoolywood filmlerine konu olan gelişmiş ülkelere yönelik terörist-gerilla saldırısı beklentisinin kökeni, TOP SECRET bir rapora dayanıyordu. 140 sayfalık raporda nükleer, biyolojik ve kimyevi bir terörist saldırının mümkün olduğu belirtilerek, alınacak önlemler için hükümetlerin bütçe ayırması talep ediliyordu. 20 Ağustos 2001'de 11 Eylülden önce raporu haberleştiren The Toronto Star gazetesi, önümüzdeki 5-7 yıl için alarm verildiğiniğ belirtmiş, eğitim ve uyarı sistemlerinin pekiştirilmesi, operasyon timinin oluşturulması üzerinde durulduğunu yazmıştı. Amerikan filmlerinde olduğu gibi ilk olarak nükleer, biyolojik ve kimyevi bir saldırı istihbaratı alındığında erken müdahale edebilmek için özel eğitimli timlerin yetiştirilmesi, tıp personelinin eğitilmesi öngörülüyordu. Bu konuda eleman tespiti için ordunun görevlendirilmişti. Amerika'nın bu hizmeti veren timleri zaten vardı. Yeni olan Kanada'nın da tehdit edilen ülkeler arasına girmesi ve Kanada ordusundan da bu alanda eleman istihdamı istenmesiydi. Rapor, Kanada Ordusu'na bilgi notu ile birlikte gönderilmiş, " Sadece Kanada Bakışı " ibaresi taşıyordu. İngilizlerin biyolojik ve kimyevi silahlarla savaşa yönelik uzmanları ve operasyon timleri mevcuttu. Amerika işi daha da ilerletmiş, kimyevi silah gücü ile ilgili eğitim hizmetlerinden her yıl milyonlarca dolar para kazanıyordu. Biyolojik silahlarla mücadele için kurulmuş bölge, bu türlü bir tehdit algılaması olan ülkelerden büyük ilgi görüyordu. Her yıl özel eğitimli tim eğitimi için gelişmiş ülkeler epey para döküyorlardı Amerika'ya. Bu sektör bile Amerikalılara para kazandırıyordu. Raporda, kaç kişinin bu alanda uzmanlaştırıldığı, görevlendirildiği yazmıyordu. Kimyevi ve biyolojik saldırılara karşı kaliteli eğitim verildiği belirtiliyordu. Kanada'da bu riske karşı ordu içinden tıp personeli eğitimine eleman ayırmıştı. Kanada Ulusal Güvenlik uzmanları bu raporu 11 Eylül öncesi henüz tartışıyordu. Çalışma Grubu'nun yeni plan çerçevesinde bir gelişim projesi hazırlaması ve yenilenen şartlara göre ihtiyacı tespit etmesi için Mart 2002 tarihi belirlenmiş durumdaydı. Strateji bu tarihte son haliyle ortaya çıkacaktı. (74) Amerikan filmlerinde bu tür saldırıları hep müslümanların planladığı farz edilir, İranlı, Pakistanlı, Arap veya Iraklı teröristler işbaşında olurdu. Filmin sonunda Amerikan kahramanı bir polis, CIA, FBI görevlisi yahut Vietnamda savaşmış bir sivil, teröristleri son saniye de etkisiz hale getirirdi. Seyircinin bilinç altına müslümanlar ' terörist ' simgesi yerleştirilmişti. Eğer saldırıyı planlayan müslüman değilse mutlaka faşist Nazi, Hitler hayranı bir Almandı. Soğuk savaş döneminde Ruslarda ideolojik olarak damgayı yemişti. Sovyetler Birliği'ne özlem duyan bir Komünist terörist senaryoları artık tutmuyordu. Yeni dönemin tehditi müslümanlardı. TÜRKİYE'DEKİ YANKILAR USA’da örtülü bir Pentagon darbesi olduğu iddiasını, Türk basınında ilk dile getiren Yeni Şafak'tan Fehmi Koru idi. Şaşırtıcı olan ABD çıkarlarına toz kondurmayan aynı ülkenin Dışişleri Bakanlığı bürokratları ile yakın ilişki içinde olduğunu söyleyen Türk gazeteci Yasemin Çongar’ınde bu iddiayı doğrulamasıydı. Çongar, Milliyet gazetesindeki 19 Ağustos 2002 tarihli haberinde, ismini vermediği bir Dışişleri Bakanlığı üst yetkilisinin “Her sabah kendi kendime ‘Amerika’da darbe oldu!’ diyorum.” dediğini ve “O zaman bu yaşadıklarımız anlamlı gelmeye başlıyor!”, diyerek 44 sözlerini tamamladığını yazmaktaydı. Gazeteci, darbeyi gerçekleştirenlerin Pentagon içindeki şahinler olduğunu, Dışişleri Bakanı Colin Powel’in büyük ölçüde insiyatifsiz bırakıldığını, Amerika’nın dış politikasını asıl olarak Pentagon ile birlikte Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in ve Savunma Bakan Donald Rumsfeld’in belirlediğini anlatmaktaydı. Yasemin Congar, Powel’e savaş açan ekibin İsrail’deki Sharon gurubu ile ortaklık içinde olduğunu sözlerine eklemekteydi. Yasemin Congar ile konuşan dışişleri yüksek bürokratının 11 eylül saldırısını bir Pentagon darbesi olarak tanımlaması, başka çok güçlü delillerle neredeyse kanıtlanmaktaydı. (75) Neil Mackay imzası ile 15 eylül 2002 tarihli Sunday Herald gazetesinde yayınlanan makalede, Irak’a saldırının daha George W. Bush iktidra gelmeden -günümüzde Bush’un etrafını çevirmiş olan- Pentagon içinde bir gurup tarafından planlandığı anlatılmaktaydı. Yazının altında, Eylül 2000 tarihli “Rebuilding America’s Defenses” (Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası) başlıklı Pentagon şahinlerine ait uzun kışkırtıcı rapor da yeralmaktaydı. (76) W. Bush’un sağ kolu Paul Wolfowitz’in de imzası ile birlikte 16 üst düzeyde Pentagon bağlantılı kişinin imzasını taşıyan 90 sayfalık rapora, ayrıca, http://www.newamericancentury.org/RebuildingAmericasDefenses.pdf adresinden de ulaşmak mümkündü. (77) Daha 2000 yılının eylül ayında, aynı raporda İran- IrakKuzey Kore hedef gösterilmekte, öncelikle tüm Ortadoğuyu ve Orta Asya’yı kana bulayacak bir saldırganlık USA’nın yeni askeri stratejisi olarak öne çıkartılmaktaydı. Şüphesiz böyle bir saldırganlığı öncelikle Amerikan halkına ve özellikle Avrupa halklarına ve hükümetlerine kabulettirmek pek kolay bir iş olmadığı için, New York’un ortasındaki iki dev kulenin ve 3000 kadar insanın canının aynı çevrelerce feda edilmiş olması düşünülebilirdi. Onmilyonlarca insanın canına malolabilecek çılgınca bir saldırganlığı “USA’nın yeni savunma politikası” olarak planlayıp sunanların, ülkelerindeki diğer kurumları ikna edebilmek ve kitleleri peşlerinden sürükleyebilmek amaçlarıyla New York’un ortasındaki ikiz kulelere saldırmaları sonderece anlaşılabilir bir provokasyondu! 11 Eylül istismal edilerek planlarını sahneye koyan Şahinlere engel olmak isteyen Powel'in safdışı edilmedi için herşey yapıldı. Savunma Bakanı yardımcısı Paul Wolfowitz’e ve Pentagon danışmanı Richard Perle’ye (Karanlıklar Prensi) yakınlığı ile bilinen The Weekly Standart adlı dergide Powel’in istifasını isteyen yazılar yayınlanmaktaydı. (78) Aksiyon'dan Mustafa Aydın, JPALS( Joint Precision Approach and Landing System) adlı projeye dikkati çekerek 11 Eylülü gerçekleştirmek için intihar eylemcisine ihtiyaç olmadığını vurguluyordu. Amerikan silah sanayi devi Raytheon tarafından “yoğun hava trafiğini kontrol etmek için geliştirilen” bir sistemin adı GPS teknolojisine dayanan bu sistemde hava sahası kontrol alanına giren askeri yada sivil uçakların uçuş sistemi, kodları pilot tarafından verilmese dahi rahatlıkla çözülüyor ve uçaklar ‘ele geçiriliyor’dı. Kontrol altına alınan uçak bu aşamadan sonra istenilen noktaya ‘indiriliyor’du. Sistem 2000 yılının eylül ayında F/A-18A Hornet uçağı ile askeri amaçlı olarak denenmiş ve "ilk otomatik (hands-free) iniş sistemi" ünvanını kazanmıştı. Sistemi sivil uçaklarda da deneyen Raytheon, Fedex firmasına ait bir kargo uçağını pilotları devre dışı bırakarak yere indirmeyi başarmıştı. (79) Amerika’nın kalbine yönelik 11 Eylül saldırılarından sonra herkes bu saldırının nasıl ‘başarıldığı’nı tartıştı. Havalimanlarında ki güvenlik arttırıldı, tipinden şüphelenilen herkes,başkanın koruması bile olsa, karga tulumba uçaklardan indirilmeye başlandı. 45 Ancak havacılık dünyasındaki yaygın kanı uçakların kaçırılma sonrası kulelere çarptırılmadığı yönündeydi.. Bu yöndeki bilgiler tartışılırken FBI tarafından yapılan ve sonderece gizli tutulan bir gözaltına alma eylemi bu şüpheleri destekler nitelikteydi. FBI Amerikan silah sanayi devlerinden olan Raytheon firmasının 10 proje elemanını sorguya alıp ‘JPALS’ ın başkalarının eline geçip geçmediğini araştırıyordu. Peki neydi JPALS ve Raytheon Başkanı Daniel Burnham ile JPALS proje sorumlusu Buruce Solomon’a sıkıntılı günler yaşatan olaylar dizisi? Bir uzaktan kumanda harikasıydı JPALS. Giderek yoğunlaşan hava trafiğini kontrol etmek ve ‘istenmeyen durumlarda’ uçakların tehlike kaynağı olmasını önlemek amacı ile başlatılan bir projeydi. Projeyi yüklenen ise Amerikan silah sanayiinin en büyük firması olan Raytheon’du. Yaklaşık 20 firması ile hava ve deniz elektronik iletişim alanında faaliyet gösteren, hava savunma ve savaş sistemlerine; hava trafik kontrol sistemlerine kadar her alanda faaliyet gösteren Raytheon 1984 yılından bu yana GPS teknolojisini kullanarak sivil uçakların yerden kontrolü projesini yürütüyordu. Raytheon konuyla ilgili ilk basın açıklaması yapmış ve JPALS ile kontrol dışına çıkan uçakların yerden müdahale edilebileceğini açıklamıştı. Ancak ne olduysa bundan sonra oldu. 11 Eylül saldırılarından sonra harekete geçen Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon JPALS projesinin başkalarının eline geçmiş olabileceğini soruşturuyordu. Çünkü proje henüz deneme aşamasında olsa bile yerden yapılan müdahalelerle ister sivil olsun ister askeri olsun kontrol alınana giren tüm uçakların, pilot vermese bile,uçuş sistem kodları çözülüyor ve uçaklar ele geçirilebiliyordu. Böylece ister hava korsanları tarafından kaçırılsın ister hava muhalefeti ile olsun tehlike arz eden uçaklar güvenli bir yere indirilebiliyordu. Hatta bu proje kullanılarak Fedex e ait bir kargo uçağı test için yere indirilmişti.Gerek FBI gerekse de Pentagon şimdi bu projenin bilgilerinin kimin eline geçtiğini bulmaya çalışıyordu. Çünkü kamuoyuna tamamen barışçıl amaçlarla geliştirildiği açıklanan bu proje istenildiği zaman uçakları bir silaha dönüştürebiliyordu.(80) 11 Eylül Özel Araştırma Komisyonu Başkanı Thomas Kean, 19 Aralık 2003 tarihli CBC'nin haberine göre, olayı bildikleri halde gerekli tedbiri almayan başta Pentagon, CIA, FBI olmak üzere ABD Başkanı Bush'a kadar tüm yöneticileri sorumlu tutuyor, hesap vermeye çağırıyordu. Saldırıyı engellemek mümkün iken bunun yapılmadığı sonucuna vardıklarını, cevaplardan çok daha fazla sorulması gereken sorulara ulaştıklarını açıklayan cumhuriyetçilerden eski New Jersey valisi Kean, başarısızlık buldukları yönetimi suçlayarak ABD Ulusal Konsey sekreteri Condoleeza Rice'ı 16 Mayıs 2002'de yaptığı ' Herhangi birilerinin uçağı silah olarak kullanıp terör saldırısı düzenleyeceğini kimse tahmin edemezdi' şeklindeki sözlerinden dolayı kınıyordu. 1991'de FBI kayıtlarında böyle bir ihtimalin bulunduğuna dikkat çeken diğer komisyon üyesi lobici Kristen Breitweiser, Minnesota ve Arizona'daki pilot eğitimi alan potansiyel teröristler konusunda 6 Ağustos 2001’de FBI'nın rapor yazmasına rağmen devlet birimleri arasında neden irtibat kopukluğu olduğunu anlayamadıklarını belirtiyordu. (81) Matrix'in ' darbe seyirci'si Pentagon, FBI ve CIA, 11 Eylülde yaşanan istihbarat ve güvenlik bunalımından beri ilk defa suçlanıyorlardı. Başarısız oldukları gerekçesiyle görevden alınan hiç bir elemanları yoktu, teşkilatların başkanları istifa dilekçelerini sunmadılar. Matrix, adamlarını koruyordu. Nede olsa 21. yüzyılın en büyük yalanını psikolojik savaş aracı olarak kullanırken, onlara gereksinim vardı. "Bu uzun bir savaş olacak, gerçekten uzun. Umarım soğuk savaş gibi 40 yılın üzerinde 46 değil fakat kesinlikle 1. ve 2. Dünya Savaşı'ndan uzun. Korkarım bu savaşın uzunluğu onlarca yılla ölçülecek...Bu terör savaşının Ortadoğu'nun şeklini değiştirene kadar sona ereceğini zannetmiyorum...Farkına varmalılar ki, son 100 senedir bu ülke 4. kez uyandı ve harekete geçti" CIA'ın eski direktörü James R. Woolsey, 16 Kasım'da "The Center for the Study of Popular Culture"'ın toplantısında yaptığı 4. Dünya Savaşı başlıklı konuşmasında aynen bunları söylemişti. ABD'nin şu anda üç düşmanı bulunduğunu belirten Woolsey, bunları İran'daki Şii rejim, Irak ve Suriye gibi ülkelerdeki "faşist rejimler" ve Sünni rejimler olduğunu belirtmişti. ABD cuntasının kafa yapısını incelemeniz için bu konuşma kesinlikle okunmalıydı. (82) Bush'un arka planındaki isimlerden olan "karanlıklar prensi" lakaplı Richard Perle, Reagan'ın danışmanlığını yaparken "topyekün savaş"(total war) kavramını kendisi ile yapılan röportajda ortaya atmıştı ve 11 Eylülden sonra girişilen savaşı şöyle değerlendirmişti: "Burada aşamalar sözkonusu değil. Biz topyekün savaştan sözediyoruz. Çeşit çeşit düşmana karşı savaşıyoruz. Bunlardan orada çok var. Şu anda yapılan, önce Afganistan, sonra Irak şeklindeki konuşmalar...bu tavır bu işi çözmek için tamamen yanlış bir yaklaşım. Eğer dünya hakkındaki vizyonumuzu özgür bırakıp bu vizyonu tam olarak benimsersek o zaman akıllı diplomatik manevraları biraraya getirmekle uğraşmaz ve topyekün savaş ilan ederiz. Bu durumda çocuklarımız yıllar sonra bizim hakkımızda muhteşem şarkılar söyleyeceklerdir" (83) Perle, Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz ve bir çok ABD cuntasının bilinen isimleri ile birlikte, "Project for the New American Century - PNAC" - (Yeni ABD Yüzyılı Projesi)'nin kurucusuydu. Bu kurum, daha üç yıl önce yayınladığı yıllık raporlarda, Washington'un silah harcamalarını, aynı anda bir çok cephe savaşı yapmasına imkan tanıyacak şekilde 48 milyar dolar arttırması önerisinde bulunuyordu. Bush'un Başkan olması durumunda Irak'ın hedeflenmesi gerektiğini belirten rapor, Irak'ın "kitle imha silahlarının" tam bir bahane olduğunu ta o zamandan itiraf ediyordu : "Irak'la hale çözülmemiş çatışmamız kısa vadede bize bir bahane sağlasa da, Körfez bölgesinde ciddi bir ABD gücünün varlığının gerekliliği konusu Saddam Hüseyin rejimi konusunu aşan bir konudur" Askeri uzman William Arkin, Los Angeles'ta yayınlanan yazısında; Rumsfeld tarafından kurulan gizli bir ordudan bahsediyor ve bu ordunun amacının ABD'nin müdahalesini meşrulaştıracak terörist faaliyetler düzenlemek olduğunu açıklıyordu. "Proactive PreEmptive Operations Group" (P2OG) isimli özel ordunun görev tanımı arasında gizli görev, bilgi savaşı ve aldatmaca bulunuyordu. Bunun zamanında Başkan Kennedy'e sunulan ve Küba'nın işgalini meşrulaştırmak için ABD topraklarında terör eylemleri düzenlenmesini öngören, Pentagon menşeli "Northwoods" planının kurumsallaştırılmış hali olduğu belirtiliyordu. (84) Nisan 2002'de New Yorker dergisinde, Nicholas Leman, Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice'ın kendisine söylediklerini aktarıyordu. Chevron'un "adamı" Rice, Leeman'a 11 Eylül olayları sonrasında Ulusal Güvenlik Konseyi üyelerini toplantıya çağırarak, "bu olaydan nasıl faydalanabilirizi düşünün" emri verdiğini ve 11 Eylül'ü 1945 ve 1947'teki olaylara benzettiğini açıklamıştı. (85) Bu arada 11 Eylül olaylarını araştıran Senato komitesinden Senator Bob Graham, PBS televizyonunda kendisi ile yapılan bir röportajda, canlı yayında, 11 Eylül olaylarına karışan teröristlerin hareketlerinin "yabancı devletler" tarafından teşvik edildiği yolunda 47 bilgiler olduğunu söylemiş, fakat bundan daha fazla ayrıntıya giremeyeceğini, bu bilgilerin gizli olduğunu belirtmişti. (86) Graham'ın, sözettiği ülkelerden birisinin Irak veya Suudi Arabistan olması durumunda bunu açıklamaktan çekinmeyeceğ varsayılırsa, geriye en şüpheli isim olarak İsrail kalıyordu. Alman yayını Die Zeit, Fransız istihbarat kaynaklarına dayanarak verdiği haberde, Mossad'ın 11 Eylül'ün faillerini sürekli takip altında tuttuğu yolunda bir haber yaynlamıştı. Der Spiegel ve BBC bu haberi aynen yayınlamış, fakat ABD medyasında bu haberle ilgili tek satır yeralmamıştı. Senator Graham'ın açıklamaları 11 Eylül kronolojisinde çok önemli bir adımı teşkil ediyordu. Henry Kissinger, New York Times'da yer alan habere göre Irak savaşı öncesi New York'ta yaptığı bir konuşmada, ABD'nin Irak'la savaşmak konusunda geri dönülemez bir noktaya geldiğini belirterek, "Irak'a karşı savaş terörizme karşı savaşımızın vazgeçilmez bir parçası. Aksi takdirde, dünyanın Suudi Arabistan'larını, ABD'ye kafa tutmanın çok tehlikeli olduğu konusunda nasıl ikna ederiz?" diyordu.( 87) Bu sözler, Irak'ın sadece bir ara hedef, esas hedefin ise Suudi Arabistan olduğunu kanıtlıyordu. Ve tabi "ABD'ye kafa tutmanın maliyeti" gibi cümleler, yeni dünya impatorluğunun gidişatının açık bir göstergesiydi.. ABD Cuntasının dünyada bir ABD İmpatorluğu kurmaya soyunduğu gerçeği Matrix'in kurguları kullandığı gerçeği kadar hakikattı. Radikal görüşlü ABD Başkan aday Lyndon LaRouche, 24 Temmuz günü, yani 11 Eylül'den 48 gün önce, BM'de ve Washington'da 250 kişi önünde verdiği videokonferansta, özetle şunları söylüyordu: Malî kriz içindeyiz. ABD, Carter'dan beri kötü yönetiliyor. Sistemimiz, iflas etmiş durumda. Ulaşım, enerji, eğitim, sağlık sistemlerimizin tamamı, altyapı ve sanayimiz çöküş halinde. Halkın % 80'ini dar gelirliler oluşturuyor ve bunların durumu 1977'dekinden çok daha kötü. IMF ve halihazır politikalar devam ettiği, Wall Street ve Federal Rezerv sistemi mevcut hakimiyetini sürdürdüğü sürece, ABD'de kimse kendisi için bir tırmanma beklemesin. Böyle giderse, belki Bush bile, başkanlık süresini tamamlayamadan çekilmek zorunda kalabilir. Çöküş, kendini birden hissettirmez; kötü politikalar bizi çökertecek. (88) 11 Eylülden önce ABD'nin daralan bütçe fazlasıyla Pentagon'un 21. yüzyılda yapması gereken modernizasyon için yeterli fonları alamayacağı ABD basınında yazılıyordu. Bush, 2000'de seçim kampanyasında artık yurtdışında Amerikan askeri ölmeyeceği, savunma harcamalarını azaltarak ekonomiye ağırlık vereceği vaadlerini- anlaşılan yine yalandı- tekrar tekrar söylüyerek iktidara gelmiş Birden kan kırmızı cuntanın hazırladığı 11 Eylülü kucağında bulmuştu. Şimdi Pentagon istediğini alıyordu. Demokratik Partililer bile hiçbir itirazda bulunmamıştı. Artık kimse Bush'un kötü yönetimini eleştiremiyordu. Her şey ne kadar da kolaydı! Şimdi, Batının çok merhametli sivil özgürlük kuruluşları bile, milletler üstü kapitalizmin hegemonyasının genişlemesini korumak için dokunulmazlıkla ödüllendirilebilirlerdi. (89) Şimdi, anti-globalizasyon göstericilerini ezmek için yeni bir bahane daha vardı artık: Matrix'in kurgusu. 11 Eylül sadece bir araçtı. Pentagon, CIA ve FBI cuntası, Matrix'in ' iç darbesi'ni Hollywood filmi izler gibi izlemişlerdi. Çünkü yapım ve yönetim kendi içlerindeki ‘ kara koyunlara’ aitti. 48 CHAPTER 4 MATRİX'İN ' YAPAY CANAVAR'I USAME BİN LADİN 1955'de 54 çocuklu bir babanın 17. çocuğu olarak doğan Usame bin Ladin'in kökü Güney Yemen'den Hadramut dan geliyordu.. Babası Muhammed 1930'da geldiği Suudi Arabistan'da hızla yükseldi ve zamanla Ortadoğu'nun en büyük müteahhitlerinden biri oldu. Suudi Arabistan'ın petrol satışlarıyla finanse edilen inşaat sektöründeki patlama sayesinde büyük servet edindi. Suriyeli bir güzel olan annesi, babasının tek resmi nikahlı eşiydi. Usame 13 yaşındayken babasını 1967’de bir helikopter kazasında kaybett. Babası öldüğünde kalan mirası 11 milyar dolardı. Oğulları hep Suud prensleriyle birlikte büyümüş ve okumuştu. İlk evliliğini 1972'de Suriyeli kuzeniyle yaptı. Halen üç karısı olduğu sanılan Usame'nin iki oğlu vardı. 1979'da Cidde Üniversitesi'nden İnşaat Mühendisliği diploması aldı. Genç yaşta Müslüman Kardeşler teşkilatının fikirlerinden etkilenen Usame bin Ladin, 1979 Aralık ayında, arkadaşı, Suudi Gizli Servisi Şefi Prens Turki bin Faysal tarafından Pakistan Peşaver'e yollandı. Buradaki kamplarda, başta Arap ülkeleri olmak üzere dünyanın dört bir tarafındaki İslamcı gençler birer profesyonel savaşçıya çevriliyordu. Beş ülkenin birlikte üstlendiği bu projenin sorumluluğu Pakistan Gizli Servisi ISI'deydi, yürütücüsüyse Filistin asıllı Abdullah Azzam'dı. Fransa'da radikal İslamcı Cezayirli örgütlerin bombalı saldırılarından Mısır'da Batılı turistlerin öldürülmesine ve hatta Mısır lideri Hüsnü Mübarek'e düzenlenen başarısız suikast girişimine kadar pek çok olayda hep onun ismi gündeme geldi. Dünya Ticaret Merkezi'ne 1993'te gerçekleştirilen bombalı saldırının 240 yıl hapis cezasına mahkum faili Remzi Ahmet Yusuf'u Pakistan'daki evinde, bu saldırıyı planlamaktan sorumlu tutulan Cemaat-i İslam örgütünün lideri Kör İmam adıyla anılan Şeyh Ömer Abdülrahman'ı ise Afganistan'da barındırdığı söylendi. Her yerde Hindistan, Kanada, Ürdün ve Avrupa'nın çeşitli köşelerinde yakalanan terörist grupların arkasında gösterilen adres bin Ladin'di. Kimi onun bu gruplara maddi destek verdiğini öne sürdü, bazılarıysa onun, isminin karıştığı eylemlerin ardındaki asıl beyin olduğunu iddia etti. ABD Bin Ladin'i, 'bir numaralı terörist' ilan edip, arananlar listesinin en başına oturttu. Ancak Bin Ladin, bu denli 'ortada' olmasına rağmen, bir türlü yakalanamadı. Kamuoyunun daha çok 'karizmatik', 'birkaç karısı var', 'kalaşnikofu elinde uyuyor' gibi 'magazin' boyutuyla tanıdığı Ladin, zengin ailesinin kanatları altında, daha sonra kanlı bıçaklı olacağı Suudi Kraliyet ailesiyle yakın dostlukla geçen ilk gençliğinde, 'Müslüman Kardeşler' teşkilatının fikirlerinden etkilenerek savaşçılığa soyunmaya karar verdi. Hep dindar olarak bilinen bin Ladin, Suudi Arabistan'da işletme ve mühendislik okudu. İngiliz gazeteci Simon Reeves'in, 'Yeni Çakallar' kitabında yazdığı gibi; "Usame'nin yaşamı için bir savaşa ihtiyacı vardı. Bunu ona veren, 26 Aralık 1979'da Afganistan'a savaş açan Sovyet lideri Leonid Brejnev oldu". 1979 Aralık ayında, aynı zamanda arkadaşı olan, Suudi Gizli Servisi Şefi Prens Turki bin Faysal tarafından Pakistan'ın Peşaver kentine gönderildi. Buradaki kamplarda, dünyanın dört bir yanından gelen müslüman gençler askeri eğitim görüyordu. ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan'ın ortak çalışması olan bu projeyi Pakistan Gizli Servisi ISI yürütüyordu. Kampların yöneticiyse Filistin asıllı Abdullah Azzam'dı. Bin Ladin başta sadece Pakistan'dan gelen paralara göz 49 kulak olmakla sorumluydu. Daha sonraysa, Azzam'ın 'baş asistanı' olan Usame bin Ladin, Afganistan'da ön saflarda iki yıl bizzat savaştı ve Celalabad yakınlarında yaralandı. (90) Usame Bin Ladin, 9 bin adama komuta ettiği bu dönemi, "İki yılda cephede yaşadıklarımı, başka yerde 100 yılda yaşayamazdım" diye anlatıyordu. SSCB birliklerinin 30 metre kadar yakınına geldiğini ama kendisinin hiç ölümden korkmadığını, beklediği şehitlik anı gelince cennete gideceğini bilmenin kendisini hep sakin tuttuğunu da dile getiriyordu. Bu sakinliğin, cephede ateş hattında uyuyakalmasına da neden olduğunu söylüyordu. Kişisel serveti 300 milyon doları buluyordu. Serveti, cömertliği, sade yaşantısı, karizması, savaştaki cesareti nedeniyle efsaneleşti. Suud rejimi, cihadı her yere yaymak isteyen bu kişiden korkmaya başladı ve 1989'da pasaportuna el konuldu Bin Ladin, 1986'da kendi kamplarını kurmaya başladı. Serveti, eli açıklığı, sade yaşantısı ve cephedeki cesareti nedeniyle efsaneleşti. 1988'de ülkesine 'kahraman' olarak döndü. Bugün dünyanın dört bir köşesine yayılan örgütü 'El Kaide'nin temelini, müslüman gönüllüler hakkında bilgileri içeren bilgisayarda ortamında bir veritabanı kurarak attı. Suudi Arabistan, her fırsatta 'cihat' çağrısı yapan Ladin'den korkmaya başladı ve 1989'da pasaportuna el koydu. Haziran 1990'da Saddam Kuveyt'e girince Usame bin Ladin, Suudi sınırlarının korunması görevinin kendisi ve tabanına verilmesini istedi. Kral Fahd Amerikan askerlerini çağırınca çok öfkelendi; önce Pakistan'a, ardından Afganistan ve nihayet Sudan'a gitti. Artık Pakistan'da istenmeyen ve kendilerine yer arayan binlerce 'cihadcı'yı Sudan ve Yemen'e yerleştirdi, onlara birçok ülkede iş buldu. Teröre azmettiren suçlardan aranmasına ilk defa Aralık 1992'de Yemen'deki ABD'li askerleri hedef alan otel bombalama olayları neden oldu. 1993'de Somali'de Batılı güçlere karşı Aidid'e destek verip Mogadişu'da 18 Amerikalı'nın öldürülmesinden sorumlu tutuldu. Somalide, ' Siyah Şahin' onun yüzünden cepheyi kaybetti. Üç kişinin ölüp bin kişinin yaralandığı 1993'te Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasında zanlı olarak açıklandı. Ocak 1995'de Filipinler'de Papa'ya suikast girişiminde bulundurduğı ileri sürüldü. 1995'de Cezayirli Silahlı İslami Grubun (GIA) Fransa'ya karşı yürüttüğü savaşa katılmakla suçlandı. Haziran 1995'de Etiopya'nın başkenti Adis Ababa'da Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'e yönelik suikast girişimi de güya o düzenletti. Kasım 199'de 17 kişinin öldüğü Pakistan'daki Mısır Büyükelçiliği'nin bombalanması olayına adı karıştı. Suudi Arabistan'da 1995'de Koubar'da 5 Amerikalı askerin ve 1996'da Riyad'da 19 Amerikalı askerin bombalamalarda ölümünü üstüne aldı. 7 Ağustos 1998'de Amerikan askerlerinin Kutsal Topraklar'a girişinin sekizinci yıldönümünde Kenya ve Tanzanya'daki ABD büyükelçilikleri havaya uçuruldu ve toplam 257 kişi öldü, 5 bin 500 kişi yaralandı. 20 Ağustos 1998'de ABD misilleme olarak Sudan'da bir fabrikayı ve Afganistan'daki eğitim kamplarını bombaladı. Usame bin Ladin'in yakalanması için 5 milyon dolar ödül konduğu bu sırada açıklandı. 12 Ekim 2000'de Yemen'in Aden limanında USS Cole destroyerine yönelik intihar saldırısında 17 Amerikan denizcisi öldü. Artık o ' ' Most Wanted Man' di. ABD'yi vuran 11 Eylül saldırısından henüz 10 dakika geçmişti ki, CNN kaynağını belirtmeksizin suçlunun Ladin olduğunu açıkladı. ABD'ye karşı ilk cepheyi Somali'de açan ve 1994'te Suud vatandaşlığından çıkarılan Usame bin Ladin, uzun bir süredir, iktidarı almalarına epey yardımcı olduğu Taliban'ın himayesinde Afganistan'da yaşıyordu. ABD'nin, yakalanması için 5 milyon dolar ödül koyduğu Usame bin Ladin, hiçbir eylemi açıkça üstlenmiş değildi, ama hiçbirini kınamıştı. Zaten Usame bin Ladin'in adı yapılandan çok, yapılacağı iddia edilen eylemlerle anılıyordu. Prens, Emir, Abu Abdallah, Mucahid Seyh, Hacı, Bay Direktör 50 müttefikleriydi. Ladin onlara "Amerikalılar'ın ne düşündüğü bizim için önemli değil. Bizim için önemli olan Allah için çalışmak" demişti. ABD Dışişleri Bakanlığı eski uzmanlarından David Long göre, Usame yarın öldürülse belki örgütü ortadan kalkacak, fakat onunla bağlantılı çalışanlar geriye kalacaktı. (91) 23 Şubat 1998'de Londra'da Arapça yayınlanan El Kudüs el Arabi gazetesinde Şeyh Usame bin Muhammed Bin Ladin, Mısır Cihad örgütü lideri Ayman el Zevahiri, Mısır İslami Cihad örgütü lideri Ebu Yasir Rifa'i Ahmed Taha, Pakistan Cemiyet-ül Ulema yöneticisi Şeyh Mir Hamza ve Bangladeş Cihad Hareketi lideri Fazlul Rahman'ın, 'Dünya İslam Cephesi' adı altında kaleme almış oldukları fetva yayınlandı. 'Haçlılara ve Yahudilere karşı cihad' çağrısı yapan fetvanın önemli bölümleri şöyleydi: "Yedi yıldır ABD, İslam'ın en mukaddes topraklarının bulunduğu Arap Yarımadası'nı işgal ediyor, zenginliklerini sömürüyor, yöneticileri elinde oynatıyor, halkını tehdit ediyor, komşuları terörize ediyor ve buradaki üslerini komşu Müslüman ülkelere saldırı amacıyla kullanıyor. Amerikalılar yalnızca ekonomik ve dini nedenlerle Müslümanlara savaş açmış değiller, aynı zamanda küçük Yahudi devletine hizmet ediyor ve Kudüs'ün işgali ile orada Müslümanların katlini de gizlemeye çalışıyorlar. Amerikalıların işlediği tüm bu suç ve günahlar Allah'a, onun Peygamberine ve Müslümanlara karşı açık bir savaş ilanıdır. Ve İslam tarihi boyunca ulema, düşmanın Müslüman ülkeleri yok etmeye çalışması durumunda cihadın kişisel bir farz olduğunda birleşmişlerdir. Bundan hareketle ve Allah'ın emrine uygun olarak tüm Müslümanlar için geçerli olmak üzere şu fetvayı çıkartmış bulunuyoruz: El Aksa Camii ve Mekke'yi işgalden kurtarmak ve ordularını İslam topraklarından söküp atmak için, -ister sivil, ister asker olsunlar-Amerikalıları ve onların müttefiklerini, hangi ülkede mümkünse orada öldürmek, her Müslüman için farzdır. Biz Allah'ın rızasıyla, Allah'a inanan ve onun tarafından ödüllendirilmek isteyen her Müslümanı, ele geçirdikleri her yerde ve her zaman Amerikalıları öldürmeye ve paralarına el koymaya çağırıyoruz. Aynı zamanda Müslüman alimleri, liderleri, gençleri ve askerleri, ABD şeytanının ordularına ve şeytanın işbirlikçilerine saldırılar düzenlemeye; bunların arkalarındaki güçleri ortaya çıkarmaya ve onlara unutamayacakları bir ders vermeye çağırıyoruz." (92) Mısır, Bangladeş ve Pakistanlı birkaç küçük grupla birlikte 'Yahudilere ve Haçlılara' karşı Uluslararası İslami Cephe'nin kurulduğu açıklanan bildirgede "Her Müslümana, dünyanın her köşesinde, sivil veya asker Amerikalı öldürmek farzdır" denilmesiyle ABD ve İsrail'e karşı resmen savaş açmış oluyordu. Kuşkusuz Ladin'in hayatı ABD ile Afganistan'da kesişmeseydi, ' yapay canavar' doğmayacaktı. Afganistan'da Nisan 1978'de komünistler bir darbe ile iktidarı ele geçirdiler. Darbe ile birlikte ülke hızla bir kargaşaya doğru sürüklendi. Aralık 1979'da bu kargaşayı bahane eden Sovyet ordusu Afganistan'ı işgal etti. Tam bu sırada Amerika'nın ünlü stratejisti Brezensky Soveytler Birliği'nin çökertilmesi için güneyden bir yeşil kuşağın oluşturulmasını öneriyordu. 1980'de Sovyet işgaline karşı islami direniş başladı. Türkiye'de Amerika'nın desteklediği 12 Eylül darbesi oldu. İran'da anti-Amerikancı olmasına rağmen 'komünizmi düşman olarak kabul eden' İslami bir yönetim vardı ve üstelik Irak ile savaşıyordu.. Yeni Şafak'tan Dr. Hüsnü Mahalli, Kasım 2003'de yazdığı üç yazıda Ladin'in hayatından kesitler sunarak, Matrix'in yapay canavarının portresini çıkarmıştı. Amerikalılar, Sovyet işgaline karşı direnen gruplara yardıma Vietnamda olduğu gibi Komünizmim yayılmasını önlemek gerekçesiyle koşmuştu. Silah Washington'dan, 51 paralar ise S.Arabistan ve Körfez'deki Arap ülkelerinden geldi. Eğitim ve teknik destek ise Pakistan, İsrail ve bir sürü bölge ve dünya ülkesinden sağlanıyordu. Afganistan kısa bir sürede inanılmaz bir okul haline dönüştürülmüştü. Yapılan propaganda ile binlerce Müslüman genç 'komünistlere karşı mücadele etmek için' akın akın buraya geliyordu. Bu ise Amerikalılar ve başkaları için bulunmaz altından bir fırsattı. Bir taşla birden fazla kuş vurabileceklerdi. Sovyet ordusu Afganistan bataklığına saplanacak ve Moskova, uluslararası arenada ve Amerika ile pazarlıklarında zayıf bir duruma düşecekti. Afganistan'da bir araya gelen binlerce insan İslami ideolojilerle beslendikten sonra, Amerika'nın bölgesel planlarında rol alabilecekti. Aynı insanlar ve onların ideolojileri Sovyetler Birliği'nin dağıtılmasında da kullanılabilecekti. Genel olarak Sünni ve özel olarak Vahabi destekli bu insanlar ve onların ideolojileri, anti-Amerikancı Şii İran devriminin önlenmesinde de kullanılabilecekti. Amerika hemen hemen tüm hedeflerini gerçekleştirdi. Ancak bu arada İran da boş durmadı. Kendi doğu sınırlarında Amerikan tehlikesini gören İran mollaları, başta komşu ülkeler olmak üzere tüm İslam ülkelerine kendi devrim ideolojisini ihraç etmeye başladı. Mollalar bu çabalarında daha çok 'Amerika ve İsrail'e karşı' mücadeleyi bayrak edinerek Sünniler'i de kazanmayı başardılar. Binlerce Müslüman genç İran devriminin deneyimlerini görmek ve yaşamak üzere bu ülkeye gitti ve orada ideolojik ve askeri eğitim aldı. Ama İran devrimnin en büyük zaferi Lübnan'da gerçekleşiyordu. Bu ülkede kurulan Hizbullah örgütü, İsrail işgaline karşı verdiği mücadele ile çok büyük prestij kazandı. Bu ise Amerika'nın 'İslam ile ilgili' planlarına ilk büyük darbeyi oluşturuyordu. Üstelik İsrail istihbaratının kurulmasında ön ayak olduğu veya yeşil ışık yaktığı söylenen Hamas örgütü giderek Hizbullah'a yanaşıyor ve Cihad ile birlikte Filistin halkının mücadelesine önderlik ediyorlardı. Tabiî bu arada, Amerika'nın kontrol edemediği bazı İslamcı gruplar bazı Arap ve Müslüman ülkelerde güçlenmeye başlamıştı. Enver Sedat'ın Ekim 1981'de öldürülmesi Amerikan planlarına ikinci darbeyi oluşturmuştu.. Ama Amerikalılar yine de umutsuzluğa kapılmıyorlardı.. Nasıl olsa İslam aleminin en önemli ülkesi olan S.Arabistan hala yanlarındaydı ve Afganistan'da Sovyetler'in durumu giderek kötüleşiyordu. İşte tam da bu sırada Usame Bin Laden sahneye çıktı. Çok net olmamakla birlikte Bin Laden 1988 yılında bir grup arkadaşı ile birlikte İslami bir örgüt kurma kararı alıyordu. Bu örgüte Batılılar El Kaida dedilerü Usame ise bu ismi kesinlikle kullanmadı. Suudi Arabistan ve Pakistan istihbarat örgütlerinin ortaklaşa bir planı ile Bin Laden arkadaşları ile birlikte Afganistan'a gidiyor ve orada Ruslar'a karşı mücadele etmeye başlıyordu. Ancak Afgan mücahit gruplarının içinde bulundukları kargaşa ve çekişmeler Bin Laden'i daha farklı düşünmeye itiyordu. Amerikalılar ise Bin Laden'e her türlü destek vererek ona yol gösteriyorlardı. S.Arabistan'a dönen Bin Laden, Saddam'ın 1990'da Kuveyt'i işgal etmesiyle yeniden ortaya çıkıyordu . 'Bin Laden'in ' Bırakın Saddam'a karşı İslami bir ordu kurayım ve onu Kuveyt'ten çıkarayım' teklifi Amerikalılar tarafından kabul görmedi. Bu ise Bin Laden'in, Amerikalılar'dan kuşkulanmasına yetmişti.. Bin Laden'e göre, Amerikalılar İslam'a ve Müslümanlar'a kendi çıkarları için sahip çıkıyor ve destekliyordu. Bin Laden aldatıldığını anlamış ve Amerikalılar'dan intikam almayı kafasına koymuştu. Üstelik İslam'ın düşmanı Sovyetler Birliği ve komünizm de artık yoktu. İşte 1993'te Uluslararası Ticaret Merkezi önünde patlayan bomba bu intikamın ilk işaretiydi. Ama Bin Laden yine de Amerika'ya karşı topyekün bir savaş ilan etmek istemiyordu ,çünkü o da dolarları seviyordu. Tam da bu sırada Pakistan'da Molla Ömer'in başını çektiği bir grup Taliban'ı kuruyordu. Taliban'ın Pakistan'daki ideolojik okulları 52 CIA ve Pakistan İstihbarat Örgütü tarafından her türlü destek görüyordu. Bin Laden'in ise Molla Ömer ile iyi ilişkileri vardı. Sovyetler'in çekilmesinden sonra Afgan mücahit grupları arasında kanlı çatışmalardan bezen Amerikalılar Pakistan-Suudi-Birleşik Arap Emirlikleri İstihbartı patentli Taliban'ı her alanda desteklemekten geri kalmadılar. Üstelik bu örgüt çok daha redikal olduğu için Şii İran'a karşı daha kolay kullanılabilirdi. Nisan 1996'da Taliban Afganistan'da iktidara geldi. Bir süredir Sudan'da bulunan ve el altından Molla Ömer'e hem para hem de silahlı eleman yardımında bulunan Bin Laden hemen Kabil'e gelerek iktidara ortak oldu. Kısa sürede 47 ülkeden 25 bin genç Bin Laden kamplarına katılarak ideolojik ve silah eğitimi gördü. Amerikalılar'la bir kez daha ilişkiye ve pazarlıklara giren Bin Laden dürüstlüklerini test etmek istedi. Amerikalılar kendisine Müslüman ülkelere ve halklarına karşı daha adil bir şekilde davranacaklarını, Filistin halkının tüm sorunlarını çözeceklerini ve Arap ülkelerinde İslami demokratik sistemlerin yerleştirilmesi sözünü vermişlerdi. Ama Bin Laden Amerikalılar'ın geleneksel politikalarından vazgeçmeyeceklerini çok geçmeden bir kez daha anlayacaktı. Üstelik Amerikalılar, İsrail'e verdikleri destek ve anti-Arap ve anti-İslam politikaları ile Bin Laden'i daha da kızdırıyor belki de kışkırtıyorlardı. Bin Laden ise, binlerce Müslüman genç gibi 'kullanılıp bir kenara atılamayacak' cinsten olmadığını kanıtlayacak kadar da inatçıydı. Amerikalılar'ın kendisinden kurtulma plan ve hazırlıkları yaptıklarını da öğrenince Bin Laden, karşılık vermekte gecikmedi.. Ağustos 1998'de 360 kişi Kenya'da Amerikan elçiliğinin havaya uçurulması ile can verdi. Bin Laden ile Amerika arasında köprüler artık atılmıştı. 11 Eylül sabahına kadar bu köprülerin altından çok sular akacaktı. Ağustos 1998'de Kenya'nın başkenti Nairobi'deki elçiliğin havaya uçurulması sonucu Bin Laden ile Amerika artık düşman olmuşlardı! Amerikalılar Bin Laden'den kurtulmayı, Bin Laden de kendisini kullanıp aldatan Amerika'dan intikam almayı kafasına koymuştu. 1998-2000 yılları karşılıkla hamlelerle geçti. Ekim 1999'da Amerikan destekli General Müşerref'in Pakistan'da askeri bir darbe ile iktidara getirilmesi ise Washington'un Bin Laden'den kurtulma kararlığının ilk ciddi işareti idi. Bu işareti iyi anlayan Bin Laden Matrix'i toz ile dumana katacak 11 Eylül'ün hazırlıklarına Mossad ve CIA teorilerine göre bu bulanık ortamda başladı! CIA ve daha birçok istihbarat örgütünden çok şey öğrenen ve zeki oldukları söylenen Bin Laden ve yardımcıları dünya terör tarihine geçecek eylemlerini başarıyla gerçekleştirdiler! Bu kadar kusurzuz bir eylemi mağarada yaşayan bir adamın organiz ettiğine inanılmasını beklediler. Matrix'in yapay canavarı artık gerçekti. Veya Matrix, olayın böyle algılanmasını istiyordu. Görünen tablo veya görünmeyen gerçeklerin izi sürülmeliydi. 11 Eylülden sonra planlı biçimde ' Terörle savaş' başlatan Washington haklı mıydı? Amerikalılar 11 Eylül sonrasında yaptıklarının planlarını 11 Eylül'den çok önce hazırlamışlardı. Amerikalılar Bin Laden'i kullanmak isteyip bunu başaramayınca, anlaşılan yine kullanmayı becerdiler! Bin Laden ile yollarını ayıran Amerika, onu ve yandaşlarını kendisine karşı kışkırtarak hedefine varmayı başarabildi. Amerikalılar, İsrail yanlısı ve İslam düşmanı geleneksel politikalarını daha belirgin bir hale getirerek Bin Laden ve benzeri kişi ve grupları kendine karşı sürekli kışkırttı. Bin Laden ise, bilerek veya bilmeyerek oyuna geldi ve Amerikalılar'ın planlarına hizmet etti. 11 Eylül ile Amerikalılar büyük bir darbe yedi, ama Bin Laden, yandaşları ve tüm dünya Müslümanları büyük zarar gördü. Afganistan ve Irak'ın işgali bu zararların görünen 53 bölümleriydi. Başkan Bush'un söylemi ile Haçlı Savaşı daha yeni başlıyordu. Bir zamanlar kendi desteklediği 'radikal İslamcı' örgütlerden kendi çıkarları için kullanacağını düşündüğü miktarda ve fason olarak ürettirdiği 'terörist'leri bahane eden Amerika ve tabiî İsrail artık tüm İslam alemine ve Müslümanlar'a karşı topyekün bir savaş ilan etmişti. Kendisine hizmet eden Arap ve İslam ülkelerinin yönetimlerinin tersine Arap ve Müslüman halkların kendisinden nefret ettiğini gören Amerika, şimdi artık farklı bir silah aramaktaydı. Bir zamanlar İslam'ı ve İslamcı örgütleri komünist Sovyetler Birliği'ne karşı kullanan Amerikalılar, gerektiğinde bu örgütleri hem kendisinin hem de müttefiki İsrail'in çıkarlarına hizmet edecek şekilde motive edip kullanmışlardı. Cezayir ise bunun son örneğiydi. 1992'den sonra Afganistan'dan dönen İslamcı gençlere her türlü desteği veren Amerika bu insanları bu ülkedeki Fransız çıkarlarına karşı kullandı. Ancak bu tür kullanmalar zaman zaman başka ülkelerde de sürmesine rağmen, Amerikalılar bu kez iki farklı alanı denemeye hazırlanıyorlardu. İşte bu nedenle Afganistan ve Irak işgal edildi. Afganistan'da fason olarak üretilen 'radikal İslamcı' grup ve kişiler dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Amerikalılar'ın da katkılarıyla 'ölüm makinalarına' dönüştürülen bu kişiler, daha sonra Bin Laden'in kendilerine öğrettiği gibi artık Amerika'dan nefret ediyorlardı. Veya bu nefrei kullanan birileri vardı. Mossad ve CIA'nın elleri armut toplamıyordu. Amerika da bu insanların ve başkalarının kendisinden daha fazla nefret etmeleri için elinden geleni yapıyordu. Arap ve Müslüman ülkelerdeki anti-demokratik halk düşmanı yönetimler desteklenmekte, İsrail'in Filistin halkına yönelik terörüne alabildiğine yardım edilmekte ve başta Amerika olmak üzere tüm dünyadaki Müslümanlar aşağlanmaktaydı. Afganistan ve Filistin ile yetinmeyen Amerika, Arap ve Müslümanlar'ı daha fazla aşağılamak için bu kez Irak'ı işgal etti. Irak'ın işgal edilmesi ise yalnız bu amaçla gerçekleştirilmedi. Yıllarca radikal ve radikal olmayan İslam'ı her vesile ile kendi çıkarları doğrultusunda başarıyla kullanan Amerikalılar, son 50 yıllık alışkanlıklarından kurtulmayı ve kendi kriterlerinde bir İslam yaratmayı amaçlıyorlardı. Bu da olmaz ise İslam'ı topyekün ortadan kaldırma hesapları yapıyorlardı! Amerikalılar bunu da Irak işgali ile gerçekleştirebileceklerini sanıyorlardı. Bu kez ŞiiSünni çatışması hedefleriydi. Şii lider El-Hekim'in öldürülmesi bir prokasyondu.. S.Arabistan'daki Vahabiler'den yeterince yararlandığını düşünen Amerika, bunları ve Körfez ülkelerindeki diğer yandaşlarını tam olarak teslim alamayacağını düşündüğü anda, onları İran destekli Şiiler'le karşı karşıya getirmeyi planlamaktaydı. Böyle bir plan, İsrail ve Amerikalılar tarfından yedekte tutulan Kürt devleti kartından çok daha tehlikeliydi. Bu planın tutup tutmayacağını elbette zaman gösterecekti. Ancak bölgede herkes artık, Amerika'nın ne tür oyunlar oynadığının farkındaydı. Hiç kimse Bin Laden'den hoşlanmasa da, onun Amerikalılar'la ilişkisinden birtakım dersler çıkartıyor olmalıydı. Kullanılıp bir kenara atılmanın (İran Şahı da bu sonucu yaşadı) ne kadar onur kırıcı ve aşağılayıcı olduğunu artık herkes anlamaktaydı. Önemli olan insanların yalnızca kendilerini kullandırmaması değil, aynı zamanda kullanılıp bir kenara atıldıktan sonra da kendilerini bilerek veya bilmeyerek tekrar kullandırmamalarıydı. Yani tüm Müslümanlar'ın aptal, kişiliksiz ve satılık olmadıklarını kanıtlamalarıydı. ( 93) Ladin ile Afganistandaki mağarasında son görüşen Batılı gazetecilerden biri The Independent yazarı Robert Fisk'di. Bush ve savaş karşıtı yazılarıyla 11 Eylül sonrası 54 Washington tarafından düşman gözüyle bakılan Fisk, 25 yıldır Ortadoğu'dan bildiren deneyimli bir İngiliz gazeteciydi. 1970'lerden beri, başta Beyrut olmak üzere Ortadoğu'nun her köşesinde işlenen insanlık suçlarına onurlu, sorumlu bir gazetecilik yaparak yaklaşmıştı. Ladinle ilgili izlenimlerini anlattığı yazısı, 11 Eylülden önce yayımlanmıştı; Matrix'in yapay canavarı ile ilgili gerçekleri yazan bu oryantalist ABD'ye göre karşı cenahtandı. Fisk Ladini şöyle anlatıyordu: Usame Bin Ladin'le Afganistan'daki ilk buluşmamız 1996 yazındaydı. Sıcak ve nemli bir akşamdı. Etrafta uçuşan dev sinekler, böcekler Ladin'in beyaz giysilerinin, silahlı muhafızlarının ve benim üzerimde pike yapıyordu. Not defterime konanları kovalamaya çalışırken sayfalar kan lekeleriyle dolmuştu. Bin Ladin hep şaşırtacak şekilde naziktir. Her buluşmamızda geleneksel Arap misafirperverliğinin gereği yiyecek sunar: Bir dilim peynir, zeytin, ekmek ve reçel... Bir yıl kadar önce onunla Sudan'da bir araya gelmiştik. Şimdi dağdaki bir gerilla kampında bir gece geçirecektik. Sabaha karşı hava öylesine soğumuştu ki, sabah uyandığımda saçlarımda buzlar vardı. Bir battaniye vermişlerdi. Ayakkabılarımı çadırın dışında çıkarmıştım. Her buluşmamızda, namaz saati geldiğinde röportaja ara verir. Cezayirli, Mısırlı, Körfez ülkeleri kökenli silahlı gerillalarının başına geçer ve namaz kılar. Biz konuşurken, adamları sanki mesihin laflarını dinliyormuş gibi dikkatle izler. ( 94) 20 Mart 1997'de bir kez daha röportaj için buluştuk. O zaman 41 yaşındaydı. Fakat sakalları ağarmıştı. Göz altlarında torbalar oluşmuştu. Yaşlanmış gibiydi, bir ayağını rahat kullanamıyordu, yürürken hafifçe topallıyordu. O görüşmenin notlarını hala saklıyorum. Gaz lambasının zayıf ışında karalama gibi not almışım sözlerini: "Amerikan halkına karşı değilim, hükümetlerine karşıyım" demiş. Amerikan halkının, hükümeti temsilcileri olarak gördüğünü hatırlattığımda, bu yorumu sessizce dinlediğini hatırlıyorum. "Amerikan ordusuna karşı girişeceğimiz askeri operasyonun henüz başındayız" dedi. (95) Televizyonda bir yolcu uçağının Dünya Ticaret Merkezi kulesine yaklaşmasını izlerken Ladin'in bu sözleri aklıma geldi. Bir önceki buluşmamızda, çantamda götürdüğüm Arapça gazetelere nasıl sarılıp bir solukta okuduğunu hatırladım. Röportajı ve beni unutmuş bir köşeye çekilip 20 dakika boyunca soluksuz gazeteleri okumuştu. Adamlarına önemli gelişmeleri aktarmıştı. Usame bin Ladin Suudi kökenliydi, fakat İran dışişleri bakanının birkaç gün önce Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'a gittiğini bilmiyordu. Radyosu da mı yok, diye düşündüm. Bu adam gerçekten Time dergisi ve Beyaz Saray'ın söylediği gibi "Dünya terörünün babası" mı? Aslında bu nitelemeden hoşlanıyor gibi geldi bana. Amerikan yönetiminin ölüsüne, dirisine 5 milyon dolar ödül vermeyi taahhüt etmesi de. "Aranıyor" afişlerinin üzerindeki ödül daha düşük olsaydı, Suudi bir milyarder olarak buna çok bozulur, aşağılanmış gibi hissederdi kendisini herhalde. Bin Ladinler, Suudi Arabistan'ın saygın müteahhitlerinden. Ülkenin Yemen sınırındaki bir köyden geliyorlar. Aile 1979'da bir genç üyelerinin iş makineleriyle Afganistan'a gidip, volkanik arazide yol açarak Rus işgaline, 'Batı zihniyetine' karşı mücadele eden kabile liderlerine destek olmasından o zamanlar gurur duyuyordu. Suudiler için Ruslar Batılıydı, işgal bir haçlı seferiydi. Bin Ladin o günlerde Arap ülkelerinden binlerce gönüllü gencin uçak paralarını ödeyip Afganistan'a gelmesini sağladı. Ordusunu bu gençlerle kurdu. Mısır'dan, Cezayir'den, Suriye'den, Körfez'den gelen bu gönüllüler, korkunç savaşlarda şehit oldu; mayınlarla parçalandı, Kandahar'ın köylerinde Sovyet helikopterleri tarafından bombalandı. Sudan'daki ilk buluşmamızda, hiç istememesine karşın, bin Ladin'i bu acı günler 55 hakkında konuşmak için ikna etmiştim. Bana anılarını anlattı. Celalabad yakınlarında Ruslar'ın önemli atış noktalarından birine düzenlenen baskın sırasında 120 mm'lik bir havan mermisinin nasıl ayağına düştüğünü anlattı. Merminin patlamasını beklemiş. Saniyenin binde biri kadar sürede kendisini nasıl acılardan arınmış hissettiğini, ruhunun nasıl kadere ve Allah'a sığınmanın huzuruyla dolduğunu anlattı. Şimdi birçok Amerikalı'nın dilediğinin aksine, havan mermisi patmamadı... Usame bin Ladin'in Afgan direniş hareketi içinde yarattığı etki Moskova'da Rusların bile kulağına gitmişti. 1993'te Moskova'da konuştuğum bir Sovyet askeri uzmanı Ladin'in mutlaka ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyor ve "Çok tehlikeli bir adam" diyordu ondan bahsederken. O günlerde Amerikalılar'ın kahramanıydı bin Ladin. Silah veriyor, adamlarını eğitiyorlardı. Sadece 20 yıl sonra onu ele geçirmek, öldürmek için milyarlarca dolar harcayacakları akıllarına bile gelmezdi. Bir konuşmamızda bin Ladin'e ABD'yle ilişkilerini sormuştum. Ruslara karşı savaşırken Amerikan ajanlarıyla hiç bir araya gelmediğini, Batı'dan bir tabanca mermisi bile kabul etmediğini söyledi. Fakat bin Ladin'in buldozerleri, kepçeleri Afganistan dağlarında mücahitler için yollar açtı. Bu yollardan İngiliz yapımı uçaksavar Blowpipe füzeleri Sovyet Mig'lerini vurabilecek kadar yüksek noktalara taşındı. Yıllar sonra adamlarından biri beni bir gün "bin Ladin Hattı"nın bu zirve noktalarından birine götürdü. 1997'deydi, uçurumlarla dolu kaygan çamurlu bir yolda şiddetli yağmur altında felaket, ürpertici bir yolculuk yaptık. Sileceklerden biri donmuş, sonra uçup gitmişti. Bulutlar altımızda kalmıştı. Taşlı yollarda seken aracın direksiyonundaki silahlı militan "Cihat'a inandığında bu koşullara katlanmak kolaylaşıyor" demişti. Zaman zaman yükseklerden, karanlığı delen küçük flaşlar çakılıyordu. Arkadaşım "Kardeşlerimiz bizi gördüğünü haber veriyor" diye açıkladı esrarengiz parıltıları. İki saat sonra bin Ladin'in eski savaş kampına vardık. Cipin güçlü farlarından görebildiğim kadarıyla CIA desteğiyle kurulan kampın çevresinde donmuş şelaleler vardı. "Toyota, Cihad için biçilmiş kaftan" dedi Ladin'in adamı, gülümsedi. Kafamı salladım onaylamak için. Ladin'in espri yaptığını hiç duymamıştım. Amerika Birleşik Devletleri'nin "terörist" ilan etmesini nasıl karşıladığımı sorduğumda Ladin "Eğer ülkemin bağımsızlığı için savaşmak terörizmse, terörist denmesi bana büyük onur verir" demişti. ABD ve İsrail hükümetleri, orduları arasında hiçbir fark görmediğini söylüyordu. Fakat Avrupa, özellikle Fransa bu ikiliden gittikçe uzaklaşıyordu. Fransa'nın Kuzey Afrika politikasını lanetledi. "Cezayir" demedi ama bu sözcük konuşmanın sessizlikle kesilen bölümünde hayalet gibi tepemizde dolandı durdu... Bin Ladin röportajlardan birinden sonra bana, yürüttüğü savaşı destekleyen ve Pakistan'da duvarlara yapıştırılan Urduca bir poster verdi. Hatta Karaçi sokaklarında çekilmiş bir grafiti fotoğrafını ekledi yanına. Duvarda "ABD askerleri kutsal şehirler Mekke ve Medine'den çıksın" yazıyordu. Birkaç ay önce Suudi kraliyet ailesinin elçi gönderdiğini, ABD hükümetinin baskısı sonucu vatandaşlıktan çıkarıldığının söylendiğini, cihaddan vaz geçip ailesiyle Suudi Arabistan'a dönmesi halinde 2 milyar riyal (500 milyon dolar) teklif edildiğini anlattı. "Teklifi reddettim" dedi. O günlerde üç eşi vardı. En genci bluğ çağından yeni çıkmış, en yaşlısı ise 16 yaşındaki zeki oğlu Bon Omar'ın annesiydi. Diğer oğlu Saad'ı benimle tanıştırmak için getirdi. Oğulları kırık dökük de olsa İngilizce konuşuyordu. Silahlı adamlarla çevrilmiş olmaktan, ilgiden memnunlardı. Tüm mücahitlerin eş ve çocuklarının kaldığı Celalabad yakınlarındaki bir köyde yaşıyorlardı. Bin Laden bu yoksul, karanlık evlerden birine götürdü beni. Ev sahibi Mısırlı savaşçının ailesi, tahmin edebileceğiniz gibi, evde değildi. Ziyaret için Mısır'a 56 gittikleri söylendi. "Eşlerimiz konfor içinde yaşıyor" dedi Mısırlı savaşçı. Köy evleri hava saldırılarına karşı brandadan yapılmış kamuflajla kaplanmıştı. Çevre telle çevriliydi. Yağmur kanalları ve üç tuvalet çukuru açılmıştı. Mısırlı'nın yeni yetme oğlu kucağında silahla yanıbaşımıza oturup bizi dinledi. Mısırlı istihbaratçıların bu kampları uzaklardan gözlediğini söyledi ısrarla. Şehirde Amerikalılar'a çalışan muhbirler olduğunu anlattı. "Onları görüyoruz, çok dikkatli olmamız gerekiyor" dedi. Kamptaki diğer Araplar çok daha açıksözlüydü. "Bay bin Ladin'in Afganistan'dan başka gidebileceği ülke kalmadı" dediler. "Suudiler, bin Ladin Sudan'dayken Yemenliler'in yardımıyla onu ele geçirmeye çalıştı. Fransızlar, Sudan hükümetine baskı yapıp iadesini talep etti. ABD ise Fransa'ya baskı yaptı etkisini kullanması için. Carlos gibi onun da iade edilebileceğini sanıyorlardı. Suudilerin kiraladığı bir Arap grup suikast girişiminde bulundu. Fakat Ladin'in korumaları ateş açtı. İki kişi yaralandı." Bin Ladin, Rusya'ya karşı yürüttüğü savaş sırasında 500 adamını kaybetti. Şehitlerin mezarları Pakistan sınırı yakınındaki Torkum'da. Rus birlikleri geri çekilince bin Ladin Afganistan'ı terkedip Sudan'a gitti. Bu göçün nedeni Afganların birbirine düşmesi, rakip gruplara bölünmesiydi. Yakın çevresi de Sudan'a gitti onunla, otoyollar inşa ettiler, çeşitli yatırımlar yaptılar. Usame bin Ladin girdiği her toplulukta rahatlıkla seçilebiliyor. Boyu 2 metrenin üstünde. Çok zayıf. Yemekle arası pek iyi olmasa da elinden misvak çubuğunu düşürmüyor, sürekli dişlerini temizlemek alışkanlık haline gelmiş. Suudi Arabistan'daki yolsuzluklardan, sistemin kokuşmuşluğundan bahsederken çizgi haline gelen gözlerinden nefret fışkırıyor. 1996'da, dev sivrisineklerin tepemizde uçuştuğu o akşam Amerikalılar'dan çok Suudilere duyduğu öfkeden bahsetmişti. Bin Ladin'in yakın tarihe bakışında 1990'ın, yani Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgal ettiği yılın özel bir önemi var. "Amerikalılar Suudi Arabistan'a girdiğinde, özellikle iki kutsal kentin topraklarına ayak bastıklarında ulemadan ve medrese öğrencilerinden şiddetli tepkiler yükseldi. Suudiler büyük bir hata yapmıştı. Yalan ve ihanetlerini görmüş olduk. Müslümanlara karşı savaşan tüm ülkelere destek verdiler. Güneydeki Müslüman Yemenliler'e saldıran Yemen komünistlerine yardım ettiler. Hamas'a karşı savaşması için Arafat'a destek verdiler. Ulemalarını aşağılayıp onları hapsettikten sonra Suud rejimi meşruiyetini kaybetti." Bin Ladin sözünü burada kesip durdu. Bu özel, ürpertici tarih dersini yeterince dikkatle dinliyor muyum, diye baktı. Sonra devam etti "Biz Müslümanlar özel bir duyguyla birbirimize bağlıyız. Filistin ve Lübnan'daki kardeşlerimizin acısını içimizde hissediyoruz. Kobar'daki saldırı Amerikan işgalinin değil, Amerikalılar'ın müslümanlara saygısız yaklaşımının bir sonucuydu. 1996'da (intihar saldırısında) 60 Yahudi öldüğünde dünyanın büyük ülkeleri yedi günde bir toplantı organize edip bu olayı kınadı. 600 bin Iraklı çocuğun (BM ambargosu nedeniyle) ölmesi aynı tepkiyi almıyor. Bu zavallı Iraklı çocukların öldürülmesi İslam'a karşı savaş. Bizler, Müslümanlar olarak Irak rejiminden hoşlanmayız. Fakat Irak halkının ve çocuklarının kardeşimiz olduğunu düşünürüz. Onların geleceği, kaderi bizim için önemlidir." Ortadoğu'yla ilgili görüşlerden sonra sıra ABD'ye geliyor: "Sanıyorum eninde sonunda Amerikalılar, Suudi Arabistan'dan ayrılacak. Amerikalılar'ın Suudi halkına savaş açması, tüm dünyadaki Müslümanlara savaş açmak anlamına geliyor. Amerika'ya karşı direniş birçok Müslüman ülkeye yayılacak. Güvendiğimiz hocalarımız, ulemalarımız bize Amerikalılar'ı kovmamız için fetva verdi. Onların askeri varlığı Suudi halkına hakarettir." Geçen hafta uçaklar DTM'ye birbiri ardına çakılırken Bin Ladin'in son söyledikleri hakkında çok düşündüm. ABD birlikleri hala Suudi Arabistan'da. 1996'da, 19 57 Amerikalı'nın öldüğü kamyonlu bombalama olayından sonra söyledikleri net olarak aklımda: "Bu Müslümanlar ve ABD arasındaki savaşın başlangıcıdır." 24 Amerikan askerinin öldüğü bombalamadan sonra konuştuğumuzda "Destekleme onurunu paylaşamadığım büyük bir eylem" değerlendirmesi de aynı şekilde. Ladin, sakin bir ses tonuyla "işgalcilere" karşı nefretinden bahsederken ürpermemek mümkün değildi. Zekice konuşuyordu. Seçkin bir Arapça kullanıyordu. Uluslararası ilişkiler hakkındaki yorumları egzantrik denebilecek düzeydeydi. Bir ara, İsrail politikaları nedeniyle ABD'nin eyaletleri arasında anlaşmazlık çıkabileceğini, ülkenin bölünebileceğini bile söyledi. Tarihe bakışı ise irkilticiydi: "Allah'ın bizim kutsal savaşımızı Sovyetler Birliği'nin ve Rus ordusunun mahvolması için kullandığına inanıyorum" dedikten sonra sözü Amerika'ya getirdi: "Bu işi şu anda oturduğumuz dağ başından yaptık. Ve şimdi Allah'tan bizi aynı şeyi Amerika'ya yapmamız, onu gölge haline getirmek için vesile olmasını diliyoruz. ABD'ye karşı savaşımızın Sovyetler Birliği'ne karşı savaştan çok daha kolay olacağına eminiz. Çünkü Sovyetler'e karşı savaşan Mücahiddin birlikleri Somali'de Amerikalılara karşı operasyonlara katıldı. Amerikalılar'ın moralinin hemen bozulmasına bizim Mücahitler çok şaşırmıştı. Bu olay bize Amerikalılar'ın kağıttan kaplan olduğunu gösterdi." Bu röportaj sırasında verdiği ilginç bilgilerden biri de yeni savaş yöntemleriyle ilgiliydi. "Çok hızlı hareket eden, büyük gizlilik içinde çalışacak, hafif güçler" kullanılarak ABD'nin Suudi Arabistan'dan çekilmesi sağlanabileceğini anlattı. Bu konuşmadan sonraki iki yıl içinde bin Ladin örgütü El Kaida'yı kurdu. Sadece ordu ya da hükümet değil tüm Amerikalılar'a savaş ilan etti. Bunu USS Cole'u neredeyse batıracak intihar saldırısı, Afganistan dağlarında CIA'nın kurduğu, bin Ladin'in kullandığı kamplara Cruise füzesiyle yapılan saldırı izledi. Aradan dört yıl geçti. İlk belirtilerini farkettiğim sorun nedeniyle Ladin şimdilerde bastonla yürüyor ve artık çok daha yavaş konuşuyor. ABD'nin iddia ettiği gibi, bin Ladin intihar bombacılarından oluşan bir grubu Afgan dağlarından yönetiyor olabilir mi? Bir konuşmamızda, Suudi Arabistan'daki ABD üssünü havaya uçurdukları gerekçesiyle kafaları kesilerek öldürülen üç kişiden ikisini tanıdığını söylemişti. (CIA, idam edilmeden önce bu militanları sorgulamak için Suudi hükümetine resmen başvurmuş ve sorgulamak istediğini bildirmişti. Fakat istek reddedildi. Ortadoğu'daki kulislerde olay şöyle değerlendirildi: İpuçları kraliyet ailesinin bazı üyelerini işaret ediyordu. Birileri bulundu ve idam edildi.) Bin Ladin hemen ardından gerçek İslami şeriatın uygulandığı, Amerikan kuklası diktatörlerin kökünün kazındığı bir Arabistan hayal ettiğini anlattı. Onu dinlerken bin Ladin iktidarı altındaki bir Suudi Arabistan'da çok daha fazla kişinin kafasını kaybedebileceği geçti aklımdan... Sözleri Ortadoğu'da yaşayanlar için güçlü bir mesaj taşıyordu. Bir küçük örgüt kurup Amerika'ya karşı cihad ilan etmek, eylemlere girişmek için bin Ladin'in birilerine yazılı mesaj göndermesi gerekmiyor. Bin Ladin'in bombalama planları yapması, darbeler düzenlemesi de gerekmiyor. Ortadoğu'da gizlice elden ele gezdirilen ve bin Ladin'in kendi sesiyle kaydettiği konuşmaları dinlemek yeterli. İşte bu yüzden hep merak etmiştimdir, geçen hafta ABD'nin tanık olduğu türden bir eylemin gerçekleşmesi için gizli bir paramiliter örgüt kurmak, bu örgüte emir vermek gerekiyor mu. Araplar, Afganistan'ın emri ya da isteği olmasa da yaşanan adaletsizlikler nedeniyle Amerika'ya yeterince kızgın çünkü. Böyle bir saldırı için gereken motivasyon gereğinden fazla bile sayılabilir... Doğrusu şunu da düşündüm, acaba bin Ladin televizyonda New York'taki saldırıları izlerken benden daha az şaşırmış olabilir mi? Televizyon izliyorsa, gazete okuyorsa, 58 radyo dinliyorsa tabii... ( 96) 55 yaşındaki Robert Fisk'in 2001'in 8 Aralık günü başına gelenler gerçekten çok korkunçtu. Pakistan sınırından Afganistan'a giriş yapmaya çalışırken arabası bozulmuştu. Yanında kendisi gibi Independent muhabiri olan Justin Huggler vardı. Etrafta toplanan ve yardımcı olacakmış gibi görünen 50 kadar Afganlı mülteci, bir anda, durup dururken, taşlarla saldırıyorlardı iki gazeteciye. Canlarını zor kurtarıyordu Fisk ve arkadaşı. Bu arada miyop olan Fisk'in üç gözlüğü de kırılıyor, cep telefonu çalınıyor; ama hepsinden önemlisi, 25 yıldır bölgede edindiği haber kaynaklarının kaydedildiği telefon defteri kayboluyordu. Bütün bunlara karşın öfkeli değildi. "Ben de Afganlı olsam aynı şeyi yapardım Robert Fisk'e ya da herhangi bir Batılıya"diyordu. (97) Amerikalı meslekdaşları tarafından "çenesi kapatılması gereken"ler arasında sayılan, ama yine de kendi deyimiyle "gerçekleri söylemekten kaçmayan" bir gazeteciydi. Nitekim, 11 Eylül ve arkasından gelen savaş sırasında da yazdığı tüm yazılarda, ABD ve İngiltere politikalarına karşı duruyor ve yılların deneyimiyle bu savaşın anlamsızlığını ve Afgan halkına taşıdığı acıları anlatmaya çalışıyordu. The Independent gazetesi yazarı Fisk, ilk günden beri Afganistan harekatına karşıydı; "İkiz Kuleler" faciasından 4 gün sonra yazdığı 16 Eylül 2001 tarihli yazısının başlığı "Bush, tuzağa doğru ilerliyor"du. Amerikan Dışişleri Bakanlığı basın sözcüsü, "..ağzını burnunu kırmışlar.." derken Robert Fisk'in dayak yemesinden ne kadar hoşnut, ne kadar keyifli olduklarını belli ediyordu. Fisk'in dayak yemesiyle ilgili Türk basını tarihine yüz karası olarak geçecek en talihsiz yazıyı ise yazmak ise 14 Aralık'ta Milliyet Gazetesinde yazdığı "Bush değil, Fisk tuzağa düştü" başlıklı makalesiyle Hasan Pulur'a düştü. Pulur, yazısında "Meğer Bush değil, Robert Fisk tuzağa doğru ilerlemiş ve pat diye düşmüş! Her fırsatta haklarını, canlarını savunduğu Afgan mülteciler, Robert Fisk'i yakalayıp, bir güzel dövmüşler ağzını burnunu kırmışlar, kan revan içinde bırakmışlar, canını zor kurtarmış... " diyerek meslek anlayışı konusunda ip ucu verdi. (98) Fisk, Ladinle ilgili kişisel gözlemlerinde haksız değldi; Ladin hastaydı. 25 Mart 2000'de The Assocıated Press'de yazan Kathy Cannon, bir Batı istihbarat bigisine dayandırarak verdiği haberde Ladin böbrek ve karaciğer rahatsızlığından dolayı ölüme yakındı 11 Eylül öncesi. Ladin'in bir böbreği çalışmadığı için böbrek diyaliz makinesine belli periyodlarla bağlanmak zorundaydı. (99) Ladin'in sırdaşları Dubai'den onun için Afgan mağarısna diyaliz makinesi getirtmişler, Ladin için uygun böbrek arıyorlardı. Ladin 2000 yılının Ağustosunda Dubai'ye giderek böbrek tedavisi görmüştü. (100) Şüphesiz hastane kayıtlarını elde eden CIA ve MOSSAD, yapay canavırın ölümü eşiğinde dolaştığından haberdardı. Ladin'in ayrıca karaciğeride kötü durumdaydı. 10 Ocak 2002'de MSNBC'de yayımlanan Hardball adlı programa yapımcı Chris Mattehews bir Taliban uzmanını çıkartmış, uzman diyaliz makinesine bağlanmak zorunda olan Ladin'in uzak bir yere seyahat etmesinin mümkün olmadığını dile getirmişti. ( 101) Ladin'in 10.000 mile uzakta gizlendiği Afgan mağarasından 11 Eylül saldırısının talimatlarını vermesini akıl ve mantık kabul etmiyordu. Ladin'in haberleşmek için hiç bir modern aracı yoktu, hatta haberleri dinleyecek bir radyoya bile sahip değildi. Zaten kullansa idi, ABD modern teknoloji ile yerini çoktan belirlemişti. Mağarasından çıkamayan, tuvalete bile gitmekte zorluk çeken Ladin, nasıl oluyordu da ABD'ye kafa tutuyordu? Anlamak için Matrix'in yalanlarına kayıtsız şartsız inanmak gerekiyordu. Ladin'in savaştığı hedefin ABD ve İsrailden ziyade kendi ülkesinin ABD yanlısı rejimi olduğı açıktı. Suud rejimi gerçek müslümanlığın yüzkarası olarak niteleyen Ladin, kutsal topraklara namahrem elinin değmesini içine sindiremiyordu. Filistin konusunda haksız 59 taraf İsrail'in tarafını tutan ABD'ye yataklık yapan Katar, Kuveyt gibi ülkeler Ladin'e göre düşmanla çalışan hainlerdi. Ladin'in çevresi Suud rejimi karşıtı, kendisine ölesiye bağlı sadık elemanlardan oluşuyordu. Foreign Affairs dergisinde Kasın 1999'da bir makale yayımlayan Ahmet Raşid'a göre, Ladin Pakistan ve Suudi Arabistan'ın selameti açısından Afgan mağarasında ölüme terkedilmişti. Kenya ve Tanzanya saldırılarından sonra Ladin'in Afganistan'a hapis kalmasını iki ülkede selametleri açısından yararlı buluyordu. Ladin'in ABD tarafından yakalanıp, yargılanması bu iki ülkede Ladin sempatizanlarını artırarak bir iç savaş çıkarmaktan başka bir işe yaramazdı. Ladin'in yakalanmaması konusunda, ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan arasında gizli bir anlaşma olduğu ileri sürülüyordu. (102) Uluslararası terörist Usame Bin Ladin'in çocukluk arkadaşı Halid Batarfi, Cidde'de çocukluğunu birlikte geçirdiği arkadaşını ''nazik, yumuşak huylu, düşünceli karıncayı bile ezmeyen bir genç'' olarak anımsıyordu. 11 Eylül terör saldırılarının birinci yıldönümünde, İngiltere'de yayınlanan The Daily Telegraph gazetesine konuşan Batarfi, Cidde'de aynı mahallede komşu olarak yaşadıkları Bin Ladin ailesiyle yakın ilişkiler içinde olduklarını da belirken, Bin Ladin'in annesi Aliye'ye düşkünlüğünü önemli bir ayrıntı olarak hatırlıyordu. El Medine adlı gazetenin editörlüğünü yapan Halid Batarfi, Bin Ladin'in her zaman inançlı bir Müslüman olduğunu, ancak hiçbir zaman fanatik davranışlar içine girmediğini, onu bu düzeyde radikal hale getirenin Mısır'da Enver Sedat suikastını yapan El Cihad örgütüyle ilişkileri olduğuna inanıyordu. Bin Ladin'in TV'de kadınların her zaman giyinik göründüğü kovboy filmlerini tercih ettiğini söyleyen Batarfi, ''bu tercihi radikal olduğundan değil, sadece düzgün şeyler seyretme kaygısından ileri geliyordu'' diyordu.. Bin Ladin'in son derece çekingen bir çocuk olduğunu, her zaman kavgadan ve beladan kaçtığını, kavgalarda hep barışı sağlayan isim olarak öne çıktığını belirten Batarfi, arkadaşının futbol takımında da bazen defans, bazen de forvet oynadığını, uzun boylu olduğu için çok güzel kafa atışları yaptığını belirtmiş, çocukluk arkadaşının, sosyal olaylarda da son derece yaratıcı olduğunu anlatmıştı. Usame Bin Ladin'in son derece gösterişsiz biçimde liderlik tavrı içinde olduğunu da ifade eden Batarfi, bu tavrı, ''o size bağırmadan, buna gerek kalmadan onu izlerdiniz. Bir başkası liderliğe soyunduğundada bunu olay haline getirmez, onu izlerdi'' diye tarif ediyordu. (103) Suudi gazetesi El Hayat'da yer alan habere göre, 11 Eylül saldırılarının fikir babası Pakistanlı muhalif Mir Murtaza Butto'ydu. 1975'te iki Fransız ajanını öldürmekten 1997' de Fransa'da müebbet hapse çarptırılan ünlü uluslararası terörist 'Çakal Carlos', ikiz kulelere uçakla saldırma fikrinin Butto'ya ait olduğunu, ABD'nin bunu bildiğini savunuyordu. Gazetenin Fransa'da cezaevine gönderdiği soruları yazılı olarak cevaplayan Sanchez, Pakistanlı muhalif Zülfikar Örgütü'nün lideri Butto'nun bu fikri antiemperyalist örgütlerin bir toplantısında gündeme getirdiğini söylemişti.. Sanchez yerini belirtmediği toplantıda, '1991'de Körfez Savaşı'nın Irak'ta sebep olduğu yıkıma, ABD'de patlamalara sebep olarak cevap verilmesi' yönünde gayriresmi bir fikir birliği sağlandığını anlatmıştı. 'İlerici bir Arap devleti'nin (muhtemelen Mısır) gizli servisinin toplantıyla ilgili olarak ABD'yi bilgilendirdiğini söyleyen 'Çakal Carlos', Sudan güvenliğinin de 1993'te Washington'a Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon'un da yer aldığı bir hedef listesi sunduğunu eklemişti. Pakistan eski başbakanı Benazir Butto'nun erkek kardeşi olan Mir Murtaza Butto, 1977'de bir darbeyle devrilip idam edilen babası Zülfikar Ali Butto'nun intikamını almak üzere Zülfikar örgütünü kurmuştu. Mir Murtaza, büyük bölümünü Suriye'de geçirdiği 16 60 yıllık sürgünden ülkesine 1993'te dönmüş ve Eylül 1996'da Karaçi'de polisle girdiği çatışmada öldürülmüştü. Bin Ladin'e hayran Çakal Carlos'un El Hayat'a yaptığı bir başka açıklama Usame bin Ladin hayranlığı ile ilgiliydi. "Şeyh Usame bin Ladin'in izlediği yoldan gurur duyuyorum" diyen Carlos, 11 Eylül saldırılarına ilişkin olarak da "O müthiş rahatlama hissini tarif edemem" demişti. (104) 11 Eylülle ilgili Fransa'da en çarpıcı kitaplardan birini yazan Büyük Doğu Mason Locası Başkanı Alain Bauer, Paris Uluslarası Basın Merkezi'nde yaptığı bir basın toplantısında Ladin'in El Kaida'nın gerçek lideri olmadığını ortaya atmakla kalmadı, 11 Eylülün Ladinle ilişkisi olmayan ' gizli bir ABD iç darbesi' olduğunu iddia etti. Bauer, "Olaydan sonra Amerika dünya basınını istediği gibi yönlendirdi ve gazeteciler de olayları atlamamak için kendilerine verilen her materyali doğruluğunu araştıracak zamanları olmadığı için olduğu gibi kullandı" dedi. Bauer konuşmasını şöyle sürdürdü: "Afganistan'da Bin Ladin'in kaldığı mağaraların bilmem kaç katlı olduğu, havalandırma, ısınma, uydu ile haberleşme ve bunun gibi birçok sistemle donatıldıkları açıklandı, basın bunu alıp aynen yayınladı ama operasyonlar sürüp mağaralar ele geçirilince böyle sofistike şeylerin olmadğı normal bir mağaradan farkları olmadığı ortaya çıktı." İfşaatlarına devam eden Bauer: "Molla Ömer'in bir fotoğrafı yayınlanıp duruyor, kim tanıyor, kim gördü Molla Ömer'i de buna inanılıyor, o fotoğraf kesinlikle Molla Ömeri'in değil belki çoktan ölmüş birinindir. Molla Ömer motorsikletle kaçtı denildi, aynısı yazıldı, hiç gözünüzün önüne getirdiniz mi? Afganistan'da akaryakıtın bulunmadığı dağlarda son model bir motorsikletin üzerinde Molla Ömer ve kaçıyor, bu sadece bir komedi filminde olur" dedi. Bauer konuşmasında şu iddialara da yer verdi: "ABD gizli servisi CIA 11 Eylül saldırısının olacağını biliyordu ama zamanını tam olarak tespit edememişti. Bilmiyordu diyorum zira Temmuz ayında ellerindeki Ladin ve el Kaide bilgileri ile Suudi Arabistan gizli servis başkanının emekliye ayrılmasını sağlaması bunun en önemli göstergesiydi." Bauer, Ladin ve El Kaida balonunu şu sözleriyle patlayordu: Aslında hiç kimse el Kaide ile ilgili birşey bilmiyor, hatta bu örgütün gerçek adının el Kaide olup olmadığı konusunda bile tartışmalar var. Bin Ladin'in bu örgütün gerçek lideri olmadığı kesin, o nedenle kimse Ladin'in dediklerini önemsemiyor. Asıl, Ladin'i kullananların söyledikleri önemlidir, zira Ladin birkaç kez İslam dünyasının ayağa kalkması için çağrı yaptı, hiçbir hareket olmadı, eğer gerçek lider o olsaydı mutlaka sözü dinlenirdi. El Kaide bir örgüt değil terörizmin altyapısı sağlam olan bir şirkettir. Herkes bu şirkete bir saldırı ısmarlayabilir, bir networktur, el Kaide aslında her altı ay bir saldırı düzenliyor, ellerinde bir terör projesi olanlar başvurduğunda finanse ediyor. Bu nedenle el Kaide'yi Ladin değil onun isminin öne çıkmasını isteyenler yönetiyorlar. ( 105) Derin analizlerine saygı duyulan The Christien Science Monitor dergisi, Aralık 2003'de yayımladığı analizinde Usame Bin Ladin'in ismini asla medyada ve açıklamalarında anmadığı, güya lideri olduğu El-Kaida örgütünün isim babasının Batı dünyası olduğuna dikkat çekiyordu. 1980'lerde her taşın altından zoraki çıkartılan İslami Cihat ve Lübnan Hizbullah'ın yerini yeni günah keçisi bu 'hayali süper uluslararası örgüt'ün aldığını veya aldırıldığını belirtmiş ve sormuştu: Acaba gerçekten bunca eylemin ardında ismini dahi liderinin kabul etmediği hayalet bir yapılanma mı var, aşırı terör korkusu, tehditi yoksa bir psikolojik savaş ürünü mü? El-Kaida'nın İstanbul saldırılarını bir açıklama yaparak kabul etmemesi fazla ilgi görmemişti. İslam ülkelerinde 2003 yılı boyunca El-Kaida'ya mal edilen terör saldırılarının faili olarak ilan edilen güya süper terör güç ağına sahip bu korkuluk 61 konusunda en mantıklı değerlendirmeyi yapan dergi, bazılarının ABD'ye şirin gözükmek ve terörle mücadele konusunda omuz-omuza çarpıştıklarını kanıtlamak için ülkelerinde meydana gelen saldırıları 'ortak düşmanları' Arapça temel manasına gelen El-Kaida tarafından gerçekleştirildiğini hemen kabullenmesini kanıksıyordu. Afganistan cihatında ABD tarafından desteklenen Ladin'in ' özgürlük savaşçısı' konumdan ' özgürlük düşmanı ' konumuna düşüren propagandayı suni buluyor, inandırıcı bulmuyordu. ABD'nin sempatisini ve desteğini kazanmak için bu kadar yalakalığa pes diyordu. Büyük ihtimalle gelecek terör saldırılarının faili bile dergiye göre şimdiden belliydi: El-Kaida... Tunus'daki Yahudi Sinagoguna yapılan saldırı, ABD büyükelçiliği yakınlarında Yemen'de patlayan bombalar, Filipinlerde, Kazablanka'da Riyad'da art arda meydana gelen saldırılar Milan'da metroda çıkan yangın, Kaliforniya'da yanan ormanlar; hepsinin sorumlusunun El-Kaida olması abartılıydı. Her ülkede mevcut terör örgütleri yaptıkları eylemlerin üstünü örtmek için buldukları yeni maskeden memnun görünüyordu. Kolombiyadaki uyuşturucu tacirleri bile neredeyse yaptıkları kara ticareti ve işledikleri cinayetleri El-Kaida'nin üstüne yıkacaktı! Vur abalıya taktiği düşen için kullanılır. Birileri farkında olarak veya olmayarak bilinmeyen bir canavar üretiyor ve gölgesinden herkesin korkmasını istiyordu. Bilinmeyen, görünmeyen hayalet daha dehşet vericidir; korku filimlerini andıran süper terör örgütü yalanı, gerçek suçluların gizlenmesini sağlayan bir şal görevi görürken, asıl suçlu suç işlemeye, korku salmaya devam ediyordu. Birileri bundan çıkar sağlıyordu. El-Kaida korkusu nedeniyle Amerikalılar yurtdışına seyahat etmekten korkuyordu. Medyadan pompalanan öcü imajı tek isim üzerinde odaklanmış durumdaydı. Ancak Ladin'in eğer gerçekten pek çok ülkede etkilediği terör örgütü varsa, isimlerinin El-Kaida olmadığı muhakkaktı. Şiddetden medet uman terörist bölgesel yapılanmalar işledikleri cinayetleri pekela El-Kaida adına işlediklerini belirterek, adaletin elinden kurtulabilirlerdi. İstedikleri sonucu elde etmek için devlet terörü organize etmekten çekinmeyen yabancı ülkelerin istihbarat teşkilatları için El-Kaide mükemmel bir kamuflaj malzemesi sağlıyordu. (106) Empati yaparak kendinizi bir an fanatik bir Yahudi - MOSSAD ajanı veya CIA'ya çalışan bir Amerikalı sayınız. Terörle mücadele adı altında İslam'a karşı açılan savaşa destek vermeyen müslüman ülkeleri ve kamuoyunu nasıl ikna ederdiniz ?. Elbette İslam ülkelerinde eylemler gerçekleştirip, suçu El-Kaida'nın üstüne atarak. Nefret duyulan İslami terör imajını yayacak eylemler İslam ülkelerinde bir taşla kaç tane kuş vurmanıza hizmet ederdi. Sonuçta, hükümetleriniz ABD'ye bağlılıklarını tazeler, Yahudileri kirli işlerin altında aramaktan vazgeçerdi. İki kampa ayrılan dünyada yeriniz İslam ülkelerinin işgaline vicdanınız elvermesede birden 'terörle mücadele kampı' olurdu. Afganistan ve Irak işgaline, çaresizlikten kendisini patlatan intihar eylemcilerine farklı bir pencereden bakardınız. El-Kaida'nın şahsında müslümanlığınızdan utanır, savunmaya çekilirdiniz. Terör korkusu ve tehditi nedeniyle mütedeyyin müslümanlara yönelik operasyonlara dahi acaba diye şüphe ile yaklaşırdınız. Hayaletle savaş müslümanlığınızı, değer verdiğiniz değerlerini esir eder, ama rehin kaldığınızı kabul etmezdiniz. Müslümansınızdır ama, Haçlı ordusunun safında yeralırdınız. Yahudi düşmanlığının tüm dünyada yayıldığı, ABD'ye nefretin ise adaletsiz yönetiminden dolayı zirveye tırmandığı bu tek kutuplu dünyaya, herhangi bir ülkede meydana gelen bir terör saldırısından sonra El-Kaida'yı suçlama kolaycılığına kaçmadan önce terörle verilen mesaj iyi okunmalı ve propagandanın kime yaradığı iyi hesap edilmeliydi. Bazıları komplo teorisi yakıştırması ile medyanın sunduğu zehirli hazır 62 yemeği hiçbir tetkike, analize tabi tutmadan satın almayı tercih ediyordu. Terörü kabul edebilecek aklı başında bir müslüman gösterilemezdi. Batı dünyasının kullandığı piyonlar bugün bizi canevimizden vuruyordu. İslamı karalayanlara alet olmak bu kullanılan gruplara ayıp olarak yeterdi. Vurmadan önce abalıya düşünülmeliydi: Kim vurmanızı istiyor ve sonuçta kim kazanacak, kim kaybedecek. Hiç olmazsa koyu bir Hiristiyan olan Monitor dergisi kadar sorgulanmalıydı: Liderinin ismini anmadığı hayalet süper uluslararası terör örgütü ElKaida aracılığıyla yayılmak istenen korku, terörün kendisinden daha korkunç sonuçlara yol açmıştı. Terörün amacı psikolojik savaş ise, onu aleti yaparken alet olan, sahte korkuluklarla dünyaya gereksiz korku salanlarda açıkça terör işliyordu. Neden 11 Eylül 2001'den önce böyle saldırılar olmuyordu. Terörün çivisini kim çıkardı? Afganistan ve Irak'a özgürlük götüreceğim yalanının arkasına gizlenerek enerji ve hegomanya hesapları yapan, dengeleri altüst eden ABD masum mu? Adaletli bir barışa hiç bir zaman razı olmayan ve 2000 Eylül'ünde Mescid-i Aksa provakasyonu ile başlayan Ariel Şaron iktidarında İsrail ve doymak bilmeyen iştihaya sahip zengin lobilerini savaş motoru olarak kullanan fanatik Yahudiler masum mu? Yoksa bu amaçlara ulaşmak için farkında olarak veya olmayarak kullanılan bir piyon konumundaki Usame bin Ladin mi tek suçlu? Tarihin en büyük yalanlarıyla işgal edilen Irak'ta öldürülen Iraklılar, tecavüz edilen müslüman kadınlar masum değil mi? Vatanını savunmak eğer terörizm ise kurtuluş savaşımızda yedi düvele karşı verdiğimiz mücadelede terörist bir savunmaydı! Usame tarafından laiklik anlayışından dolayı kafir ilan edilen Saddam ile Ladin'in ilişkisi olduğunu ileri sürecek kadar şeytana külahı ters giydiren ve bunu savaş sebebi sayan Şahinler ekibi suçlu değil mi? Saddam- Ladin ortaklığının Amerikalıların ulusal güvenliğine tehdit oluşturduğu yalanını bilinçli biçimde savaş öncesi defalarca kullanan ABD Başkanı Bush, dünya barışı için daha tehlikeli değil mi ? Başka bir yalanla yeni savaşlar çıkarmayacağını garanti edebilir misiniz? İngiliz kamuoyu bile Bush'u Ladinden daha tehlikeli görüyordu. ABD'yi 11 Eylül terör saldırısından sonra etkisi altına alan psikolojik bunalım dünya geneline yayılıyordu. Terörle mücadeleye geniş katılım sağlanması için sanki gizli bir el, her ülkede terör saldırısı olmasını ve suçun genelde El-Kaida'nın, özelde radikal İslam'ın üstüne kalmasını istiyordu. Ladin artık Pakistan ve Afganistan arasında bir mağarada unutulmuş, kullanılma misyonunu tamamlamıştı; bilerek veya bilmeyerek... Bush yönetiminin Saddam`dan sonra Ladin`i de yakalayarak 2004 yılı ABD Başkanlık seçimleri için büyük bir avantaj elde etmek isteyeceği söylentileri uzun süredir siyasi teorisyenler tarafından dile getiriliyordu. İşte bu ortamda Amerika`nın eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright'dan şok bir açıklama geldi. Fox televizyonunun analisti Morton Kondracke`ye 17 Aralık 2003'de konuşan ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Bush`un Usame bin Ladin`in nerede saklandığını bildiğini ve yakalandığını açıklamak için siyasi kariyeri açısından en doğru zamanı beklediğini öne sürmüştü. Saddam Hüseyin`in 13 Aralık 2003'de yakalanmasıyla Irak Savaşı güya resmen sonuçlanmış, tüm gözler Ladin`e çevrilmişti. Irak Savaşı`nın hangi nedenden çıktığını bir türlü anlayamadığını söyleyen Albright, Başkan George W. Bush`un el-Kaide lideri Ladin`in nerede saklandığını bildiğini ileri sürüyordu.. Bazı Demokratlar da Albright`ın bu görüşünü destekliyordu. (107) Usame Bin Ladin, iddiaya göre, Eylül 2003'de Pakistan ve Afganistan arasındaki mağarasında yakalanmıştı. 63 CHAPTER 5 MATRİX'İN SÜRPRİZİ BUSH-LADİN ORTAKLIĞI Matrix'in en büyük sürprizi kuşkusuz Bush ile Ladin aileleri arasındaki sıkı ilişkilerdi. 30 Ekim 2001 tarihli New York Times'da Patrick E. Tyler imzasıyla çıkan haber, 11 Eylülde ABD'de tüm uçuşlar iptal edilirken tek istisnanın Ladin aile üyelerinden 24 kişiye tanındığını konu alıyordu. (108) The New Yorker'dan Jane Mayer, konunun üzerine giderek Bush-Ladin ortaklığı ile ilgili bombayı 12 Kasım 2001'de patlattı. Saldırı sırasında Ladin ailesinden 24 kişi ABD'deydi. Bunların bir kısmı kolejlerde veya ortaokulda okuyan Ladin'in akraba çocuklarıydı. Suudi Arabistan Washington büyükelçiliğinden bir yetkili 11 Eylülde FBI'yı arayarak Ladin aile üyelerinin yargısız infaza maruz kalmaktan korktuklarını ifade ediyordu. FBI onayıyla Ladin aile üyeleri özel bir jetle Los Angales'dan Orlando'ya oradan Washington DC'ye, buradanda Boston'a uçtular. Eylül'ün 18'inde ise Paris'e giderek ABD'li yetkililerin potansiyel terörist sorgulamasından kurtuldular. ABD, Bush'un yakın aile dostu Prens Bandar bin Sultan ve Ladin aile üyeleri potansiyel şahit bile kabul etmemiş, tek soru sormadan, pasaportlarını bile kontrol etmeden VIP kapısından kaçırmıştı. Oysa 19 intiharcıdan 15'inin Suudi pasaportu taşıdığı açıklanmıştı, saldırı azmettiricisi olarak Usame bin Ladin, olaydan 10 dakika sonra suçlanmıştı. The London Times, Amerikalı savcıların Ladin aile üyelerinin 11 Eylülle ilgili birşeyler bildiklerinden endişelendiklerini, ancak onları koruyanın Bush olması nedeniyle ulaşamadıklarını yazmıştı. Mayer'in bir FBI yetkilisine sorduğu ' neden gözaltına almadınız?' sorusuna verdiği cevap ilginçti: Bu rehine almak olur, biz bunu yapmayız. (109) Oysa yakında tüm müslümanlar zanlı durumuna düşecek, sorgusuz sualsiz gözaltına alınmalar başlıyacak,11 Eylül topyekün tüm müslümanları rehin alacaktı. The Tampa Tribune'ün 3 Ekim 2001 nüshalı sayısında Kathy Steel, Ladin ailesinden başka Suudilerinde 13 Eylül günü özel izinle uçurulduklarını ortaya çıkarmıştı. Özel bir Suudi jet, savunma sanayinin müşterilerinden Raytheon ve GOP ortaklığına ait Tampa'daki özel bir hangardan uçuşun yasak olduğu Lexington, Kentucky'e uçmuştu. Güya Suudi petrol şeyhleri, Suudi Kraliyet ailesinden bazı üyelerle Kentucky'de at bakıyorlardı. Olayı muhabire anlatan Suudi zenginleri korumak için tutulan Amerikalı güvenlik elemanlarıydı. Korumalar, pilotun tekrar Tampa'ya dönerek, oradan bazı Suudileri Loisina'ya götüreceğini anlatmıştı. (110) 11 Eylülden sonra evlerine dönmek isteyen seyahat halindeki tüm Amerikalılar, hava yolunu kullanamayınca binlerce kilometreyi karayolu ile katetmek zorunda kalmıştı. Suudilere ve Ladinlere tanınan ayrıcalık, pek çok Amerikalıyı çılgına çevirmeye yetmişti. Ladin masalına inananlar bile soruyordu: Neler oluyordu? Araştırmacı gazeteciler Bush-Ladin ilişkilerini mercek altına alınca herkesi şoke eden bilgiye ulaştılar. ABD Başkanı Bush'un pilotluk yaptığı Teksas Ulusal Hava Güvenliği günlerine araştıran Walter V. Robinson, 31 Ekim 2001 tarihli The Boston Globe'de, Beyaz Saray'a giden yolları yazan Ellen Gamerman aynı sonuca ulaşmıştı. Baba Bush, artık oğlunun gerçek ticarete atılmasına 1977'de karar vererek oğluna ' Arbusto' adındaki ilk petrol şirketini kurduruyordu. Bir yıl sonra W.Bush, James A. Bath adlı gençlik yıllarından tanıdığı şahısdan finans desteği bulmuştu. Bath, Arbusto'nun yüzde 5'lik hissesini 50 bin USD ödeyerek Salem bin Ladin adına almıştı. (111) Pek çok Amerikalı bunu yeni öğrenmişti. Oysa Jerry Urban, ilk defa Houstan Chronicle'da 4 Haziran 64 1992'de bu konuyu gündeme getirmişti. 1984 yılında Spectrum-7 şirketiyle birleşen Arbusto, bu evlilik öncesinde iflasın eşiğindeydi. Bu birleşmeden sonra şirket, Harken Enerji tarafından satın alındı. Bu işten yüzbinlerce dolar kazanan Bush, petrol işinde önemli dostlar edindi. Salem bin Ladin öldükten sonra, onun payını Suudi Arabistanlı bir banker olan Halid bin Mahfuz aldı. Bush’un bir dönem yöneticiliğini yaptığı Harken Enerji Şirketine ise, Mahfuz’un ortak olduğu başka bir Suudi şirket ortak oldu. Mahfuz’un kızkardeşi Usame bin Ladin’in eşiydi. Bin Ladin ailesinin Beyaz Saray’a uzanan yolda Bush’a destek olduğu kesindi. (112) Austin American Statemen'daki yazısında 9 Kasım 2001'de Ladin-Teksas ilişkileri şöyle irdeleniyordu: Salem bin Ladin ilk defa 1973'de Teksas'da toprak satın aldı, ev ve Bin Ladin adlı bir özel hava limanını San Antonio'da inşa etti. Suudi Arabistan'da inşaat sektöründe büyük işler yapan Ladin ailesi en zengin Suud ailelerinden biriydi. Yollar, enerji santralleriü uçuş alanları ve devlet binaları ihaleleri alıyorlardı. Baba Bush'un yolaçtığı ilk Körfez savaşında Ladinlerin inşa ettiği hava limanlarını Amerikalılar kullanmıştı. Kabe'nin ve Peygamberimizin kabrinin yeniden restore edilmesine ilişkin milyar dolarlık ihale ladin ailesine sadece zenginlik değil, şan, şöhret ve kutsaliyet katmıştı. Bush ailesi Ladin ailesi aracılığıyla Suud Kraliyet ailesinde itibar kazanmıştı. (113) İlişkiler gittikçe derinleşiyordu. The New Yorker'dan Micheal Moss 28 Ekim 2001'de Jane Myer ise12 Kasım 2001 tarihli yazılarında Ladinlerin Citigroup, General Elektirik, Merril Lynch, Goldman Sachs, Frement Group ve Bechtel ile iş ilişkilerini kaleme aldılar. Microsoft'da bile hisse alan Ladinler, Boeing'le Amerikan savunma sanayisine yatırım yapmıştı. W. Bush'un İşletme eğitimi gördüğü Harvard İniversitesine 2 milyon dolar, Tufts iniversitesine 300 bin dolar bağışta bulunmuşlardı.(114) St. Petersburg Times'in haberine esasen, ABD'nin eski Riyad büyükelçisi Charles Freeman ise kurulan Ortadoğu Politikaları Konseyi adlı think-tank kurumunda başkan sıfatıyla Ladinlerin politika kurumunu yönetiyordu. (115) The Boston Globe'den Marcella Bombardier ise, Teksas, Florida ve Massachussets'deki emlak listesine ulaşmıştı. Salem bin Ladin, 1988'de Teksas'da, babası Muhammed ise 1967'de aynı biçimde uçak kazalarında ölmüştü. Usame Bin Ladin, öz ve üvey kardeşleri ile birlikte Ladin ailsinin tüm yatırımlarına ortaktı. Yıllık 30 milyon dolar civarında karpayı alıyordu. (116) Baba Bush, Beyaz Saray'dan ayrıldıktan sonra hayli yüksek bir maaşa danışman sıfatıyla Caryle Group'da işe girmişti. Group'u maliyeştirdiklerinden biride Ladin Grubu'ydu. The New York Times'ın 26 Ekim 2001 nüshasında Kurt Eichenwald'ın belittiğine göre, Ladinler Carlyle Group'a en az 2 milyon dolar yatırım yapmıştı. 1994'de Carlyle Group, faaliyetlerini daha ziyade sahibi olduğu CaterAir'e kaydırmıştı. Aynı yıl kurum batma eşiğindeydi. Teksas Valisi olan W. Bush, Teksas İniversietsi aracılığıyla Carlyle Group'a 10 milyon dolar aktararak kurumu batmaktan kurtarmıştı. Grup, ulusal güvenlik sistemlerini sözleşme karşılığı kuruyordu, ancak silah üretmiyordu. Başarısız güvenlik şirketlerini satın alıyor, işler hale getiriyor ve sonra yüksek fiyatla satıyordu. Grubun yönetiminde Reagan'ın Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Frank Carlucci, baba Bush döneminin Dışişleri bakanı James Baker, İngiltre'nin eski başbakanı John Major bulunuyordu. (117) 11 Eylülden sonra Bush-Ladin ilişkilerini hem The Washington Post hemde The Wall Street Journal gündeme getirince W. Bush'un ilk tepkisi hemen reddetmek olmuştu. Ancak baba Bush ve Carlyle üyeleri tüm Ladinlerin aynı olmadığını, diğer Ladinlerin 65 Usame bin Ladin'in yaptıklarından utanç duyduklarını açıklayarak kendilerini temize çıkardılar: Bunlar iyi Ladinlerdi... 1 Mart 2001 tarihli Ajans France Press'in verdiği, 11 eylülden 6 ay önce yapılan Ladin'in oğlunun düğün haberi iyi Ladinlerle kötü Ladinlerin ilişkilerini bozmadığını ortaya koyuyordu. Usame'nin annesi, kızkardeşi ve iki erkek kardeşi Usame'nin oğlunun düğününde diğer Ladinlerle aynı ortamı paylaşmıştı. Ladin ailesi sıkı bağlarla birbirine bağlıydı. CIA raporlarında, Usame'nin 30 milyon dolarlık yıllık karpayını aldığı belirtiliyordu.(118) Terörün finansmanlarını araştıran Borzou Daragh, Kasım 2001'deki yazısında Usame ve El Kaida örgütünün Ladin ailesi ve zengin Suudlular tarafından beslendiğini ortaya koyuyordu. Usame, aksatmadan yıllık hissesini almıştı. (119) İlk aylarda Ladin ailesine sahip çıkan Baba Bush ve taifesi, basının yoğun baskısı üzerine 2 ay sonra pes etti. Ladin grubundan Carlyle Grupdaki yatırımlarını geri alarak şirketi terketmeleri istendi. Tüm ABD gazeteleri, haberi iri puntolarla verdi. En ilginç raslantı 11 Eylül günü Ladinlerin büyük kardeşi Shafig'in saldırı sırasında Washington DC'de Carlyle Grupda iş konfreansında olmasıydı. The Washington Post'un 16 Mart 2003 tarihli nüshasında Dan Briodu, daha derine inerek, o kader sabahından bir gün önce baba Bush ve Carlylecilerle Shafig'in tartıştığını yazdı. O sıralarda, Washington Usame'nin iadesi konusnda Taliban ile pazarlığa oturmuştu.(120) Usame'nin kellesi için yapılan pazarlığın Ladin ailesini rahatsız etmesi normaldi. Bush ailesinin ladinlerle ilişkilerine eğer eski başkan Bill Clinton sahip olsaydı, Amerikan basını ve Kongre olayın üzerine balıklamasına atlar ve başkanı istifaya zorlarlardı. Mesela Oklahoma City federal binasını havaya uçuran Timothy McVeiıgh ailesi ile Clinton arasında bir ilişki olsaydı bu büyük bir skandal olurdu. Veya Clinton McVeigh'in potansiyel suç ortaklarını soruşturmasız ABD dışına kaçırsaydı Beyaz Sarayda birgün bile oturamazdı. En azından bu olay aylarca manşetlerden inmezdi.ABD medyası, Bush-Ladin skandalını unutturmaya çalıştı. İngiltere'de tabloid basınından başka bu skandalı manşetlerine taşıyan olmadı. Kongre, araştırma komisyonu kurmadı. Bush'u ve ailesini koruyan gizli el, 11 Eylülü bahane ederek başkanlarını yıpratmadı. Olağanüstü savaş hali havası estirilmese Bush, bu skandalın üstünü örtemezdi. Bushların Suudlarla ilişkileri Ladinlerle sınırlı değildi, tüm Suud kraliyet ailesi ile sıkı aile dostlukları vardı. ABD'ye ithal edilen petrolün günlük 1,5 milyon varili Suudi Arabistan'dan geliyordu. Irak eski Lideri Saddan Hüseyin 1990'da Kuveyt'i işgal ettiğinde Suudlar büyük korkuya kapılmıştı. İmdatlarına yetişen kurtarıcı baba Bush'dan başkası değildi. 24 Mart 2003'de The New Yorker'da Elsa Walsh, Suud kraliyet ailesinin Bush ailesini kendi aile üyesi olarak kabul ettiğini belirtiyordu. Prens Bandar'ın eşi Haifa, ABD'nin Riyad Büyükelçisine ' Sizin anne ve babanız benim anne ve babam gibidir; bir ihtiyacım olsa onlara giderim' demişti. (121) 1967-1997 yıllarında CIA'de Operasyonlar Yönetiminde yer alan Robert Baer, yazdığı ' Şeytanla Uyumak' adlı kitabında baba Bush'a Prens Bandar'ın ' Bandar Bush' diye hitap ettiğini yazmıştı. Baba Bush, başkan yardımcılığı ve başkanlığını yaptığı CIA'de ' kirli işleri'nde hep Suudları kullanmıştı. İran-Contra skandalında ortaya çıktığı gibi Oliver North aracılığıyla İran'a gizli silah satmak gerektiğinde lazım olan 30 milyon dolar peşin parayı Suudlar ödemişti.CIA, 1985 seçimlerinde İtalyan Komünist Partisi'ni çökertmek istediğinde Suudlar aracılığıyla rakiplerin banka hesabına 10 milyon dolar yatırtırmıştı. Bu nedenle öğle yemeklerinde baba Bush'un sürekli konuklarından biri Suudi Arabistan'ın Washington büyükelçisiydi. ( 122) 66 Prens Bandar, Teksas'daki Georgh Bush Cumhurbaşkanlığı kütüphanesi ve müzesine bir milyon dolar bağışlamış, eşi Barbara'nın eğitim programlarına milyonlarca dolar katkı sağlamıştı. 1992'de Clinton başkanlığı kazandıktan sonra bile Suudi kraliyet ailesinden gelen yardımlar kesilmedi. Suudlar, Saddam korkusuyla silahlanmaya karar vermişti. 1 Nisan 2002'de The Nation'dan Tim Shorrock ve The Christian Science Monitor'de 29 Ekim 2001'de Warnen Richey aynı bilgiye parmak basıyordu: 1995'lerde Suudilerin satın aldığı 170 milyar dolarlık silahın alım-satım, danışmanlık işleri Carlyle Grup danışmanı baba Bush tarafından yürütülmüştü. (123) Baba Bush, Beyaz Saraydan ayrıldığından beri Suud sarayını Carlyle Grup danışmanı sıfatıyla iki defa ziyaret etmişti. Robert Kaiser'in 11 Şubat 2002'de The Washington Post'da yer alan makalesinde, sadece Ladin grubunun değil Prens Bandarında Caryle Group'un yatırımcılarından olduğu kaydediliyordu. Barbara Bush'un Kennebunkport'da düzenlenen 75. yaşgünü partisine davet edilen Prens Bandar kesinlikle aileden biri sayılıyordu. 8 Kasım 2000'de yapılan ABD başkanlık seçimlerinde W. Bush'a destek vermek için işlerin arapsaçına döndüğü bir sırada Prens Bandar'ın Florida'ya gitmesi, değişik spekülasyonlara yol açmıştı. Önce Bush’un sadece 1784 oy farkla kazandığı açıklandı. Ancak daha sonra, Demokrat Parti’nin adayı Al Gore sonuca itiraz etti. Tartışmalı bölgelerde oylar bir daha, bir daha, bir daha sayıldı. Taraflar arasındaki kavga mahkemede bitti. Bu sıkıntılı süreç içinde, çöplerden, okulların ve resmi binaların kalorifer dairelerinden Gore’a verilmiş yüzlerce oy pusulası bulundu. Cumhuriyetçi Parti adayı Bush’un en önemli kozu, Florida Valisi olan ağabeyi Jeb Bush’tu. Cumhuriyetçiler, o kritik günleri akıllıca kullanmayı bildi ve seçimden 36 gün sonra George Walker Bush, çekişmeli, tartışmalı ve kimilerine göre ayak oyunlarıyla dolu sürecin ardından 537 oy farkla ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçiler 8 yıl aradan sonra ABD’de iktidara geldi. Oyların sayılmasında rol oynayan Bush ailesinin avukatı James Baker'in firması Suud kraliyet ailesininde avukatlığını yapıyordu. Bush, ABD tarihinin en tartışmalı seçiminde şike yapmıştı. (124) Dünyanın neresinde olursa olsun, enerji ve petrol Cumhuriyetçiler’den sorulurdu. Ve onlar ABD dış politikasını, ortağı olduğu şirketin çıkarlarına göre belirlerdi. Aslında her şey yıllar önce tezgahlandı ve 2000 yılının Kasım ayında da hayata geçirildi. ABD’yi, 1992 yılından 2000 yılına kadar Demokratlar yönetti. Başkanlığı Baba Bush’tan devralan William Jefferson Clinton, bu kez Beyaz Saray’ın anahtarını oğul Bush’a vermişti.Yağmurlu bir günde gerçekleşen devir-teslim töreninden yaklaşık iki yıl sonra Demokrat Parti New York Senatörü, eski First Lady Hillary Clinton, Los Angeles’ta katıldığı bir toplantıda, ABD Başkanı George Bush için, -Türkçe’ye çevrildiğinde İngilizce’de olduğu gibi tam anlamını bulamayan- şu cümleyi kullanıyordu: “Bush was selected, not elected”. Bayan Clinton’ın bu iddiasını, seçim yenilgisinin ardından söylenmiş sözler olarak algılamamalıydı.. 8 yıl ABD’yi yönetmiş bir Başkan’ın eşi olarak herhalde bir bildiği vardı. Zira, 2000 yılındaki Başkanlık seçiminde yaşananlar hatırlanınca, Bayan Clinton’a hak vermemek de mümkün değildi. 11 Eylülden sonra tüm dünya olanları şaşkın ördek gibi izlerken Prens Bandar, Baba Bush ile birlikte İngiltere'de ava çıkmıştı. Oldukça rahattılar, sanki hiçbir şey olmamıştı. 11 Eylül mağdurlarının Suud kraliyet ailesi aleyhine açtığı davalarda Baker'in avukatlık firması onları savunuyordu. New Yorker'dan Elsa Wash, 24 Mart 2003'de, Newsweek'ten Michael Isıkof ile Mark Hasenball 16 Nisan 2003'deki makalelerinde bu sıkı ilişkilere dikkat çekiyorlardı. 67 ABD stok marketinde Suudi petrol şeyhlerinin trilyonlarca doları bulunuyordu, ABD bankalarında yatan Suudi sermayeside trilyonlarca dolarla ifade ediliyordu. ABD'li politikacıların en büyük korkusu bu paraların kaçmasıydı. Suudi Arabsitan ve Arap sermayesinin terör örgütlerini desteklediğine ilişkin iddialarü Suudi vatndaşlarına ABD'nin Eylül 2002 itibarıyla vize koymasıyla birleşince beklenen kaçış başlıyordu. Suud sermayesinin 276 milyar doları Irak savaşında ABD'ye destek vermeyen Fransa'ya gitti. Rusya ile ticari işbirliğini 2002 sonbaharında bir anlaşma ile geliştirme kararı alan Kral Abdullah, ABD'ye mesajı vermişti. Almanya ve düğer ABD karşıtı ülkelere ne kadar Suud parasının gittiği bilinmiyordu. ABD'nin ekonomisi Suud Arabistandan asılıydı. Bu durumun ortadan kaldırılması İsrail'in en büyük dileğiydi. 11 Eylülden sonra bozulan ilişkiler tamda İsrail'in istediği gibi gelişiyordu. Yahudi sermayesi Arap sermayesini ABD'den kovmuştu. Başkan Bush, Nisan 2002'de Suudi Kral Prens Abdullah ile görüşerek ikili ilişkileri geliştirdiklerini açıklıyordu. İkili epey bir süre yalnız görüşüp dertleşmişlerdi. ABD'nin Suudi Arabistan'ı terörü destekleyen ülkeler listesine alması kralı kızdırmıştı. El Kaida'ya karşı operasyonlar başlatan Kral, özellikle Asya'da İslami teşkilatlarına Suudi sivil toplum örgütlerinin yardım aktarımını kontrol altına aldıklarını Bush'a söylemişti. Ancak ABD'de Araplara ve müslümanlara yapılan kötü muameleler Arap sermayesinin kaçışını durduramamıştı. (125) Suudi Arabistan'da Kral Fahd'ın ölüme yaklaştığı anlaşıldıktan sonra 1995'den beri bir iktidar kavgası yaşanıyordu. Kral Abdullah'ın kardeşleri ve bazı oğulları kendine bağlı elemanlarını Batıda yetiştirmişlerdi. Daha radikal bir İslam devleti siyiyorlardı. Elemanları Almanya ve Fransa'da hazır kıta bekliyordu. ABD'de pilotluk eğitimi alan Suudiler muhaliflerdi. Mayıs 2003'de The Atlantic Monthly'de yazan eski CIA elemanı Robert Baer, bazı kraliyet ailesi mensuplarının Suudi Arabistan'ın rotasını daha fundamantalist bir çizgiye kaydırmak için iç darbeye hazırlandığını yazmıştı. Bush ekibi, muhaliflere karşı Kral Abdullah taifasını desteklemiş, diktatör monarşinin devam etmesini istemişti. Bu müdahale muhaliflerle yanaşı çalışan Usame bin Ladin'i kızdıran etkenlerden biriydi. 11 Eylülden sonra Suudi çölerinde öldürülen üç veliaht prens olayı, muhaliflere CIA'nın verdiği bir gözdağıydı. Hatta bir prensin çölü yalnız geçmeye çalışırken susuzluktan öldüğü açıklanmış, bu yalana kargalar bile gülmemişti. ABD, Suud ülkesinde İslami demokrasi istemiyordu. Halka istediğini vermek, İslami bir yönetim getirirdi.ABD askerleri, kutsal topraklarda bulunduğu sürece Suudi muhaliflerin kini, nefreti devam edecekti. Filistin sadece bir küçük gerekçeydi. (126) ABD Kongresi 11 Eylülle ilgili bir araştırma komisyonu kurmuştu. Önceleri komisyonun başına Henry Kissenger getirilmiş, müslümanlarla ticari ilişkilerinin gündeme getirilemesi üzerine Kissenger komisyondan affını istemek zorunda kalmıştı.Hazırlanan raporun 28 sayfasında Suudi Arabistan'la 11 Eylül arasındaki ilişkiler masaya yatırılmıştı. Bush, rapordan uluslararası güvenlik gerekçesiyle sözkonusu 28 sayfayı sansürlemiş ve açıklanmasını önlemişti. ABD'nin iç güvenliğini Suudların baltaladığına değinilen rapor, Bush ailesinin zor duruma düşürebilir, 2004 yılı başkanlık seçiminde demokratların eline koz verebilirdi. (127) Matrix, ulusal güvenlik gerekçesiyle ABD tarihinin en tartışmalı başkanı Bush'u Ladinlerle ilişkisi olmasına rağmen koruyor, belkide istediklerini yapması için şantaj aracı olarak kullanıyordu. 68 CHAPTER 6 MATRİX'İN ALTINI PETROL VE DOĞALGAZ Matrix, 20. yüzyılın tamamını petrol savaşları, darbeler, suikastlar, kanla irinle geçirmişti; 21. yüzyıl için planladığı oyunlar daha ilk yıllardan sahne almış, kaldıkları yerden devam ettiklerini gösteriyordu. The San Francisco Chronicle'ın 26 Eylül 2002 sayısında Frank Viviano imzalı analizde, ABD'nin antiterör savaşı adını verdiği küresel kaynak savaşı hakkında şu ifadeler kullanılıyordu: "Terörizme karşı savaşın arkasındaki gizli amaç tek bir kelimeyle özetlenebilir: Petrol… Terörist hedefler olarak gösterilen yerler, 21. yüzyıl için dünyanın başlıca enerji kaynaklarının haritasıdır. Terörizme karşı savaş, Amerika'nın Chevron, Exxon, Arco, Fransa'nın TotalFinaElf, İngiltere'nin British Petroleum, Royal Dutch Schell ve diğer petrol devlerinin bu bölgelerdeki yüzmilyarlarca dolarlık yatırımları adına yapılıyor." (128) "Uluslararası terörizm" adı altında korkunç bir sömürge savaşı başlatıldı. İslam coğrafyasının bütün kaynaklarını ele geçirmeyi, Ortadoğu enerji kaynakları üzerindeki Batı hegemonyasının Orta Asya enerji kaynakları üzerinde de sağlayarak, dünyanın iki zengin enerji kaynağını tek elde toplamayı amaçlayan bu kirli savaşı gizlemek için daha çirkin bir söylem kullanıldı: "Uluslararası İslamcı terörizm…" Bir taraftan İslam coğrafyasındaki kaynaklar ele geçirilerek, müstemleke yönetimler kurulurken diğer taraftan bu sürece karşı çıkan "tek söylem" olan İslami hareketlere karşı Haçlı Savaşı ilan edildi. Dünya Müslümanları'nın büyük çoğunluğu bu çirkin oyunun henüz farkında değildi. Batı başkentlerinde tezgahlanan "küresel istila hareketi"ni Müslüman dünyanın gözünde meşrulaştırmak ise, ABD'deki araştırma kuruluşlarında eğitilen Halilzad gibi teknisyenlere, aydınlara ve siyasilere düştü. Onlar, bu istila hareketinde öncü güç görevine soyundular. Onlara göre, diri diri mezarlara gömülen Müslümanlar'ın, ambargo sebebiyle ölen onbinlerce çocuğun, fakirleştirilen Müslüman ülkelerin hiç bir kıymeti yoktu. Afganistan'da tezgahlanan oyunun bundan sonra nerelere uzanacağını dünyanın zengin enerji kaynaklarının haritasına bakarak görmek mümkündü. Irak öncelikli hedefti, çünkü petrol deniziydi. Türkiye bu savaşta en fazla istismar edilen ülke olacaktı. İran da hedefti: Zengin petrol ve doğal gaz yatakları ile nükleer gücü ortadaydı. Suriye, Lübnan, Hizbullah, Filistin'de Hamas ve İslami Cihad hedefti. Zira hem İsrail'in güvenliğini tehdit ediyor hem de Batı sömürge savaşına karşı dikkafalılık yapıyordu. Sudan hedefti çünkü: Zengin enerji kaynakları toprak altında bekliyordu. Somali hedefti: Orta Afrika'yı ve Nijerya gibi ülkelerdeki enerji kaynaklarını kontrol edecek askeri üs konumundaydı. Malezya hedefti: Zengin enerji kaynakları iştah kabartıyordu. Endonezya hedefti: Açe ve Borneo adası petrol ve doğalgaz deniziydi. İngiltere'nin eski Çevre Bakanı Michael Meacher'a göre, müslüman ülkelere açılan savaşın sebebi enerjiydi. ABD ve İngiltere, güvenli petrol ve doğalgaz rezervlerini tüketmiş durumdaydı. 2010 yılında İslam dünyası dünya petrol üretiminin yüzde 60'ına, en önemlisi yüzde 95 oranında doğalgaz ihracat kapasitesine kavuşacaktı. ABD, 1990'da enerji ihtiyacının yüzde 57'sini karşılarken bu rakam 2010'da yüzde 39'a düşecekti. İngiltere, 2020'de elektirik ihtiyacının yüzde 70'ını gaz santrallerinden karşılayacak olmasına rağmen yüzde 90 oranında dışa bağımlı olacaktı. Irak sanıldığı gibi sadece petrol rezevlerine değil 110 trilyon kübmetrede gaz yedeklerine sahip bir ülkeydi. 69 ABD, enerji bakımından Suudi Arabistan'a bağımlıydı. Hazar'da Bakü-Ceyhan ve paralel gaz hatlarıyla petrol ve gaz rezervlerini Ceyhan'a taşımaya çalışan ABD, bir yandanda Afganistan-Pakistan üzerinden Hint okyonusu alternatifini istiyordu. Ancak Irak petrol ve gazı üretim ve nakliye açısından daha ucuza mal oluyordu, üstelik Hazar rezervlerinin nakli 2010'dan sonra mümkündü. Afganistan savaşından ve 11 Eylülden önce Haziran 2001'de Amerikan yetkilisi Taliban'a Hazar petrol ve boru hattı ile ilgili son teklifini veriyor ve tehdit ediyordu: Ya teklifimizi kabul eder altın halı alırsınız veya halı altında bomba göndeririz. Taliban ikincisini seçmeseydi kimbilir belkide 11 Eylül olmazdı! Yoksa olur muydu? Meacher, İngiltere'nin ABD'nin yanında savaşta yer almasını enerji partnerliğine bağlarken, artık kimsenin ' terörle savaş masal'ını yutmadığını vurguluyordu. ABD'nin enerji rezervlerini kontrol eden bir konumda dünya hegomanyalığına oynadığı bir esnada İngiltere'nin izlediği dış politikanın yetersiz kaldığını savunan Meacher, eğer ihtiyaç ise ' bağımsız hedeflerimiz için şüphesiz radikal değişiklikler yapmalıyız' sonucuna varıyordu. Açıkca eski İngiliz bakan, ABD'dan az pay kaptığı için Tony Blair hükümetini suçluyordu. (129) BP Petrol Şirketinin araştırmasına göre dünya petrol rezervleri çok azaldı. Sadece üç ülkede 169 yılık petrol rezervi vardı; Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak. 70 yıllık petrol rezervi ile Azerbaycan ve İran, 50 yıllık rezervi ile Rusya geliyordu. Amerika’nın 10 yıllık rezervi vardı; Kongre, doğal yapıyı bozar gerekçesiyle Alaska’da bulunan rezevlerin çıkartmasına karşı çıkıyordu; Kuveyt kadar petrole sahip olmasına karşın çıkartmak oldukça pahalıydı ve kalitesi düşüktü. Amerika, dünyanın en büyük petrol tüketicisiydi: AB üyeleri dahil heryerde benzinin litresi 90 cent- 1 dolar arası satılırken ( İran ve Suudi Arabistan gibi üreticiler müstesna) Amerika’da hükümetin yaptığı sübvansiyonlar nedeniyle 30-33 cent arası satılıyordu. Küçük oynamalar bile düşük trendinde olan Amerikan ekonomisini derinden sarsıyordu, halk isyan ediyordu.. YARIM KALMIŞ HESAP: AFGANİSTAN Afganistan'ı işgalin stratejik hedefi yılda ekonomisi yüzde 7-10 arası büyüyen, uyanan dev Çindi; enerji meyvesi ise Hazar havzası gaz rezervlerinin Afganistan üzerinden Hint okyonusuna UNOCAL adlı Yahudi sermayeli, yarı devlet şirketi tarafından taşınmak istenmesiydi. 2.3 milyar dolarlık proje 2 trilyon dolar kazandıracaktı. Daha önce Talibanla anlaşan şirket, daha sonra bozuşunca Amerika'yı savaşa kışkırtmıştı. UNOCAL başkanı 11 Eylülden bir ay önce Ağustosun ortalarında Amerikan Senatosu'nda yaptığı konuşmada, özetle Amerikan çıkarlarını korumanın tek yolunun savaş kaldığını resmen dile getirmişti. 20 yıl sonra Çin'in bölgeyi işgal edeceğini hesaplayan Amerikalılar, Taliban, El Kaide ve Ladin politikalarını 11 Eylülü istismar ederek kullanmış, Çin'in bağrına hançer saplamıştı. Sadece Çin'in değil bölge ile ilgili 50'ye yakın enerji projesi hazırlayan İran'ın da evdeki hesapları bozuluyordu. ABD'nin operasyonlarından en fazla etkilenen ülke halihazırda İrandı. BBC'nin 3 Aralık 1997 tarihli haberine göre, Taliban yetkilileri ülkelerinden geçecek gaz hattının pazarlığını yapmak için Teksas'a davet edilmişti. Yarım kalmış hesabın işgalle tamamlanmasına doğru giden süreç burada başladı. Geleceğin ABD Başkanı Bush, Teksas valisiydi. Taliban'ı davet eden boru hatttının taliplisi UNOCAL petrol şirketiydi. 14 Aralık 1997 tarihli The Telegraph'da Caroline Lees, petrol baronlarının Teksas'da Taliban'ın altına kırmızı halı serdiğini yazıyordu. Taliban yetkilileri birkaç gün Teksas'da Sugarland'da eğlendirilmişti. 5 yıldızlı otelde ağırlanmışlar, hayvanat bahçesi ve NASA Uzay Merkez'ine götürülmüşlerdi. 70 Teksas'dan sonra Taliban liderleri Washington DC'de Dışişleri Bakanlığı Güney Asya bölümü sekreter yardımcısı Karl Inderfurth ile biraraya geldiler. Daha sonra Omaha'ya giderek Nebraska üniversitesinde, UNOCAL sponsorluğunda yürütülen nasıl boru hattı döşeneceğine ilişkin proje ile tanıştırıldılar. Mayıs 1998'de 2 Taliban üyesi Clinton yönetiminin davetiyle tekrar ABD'ye geldiler. Badlands Ulusal Park, Gerald Ford'un doğum yeri Çılgın At Hatıratı ve Mount Pushmore'da gezdirildiler. Taliban'ın Suud rejimi gibi bir diktatör İslami yönetim kuracağı ve tek ses olacağı için çok sayıda Afgan aşireti ile anlaşmaktan daha kolay işlerin yürüyeceği hesap ediliyordu. Taliban, ABD gezilerinden bu mesajı çıkarmıştı. (130) İran ve Rusya'yı by-pass eden boru hatlarını destek projesi Mayıs 1998'de Washington tarafından resmen açıklanmıştı. Aynı dönemde diğer Amerikan şirketi Enron, Transhazar olarak bilinen projeyle Türkmen gazının Hzar'ın altından Azerbaycan-Gürcistan üzerinden Türkiye'ye ulaştırılmasının altyapısını hazırlıyordu. Enron'a fizibilite yapması için ödenek verilmişti. Enron, Özbekistan'da da gaz araştırmaları yapıyordu. UNOCAL, 1996 sonlarında Özbekistan- Afganistan Pakistan boru hattı alternatifinin fizibilitesini tamamlamıştı. Enron, Hindistan'da Dabhol kentinde doğalgaz santralı inşa ediyordu.Enron, Unocal'ın Afganistan'dan çekeceği boru hattının bir ucunu Dabhol'den Yeni Delhi'ye uzatarak Hazar'ın doğal gaz rezervlerini kontrol altına almayı planlıyordu. Dobhel limanı gaz ihracı için uygun limandı. Türkmen gazıyla yakından ilgilenmeleri boşuna değildi. Houstan Chronicle'da 4 Ağustos 2002'de bir makale yazan Cloudia Kolker, seçimlerde Bush'u destekleyen Enron'un yaptığı yolsuzlukların ortaya çıkmasına rağmen ayakta kalışını 11 Eylülle oluşturulan olağanüstü savaş haline bağlıyordu. Vergi kaçıran, devletden karşılığı olmayan projeler için para çeken Enron skandalı, normal bir ABD'de Bush'u istifaya götürmeye yeterdi. Enron Başkanı Ken Lay, W. Bush'a Özbekistan hattı konusunda yardımcı olmasından dolayı teşekkür ediyordu. Bush, Özbekisan Washington Büyüekelçisi Safayev ile biraraya gelmişti. Bush, Talibanla pazarlıklarım tam ortasındaydı. Eski Dışişleri bakanları Henry Kissenger ve Alexander Haig, akıl hocalarıydı. Geleceğin ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney, Halliburton Yönetim Kurulu başkanı olarak işin içindeydi. Burma, Libya, İran ve Irak gibi ABD ile sorunlu ülkelerle petrol ilişkileri bulunan Hallburton hala sürdürdüğü gaz boru hattı inşaatı ile Ortadoğu'da en etkin şirketti. Irak savaşı sırasında Saddam'ın petrol kuyularını yakacağı hesp edilerek söndürme işleri bu şirkete verilmiş, savaş sonrası Irak'ında petrol satışları şirketin kontrolüne teslim edilmişti. Cheney, Hazar petrol rezervlerini kontrol altına almanın stratejik açıdan çok önemli olduğunu kaydediyordu. (131) Halliburton'un yüzde 75 işleri enerji ile ilgiliydi. UNOCAL, Exxon, Shell, Chevron ve pek çok petrol şirketiyle birlikte dünyada at koşturuyordu. 23 Şubat 1998 tarihli Los Angales Times'da Cheney, ' Allah, petrol ve gazı demokratik seçimle iktidara gelmiş, ABD dostu omayan ülkelre koymuşsa ne yapalım; seçmek elimizde değil, bu bölgelere iş için gidiyoruz' diyordu. Cheney, bu sözleriyle Talibanla neden işbirliği yaptıkları konusunda günah çıkartıyordu. Ancak Taliban'ın yaptığı cinayetler ortaya çıkınca Clinton yönetimi geri adım atmış, Unocal'ın projelerini askıya aldıklarını açıklamıştı. Kenya ve Tanzanya'da ABD büyükelçiliklerine yönelik Ladin'in gerçekleştirdiği saldırı Clinton'un sabrını taşırmıştı. Resmi ABD çekilebilir, ancak petrol şirketleri çekilemezdi. Unocal, savaş çıkartmak pahasına geri adım atmamıştı. (132) Unocal şirketi boru hattı için Suudi Arabistan'ın Deltaoil şirketi ile mükemmel bir ekip 71 oluşturmuştu. 12 Aralık 1996 tarihli The İndepentdent'da yazan Rober Fisk, Delta Başkanı Hüseyin El- Amoudi'nin Usame Bin Ladin ile yakın ilişkileri olduğunu belirtiyordu. Taliban'ın iktidarı ele geçirmesinden sonra Ladin Sudan'ı terkederek Afganistan'a yerleşmiş ve aynı yıl ABD'ye karşı kutsal savaşını başlatmıştı. 11 Eylül soruşturmasında Delta şirketinin başkanı Ladin ilişkisi nedeniyle zan altında kalmıştı. ( 133) 21 Ağustos 1998'de Unocal bir açıklama yaparak Afganistan'daki boru hattı projesini askıya aldıklarını açıklarken, 10 Aralık 1998'de resmen geri çekildiklerini duyuruyordu. Clinton yönetimi, ABD'yi hedef alan Ladin'in bulunduğu bir ülkede boru hattı inşa etmenin mümkün olmadığını savunuyordu. (134) Clinton, açıkca Enron, Unocal ve Halliburton'dan Talibanla olan ilişkilerini koparmalarını istemişti. Bu öneriden hoşlanmayan petrol şirketlerinin yeni hedefi Clinton/ Gore ikilisiydi; bu nedenle seçimde Bush/Cheney atlarına oynadılar, cumhuriyetçileri dolar yardımlarına boğdular. Unocal ve Enron'un planlarını gerçekleştirebilmeleri için projeye sıcak bakmayan demokratlar ABD yönetiminden, Ladin ise Afganistan'dan gitmeliydi. 2 Ekim 2001'de The Guardian'dan James Astill, bu konuyu işlerken hedefin Ladin'in Sudan'daki aspirin fabrikasından birden Afganistan'daki kamplara dönmesini anlamlı buluyordu. The Washington Post'dan Joe Stephens, 23 Kasım 2001 tarihli nüshada Taliban'ın Bush ekibi gelir gelmez Washington'un kapısını çaldıklarını ortaya çıkarmıştı. London Times, Ladin'i sepetlemek karşılığında boru hattı inşaatının yapılacağı konusunda geçen pazarlıktan sonuç çıkmadığını belirtiyordu. (135) ABD Başkanı George W. Bush'un Afganistan'a özel temsilci sonra büyükelçi olarak atadığı Amerikan vatandaşı Zalmay Halilzad Unocal'ın danışmanı sıfatıyla 1997 2001 arasında ABD petrol şirkteleri ile Taliban arasında yapılan boru hattı pazarlıklarını yürütüyordu.olmasıydı. Müstamleke valisi diğer Amerikan vatandaşı Hamit Karzai ise yine UNOCAL'ın danışmanı olarak Taliban ile diyaloğu sağlıyordu. Türkmen gazının Afganistan üzerinden Pakistan'a ulaştırılmasına ilişkin boru hattı çalışmalarında kendini gösteren. Halilzad, Unocal yöneticileri ile Taliban arasında "150 sayfalık ilk boru hattı anlaşması"nın imzalanmasında etkin rol oynamıştı. Boru hattı Türkmenistan-Afganistan sınırında başlatılacak, Herart ve Kandahar'dan geçirilerek Pakistan'ın Quetta bölgesine ulaştırılacaktı. Aynı boru hattı 600 milyon dolar ek maliyetle Hindistan'a uzatılacaktı. Aynı dönemde Arjantin petrol şirketi Bridas da devreye girip Taliban'la pazarlığa oturmuştu. Unocal ile Bridas arasındaki rekabet mahkemeye kadar uzanmış, Bridas projelerini çaldığı gerekçesiyle Unocal aleyhine 15 milyar dolarlık tazminat davası bile açmıştı. Taliban'ın bu kozu kulanarak, Unocal yerine Arjantin firması ile işe koyulması Unocal başkanını Ağustos 2001'de Kongre'de savaş istemeye kadar götürecekti. (136) Savaş için Matrix'e 11 Eylül gibi bir oyuncak lazımdı. 1951 yılında Mezar-ı Şerif'te doğan Halilzad, Unocal'ın Afganistan'a ve Taliban'a ilişkin politikalarında vazgeçilmez bir isimdi. Türkmen gazına ilişkin boru hattını tekrar devreye sokmak için Halilzad ve Karzai yönetimi işbaşına getirilmişti. Binlerce Müslüman'ın hayatına malolan kanlı ve kirli savaşın ardından Afganistan'a gelen Halilzad, Taliban'ın ABD'nin göz bebeği olduğu dönemde genç mollalara övgüler düzüyordu. Ekim 1996'da Time'a yaptığı açıklamada, Taliban'ın rejim ihraç etmeye çalışmadığını, tam tersine ABD'nin elinde rehine durumda olduğunu itiraf ediyordu. (137) Beş yıl önce The Washington Post'ta, Taliban'ın terörizmi desteklediğine dair iddiaları şiddetle reddeden Halilzad, "Taliban İran gibi, Amerika karşıtı bir İslami fundamentalizm tatbik etmiyor" diyordu. 1973 yılına kadar Zahir Şah'ın yardımcılığını yapan bir babanın 72 oğlu olan Halilzad, ABD'de Ulusal Güvenlik Konseyi bünyesinde çalıştı ve Bush'un Güvenlik Danışanı Condoleezza Rice'a raporlar hazırladı. Rice, Teksas'da Taliban ile yapılan ilk pazarlıkta Zalmayla birlikte hazır bulunmuştu. Halilzad'ın patronu Rice da aynı dönemde Orta Asya'ya yönelen petrol şirketlerine danışmanlık yapıyordu. Rice, 1992 yılında Chevron yirketinin danışmanı oldu ve şirket adına Kazakistan'da çalıştı. Onun patronu ise Dick Cheney ve Bushtu, yani petrol lobisiydi. Taliban, ABD'nin uyuşturuya karşı savaşta yanında yer almıştı. Afganistan'da Taliban iktidara gelene kadar düntada üretilen eroin hammaddesi afyonun yüzde 75'i kaçak olarak ekiliyordu. ABD, resmen tanımadığı için Taliban yönetimine uluslararası sivil toplum örgütleri aracılığıyla uyuşturucu mücadele etmesi için 43 milyon dolar yardım yapmıştı. 2001 yazında Taliban ile Bush yönetimi arasında mesajlar gelip gitmeye başlamıştı. Time'dan Michael Elliot'un iddiasına göre, CIA Ladin'e karşılık boru hattı ve resmen tanınma pazarlığı yapıyordu. The Washington Post'da aynı iddiaları seslendirmişti. 11 Eylülden birkaç gün öncesine kadar pazarlık devam etmişti. 11 Eylül, anlaşmaya razı olmayan Taliban'ın üzerine yıkılan bir hortum oldu. Pek çok kaynaktan doğrulanan net bilgiye göre Haziran 2001'de Amerikan yetkilisi Taliban'a Hazar petrol ve boru hattı ile ilgili son teklifini veriyor ve tehdit ediyordu: Ya teklifimizi kabul eder altın halı alırsınız veya halı altında bomba göndeririz. (138) Halı altından değil gökyüzünden sadece Taliban'ın değil sivil Afgan halkının üzerine bomba gönderildi. Unocal, savaş çıkartmak pahasına emeline 27 Aralık 2001'de kavuşmuştu. Yarım kalan hesap tamamlanmış; Afganistanın başına koydukları müstamleke valisi, eski Unocal danışmanı yeni Afganistan Başbakanı Hamit Karzai ile Unocal arasında doğalgaz boru hattı anlaşması tekrar imzalanmıştı. Rus kaynaklarına göre, yüzyıllarca üretim yapabilecek kapasitede petrol ve gaz kaynaklarına sahip olan Afganistan'ı, Hamid Karzai'ye emanet ettiler. Karzai Orta Asya'daki petrol ve doğalgaz zenginliğinden Amerika'nın daha fazla pay alabilmesi için çalışacak en doğru kişiydi. (139) IRAK GANİMETİ Irak savaşıda Afganistan gibi petrol için çıkarılıyordu. 356 milyar dolarlık savaş bütçesi alan Bush yönetimi, 8 trilyon dolarlık Ortadoğu petrolünün peşindeydi. Bugüne kadar 4 trilyon dolarlık Arap petrolü sömürülmüş, yetmemişti. 1. büyük petrol oyununda Bakü petrolleri sahnedeydi, Sovyetlere mal kaptırılınca Arap petroleri parsellenmiş, bu acı kayıp unutulmuştu 1995'de Mega Proje imzalanıncaya kadar. 2. büyük petrol oyunu yine hemen yanıbaşımızda cereyan edecekti, bakalım kim nereyi parselliyecekti Bush, açıkca bu iddiayı reddediyordu. Ama pek çok Amerikan politikacı harcanacak milyar dolarların petrol vanasını kontrol için olduğunu itiraf ediyordu. Kuzey Amerika’daki sokaktaki insanda, üniversitedeki öğretim görevliside aynı kanıdaydı ; savaş petrol içindi. Savaş, 11 Eylülde Amerika’ya ‘ kelek attığı ‘ düşünülen ancak petrol bağımlılığı nedeniyle direk ‘ höt ‘ denilemeyen Suudi Arabistan’ın alternatifinin bulunması amacıyla sahneye konuyordu. Bush, Irak savaşı öncesi CBS’de katıldığı programda, Suudi Arabistanla ilişkilerimiz sadece petrol değil, Irak’a da petrol için girmeyeceğiz derken yüzünde bu ifadeyi reddeden bir gülümseme vardı. O sıralarda 3 Suudi prensin, hele birinin çölde susuz kalarak garip ölümleri gibi yollarla Suudlara gözdağı verilmişti. Bush’a göre Prens Abdullah, terör örgütlerine gönderilen paraların kesilmesi yönünde ciddi adımlar attı; yani sorun yoktu bu ülkeyle!1. Körfez savaşının faturasını ödeyen Arabistan ekonomisi bugün çöküşte bulunuyordu. Bu nedenle OPEC aracılığıyla petrol fiyatlarında oynayarak 73 açıpını kapatmak istiyor, bu durum ABD’nin canını sıkıyordu. Sınırlı miktarda satışına izin verilen Irak petrolünün yüzde 80'ini ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in ortağı olduğu Teksas Petrol Şirketi satın alıyordu. Teksas rafinerilerini Irak petrolüne göre inşa eden Teksas kovboyları Iraksız yapamıyordu. Bush ailesinin Ladin'in kardeşi Selim Bin Ladin ile bu rafinerileri kurması ve petrol satışını bugüne kadar yönlendirmesi hep dikkatden kaçmıştı. Anlaşılan ticari ortaklar arasındaki anlaşmazlıklar 3. dünya savaşı çıkartacak kadar büyüktü. Bu konuyu gündeme getiren İngiliz tabloid basını arkasını getiremedi, susturuldu. Kuzey Amerika'da ve İngiltere'de Irak savaşına Bush'un ailesinin şahsi ihtiraslarını mükemmel biçimde çıkarlarına yontan silah sanayinin para babaları şahinler tarafından süreklenildiği kanaati hakimdi. Bu adaletsiz savaşta çocuklarını kaybetmek istemeyen Kuzey Amerikalılar, dünyada artacak Amerikan düşmanlığının önüne geçilemeyeceğini savunuyorlardı. Ama petrolsüzlüğün getireceği iç savaş daha korkutucuydu. Irak'ı ABD'nin işgal sebebi enerjiydi. İngiltere'nin katılımı yeni enerji paylaşımında pay kapma telaşıydı. Türkiye'nin asker gönderme isteği ise terör endişesinden kaynaklanıyordu, kimsenin aklına pay talep etme gelmiyordu. Fransa ve Almanya'nın savaşa başından beri itirazı, Irak enerji rezevlerinin paylaşımında safdışı kalmalarından dolayıydı. Rusya'da bu konuda kazık yemişti. Rusya'nın Lukoil ve Fransa'nın Elf ile Total petrol şirketleri Alman Deutsche Bank ortak finansmanı ile BM'nin Irak'a uyguladığı ambargo sonrası geçerli olmak üzere 70 milyar dolarlık şartlı ön petrol yatırımı anlaşması imzalamıştı. Bunu bilen ABD ve İngiltere, Irak işgalinde kuralsız davrandı ve bu anlaşmayı yok saydı. İşgal sonrası BM ambargosu kalkmasına rağmen Rusya-Fransa ve Almanya avuçlarını yaladı, ABD ve İngiltere ise savaş ve Irak'ın yeniden kurulması bedeli olarak en az 20 yıl süresince Irak enerji rezervlerine ipotek koymuştu. ABD, harcadığı her kuruşun bedelini Irak petrol ve gaz yatırım ve satışlarından, elde edeceği imtiyazlardan tahsil edecekti. Irak, şu anda fazlasına izin verilmediği için, günde 2,8 milyon varil petrol çıkarıyor, kazılı 73 kuyudan sadece 15’i işletiliyordu. Irak’ın bilinen rezervleri 112 milyar varil, tahmin edilen ise 250 milyar varildi. ABD, dünya rezervinin çok önemli bir parçası%70'i- olan Ortadoğu petrollerini kontrol altında tutarak, petrol fiyatlarını istediği bir seviyede tutmak istiyordu. Böylece hem kendi yatırımlarını güvenceye alıyor, hemde küresel mücadelede kendine rakip olabilecek oluşumların önünü kesmiş oluyordu. The Independent'ın Ortadoğu muhabiri ve yorumcusu Robert Fisk durumu şiyle izah ediyordu: ABD Enerji Bakanlığı bir açıklama yaptı, "ABD petrol stokları tükeniyor ve OPEC üyesi olmayan ülkelerin petrol rezervleri de erimeye başladı. İleride ihtiyaç duyulan petrolün büyük bir kısmı mecburen Körfez'den gelecek." Hydrogen Economy uzmanlarından Jeremy Rifkin'in derlemesindeki, varolan petrol rezervinin üretimle mukayese edildiği istatistiklerde, mevcut üretim hızıyla petrol rezervleri kaç sene de tükeneceği şöyle hesaplanmıştı: Çıkarılabilir petrolün yüzde 60'ından daha fazlasının zaten üretilmiş olduğu ABD'de, bu süre sadece 10 yıldı; Norveç'te olduğu gibi... Benzer şekilde, varolan kanıtlanmış üretilebilir rezervlerini, bugünkü cari üretimlerini sürdürmeleri halinde kimin kaç yıllık petrolü kaldığına bakmak bile yeterliydi: Kanada 8, İran 53, Suudi Arabistan 55, Birleşik Arap Emirlikleri 75, Kuveyt 116 yıl petrol üretebilirdi.. Irak'a gelince, bu süre 526 yıldı. Ortadoğu'da Saddam sonrası dönemde Irak petrollerinin Amerikan şirketleri tarafından işletileceği malumdu. Bunun yanında Amerika'nın tüm Ortadoğu için ciddi önem taşıyan böyle bir noktadan, İsrail ile birlikte bölgede sağlayacağı stratejik üstünlükte çok 74 önemliydi. Çünkü Amerika'nın Hazar ve Suudi Arabistan petrolleri üzerinde de ciddi planları söz konusuydu. Aslında Ortadoğu petrollerinin Hazar petrollerine göre maliyeti daha düşük ve kalitesi daha yüksekti. Irak, petrolün-enerjinin yanı sıra milyar dolarlık savunma sanayi yatırımı, tüketim pazarı demekti. ABD'nin Irak'ta Fransa ve Almanya gibi devleri savaşa destek vermedikleri için Irak pazarı dışına itmişti. Oysa savaş öncesi BM'nin özel izniyle Irak'a mal ve hizmet sağlayan Peugeot, Total Fina Elf, Renault ve Alcatel başta olmak üzere 60 Fransız şirketi Irak savaşının ardından bu ülkeyle işbirliklerini yitirmişti. Irak'ta Amerikan ve Fransız şirketleri doğacak amansız rekabet liste oyunu ile başlamadan bitmişti. Dünyanın en büyük petrol gruplarından Fransız Total Fina Elf, Irak petrolleri üzerindeki avantajlı konumunu kaybetmişti. Fransa ile Irak arasında ticari ilişkiler Körfez Savaşı sonrasında uygulanan BM ambargosu nedeniyle azalmış ancak yine BM'in özel izniyle Alcatel (telekomünikasyon), Peugeot ve Renault ( otomotiv) ile Alstom (enerji) gibi şirketler Irak'ta yatırım olanağı bulmuşlardı. 1996-1999 yılları arasında Irak'ın bir numaralı tedarikçisi durumundaki Fransız şirketlerinin bu ülkeyle ticari ilişkileri 2000'den sonra iyice geriledi. BM ambargosundan sonra avantajlı durumunu Irak'ın yakın bölgedeki Arap komşularına kaptıran Fransız firmaları silinmişti. Saddam rejimiyle ciddi manada ticaret yapan 4 Alman şirketide nakavt olmuştu. Biraz geriye uzanılsa ABD'nin endişeleri daha net görülecekti. Irak, 1973 petrol ambargosunun rüzgarından faydalanarak Irak petrolleri üzerinde yabancı imtiyazları 1975 yılında ortadan kaldırarak millileştirmişti. Bu eylemin mimarı 1960'lardan itibaren Baas partisinde artan prestiji ile Saddam Hüseyindi ve Irak petrolü millileştirildiğinde Irak petrollerinin tek sorumlusuydu. Nitekim 1979'da devlet başkanlığınıda elde ederek son darbeyi vurmuştu. Aynı tarihlerde Kuveyt'in ve diğer Arap ülkeleride petrollerini millileştirmişti. 1. dünya savaşından sonra yıkılan Osmanlıdan miras kalan topraklarda petrol sömürgeciliği meşhur Kızıl Hat anlaşması ile belirlenmişti. Petrole dayalı çetvelle sınırları çizilmiş yeni ülkeler icat eden İngilizler ve petrol imtiyazları elde eden İngiliz ve Amerikan şirketleri, İsrail'in Filistin'i işgali nedeniyle meydana gelen Arap-İsrail savaşlarından olumsuz yönde etkilenmiş, yükselen Arap milliyetçiliği karşısında önce imtiyazlarını kaybetmiş ve fifty-fifty anlaşmalar yapmak zorunda kalmıştı. Sömürge döneminin bitmesinde Sovyetlerin Bolşevik yayılmacılığına karşı ABD'nin izlediği denge politikası ve İngilizlerin tüm itirazlarına aldırış etmeyerek Arap ülkelerinin, hatta İran'ın desteklenmesinin etkili olmuştu. Soğuk savaş dönemi, Araplara yaramış, İran'ın petrolüne sahip olmasını sağlamış, İngilizleri ' out' ABD'yi 'in' yapmıştı. İran fiyaskosu hariç tutulursa ABD'nin bu politikası London'ı adaya sıkıştırmış ve İngiltere'den güneş batmayan imparatorluğu devralmıştı. Gizliliği kaldırılan İngiliz istihbarat belgelerine göre Washington, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Abu Dabi'ye askeri operasyon yapmayı düşünmüştü. Sanayisi korkunç derecede petrole bağımlı olan ABD, bu ihtiyacına karşılık vermeyerek kendisine ambargo uygulayan Suudi Arabistan ve Kuveyt'i işgal etmeyi planlamıştı. Enerji politikalarına göre dış politikasına yön veren ABD 30 yıl önce bu amacına ulaşamasa da bu hedeflerine 2003'te nail oldu. İngiliz istihbarat servisinin 1 Ocak 2004'de açıklanan eski belgelerinde, istihbarat örgütünün 1973'te İngiliz hükümetini, ABD'nin petrolün denetimini ele geçirmek için Suudi Arabistan ve Kuveyt'i işgal edebileceği konusunda uyardığı belirtiliyordu. 30 yıl gizli kaldıktan sonra İngiliz ulusal arşivine sunulan belgelere göre, Ortak İstihbarat 75 Komitesi (JIC) yetkilileri, ABD'nin 1973'teki Arap-İsrail savaşının ardından Arap ülkelerinin petrol fiyatlarını arttırmasını engellemek için askeri operasyona hazırlandığını düşünüyordu. Arap ülkelerinin 1973'ün Ekim ayında petrol üretimini önemli derecede azaltma kararı almalarının, petrol fiyatlarının artmasına ve ilk petrol şokuna yol açtığı belirtilen belgelerde, Arap ülkelerinin İsrail'e destek vermesini protesto etmek için ABD'ye petrol ihracatını durdurdukları kaydediliyordu. Belgelere göre, hükümetle değişik istihbarat servisleri arasında aracı olan JIC, dönemin Muhafazakar Partili Başbakanı Edward Heath' i ABD'nin Arap ülkelerinin elinde rehine olmaktansa, askeri eyleme geçebileceği konusunda uyarmıştı. Servislerin 12 Aralık 1973 tarihli ''UK Eyes Alpha'' adı verilen raporunda, ABD'nin aklındaki en olası planın bölgedeki petrol yataklarını ele geçirmek olduğu belirtiliyordu. JIC'nin tahminlerine göre ABD, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Abu Dabi'deki petrol yataklarını ele geçirmesi halinde, 28 milyon tondan fazla petrol rezervine sahip olacaktı. Rapora göre, Amerikalılar işgali 10 yıl sürdürmeyi ve bu sürede alternatif enerji kaynakları bulmayı düşünüyorlardı. JIC, Amerikan işgalinin ilk aşamada büyük çaplı olmayacağını, iki tugayın Suudi Arabistan'ın petrol alanlarını ele geçireceğini, birer tugayın da Abu Dabi ve Kuveyt'i işgal edeceğini tahmin ediyordu. ABD'nin Suudileri hazırlıksız yakalamak ve şaşırtmak için havadan indirme operasyonu yapabileceği, bunun mümkün olmaması durumundaysa ilk saldırıyı amfibi birliklerle yapabileceği belirtiliyordu. ABD'nin Kuveyt'i işgal etmesi halinde Irak'ın da karşı saldırıya geçebileceği belirtilen raporda, ''Körfez'deki en büyük risk, Iraklıların Sovyetler'in de desteğini alarak müdahale etme olasılığıydı'' denilmişti. (140) 1960'larda kurulan OPEC ve 1970'li yıllarda bu teşkilatı şantaj aracı olarak kullanmayı başarmış Suudi Petrol Bakanı ve OPEC Genel Sekreteri Ahmet Zeki Yamani'nin ince politikaları Batılıları Araplara bağımlı kılmıştı. Suudi petrolleri üzerinde imtiyaz sahibi olan Aramco'yu kuran 4 Amerikan petrol şirketi Mobil, Exxon, Chevron ve Texaco dahi Aramco'da yüzde 60'lık payı Suudilere vermek zorunda kalmıştı. Suudi Krallığı topraklarındaki petrol gayrimenkul ve yatırımları 1976 mutabakatı ile millileştirilmiş, Amerikan şirketlerine sadece Suudi petrolünü yüzde 80'ini pazarlama önceliği tanınmıştı. Paradoks gibi gözükebilir ama 1976 anlaşması Suudiler tarafından ABD ile ilişkilerde koz olarak kullanılması maksadıyla 1990 yılına kadar imzalanmamıştı. Ancak kar hesaplarında yüzde 60'a yüzde 40'ı öngören 1976 anlaşması geçerliydi. 1. Körfez savaşında Saddam Kuveyt'i işgal edince veya ettirilince Suudiler alelacele 1976 anlaşmasını imzaladı. ( 141) Saddam'ın kendilerine de saldıracağı korkusuyla 1. Körfez savaşının faturasını ABD'lere ödedi, 1990'lı yıllarda silahlanmaya harcadığı para bütçesinde delikler açtı ve Kraliyet topraklarına ABD askeri üslerinin yerleşmesine izin verdi. ABD, Kuveyt'e resmen el koydu ve petrol gelirlerini ipotek altına aldı. Katar'a üslerini yerleştirdi. Arapların millileştirme ve imtiyazlarını ellerinden alma politikasına 15 yıl sonra Saddam'ı korkuluk, öcü yapıp bölgeye askeri gücüyle dönerek cevap veren ABD, sömürgecilik anlayışının şeklini değiştirmişti. Nükleer, kimyevi,biyolojik silahlarla ABD'ye terör saldırısı düzenleyebileceği ve ElKaida bağlantısı yalanları ve Irak'a demokrasi getirme ütopyası ile devrilen Saddam ve işgal edilen Irak'ın enerji rezervlerinde en kritik soru petrol ve dogalgaz rezervlerinin imtiyaz hakları, yatırım ve pazarlama anlaşmalarını kimin alacağıydı. İşgal faturasını ABD, Irak'a 1 trilyon dolar olarak keserse kim itiraz edebilirdi? Elbette, Irak'ı kurtaran yalancı kahramanlar, harcadıkları savaş ve yeniden kurma bütçesinin tamamını üstüne üç-beş ekleyerek enerji üzerindeki paylaşımdan tahsil edecekti. Irak hem işgale uğramıştı, 76 hemde borçluydu! ABD ve İngiltere'nin Irak'tan 20 yıldan önce çıkması ne kadar kayıp verirlerse versinler mümkün değildi, kaçış savaşın gerçek sebebi enerji kaynaklarının sömürülmesi ilkesine aykırıydı. Demokrasi hayali, ülke nüfusunun yüzde 60'ını oluşturan Amerikan karşıtı Şiilerin iktidarı demokratik seçimde ele geçireceği varsayımıyla hep inkitaya uğrayacak, özgürlük yalanı ortaya çıkacaktı. Irak petrolü İsrail'in hedefi olan Hayfa hattıyla taşınacak, Türkiye'nin Yumurtalık boru hattı hem sabatojlarla işlevsiz hale getirilecekti. Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan Musul ve Kerkük'e yerleştirilen Kürtler, Türkiye'ye karşı hep hazır kıta tutulacaktı. DOLAR-EURO SAVAŞI ABD'nin Irak'a saldırmasının perde arkasında duran bir nedende Dolar-Euro savaşıydı. Dünyada Dolar ve Euro arasında müthiş bir soğuk savaş yaşandığından pek çoğu habersizdi. AB'nin ortak para birimi Euro, doları yakalayıp geçince doların hazin durumunu kurtarmak için Irak'a savaş açıldı. Saddam'ın petrol savaşında dolar yerine Euroyu kullanmayı baz alması ABD'yi çıldırtmaya yetmişti. Irak OPEC (Petrol İhracatçılar Ülkeler Birliği ) üyesi olup kendi petrollerini Euro referans alınarak satmayı kararlaştıran İLK ÜLKE'ydi. 6 Kasım 2000 yılından itibaren Irak petrolünü Euro ile satıyordu. Bu cesur bir karardı ,o zaman Euro dolar paritesi 0,8 idi. (yani 1 Euro = 80 US cents) İlk zamanlar Irak çok zarar etti, sonra büyük karlar elde etti. Zira dolar Euronun gerisine düştü. Bu Saddamın ABD'ye göre en büyük hatasıydı; bu karar Amerika tarafından asla affedilemezdi. OPEC'e üye diğer iki ülke (İran ve Suudi Arabistan) da Euro'ya geçmek hazırlığındaydı ve bunu diğer üyeler de takip etmek niyetindeydi. Irak'dan sonra hedefin İran ve Suudi Arabistan olması bu niyetlerinden kaynaklanıyordu. Venezuella dahi (dünya petrol rezervlerinin %7 sini barındırıyor) para rezervlerini EuroDolar karışımı şeklinde değiştirdi. Rusların Merkez bankası da rezervlerinin yarısını değiştirdi Euroya. Çin de aynı şeyi yaptı. Bunun sonucunda dünya piyasalarında anormal bir dolar fazlalığı ve Euro talebi oluştu. Bunları, herkesin bildiği doların Euro karşısında değer kaybetmesinin başlıca nedenlerindendi. Bu Amerikan ekonomisi için resmen bir çöküş demekti. Euro dünyanın dövizi olacaksa dolar müthiş bir değer kaybına uğrayacaktı. Amerika keyfince dolar basamayacak(karşılığı olmadan), bütün dünya ülkeleri dolarlardan kurtulmaya bakacaktı, yerine Euro'yu koymak isteyecekti. OPEC' ten petrol satın alabilmek için, tüm büyük yatırımcılar Amerikan pazarından çekilip Avrupa pazarına yöneleceklerdi. Aslında Amerikanın Asya ülkeleriyle yaptığı politik anlaşmalarla Dolar suni şekilde değerini korumaya çalışıyordu. Şöyleki Amerikan pazarının hemen hemen tüm ihtiyaçları bu ülkeler tarafından karşılanıyordu. Amerika bu ülkelere üretmeleri için borç veriyor, onlarda ürünlerini Amerikaya satıp borçlarını ödüyordu. Bu şekilde bir kısır döngü oluşup para gidip geliyordu. Asya dolardan vazgeçip Euroya geçerse Amerikan ekonomisi çökerdi. Zira onların da petrole ihtiyaçları vardı. OPEC'ten petrol alabilmek için onlarda Euro'ya geçme eğilimindeydi. Sonuçta Bush bir "kara liste" hazırlayıp , buna Euro ile petrol satmak isteyen ve rezervlerini Euroya çeviren tüm ülkeleri dahil etti. Amerika zamanla bu ülkelerde(Irak, İran, Venezuella vs.) huzursuzluk yaratıp, oradaki yönetimi kendi çıkarları döğrultusunda değiştirene kadar mücadele edecekti. Ortada çok büyük bir dünya ekonomisi "pasta"sı vardı. Amerika kazanmak zorundaydı, yoksa dünyada süpergücünü AB'ye kaptıracaktı. Fransa ve Almanya'nın aslında karşı 77 gelmelerinin nedeni de buydu. İnglitere Euroya geçmemiş ve ABD'nin AB içindeki 'Truva Atı' olmuştu. Bilinen gerçek; ABD'nin AB'de olmayan askeri gücünü harakete geçirerek işi zorbalığa vardırmasıydı. BM'in iflasına dahi aldırmayarak tüm dünyanın karşı çıktığı adil olmayan, uluslararası hukuk dayanağından yoksun bir savaşı sivil insanların ölümlerini hafife alarak yürütüyordu. (142) ABD'nin Euro'ya saldırısı olarak algılanabilecek bu savaş ve peşi sıra devam edecek savaşlar sonuçta AB'ini ortadan kaldırma kapısını aralarsa dünya ekonomisi bu hercümercin arasında 1929'da olduğu gibi büyük bir ekonomik krize girebilirdi. Atlar tepişirken altda ezilen malesef tek suçları petrole sahip olmak olan müslüman ülkeler olacaktı. Türkiye, Avrupa ile ABD arasında bir yüzyıldır gel-git yaşıyor; sonuçta ne İsa'ya yaranabiliyordu, nede Musa'ya. AB, Türkiye'yi ABD'nin AB içindeki ikinci Truva atı olarak görüyordu. Ortadoğu'da ABD'nin Truva atı, İsraildi. Irak savaşından sonra Türkiye'nin dillere persenk stratejik önemini en asgariye indirmeyi planlayan ABD, Türkiye'nin içinde Kürtleri Truva atı olarak yerleştirme işlevini İsrailli işbirlikçileriyle sahneye koymaya hazırlanıyordu. Rahmetli Özal " Allah'a şükür , iyi ki petrolümüz yok, yoksa başımız beladan kurtulmazdı." diyordu. Ülkeleri işgal edilen 11 Eylül mağdurlarının suçu Matrix'in dünyasında sadece petrole sahip olmak ve enerji nakil hatlarının güzergahında bulunmaktı... 78 CHAPTER 7 MATRİX'İN ŞAMAR OĞLANI AFGANİSTAN Haçlı savaşının ilk durağı Afganistandı. The Guardian'da Ewen MacAskill imzasıyla yayımlanmış makalede, Bush'a ve Tony Blair'e 1187'daki Haçlı Seferi'ni durduran Salahaddin Eyyübi hatırlatılarak tarihten ders alınması istenmişti. 1099'da Haçlı ordusu Kudüs'e girdiğinde herkes katliama uğramamak için kaçacak delik ararken, Eyyübi 1187'de Kudüs'e girdiğinde üç semavi dinin mensuplarına ertesi günü kutsal madetlerinde özgürce ibadetlerini yapma izni vermişti. Yazar, ayrımı çok iyi işlemiş, Crusader'i yerin dibine geçirmişti. Bir nevi Amerika ve İngiltere'ye müslümanlar gibi adil, hümanist olmalarını ögütlüyordü. Bush'un gafına kafayı takmış olan yazar Türkiye'deki gazeteci dostlarımızın aşina olduğu bir kelimeyi Bush için kullanmıştı: Crusader istemi irticadır ! Amerikan basınında böyle bir tanım afaroz sebebi sayılıyordu. Sıkıyönetim vardı! Hiristiyan ve Müslüman fanatiklerin birbirlerini öldürme yarışı olarak nitelenen Haçlı savaşı için yapılan tanım irticanın manası ile örtüşüyordu: Geriye, karanlık çağlara dönüş. Ladin'le irtibatlı Taliban'ı vuracağım diye Afganistan'da sivillere yönelik bir katliam yapılacağı belirtilmiş, savaşın komşu ülkeleri de içine alan bir faciaya dönüşeceği uyarısı yapılmıştı. Kuzey İrlanda ve Filistin örneklerini veren yazar, çok masum kanı dökülmesinin eski ' Crusader'lerde olduğu gibi ters tepeceğine dikkat çekmişti. Ortadoğu, Afrika ve Asya'da teröristlerle savaşın spesifik yürütülmesini isteyen yazar, bir yandanda Bush ve Blair'i ' dünya polisi ' olmaması için uyarıyordu. Ortadoğu'da özellikle 'uluslararası hukuk ' desteği almadan Irak Lideri Saddam Hüseyin'e yönelik bir hucumün yersiz olduğunu kaydeden yazar kısaca, terörizmle mücadelenin İslamla mücadele hüviyetine büründürülmesi halinde yeni Eyyübilerin çıkışına zemin hazırlanacağını savunuyordu. ( 143) Afganistan’a düzenlenen hava saldırısı 7 Ekim 2001 günü yerel saatle 20:57’de başladı. ABD Başkanı George Bush, televizyonlardan canlı olarak yayınlanan konuşmasında, Afganistan'da Taliban rejimi ile Usame Bin Ladin ve örgütü El Kaide'ye karşı askeri harekatın başladığını bildirdi. George Bush, 11 Eylül saldırılarının arkasında olduğuna inanılan Suudi asıllı terörist Usame Bin Ladin ve terör örgütü El-Kaide'nin yanı sıra Taliban'ın askeri imkanlarının da hedeflendiğini ileri sürüyordu. Bush, Afganistan'daki Taliban yönetiminden, Bin Ladin ve adamlarının ABD'ye teslim edilmesi, El-Kaide terör kamplarının kapatılması yönündeki taleplerinin karşılanmadığını savunuyordu. Başkan Bush, "Bu talepler yerine gelmedi. Şimdi Taliban, bunun bedelini ödeyecek." derken yine yalan söylüyordu. Bush, "Amerika, Afgan halkının dostudur. Afganistan'da askeri hedefleri vururken, Afgan halkına yiyecek yardımı yapıyoruz. Amerika, teröristlerin düşmanıdır." diye yalanlarını sürdürüyordu. "Biz, böyle bir savaşın içine girmeyi istemezdik ama görevimizi tamamlayacağız." diyen Başkan Bush, "Yorulmayacağız, yenilmeyeceğiz, sonunda barış ve özgürlük galip gelecek" diye konuşmasını tamamlamıştı. (144) Bush'un askeri hedef yalanı daha ertesi gün Reuters'ın, Celalabad kentinde yaşayan ve Amerika’nın düzenlediği füze saldırısında bir bacağını yitiren 16 yaşındaki Assadullah adında bir Afgan’la yaptığı ropörtajla ortaya çıkmıştı.. Haber dünyanın hemen hemen tüm medya kuruluşlarına ulaştı. Assadullah, Cruise füzelerinden nasibini almış ama hayatta kalmayı başarmıştı. (145) Onun kadar şanslı olmayan yüzlerce Afgan, ABD'nin 79 iki aydır devam eden hava bombardımanında yaşamını yitirdi. ABD’nin Taliban’ı hedef alan akıllı füzelerinin kurbanı olan sivillerin sayısı her geçen başkaları eklendi. Bu arada, Usame Bin Ladin, harekatı "İslama karşı savaş" olarak niteledi ve "Cihat" çağrısında bulundu. ABD'nin Afganistan'a düzenlediği harekattan kısa süre sonra Usame Bin Ladin'in önceden kaydedilen bir konuşması, Katar'ın El Cezire Televizyonu tarafından yayınlandı. Bütün dünyanın, kendilerine saldırmak için biraraya geldiğini savunan Bin Ladin, "Bu topraklarda bir milyon çocuk öldü, Hiçbir suçları yoktu. Bugüne kadar İsrail tankları Filistin'i yerlebir ettiler ve çeşitli ülkelere saldırmaya devam ettiler. Bunun sebebi ABD'dir" dedi. ABD ve müttefiklerini "uluslararası günahkarlar" olarak niteleyen Bin Ladin, "Bunlar askerlerini ve askeri güçlerini İslam diniyle savaşmak üzere biraraya getirdiler. Allah'ın dinine savaşmak için bir araya getirdiler. İslam ile savaşıyorlar ve dünyaya da teröristlerle savaşıyoruz diyorlar" diye konuştu. Dünyanın "inancı olanlar" ve "günahkarlar" olarak ikiye ayrıldığını savunan Usame Bin Ladin, "Evet, savaş bütün gerektirdikleriyle başlamış durumdadır. Herkes bir parçası olmak durumundadır" dedi. Bin Ladin, konuşmasını, "Allah adına, ABD ve Amerikalılar ile operasyona destek veren ülkeler hiçbir şekilde rahat yüzü görmeyecekler. İsrail Filistinlileri rahat bırakmadıkça, ABD bizim peşimizi bırakmadıkça rahat yüzü görmeyecekler" diyerek tamamladı. El Kaide'nin sözcüsü Süleyman Ebu Geit de, ABD'nin umursamaz politikalarının doğal sonucu olarak nitelendirdiği 11 Eylül saldırıları ile ilgili olarak, "ABD bu politikasında devam ederse, İslamın çocukları bu saldırıları da sürdürecektir. Amerikan halkı başlarına gelenin nedenlerinin bu politikalar olduğunu bilmelidir." dedi. Görüntüleri yayınlayan Katar'ın El Cezire Televizyonu, çekim tarihi ile ilgili bilgi vermedi. . (146) İngiltere Başbakanı Tony Blair, ABD’nin tarihin en büyük terörist saldırısına hedef olduğunu, buna seyirci kalamayacaklarını söylerken, İngiliz denizaltılarının Taliban hedeflerine füze attığını bildiriyordu. ABD'nin başlattığı bu harekata, İran ve Irak dışında tüm dünyadan destek geldi. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Fransız birliklerinin operasyona katılacaklarını açıklarken, Rusya'dan yapılan açıklamada da, "Teröristler, Afganistan, Çeçenistan, Ortadoğu ya da Balkanlar’da, nerede olurlarsa olsunlar adalet önüne çıkacaklarını bilmelidirler" denildi. Almanya Başbakanı Schröder de ABD'nin bu operasyonuna Alman hükümetinin "açık destek" verdiğini ifade etmişti. İran, ABD ve İngiltere’nin Afganistan’a yönelik bombardımanı "kabul edilemez", Irak da, "kalleşçe bir saldırganlık" olarak nitelendirdi. Bombardımanda Pakistan hava sahasının kullanıldığı ve bombardımana katılan uçakların Körfez bölgesinden geldikleri belirtildi. Askeri kaynakların belirttiğine göre, ABD ve İngiliz gemilerinden fırlatılan Cruise füzeleri, Pakistan’ın karasuları ve hava sahasından geçerek, Kandahar ve Celalabad kentlerini vurdu. Pakistanlı yetkililer de, füzelerin Pakistan’ın batısındaki Balucistan Eyaleti’nden geçtiğini doğrulamıştı. Bugüne kadar batılı haber kaynaklarının topladığı istatistiklere göre Afganistan’da yaşamını yitirenlerin sayısı dokuz bini aştı. Bu sayının ne kadarı Taliban, ne kadarı sivil halk olduğu konusunda ise kesin bilgiye ulaşmak neredeyse imkansızdı. Ancak bölgede bulunan gazetecilerin geçtiği haberlere göre öldürülen Taliban sayısının yaklaşık bin kişi olduğu belirtiliyor, geri kalanlar ise kayıtlara sivil kayıp olarak geçiyordu. Sivil kayıp konusunda Amerikan medyası Pentagon’un uyguladığı savaş sansürü politikasına sıkı sıkıya bağlıydı. Medyada yer alan haberlerin büyük bölümünü Afganistan konusu oluşturuyor, ancak Amerikan bombardımanı sırasında hayatını kaybeden sivil halkla ilgili 80 bilgiler nedense Amerikan medyasının gözünden kaçıyordu. ABD'nin öncülüğünde, İngiliz güçlerinin de katıldığı harekatta, başkent Kabil, Usame Bin Ladin'in merkezi Kandahar, Celalabad ve İran sınırındaki Herat olmak üzere yoğun hava bombardımanına tutuldu. Operasyonda, B-1, B-2 ve B-52 ağır bombardıman uçakları, avcı uçakları ile Cruise füzeleri kullanıldı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, operasyonun amacının terör yuvalarını ortadan kaldırmak olduğunu ileri sürerken, Afganistan’a yönelik askeri operasyonda 15 bombardıman, 25 taarruz uçağı ve 50 cruise füzesi kullanıldığını bildiriyordu. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell de, Afganistan’a düzenlenen harekatın, "askeri hedeflere" yönelik olduğunu söylemişti. Oysa ortada hiç bir askeri hedef yoktu. Savaş bölgesinde görev yapan gazetecilerden gelen haberler Pentagon’un istediği standartlara uygun olarak gözden geçirildikten sonra yayınlanıyordu. Gazeteler haber ve yorumlarında bu standartları zorlamayı deneseler de Pentagon'un nefesini her an enselerinde hissediyordu. Televizyon kanallarının savaş haberlerinde gazetelere oranla daha titiz bir uslup kullanmaya özen gösteriyordu. ABD’de Pentagon ile medya arasında şimdiye dek görülmeyen bir ilişki yaşanıyordu. Afganistan’dan gelen resmi haberler genellikle askeri yetkililer ve zaman zaman Savunma Bakanı Don Rumsfeld tarafından düzenlenen basın toplantılarıyla kamuoyuna duyuruluyordu. Bu toplantılar aslında soru-cevap tarzında devam ediyor, ancak gazetecilerin savaşla ilgili özel sorularının tamamı neredeyse ‘geçiştiriliyor’ ya da ‘bu konuda bilgi veremeyiz’ şeklinde yanıtlanıyordu. Afganistan’da bulunan gazetecilerin geçtikleri görüntü ve haberlerde ise Kuzey İttifakı askerlerinin silahlı şovlarına ağırlık veriliyordu. ABD kamuoyu Afganistan ile ilgili gelişmeleri Pentagon’dan yapılan günlük basın açıklamalarıyla öğrenmeye devam ediyordu. Bu toplantılarda yaşanan manzara ve seçilen dil standartın ötesine geçemiyordu. Amerikan medyası, sivil kayıplarla igili haberlerden çok Usama bin Ladin’in nerede olduğu ya da Afganistan’da ele geçirilen Amerikalı Taliban’ın geleceğiyle ilgileniyordu. ABD'nin Afganistan'a yönelik operasyonunun başlamasından hemen sonra Başbakan Bülent Ecevit başkanlığında Başbakanlık'ta gerçekleştirilen toplantıda durum değerlendirmesi yapıldı. Başbakanın yazılı açıklamasına göre, Harekat, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 1368 ve 1373 sayılı kararları doğrultusunda NATO anlaşmasının 5. maddesi kapsamında bazı NATO üyesi ülkelerle bir kısım NATO dışı ülkelerin destekleri ile icra edilmekteydi. Savaş başladıktan kısa süre sonra 14 Ekimde Taliban'la Ladin için gizli pazarlık yapılmıştı. The Guardian gazetesi, Afganistan'daki Taliban yönetiminin Dışişleri Bakanı Vekil Ahmed Mütevekkil'in, İslamabad'ı gizlice ziyaret ettiğini ve Pakistanlı yetkililer aracılığıyla, ''tarafsız üçüncü bir ülkede yargılanması şartıyla'' Usame Bin Ladin'i teslim etmeyi önerdiğini öne sürdü. Guardian, Taliban'ın krizin başlangıcından bu yana ilk kez ''güçlübir delil aramaksızın'' Bin Ladin'in ABD dışında bir ülkeye teslim edilmesi yönünde bir öneri getirdiğine işaret etti ve ''Karşılığında da ülkelerine yönelik bombardımanın sona erdirilmesini istiyorlar'' diye yazdı. Söz konusu haberi Pakistan ordusunun üst düzey bir komutanına dayandırdı ve terörist saldırılardan Bin Ladin'i sorumlu tutan Amerikan yönetiminin bu öneriyi reddettiği anlaşılıyor'' yorumunu yaptı. CIA yöneticileri Mütevekkil'den, Kabil'deki açık fikirli kadroları biraraya getirmesini istemişti. Ancak Bush, pazarlığa karşıydı. ABD'nin bu tür önerileri değerlendirmek yerine Taliban yönetimi içinde bir ''çatlak'' oluşturmaya çabalıyordu. Aslında Taliban'ın Bin Ladin'i ele geçirme gücüne sahip olup 81 olmadığı da bilinmiyordu. Zira Bin Ladin'in kendi ordusu olduğu herkes tarafından biliniyordu. Öneriyi Pakistan'a ulaştıran Taliban'ın Dışişleri Bakanı Vekil Ahmed Mütevekkil'in de yönetimin güçlü isimlerinden biri ve diğer mollalara göre biraz daha modern bir kimlikti. Önerinin yapıldığı toplantı CIA ve Pakistan gizli servisi ISI'nın üst düzey yöneticileriyle İslamabad'da gerçekleştirildi. Vekilden Taliban'ın devrilmesi için yardımcı olması istendi. Dışişleri Bakanı Vekil Ahmed Mütevekkil'in Afganistan'dan ayrıldığı ve eski Afgan Kralı Muhammed Zahir Şah'ın bir temsilcisiyle temas kurduğu iddiaları Taliban tarafından hemen yalanlandı. Kral Zahir Şah'ın danışmanlarından Hamid Sidig, Reuters'e yaptığı açıklamada, Mütevekkil'in şu anda nerede olduğunu bilmediğini ve bakanın iltica ettiği yönündeki söylentileri doğrulayamayacağını söyledi. Mütevekkil'in artık Afganistan'da bulunmadığının kesin olduğunu belirten Sidig, Mütevekkil, İtalya dışındaki yetkililerimizden biriyle temas kurdu ve halen kendisinin neden ülkesini terk ettiğini belirlemeye çalışıyoruz'' diyordu. Tam anlamıyla yalan haberler ortada kol geziyordu. (147) Bu arada İslamabad'a geleni ABD Dışişleri Bakanı Powell ile Pakistan lideri Müşerref, Afganistan'da içinde ılımlı Taliban liderlerinin de bulunduğu koalisyon yönetimi konusunda anlaşmıştı. ABD ayrıca, Pakistan'a borçlarının ertelenmesi ve yeni yardımlar yapılması konusunda garanti vermişti. "Taliban Afgan halkını tehlikeye atıyor" diyen Müşerref, "Siyasi boşluk çıkmamalı, siyasi desteğin yanı sıra ekonomik destek de verilmeli. Operasyonun ardından ekonomik ve siyasi destek verilmezse çabalar boşa gidebilir" açıklamasında da bulundu ve mülteciler sorununun da unutulmaması gerektiğini vurguladı. Müşerref, 20 yıldır savaşta olan Afgan halkının İran ve Pakistan'daki mülteci kamplarından kurtarılması ve ülkelerine gönderilmesi gerektiğini savunuyordu. Pakistan'a giden yabancı muhabirler, her şeyin Washington ve New York'dan göründüğü gibi olmadığı kanaatine varmışti. Afgan sınırından bildiren Matthew Fisher, Pakistan'daki 4 milyon Hristiyan'ın saldırı tehditi altında olduğunu belirterek, " Müslümanları cihat yapmaya teşvik edecek bir cezalandırma dindaşlarımızın şiddet eylemlerine maruz kalmasına yol açar. Ladin ve Afganlar vesilesiyle sivil insanlar ölürse kendi elimizle ölüm fermanlarını imzalarız. " diye yazıyordu. Peşaver'de 300 silah dükkanı olduğunu hatırlatan Fisher, 30 dolara tabanca alan, yakınını kaybetmiş bir mağdurun herşey yapabileceğini aktarıyordu. Mısır'daki durumu yansıtan muhabir, ' Amerika tüm müslamanların şiddetini çeken bir saldırı yaparsa, 3. dünya savaşı başlar, evimizde bile güvende olmayız. ' yorumunu yapmıştı. '11 Eylül terör eyleminden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, normale dönmeyecek; ne Amerikalılar, ne Afganlar nede müslümanlar için ' diyen şom ağızlı yazar Nicholas Davis, psikolojilerin harap olduğunun altını çiziyordu. Afganistanla savaşın Pakistan'ı bölüp iki parçaya fiilen ayıracağını tahmin etmek zor değildi. O halde savaş Pakistan'a karşı mı yapılıyor sorusu ortaya çıkıyordu. 138 milyonluk ülke kaynıyordu. Taliban'ın Peştun ağırlıklı olması Amerikalıları düşündürüyordu. Zira Pakistan'ın yüzde 8'i Peştundu ve istihbaratda, orduda ağırlık Peştunların elindeydi. Taliban cezalandırılırken, Peştun etnik grubuda kötek yemiş olacak ki, işte burada işler düğümleniyordu. Din savaşı millileşiyordu. Rus generallere göre, Amerika müslümanları kışkırtan bir eda ile ' Holly War'a yol açarsa bu savaşı kazanamazdı; daha doğrusu çok insan ölür, savaşı kimin kazandığı belli olmazdı. Tıpkı Vietnamda olduğu gibi. Pakistanlı lider Müşerrefe 14 Aralık ve 24 Aralık 2003'de düzenlenen suikastlar bu 82 ülkenin iç savaşa gebe olduğunu gösteriyordu. Pakistanda Usame milli kahramandı. Evler, dükkanlar onun posterleri ile doluydu. Gençler, Usame basımlı tişürtler giyiyorlardı. Bu ortamda ladin'i yok etmeye çalışan Müşerref'e yönelik düzenlenen saldırılar Pakistan'ın ciddi bir bölünmeye gebe olduğunu gösteriyordu. 24 aralık intihar saldırısında 14 kişi ölmüş 46 kişi yaralanmıştı.BU saldırıdan sonra Amerikalılar, Pakistan'daki nükleer silahların Ladin'ın adamlarının eline geçme ihtimali üzerümde durmaya başlamıştı. ANLAMSIZ SAVAŞ The Independent'den Robert Fisk, 3 Ekim 2001 tarihli yazısında Afganistan'da müttefikimiz kim diye soruyordu: "İttifak, ABD'de, 7 bin masum sivili öldürmedi. Onlar, katliamlarını, Afganistan'da kendilerine ait olan topraklarda yaptılar." Bu haksız savaşa anlamsız diyen Fisk'in bu yazısı çok anlamlıydı: Terörist gruptan kendimizi kurtarmak için başka bir terörist grubu kiralamaya hazırız diyen Fisk, CNN'de, "Amerika's New War" --Amerika'nın Yeni Savaşı-- diye adlandırılmasına kızıyordu. Fisk, şunları yazıyordu: Tanınmış tecavüzcü ve katilleri bizimle çalışmaları için kiralıyoruz. Evet, bu eski bir savaş... Dünyada, son 30 yıldır sıkıcı bir rutin içinde başkaları için çalıştırılanlara şahit olduk. Vietnam'da, Amerikalılar daha fazla kayıp vermeyi önlemek istediler; Güney Vietnam ordusunu kendi taşeron askerleri olmaları için yeniden silahlandırdılar ve eğittiler. Güney Lübnan'da, İsrailliler, Lübnanlı milis katillerini Filistinliler'le ve Hizbullah'la savaşmaları için kullandılar. Falanjistler ve sözde "Güney Lübnan Ordusu", İsrail'in taşeron askerleri olacaktı. Başaramadılar, ama bu vekaleten savaşların doğasında var. Kosova'da, UÇK bizim taşeron askerliğimizi yaparken, iyi silahlanmış NATO birliklerimizi tehlikeden uzak tuttuk. Dünya, Dünya Ticaret Merkezi kan ve toz içinde çökerken, Taliban'ın gücüne tek engel olarak kalan Kuzey İttifakı lideri Penşir Aslanı, yürekli ve yurtsever Ahmed Şah Mesud'un öldürülmesinin yasını tutuyordu. Şah Mesud, belki Amerika'daki katliam düşünülerek, ABD'nin misillemesindeki olası müttefiklerini güçsüzleştirmek için öldürüldü. Her şekilde, birleştirici kişiliği, liderlik ettiği gangsterleri unutmamıza yol açtı. Örnek olarak; 90'larda Kabil'in varoşlarından geçen yollar boyunca, yağmacıların ve tecavüzcülerin lideri olan İttifak'ın en güçlü gangsterlerinden Abdulraşid Dostum'u gözardı etmemize izin verdi. Mesud'un gözleri önünde, zorunlu evlilikler için kızlar alıkondu, aileleri öldürüldü. Dostum'un, rüşvet için Taliban'a katılmak ve Afganistan hükümetini oluşturan Vahabi çetelerinin katliamlarına eşlik etmek, sonra da İttifak'a dönmek gibi taraf değiştirme alışkanlığı da vardı. Sonra bir Peştun olan ve "Afganistan'ın Özgürlüğü için İslami Birlik Partisi"ni yürüten, ama silahlı askerleri Şii ailelere işkence eden, 1992-1996 yılları arasında insan hakları ihlalleri serilerinde birçok kadını seks köleleleri gibi kullanan Resul Sayaf var. Sayaf, İttifak'taki 15 liderden sadece biri; ancak Kabil'in ürkmüş insanları, bu suçluların Amerika'nın yeni taşeron askerleri arasında olacağı düşüncesiyle iliklerine kadar donmuştu. Amerikalıların ısrarı üzerine Kuzey İttifaki, monarşiyi tekrar kurma iddiasında olmadığını söyleyen ama hırslı torununun Afganistan için başka planlar yapması muhtemel olan yaşlı ve hasta eski kral Muhammed Zahir Şah'la görüşmeler yaptı. "Afganistan'ın Ulusal Bütünlüğü için Yüksek Şura" kurulmasından sonra, 'akıl adamlar'ın geçiş hükümeti seçmek için bütün aşiretleri biraraya getireceği söylendi. Ve yaşlı krala da 83 ulusal birliğin sembolü, demokrasinin çöküp komünizmin ülkeyi yok etmesinden önceki, eski güzel günleri hatırlatan bir simge rolü veriliyordu. Zahir Şah --kişisel olarak iyi biri olmasına ve Taliban'ın yanında bir aziz gibi kalmasına rağmen-- büyük bir demokrat olmadığı unutulmuştu. Afganistan'ın bir tür düzeni tekrar kurmak için ihtiyacı olan şey, kana bulanmış bir grup etnik gangster yerine uluslararası güçtü. Bu, Birleşmiş Milletler gücü olmak zorunda değil, ama Batılı birlikleri kapsayan ve çevre Müslüman ülkeler tarafından desteklenen ve yolları, gıda depolarını ve telekomünikasyonu onarabilecek bir güç olmalıydı. Afganistan'da, hükümetin altyapısını tekrar kurmasını sağlamaya yardım edebilecek, iyi eğitimli akademisyen ve kamu görevlileri hala vardı. Bu çerçevede, eski kral, etnik olarak karışık bir hükümet kurulmadan önce, birliğin sadece geçici bir sembolü olabilirdi. Ama planlanan bu değildi. ABD'de 7 binden fazla masum insan öldürüldü ama 1980'den bu yana öldürülen iki milyona yakın Afgan'ın bunların yanında esamesi okunmadı. İnsani yardım gönderilse bile, açlık çeken bu topraklara, Taliban'ı yokedecekleri ve bin Ladin'i bedel ödemeden ele geçirecekleri umuduyla bir grup çete silahlandırılmıştı. İttifak biliyordu ki; ABD onlara para ve silah yardımını, Afganistan'ı sevdiği ya da bölgeye barış getirmek istediği, ya da Güney Batı Asya'da demokrasiyi yerleştirmekle özel olarak ilgilendiği için yapmıyordu. Batı cömertliğini sergiliyordu; çünkü tek amacı Amerika'nın düşmanlarını yok etmekti. Amerika'nın gerçekten 'yeni savaşı' tam bir bataklıktı. Afgan halkının kanı akmaya devam ediyordu. Afgan halkının direnişi devam ediyordu. Teslim alamıyordu Amerika. Saldırının, “terörle” ya da Bin Ladin’le ilgili olmadığını artık tüm dünya biliyordu. Amerika da demagojileri bir yana bırakırsak gizlemiyordu. Amerikan basını, Amerika’nın yeni hedeflerinin Irak, Somali, Endonezya, Filipinler olduğunu yazıyor, zemini olgunlaştırmaya çalışıyordu. Somali Devlet başkanı Hasan: “ülkede Bin Ladin’in kampı yok.” diyerek savunmaya geçmek zorunda kalıyordu. Tehditle, gözdağıyla, olmadı bombalayarak tüm dünyayı imparatorluğuna boyun eğmeye zorluyordu. Amerika, tüm kirli, kanlı yüzünü daha aleni olarak göstermeye başladı. Füzelerden, misket bombalarından sonra BLU-82 adı verilen, 600 metre çapındaki bir alanda her şeyi yok eden, 6,5 ton ağırlığındaki bombalar atmaya başladı. Bunlar, ilk kez Vietnam’da kullanılmak üzere üretildi ve Vietnam ormanlarını Vietnamlılarla birlikte yakıp, kül etti. Ama Vietnam’da Amerika’nın bozgununu engellemeye BLU-82’nin de gücü yetmemişti. Çorak, dağlık Afgan toprakları üstünde yaşayan tüm canlılarla birlikte yok etme pahasına bombalanmıştı. “Savaş hukuku”, “adalet” diyen ikiyüzlülerin hiç sesi çıkmıyordu. BM’nin hiç sesi çıkmıyordu. Hukuksuzluk, katliamcılık o kadar pervasız ve aleni ki, üç köyü bombalıyor, “Taliban köylerini bombaladık” açıklaması yapıyorlardı. Zaten Afganistan da “Taliban ülkesi”, öyleyse Afganistan’ın her karışı yerlebir edilebilirdi. Öyle de yapıyordu. Bu arada, Amerika bir büyükelçiyi Kuzey İttifakı temsilcisi atayarak, işbirlikçilerini daha yakından yönetmeye karar verirken, Taliban’a karşı yıllarca mücadele eden eski cumhurbaşkanı Hikmetyar, bu kez ABD’ye karşı savaşmak için Afganistan’a gitme hazırlığını yaptığını açıklıyordu. Bir yanda Kuzey İttifakının onursuzluğu, diğer yanda Taliban’a karşı olmasına rağmen şimdi meselenin Amerikan saldırısı olduğunu söyleyen Hikmetyar’ın tavrı, ABD'nin iki yüzlülüğünü ortaya koyuyordu. Zaten Amerika, işbirlikçilere de ne düşündüklerini sormuyordu. Bush, Blair ile birlikte yaptığı 7 Kasım’daki açıklamasında, “O ülkedeki insanların geleceğinin ne olacağı konusunda çok değerli vizyonlarımız var.” diyordu. Kim belirliyordu bunu? Bush. Kime 84 soruyorlardı? Kimseye. Tüm dünyada ABD’ye karşı öfke işte bu yüzden büyüyordu. Halkların iradesini yok ediyordu. Cuntalar yapıyor, işbirlikçi iktidarlar o ülke halklarının tüm karşı koymalarına rağmen ayakta tutuluyordu. (148) ABD’nin isteği üzerine kurılan çok uluslu ISAF gücünde Türkiye’den sonra Almanya 3900, İtalya da 2700 asker gönderme kararı aldılar. Almanya Başbakan’ı açıklamasında, “bu karar bir yıl geçerlidir, ama terörizme karşı savaş sürdüğü sürece desteğimiz sürecek” demişti. Talan ve paylaşımın kod adı: “terörizme karşı savaş”. Paylaşım bitene kadar “terörizmle mücadele” sürecekti. Bunun için de “bu savaş uzun sürecek” diyorlardı. Amerikan bombalarından kaçan Afgan halkı yüzbinler halinde sınırlara doluyordu. Ülke içinde hastalık, açlık kitlesel ölümlere doğru gidiyordu. Taliban yaptığı açıklamada, “Afganistan’ın güneyinde tıbbi malzeme eksikliği nedeniyle yüzden fazla kişinin sıtmadan öldüğünü” açıklamıştı. Celalabad kentinde binlerce kişi sıtmadan öldü. Çünkü ilaçları yok, besleyecek gıda yoktu. Amerikan bombaları yardı__________mları da engelliyordu. Amerika sadece bombalarla öldürmüyordu, aç bırakıyor, hastalıktan öldürüyordu. Bush hiç utanmadan, “Bu özgürlük ve bağımsızlık savaşı” dedi. Kimi, kimin işgalinden kurtarıp, bağımsızlığını veriyorlardı? Saldırının gerçek amacını gizlemek için uydurulan kaçıncı gerekçeydi bu? Emperyalizmin yalanlarında sınır yoktu. Füzelerin, medyan, tekellerin varsa her türlü kavramı altüst edebilirdin. Hukuk mu? Ben belirlerim! İnsan hakları mı? Ben ne diyorsam o! Adalet mi? Herkese değil. Afganistan’a “özgürlük” götüren Amerika o çok övündüğü “basın özgürlüğü”nü demagojiyle budamaya da devam ediyordu.CNN patronu Walter Isaacson, muhabirlerini uyararak sivil kayıplar konusunda ‘dengeli haber’ yapmalarını, Taliban rejiminin terör örgütlerini barındırdığının unutulmaması gerektiğini vurgulayarak, Afganistan’daki ölülere, yaralılara ve bombaların yol açtığı zarara geniş yer vermenin ‘sapkınca bir tavır’ olacağını belirtti.” (149) Alın size basın özgürlüğü! NATO Genel Sekreteri Robertson, Afganistan saldırısı öncesi, Amerika’nın saldırısını meşrulaştırmak için, “kanıtları gördük, tek sorumlunun Bin Ladin olduğu konusunda şüphemiz yoktur, iknayız” demişti. Bu kez de El Cezire Tv’ye yaptığı açıklamada, “saldırıların tek sorumlusunun Bin Ladin olup olmadığı belirsiz. Tek sorumlu Bin Ladin mi henüz belirsiz...” diyordu. Dün başka bugün başka. Saldırıya meşruluk sağlamak için gereken yapıldı nasıl olsa. Şimdi sıra başka yerlerde. Açıklamasının devamında bakın ne diyordu: “Amerikalılar şimdiye kadar Bin Ladin ile Irak arasında bir kanıt görmediklerini söylediler. Ama böyle bir kanıt ortaya çıkarsa değerlendiririz.” “Uluslararası standartlar”, “uluslararası hukuk” böyle konuşuyordu. Aldatıyorlar, bombalıyorlar, sonra “özür dileriz yanlış oldu” diyorlardı. Sonra halklar bu adaletsizliğe, bu kanunsuzluklara isyan ettiği zaman da “terör” diye yaygarayı basıp bombalıyorlardı. 13 Ocak 2002 tarihli Yeni Şafak'ta yayımlanan İbrahim Karagül'ün 'Unocal, Afanistan ve Halilzad ' başlıklı yazısı savaş sonrası ortaya çıkan acıklı Afganistan tablosunu resmediyordu. Amerikan ve İngiliz petrol şirketleri Afganistan'da çok önceden planladıkları müstemleke yönetimini kurdular. ABD ve İngiltere pasaportlu, petrol şirketleri tarafından ABD'ye götürülüp eğitilen ve bugünler için hazırlanan kişilerden oluşan kadro artık Kabil'de ve uluslararası statükonun tanıdığı yeni Afganistan yönetimini oluşturuyordu. Hamid Karzai gibi petrol şirketlerinin danışmanlığını yapan kişi ise ülkenin başbakanı, yani müstemleke valisiydi. Ülkedeki iç savaşın arkasındaki en büyük güç olan, Burhaneddin Rabbani'yi devirip Taliban'ı iktidar yapan, şimdi de Taliban'ı deviren ancak Rabbani'yi yine yönetimden uzak tutup, Washington'da eğittiği kişileri işbaşına getiren Unocal gibi ABD petrol şirketleri, Rabbani birliklerini Kabil'den 85 uzaklaştırmıştı. Yeni yönetimin güvenliğini ABD/İngiliz güçleri sağlıyordu. Yani Kabil, Afganistan dışında bir askeri, siyasi ve ekonomik üs durumundaydı. Taliban karşısında tek alternatif olan, ABD/İngiliz savaş gücüne en büyük desteği veren, Müslümanlar'a yönelik katliamlara zemin hazırlayan, Mezar-ı Şerif'te yüzlerce Müslüman'ı, Kunduz'da Özbekistan İslami Hareketi'ne mensup yüzlerce Özbek genci katleden, bir çoğunu da yaralı halleriyle diri diri mezara gömen Raşit Dostum'a destek veren Rabbani müstemleke yönetimi için bir tehditdi. Yeni kabine'deki on bakan Amerikan vatandaşıydı. Afgan halkından ziyade petrol şirketlerine bağımlı olan Kabine üyelerine bir bakın: Başbakan Hamid Karzai Ameirkan vatandaşı, Kültür Bakanı Mahdum Emin ABD vatandaşı, Eğitim Bakanı Abdüsselam Azimi ABD vatandaşı, Sulama Bakanı Mangal Hüseyin ABD vatandaşı, Yüksek Eğitim Bakanı Şerif Feyiz ABD vatandaşı, Devlet Bakanı Cuma Muhammed Muhammedi ABD vatandaşı… ABD petrol şirketine çalışan Karzai liderliğindeki kabinenin on bakanı evet evet Amerikan vatandaşıydı… Bunun adı müstamleke değil özgürlük getirmekti. (150) ABD Başkanı George W. Bush'un Afganistan'a özel temsilci olarak atadığı Zalmay Halilzad ise yine Amerikan vatandaşı bir Afgandı. Ancak en önemli özelliği ABD petrol devi Unocal'ın danışmanı olmasıydı. Karzai ve Halilzad, Afganistan'a yönelik saldırının amacı konusunda çok önemli ipuçları veren iki karanlık isimdi. 2003'ün sonlarında yeni bir anayasa hazırlayan 114'ü kadın 500 kişiden oluşan Loya Jirga, Afgan modeline uygun ABD'nin tasarımı bir projeydi. Amerikalılar, işgalden sonra bu ülkeden 5-8 yaş arası 5000 Afganlı çocuğu ülkelerine getirerek Amerikan ailelerine evlatlık vermişti. 20-25 yıl sonra Afganistan'ı yönetecek elit kadronun Amerikancı, Amerikalı olarak yetiştirilmesini öngören bu girişim Türk medyasında bir satır bile yer bulmamıştı. 25 yıl sonrası için plan yapan ABD'nin Afganistan'a gelecekteki tehdit Çin'in şimdiden kadro hazırlığı yaptığı söylenebilirdi. Ancak kan davasının diyetini Amerikalılar unutuyordu. Doğu'da kan davası diye bir töre, gelenek vardı. Afganistan'a bugüne kadar giren hiç bir güç mutlak zafer elde edemedi. Sadece Kabil merkezli bir Hindistan hakimiyeti kuran Cengiz Han'ın ikinci kuşaktan Türk-müslüman torunu Baburşah ve sülalesi adaletden ayrılmadığı için 250 yıl hakimiyetini devam ettirdi. Süpergüç oldukları devirde Afganistan'ı işgal eden İngilizler ve Ruslar bataklığa gömüldüklerini anladılar, ama çok geçti; imparatorluklarının çöküşü buradan başladı. Dış düşmana karşı tek yumruk olan Afganlıların uzun vadede Amerikalılara sürpriz yapmaları muhtemeldi. Bu nedenle Amerikalılar, 5 bin çocuğu Amerika'ya götürürken bir yandanda bu ülkede misyoner destekli Amerikan kültürünü yayan okullar açmaya çalışarak geleceğe yatırım yapıyordu. BU SAVAŞ BİTMEDİ Afganistan tarih boyu değişik gerekçelerle pek çok işgale uğramıştı, bu ülkede ne Persliler, ne İngilizler nede Ruslar kalıcı olabildiler. İlginçtir; gururlu, inatcı, inancına düşkün tipik doğu mizacına sahip Afganlılar, ülkelerine giren herkesi gücü, kuvveti ne olursa olsun rezil etti. Hollywood, Rambo 2 gibi filmlerle Afganların bu özelliklerini dünyaya tanıtırken, Ruslarda çevirdikleri filmlerde Afganlara karşı neden başarılı olamadıklarını izah etmeye çalıştılar. Süper güçler, dağlık arazi nedeniyle gerilla savaşı zorunluluğu gibi bahaneler arkasına sığındılar. Terörist gruplar bu özelliği nedeniyle Afganistan'ı barınak olarak seçti. Peki, ABD'nın dünya birliğini arkasına alarak savaş açtığı ülkenin insanları ne durumdaydı? Bu ülkenin insanları kadar perişan kaç tane ulus vardı acaba ? Fil, pireyi ezmek istiyor, ama pirenin haberi yoktu. Taliban hakimiyeti veya hedefteki terörist adlandırılan gruplar sivil Afgan 86 halkından destek gören bir topluluk değildi. Uzaktan bombalama esnasında asıl suçlular dağ barınaklarında saklandı, ölen masum siviller oldu. Bu pozisyonun Afgan halkına maliyeti çok yüksek oldu. 25 milyon nüfuslu ülkenin üçte biri yurt dışında çeşitli ülkelerde mülteci konumunda yaşıyordu; ülke içinde milyonlarca insan bir ekmeğe muhtaçtı. BM, halen 200 bin evsiz Afganlıyı Peşaver'deki kampta koruma altında tutuyordu. 2 milyon Afganlı Pakistan'da mülteci durumundaydı. 3 milyon Afganlı BM Dünya gıda koruma programına tabi olarak günlük besleniyordu: Bunlardan bir milyonu evlerini kaybetmiş, sefil durumdaydılar. Bunlardan başka 1.5 milyonu evlerini terketmişler, gidecek, iltica edecek ülke arıyordu. İran'daki Afgan kamplarında 2 milyon Afganlı açlık sınırında yaşıyordu. Pakistan ve Hindistan'daki kamplarda iltica etmiş pozisyonda her gün ölüp ölüp dirilen Afganlılar, yaşamdan bezmiş, umutlarını yitirmiş durumda gelişmeleri korkuyla izliyordu. Avrupa, ABD ve Kanada'ya iltica etmiş olan Afganlar, her an saldırıya uğrayacakları endişesi ile evlerinden dışarı çıkmıyordu. Taliban rejimini Afganistan'da kuran Pakistan Gizli Servisi, Usame Bin Ladin ve CIA, kendi çocuklarını kurban etmişti. Pakistan, 100 yıl önce imzalanan kiralama anlaşmasına esasen1997'de Afganistan'a bir bölüm toprağını iade etmeliydi; vermemek için Taliban yetiştirildi ve Afganistan'a 1994'den itibaren safha safha sürüldü. Taliban'ı hazırlamak için CIA kaynak ayırdı. Bir milletin kaderi ile oynayan üçlü bu defa değişik rollerdeydiler: Biri suçlu, biri suçlayan biri idam için imkanlarını sunan. İlahi adaletdi bu. Taliban rejimi, işgalden üç ay kadar önce Türkiye sempetizanı yetiştiriyor diye Fethullah Gülen'in telkinleri ile bu ülkede açılan 6 Türk okulunu kapattığında, ülkenin sigortasını attırmış, ilahi paranatörünü kendi eliyle imha etmişti. Felaketlerin gelişini göğüsleyecek manevi zırh kalmayınca ilahi intikamın alınması yakınlaşmıştı. Taliban'ın Raşit Dostum ve Abdulmelik'in bölgesinin ele geçirilmesinden 2 yıl geçtikten sonra son kale Ahmet Şah Mesud'un da bir suikastla öldürülmesiyle aslında kendi sonunu da hazırlamıştı.Taliban. Tam saldırıdan iki gün önce Belçika pasaportlu Araplara işletilen suikastında günah keçisi Ladin yapıldı. Oysa CIA, Afganistan'ı bir gücün ele geçirip istikrarı sağladıktan sonra bütününe sahip olmak için uzun soluklu bir plan yapmıştı 7 yıl önce. Afganistan'dan kaçanlara destek verilmesi boş yere değildi. Ülkenin radikal İslami olduğu iddia edilen, dünyayı at başlığı ile gören tiplerle doldurulmasına gözyumulmuştu. Bir vakte kadar ki, süre dolmuştu. Ülkenin henüz hiç çıkartılmamış zengin petrol, gaz yatakları, altın ve uranyum madenlerini olduğunu pek az insan biliyordu. Doğu Türkistan'daki petrol yatakları gibi, Afganistan'ın daki enerji rezervleride nadasa bırakılmıştı. Afganistan'ın bileti işgalle kesilmişti. ABD, böyle bir fırsatı bir daha yakalayamazdı. Rusya ve Çin bile bu işgale ses çıkaramadı. BM daimi üyelerinin onayıyla yapılan işgalden sonra Amerika, terörizmle mücadele adına Afganistan halkını bir kez daha ayaklar altına almıştı. Taliban rejiminin değiştirilmesi, demokratik bir koalisyon hükümetinin kurulması savaşsız yapılabilirdi, sivil halk ölmeyebilirdi. Bunu temin etmek için havadan vuruş değil, gerilla tipi savaşın komandolarla vurucu operasyonla yapılması gerekirdi. Bu savaşın çok uzun sürereceği başından belliydi. Kosova'nın veya Irak'ın tepeden bombalanmasıyla elde edilen sonuç burada alınamazdı. Çünkü Afganistan'da vurulacak stratejik hedef yoktu; yerin altında adeta magara kenti vardı ki, uzaydan uydular bile bu yerleri tespit edemiyordu. Rus generaller, Amerikalılara Ladin'in bulamayacaklarını boşyere söylemiyordu. Afganistan'daki Ladin ve diğer savaş lordlarının kamplarını illegal hale getirmek için Kabilde yeni sivil hükümet kurulmalıydı. Nitekim bu yapıldı. Bu 6 kamp peydey pey temizlenecekti. Ladin'in 2000 özel eğitimli gerillası vardı. Molla Ömer'in kızıyla evlenen 87 Ladin, 45 bin kişilik Taliban ordusuna da hakim olmak istemişti. Bu nedenle Taliban Ladin'i veremezdi. Ülke yakılıp, yıkılır yine vermezdi. ABD, bunu biliyordu. Kedinin fare ile oynaması gibi oynamıştı. ABD, Kabil'e Hamit Karzai'yi getirerek yeni bir Babrak Karmal, bir Necibullah koymuştu. Kabilden başka hiç bir bölgeye hakim olamayan Karzai yönetimini ve ABD'yi yeni iç savaşlar bekliyordu. UNOCAL'ın eski işcisi Hamit Karzai yeni bir Necibullah olmaktan öte gidemedi. Pakistan'daki radikallerin uzun vadede bu savaşa katılması kaçınılmazdı. Dünyanın pek çok ülkesinden gerillalar, özellikle Arap kökenliler milliyetçilik damarı ile bu savaşa katılacaktı. Bu savaşı isteyen istihbarat örgütleri savaşı İslam-Haçlı muharebesine dönüştürerek silah satmak yanlısıydı. Bush'un sürçü lisan ederek Haçlı seferindan dem vurması bu gizli politikanın acemi bir politikacı tarafından seslendirilişiydi. Beyaz Saray danaşmanları hatasını düzeltmesi için ertesi gün Bush'a 'İslam barış dinidir' mesajı verdirdi ama, ilk mesajı alan aldı. Avrupa ülkeleri temkinli davranarak, savaş kelimesini reddetti, terörizmle mücadele terimini benimsedi. Gözden kaçan bir gerçek vardı. Amerikan, Fransız, Rus, İngiliz, Alman , Çinli silah tacirlerine gündoğmuştu. 11 Eylül miladından henüz bir iki hafta önce Amerikan ordusunun küçültülmesi Amerikan kamuoyunun baş gündem maddesiydi. Şimdi 50 bin kişi yedek olarak orduya alındı. ABD medyasında Pentagon ilanla asker arıyordu. Yeni silahların üretiminden bahsediliyordu. Amerikalı generaller Bush'un orduyu küçültme hareketine 11 Eylülden önce epey bozulmuştu; bu küçük orduyu ile dünyayı yönetemez, güvenliği sağlıyamazsınız demişlerdi. Son saldırı generallerin ekmeğine yağ sürdü; kimse artık silahlanmaya hayır demiyor, ordunun küçülmesini değil, büyümesini konuşuyordu. Para, siyaset ve çıkar ilişkisi terörizmi harakete geçiriyordu. Terör, geri tepen bir silahtı. Afganlılar, Sovyetler Birliği'nin dağılmasını kendi zaferleri olarak görür, Rusya Federasyonunun 42 parçaya daha bölüneceğini iddia ederlerdi. Amerikalılar, CIA Ruslara karşı Afganlıların savaşması için yılda 600 milyon dolar ayırmasa idi bu savaşı kazanamazdı diye Afganlılarla alay ediyordu. Ancak Afganlıların bu yardıma mukabil CIA'ye eroinin hammadesi afyon sattıklarını unutuyorlardı. Taliban'ın ve eski Afgan savaş lordlarının güçlenmesiyle gerilla savaşı önplana çıkmaya başlamıştı. Afganistan, İran ve Türkiye ile birlikte 20. yüzyılda boyunduruk kabul etmeyen üçüncü İslam milletiydi. Afganlının anatomisi bu iken, Afganistan'da bu savaş henüz bitmedi denilebilirdi. Terörizm, şiddet, otorite boşluğu, demokrasi, özgürlük, refah, insan hakları, İslam'ın Taliban yorumu…. Bunların hepsi kirli savaşı gizlemek için uydurulan saçmalıklardı. Ne yazık ki çokları bunlara inanıyordu. Afganistanda savaş bitmeyecekti, çünkü uyuşturucu tacirleri böyle istiyordu. 1990-1996 döneminde Afganistan'da yaklaşık olarak 3 milyon dönüm araziye afyon ekiliyordu.. Bu afyondan üretilen baz morfin ve saf eroinin Amerika fiyatları ile değeri 150 milyar doları aşıyordu. Yapılan hesaplamalarda tarlada kilosu 100 dolar civarında olan afyonun baz morfin veya saf eroin olarak işlenmiş hale geldiğinde New York piyasalarında değeri 600 bin dolara ulaşıyordu. Afganistan üzerinden Pakistan'a oradan da İran, Türkiye ve Avrupa ülkelerine taşınan bu değerli malzeme sahiplerine inanılmayacak kadar büyük karlar getiriyordu. Bu paralar uğruna da bu kişiler ve arkasındaki terör örgütleri, istihbarat teşkilatları, silah tüccarları ve derin devletler herşeyi yapacak kadar çılgınlaşıyorlardı. Beyaz Saray Ulusal Politika Ofisi'nin 2003 rapruna göre, Nisan 1996'da iktidarı ele geçiren Taliban kendi inançları doğrultusunda afyon ekimini yasakladı. 2000 yılına gelindiğinde afyon ekilen alanlar yalnızca 42 bin dönüme kadar gerilemişti. Kontrollü olarak üretilen afyon da yaklaşık olarak 185 ton civarındaydı. Amerikan kontrollü yeni 88 yönetim afyon yasağını kaldırmadı, ancak afyon eken aşiretlere Taliban'a karşı savaşmak koşulu ile göz yumdu. 2002 yılında afyon ekilen alanlar 770 bin dönüme, üretilen afyon miktarı da 2500 tona ulaşmıştı. Tabiî benzer şekilde baz morfin ve saf eroine dönüştürülen bu afyon mafya çeteleri aracılığıyla yine Amerikan piyasalarına taşınıyordu. Eski bir alkolik ve tutucu bir Hıristiyan olan Bush ve arkadaşları bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştı.. Bunun üzerine Karzai yönetimi afyon eken ancak bu ekiminden vazgeçen her Afganlı'ya dönüm başına 350 dolar vereceğini açıkladı. Yasağa uymayan bazı kişiler ve etkili olmayan aşiretlerin yaklaşık olarak 160 bin dönümlük tarlaları yakıldı. Ama tüm bu önlemlere rağmen 2003 yılında afyon ekilen alan bir milyon 520 bin dönümü geçti.. Burada üretilen afyon ise 5000 tonu aşmıştı. Amerikalılar için içinden çıkılmaz bir durum vardı artık. Ya afyon eken ama Taliban'a karşı olan bu aşiretlere göz yumacak, ya da bunların tarlalarını yakarak bu aşiretleri tekrar Taliban'ın yanına itecekti. Afganistan halkı ise olup biten herşeyi yakından izlemekteydi. Bu ülkeden gelen BM raporlarına bakılırsa Taliban giderek güçlenmekte ve halkın giderek artan bölümü Taliban dönemini arar duruma gelmekteydi. NATO tarafından Afganistan'a Sivil Yönetici olarak atanan eski Dışişleri Bakanı Sayın Hikmet Çetin'i bekleyen Afganistan buydu. (151) Afganistan'da Amerikan işgalini savunanlar ve bu işgal ile bu ülkenin özgürleşip zenginleşeceğini savunanlar, Matrix'in dünyasında yaşayanlardı. Matrix'in şamaroğlanı Afganistan'da sular kıyamete kadar hiç durulmayacaktı. 89 CHAPTER 8 MATRİX'İN TARİKATLARI VEHHABİZM VE EVANJELİZM Türkiye'nin Anadolu İslamı'ını hakkıyla temsil eden saygın düşünürü, İslam alimi Fethullah Gülen, bir özel sohbetinde sorum üzerine İslam'ın başında iki büyük belanın İran'ın siyasi Şiiliği ve Suudi Arabistan'ın bağnaz Vehhabilik anlayışı olduğunu söylemişti. Matrix, İslam'ı vurmak için Vehhabiliği yıllar önce ortaya çıkarmıştı. İslam dünyasını içinden yıkmak için yaklaşık 300 yıl önce ilk faaliyete başlayan İngilizlerdi. Özellikle Osmanlı hedef seçilmiş, gerek devlet kademesine gerek dini kurumlara kendi elemanlarını yerleştirmekte uzmanlaşmışlardı. Kimsesizler yurdundan alınan zeki İngiliz çocukları İngiliz istihbaratı tarafından Osmanlı aileleri arasına yerleştirilir, bu ailelere teslim edilen çocukların her ay düzenli olarak İngilizlerle görüşmesini temin etmeleri karşılığında maaş ödenirdi. Bu şekilde yerleştirilen çocuklardan çok üst düzey görevlere gelenler olmuştu. Sadece devlet kademesi değil İslam inanç ve itikat sahası da hedef seçilmiş, çeşitli dini gruplara nüfuz ederek sapık mezheplerin doğmasına katkı sağlamışlardı. Arabistan’daki Vehhabilik ve Hint-Pakistan müslümanları arasındaki Ahmedî’lik bunların en meşhurlarıydı. Osmanlı idaresini tekfirle suçlayan Vehhabi önderler Osmanlı ülkesinde terör ve katliam yapmışlar, İngiliz desteği sayesinde hiçbir devlet ve hükümet tecrübesi olmayan çöl bedevileri kral olmuşlardı. Bugün bütün İslam dünyasında etkisi hissedilen Vehhabi zihniyetin akrabası yapılanmaların temelinde bu alt yapı vardı. Bu konuda İngilizler kadar İsrail de epey ilerleme katetmişti. Amerika bu iki ülkeden çok sonra geliyordu. Bugün bir kısım müslümanın çok büyük önder diye peşinden gittiği bazı fitne önderlerinin bizzat kendisi gizli ajandı, bazılarında da liderin etrafı ajanlarla çevriliydi. Bugün bu ülke ajanlarının; zannıyla hareket eden dini gruplardan içerisine sızmadığı örgüt yok gibiydi. Bu sebeple bu tür grupların bütün dünyada organize ve uzun hazırlıklar gerektiren eylemleri uzun süre gizlemeleri hemen hemen imkansızdı. Türkiye’de olduğu gibi hayatını kutsal bir gaye için feda ettiğini zanneden eylemciler kendi ebedî hayatlarını mahvettikleri gibi aslında yabancı istihbarat örgütlerine hizmet ettiğini bilemeyecek kadar zavallı birer taşerondular. Nasıl ki şeytanın iğva ve vesveselerine karşı Allah katında hiçbir mazeret ileri süremiyorsak, kaynağı dışarda diye bu zavallılara ve alet oldukları fitneye seyirci kalmamız da mümkün değildi. Bütün terör örgütlerinin inanç temelinde kin ve nefret vardı. Dinsiz örgütlerde dahi kin ve nefret sabah akşam tapılan bir put mesabesindeydi. Düşman bellenen ülke ve devletler insan unsurundan soyutlanmış, kötülüğün simgesi “kavramsal birer inanç düsturu” haline dönüşmüşlerdi. İnsanların ve devletlerin mücadele etmek zorunda oldukları düşmanları elbette vardı. Ancak düşmanlığın bir ideoloji, bir din haline dönüştürülmesi tamiri mümkün olmayan tahribatlara sebep oluyordu. Böyle bir zihniyetin hakim olduğu devletler uluslararası arenada hareket kabiliyetlerini yitirirlerdi. ...Ladin büyük ihtimalle ABD’deki saldırıların sorumlusu değildi. Ancak bu durum Ladin’in temize çıkması için yeterli değildi. Ladin ABD’deki saldırıların sorumlusu değilse bile söz ve davranışları sebebiyle ABD’nin İslam ülkelerine yönelik saldırılarının sorumlularından birisiydi. 90 Bu tip kimseler kafalarına göre savaş ilan ediyorlardı. Bu yetkiyi kimden alıyorlardı? Hangi devlet adına hareket ediyorlardı? Bütün İslam dünyasına zarar veren icraatlarının vebalini nasıl ödeyeceklerdi? Son bir-birbuçuk asırdır maddî sahada büyük bir inkişaf gösteren Batı Medeniyeti kendi dinini İslam dünyasında yaymaya muvaffak olamamış ve hatta kendi içerisinde kendi insanları İslam’a yönelmeye başlamıştı. Bunun en büyük sebebi İslam’ın maneviyat dünyasına hitap eden üstün bir din olmasıydı. İslam’ın özünü oluşturan bu maneviyat dünyasını yaşatan ve yayan unsur ise tasavvuftu. Bu hakikati Batılılar çok iyi bilmekteydi. Bu sebeple fikrî sahadaki taarruzlarını bu maneviyat dünyamıza karşı açmışlardı. Vehhabîlîğin bütün dünyaya yayılmasında, Resulullah Aleyhisselam’ın manevi üstünlüğünü ve evliyaullahı inkar eden bir anlayışın İslam dünyasında kök salmasında bu fikrî taarruzun ve emperyal devletlerin istihbarî gayretlerinin büyük katkısı vardı. Vehhabi zihniyetle kardeş fikirlerin savunucuları bu bağlamda değerlendirilmeliydi. Avrupalı müsteşrikler bu hakikatleri gayet iyi bilmekteydi. Fransa’daki Le Point dergisinin "İslamiyet" konusundaki sorularını cevaplayan Rouen Üniversitesi Politika ve Din Uzmanı ünlü Fransız Profesör Jacques Rollet, İslamiyet'in kesinlikle şiddet dini olmadığını vurguluyordu. İslamiyet’te şiddete yer yoktu. Gerçekte İslamiyet kendi kanunları çerçevesinde (Kur’an-ı Kerim’e göre) Hıristiyan ve Yahudi dininde olanların haklarına bile devamlı saygı gösterilirdi. Siyasal İslam söylemi Rollet'e göre Hasan El-Benna'nın 1920 yıllarında, Mısır’da Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı kurmasıyla başlıyordu. Talebesi Seyyid Kutub tarafından İslamiyet ile siyaset bir araya getirilmeye çalışıldı. İşlediği fikirlerle İslam militanları oluşmasına zemin hazırladı. Hasan el Benna ve Seyyid Kutub, bu çalışmalarında 14. yüzyılda Suriye’de yaşayan İbn-i Teymiye’nin fikirlerini referans aldılar. Yörüngelerini buna göre çizdiler. Daha sonra İslamiyet’in genel çerçevesini aşan ‘radikal’ akımın babalarından birisi olarak kabul edilen Pakistanlı yazar ve siyaset adamı El-Mevdudi ise, Seyyid Kutub ve El-Benna’nın fikirlerini geliştirerek pratiğe yönlendirdi. Böylece, bugün İslam dünyasından olduğunu iddia eden Ladin ve grubu gibi radikal grupların ve terörizmin oluşmasına zemin hazırladı. (152) Sebebi ve kaynağı her ne olursa olsun Üsame bin Ladin’in şahsında simgeleşen zihniyetin bütün İslam dünyasını etkisi altına alan bir fitneye dönüştüğü görülmekteydi. Arabistan’dan Orta Asya’ya, Pakistan’dan Mısır’a, Türkiye’den Endonezya’ya kadar bütün İslam dünyasında bu zihniyet ve fikriyatın zararlı neticeleri vardı. Vehhabilik, İslam’ın Siyasallaştırılması, Sünnet-i seniyye’yi inkar gibi farklı kelimelerle ifade edilen zihniyetlerin hemen hepsi ortak bir noktada birleşmekteydi: ‘Resulullah Aleyhisselam’ın üstünlük ve meziyetlerini, Maneviyat ehlini, tasavvufu inkar.’ ABD, İngiltere gibi ülkeler İslam dünyasına nasıl ve nereden kötülük yapacaklarını, nereyi kaşıyacaklarını, hangi sahtekarları destekleyeceklerini iyi biliyorlardı. Fakat müslümanlar kötülüklerin nereden hangi zihniyetten geldiğini, geleceğini bilmiyordu. Dolayısıyla bela ve musibetler eksik olmuyordu. Ortadoğu'nun nasıl yamalı bohça ve terör yuvalarına prim veren mekan haline geldiğini anlamak için tarihi iyi bilmek gerekirdu. Suni çizilen sınırlar, süper güçlerin çıkarlarına uygundu. Bu bataklıkta yetişen teröristler, artık Amerika'yı ve modern dünyayı tehdit eder hale gelmişti. Veya Soğuk savaşın bitişiyle silahlanma gerekçesini yitiren, düşman icat etmek zorunda olan ABD, bunun böyle algılanmasında yarar görüyordu. Terörizme temel teşkil eden Vehhabizm'in özünde Arap milliyetçiliği vardı. Bu milliyetçiliği 91 hortlatan girişimin temelleri 17. yüzyıla kadar uzanıyordu. İngiltere, güneş batmayan imparatorluk peşindeydi ve tek engel Osmanlıydı. İslam ümmetini parçalamadan bu emeline ulaşamıyacağını anlayan İngilizlerin izlediği akıl almaz politikalar komplo teorisi değildi. Din, azınlık, mezhep, etnik milliyet unsurları Ortadoğu'yu bölmek için kullanıldı. Terör yuvalarını bünyesinde barındıran Ortadoğu, süper güçlerin kullanılmış terörist deposuna döndü. Bu depo , New York ve Washington'da yeni oyunlar için infilak ettirilmişti. Birileri hesabına çalışan müslüman kimlik taşıyan her türden teröristi bu mekanda bulmak mümkündü. Ortadoğu'da din barış değil ayrım aracı olarak kullanıldı. Yönetimler böyle belirlendi. Dini unsurlardan faydalanılamayan yerlerde yönetim soya dayalı azınlıklarla tesis edilmişti: Arabistan Krallığı, buradaki yüzlerce kabileden biri olan Suudi ailesi tarafından; Ürdün'deki çoğunluk da Haşimi ailesi tarafından yönetilmekteydi. Etnik ayrımlar, öne çıkarılarak bu planda kullanılmıştı. İran' da etnik azınlık olarak; Araplar, Beluciler, Türkmenler ve ülkenin üçte birini oluşturan Azeri Türkleri; Irak'ta Kürtler, Türkmenler ve Şiiler; Mısır'da Koptlar, Cezayir'de Berberiler, Sudan'ın güneyinde siyahlar ve Hiristiyanlar, Lübnan'da Maruni Hiristiyanları, Dürziler, Sünniler, Şiiler kaşınacak gruplardı. Yine bölgede üç ülkeye (Türkiye, Irak, İran) dağılmış şekilde yaşayan Kürtler, buralarda en etkili bölücü unsur olarak kullanılmaya uygundu. Bu özeliklerden yola çıkan İstihbarahatçılar, tek tek Ortadoğu'daki her ülkenin bölünmesi için, kimi uzun kimi de kısa vadeli planlar yapmıştı. Pax Osmanaya'yı sağlayan temel özellik olan din birliği bölgeden silinirken, Arap ırkçılığı kışkırtıldı. Araplar da kendi aralarında bölündü. Kiralık liderlere, sınırları masa üstünde çizilmiş Arap devletleri kurduruldu. Slogan "Herşey kutsal topraklar için"di. Sonunda, bu yapay coğrafyaya senaryonun başrol oyuncusu da bir ucundan, Kudüs yakınlarından dahil edildi. Ve senaryo devam etti, ediyor ve -beklenmedik bir pürüz çıkmazsa- edecek de. "Nil'den Fırat'a" ulaşana kadar, satın alınan liderler, bölünen ülkeler ve işte bol figüranlı Ortadoğu belgeselindeki Suudi Arabistan: 1517'de Kanuni'nin Memlük saltanatına son vermesinden sonra hilafetin Osmanlılara geçmesiyle birlikte kutsal beldeleri içinde bulunduran Arap Yarımadası'nın yönetimi de Osmanlıların eline geçti. Arabistan topraklarının Osmanlı yönetiminde olduğu dönemde 1740'larda bu bölgede Vehhabilik hareketi olarak bilinen itikadi hareket ortaya çıktı. Hareketin öncüsü Muhammedu'bnu Abdilvehhab 1744'te Riyad yakınlarındaki Der'iyye kasabasına yerleşerek orada bir kabilenin başkanı olan Muhammedu'bnu Suud ile işbirliği yaptı. Vehhab'ı Necef yıllarında keşfeden bir isim vardı: Ahmet ismini alarak müslüman olmuş gözüken İngiliz casusu Hemfred. Bu işbirliğinden Vehhabi isyanları doğdu. İsyancılar Osmanlılardan bağımsız olarak kendi inançlarına ve düşüncelerine göre şekillenen bir devlet kurmak istiyorlardı. Muhammedu'bnu Suud'un 1765'te ölümü üzerine Vehhabi isyanlarının askeri ve siyasi liderliğini oğlu Abdülaziz üstlendi. İsyan çok sürmeden Arabistan'a yayıldı ve isyancılar 1803'te Mekke'yi ele geçirdiler. Osmanlı Devleti bu isyanları bastırmak için Mısır valisi Mehmed Ali Paşa'yı görevlendirdi. Mehmed Ali Paşa'nın oğlu Tosun'un komutasındaki bir ordu 1812-13'te Medine, Mekke ve Taif'i Vehhabilerden geri aldı. Daha sonra Mehmed Ali Paşa bizzat kendisi Abdülaziz'in üzerine yürüdü. Başlangıçta direnen Abdülaziz 1814'te ani bir şekilde öldü ve kuvvetleri dağıldı. Mehmed Ali Paşa'nın gönderdiği Kavalalı İbrahim Paşa 1818'de Der'iyye'ye girerek isyancıları yenilgiye uğrattı. Muhammedu'bnu Abdülvehhab'ın oğlu Der'iyye kadısı 92 Süleyman'ı da öldürdü. İbnu Abdilvehhab'ın diğer oğlu Ali de haccda yakalanarak öldürüldü. İbrahim Paşa Abdülaziz ibnu Suud'un oğlu Abdullah'ı ve çocuklarını yakalayarak İstanbul'a gönderdi ve bunlar 17 Aralık 1819'da burada idam edildiler. Ancak Vehhabi hareketi durmadı. Osmanlı ordularının önünden kaçan Türki ibnu Abdillah, Vehhabi kuvvetleri yeniden toparlayarak 1821'de Riyad'i başkent yapan bir Vehhabi devleti ilan etti. Bu yönetim başlangıçta askeri hareketlerle, 1843'ten sonra da Osmanlı Devleti'ne tabi olmayı kabul ederek 1891'e kadar ayakta kalmayı başardı. 1891'de dağılan bu yönetimi II. Abdülaziz ibnu Suud 1902'de yeniden toparlayarak Riyad merkezli Vehhabi yönetimin kuruluşunu ilan etti. II. Abdülaziz, Arabistan yarımadasında gücünü artırmak için İngilizlerle işbirliği yaptı. Sonraki yıllarda Arabistan'ın diğer bölgelerini de ele geçirerek topraklarını genişletti. Abdülaziz 26 Aralık 1915'te İngiltere'yle özel bir anlaşma imzaladı. Anlaşmaya göre Abdülaziz'in ele geçirdiği toprakların kesin yönetimi ona ait olacak, ondan sonra da yönetim çocuklarına geçecekti. Ancak bu toprakların yöneticileri hiçbir şekilde İngiltere'nin aleyhinde olmayacaklardı. I. Dünya Savaşı'nın galibi İngiltere, gerek savaş sırasında, gerekse savaşı izleyen yıllarda İngiliz hegemonyasını Arap Yarımadası'na yerleştirmekle uğraşmıştı. İngiltere'nin genel politikası "Arap alemine özgürlük" sloganı ile kendine yardımcı olacak Arap destekçileri kolaylıkla bulmaktı. Bugün bu destekçilerin torunları, Arap dünyasının en kuvvetli devleti Suudi Arabistan'ın başında bulunuyordu. İngiltere'nin I. Dünya Savaşı döneminde Arap Yarımadası'nda güttüğü politikanın temel amacı ise İsrail'in kuruluşuna zemin hazırlamaktı: "Gerek Arap Yarımadası üzerinde güdülen politika, gerekse Osmanlıların yenilgisi, Britanya'nın Filistin'de ulusal bir Yahudi devleti yaratma çabasıyla stratejik açıdan bağlantılıydı. Arap Yarımadası'nda ise Hicaz'ı Osmanlı kontrolünden çıkarmakla başlayan İngilizler, bunun için Mekke Şerifi, Şerif El-Hüseyin'i klasik "satın alma" yöntemleriyle ayaklandırdılar. İngiliz hükümetinde Savaş Bakanı olan Lord Kitchner, Hüseyin'e gönderdiği bir mesajla, eğer Türkiye'ye karşı bir tavır alınırsa, onun Şeriflik ünvanını taşımasını garanti etmeyi ve dış saldırılara karşı yardımda bulunmayı vaad ediyordu. Şerif Hüseyin kendini halife ilan ederse İngiltere onu destekleyecekti. Mesajda ayrıca, Arapların bağımsızlıklarını kazanmaları yolunda da İngiltere'den yardım görecekleri kapalı bir biçimde belirtilmekteydi. Şerif Hüseyin, İngiltere'nin direktifleri doğrultusunda ayaklandıktan sonra, kendini halife ilan ederek bütün Arap Dünyasına hükmetmeye çalıştı. Bunun üzerine İngiltere, Araplar arasındaki parçalanma sürecini başlatarak, Hüseyin'in karşısına başka bir Arap çıkardı. Bu kişi ehl-i sünnete karşı düşmanlığı ile tanınan Vehhabi mezhebine bağlı olan Kuveyt emiri Abdüllaziz İbn-i Suud'tu. İngiltere, yarımadada bir diğer müttefiki konumunda olan İbn-i Suud'u, Hüseyin'e karşı harekete geçmesi ve Hicaz'ın kontrolünü ondan alması için destekledi. İngiltere, savaş sırasında İbn-i Suud'un dostluğunu ve güvenini kazanmış, doğal olarak da onu mali yönden desteklemişti. Suud ailesi, hilafet için Hüseyin'in gerçekleştirdiği isyana karşı olması ve yarımadada Osmanlıları hedef alan İngiliz diplomasisiyle askeri operasyonlarına destek vermesi nedeniyle, İngiliz Devlet Hazinesi'nden aylık 500 Sterlin maaş almıştı. İngiliz desteğini arkasına alan İbn-i Suud hareketinde başarılı oldu. Ve sonuçta Suud, kendi devletini kurdu. 1926 Ocak ayında İbn-i Suud Hicaz Kralı ilan edildi. Onu ilk tanıyan ülke Sovyetler Birliği oldu. İngiltere ise bir yıl sonra imzalanan Cidde Antlaşması 93 ile İbn-i Suud Haşimileri, yani Abdullah ve Faysal'ı, Ürdün ve Irak Emiri olarak tanımayı, ayrıca Basra bölgesindeki emirliklerin İngiliz himayesinde kalmasını kabul ediyordu. Abdullaziz Ibn-i Suud, 1932'de Suudi Arabistan Kralı adını aldı. (153) İngiltere, Osmanlı'ya karşı kışkırttığı Araplara, bir "Arap Birliği" kurmayı vaadetmişti. Fakat yürüttüğü operasyonlar bunun bir aldatmaca olduğunu ortaya koydu. İbn-i Suud'un başa geçmesiyle Akdeniz'den Kızıldeniz'e kadar uzanan Arap Birliği hayalleri yıkılmış oluyordu. Çünkü; İbn-i Suud, sünni ağırlıklı bir bölgede Vehhabi bir devlet kuruyordu. Böylelikle İngiltere, Ortadoğu'yu hem etnik hem de mezhepsel bakımdan bölerek, kurulacak olan Yahudi devletinin karşısındaki potansiyel tehlikeyi ortadan kaldırıyordu. Aslında Haşimiler yönetiminde Birleşmiş Arap Devleti'nin kurulması umutları, 1920'de kesinlikle yıkılmıştı. Osmanlının kalıntılarından yeni devletler olan Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin kuruldu. Bunların yapısı ve sınırları konusundaki kararları veren, Arapların isteklerine aldırmaksızın, büyük devletler oldu. VEHHABİLER VE TERÖR Vehhabilik ve terör ilişkisi, 'Rüzgar eken fırtına biçer' kapsamında ele alınmalıydı. Vehhabi tehtidinin İslamiyeti ve müslümanları lekeleyen bir araç haline geleceğini anlamak için 1990'li yıllarda Güney ve Orta Asya'da özellikle Pakistan, Bangladeş, Endenozya, Filipinler, Çeçenistan, Dağıstan, Azerbaycan, Özbekistan, Tacikistan ve Afganistan'da yürüttükleri faaliyetlerine bakmak yeterliydi. Vehhabilik, radikal akımlar olarak bilinen İslami hareketleri mali ve fikri olarak destekleyerek İslam'ın başına kara bela gibi çökmüştü. Hastalıklı siyasi Şii İslam anlayışını ihraç etmeye çalışan İran'dan sonra Vehhabi Arap grupların İslam'ın başına büyük dertler açacağı belliydi. Orta Asya ve Kafkasya'da yaptıkları tam bir fitne tohumu ekmekti Vehhabilerin. Hizbül Tahrir adıyla Özbekistan'da Fergana vadisinde kurtarılmış bir bölge oluşturmak için harcadıkları çaba 1992'den başlayarak Özbekistan, Kırgızıstan, Kazakistan, Azerbaycan, Çeçenistan ve Tacikistan'ı karıştırdı. Afganistan'da satın alma güçlerini kullanıp Taliban'ı hakim kıldılar ve müslüman halkı sindirdiler. Taliban onların maşası oldu. Muhalif güçler Şii kökenlilerden başlanarak birer birer temizlendi. Gülbeddin Hikmetyar Tahran'a sığındı, 2 milyon Afganlı mülteciyle. Raşit Dostum, Türkiye'den 1999'da desteğini yitirince 10 bin savaşcısını İran ve Özbekistan'da hazırlamak zorunda kaldı. Ladin-Taliban-Vehhabi ilişkisinin zararlı olduğunu ABD ya çok geç anladı veya böylesi işlerine geldi. Vehhabiler, Azerbaycan'ın kuzey bölgesinde 1993'den itibaren Avarları ve müslüman Gürcüleri kışkırtarak Karabağ gibi özerk bir bölge oluşturmak istediler. 1999'da Dağıstan'da Botlukta kurmak istedikleri kurtarılmış İslami bölgede Çeçenleri kullanarak, haklı davalarında onları haksız yaptılar. Sufizmin anavatanı olan bu topraklarda Vehhabilerin başarılı olması oldukça şaşırtıcıydı. Çünkü Vehhabi Selefi anlayış, Sufizme, İslam alimine hatta yalan iddiasıyla hadislerin çoğunluğuna karşıydı. Tek kaynak onlar için Kurandı. Oysa Kafkasya'nın kalbi Nakşibendi hazretlerine ve İslami sünni hak tarikatlara bağlıydı. Vehhabiler, bölge halkının fakir olmasından yararlanarak onları satın aldılar. Vehhabi olan herkese ayda 100 dolar maaş veriyorlardı. Azerbaycan'ın Kah müftüsü İbrahim bey, 1994'de Vehhabiler yüzünden bölgelerinde camilerin ikiye bölündüğünü Kafkas İslam İdaresi Başkanı Allahşükür Paşazade'ye bildirdi. Şeyh Şii idi ve İranla bağlantılı çalışan eski bir KGB generaliydi. ' Sünni gruplar birbirini yesin' düşüncesindeydi. 94 İbrahim bey, Şeyhden aldığı cevap karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Çareyi ' İngiliz ajan Hemfred'in Hatıraları ' kitabını Azericeye çevirtip bastırıp, dağıtarak Vehhabilerin çıkış noktasını halka anlatmakta bulmuştu. 2001 yazında Kah, Zakatala ve Balaken'de Vehhabiler isyan çıkarmıştı. Avar kökenli Azeri milletveki Ali Ahunski gizli liderleriydi. Azeri lider Aliyev, Ahusinki'nin bir suikastla ortadan sessizce kaldırılmasını sağladı. Açlık insanı Vehhabide yapardı, teröristde. Azerbaycan'da dağıttıkları maaş ve rüşvetin miktarı milyon dolarları buluyordu. Aliyev'in ikinci ciddi adımı, sivil toplum örgütü görüntüsünde halkı, özellikle aç sefil Karabağ göçmenlerini para karşılığı Vehhabi yapan kurumları kapı dışarı etmek oldu. İslam Kerimov'da Özbekistanda aynı adımı ak-kara ayrımı yapmadan attı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra özellikle Orta Asya Cumhuriyetleri'nde 'dini uyanış' hareketleri başlamıştı. Komunizmin dinsizlik yıkımının ardından Türkiye, İran ve Suudi Arabistan İslami haraketler atağa geçmişti. İran Şii mezhebini yaymak için devlet bütçesi ayırdı. Azerbaycan ve Fars alfabesini kullanması hasebiyle Hanbeli mezhebindeki Tacikistan hedefleriydi. Afganistan kartını İran, Taliban'ın Pakistan-ABD ortak yapımı olarak iktidara sürmesiyle erken kaybetmişti. Suudi Arabistan, Vehhabiliği Afganistan ve Özbekistan merkez olmak üzere Tacikistan, Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya'ya yaymaya çalışıyordu. Yobaz Vehhabi anlayışındaki Taliban'ın Afganistan'a sürülmesinde Ladin'i 1979'da Afganistan'a gönderen Suudi İstihbaratının başındaki ilk başlarda Kemal Adham sonraları Türki bin Faysal etkili olmuştu. Ladin ve örgütü bu amaçla kurdurulmuş örgütlerden biri, ama en güçlüsüydü. Afganistan destekli 'Namangan örgütü' de bu yönde bir dini gruptu. 'Özbekistan İslami Uyanış Haraketı', 'Türkistan İslami Haraketı' ve benzeri isimlerle anılan bu gruba Usame Bin Ladin büyük destek veriyordu. Bu grup esasen 1948'den bu yana 'gizli tebliğ' metoduyla ve Vehhabi fikirleriyle çalışıyordu. Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan'ı cihat alanı olarak seçmişlerdi. 1985 yılından sonra KGB'nin izniyle 'açık tebliğ'e yönelen örgüt bu ülkelerde 'cihad' başlatmayı Rus istihbaratının desteğiyle yürütüyordu. Bölge ülkelerini kaybeden Rusya, Vehhabi belasını ABD gibi kullanmak istemiş, Orta Asya ülkelerinin karışmasına gözyummuştu. Sovyet döneminde Sovyetlerin tek İslam Medresesinde Vehhabi fikirleri aşılanıyordu. Mezunların ifadesiyle hocaları Vehhabi Araplardı. Daha sonra KGB, Vehhabiler üzerindeki eski hakimiyetini yitirmişti. Ancak bu gruplar sayesinde Türkiye ile Özbekistan'ın arasını açmayı başarmıştı. Özbek Lider Kerimov, Aralık 1999'da kendisine yapılan suikast girişimlerini bu terörist gruplarla irtibatı olduğunu iddia ettiği siyasi rakibi ERK Lideri Muhammed Salih'in üzerine atmıştı. Halbuki, Salih bu grupların en büyük düşmanıydı. Vehhabiler en büyük zararı Çeçenlere verdi. Tataristan Başmüftüsü Osman Sadıkov'la Kazanda ofisinde yaptığım görüşmede ifade ettiği gibi Rus ayısının eline düşen Çeçenler 'Vehhabi yılanına' sarılmıştı. Eylül 1999'da Moskova'da patlatılan bombalarda Çeçenler suçlanmıştı. 'Rus istihbaratı yapıp, Çeçenlerin üstüne attı. ' diyen Sadıkov, Vehhabilerin Rus istihbaratının talimatıyla Sovyetler döneminden beri çalıştıklarını, ancak yollarını sonraları ayırdıklarını anlatıyordu. Kendiside Taşkent İslam Medresesi mezunuydu, Hocalarının Sovyet döneminde Vehhabi Araplar olması onuda şaşırtmıştı. Sufizme karşı olan Vehhabilerin uzun süre bu topraklarda tutunamayacağını ifade eden Sadıkov'a göre, halkın fakirliğini menfur emellerine alet eden Vehhabiler er geç gidiciydi. Afganistan'daki Vehhabi girişimi kesinlikle ABD'den habersiz değildi. Bu talihsiz ülkeye ' İran modeli Şii İslamı mı, Suud modeli Vehhabi İslamı mı hakim olsun ' tartışması 95 1989'da Rus ordusu çekildikten sonra yaşanmıştı. Amerika Suud modelini tercih etmişti. Ladin ve adamları CIA tarafından Ruslara karşı savaşmaları için eğitilmişti. Peştun kökenli Taliban ülkeye sürülerek Pakistan'ında Amerika'ya göbekten bağlanması hedeflenmişti. Amerika, Suud-Vehhabi atına oynamakla büyük hata yaptığını 11 Eylül miladıyla öğrenecekti. İran-Şii atınada oynayamacağına göre, geriye tek at kalıyordu: Türkiye atı... Yeni dünya düzeninde Türkiye'ye yeni kaftanlar biçilecek, Matrix tiyatrosunda yeni roller verilecekti. ABD ARABİSTAN'A NEDEN YERLEŞTİ? ABD, 1945'ten itibaren Suudi Arabistan'ı, kullanabileceği mükemmel stratejik bir güç ve doğal zenginlik kaynağı olarak görüyordu. ABD'nin İngiltere ile ortak özelliği, İsrail'in bölgedeki en büyük gözeticisi olmasıydı. Ve esas olarak ABD-Suudi Arabistan ilişkisi, çoğunluğu Yahudi yatırımı olan dev petrol şirketlerinin Arabistan'a girmesi ile başladı. İbn-i Suud ülkesindeki petrol arama, çıkarma ve işleme imtiyazlarını bu şirketlere bırakarak, Arabistan'ı en başta Rockefeller olmak üzere Yahudi sermayesinin ellerine teslim etti. Texaco, New Jersey Standart Oil ve Socony Vacuum, California Standart Oil ile birleşerek, 1944'te Amerikan Petrol Şirketi ARAMCO'yu kurdular. Önemli bir petrol yatağı bulunmuştu. Savaş, işletilmeye başlanmasını geciktirdiyse de, daha o zaman en yoksul ülke Arabistan'ın kaderinin en zengin ülke olmak olduğu anlaşılmıştı. Kısa sürede Suudi Arabistan'da 'devlet içinde devlet'e dönüşen Yahudi şirketi ARAMCO, bu Arap ülkesinin tüm politikasını belirleyecek hale geldi. Şirket, haberleşme, sağlık, ulaşım ve eğitim hizmetlerini bile kontrol ediyordu. ARAMCO'yu oluşturan şirketler resmi bir şekilde Amerika'nın, Ortadoğu'da petrol üreten ülkeler ile olan ilişkilerini yönetiyordu. Merkezi Londra'da bulunan Hartshorn J.E. Oil Companies and Goverments'in yayınladığı istatistiklere göre Ortadoğu petrollerinin % 99'u, yedi büyük petrol şirketinin kontrolü altındaydı. Bu şirketlerin beşi Yahudi Rockefeller ailesine aitti. Geriye kalan iki şirketten Shell'in sahibi Marcus Samuel ve Royal Dutch'un sahibi William Detending de Yahudiydi. Dünyanın bir numaralı petrol üreticisi olan ve Suudi Arabistan petrollerini de işleten ARAMCO şirketinin hisseleri, Rockefeller'in dört şirketi arasında paylaştırılmıştı. Politikası ABD'deki petrol şirketlerinin sahibi Yahudi ailelerce yönlendirilen Suudi Arabistan ise bu çevrelerin kendisine verdiği paya karşılık, bölgede İsrail'in gizli müttefiği konumuna geldi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bir süper güç olarak ABD'nin ortaya çıkmasından beri, Suudi hanedanı ABD'nin çıkarlarını yüksekte tutmak için elinden geleni yaptı. ABD'ye petrol ticareti ile bağlanan Suudi Arabistan, askeri yönden de bu ülkenin tam bir denetimi altındaydı. Suudi Arabistan iç ve dış güvenlik bakımından tamamen Amerika'ya dayandığı gibi askeri ilişkileri de çok ileri düzeydeydi. 1973-1983 yılları arasında Suudi Arabistan'ın toplam askeri harcaması 150 milyar dolar olmuştu. Bu büyük miktardaki paralar Amerikan savaş endüstrisine akmıştı. Körfez savaşının faturasını Suudlara ödeten Amerika, bu ülkeye askeri gücünü de yerleştirirek Arabistan'ın iplerini tamamen eline aldı. 1990'larla başlayan bu süreçte Arabistan'daki milli gelir 16 bin dolardan 6 bin dolara kadar düştü. Askeri harcamalardaki artış rekor düzeye ulaştı. Saddam korkuluğu sayesinde Amerikan silah üreticileri köşeyi döndü. (154) Amerikan savaş endüstrisinin büyük bölümünü Yahudi veya Ermeni silah şirketleri oluşturuyordu. Suudi Arabistan'ın yaptığı askeri harcamalarda işbirliği yaptığı Yahudi işadamları, hükümeti İsrail ve Filistin konusunda ülke halkının hoşuna gitmeyen 96 sessizlik politikasına zorluyordu. Suudi Arabistan'ın uzun vadeli savunma stratejisinin gereği olarak, ülkenin çeşitli yerlerine altı tane büyük askeri üs ve tesisleri içeren askeri şehirler kurulmuş, bu şehirlerin hepsi Amerikalılar tarafından planlanmış ve inşa edilmekteydi. Bu tesislerin yapımında 30 bin Amerikalı çalışmaya devam ederken, tesislerin tamamlanmasıyla bu rakamın üç katına çıkacağı tahmin edilmekteydi. Amerika'nın Arap diyarına yerleşmesi esasen 1980'li yıllarda başlamıştı. Hafr El-Batın, Hamıs Mıseyt ve Kiyot askeri şehirlerinin inşası bitirildikten sonra, Amerika buraya hemen silahlı kuvvetlerinin eşliğinde 100 binden fazla askerini konuşlandırdı. Ayrıca yine ABD, Suudi Arabistan'a 1984'te ihalesini 12 milyar dolara aldığı El-Harc Haberleşme Üssü'nü kurdu. Suudi Arabistan, Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin hiçbirinin sahip olmadığı hava kuvvetlerine, iletişim hatlarına ve gözetleme merkezlerine sahip olmuştu. 1991'den sonra yapılan yatırımlar askeri alanda rekor düzeye çıkmış, Dahran üssü tüm Ortadoğu'yu kontrol eder hale getirilmişti. Acaba ABD, masraflarını Araplardan karşıladığı bu kadar gelişmiş ve büyük askeri tesisleri Suudi Arabistan'ın savunması için mi yapmaktaydı? Bu tesislerin Arap ordusunun 2-3 katındaki bir ordunun kullanımına uygun olduğu düşünülürse, bunun pek de inandırıcı olmayan bir senaryo olduğu anlaşılıyordu. Hangi yönden bakılırsa bakılsın Arap aleminin milyarları akıttığı bu askeri tesisler ve geniş kapasiteli, pahalı üsler 55 bin dolayında askeri olan Suudi Arabistan Devleti'ne hizmet edecek bir sistem değildi. Bu korkunç harcamalar Amerika'nın Güney Batı Asya stratejisinin bir sonucuydu. Usame bin Ladin ve Suud rejimi karşıtları Suudları kızdıran ABD ve İsrail'in kutsal topraklarda fütursuzca at koşturmasıydı. ABD'nin Güney Batı Asya stratejisinin ne olduğu zaten belliydi: Amerika ve İsrail çıkarlarını korumak ve Kutsal Topraklar üzerindeki planları uygulamasına yardımcı olmak. Bu nokta, Suudi topraklarına yerleştirilen ABD güçlerinin, İsrail'in bölgedeki karakollarından biri olduğunu ortaya çıkarıyordu. Suudi Arabistan'ın ABD sayesinde İsrail'le kurduğu bağlantı sadece askeri alanla kısıtlı değidil. Suudi İstihbarat elemanları, CIA'nın aracılığıyla MOSSAD ajanlarıyla çeşitli toplantılara katılıyorlardı. CIA, MOSSAD, ajanları veya bunların yöneticileri bir araya gelerek belirli amaçlı toplantılar düzenliyorlardı. Eski ajanlar anılarını yazdıkları zaman bunlardan bahsediyordu. Hatta Safari Kulüp adını da alan bir kulübün toplantısı biliniyordu. Bir toplantı Roma'da yapılmış, CIA ve MOSSAD örgütlerine ek olarak bazı Arap ülkelerinin bu arada Suudi Arabistan'ın istihbarat elemanlarıda bu toplantıya katılmıştı. Dıştan baktığımız zaman İsrail 'in varlığını kabul etmeyen Suudi Arabistan, istihbarat örgütünü böyle bir toplantıya göndererek MOSSAD ajanlarıyla işbirliği yapmayı sakıncalı görmemiş oluyordu. Kapitalist Arap ülkeleri olarak bildiğimiz bütün ülkeler Amerika'nın kontrolü altına girmişti ve CIA'den destek görüyorlardı. Suudi Arabistan'da bütün istihbarat servisi bir Amerikan şirketi tarafindan organize edilmişti. Suudilerle CIA arasındaki ilişki, İsrail'le Suudiler arasında istihbarat alanında bağlantı oluşmasına sebep olmuştu. Suudi Hanedanı, kendi malı olan petrolden verilen az bir pay, iktidar ve biraz da "gönül eğlendirme" karşılığında, ABD ile birlikte İsrail için çalışıyordu. Arap dünyası, Irak işgalini Haçlı savaşı zihniyetinde olan Yahudi-Hiristiyanların şer ittifakı bağlamında görüyordu. Onlara göre, üç kutsal mescidin işgali meselesi günümüzde yaşanan pek çok meseleyle bağlantılıydı; Yahudi ve Haçlı ittifağı, işgali devam ettirebilmek için kurdukları bağlantılarla dünyanın bir çok yerinde çeşitli krizler çıkarıyorlardı. 97 Arap ve Müslüman dünyasında büyüyen nefreti ABD ve İsrail küçümsüyordu. Oysa yüzde 45'i genç nüfusa sahip Suudi Arabistan başta olmak üzere bölge ülkeleri oldukça endişeliydi. Nitekim Karanlıklar Prensi Richard Perle, nihayet baklayı ağzından çıkarmış ve asıl hedefin Suudi Arabistan olması gerektiğini yüsksek sesle söylemişti. Gerekçesi oldukça tanıdıktı: Vehhabi anlayışında 'sapık İslam'i düşüncelerini yaymak için Suudi Arabistan dünyanın çeşitli yerlerinde İslami haraketleri finanse ediyorlar; bu resmen ' teröre destekti.' Hedefin İslam olduğunu söylemek yerine kelimelerle oynuyorlardı. ( 155) Vehhabi İslam'ını meşum 11 Eylül olayının sorumlusu olarak gören ABD petrol bağımlılığı nedeniyle direkt ' höt' diyememiş, bunun yerine bu tarihden başlayarak 3-5 yıl içinde sahnelenecek üç aşamalı bir plan yapmıştı. Fanatik Yahudiler ve Mesihin gelmesi için Yahudiliğin Filistin'e ve Kudüse mutlak hakim olmasını savunan Evangalist savaşçı fanatik Hiristiyan grup demokrasiyi hiçe sayarak azınlığın politikalarını uygulama fırsatı bulmuştu. İlk aşamada Afganistan'ın işgali ile Vehhabilerin Orta Asya üssü yok edildi. İkinci aşamada Irak işgali, ABD'nin Suudi Arabistan'a petrol bağımlılığını ortadan kaldırdı. Üçüncü aşamada şimdi sıra Suriye'de değil Suudi Arabistan'daydı. Şam küçük lokma, Riyad ise büyük lokmaydı. Çünkü kutsal toprakların sahibi olan bu ülke tüm müslümanları yakından ilgilendiriyordu. Bunun kutsal nedenleri vardı. İşgale uğramış Filistin, Hicazla birlikte İslamın kutsal topraklarıydı. İsra suresinin giriş ayetiyle Mescid-i Aksa ve çevresinin ve de mescidul haram ile mescidi nebevinin kutsiyetini bildiren ayet ve hadislerle de Hicaz topraklarının kutsallığı ortaya konıyordu. Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs-ki haram mescidlerin 3.sü olan Mescidi Aksa bulunmaktaydı- ve Beytullahın yer aldığı-Kur’anda Emin belde olarak nitelendirilenHicaz toprakları bu gün Yahudi ve Haçlı ittifağı tarafından tahakküm altına alınmıştı. Araplar ve kutsal değerleri hakkında duyarlılığı olan müslümanlar böyle bir şeyi içine sindirmemezdi. Allah 3 kutsal mescidi kirletenler hakkında şunları söylüyordu: ’Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın isminin anılmasını engelleyen ve onların harap olmasına çalışan kimselerden daha zalim kim olabilir? Bunların oralara korka korka girmekten başka çareleri yoktur. Bunlara dünyada zillet, ahirette de büyük bir azap vardır.’ Hz. Muhammed ( SAV) buyuruyordu: ‘ Allah’ın sevmediği insanlar 3 kimsedir:1)Haremi şerif’e mahsus yasakları çiğneyen kimse 2)İslamda cahiliye geleneklerini hortlatmak isteyen kimse 3)Haksız yere bir insanın kanını dökmek isteyen kimse.’Başka bir seferinde de şunları söylüyordu:‘..İsrailoğulları bir günün evvelinde bir saat içinde 43 Peygamber öldürmüşlerdi. İsrailoğullarının abidlerinden 112 yiğit ayağa kalkıp,onları öldürenlere marufu emir ve münkerden nehyettiler.Bunun üzerine günün sonunda,onların da hepsi öldürüldü.İşte Allah azze ve celle hazretlerinin zikrettiği(şehadet sözü vermiş) zevat bunlardır.’ Yani kutsal olmayan ama kutsal mekanları hedef alan bu savaşa aklıselim Yahudiler karşı koysa sonları 112 yiğit gibi olabilirdi. Arap dünyasında Yahudilik ve İsrail ile ilgili nefret devlet eğitim kurumlarında, dersliklerde, medreselerde he ryerde okutuluyordu. Son yıllarda ise Amerikaya karşı duyulan nefret İsrail ile atbaşı gidiyordu. ABD, 2002 Eylül'ünde Suudi Arabistan'a vize koyup, ABD'de yaşayanlara terörist muamelesi yapmaya başlayınca yılların müttefiki bir anda şeytanlar hanesine yazılmıştı. Arap sermayesi ABD'den çekiliyordu. Köprüler atılmıştı. Müslüman dünyası, Suudi Arabistan için değil kutsal topraklardaki Kabe için endişeleniyordu. Filistin üzerinde kopan fırtınanın sonuçları nedeniyle bugünkü Fil Partisi amblemli Cumhuriyetçilerin Ebrehe ordusu kutsal mekanları ayakları altında çiğnemişti. Bağdat 98 harap olmuş, İslam medeniyetine ait eserler yağmalanmış, İmam-ı Azam ve Abdülkadir Geylani'nin mezarları bombalanmıştı. Ya Ebrehe Kabe'ye yürürse ne olacaktı? Irak konusunda kolunu kıpırdatamayan İslam dünyası kutsal topraklar işgal edildiğinde ne yapacaktı? Din ile sömürgeyi cem eden muasır Amerikan emperyalizmi modern bir Ebrehe firavunu gibi kibirliydi, burnundan kıl aldırmıyordu. Araplara göre, "Kudüs ve Filistin"in cebren siyonist garbın eline geçmesini ABD sağladı, bunu "Mesihiye ve Siyonizm" dininin hizmeti için yaptı'' Amerikan Kongresi 1995 senesinde aldığı bir kararla Amerikan sefaretini Kudüse nakletmişti. Binası da İslami hayır vakıflarının arazisi üzerindeydi. Bu kararın mukaddimesinde şunu söylüyorlardı: "Şüphesiz Kudüs Yahudiliğin ruhi vatanıdır." Araplar, Irak işgalini de Yahudilerin sözde vaadedilmiş topraklarından birinin düşmesi olarak yorumluyordu. Ebrehe ilerliyordu. İslam tehdidiyle meşrulaştırılmak istenen küresel sömürü ve bu onur kırıcı işgal varlığını ruhsuz cesetlere dönmüş Batılı halklara ve de İslam ülkelerinin idarecilerine borçluydu. Bu yüzden ittifak, İslami hareketlerin iktidar olmasını ve halktan halka yayılmasını önlemek için özel bir çaba içindeydi. Tıkanan ekonomilerini yeni haçlı savaşları başlatarak-silah sanayiinin itici etkisiyle- canlandırmayı arzuluyorlardı. Bunun da ötesinde 1000 yıllık haçlı kiniyle hızlanan bu çarpışmalar Yahudi ve Haçlı ittifağı ile müslümanların varlık mücadelesi görüntüsüne doğru hızla ilerliyordu. Irak savaşı son değildi; adeta kuzu kurdun onu yemesinden endişe ediyor, ama kuzu kuzu teslim olmaktan başkada birşey elinden gelmiyordu. Kutsal topraklarda yürütülen kutsal olmayan savaşı Kabe'nin sahibi elbet durduracaktı. Amerikan karşıtlığı zirvedeydi. Amerikan hükümetinin yaptırdığı bir araştırma, Arap ülkeleriyle Müslüman dünyanın diğer kesimlerinde Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı duyguların kaygı verici düzeye çıktığını göstermişti.. Rapora göre muazzam boyuttaki sorun kısmen Amerika'nın, siyasetini ve eylemlerini izah etmemesinden kaynaklanıyordu. Washington'un görüşlerini anlatmak için daha fazla çaba harcaması gerektiği vurgulayan raportörlerden John Zogby, Müslüman dünyada Amerika'ya bakışın mümkün olan en olumsuz düzeye ulaştığını belirtiyordu. 2002 Haziran'ında bir bağımsız araştırma grubu, Irak savaşı ardından Amerika'ya karşı olumsuz duyguların Türkiye, Nijerya ve en kalabalık Müslüman ülke Endonezya gibi ülkelere kadar geniş bir yayılma gösterdiğini ortaya koymuştu. Clinton döneminde ABD'yi yüzde 65 oranında dost gören Türk halkı bile artık yüzde 90 gibi bir ezici çoğunlukla düşman olarak algılıyordu. 2004 Ekiminde yapılacak ABD başkanlık seçimlerini Bush yeniden kazanırsa Suudi Arabistan, Suriye ve İran planlarını sahneye koymaya şahinler cesaret bulacaktı. Seçime Afganistan ve Irak zaferleri ile giren Bush yönetimin bu tarihden önce Şam ve Riyad maceralarına girmesi riskliydi. . EVANJELİZM VE BUSH Evanjelizm için kestirmeden söylenecek bir söz “Evanjelistler Hıristiyan siyonistlerdi.” Dahası evanjelistlerin siyonistliği, Yahudi siyonistlerden daha kesin, daha keskin, daha cesur ve daha militancaydı. Çünkü onlar Yahudilerin Tanrı’nın seçkinleri olduğuna inanıyorlardı. Yahudi doğmadıklarına üzülüyorlar ve Yahudiliğin dünya hakimiyeti için çalışıyorlardı. Hıristiyanların inancına göre; ' Tanrı’nın oğlu' dedikleri İsa Peygamber’i Yahudiler çarmıha gerdiler ve işkence ile öldürdüler. Hıristiyanlar, “Rab”lerini öldüren Yahudileri sevmezlerdi. “Antisemitizm” kaynağını bu inançta bulurdu. Müslümanlıkta ve 99 Müslümanlar arasında, “antisemitizm” yani Yahudi halkına düşmanlık düşüncesi tutunamamıştı. İyi Müslüman Tanrı’nın yarattığı bütün halklara ve onların inançlarına “hoşgörü” ile bakardı. Ancak “antisemitizm” başkaydı; “antisiyonizm” başka... Yahudi’ye düşmanlık ne kadar yanlışsa siyonizme yardakçılık da o kadar yanlıştı. “Siyonizm” Birleşmiş Milletler’in “ırkçılık” saydığı bir ideolojiydi ve insanlık için tehlikeliydi. Hıristiyanlığın inancının götürdüğü yer Yahudiyi sevmemek iken; nasıl olmuşta Hıristiyanlık içinde bir “Yahudi severlik” doğmuştu. Bunu anlamak için “evanjelizm”i bilmek gerekiyordu. Evanjelizm’in ne olduğunu bilinmezse ABD’nin niye bu kadar ısrarlı, kayıtsız ve şartsız İsrail’i desteklediği anlaşılamazdı. ABD'nin Irak’ta ne yapmak istediği ancak ‘evanjelizm’i bilmekle kavranabilirdi. (156) Meşhur haber dergisi Newsweek ' Bush and God' adlı yazıda fundamantalist dinciliğinin modern dönemde Bush'un kafasında yaşamasını masaya yatırmıştı. Dergide bu çağdışı anlayışın ABD gibi bir devletin devlet politikasına yansımaları irdelenerek Avrupalıları şaşırtan dini referanslar aktarılmıştı. Dünyanın büyük bölümü Bush'u inançlarının veya onu etkileyen Evanjelik grubun esiri olarak görüyordu. Oval Ofis'in alt katına 1917'li yıllarda Filistin'de görev yapmış İskoç bir Baptist olan Sandy Koufax'ın resmi almıştı. ' İncil Kemeri ' veya ' Allahın Dokunulmaz İnsanları' tabirleri sizin için birşey ifade etmeyebilirdi, ama Bush ciddi ciddi Allah'ın kendisine bir misyon yüklediğine inandırılmıştı ' Mesih' olduğuna inanıyordu. Der Spiegel dergiside17.2.2003 tarihli nüshasında George W. Bush’u ve dindarlığını ti’ye alırken, Haçlı seferi çağrsıyla dalga geçmişti. (157) Bush her olayı dine gönderme yaparak yorumluyordu. En önemlisi ABD'yi ve kendini Allah'ın yeryüzünde kutsanmış gölgesi olarak gördüğünden başarısız olmayacağını savunuyordu. Güya Bush, tüm dünyada kulların Allah'a özgürce ibadet edebilmeleri için şeytanlara savaş açmıştı, terörizmle mücadelesi bunun içindi! Bir yandan 'şeytanın baltası ' denilen Saddam'ın başını kesmeye çalışırken, öte yanda Afrika'da AIDS'e karşı mücadele adı altında Hiristiyan misyonerlerin dünyayı ' kurtuluşa' hazırlaması için 15 milyar dolarlık bütçe ayırmıştı. İki ciddi haber dergiside, ' Bush bu dini referanlarla giderse ne gibi çılgınlıklar yapabileceğini kestirmek güç' diye endişelerini okuyucularına duyurmuştu. Avrupalıların Bush'la ters düşmesinin nedeni Ortaçağ'ın karanlık dönemlerini hatırlatan bir radikallikle Bush'un dini referansları kullanmasıydı. Bush'un dini geçmişinin savaşı hazırladığını savunan dergi, 17 yaşında bir alkolik iken dine dönüş yapan Evanjelik mezhebine bağlı Bush'u Baptist öğreticilerinin ' karanlık güçlere' karşı savaşmaya teşvik ettiğine dikkati çekiyordu.. Güya Hz. İsa savaşmalarını istiyordu. Saddam, insan kılığına bürünmüş bir ' şeytan' dı. Bush, onun kendisi için ' ağır siklet' olduğunu kabul ediyor, zor olsada mutlaka yenip tüm insanlığı Allah'tan özgürlük getireceğini ifade ediyordu. Her ABD Başkanı geleneksel dini referanslar kullanırdı. Ama İncilde savaş öneren pasajlar fazla olmadığı gibi politikalarına argüman yapan hiç bir başkana da rastlanmamıştı bugüne kadar. Irak savaşının tamamen ' dini motifli' olduğunu itiraf eden dergi, ilk defa Allah'ın yardımı, gölgesi ve tanrısal misyonundan bahsedilerek ABD'nin bir savaşa sürüklendiğini yazıyordu. Küçük yaşlarda babasının Teksas'da açtığı dini ağırlıklı Sunday School'a giden Bush, gençlik evresini saymazsak hayatı boyu dini hayatına hayat yapmış, siyasete alet etmiş bir fanatikti. Bush, ne kadar ' İslam barış dinidir' düzeltmesini yapsada Arap dünyası 11 Eylülden sonra sarfettiği ' Haçlı savaşı' tabirini ona yakıştırıyordu. Doğrusu haksızda sayılmazlardı. Almanlar ve İngilizler bile artık sözün doğrusunu böyle okuyordu.(158) 100 Almanya'nın bir milyonu aşkın tirajı ile en ciddi haber dergisi Der Spiegel'dan Bush'un incilerini şöyle anlatıyordu: “Fundamantist dindarlığa sahip Bush, Bağdat’a saldırarak Tanrısal misyonu yerine getiriyor. Gayretkeş Hıristiyanlar İslam’a karşı Haçlı Seferleri çağrısı yapıyor” ifadelerini manşete taşıdı. Washington’un Tanrı’dan korkulan şehir haline geldiğini belirten dergi, bakanlar kurulu toplantılarının dua ile başladığını, Donald Rumsfeld’in “aksiyon arzularını beğenmesi için” Tanrı’ya yalvardığını belirtiyordu. Beyaz Saray’da sürekli İncil okuma toplantıları yapılıyordu. Bu toplantılara katılmak serbestti, ama kimin katılıp kimin katılmadığına dair liste tutuluyordu. Sarayda içki ve sigara yasağı vardı. W. Bush, her gün İncil ve Tevrat okuyor, “güçlü olmak, yönetmek ve affedilmek için” dua ediyordu. Tüyler ürpertici bir Haçlı Seferi kapıdaydı. Irak savalı öncesi Alabama’da 1200 Protestan Hıristiyan kutlama yapıyordu. Politik bir Hıristiyan lider olan Gari Bauer, günlük olarak, bağlılarına 100 bin e-mail gönderiyor, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’u desteklemelerini istiyordu. İsrail’i desteklemek Amerikalıların göreviydi. Bu güya İncil’in emriydi. Protestan inancı, Tanrısal vatanın Yahudi halkının olacağına söz vermişti.” Yeni Haçlıların tüyler ürpertici inançları bu kadar değildi: “Kötü cezalandırılmalı, iyi ödüllendirilmeliydi. Güç kullanma vakti gelmişti.” Avrupalılar, böylesi dindarlığı şüphecilikle karşılıyorlardı. Birdenbire herkes Bush'u esir alan Evanjelikt din anlayışını mercek altına almıştı. Tercüman yazarı Nuh Gönültaş'ın Bush ve Evanjelistlerin Mesih Planı adlı kitabında Yahudilerle Evenjelistlerin akıl almaz kıyamet planları ortaya konuyordu. İsmail Vural’ın Evanjelizm (Beyaz Saray’ın Gizli Dini) kitabındada acı gerçekler yazılmıştı. (159) Armagedon kitabının yazarı Aydoğan Vatandaş Evanjelizm tarikatının Armagedon'a götüren radikal inancını ayrıntılarıyla biçimde masaya yatırmıştı. Grace Halsell, Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War'da (Politika ve Kehanet: Militan Evanjelikler Nükleer Savaş Yolunda), adlı yazısında Evanjeliklerin nükleer savaş hesaplarını yoğun olarak vurguluyordu. Bu nükleer savaş, Kitab-ı Mukaddes'te Armagedon olarak adlandırılan savaştı.(160) Evanjelikler, Armagedon'un çok yakın olduğunu, bu büyük savaşın içinde bulunduğumuz insan nesli tarafından görüleceğine inanırlardı. Onlara göre, bugünkü İsrail ordusu, yakında Armagedon'da "goyim" ile savaşacak olan orduydu. Dolayısıyla İsrail'in askeri gücünü artırmak için ellerinden geldiği kadar çalışmaları gerektiğine inanırlardı. Özellikle de İsrail'in nükleer gücüne önem veriyorlardı; çünkü Armagedon'un büyük ölçüde nükleer bir savaş olacağı düşünülmekteydi. Soğuk Savaş'ın bitimine kadar, Evanjelikler, Armagedon'un Rusya'nın önderliğindeki bir Arap koalisyonu ile İsrail arasında geçeceğini düşünüyorlardı. Nedeni basitti; İsrail'in önceki savaşları özellikle Altı Gün ve Yom Kippur savaşları Sovyet destekli Arap devletleriyle olmuştu. Ancak 1990'ların hemen başında Soğuk Savaş bitti ve Rusya antiİsrail cephenin sponsorluğunu kesin olarak bıraktı. Araplar da, özellikle son FKÖ-İsrail anlaşması ile, bir bütün olarak İsrail aleyhtarı olmadıklarını gösterdiler. Bu nedenle Armagedon için biçilen yeni düşman, İsrail'e karşı oluşan ve liderliğini İran'ın yaptığı İslami cepheydi. Evanjelikler, İsrail ile Müslümanlar arasında nükleer bir savaş beklemekte ve İsrail'in silahlanma politikasını, özellikle de nükleer programını bu hedefe uygun olarak desteklemekteydi. Bu satırları okuyan birisi, tüm bu Armagedon hikayesinin yalnızca bazı radikaller tarafından kabul gören marjinal bir batıl inanç olduğunu sanabilirdi. Oysa durum hiç de böyle değildi ve zaten sorun da buydu. Armagedon'la ilgili olarak saydığımız beklentiler, tüm Evanjelikler ve Evanjelik teolojisinden etkilenen diğer bazı Protestanlar tarafından 101 benimsenmekteydi. Bu nedenle de, Amerikan devlet aygıtı içindeki pek çok üst düzey görevli, pek çok Kongre üyesi ya da hükümet yetkilisi, Armagedon inancına sıkı sıkıya bağlıydı. Hatta, bu inanç, Amerikan sisteminin en tepesinde, Beyaz Saray'a bile ulaşmıştı; 1980-1988 arasında Beyaz Saray'da oturan Ronald Reagan, "Armagedoncu"ların başında gelmekteydi. Grace Halsell, kitabının Reagan: Arming for a Real Armageddon (Reagan: Gerçek Bir Armagedon İçin Silahlanma) başlıklı bölümünü Başkan'ın Armagedon teolojisine olan inancına ve bu inancın onun dış politika kararları üzerindeki etkisine ayırmıştı. Evanjelik bir ailede yetişen Reagan, Evanjelik teolojisinin temelinde yer alan Seçilmiş Halk, Mesih, Vaadedilmiş Toprak gibi kavramlara olana bağlılığını yaşamı boyunca korumuştu. Halsell, Reagan'ın yakın çevresiyle sık sık bu konuları konuştuğunu ve M. Tevrat'tan ayetler göstererek Armagedon'un ve Mesih'in gelişinin çok yakın olduğundan söz ettiğini yazmıştı.. Jerry Falwell'le yakın ilişkileri olan Başkan, bir keresinde ona, "Jerry, sık sık hızla Armagedon'a doğru ilerlediğimizi hissediyorum" demiş, 1980'deki seçim kampanyası sırasında da Evanjelik lider Jim Baker'la yaptığı sohbet sırasında, "Armagedon'u görecek olan nesil, bizim neslimizdir" kehanetinde bulunmuştu. Bu inançlarını Yahudilerle de paylaşıyordu; 1983 Kasımında AIPAC'in yöneticilerinden Tom Dine'a telefon etmiş, ona Armagedon'la ilgili olarak inandıklarını anlatmış, Eski Ahit'te hikayeleri anlatılan İbranilerin, bugünkü İsrail'le özdeş olduğunu söylemişti. (161) Amerikalı Yahudi yazar Robert I. Friedman da Zealots for Zion adlı kitabında Reagan'ın sözkonusu inançlarına yer vermişti.. Friedman'ın aktardığına göre, Başkan, Beyaz Saray'da bulunduğu 8 yıl boyunca da Armagedon inancına bağlılığını korumuştu. Reagan yönetiminden Robert McFarlane, Başkan'ın anti-füze savunma sistemine olan ilgisinin asıl olarak Armagedon beklentilerinden kaynaklandığını söylemekteydi. Frank Carlucci ve Caspar Weinberger ise bir gün Başkan'la nükleer silahların önemi üzerinde konuşurken, ondan Armagedon'la ilgili uzun bir vaaz dinlemişlerdi. Reagan, 5 Mayıs 1989'da ise biyografisini yazan Lou Cannon'a, İsrail'in Tapınak Dağı (şu anda üzerinde Mescid-i Aksa'nın bulunduğu, eski Süleyman Tapınağı'nın yeri) üzerindeki egemenliğinin, Armagedon'un yakınlığının önemli bir alameti olduğunu anlatmıştı. (162) Ronald Reagan; İsrail'i Armagedon için silahlandırmak gerektiğine ve Mesih'in gelişinin yakın olduğuna inanıyordu. Dolayısıyla Reagan, Eski Ahit hükümlerine sıkı sıkıya bağlıydı, Yahudilerin Seçilmiş Halk olduklarına ve tüm Vaadedilmiş Topraklar'ın da onlara ait olduğuna inanan bir Evanjelik, bir "judaizer"dı. Bu konuda o denli profesyoneldi ki, Mesih'in gelişi için gerekli olan tüm kehanetleri ayrıntılı olarak incelemiş ve Mesih Planı'nın bir kronolojisini çıkarmıştı. ABD Başkanı Mesih Planı'nı, Kabalacılar'ın birbiri ardına gerçekleştirdikleri kehanetleri, önde gelen Evanjelik liderlerden Harald Bredesen'e şöyle anlatmıştı: İlk önce, Yahudiler, dünyanın dört bir yanına dağıtılacaklardı. Ancak bunu yapmakla Tanrı'nın işi bitmeyecekti. Tanrı, Mesih'i yollamadan önce, bu kez aynı Yahudileri dünyanın dört bir yanından toplayacak ve İsrail diyarına yerleştirecekti. Bu Yahudilerin taşınmasının nasıl yapılacağı bile Eski Ahit kehanetlerinde anlatılmıştı. Bazılarının gemilerle taşınacağı, bazılarının da yuvalarına dönen güvercinler gibi gelecekleri söylenmişti ki, bu Yahudilerin gemiler ya da uçaklar yoluyla Vaadedilmiş Topraklar'a taşınacağını gösteriyordu. Reagan, bu açıklamasının ardından, bir başka Mesih kehaneti olan Kudüs'ün ele geçirilmesinin, 1967'deki Altı Gün Savaşları ile gerçekleştiğini hatırlatmıştı. Mesih'in gelişinin artık an meselesi olduğunu da eklemişti.Görüldüğü gibi Amerikan Başkanı, 102 Mesih Planı'nın varlığının farkındaydı ve işleyişini de büyük bir memnunlukla izliyordu. Bu nedenle de Harald Bredesen, "Reagan'ın Tanrı'nın Ortadoğu ile ilgili amaçlarından haberdar olduğu izlenimini edindim" demişti. Reagan'ın bu Evanjelik inançları, onun Ortadoğu politikasını da temelden etkiledi. Halsell'in yazdığına göre, Reagan'ın Libya'yı bombalamasının nedenlerinden biri, bu ülkenin yakında Armagedon sırasında İsrail'le savaşacağını düşünmesiydi. 1985 Ağustos'unda bu konudaki düşüncelerini, California senatörü James Mills'e açarak, M. Tevrat'ın Hezekiel bölümü 38. babında, inkarcı ulusların İsrail'e saldıracağı ve Libya'nın da bunların içinde yer alacağının yazılı olduğunu, bundan dolayı Libya'dan nefret ettiğini anlatmıştı. Reagan, yaklaştığına inandığı Armagedon için İsrail'i silahlandırması gerektiğine de inanıyordu. Bu nedenle de Yahudi Devleti'ne yapılan silah yardımını daha da yükseltti ve İsrail'in nükleer programına da destek oldu. Gazeteci James Mills, Başkan'ın pek çok politikasının bu "kutsal" amaca yönelik olduğunu, uyguladığı ekonomik politikalarda bile, Armagedon'u göz önünde bulundurarak, bazı kısıtlamalar yaparak İsrail'e yapılan yardım ve nükleer silahlanmaya daha çok pay ayırdığını söylüyordu. Ronald Reagan bir örnekti; Evanjelik kültürünün Amerika'nın İsrail'e olan sadakatinde oynadığı rolü göstermekte, Yahudi Devleti'nin bazı hıristiyanları nasıl kendi Mesih Planı için kullandığını ortaya koymaktaydı. Aslında bu hıristiyanların Siyonizme verdikleri destek de Mesih Planı'nın bir parçası olarak yorumlanmalıydı; çünkü Evanjelik teolojisinin çekirdeğinin 16. yüzyıldaki Protestan Reformu sırasında Martin Luther gibi "gizli-Yahudi" ve Gül-Haç üyesi kimselerce bilinçli olarak üretildiği görülmüştü. Bilinçli olarak üretilmiş olan bu Yahudi-taraftarı Protestanlığın Mesih Planı'nda kendisine biçilen rolü yerine getirdiğini, İsrail Likud Partisi eski lideri olan Benjamin Netanyahu da 1986'daki bir konuşmasında vurgulamış, "Siyonist rüyayı gerçeğe dönüştürmek için yapılan tarihi işbölümü"nden söz etmişti. Sözkonusu işbölümü, Reagan örneğinde olduğu gibi Amerikan devlet aygıtının en üst noktalarında bugün de devam etmekteydi. Grace Halsell, "Nil ve Fırat nehirleri arasında uzanan tüm Vaadedilmiş Topraklar'ın Yahudilerin egemenliği altına girmesi için her gün dua eden üst düzey Amerikalı hükümet görevlileri"nden söz ediyordu. Evanjelizm, Mesih Planı içindeki misyonunu korumayı sürdürmekteydi. Siyasi Siyonizmin ilk büyük önderi olan Theodor Herzl, ilk siyonist Kongre'yi 1897 yılında İsviçre'nin Basel kentinde toplamıştı. Bu ilk kongrenin ardından hızla gelişen Siyonist hareket, önündeki engelleri bertaraf ederek hedefine, yani Yahudi Devleti'ne yürümüştü. 1985 Ağustosunda yine Basel'de, yine ilk kongrenin yapıldığı salonda bir Siyonist Kongre daha yapıldı. Oldukça geniş kapsamlı olan kongreye 27 ayrı ülkeden 589 delege katıldı. Ancak bu kongrenin, Theodor Herzl'in düzenlediği ilk Siyonist Kongre'den önemli bir farkı vardı. İlk Siyonist Kongre'ye katılanların tümü Yahudiydi; oysa ikincisinde çok az Yahudi vardı. Çünkü Kongre'nin adı "I. Hıristiyan Siyonist Kongresi"ydi, Kudüs Uluslararası Hıristiyan Elçiliği tarafından düzenlenmişti ve katılımcıların da büyük bölümü hıristiyandı... Üç gün süren kongrenin sonucunda bazı tavsiye kararları alındı. Bunlar arasında, tüm dünya Yahudilerinin İsrail'e göç etmeye çağrılması ve İsrail'in 1967'de işgal etmiş olduğu Batı Şeria'yı resmen ilhak etmesi talebi yer alıyordu. Kısacası, Hıristiyan Siyonistler, Siyonizmin daha da ileri gitmesini, işgal ettikleri toprakları daha fazla "Yahudileştirmesini" talep ediyorlardı. Bir ara dinleyici sıralarında oturan ılımlı bir İsrailli, ayağa kalkarak son cümledeki ifadenin biraz yumuşatılmasında yarar 103 olabileceğini, çünkü İsrail halkının da yaklaşık üçte ikisinin Batı Şeria'nın ilhakına karşı olduğunu söylemişti. Bunun üzerine öfkelenen Uluslararası Hıristiyan Elçiliği temsilcisi Van der Hoeven, şöyle bağırdı: "İsraillilerin ne düşündüğü umurumuzda değil; biz Tanrı'nın ne söylediğine bakarız. Ve Tanrı, o toprakların Yahudilerin malı olduğunu söylüyor." Kısacası kraldan daha çok kralcı kesilen "Hıristiyan Siyonistler", İsraillilerden daha da radikal birer Siyonist durumundaydılar. Bu kuşkusuz oldukça garip bir durumdu ve ortaya pek çok soru işareti atıyordu. Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War adlı kitabında Basel'deki sözkonusu Siyonist kongreyi üstte verdiğimiz detaylarıyla anlatan Amerikalı bayan gazeteci Grace Halsell, bu soru işaretlerine önemli cevaplar bulmaktaydı. Amerika'daki köktenci Protestan cemaatlerinin (Evanjelikler) dini kaynaklarda, özellikle de Eski Ahit'te (Muharref Tevrat) yer alan kehanetleri siyasi olayları tanımlamak için nasıl kullandıklarını araştıran yazar, kitabının büyük kısmında Amerika'daki Evanjelikler ile İsrail ve İsrail lobisi arasındaki ittifakı incelemişti. Evanjelizm, sözlük anlamı yönünden, Kutsal Kitap'a yönelmek, dönmek anlamını taşıyordu. Terim ilk kez Protestan Reformu sırasında Luther ve onun bağlıları için kullanılmıştır. Ancak bugün için evanjelizm, Amerika'daki hıristiyan toplumunun tutucu kanadını ifade etmektedir. 20. yüzyıl başında ABD'de Protestanlar arasında liberaller ve tutucular ayrımı başgöstermiş, tutucular kendilerine önce "fundamentalist" (köktenci) adını vermiş, sonraları da Evanjelikler olarak tanımlanmaya başlamışlardı. Bu nedenle, Amerika'daki Evanjeliklerin, pek çok yönden, ülkenin kurucusu olan tutucu Protestan mezhebi Püritenlerin bir devamı oldukları söylenebilirdi. Püritenlerin Yahudilere ve Siyonizme olan ilginç bağlılıkları ise çağdaş Evanjelikler için aynı derecede geçerliydi. Bugün Amerika'da 40 milyonun üzerinde Evanjelik Protestan vardı ve bunlar, Eski Ahit'in; Yahudilerin Tanrı'nın Seçilmiş Halkı olduğu, Kutsal Topraklar'ın Yahudilerin malı olduğu, Yahudilerin Mesih'in gelişi ile birlikte bir dünya egemenliğine ulaşacakları gibi hüküm ve kehanetlerini tamamen kabul ediyorlardı. Bu nedenle de, bu konuda kendilerine düşen en büyük misyonun, Yahudilerin egemenliğine destek olmak olduğunu düşünüyorlardı.. Bu desteğin en pratik yöntemi, Amerika'nın İsrail'e yaptığı dış yardımı desteklemekti. Grace Halsell, Prophecy and Politics'te, Amerika'daki Evanjelik cemaatlerin, günümüz politik olaylarını Eski Ahit'e göre yorumlamaların ve bu noktadan hareketle İsrail'e destek olmalarını konu edinmişti.. Hal Lindsey, Jerry Falwell, Jimmy Swaggart, Pat Robertson gibi Evanjelik liderlerinin, savundukları ve cemaatlerine verdikleri bakış açısını şöyle özetliyordu: Lindsey, Falwell, Swaggart ve Robertson'ın ve 40 milyonu aşkın Evanjelik fundamentalistin savundukları inanç sistemi, Kutsal Kitap'ta anlatılan Siyon toprağı ve çağdaş İsrail devleti üzerinde odaklanmaktadır. Ve bunlar, Eski Ahit'teki tarihsel Siyon toprağı ile çağdaş İsrail Devleti'ni aynı şey saymaktadırlar. Halsell, Evanjelik cemaatlerin Kutsal Topraklar'a düzenlediği turlara katılmış, onlarla uzun röportajlar yapmış ve sahip oldukları inanç sistemini ayrıntılı bir biçimde analiz etmişti. Kitap boyunca vurgulanan önemli nokta şuydu: Hıristiyan Evanjelikler; kendilerini "Tanrı'nın Seçilmiş Halkı" olarak gören, diğer tüm ırklardan üstün olduklarını, onları yönetme hakkına sahip bulunduklarını ve Mesih'in gelişiyle birlikte bunu gerçeğe dönüştürüp bir dünya egemenliği elde edeceklerine inanan Yahudilerle tümüyle aynı inanca sahiptiler. Yahudilerin üstün olduklarını kabul etmekte, kendilerini ise onlara destek olmakla yükümlü kişiler olarak görmekteydirler. Halsell, Evanjelik cemaatlerinin 104 önde gelen isimlerinden biri olan John Walvoord'un bu konuda kendisine söylediklerini aktarıyordu: Walvoord, bana tüm Evanjeliklerin inandığı şeyi şöyle açıkladı; Tanrı, tüm insanlara aynı şekilde bakmamaktadır. İnsanları iki kategoriye ayırır; Yahudiler ve Yahudi-olmayanlar. Tanrı'nın bir dünyevi bir de uhrevi olan iki planı vardır. Dünyevi olan Yahudiler içindir. Uhrevi olan ise yeniden-doğmuş (Evanjelik) Protestanlar içindir. Öteki insanlar, örneğin budistler, Müslümanlar ya da Evanjelik olmayan insanlar, Tanrı için önem taşımazlar. Bu ilginç inanca göre, Yahudiler Tanrı'nın Seçilmiş Halkı'ydı ve onlar için dünya egemenliğini öngören ilahi bir plan hazırlanmıştı. Evanjelikler ise bu plana destek olacaklar ve kendileri için gerçek kurtuluş ahirette gerçekleşecekti. Yahudiler için kurulmuş olan plan ki Evanjeliklerin "ilahi" sandıkları bu plan, Kabalacılar tarafından hazırlanmış olan Mesih Planı'ndan başka bir şey değildi Mesih'in gelişiyle amacına ulaşacaktı. Mesih geldiğinde Yahudiler ve onlara destek olan Evanjelikler bir yanda, "Yahudilerin düşmanları" (ki bu en başta Müslümanları içermektedir) öteki yanda yer alacak, iki taraf arasında büyük bir savaş, Armagedon, yaşanacak ve Yahudiler bunu kazanarak bir dünya egemenliği elde edecekti. Durum o denli ilginçtir ki, Evanjelikler, Kabalacıların Mesih'i getirmek için gerçekleştirmeye çalıştıkları kehanetlere tamamen bağlanmışlardı. Kabalacılar, Mesih'in gelişi için kutsal kaynaklarda yer alan kehanetleri yerine getirmiş ve böylece 500 yıllık Mesih Planı'nı uygulamaya koymuşlardı. Bu yüzyıl, bu kehanetlerin en sonuncularının gerçekleşmesine sahne oldu. İsrail devletinin kurulması, Kabalacılar tarafından "Mesih'in ayak sesleri" olarak yorumlanmıştı. Kudüs'ün ele geçirilmesi bir başka kehanetin yerine getirilmesiydi. Gerçekleştirilmesi gereken son kehanet ise SüleymanTapınağı'nın yeniden inşasıydı. Evanjelikler de tüm bu kehanetleri aynı Kabalacıların ve diğer Yahudilerin yorumladığı gibi yorumlamakta, aynı Yahudiler gibi kehanetlerin gerçekleşmesi ile birlikte Mesih'in geleceğine inanmakta ve bu kehanetleri gerçekleştirmeleri için Yahudilere her türlü desteği vermeleri gerektiğini düşünmekteydi. Grace Halsell, "Brad"in Mesih'in gelmesi için gereken kehanetlerle ilgili sözlerini şöyle aktarıyordu: Evanjelikler Mesih Planı'na Kabalacılar ve öteki Yahudiler kadar bağlı olduklarına göre, Plan'ı gerçekleştirmek için de onlar kadar çaba göstermekteydiler. Ancak Evanjeliklerin Plan'daki rolü, doğrudan uygulama yönünde değildi, daha çok "lojistik" destek vermekti. Brad'ın, "hıristiyanlar olarak bizim görevimiz, Yahudilere destek olmak, onlara her hareketlerinde yardım etmek, onlara her hareketlerinde destek olmak" derken söylediği gibi Evanjeliklerin misyonu Yahudilere destek olmaktı. Nitekim uzunca bir süredir bu misyonu başarı ile yerine getirmekteydiler. ( 163) Noam Chomsky, Türkçe'ye Kader Üçgeni adıyla çevrilen önemli kitabında, Amerika'daki Yahudi lobisinin gücünün önemli bir özelliğine dikkat çekiyordu: Amerika'daki İsrail yanlıları, yalnızca Amerikalı Yahudilerden oluşmamaktadır. Aksine, İsrail'i ısrarlı bir şekilde destekleyen büyük bir Yahudi-olmayan çoğunluk vardır. Chomsky, şöyle diyordu: Öncelikle, Seth Tillman'ın 'İsrail lobisi' dediği olgunun Amerikalı Yahudi toplumu ile sınırlı olmadığı belirtilmeli. Bu olgu, liberal zihniyetin büyük bir bölümü nü, sendika liderlerini, dinsel fundamentalistleri, içeride devlet öncülüğündeki yüksek teknolojili üretim (yani askeri üretim) ile dışarıda askeri bakımdan tehdit kar ve maceracı, bunun yanında bu kategorileri yatay kesen ateşli ve savaşmaya hazır her renk sırmadan apoletleriyle güçlü devlet aygıtından yana 'tutucular'ı kapsamaktadır. 105 Chomsky, İsrail yanlısı Amerikalıları bu dört kategoride topladıktan sonra, Evanjeliklerin İsrail'e destek olmasının ardındaki mantığa da değinmişti. Ona göre Evanjeliklerin bu tutumunun iki nedeni vardı. Birincisi, az önce değindiğimiz teolojik nedenlerdi (Eski Ahit kehanetleri, Yahudilerin "Seçilmiş Halk" olduğu safsatası vs.). İkincisi ise iki tarafın da özellikle son dönemlerde ortak bir düşmana sahip olmalarıydı. Ortak düşman, İslam'dı. Chomsky şöyle diyordu: Evanjeliklerle Siyonistlerin iki temel noktada yakınlığı sözkonusuydu (birincisi Evanjeliklerin dini inançları)... İkincisi ve dolaylı olanı ise Evanjeliklerin İslam'la ilgili yorumlarıydı: Arap halkın esaretinden, dünyadaki antisemitizmin büyük bölümünden ve İsrail karşıtı hissiyattan, Tanrı'nın adını kirleten İslam sorumluydu. (164) Amerika'daki Evanjelik Protestanların Yahudi lobisi ile kurmuş oldukları ittifak, İsrail lobisini konu edinen hemen her kaynakta vurgulanıyordu. Evanjelik liderler, İsrail'e yapılan Amerikan yardımının artarak sürmesinde önemli bir pay sahibiydi. Yardımın yanısıra, İsrail'in bir tabu haline getirilmesi, İsrail'i eleştirmenin imkansız hale sokulmasında da Evanjelik propagandanın büyük bir rolü vardı. Evanjeliklerin en önemli liderlerinden biri ve Amerika'daki dini tutuculuğun sembolü olan Moral Majority (Ahlaki Çoğunluk) adlı kurumun yöneticisi olan Jerry Falwell, Püriten teolojisindeki "judaizer" geleneği politikaya aktararak şöyle demekteydi: "Sanmıyorum ki Amerika İsrail'e sırtını dönsün ve sonra da ayakta kalmaya devam edebilsin. Diğer milletler İsrail milletine nasıl davranıyorsa, Tanrı da onlara öyle davranır." Falwell'in söylediklerinin anlamı açıktı; Amerika eğer Tanrı'nın desteğini yanında bulmak istiyorsa, İsrail'e destek olmak zorundaydı. Amerika'nın "bekasını" İsrail'e verdiği desteğe endeksleyen bu düşünce, oldukça etkiliydi ve 40 milyonu aşkın evanjeliğin yanında diğer Amerikalı Protestanları bile kimi zaman etkileyebilmekteydi. Bir başka Evanjelik lider Mike Evans, "İsrail, Amerika'nın Yaşamını Sürdürebilmesinin Anahtarı" (Israel, America's Key to Survival) adlı televizyon programları hazırlamış ve malum evanjelik edebiyatını milyonlara aktarmıştı. Benzeri televizyon programları, radyo yayınları, Evanjeliklerin çıkardığı çok sayıda dergi ve gazete, sözkonusu telkini Amerikan toplumuna enjekte etmekteydi. Evanjelikler, Kongre, Beyaz Saray ve resmi kademelerde de etkindi ve tamamen İsrail yanlısı bir faaliyet göstermekteydiler. Evanjelik Kongre üyeleri ile AIPAC üyesi Yahudi Kongre üyeleri arasında İsrail'e sadakat konusunda hiçbir fark yoktu. Ve Evanjeliklerin de amacı, aynı AIPAC ve diğer Yahudi örgütleri gibi İsrail-yanlısı olmayan insanların seçilmesini engellemekti. Jerry Falwell, İsrail'de yaptığı bir konuşmada, "İsrail yanlısı olmayan hiçbir adayın Amerikan Kongresi'ne seçilemeyeceği günler çok yakındır" demişti. Evanjelikler, İsrail'in işgal politikasını da şimdiye dek ısrarla desteklemişlerdi. Bazıları daha da ileri giderek, İsrail'den, daha fazla toprak işgal ederek tüm Vaadedilmiş Topraklar'ı egemenlik altına almasını istemişler, örneğin Jerry Falwell, 6 Şubat 1983'te yaptığı bir konuşmada İsrail'in Nil ve Fırat nehirleri arasında kalan tüm toprakları işgal etmesini "rica" etmişti. Falwell'in konuşmasında, İsrail'in kısmen işgal etmesini istediği ülkeler arasında, Irak, Suriye, Türkiye, Suudi Arabistan Mısır, Sudan vardı; Ürdün, Lübnan ve Kuveyt'in ise tamamen işgal edilmesi sözkonusuydu. Falwell, bu ilginç işgal kehanetinin ardından da şöyle demişti: "Tanrı, kendisi için değerli olanı (yani İsrail'i) desteklediğimiz için, Amerika'yı kutsamıştır." Tüm bu ilginç demeçlerin sahibi olan, "kraldan çok kralcı" olan Moral Majority lideri Falwell, İsrail liderleri ile çok yakın ilişkilere sahipti. Geçmişte özellikle Likud liderleri Menahem Begin ve Yitzhak Şamir ile çok yakın olan Falwell, Siyonizme yaptığı 106 hizmetler adına Begin'den Vladimir Jabotinsky Madalyası almıştı (Jabotinsky: sağ kanat Siyonizmin kurucusu, Likud Partisi'nin ideolojik öncüsü.) Falwell, dünyada bu madalyayı alan ilk "goyim", yani Yahudi-olmayandı. Bu arada, Falwell'in İsrail'e bu denli ilginç bir destek vermesinin nedenleri arasında, temsil ettiği dini akımın teolojisi yanında, kişisel çıkarlarının da rol oynadığı söylenebilirdi. Çünkü İsrailliler, Falwell'in ve diğer Evanjelik liderlerin hizmetlerini karşılıksız bırakmamaktaydı. Grace Halsell, bir makalesinde, eski Likud hükümetindeki Savunma Bakanı Moşe Arens'in, Falwell'e özel bir jet uçağı "hediye ettiğini" yazmıştı. Falwell'in performasının nedenlerinden biri, aldığı bu ve benzeri "rüşvet"lerdi bir başka deyişle... Evanjeliklerin ABD içindeki politik güçleri ve dolayısıyla da İsrail'e destek olabilme yetenekleri giderek artmaktaydı. 1980'li yıllarda Jerry Falwell'in önderliğindeki Moral Majority, Evanjeliklerin en güçlü siyasi organizasyonuydu. 80'lerin sonunda Moral Majority yönetimi bazı mali skandallara karışınca bu örgüt dağıldı ve hemen ardından Evanjelikler bu kez de Christian Coalition adlı örgütü kurdular. Cumhuriyetçi Parti içinde önemli bir desteğe sahip olan ve ülke içinde büyük bir örgütlenme oluşturan Christian Coalition, Amerika'nın en güçlü siyasi organizasyonlarından biri haline gelmiş durumdaydı. 9 Haziran 2003 tarihli The Guardian'da Orta doğu’da Kıyamet Alameti” başlıklı yazısında Oxford öğretim üyesi Başrahip Giles Fraser, şu uyarıyı yapıyordu: Tam da barış sürecine hayat veren taze bir başlangıç yapılmışken, ABD’nin dört bir yanında ki dini gruplar yol haritasına düşmanlığı tahrik ediyor. Geçen ay Washington’da ‘inançlar arası Siyonist liderlik zirvesi’ düzenleyen Hıristiyan-Yahudi grupların hedefi,’cani Filistin terörizminin bir devletle ödüllendirilmesine’ karşı çıkmaktı. Konferansa katılanlar arasında Hıristiyan sağının en etkili şahsiyetlerinden bazıları bulunuyordu;onların arkasında da ‘orta doğu tarihini’ vaaz eden kiliselerden, radyo istasyon-Larından ve din menkul devasa bir örgütlenme var. 19.yüzyılın sonlarından bu yana, giderek artan sayıda kökten dinci, İsa’nın ikinci gelişinin İsrail’in siyasi coğrafyasına bağlı bulunduğuna inanır hale geldi.1967 sınırlarını aklınızdan çıkarın;onlar için İsrail’in sınırları, İncil’in arkasında ki haritalar da gösterilen den oluşmak zorunda. BM’nin 1949’da İsrail Devletinin varlığını tanıması, İsa’nın ikinci gelişine bir hazırlık olarak kabul edilmiş ve buna inananlar arasında büyük bir coşku yaratmıştır. 1967’deki Altı Gün Savaşı da benzer bir yankı buldu.İncil kehanetlerinin gerçekleşmesinin karşısın da Filistinlilerin yerlerinden yurtlarından edilmesine pek bir önemi yoktu. Altı Gün Savaşı’nın ardından Billy Graham’ ın üvey babası Nelson Bell, Christianity Today (Günümüzde Hıristiyanlık)dergisinde şu iddiayı öne sürüyordu: “2 bin yıldan bu yana Kudüs ilk kez tamamen Yahudilerin eline geçti. Bu incil’in takipçileri için heyecan verici ve Kutsal Kitabın doğruluğuna ve geçerliliğine duydukları inancı tazeleyen bir gelişme .” (165) Savaşın ardından uluslar arası toplum İsrail’deki elçilerini geri çağırırken BM İsrail’in Batı Şeria’yı işgalini kınayan 242 sayılı kararını kabul ederken,Uluslar arası Hıristiyan Elçiliği İsrail’e destek veriyordu.O zamandan beri Hıristiyan sağı toprak karşılığı barış görüşmesine veya iktidar paylaşımına dayalı herhangi bir anlaşma yapılmasına inatla karşı çıkmıştı. Hem Hıristiyan hem de Yahudi kökten dincileri, El-Aksa Camii’nin yıkılmasını savunmayı ısrarla sürdürüyordu. ABD kiliseleri,Yahudi yerleşimcilerle e-posta köprüleri kurmaya ve onlara para desteği sağlamaya teşvik ediliyordu. Dünyada bulabildiği her dostu memnuniyetle karşılayan İsrail hükümeti, uzun süredir Aşırı sağcı Amerikalı Hıristiyan 107 gruplarla kurduğu bağlantıları sonuna kadar kullanıyordu. Kudüs’ün Filistin’in Baş piskoposu gibi ılımlı Hıristiyanlar, tekrar tekrar talep etmelerine rağmen Ariel Şaron’la görüşemiyordu; oysa İsrail’in kapısı Baptistlere ve televizyonlar da boy gösteren evanjelistlere daima açıktı. Bu amaç izdivacında asıl çarpıcı olan, Evanjelik Hıristiyanlığın İncil’in kehanetini yorumlama biçimiydi: İncil’le göre Kıyamet savaşları çıkacak ve bu da Yahudilerin Hıristiyanlığa dönmesiyle sonuçlanacaktı. Hıristiyan Siyonistlerin en etkili şahsiyetlerinden Hal Lindsey’e bakılırsa, Gayya’dan Eilat’a uzanan vadi kanla dolacak ve “144bin Yahudi İsa’nın karşısında diz çöküp kurtulurken, geri kalan Yahudiler bütün Holokostların en büyüğüne maruz kalarak yok olacaktı.”Eğer o kadar etkili olmasaydılar, bu deli saçmalarına dönüp bakmaya bile değmezdi. Lindsey’in ‘The Late Great Planet Earth’(Büyük Yeryüzü Gezegeninin Geleceği)adlı kitabı ABD’de 20 milyon, dünyanın geri kalanın da ise 30 milyonluk satışa ulaştı. (166) HAMAS Ruhani Lideri Şeyh Yasin Ramazan, 2000 yılında yaptığı bir açıklamada ' Hadislerin Ebced hesabıyla çözümüne göre tüm Yahudiler 2027 yılında tamamen temizlenecek. Bizim acelemiz yok, bekleriz' diyerek, radikal İslami çevrelerde söylenegelen Yahudilerin kıyametden önce yok edileceği iddialarına kesin tarih veriyordu. Bir nevi Lindsey'in Yahudilerin bütün Holokostların en büyüğüne maruz kalacağı kehantini doğruluyordu. ( 167) Bu çılgınca teolojik arka plana karşı bu günler de ideolojik bir savaş veriliyordu. Hıristiyan sağının kıyamet alametlerine dair yorumunun bir diğer Holokost ile neticelenmesi gerçeğine rağmen, bazı İsrailli politikacılar ve gazeteciler, kökten dincileri kendi hikayelerine daha da sıkı sarılmaları için teşvik ediyordu. Jerusalem Post gazetesinde yayımlanan yazısında Michael Freund, Evanjelistlere, Tony Blair ve Colin Powell’ın Başkan Bush üzerinde yaptığı baskıya karşı lobi faaliyeti yürütmeleri çağrısın da bulunuyordu. Şöyle yazıyordu Freund:”Eğer İsa bugün yaşıyor olsaydı, ABD Dış işleri Bakanlığı onu muhtemelen bir Yahudi yerleşimci olmakla ve barış önünde engel teşkil etmekle suçlayacaktı.” (168) ABD’de 45 milyondan fazla Evajelist vardı ve Bush için hayati önemde bir oy deposu konumundaydılar. Bu yüzden Bush’un onların baskısına karşı diretip Şaron’u barış planına ikna etmesi eğer devam ettirebilseydi saygı duyulacak bir tutumdu. Ancak yol haritası Bush'un Filistin'de önşa edilen 21. yüzyılın utanç duvarına engel olmamasıyla suya düşecekti. 2. Berlin duvarı inşa eden İsrailliler, BM'nin uyarılarına kulak asmıyorlardı. Oysa Şaron hükümetinin 2000 yılından beri yürüttüğü prokasyonlar yüzünden şiddet tırmanmıştı ve Yahudi yerleşimciler gelmiyordu. 2003 yılında Almanya'ya göç eden Yahudi yerleşimci sayısı 22 bin iken İsrail Yahudi göcü alamamıştı. Filistin devleti kurulmalı diyen Bush'un Filistin ile illgili taban tabana zıt açıklamaları Yahudileri de şaşırtıyordu. Kudüs Başpiskoposu Riah Ebu El Assal, Bush ‘a güvenmiyordu. Avrupa’nın iktidarsızlığıyla ABD’nin İsrail’e Yahudi yerleşimleri inşa etmeyi durdurmak konusunda baskı yapmayı reddetmesinin bileşiminden, zaten ölü doğmuş bir antlaşma çıktığını düşünüyordu. El-Assal, “İsraillilerin Filistin topraklarını işgali sadece altı gün almıştı; pekala üç günde çekilebilirler” diyordu. El-Assal, Dünya Kiliseler Konseyi’ni, işgal altında ki topraklardan gelecek bütün ürünlere karşı yaptırım uygulamaya ikna etmiş durumdaydı. Kudüs Piskoposluğu’nun Gazze ve Nablus’ta hasteneleri vardı.Onlar, Hıristiyanlığın gerçek görevlerini bu tür alanlar da hayata geçiriyorlardı. Bunun tam aksine, Amerikalı Evanjelistler barış sürecine karşı çıkıyor ve Iraklılara Hıristiyanlığı kabul ettirmek için 108 Irak’a sızıyorlardı. Evanjelistler, 11 Eylül olaylarını Müslümanlara mal ettikleri için, İslam'ı "küresel tehdit" olarak görmekteydiler. Ulusal Evangelistler Derneği sözcüsü Richard Cizik görüşünü şöyle açıklıyordu: "İslam günümüzde, kötülük sembolü Sovyet imparatorluğunun yerini almıştır. Müslümanlar, modern çağda şer imparatorluğu ile eşdeğer hale gelmişlerdir." Irak'ın işgaliyle Hıristiyan dünyasının tekrar kutsal kadim topraklarına dönüş içinde olduğunu bildiren Evanjelistler, Irak'ın Hıristiyan misyonerlere açılması ve Müslüman ülkeler kapalı tutulması gerektiğini savunuyorlardı. Kuzey Carolina'daki Wake Forest Üniversitesi öğretim üyesi Charles Kimball, "İslam, Hıristiyanlığı tehdit eden tek din. Bu bizim bilinçaltımıza işlemiş; kültürümüzde yer almış" diyerek İslam düşmanlığının asıl kaynağını da açıklamaktaydı. Amerikan Üniversitesi'nde profesör olarak görev yapmakta olan Akbar Ahmed ise saf saf, Pakistan'da misyonerler İslam aleyhine konuşmazken Amerika'da evanjelistler ağza alınmayacak hakaretler sıralamasını şaşkınlıkla karşılamaktaydı. Fallwell,'in CBC'de peygamberimize ' terörist', İslam'a ise ' terörist' dini' demesinden sonra müslümanlar CBS'yi ve Fallwell'i özür dilemeye çağırmıştı. Falwell, özürü kabatinden büyük bir özür ifadesiyle yine saldırmıştı. Halbuki İslam ülkelerindeki misyonerlerin taktik icabı İslam'a açıkça saldırmadığı anlamak için ortalama bir zeka yeterliydi. Mevcut Hıristiyanlığın mimarı Pavlus'un misyonerlik stratejisinin makyevelizm üzerine kurulu olduğunu bilmek de yeterliydi. ( 169) Matrix'in sapık tarikatı Evanjelizm dünyayı Armagedon'a sürükleyen 11 Eylül miladını mükemmel biçimde kullanırken yobaz bir Evenjelik olan Bush'u bataklığa sürüklüyordu. Matrix'in Vehhabizm mezhebi, Evenjeliklerin Armagedon projesinde kullanılan bir figür oyuncaktan başka bir şey değildi. Ama kuşkusuz Vehhabizmden daha tehlikeli olan Evanjelizmdi. 109 CHAPTER 9 MATRİX'İN MEDYATİK BALONLARI Matrix, yalan makinesi medyayı kullanarak sürekli balonlar üretiyor, milyonları uyutuyordu. 11 Eylül saldırısı Amerikan televizyonlarında ilk saatlerde “ABD’ye saldırı” başlığıyla aktarıldı; akşam saatlerinde ise ortak havuz oluşturuldu. Neredeyse ortak yayına geçen televizyonlar, “Bugün televizyonların birbirleriyle yarışacakları gün değil” diyerek, birbirlerinde olmayan görüntüleri, birbirlerinden izin almaya gerek duymadan yayınladılar. Akşam saatlerinde yayınlar “ABD birleşiyor” esprisine dayandırıldı. Bu yayınlarda dikkati çeken nokta, spekülasyona, sansasyona yer verilmemesiydi. Türk televizyonlarının onsuz yapamadıkları kan ve ceset görüntülerine Amerikan televizyonlarının ekranlarında rastlanmadı. Televizyonlarda olduğu gibi gazete haberlerinde de kan ve ceset görüntülerine, sansasyona ve spekülasyona yer verilmedi. Bu durum bazı Türk gazetecilerince de takdir edildi ve Türk medyasına örnek gösterildi. “Amerika birleşiyor” başlığı dışında televizyonlar sonraki saatlerde, “Amerika’nın yeni savaşı”, “Amerika tetikte” gibi başlıklarla yayınlarını sürdürdüler. İlk gün yayınlarında dikkati çeken bir nokta da, saldırıların failleri konusunda CNN hariç kafa karıştırmamak oldu. 1995 yılında Oklahoma’da federal binanın bombalanmasını hemen Ortadoğulu teröristlere yıkan Amerikan televizyonları, bu yanlışlıklarından ders almış göründüler. Öğleden sonra, artık Usame Bin Ladin adı telaffuz edildiyse de, televizyonlar bir yargı belirtmekten kaçındılar. 11 Eylül sonrasında Amerikan medyasının savaş ve teröre ilişkin haber ve yorumları, ABD yönetiminin isteği doğrultusunda sansüre dayalı oldu. Yediği yumruğun intikamını almak için bütün kasabayı yakma geleneğinin mirasçısı Bush yönetiminin, terörü suç kapsamından çıkartıp ‘savaş hali’ diye tanımlaması, teröre destek verdiği düşünülen bütün ülkelere savaş ilan etmesi, yönetimin işini kolaylaştırmaya hazır medya için gönüllü sansür döneminin başlangıcı oldu. Saldırının ilk günlerindeki temkinli yaklaşım, yerini “Amerika savaşta” söylemine bıraktı. Saldırının yol açtığı duygusal atmosferde, medya, saldırının tarihi arka planını sorgulama gereği duymadan, intikam hırsının bütün toplumu tutsak almasına aracılık etti. Amerikan medyası sansüre uyum sağlamakta güçlük çekmedi. Çünkü, ABD ordusunun çeşitli ülkelerde sık sık giriştiği harekatlar sırasında gazetecilerle askerler arasında çıkan sorunlar, Körfez Savaşı ertesinde imzalanan bir protokolle çözüme kavuşturulmuştu. 11 Mart 1992’de medya ile Pentagon arasında imzalanan protokol, “haber havuzu” oluşturulmasını, savaşla ilgili haber ve bilgilerin havuzda toplandıktan ve denetimden geçtikten sonra herkes tarafından kullanılmasını öngörüyordu. 11 Eylül sonrasında Amerikan medyası bu protokole sadakatle uydu. Kural dışı davranan gazeteci ve yazarlar ya doğrudan Beyaz Saray ve Pentagon tarafından uyarıldı ya da toplumsal linç havası içinde kendi meslektaşlarınca hizaya sokuldu. Güvenlik gerekçesiyle özgürlüklerden vazgeçilmesini eleştirmeye yeltenenlere Peter Ernett gibi ‘vatan haini’ gözüyle bakıldı. Beyaz Saray ile medya arasındaki ideolojik birliktelik içinde, 11 Eylül’ün tarihi arka planı, Bin Ladin-CIA ilişkisi, Bush ailesi ile Ladin ailesi arasındaki iş ortaklığı, ABD’nin çağdışı feodal ve askeri diktatörlüklerle işbirliği, küreselleşmenin gelişmiş kapitalist ülkeler dışında hep yoksulluk üretmesi Amerikan medyası tarafından sorgulanmadı. 110 İktidarla ters düşmemek kaygısı içinde sorgulamaktan kaçınan medya, Amerikan yönetiminin doğrudan sansürüne itiraz etmedi; düşündüğü gibi yazma ‘gafletinde bulunan’ az sayıdaki gazeteciye işverenleri tarafından hadleri bildirildi. Amerikan medyası sansür, otosansür ve dezenformasyon yoluyla Bush yönetiminin politikalarına ne denli destek vermiş olursa olsun, “Savaşta ilk kurban gerçeklerdir” sözü ne denli geçerli sayılırsa sayılsın, gerçekleri tümüyle sonsuza değin karanlıkta tutmayı başaramadı. “Gerçeklerin bir gün ortaya çıkma gibi bir huyu vardır” özdeyişi, Amerikan medyasınca da doğrulandı. Beyaz Saray’ın gözü dönmüş savaş politikalarına koşulsuz denebilecek bir destek veren medyanın misyonu, CBS televizyonunun 15 Mayıs 2002’de yayınladığı bir haberle ciddi bir travma geçirdi. Haber, 6 Ağustos 2001’de, yani 11 Eylül saldırılarından yaklaşık bir ay önce, Başkan Bush ve ekibine ‘El Kaide Amerika’yı vurmakta kararlı’ başlığı taşıyan çok gizli bir brifing verildiğini ortaya koyuyordu. Raporda El Kaide’nin uçak kaçırma planları yaptığı da belirtilmişti. (170) Bu haberle birlikte, o güne kadar medyanın da katkısıyla kamuoyu desteği yüzde 90’lara varan Bush yönetimi, ilk kez hesap verme zorunluluğuyla yüz yüze geldi. Savaş politikalarına koşulsuz destek veren Amerikan basını da terk ettiği sorgulama alışkanlığını yeniden anımsadı. ‘Bomba’ haberler birbirini izledi. Medya, 11 Eylül sürecini didik didik etmeye başladı. Saldırının yol açtığı can acısı ve korunma içgüdüsüyle Bush yönetiminin intikam harekatına yüzde 90 oranında destek veren Amerikan kamuoyu, medyanın haber ve yorumlarına aynı ölçüde destek vermedi. Amerikan kamuoyundaki hava, daha çok medyayı sorumsuzlukla suçlama yönünde oluştu. Los Angeles Times’in 10-13 Kasım 2001 günlerinde yaptırdığı bir araştırmaya göre Amerikan halkının yüzde 48’i, gazetelerin Afganistan savaşını aktarma tarzını “sorumsuzca” diye nitelendiriyordu. Medyayı olumlu bulanların oranının da yüzde 48 çıkmasına karşın, “suçlayıcılar”ın oranı medya çevrelerinde çok yüksek bulunmuştu. (171) Gazeteleri eleştirenlerin büyük bölümü, “haber vermek ve doğru haber vermek” uğruna Amerika’ya “zarar verecek” bilgilerin yayınlanmasına karşı çıktı ve bu tarz haberlerin “düşmanın işine yarayacağına” inandığını bildirmişti. Yani, 11 Eylül sürecinde Amerikan halkı, medyayı sorumsuz davranmakla eleştirirken, yanlı ve güdümlü haber verdiği için değil, intikam savaşına zarar verebileceği endişesiyle eleştiriyordu. Yani, bu dönemde Amerikan halkının nabzı ile medyanın nabzı aynı paralelde atıyordu denebilirdi. Bush yönetimi ve istihbarat örgütlerinin 11 Eylül öncesindeki gevşekliğinin sorgulanmaya başlanmasından sonra ise, savaş yanlısı politikalar ve yayınların Amerikan halkının gözündeki inanılırlık ve güvenilirliği aşınmaya başlamıştı. 11 Eylül saldırılarının birinci yıldönümünde, The Wall Street Journal’da yayımlanan kamuoyu anketlerine göre, Washington’dan estirilen Irak ve terörle savaş rüzgarlarına karşın, halkın ilgisi savaştan çok ekonomiye yöneldi. Bir yıl önce Amerikan halkının terörle savaş önceliği yüzde 64 iken, saldırıların yıldönümünde savaş önceliği yüzde 30’a geriledi. “Amerika doğru yolda mı ilerliyor?” Bir yıl önce bu soruya evet diyenlerin oranı yüzde 72’den yüzde 42’ye inmişti. (172) Irak’ın Amerika tarafından tek taraflı olarak vurulmasını, işgal edilmesini isteyenlerin oranı yüzde 20 olurken, Birleşmiş Milletler onayı ile olursa, Saddam’ın devrilmesini isteyenlerin oranı yüzde 65 olarak belirlendi. Kamuoyu desteğinin bu denli azalması üzerine Bush yönetimi BM desteğini sağlamaya öncelik verdi. Bu bilgiler, intikam hırsı nispeten tatmin edildikten sonra, savaş yanlısı politikalar ve yayınlar ne denli yoğun 111 olursa olsun, Amerikan halkının bile barış düşüncesine uzak olmadığını göstermekteydi. (173) ABD’de her yere yayılan ve en çok seyredilen kanallar yaklaşık 15 aile tarafından ve 24 şirketle yönetilmekteydi (Chomsky, 1988, 1991, 1992, 1994). Bu şirketler şunlardı: (Chomsky, 1988, 1991): Advance Publications (Newhouse ailesi), Capital Cities (Devlet Kökenli, DK), CBS (DK), Cox Com (Cox ailesi) , Dow-Jones (Bancroft-Cox ailesi), Gannet (DK), GE (General Electric), Hearst (Hearst ailesi), Knight-Ridder ailesi, News Corp (Murdoch ailesi), New York Times (Sulzberger ailesi), Reader’s Digest (Wallace ailesi), Scripps-Howard (Scrips ailesi), Storer Corp (Storer ailesi), Taft (Taft Ailesi), Time Inc. (karışık ve DK), Times Mirror (Chandler ailesi), Triangle (Annenberger ailesi), Tribune Co. (McCormick ailesi), Turner Broadcasting (Turner ailesi), Fox Broadcasting (Fox ailesi). ABD’de bugün, hem gizli-derin devletten izinsiz, hem de bu ailelerden izinsiz hiç bir gerçeği yayımlanamazdı. (174) Belirli bir elit zümrenin kontrolü altında olan ABD medyasının, bunun bir sonucu olarak da dünya medyasının gerçeklerle ilgili fazla bir bilgi yayınlanması beklenemezdi. Zaten tüm Amerikan halkı 11 Eylül olayında olduğu gibi medya tarafından tamamen uyutulmuş ve inanılmaz senaryolar ile sadece Amerikan halkı değil, tüm dünya kandırılmıştı (175) Bu şirketlerin pek çoğunun yöneticisi özel ve elit bir alt kültürden gelmekteydi ve hep aynı söylemi dile getiriiyorlardı; çünkü Yeni Dünya Düzeni’nin temel bir parçasıydılar. Bu eğilim, dünyayı dinlemek ve yönetmek için NSA (National Security Agency) tarafından kurulmuş ECHELON sisteminin diğer üyeleri İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya’da da pek değişmemekteydi (Sayın 1998; Hager 1997). ABD’de de Washington ve New York merkezli CFR’nin yerini bu ülkelerde Bilderberg ve Trilateral Komisyon almaktaydı. Medyanın başında da mutlaka bu örgütlerin elemanları bulunurdu. Dünyayı bu gizli örgütler yönetiyordu.. ABD medyası, gazetecilik sınavından geçememiş, üflenen balonların havada uçurulmasından başka bir görev üstlenmemişti. İşte o balonlardan sadece 12 tanesi: 1.BALON: Çılgın Saddam sahip olduğu nükleer silahla ABD'nin güvenliğine tehdit oluşturuyordu. Bush, 7 Eylül 2002'de BM'de yaptığı konuşmada Saddam'ın kesinlikle nükleer silaha sahip olduğu balonunu açıklıyordu. 7 Ekimde Cincinnati'deki konuşmasında ise lafı çevirmiş, Saddam eğer top büyüklüğünde saf uranyum çalabilirse bir seneden önce nükleer silah yapabileceğini iddia etmişti. Bu açıklamadan sonra ABD kamuoyunda Bush'a destek yüzde 70'lere çıkmıştı. Bu büyük balon, İngiliz istihbaratının bir belgesine dayandırılmıştı. Güya Saddam Nijerden uranmış satın almıştı. Mart 2002'de CIA, Irak ve Afrika'da 20 yıl diplomat olarak çalışmış Joseph Wilson'u Nijer'de İngiliz belgesini araştırmak için göndermişti. İddianın yalan olduğunu Wilson raporunda belirtmesime karşın hasıraltı edilmişti. Haziran 2002'de Wilson, raporunun neden sümenaltı edildiğini sormuştu. İngiliz belgesi sahteydi, Çünkü Irak'a satılan hammaddeye imza atan Nijer Dışişleri Bakanı, o tarihte görevde değildi. 2 ay Irak'ta BM adına denetleme yapan Uluslararası Atom Ajansı yetkilisi Mohammed El Baradei, BM Güvenlik Konsey'inde yaptığı konuşmada Irak'ta nükleer silah bulunmadığını açıklamıştı. Nijerden alınan alimunyum borularla ancak roket yapılabilirdi. The Washington Post ve Newsweek el Baradei'nin incelemelerine yer verince Bush yalancı durumuna düşmüştü. Bu ürünler İnternet üzerinden herkese satılabiliyordu. Tüm yalanlamalara karşın Bush, 28 Ocak 2003 tarihli konuşmasında hala 112 Irak'ın Nijerden nükleer silah yapmak için hammadde aldığı balonunu sürdürmüştü. Irak savaşı başlamadan 3 gün önce 16 Mart'da basının karşısına geçen Başkan yardımcısı Cheney, Saddam'ın kesinlikle nükleer silah yaptığını tekrarlamıştı. Bush, bu balonda bazı bilgi yanlışlıkları olduğunu Irak işgal edildikten sonra 2003 bahar ve yazında dile getirmişti. Artık günah CIA Başkanı George Tenet'in sırtında kalmıştı. Tenet, teşkilatın verdiği bilgilere güvendiğini, ancak Beyaz Saray'a gönderilen 16 cümlelik balonun başkanın okuması için gönderilmediğini açıklamak zorunda kalmıştı. Condolezza Rice ve Stephan Hadley, başkanın kullanacağı metinleri onaylıyordu. 30 Haziran 2003'de Bush, ağzından çıkan sözlerden ötürü kendisinin sorumlu olduğunu belirterek ekibini koruyor, acemice üfürülmüş balonu söndürüyordu. (176) 2. BALON: Saddam'ın kimyevi ve biyolojik silaha sahip olduğu balonu Irak işgal edildikten sonra sönmüştü. Bush, 7 Ekim 2002 konuşmasında, Saddam'ın komutanlarına kimyevi ve biyolojik silah kullanmaları için talimar verdiğini belirterek, yalan rüzgarını başlatmıştı. Colin Powell, dahada ileri giderek Iraklıların bir araç içinde bile kimyevi silah yapabildiği balonunu üflemişti. Powel, BM'deki konuşmasında daha net bilgi vererek, Irak'ın en az 7 mobil biyolojik silah fabrikasına sahip olduğunu bildiklerini hiç sıkılmadan sallamıştı. Powell'a göre, Bağdat dışında palmiye ağaçları ile örtülmüş bir yerdeydi. Ancak denetimden kaçırmak için her hafta başka bir yere taşınıyordu. Güya Irak'ın 500 ton kimyevi silahı vardı ve bunlar 16 bin rokete yüklenmiş saldırı emrini bekliyordu. 5 Haziran 2003'de Bush, Irak'ta 2 mobil kimyevi silah birimi bulduklarını açıkladığında sevinçten çatlayacaktı. Oysa İngiliz araştırmacılar, Kuzey Irak'ta sadece 2 kamyon bulmuştu, bunlar kesinlikle kimyevi silah labratuvarı değildi. Ancak tüm fiyaskolara rağmen Bush ve yardakçısı İngiltere Başbakanı Tony Blair, bulacaklarından emin olduklarını söylemeye devam ettiler. Amerikan medyası, bu haberleri yalan olduğunu bile bile yayımladı. Patlayan balonlardaki yanlışlıkları düzeltme gereği görmedi. Irak'ta 1985-1990 arası ABD'nin verdiklerinden fazlası yoktu. Onlarda kulanılmış ve miadı dolduğu için çöplük olmuştu. 1994 tarihli Kongre raporuna göre 1985-1990 arası Irak'a satılan kimyevi ve biyolojik silahların listesi şöyleydi: Bacillus Anthracis, Clostridium Botulinum, Histoplasma Capsulatum, Brucella Melitensis, Clostridium Perfringens. Ayrıca Escherichie Coli, genetik malzeme, insan ve bakteri DNA'sı birkaç defa direkt olarak Irak Atom Komisyonu'na gönderilmişti. 1985'den önce silah satılmamıştı. Raporda, bu silahların yeniden üretilmesinin mümkün olmadığı belirtiliyordu. Saddam, bu silahları İran ve Kürtler üzerinde kullanarak bitirmişti. ( 177) ABD'de 21 adet kimyevi ve biyolojik silahlar üreten fabrika bulunuyordu. Reagan ve baba Bush dönemlerinde Irak'a kimyevi ve biyolojik silah satmak için izin alan şirketler şunlardı: American Type Culture Collection, Alcolac International, Matix- Churchill Corp., Sullaire Corp., Pure Aire ve Gorman Rupp. Nükleer silah ve diğerlerinin ekipmanlarını, yan ürünlerini satan firmalarda Amerikan firmalarından başkası değildi. Los Angales Weekly'de 2003'de yaymlanan haberde, Kongre'nin raporuna esasen bu ekipmanları satan firmaların ifadelerinin alındığı belirtiliyordu. Firmalar şunlardı: Hewlett-Packard, AT/ A, Bechtel, Caterpillar, DuPont, Kodak ve Hughes Helicopter. Irak'a 1.5 milyar dolarlık teknoloji ve 308 milyon dolarlık helikopter ve parçaları satılmıştı. (178) Suudi Arabistan aracılığıyla Amerikan yapımı MK-84 bombası Başkan Reagan tarafından yardımcısı Bush'la 1986 yılında Saddam'a teslim edilmişti. Bush, Mısır Lideri 113 Hüsnü Mübarek aracılığıyla Saddam'a İran'ı bombalayın mesajı göndermişti. Bush1988'de başkanlığı döneminde Irak'a silah satılması konusunda akılalmaz bir skandala imzasını atmıştı. Amerikan Merkez Bankasının referansı ile İtalyan Bankası üzerinden Irak'a 5 milyar dolarlık kredi açılmıştı. Irak, bu parayla silahlanmış, saraylarını ve sığınaklarını inşa ettirmişti. Saddam'ın kimyevi silahları Kürtler üzerinde kullanması üzerine Kongre soruşturma açmak istemiş, komisyon kurmuş, ancak Bush, ulusal güvenlik gerekçesiyle olayın üstünü örtmüştü. Skandalın ismi Irakgate olarak kalmıştı. Irak'a satılan silahların fatura kopyaları ABD'de olduğuna göre Irak'ta ne olup ne olmadığını en iyi Amerikalılar biliyordu. Özel izinle Irak'ı silahlandıran firmalar seçimlerde elbetteki Bushlara milyonlarca dolarlık bağış yapıyordu. Clinton, döneminde BM denetimcileri ABD baskısıyla 1998'de Irak tamamen nükleer silahlardan arındırmış, diğer silahlarda yok edilmişti. 2004'e girerken bile yalanlarını savunmaya devam ediyorlardı. 16 Aralıkta yeni yıl konuşması yapan İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak'ta bu tür laboratuvarlar bulunduğuna dair ellerinde ‘‘büyük kanıt’’ bulunduğunu söylemişti. Irak'ta kitle imha silahı laboratuvarları olmadığını belirten ' sivil yönetici' Paul Bremer, İngiliz ITV televizyonuna yaptığı açıklamada ‘‘Bu sözleri kim sarfetmiş bilmiyorum ama silah teftiş ekibinin başkanı David Kay böyle bir şey söylemedi’’ demişti. Bremer, bu açıklamayı yapanın ABD'nin en yakın müttefiki Blair olduğunu öğrenince ‘‘Aslında David Kay'in ekibi, Irak'ta yürütülen kimyasal ve biyolojik programlarla ilgili çok sayıda kanıtı kamuoyuna açıkladı’’ diye konuşarak Matrix'in vatandaşları ile 'Pinokyoculuk' oynuyordu. İngiltere'de CyberBritain.com adlı internet sitesi tarafından 13 bin kişi arasında yapılan ankette, Başbakan Tony Blair'in ülkenin en az güvenilen politikacısı olduğunu ortaya koyuyordu.4 bin kişinin, 30 kişilik listeden en az güvenilir politikacı olarak Blair seçilmişti. Buna karşılık Blair'in partisindeki en büyük rakibi ve liderlik koltuğunun en önemli alternatifi olan Maliye Bakanı Gordon Brown'ın ise İngilizler tarafından en güvenilir politikacı olarak görüyordu. Brown'ı, Liberal Demokrat Parti lideri Charles Kennedy izledi. Muhafazakar Parti lideri Michael Howard ise en çok güvenilen üçüncü politikacı oldu. ( 179) Savunma danışmanı Dr. Kelly'nin sır ölümün Blair'i zor durumda bırakmıştı. Kelly'in ölümüne giden süreç şöyle gelişti: İngiltere istihbarat örgütleri, saldırıyı meşrulaştırmanın temelini oluşturacak şekilde şekilde, Irak'ın kimyasal-nükleer silah geliştirme kapasitesine dair bir rapor hazırlamıştı. Raporda, Saddam rejiminin,silah geliştirmek için Nijer'den gizlice kimyasal maddeler aldığı ve Irak'ın, kitle imha silahlarını 45 dakikada devreye sokabilecek kapasiteye sahip olduğu yer alıyordu. BBC, hükümetin açıkladığı bu rapordaki iddaaların abartılı ve çarpıtılmış olduğuna dair haber yayını yapmaya başladı; haberlerini, adını açıklamadığı “üst düzeyde resmi bir yetkili”ye dayandırıyordu. Blair hükümeti, bu yayın üzerine BBC'ye savaş açarak, haber kaynağını açıklaması için baskı yapmaya başladı. Aynı zamanda Savunma Bakanlığı, BBC'ye haber sızdıranın, Bakanlık Danışmanı Dr. Kelly olduğunu ifşa etti. Kelly, meclis komisyonları, istihbarat ve güvenlik komisyonlarınca sorgulandı; abartma ve çarpıtmayı doğruladı; ancak bu bilgilerin basına kendisi tarafından verildiğini reddetti. Dr. Kelly, evinden dolaşmaya çıktığı bir gün ortadan kayboldu ve bir süre sonra, bilekleri kesilmiş halde, ölü olarak bulundu. Kelly'nin ölümünün ardından BBC, haber kaynağının Kelly olduğunu açıkladı. Olay, Blair hükümetinin BBC'ye karşı yoğun bir saldırı kampanyası yürütmesi; Kelly'nin 114 ölümü üzerine Savunma Bakanı'nın, Başbakan Başdanışmanı'nın, nihayet hükümetin istifasının istenmesi; Blair'in, Meclis Soruşturma Komisyonu'nca sorgulanması (İngiltere'de komisyonca sorgulanan 2. başbakan oluyor); CIA ve M16'nın topu birbirine atması, Beyaz Saray'ın Irak'ın uranyum almasıyla ilgili iddaaları doğrulamadan moronun Ulusa Sesleniş konuşmasında yer aldığını itiraf etmesi; kitle muhalefetinin basıncının büyümesi vb. ile yoğunlaşan tüm çelişkilerin zincirlerinden boşandığı bir süreç olarak gelişmekteydi. Perçinler tutmaz olunca, “temiz eller”den hatırlayacağımız “adalet” devreye giriyor; sorun mahkemeye taşınıyordu. Dr. Kelly, BM'nin silah denetçisiydi. Körfez Savaşı'ndan sonra '91'den '98'e kadar Irak'ta silah denetiminde görev yaptı; hükümetin ve Savunma Bakanlığı'nın silah kontrolleri konusunda başdanışmanı ve bu konuda basına açıklama yapmakla görevliydi. Öne çıkarılan “bilim adamı” kimliğinin ardında, silah deneçisi olarak zorla girdiği ülkelerin can damarlarının bilgisini emperyalist saldırganlara iletme yatıyordu. Çete tarafından, yükselen muhalefetin önüne bir safra olarak atıldı; “bilgi sızdırma”, “hainlik” ile suçlandı, soruşturmalara uğradı. İntihar olarak “açıklanan” ölümü kuşkuluydu. Başbakan Blair'in baş danışmanı Alastair Campbell, hükümetin iletişim direktörü, Saddam yalanının baş unsurlarındandı. İstihbarat raporlarındaki çarpıtma ve uydurmaların ana kaynağıydı. BBC'ye dönük saldırıyı, rapor sorunundan çok önce hazırlayanlardandı. Çetenin hedefe çakılmaması için Kelly'i öne atmıştı. Campbell çetesi, bugün, Savunma Bakanlığı'ndan Ulusal Güvenlik Konseyi'ne ve Başbakanlık Başdanışmanlığı'na vb. tüm kilit konumlara yerleşmiş; emperyalist burjuvazinin ihtiyaç ve yönelimi olan olağanüstü güç merkezileşmesinin ifadesine dönüşmüştü. (180) Bu balon, Blair'ın elinde patlamıştı. 3. BALON: En kuyruklu yalan Saddam'ın El Kaida ve Usame bin Ladinle birlikte çalıştığı balonuydu. Muhammed Atta balonda kilit isimdi.11 Eylül olayından 10 dakika sonra CNN, bir saat sonra ise Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, saldırıyı kimin yaptığını ve kimlerin cezalandırılması gerektiğini CBC'de açıklamıştı: Usame ve Saddam. Beyaz Saray, Kosova savaşının NATO Komutanı General Wesley Clark'dan CNN'e çıkarak 11 Eylülle Saddam'ın ilişkisi olduğunu açıklamsını rica etmişti. Clark, eğer delil sunabilirseniz ' olur' demişti. Asla bulunamayan delillerle ilgili Clark tabiki bu balona katılmadı. (181) Saddam'ın en büyük düşmanının onu kafir ilan eden Usame olduğunu Clark biliyordu. Ekim ve Kasın 2002 boyunca Bush, Saddam ve El Kaida ortaklığı konusunda kamuoyunu ikna etmek için sayısız yalan söylemişti. 28 Ocak New Mexico ce Colorado, 31 Ocak South Dakato, 1 Kasım New Hampshire, 2 Kasım Florida, 3 Kasım Minnesota, 4 Kasım Missouri, Arkansas ve Teksas konuşmalarında Bush, aynı veya benzer kelimelerle bozuk pilak gibi şu aynı yalanları mırıldanmıştı: ' E Kaida ile irtibatlı olan Saddam, ABD'nin karşısında duramayacak. O, ABD ve ortakları için tehdittir. Nükleer silah hazırladığını öğrendik. Saddam ve Usame bin Ladin özgürlük sevmiyor. Saddam'ın bu terörist ağıyla ilişkisi var. Bu onun tabiatında var. Bu adam teröristlere eğitim veripü iz bırakmadan saldırı yapmaktan hoşlandığı kadar hiç bir şeyi sevmiyor. ABD ve ortaklarından nefret ediyor. ' (182) 5 Şubat 2003'de Powell'in BM'deki konuşması aynı yalanın öncü kuvvetiydi. Powell, denetimciler Irak'ta nükleer ve kimyevi silahları saklandıkları yerde bulamadıklarını kabul etmesine karşın, Irak'ın El Kaida ile ilişkisinin ise ispatlandığını savunuyordu. Patlayan ilk iki balondan sonra üçüncü balon dolaşıma girmişti. Bush, 28 Ocak 2003'deki 115 BM'de yaptığı konuşmada da Saddam'ın El Kaida ile gizli ilişkisi olduğuna dair belgelere ulaştıklarını belirterek, Saddam'ın teröristleri koruduğunu ileri sürüyordu.(183) Bu açıklamadan sonra CBC'nin online ile yaptığı kamuoyu araştırmasında Irak avaşına destek zirveye çıkmıştı. Koskoca ABD başkanı bu kadar büyük yalan söyleyemezdi. Oysa aynı hafta içinde BBC, Usame ve Saddam arasında irtibat olmadığını savunuyordu. Çılgın ikili ideolojik olarak birbirinden nefret ediyordu. The New York Times'ın CIA ve Pentagon üfürükçüsü William Safire, aracılığyla hemen destekleyici balon uçuruldu. El Kaida, Saddam'ın kontrolünde olmayan Kuzey Irak'ta fundamantalist İslami grup Al Ansar İslam'la birlikte çalışıyordu. Bu açıklamalardan sonra yapılan araştırmalar, Amerikan halkının yarısının Saddam ile Usame arasında irtibat olduğuna inandığını ortaya koymuştu. (184) 11 Eylül eyleminin suçlanan failleri arasında Irak vatandaşı yoktu. Ama, artık Amerikalılar 11 Eylülü saddam'ın planladığına inanıyorlardı. Amerikan Newsweek, 11 Eylül saldırılarının elebaşısı Muhammed Atta'nın 2001 yılı yaz aylarında Bağdat'ı ziyaret ettiğini kanıtladığı öne sürülen belgenin sahte olduğunu Saddam yakalandıktan sonra Aralık sonunda ortaya çıkarmıştı. Sözkonusu belgeyle ilgili haber, Saddam Hüseyin'in yakalanmasından birkaç saat önce İngiliz Sunday Telegraph gazetesi tarafından manşetten verilmişti. FBI ve Amerikan istihbarat örgütleri, Atta'nın, ziyaretin gerçekleştiği öne sürülen tarihlerde ABD'deki ucuz otel ve apartman dairelerinde kalmakta olduğunu kanıtlamıştı. Sunday Telegraph gazetesinde yayınlanan sahte belgenin, dönemin Irak istihbarat servisleri şefi tarafından hazırlandığı sanılıyordu. Gazete haberi ''11 Eylül'ün ardındaki teroristi Saddam eğitti'' manşetiyle vermişti. Haberde, aynı zamanda ''Saddam'ın Gizli Yaşamı'' adlı kitabın yazarı olan Con Coughlin'in imzası bulunuyordu. Coughlin'in iddiaları dünyanın çeşitli gazeteleri tarafından iktibas edilmiş, ayrıca, New York Times'ın tanınmış köşe yazarı William Safire, makalesinde iddiaya yer vermişti. Newsweek, ''açıklamada bulunan Amerikalı yetkililer ve belge uzmanlarının, belgenin büyük olasılıkla sahte olduğunu söylemişti. Dönemin istihbarat servisleri şefi olan Iraklı Tahir Celil Habbush El Tikriti tarafından kaleme alındığı öne sürülen el yazısı sahte belgenin, Saddam Hüseyin'e gönderildiği öne sürülmüştü. Belgede, ''Muhammed Atta'nın Bağdat'a 3 günlük bir çalışma programı çerçevesinde geldiği ve gezinin, (Filistinli terörist) Ebu Nidal tarafından organize edildiği'' belirtiliyor, ''Atta, imha edilmelerine onay verdiğimiz hedeflere saldıracak ekibi yönetme konusunda olağanüstü çaba gösteriyor'' deniyordu. Ebu Nidal, Ağustos 2002'de Bağdat'ta kuşkulu koşullar altına ölmüştü. Amerikalı yetkililer, Atta'nın o tarihlerde ABD'de bulunduğunu, bankamatik dekontları, otel faturaları ve ABD içinde yaptığı yolculuklarla ilgili uçak biletleri aracılığıyla kanıtlıyorlardı. Atta'nın, sahte belgenin üzerinde bulunan 1 Temmuz 2001 tarihinden 6 gün sonra İspanya'ya 11 günlük bir seyahat yaptığı da belirlenmişti. (185) 4. BALON: Saddam dünyanın en şeytan adamıydı. Bush'a göre şeytanın baltası idi. Iraklılara özgürlük götürmek lazımdı. Saddam, İranlı ve Kürtleri kimyevi silahla öldürmüş, Sünni ev Şiilere işkence yapmış, içeride bir milyon sivil, İran-Irak savaşında ise bir milyona yakın askerin ölümüne yol açmıştı. Ürdün'e kaçan damatlarını bile önce affetmiş, ülkeye geldikten sonrada kurşuna dizdirmişti. Medyanın propaganda malzemesi artık Saddam'ın eski suçlarıydı. Oysa ABD, diktatör seviyordu. ABD'nin tarihi desteklenen çılgın diktatörlerle doluydu. Kamboçya'da Pol Pot ve Kemer gerilları, Vietnam savaşında ABD'ye destek verdikleri 116 için el üstünde tutulmuştu. Pol Pot, milyonlarca Kamboçyalıyı öldürürken ABD sesini çıkartmıyordu, ölenler Komünistti. Kongo/Zaire'de Mobutu Sese Seku'nun yanında yer alan ABD, milliyetçi lider Patrica Lumumba'yı devirmesine yardım etmişti. Brezilya'da demokratik bir seçimle iktidara helen Joae Goulart, Washington'un istediği lider değildi. CIA yardımıyla devrilen Goulart'dan sonra Brezilya 15 yıl süren iç savaş ve terörün esiri olmuştu. Endenozya'da demokratik biçimde seçilen yönetimin devrilmesinde de CIA başaktördü. Başa getirilen ve 200 bini Doğu Timorda yarım milyon insanın ölümüne yol açan Suharto'nun başdanışmanı Henry Kissenger'den başkası değildi. Guatemela, İran, Şili'de 1970'lerde hep diktatörler desteklenmişti. Ancak bugün 103 milyar dolarlık ticaret nedeniyle ayrıcalık tanınan, insan hakları fakiri Çin'e hiç ses çıkartılmamıştı. 11 Eylül bahanesiyle Rusların Çeçenleri, Çinlilerin Doğu Türkistanlıları ezmesine gözyumulmuştu. Eğer baslı rejimleri devrilmek isteniyorsa Peru, Burma, Kolimbiya ve diğerleri neden devrilmiyordu? ABD, hiç bir zaman baskı rejimlerinde yaşayan milletlere özgürlük götürme derdinde olmamıştı. Asolan çıkarlardı. Saydığımız üç balonda söndüğüne göre geriye tek çare Iraklıları özgürleştirme, demokrasi götürme balonu kalmıştı. ABD, Irak'ta demokratik bir seçime gidemeyeceğini bekliyordu. Seçime giderse iktidara nüfusun yüzde 60'ına sahip ABD karşıtı Şiiler gelir ve İranla işbirliği yapardı. ( 186) 5. BALON : Irak savaşının sadece ABD'nin değil gönüllü koalisyonın ortak savaşı olduğu balonu Bush'un pek çok konuşmasında yerini almıştı. BM'i by pass yaparak gidilen savaşta pek çok ülke BM'den karar çıkmasını legallik şartı olarak öne sürüyordu. ABD'nin yanına çektiği ülkeler rüşvetle satın alınan, yardıma, himmete muhtaç çoğu 3. dünya ülkeleriydi. Zorunlu ortakların listesi şöyleydi: Afganistan, Arnavutluk, Avusturalya, Azerbaycan, Bulgaristan, Kolombiya, Çek Cumhuriyeti, danimarka, El Salvador, Eritre, Estonya, Etyopya, Gürcistan, Özbekistan, Macaristan, İtalya, Japonya, Güney Kore, Litvanya, Letonya, Makedonya, Hollanda, Nikaragua, Filipinler, Polanya ve Palau. Palau, kuzey pasifikte 20 bin kişinin yaşadığı ordusu olmayan bir ada. İzlanda, Kosta Rika, Marshall adaları, Solomon adası ve Mikranozya'nında az sayıda ordusu vardı. Destekçi Romanya, Slovakya ve İspanya'da halkın yüzde 13'ü savaşa evet diyordu. İspanya, İtalya ve İngiltere'nin gönderdiği askerle birlikte 2000 asker veren Polonya, 2000 asker sözü veren Fas ve 1000 asker gönderme kararı alan Japonya'dan başka destek yoktu.( 187) Savaşa yüzde 95 oranında karşı olan Türk halkına rağmen 26 milyar dolarlık rüşvetin itici gücüyle TBMM'den tezkere geçirmek isteyen ABD, bir demokrasi dersi almıştı. 3 oy farkla tezkere reddedilmiş, burnundan kıl alınmasına sinirlenen ABD en güvendiği müttefinin askerinin başına çuval geçirmişti. 7 Ekim 2003'de asker gönderme iznini TBMM'den alan AKP yönetimine rağmen Irak'ta Kürtlerden çıkan aykırı sesler nedeniyle geri adım atılmıştı. Türkiye'nin hangi listede yer aldığı tam bir muammaydı. Irak ihalesine alınanlar listesinde olmasa karşı cephede yazılması gerekirdi. En büyük müttefik İngiltere'de bile halkın yarısı savaşa hayır diyordu, yüzde 45'i ise Saddam ile birlikte Bush'u dünya barışına tehdit görüyordu. Savaşa destek vermeyenlerin listesi daha uzundu. Cezayir, Arjantin, Avusturya, Belçika, Brezilya, Kanada, Şili, Çin, Küba, Mısır, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Hindistan, Endenozya, İran, İrlanda, Ürdün, Meksika, Yeni Zelanda, Nijerya, Norveç, Pakistan, Rusya, Güney Afrika, İsveç, İsviçre, Suriye, Tayland, Birleşik Arap Emirlikleri, Venezuella, Vietnam, Yemen, Zambia, Zimbabya'dan başka 103 ülke daha savaşa 117 karşıydı. 6. BALON: Savaşta siviller ölmeyecek yalanı koca bir balondu. Afganistan'da 9 bin Irak'ta 9 bin bin sivil ölmüş, bir o kadarıda yaralanmıştı. Pentagon'un güya akıllı bombaları vardı, sivil hedefleri değil askeri hedefleri vuracaktı. Türkiye, Suriye ve İran'a düşen akıllı bombalar vardı. Iraklı Razek al-Kazem al-Khfaji, evine düşen bombayla eşini, altı çocuğunu, babasını, annesini, iki erkek kardeşini kaybeden binlerce Iraklı sivilden biriydi. Pentagon'a göre hedefini şaşıran bomba oranı yüzde 5-20 arasıydı. ABD medyası ölen Iraklı sivilleri hiç göstermedi; sadece Saddam'ın öldürülen oğulları Uday ve Kusay'ın dehşet verici görüntüleri propaganda amaçlı yayımlandı. Uluslararası insan hakları örgütlerine göre 200 bini aşkın Iraklı tutuklanarak sorgulandı. Halen kamplarda ve cezaevlerinde 12 bin Iraklı bulunuyordu. İşgal ve yağmanın yanında binlerce Iraklı kadın ABD askerlerinin tecavüzüne uğramıştı. Sadece kayıtlı 4 bin tecavüz vakası vardı. 9 yaşındaki kız çocukları bilinmeyen yerlere götürülüyor, direnişçilerin kadın akrabaları kayboluyordu. Irak'ın maddi ve manevi zenginliklerini yağmalayan Amerikan askerleri, adına "şok ve dehşet" dedikleri saldırılarını bu kez Iraklı kadınlara yöneltmişti. Operasyon ve güvenlik araması adı altında tutuklanan Iraklı kadınların birçoğu Amerikan askerlerinin cinsel taciz ve şiddetine maruz kalıyordu. Amerikalı bir Müslüman, Arabia televizyonuna gönderdiği resimlerle bu gerçeği tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermişti. Dr. Susan Blocks, Irak'ın işgal edildiği günlerde yayımladığı makalesinde, Irak'ın tarihi, kültürel, ekonomik ve sosyal olarak yağmalanıp saldırıya uğramasından sonra şimdi de Iraklı kadınların namuslarının ayaklar altında çiğnendiğini dile getiriyordu.. 4000 Iraklı kadının daha işgalin ilk günlerinde tecavüze uğradığını dile getiren Blocks, 40 ile 50 yaşlarındaki köylü kadınların nasıl Amerikalı askerlerin cinsel fantazilerinin malzemesi olarak kullanıldığını bütün dehşetiyle yazmıştı. İslamonline'da yeralan yazıda, sapıkça partilerin düzenlendiğini söyleyen Blocks, kadınların evlerinden sürüklenerek çıkarıldığını ve işgalci askerlerin postallarının dibine birer külçe halinde bırakıldığını belirtiyordu. Dr. Susan Blocks, makalesinde özetle şu önemli açıklamalarda bulunuyordu: Irak'taki As Sabah gazetesi, Bağdat'ın 180 kilometre güneyindeki Suwaria'da 14 ve 15 yaşlarında iki genç kızın Amerikan askerlerinin defalarca tecavüzüne uğradığını yazdı. 9 Haziran'da meydana gelen bu olayı örtbas eden Amerikalı yetkilier, bütün suçlamaları geri çevirdi. Bir başka insanlık dışı olay ise Sanarai'de yaşandı. İki ay önce tecavüze uğramış ve psikolojik tedavi gören 9 yaşındaki bir kız, 18 Temmuz 2003 tarihinde, Amerikan askerleri tarafından bir kez daha ailesinin gözleri önünde zorla alıkonuldu ve bilinmeyen bir yere götürüldü. Tecavüz ve cinsel şiddetin kol gezdiği Irak'ta, cinsel sömürüye maruz kalan kadınların tıbbi müşahede altında tutulduğu belirtiliyor. Depresyona giren kadınlara yakınları da yardım edemiyor. Bunun en büyük nedeni ise bundan utanç duymaları. Akrabaları bu üzden onları kendi yıkım ve psikolojileriyle başbaşa bırakmak zorunda kalıyorlar. Irak'ta kız kaçırma ve tecavüz olayları bir salgın hastalık gibi giderek yayılıyordu. 17 yaşındaki Beyda Cafer Sadık adlı Iraklı bir kız, okula gitmek üzere çıktığı evine bir daha dönmedi. Her gün böyle onlarca olayla karşılaştıklarını söyleyen aileler, çaresiz bir bekleyiş içindeydi. Saddam yanlıları veya mücahidler olarak tutuklanan Iraklı erkeklerin tüm kadın akrabalarının da işgalci askerler tarafından alıkonulduğu biliniyordu. Şu ana kadar kaydedilen resmi cinsel şiddet uygulamaları, ABD askerlerinin yaş sınırı 118 tanımadığını ortaya koyuyordu. Kayıtlardaki cinsel sömürüye maruz kalan en genç mağdure 9, en yaşlısı ise 64 yaşındaydı. (188) Irak'taki Amerikan işgal güçleri, 21Ekim 2003 günü Müslümanların manevi değerlerine yönelik çirkin bir davranışta bulundu. Bir ABD askeri, Iraklı bir kadının çantasındaki Kuran-ı Kerim'i yere fırlattı. Irak'ta Petrol Bakanlığı'nda çalışan Zeynep Asım, ABD askerlerinin, Bağdat'ta hükümete ait bir tesisin önünde örtülü bir bayanın çantasını askeri köpekle aramak istediğini, Emel Kerim adındaki kadının da çantasında Kuran olduğunu ve köpeğin kendisinden uzak tutulmasını istediğini söyledi. Zeynep, bir ABD askerinin çantadan Kuran-ı Kerim'i alarak yere fırlattığını ifade etti. Emel Kerim'in de bunun üzerine kalabalığa dönerek, "Amerikan askerinin mukaddes kitabımıza hakaret etmesine müsaade edecek misiniz?" diye sorması üzerine gösteriler başladı. ABD askerleri havaya ateş açtılar. Diğer görgü şahidi Muhammed Cesim, Saddam Hüseyin dönemini arar hale geldiklerini söylüyordu. (189) 7. BALON: Kahraman asker Jessica yalanı tam bir balondu. The Washington Post, 23 Martda esir düşen Jessica Lynch balonunu ilk şişiren yayın organıydı. Post'a göre, Jessica, ağır yaralarla kaldırıldığı Irak hastanesinden kurtarma operasyonu ile kaçırılmıştı ve tim üyeleri düşman askerlerini vurmuştu. 19 yaşındaki Lynch, yakalanmadan önce kurşun yaarsı almasına rağmen düşman askerlerine silah sıkmaya devam etmişti. Arkadaşları ölürken o kahramanca çarpışıyordu. Sağ esir alınmaktansa ölene kadar çarpışmayı yeğlemişti. (190) Daha dramatik bir öykü yazan The New York Times, Lynch'ın 2. dünya savaşından beri esir alınan ve kurtarılan ilk kadın Amerikan askeri olduğunu yazıyordu. 2 ay sonra 8 Haziran 2003'de yine New York Times'da Mitch Potter'ın yazdığı Lynch'ın gerçek kurtarılma öyküsü olayı daha komplike hale sokmuştu. Arka cephede besleme ünitesinde görev yapan Lynch'ı taşıyan araç yolunu şaşırarak bir çatışmanın ortasına düşmüştü. Lynch, asla Rambo gibi savaşmamış, hatta tek kurşun bile sıkmamıştı. Çatışmada kurşun yarasıda almamıştı. Irak hastanesinde kötü muamele görmemişti. Kahraman kurtarıcılar, hastane kordidorunda çarpışarak onu kurtarmamış, düşman askeri öldürülmemişti. Tam tersine Lynch'ı time teslim eden Iraklı hastane görevlileriydi. Lynch'a Iraklı hastane görevlileri çok iyi bakmıştı. Iraklı hemşire uyuyana kadar başında şarkı söylemiş, ona fazladan portakal suyu ve kurabiye vermişti. Lynch'ı Amerikalılara teslim etmek için gönüllü olmuşlardı, tim sadece paket teslimi almıştı. (191) Lynch, Amerikan hastanesinde tam iyileştikten sonra Amerikan medyası iyi bir balık yakaladıkları düşüncesiyle peşinden koşmaya başlamıştı. Yarışı kazanan CBC oldu. CBC, Lynch'a kitap, konser ve Tv filminden oluşan bol dolarlı cazip bir paket sunmuştu. Lynch, artık medyatik bir kahramandı, Amerikan halkının kahramanlık öyküsüne ihtiyacı vardı. CBC tarafından Lynch'ın dilinden bir kitap yazdırıldı. İlgi çekmek için Lynch'a Iraklı askerlerin tecavüzüne uğradığı söylettirilmişti. Oysa Lynch, hastaneye götürüldüğünde tecavüz edilemeyecek kadar kötü durumdaydı. Iraklı hastane yetkililere, çok iyi baktıkları Lynch'ın attığı bu iftiraya çok üzülmüş, doğu misafir severliğine yapılan bu saldırıyı anlayanadıklarını söylemişti. 8. BALON: Amerikan medyasının tarafsız ve bağımsız olduğu yalanıydı. Matrix'de Fox Tv ve CNN, Beyaz Saray'ın borazanıydılar. El Cezire, BBC, CBC ve Fransız Le Journal tarafsızlıklarını korumaya çalışmışlardı. Irak savaşına giderken FAİR'in yaptığı bir araştırmada izleyicilerin son üç haftalık periyotta yayımlanan 1600 Irak haberinde 25 119 defa fazla savaş yanlısı görüşle manipıle ediidiklerini ortaya konmuştu. Üniversiteler, think-thank kurumları, sivil toplum örgütleri konuşturulmamış; eski asker ve devlet görevlileri savaş için konuşturulmuştu. Bunlardan sadece yüzde 4'ü savaşa karşıydı. Kimse savaş karşıtı gösterileri haber yapmamış, göstericilere neyi protesto ettikleri sorulmamıştı. (192) MSBNC ve NBC, savaşta Iraklı sivillerin ölümünün normal olduğunu savunmuştu. Pentagon, bu sırada bu iki kanalın patronu Microsoft ile 470 milyon dolarlık anlaşma imzalamıştı. NBC, daha sonra gsavunma sanayinin sözleşmeli şirketi General Electric tarafından satın alınmıştı. Bu şirket, Pentagonla milyar dolarlık savaş uçağı motoru anlaşması yapmıştı. ABC, 26 Nisan 2003'de verdiği Irak'ta kimyevi silah fabrikaları yalanının ortaya çıkamsından sonra düzeltme yapma gereği duymamıştı.(193) İngiliz basını, Amerikan balonlarının söndürülmesinde büyük katkı sağlamıştı. Turkish Time'da Erem Kargül'ün sorularını cevaplayan Prof. Dr Haluk Şahin, İngiliz medyasının ABD medyası gibi davranmadığına dikkat çekiyordu. İngiltere'de Murdock’un gazeteleri Blair’i destekliyordu.. Büyük sermayenin, kitlelerin bir takım olayları nasıl gördüğünü irdelemekte ne kadar etkili olabileceğinin çok ilginç bir örneğiydi bu. Avustralya kökenli büyük medya patronu Rupert Murdock dünyanın çeşitli yerlerinde medya organlarına sahipti. İngiltere’nin de en önemli medya organlarından bazıları Murdock’a ait. Bunlardan bir tanesi muhafazakarların sesi diyebileceğimiz London Times gazetesi. Pazar günleri çıkan çok etkili The Sunday Times gazetesi gene Murdock’un. Fakat bunların ötesinde her gün 5 milyona yakın satışı olan üçüncü sayfa güzeliyle Türkiye’de tanınan ve solcu kesimler tarafından İngiliz proletaryasının gazetesi diye sınıflandırılan The Sun gazetesi var. The Sun gazetesi Murdock’a ait olduğu halde sol partileri desteklemişti. London Times ve The Sunday Times ise muhafazakarları desteklemişti. Bu sefer Murdock’un gazeteleriyle birlikte Blair’i destekledi. Buna karşılık normal olarak muhafazakarları destekleyen ve solcu olaylarla hiçbir ilgisi olmayan Daily Mirror gazetesinin Blair’i topa tutarken, savaş karşıtı hareketin bir anlamda bayrağı haline gelmişti. İngiliz basınının diğer organlarında da savaşa karşı genellikle olumsuz bir tutum vardı. BBC gibi bir yayın kuruluşuna sahip olmanın avantajını İngiltere kamuoyu bir kere daha yaşamaktaydı. BBC World bir kamu kuruşu olmasına rağmen olabildiği kadar tarafsız olmuştu. The Guardian, The İndepedent, savaşı en tarafsız izleyen organlarıydı. ( 194) 9.BALON: Irak savaşında ABD'ye destek vermeyen Fransa, düşmandı ve Irakla ticari bağlantıları olduğu için savaşa karşıydı. Bu ülkeye karşı takınılan düşmanca tavır realiteyle örtüşmüyordu. Irak ihallesine katılacaklar listesine alınmayan Fransa'ya gösterilen tepkiler komikti. ' French Fries' Beyaz Saray menüsünden çıkartılmış sonra adı özgürlük olarak değiştirilmişti. Bakan Rumsfeld'in Fransa ve Almanya'yı ' yaşlı Avrupa' olarak nitelemesi onur kırıcıydı. Senatör Giny Brown, 2. dünya savaşında Fransa için ölen Amerikan askerlerinin mezarının vatansever bir toprağa gömülmesini isteyecek kadar gerginliği tırmandırmıştı. Amerikalılardan Fransa yerine İngiltere'ye tatile gidilmesi isteniyordu. Fransız şaraplarının tuvalete dökülmesi, Fransız restaurantlarının saldırıya uğraması, Fransız gazatecilerin gözaltına alınması, Manhattan'da sahibi Fransız olan Sofiet otelindeki Fransız bayrağının indirilmesi haberlerde abartılarak verildi. Fransız peynir satıcısı Fromage.com yüzlerce tehdit e-maili almıştı. Fransız yoğurdu ve hardalıda hedefteydi. ABD'de 650 bin Fransız yaşıyordu ve 5. büyük yatırımcısı Fransa idi. Fransa olmasa 120 ABD bağımsızlık savaşını kazanamazdı. Yüzde 90 oranında general Washington'un kullandığı barut Fransa'dan gelmişti. New York'taki özgürlük heykeli Napolyon'un hediyesiydi. Loisina'yı ABD'ye Fransa, 1805'de 4 milyar dolara satmıştı. Irak'la en fazla ticareti yapan ABD idi. Irak petrolü savaş öncesinde yüzde 40 oranında ABD'ye satılırken Fransa'nın payı sadece yüzde 8 idi. Savaş öncesi Rusya, Çin ve Fransa'nın Irak petrolünü çıkarttıkları, işgalden sonra hava aldıkları ise doğruydu. Fransa'ya 'yaşlı Avrupa' diyen Donald Rumsfeld, 1983'de Bağdatda Saddam ile el sıkışan ve Irak'a kimyevi silah satılmasında öncü olan isimdi. Hatta 1970'lerde Detroit'in manevi anahtarının Saddam'a verilmesinde başrolü oynamıştı. Amerikan halkı, Rumsfeld'in fena halde dolduruşuna gelmişti. Dolduruşa getiren paronaya ateşle giden medyadan başkası değildi. (195) 10.BALON : Irak'ın ve El Kaida'nın ABD'de Şarbon taaruzua geçtiği balonunu Amerikalılar oldukça ciddiye almıştı. Bacillus anthracis' bakterisinin yolaçtığı şarbon (antraks) hastalığı koyun, sığır, keçi, domuz ve diğer hayvanlar dahil, birçok hayvanda görülür; solunum, sindirim ve deri yoluyla bulaşan hastalık, insanlarada geçebilirdi. Şarbon hastalığı en çok hayvancılıkla uğraşanlarda, hayvan besleyen kişilerde, kasaplar ve veterinerler de görülüyordu. Hastalığa yol açan bakteri, doğal şartlarda 15 yıl kadar yaşayabiliyordu. Şarbon hastalığı için en etkili ilaçlar Cipro, Ciproxin, Ciflosin ve Sifloks. Koruyucu olarak kullanılan aşı ise dünyada sadece ABD, İngiltere ve Rusya'da üretiliyordu. Hastalığın belirtileri bir hafta içinde ortaya çıkıyordu. Yüksek ateşle, soğuk algınlığı gibi başlayan hastalık ciddi solunum zorluklarına neden oluyordu. Şarbon belirtilerin başlamasından 24 saat sonra öldürüyordu. Bu yüzden antibiyotik kullanımında hiç gecikmemek gerekiyordu. ABD’de tüm kuruluşları ve halkı diken üstünde tutan şarbonun, “yerli” olduğu kısa sürede anlaşılmıştı. Bilim çevreleri,saldırılarda kullanılan bakteri türünün, Irak veya Sovyet yapımı değil, ABD’de uzun yıllar üzerinde kullanılan “ames” türü olduğunu açıklarken, siyaset bilimciler aşırı sağcı Amerikan örgütlerine dikkat çekiyordu. Amerikan bilim dergisi New Scientist’te yayınlanan Debora MacKenzie imzalı makalede, “şarbon saldırılarında kullanılan bakteri, ABD’nin kendisinin 1960’larda şarbon silahı yapmak üzere kullandıklarıyla aynı, ya da onun çok benzeri deniyordu. Bu tür, Irak’ın ya da eski Sovyetler’in kullandıklarından değildi.; Başkan Bush’un İç Güvenlik Danışmanı Tom Ridge ve FBI 'da bunun “ames” türü olduğunu doğrulamıştı. Biyolojik silah uzmanı Ken Alibek’in de görüşlerinin yeraldığı makale de, “ames” türünün hem öldürücü hem de herhangi bir ülkeyle bağlantı kurulmasını olanaksız kılacak şekilde “basit yapılı” olduğunu belirtiyordu. Alibek, eski Sovyetler’de ve Irak’ta üretilen şarbon türlerinin bilindiğini ve bunlar içinde “ames” türü olmadığını; bu türün ABD’de üretilenlerle aynı ya da çok benzer olduğunu anlatıyordu. Alibek, saldırılarda kullanılan şarbon sporlarının, havada kolayca dağılmayı ve solunum yoluyla bulaşmayı sağlayacak kimyasal maddelerle karıştırılmadığına da işaret ederek, şarbonu biyolojik silah haline getiren şeyin bu yöntem olduğunu söylüyordu. Bu açıklamalarının sonunda Alibek, bu şarbon saldırılarında bir devlet parmağı bulunduğuna inanmadığını ekliyordu. Çünkü, ona göre, bunları yapmak için bir devletin sağlayabileceği altyapıya gerek yok; çok basit ekipmanlar ve malzemelerle yapılabilirdi bu saldırılar. Onlarca ihbar ve hastalığa yakalandığı söylenen onlarca insan içinden, yalnızca 3 kişinin hayatını kaybettiğini hatırlatan Alibek, “biyolojik terör”ün çok daha büyük etki yapacağını düşünüyordu. Makalede, şarbonun DNA’larının bir bölümünün sürekli değişim halinde 121 olduğu bilgisine de yer verilerek, bu yüzden binlerce şarbon türü olabileceği ve birinin nereden türediğini anlamanın araştırma gerektirdiği aktarılıyordu. Kuzey Arizona Üniversitesi’nde böyle bir araştırma yapılmış ve şarbonun kaynağının kesin olarak anlaşılmıştı. ( 196) 23 Ekim 2002’de Alman Junge Welt gazetesinde Harald Neuber imzasıyla yayınlanan haberde de, şarbonun Amerikan malı olduğu görüşü savunuluyordu. Burada, “ames” bakteri türünün 1980 yılında Ulusal Veteriner Laboratuvaları’nda hasta bir inekten alınarak, incelenmek üzere Maryland-Frederick’teki bir askeri laboratuvara gönderilmiş olduğu haber veriliyordu. Kaynak olarak ise, Iowa Eyalet Üniversitesi’nin açıklamaları gösteriliyordu. Ordu yetkililerinin, -politikacıların aksine- şarbon saldırıları konusunda herhangi bir ülkeyi ya da Usame Bin Ladin’i suçlamaktan geri durduğuna işaret eden haber, Berlinli siyasetbilimci Thomas Grumke’un görüşlerine başvuruyordu. Grumke, bu olayların büyük ihtimalle Amerikalı aşırı sağcı örgütlerin işi olduğunu düşünüyordu.1995 yılında, “Aryan Nation” (Saf Ulus) adlı sağcı örgüte üye bir grup mikrobiyoloğun, çalıntı veba virüsleriyle yakalandığını hatırlatan Grumke, 1998’de ise “Christian Identity” (Hıristiyan Kimlik) adlı grubun, şehirlerin içme suyu kaynaklarını siyanürle zehirleme planlarının açığa çıkarıldığını anlatıyordu. ( 197) ABD'de şarbon paniği devam ederken The Washington Post gazetesinin, Beyaz Saray kaynaklarına dayanarak, Beyaz Saray personeline, 11 Eylül terörist saldırılarının olduğu gece henüz şarbon vakaları ortaya çıkmadan, şarbona karşı dayanıklı antibiyotik olan Cipro'yu dağıttığına ilişkin haberi tartışma yaratmıştı.Aralarında, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin de bulunduğu pek çok yetkiliye Cipro dağıtılırken, ilacı kimlerin kullandığı ise bilinmiyordu. Henüz şarbonun izi yokken Beyaz Saray'ın aldığı bu önlem ise, ''Beyaz Saray, şarbon tehlikesinin önceden farkında mıydı?'' sorusunu gündeme getirmişti.Washington Post, ''daha ölümcül olması için şarbon bakterisinin havada asılı kalmasını sağlayan kimyasal maddeyi sadece ABD, eski Sovyetler Birliği ve Irak'ın üretebildiğini'' haberleştirmişti. (198) 11. BALON: Üsame bin Laden'in eylemleri üstlendiğine dair görüntüleri içeren kasetle ilgili yazılanlar kitap oluşturacak bir yoğunluktaydı. Kaset savaşları olarak tarihe geçen balonu ABD Psikolojik Harp Dairesi üretmişti. 17.12.2001 tarihli Yeni Şafak gazetesinde Taha Kıvanç, Ladin'in ortaya çıkartılan sahte kasetlerini mercek altına alıyordu. Matrix'in onbaşısı George W. Bush ve savunma bakanı Donald Rumsfeld gibi, "Bu kaset gerçektir, sahte olduğunu düşünenler hastadır" görüşünde olanlar, ya da İngiliz dışişleri bakanı Jack Straw gibi daha kaseti görmeden "Sahte olamaz" diyenler oldu; ancak, Batı basınında konuyu işleyenler arasında Türkiye'deki 'peşin teslim' manzarası sergileyen pek az yazar çıktı. Bu konuda kalem oynatanların önemli bir bölümü, ya kasetin 'düzmece' olduğuna inandığını yazdı, ya da görüntü doğru olsa bile "Söyledi" diye Bin Laden'e atfedilen sözlerden duyduğu kuşkuyu dile getirdi... Bugünün teknik imkanlarıyla düzmece kaset üretmek zor değildi. Batılı kaynaklar, Hollywood'ta düzmece video yapabilecek en az 20 teknik adam bulunduğunu ilk günden yazmışlardı. 15 yaşındaki bir lise öğrencisi iki saat çalışarak Bush'a Beyaz Saray'da bir açıklama yaptırmış; görüntüler Celalabat'ta bulunan kasetten daha net ve sözler de daha iyi anlaşılıyordu.. 15 yaşında bir öğrenci iki saatlik çalışmayla bunu başarabiliyorsa, Hollywood neler yapmazdı? ABD'de devlet kanalı denilmeye en yakın televizyon olan C-SPAN'ın, kaset yayınladıktan hemen sonra düzenlediği telefon anketinde, izleyen her üç Amerikalı'dan 122 birinin, kaset için, "Galiba dandik" tepkisi verdiği görülmüştü. El-Cezire televizyonunun düzenlediği benzer bir ankette, oy kullanan 900 kişinden yaklaşık yüzde 82.5'i de, "Düzmece" cevabını vermişti.. İnsanların kuşku duyması için sebep çoktu. Daha önceki bütün mülakatlarda, "Eylemleri siz mi planladınız?" sorusuna muhatap olduğunda, Bin Laden, kategorik olarak red cevabı veriyordu. Bu kasette ise, güle oynaya eylemlerin sorumluluğunu üstleniyordu. Kasetin 2001'in 9 Kasım günü Kandahar'da çekildiği üzerine vurulan tarihten belliydi; Kandahar'ın üzerine yoğun bomba düştüğü bir günde gülebiliyordu Bin Laden. Önceki bütün mülakatlarda kolundaki saat dışında ziynet eşyası taşımayan Bin Laden'in sağ eline yüzük taktığı görülüyordu. ABD yönetimi, Celalabad'ta bulunan bu kasetten önce, el-Cezire'nin elinde de Üsame bin Laden'in eylemlerin sorumluluğunu üstlendiği bir kaset olduğunu duyurmuştu. Sonra ne olduysa o kaset yayınlanmadı. Meğer, ABD başkan yardımcısı Dick Cheney özel olarak el-Cezire'nin merkezinin bulunduğu Katar'a gidip Emir'den, "Lütfen aracı olun, yayınlamasınlar" talebinde bulunmuştu. O kaseti görenler, "Düzmeceydi" demişlerdi.. Vurulan ikiz kuleler görüntüsünden sonra ekranlarda en çok karşımıza çıkan görüntü, elinde otomatik silah tutan Üsame bin Laden görüntüsü ya; o görüntüden Bin Laden'in ağır biçimde 'solak' olduğu anlaşılıyordu. Oysa, el-Cezire'ye sızdırılan 'düzmece kaset'teki Bin Laden'i oynayan kişi, mülakat boyunca, mikrofonu sağ elinde tutuyordu. ABD, belli aralıklarla daha önceden doldurulduğu açıklanan kasetler gündeme getirerek, terör korkusunu pekiştiriyordu. ( 199) El Cezire'nin Mısırlı yöneticisi Yosri Fouda kaset savaşlarını şöyle anlatıyordu: "11 Eylül ile birlikte bir propaganda savaşı başladı. 11 Eylül ile 7 Ekim tarihleri arası, ABD'nin propaganda savaşının etkili olduğu tarihlerdir. Bu tarihler arasında Bush konuştu, 'Ladin baş şüphelidir' dedi, Blair konuştu, 'Suçlu belli, şüphe yok' dedi. 7 Ekim'de ise, Bin Ladin kaseti yolladı bize. Na yaparsınız bu durumda? Bir tarafta Başkanlar, Başbakanlar arayıp kasetin yayınlanmamasını istiyor; öte yandan da, 'Bizimle misiniz, yoksa değil misiniz?' diye dünyayı taraflılığa çağırıyorlar. Bu gazeteciliğin doğasına aykırı. Bizim için 'Düşmanın propagandacısı' deseler de yayınladık kaseti. Beklediğimizin çok üzerinde bir başarı oldu. Birden bire spot ışıklarının altında kaldık. Batı'da insanlar aniden Müslüman bir Arap kanalı olduğunu öğrenerek korktular. 'Araplar kanal yönetebilir mi?' 'Kamera kullanabilir mi?'soruları soruldu...Çok ilginç bir dönemdi Sözle, tehditle susuturamayınca başka yöntemler de kullanıldı; hele hele savaş sırasında. Nitekim, Kuzey İttifakı askerlerinin Afganistan'a girmesinden sonra bombalanandı El Cezire binası... "Önce çok inanmadık bunun bilinçli yapıldığına. Ancak, sonra öğrendik ki, bize çok uzak olmayan BBC ofisinde çalışanlardan o saatlerde iş yerini terk etmeleri istenmiş." Usame Bin Ladin kasetleri nasıl ulaştırmıştı kanala? Kasetleri yayınlama kararı nasıl alındı?.. Usame Bin Ladin'in geniş bir halkla ilişkiler ekibi olduğunu ve kasetlerin bu kişiler tarafından kanala ulaştırıldığını anlatıyordu Fouda. Gazeteciyi en çok şaşırtan şey, yayınladıkları ilk Bin Ladin kasetinin ellerine geldiğinde tüm haber değerlerini taşıyor olmasıydı. "Bu kaset sadece bizim değil, o gün dünyadaki hangi kanalın eline geçse yayınlaması gerekirdi. Oysa biz yayınladık diye teröristlerin propaganda aleti dediler bize. Aynı dönemde CNN'in ekranında ABD bayrağı dalgalanırken, biz sadece habercilik yapmaya çalışıyorduk. İşin daha komik yanı, daha sonra biliyorsunuz bir başka Bin Ladin kasetini 'haber değeri taşımıyor' gerekçesiyle yayınlamadığımızda, bu sefer de 'vay neden yayınlamıyorsunuz?' diye suçlandık." diyordı Fouda. El Cezire gerçekten de Arap dünyasında kültürel bir devrim yaratmıştı. Bir çok Arap 123 ülkesindeki TV kanalları El Cezire'yi taklit etmeye, bu kanaldaki yayınlara benzer programlar üretmeye başlamıştı.Yosri Fouda'ya göre 35 milyonluk Arap izleyici kitlesi üzerindeki sorumluluk onlara yetiyordu ve CNN gibi tüm dünyaya seslenen bir kanal olmak gibi bir iddiaları, istekleri yoktu. Ama, Ortadoğu ile ilgili bir durum söz konusu olduğunda, her zaman CNN'in karşısında bir El Cezire olduğunu da hesaba katması gerekiyordu. ( 200) Celalabad'ta bulunan kasetin 'gerçek' olduğunu savunanlar, "CIA Hollywood'a yaptırsaydı zihinlere kuşku üşüştürecek biçimde yapmaz, el-Cezire aracılığıyla yayınlatırdı" diyorlardı. Amerikan televizyonlarında gösterilen Clinton başı altına monte edilmiş şarkıcı gövdesi biçiminde bir sigorta şirketi reklamında 'Forrest Gump' filminde yetişkin Tom Hanks, kendisi bebekken bir siyasi suikastta hayatını kaybetmiş Başkan Kennedy ile el sıkışıyordu. Bunları beceren Hollywood, bir reklam filminde de, John Wayne'in eline ölümünden çok sonra çıkmış bir markanın bira bardağını yerleştirebilmişti. . İngilitere'de yayımlanan The Independent gazetesinde 9 Kasımda Andrew Gumbel imzalı çıkan haberde, Bush'un yüzünü kızartmayan yalanları bir CIA uzmanının gözlemlerinden ele alınarak, yol açan hasarın ABD'nin tüm dünyada inanırlığını tükettiği ve onarımı mümkün olmayan bir konuma getirdiği savunuluyordu. 27 yıldır CIA'da uzman olarak çalışan Ray McGovern, ABD tarihinde hiç bir ABD Başkanı'nın Bush kadar rahat yalan söylemediğine dikkat çekerek, ' Bush her türlü yalanı her zaman söylüyor. Güvenirlikte bir kural vardır. Eğer fahişelik yaptığınız ortaya çıktıysa ne yapsanız bu damgadan kurtulamazsınız. Son aylarda Irakta olanları izlemekle kızınıza tecavüz edilmeye başlandığını görmek aynı şey. ' diyordu. Nixon döneminde Dışişleri Bakanı Kissinger'i besleyen en önemli kaynak olan McGovern, Reagan döneminde ise başkana günlük güvenlik brifikleri vermiş tecrübeli bir CIA emeklisiydi. Şu anda emekli CIA ajanlarının üyesi olduğu Veteran Intelligence Professionals'da eski günleri yadedip, ABD'nin sürüklendiği uçurumu esefle seyrediyordu. Mesela şunları algılamıştı: Bush'un Saddam'ın El-Kaida ile bağlantısı ve Irak'ta kimyevi-biyolojik-nükleer silahlar bulunduğu yalanı, havaya uçtu gitti. Yalanlara herkese alıştı, artık kimse savaş gerekçelerini tutarsızlığını, adil olmayan girişim haksızlığını sorgulamıyor. Vietnam savaşına 11 Aralık 1961'de giren ABD'nin 17 binlik asker sayısını 130 bine çıkartmak için 18 ay süren yalan haber kampanyası düzenleyen dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson, bile Başkan Bush'dan daha az yalan söylemişti. Bush , ABD halkını kurgulanan senaryolarla İngilizce tabirle 'make believe' yaptırdı; Türkçe tabirle ' Yalandan kandırdı'... Yalan olduğu belli yalanları savundu. Eskiden Amerikalılar başkanlarının söylediklerine bazen ' strange' gelsede inanırlardı, mutlaka bildiği gizli bir bilgi vardır diye düşünürlerdi. Eski ABD başkanları masum yalanlar söylerlerdi, hiç biri Bush gibi acaba şimdi ne yalan söyleyecek diye dinlenmezdi. Hepimiz Bush konuşunca bunun altında başka birşey var diye bakıyoruz. Bahsedilen ülke Irak değilde başka ülke olsaydı farklı yaklaşırdık, ayrımcılık yapmazdık. McGovern, ABD Başkanı, CIA ve cumhuriyetçilerin o kadar fazla inandırıcılığını kaybettiğine inanıyorki, hasarın tamiri mümkün değildi. ABD Başkanı Bush değiştirilse, CIA Başkanı görevden alınsa bile ABD'nin kaybettikleri yerine konamazdı. Bush yönetiminin yol açtığı hasarı, ne politikacılar nede istihbaratçılar düzeltebilirdi. Skandalın bu noktaya gelmesinde CIA'da son yıllarda yaşanan yozlaşmanın payı büyüktü. Herkes sağır, kör olmuştu sanki.. ABD medyasının yalanlara gözyumması ve Bush'un söylediği 124 yalanların yalan olmamasını arzu etmesi ayrı bir skandaldı. Özgürlükçü ABD medyası, tarafsızlığını, güvenirliğini Bush yönetimin uydurduğu yalanlara destek vererek yitirmişti. Eski CIA ajanı pek çokları gibi eski Amerikasını arıyordu. ABD medyası eleştirilere, muhaliflere kulaklarını tıkadı, gözleri görmez oldu, kendi vicdanını, ruhunu sattı, kredisini bitirdi.( 201) Son kaset bombası 1 Aralık 2002'da patlatıldı. El Kaide lideri Usame bin Ladin'in yardımcısı Eyman El Zevahiri'nin,El Cezire Televizyonu'nda yayımlanan konuşma bandında, 'Amerikalıların ve müttefiklerinin her yerde hatta kendi ülkelerinde bile enselerindeyiz" ifadesini kullanmasını ABD'de alarm düzeyinin 11 Eylülden beri ilk defa 'turuncu'ya yükseltilmesinde etkili olmuştu. Terör alarm düzeyi, yeşil, mavi, sarı, turuncu ve kırmızı olmak üzere 5 kademeden oluşuyordu. Alarm düzeyi saldırın hemen olacağı ya da başladığına işaret eden 'kırmızı'ya ise hiç çıkarılmamıştı. Güya İstihbarat servislerinin elde ettiği bilgilere göre, New York, Washington ve Batı sahilinde bazı şehirlerde El Kaide'nin 11 Eylül'deki gibi uçakla eylem yapmayı planladığı anlaşılmıştı. Bu nedenle barajlar, köprüler, nükleer santrallar, kimyasal tesisler ile halkın kullanımına açık metro gibi hedef olmasından kaygı duyulan alanlarda önlemler alınmıştı. Havaalanları, sınırlar ve limanlarda güvenlik önlemleri artırılmış, Kanada ve Meksika da sınır güvenliği için uyarılmıştı. ( 202) ABC gibi Amerika'nın önde gelen televizyon kanalları, saldırı halinde halkın yapması gerekenleri öğreten sürekli "teröre hazırlık" yayınları yapıyordu. 2004 yılına ABD, yine terör havası estiren medyatik bir balonla girmişti. El Kaida bağlantılı olduğu ileri sürülen El Liva- Sancak adlı web sitesinden tatile çıkan gemilere, Los Angales, Washington ve New York'a saldırı yapılacağı balonu üfürülüyordu. Matrix'in medyatik balonları insanları terör paronayağı haline getirmişti. Yalan makinesi haline getirilen medyayı kullanan Matrix, gazetecilik mesleğini ayaklar altına almış, korku pompalıyordu. El Kaida'nın saldırı düzenleyeceğine ilişkin hergün yeni balonlar piyasaya sürülüyordu, yalan bombardımanı altında bunalım geçiren Matrix vatandaşları, hala yalanlara inanıyor, El Kaida'nın Alaska'da petrol tesislerini vuracağı balonunu bile ciddiye alıyordu. 12. en büyük balon Ladin’in 3 Mayıs 2011’de Pakistan’da infaz operasyonu ile öldürülesiydi. Bu yalanın balonunu son bölümde patlatacağız. 125 CHAPTER 10 MATRİX'İN ISKARTA KORKULUĞU SADDAM Saddam, ilk kez 1959 yılında Irak devlet başkanı Kasım’a düzenlenen suikast ile ismini duyurmuş, o zaman da batı dünyası tarafından “komünist” olarak damgalanmıştı. Saddam, o zamanlar bugün de iktidarda bulunan ve politik bir yapıdan ziyade bir mafya örgütlenmesini andıran Baas Partisi’nin üyesiydi. Baas Partisi 1963’te iktidarı ele geçirdiğinde, milisleri derhal “gerçek” komünist avına çıktı ve binlercesini öldürdü. CIA o zamanlar Baas’a istenmeyen kişilerin listesini gönderiyordu. 1963 yılında Saddam'ın partisi BAAS bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. Bu darbede bağımsız davranan hükümetten kurtulmak için CIA darbenin organize edilmesinde yardımcı oldu. Ardından da Irak Komünist Partisinin üyelerinin kitlesel tutuklamalarını da içeren terör eylemlerini destekledi.1968 sonrasında Saddam Hüseyin Irak’ın ikinci adamı konumuna yükseldi. Devlet yönetimi o zamanlar da antiemperyalist bir görüntü çizmeye çalışıyordu. Ancak 1970 yılının “Kara Eylül”ünde komşu Ürdün kralı Filistin Kurtuluş Örgütü’ne saldırdığında, Ürdün’de konuşlanmış 15.000 Irak askeri, binlerce Filistinlinin katledilmesini hükümetin emriyle sadece seyretti. 1975'de Irak petrollerini millileştirerek başına geçen Saddam, bu döneme kadar petrolleri işleten İngilizleri şok etti. OPEC'in kurulmasına öncü olan Saddam, en can alıcı darbeyi millileştirme ile vurmuştu. 1979'da tek adam olan Saddam, ABD'ye arkasını yasladı ve Arap dünyasında silahlandırılan tek korkuluğa dönüştü. Silah alması için Saddam'a kredi açılmasında yardımcı olan Amerikan Merkez Bankası idi. Filistinlilerle dayanışma söylemleri, büyük güçlere karşı Arap birliğini sağlama çabası gibi sadece boş bir vaatten ibaretti. Irak Baas Partisi’nin Suriye Baas Partisi’ne duyduğu düşmanlık o kadar büyüktü ki, Saddam Hüseyin 1980 yılında Suriye’yle ittifak yaptığı gerekçesiyle FKÖ önderlerini öldürtmekten bile çekinmedi. Bütün kariyeri ABD'nin desteğiyle gerçekleşti. ABD, İran Şahı Pehlevi'nin 1979'da iktidarı kaybetmesinin ardından İran'a karşı Irak'ı destekledi. Saddam rejimi, Halepçe'de 5.000 Kürtün kimyasal bombalar kullanılarak öldürürken ABD'nin desteğini alıyordu. ABD, Kuveyt'i işgal edene kadar Irak'taki Saddam rejimini destekledi ve silahlandırdı. 1980 yılında Irak İran üzerine yürüdü ve zalimliğiyle Birinci Dünya Savaşı’nı aratmayan bir savaşa neden oldu. Birleşmiş Milletler bu saldırı karşısında ses çıkarmamayı tercih etmişti. 1979 İran Devrimi’nin önüne set çekilmesi, batının tam istediği ve beklediği bir gelişmeydi. ABD, İranlıların durumu hakkında Irak’a uydulardan aldığı bilgileri bile aktardı. Irak ordusu bu bilgileri, sonrasında Irak Kürtlerine de yönelteceği kimyasal silah saldırılarını gerçekleştirmek için kullandı. Irak bir anda dünyanın 4. büyük askeri gücü haline geldi, kazançlı çıkan petrol dolarları ile beslenen ABD, İngiltre ve Fransa'nın silah sanayileriydi. ABD, İran savaşına bizzat katıldı. ABD deniz kuvvetleri, 1988 yılında İran’a ait bir Airbus uçağını düşürdü ve yüzlerce kişinin ölümüne sebep oldu. Bu yardım sayesinde Saddam İran’ı mağlup etmeyi başardı. Ancak uzun süreli savaş nedeniyle geride büyük bir borç yükü kalmıştı. Saddam, petrol ve para elde etmek için birliklerini Kuveyt’e soktu. ABD büyükelçisi, sınır anlaşmazlıklarının Arapların kendi aralarında çözmeleri gereken bir mesele olduğunu söyleyerek, Saddam’ı tuzağa düşürdü. Ancak birliklerin Kuveyt’e girmeleriyle birlikte o zamanların Başkan Bush’u, ansızın Saddam’ın “yeni 126 Hitler” olduğunu ilan etti. 1990 yılında komşu Kuveyt'i işgalinden beri batı onun terörist olduğunu söyledi, önce değil... George W Bush demokrasinin çıkarları için terörizme karşı mücadele ettiğini iddia ediyordu. Ancak bunu iddia edenlerin geçmişi lekeliydi.Oğul Bush'u yöneten Baba Bush 1960'lı yıllarda Vietnam savaşı sırasında CIA ajanı olarak çalıştı. Bu savaşta 2 milyon sivil ölmüştü. Kitle katliamları ve terör olaylarından CIA sorumlu tutulmaya başladığı dönemde CIA'nın başındaydı. 1973 yılında Şili'de gerçekleşen darbede CIA ciddi bir rol üstlenmişti ve bir yıl sonra yine CIA'in yardımlarıyla gerçekleşmeye başlayan Akbaba Operasyonları ile Latin Amerika'daki muhalif liderler öldürülmüştü. Akbaba Operasyonu ile Arjantin ve Şili'de örneğin sendikacılar uçağa bindirilip okyanusun üstünde uçaktan atılıyorlardı. Baba Bush'un son faaliyeti ise 1991 yılında gerçekleşen Körfez Savaşı ile çoğu yaşlı ve sivil olmak üzere 150.000 kişinin uçaklarla yapılan 12.000 sorti ile öldürülmesi oldu. Russ W. Baker'in Colombia Journalism Review (CJR)'in Mart-Nisan sayısında yer alan ' Saddam Hussein - A CIA Puppet? ' adlı yazısında Bush'un Irak'a kimyevi silah satması işlemiş ve bunun adına ' Irakgate' demişti. Atlanta Branch of Italya'nın en büyük bankası Banca Nacional del Lavoro, 1985-1989 arasında Saddam'a 5 milyar dolarlık kredi açmış ve teminat olarakda Bush'un devlet başkanı olmadan önce Saddam için verdiği güven mektubunu geçerli saymıştı. Çünkü Bush, Amerikan Merkez Bankası ve Tarım Bakanlığı'ndan 2 milyar dolarlık teminat göstermişti. Saddam tabi un almamıştı bu parayla, Sarin gazı gibi kimyevi silahlar almıştı. Banka Komitesi Evi Başkanı Demokratlardan Henry Gonzales, soruşturma açılması için sesini yükseltmese olayı kimse duymayacaktı. Senatörün arabası bu girişimden sonra kurşunlandı ve susturuldu. 1989'da ABD Dışişleri Bakanı James Baker ve Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz, ortak basın toplantısında Irak'a ABD'den bir milyar dolarlık hibe yardımı yaptığını açıkladı. Bu parayla Saddam İngiltere'den yine silah aldı. Bu konuda Times'da bir yazı dizisi yayımladı. 1988'de ABD'li bir firmanın Irak'a 19 konteyner Anthrax mikrobu gönderdiği belgelere yansıdı. ABD, İngiltere ve İtalya resmen diktatör Saddam atına oynadılar. Körfez savaşında esir alınan Iraklıların öldürülmesi emrini veren ve savaş suçlusu sayılan Bush halen yargıdan kaçıyordu. (203) Başkan yardımcısı Dick Cheney, Baba Bush'un savunma konusunda danışmanlığını yapan ve Körfez savaşını itmede öncelikli rol oynayan, savaş yanlısı bir politikacıydı. Savaş yanlısı olmasının sebebi, hem kendisinin hem de eşi Lynn Cheney'in iki büyük silah şirketinin yönetim kurulu üyeleri olmalarıydı. Irak'a silah satan kendi şirketi idiydi, Irak'ta yakılan petrol kuyularını söndüren Amerikan firması Halliburton'un eski yönetim kurulu başkanıydı. Dışişleri Bakanı Colin Powell, Baba Bush zamanında genelkurmay başkanı olarak Irak savaşını yönetti. 1969 yılında Vietnam'ın My Lai köyündeki çoğu yaşlı, kadın ve çocuk olan 400 kişinin katledilmesinden sorumluydu. 1989 yılında Panama'da 10.000 sivilin öldürülmesiyle sonuçlanan ABD işgalinin liderlerindendi. Bugün ise medyada barışçıl biri olarak lanse ediliyordu. CIA, Saddam gibi diktatörleri seviyordu. Çünkü tek bir adamla iş pişirip politika yürütmek demokrasi ile uğraşmaktan daha kolaydı. Örnekleri az değildi. Mesela General Noriega, Mart 1993'de CIA'nın yardımıyla Panama'nın diktatörü oldu. Zaten 1967'den beri CIA adına çalışıyordu. 1972 yılından beri uyuşturucu ticareti ile uğraştığı bilinmekteydi. Baba Bush'un CIA başkanlığı yaptığı dönemde Panama gizli servisi başkanlığına yükselmesi CIA tarafından desteklendi. 1980'ler boyunca Orta Amerika'da 127 muhaliflere ait bilgiler topladı. Kontr-gerilla saldırılarının CIA adına yapılmasında anahtar kişiydi. Baba Bush 1983'de Panama'da Noriega'yı ziyaret etti. Ancak ABD'nin çıkarlarıyla çatışmaya girdiği için 1989 Aralık ayında ABD ordusu tarafından 10.000 sivilin ölümüne yol açan bir operasyon ile iktidardan indirildi. Slobodan Miloseviç, ABD'nin yine zorba olarak tanımladığı ve savaş açtığı Sırp liderdi. 1989 yılında iktidara geldiğinde batı dünyası tarafından memnunlukla karşılanmıştı. Amerikalı diplomat Richard Holbrooke tarafından "iş yapılabilecek bir adam" diye tanımladığında Miloseviç Arnavutlara karşı baskısını yoğunlaştırıyordu. 1995 yılında imzalanan Dayton anlaşması ile Bosna savaşı sonlanırken Miloseviç'in Sırbistan'da, Tudjman'ın da Hırvatistan'daki yeri sağlamlaştırılmış oldu. ABD, 1999'da Kosova'da ona ' Dur' dedi. Sırbistan bombalandı ve Mıloseviç 1.5 milyar dolara satın alınmış kendi halkı tarafından teslim edildi. Bugün Savaş Suçları Mahkemesinde yargılanıyordu. Irak'a demokrasi getireceğiz diyenler ' kukla bir yönetim' iktidara getirecekti . Artık moda diktatör yerine daha ılımlı Afganistan'daki Karzai gibi Amerikan eğitimi almış kuklalardı. Demokrasi dedikleri buydu. Irak, 1998 yılından bu yana BM silah denetçilerini ülkesine sokmamıştı. ABD ve İngiltere'nin yıllardır yürüttüğü bombardımana rağmen kararından caymamıştı. Irak bu tavrını iki gerekçeyle açıklıyordu. Birincisi, Bağdat, BM tarafından görevlendirilen silah denetçilerinin Amerika hesabına casusluk yaptıklarına inanıyordu. İkincisi, BM silah denetçilerinin Bağdat'a geri dönüşünü, 1991 yılından bu yana uygulanan ambargonun kaldırılması şartına bağlamıştı. CNN'de yapılan tartışmalarda Cumhuriyetçiler, 1998'de yapılan denetmelerde atom bombası bulunamamasını denetleme görevini yapanların gönüllü çalışanlar olmasına bağlaması Demokratları kızdırıyordu. Clinton'u resmen beceriksizlikle suçluyorlar ve 4 yıldır Saddam'ın atom bombası ürettiği tezi üzerinde duruyorlardı. Demokratlar, 1998'deki son denetlemeden sonra Saddam'ın nükler silah ürettiğine inanmıyorlar ve Clinton'a da toz kondurmuyorlardı. Irak'ın silah denetçilerinin Amerika hesabına casusluk yaptıklarını 1997 yılında silah denetçileri komitesinde görevli uzman Scott Ritter da kabul ediyordu. Ritter, CNN televizyonunda Silah Denetçileri Komite Başkanı Richard Butler'la katıldığı Newsnight programında, Komite üyelerinden bazılarının, açıktan açığa Irak'a ait gizli bilgileri ve özellikle de Saddam Hüseyin'in sığınaklarına ilişkin bilgileri CIA'ya ulaştırdığını açıklamıştı. Bu gerçeği Ritter kitabı “Irak’a Savaş- Bush Yönetiminin Bilmenizi İstemediği Gerçekler”(Metis yay.2002) kitabında da yazmıştı. Kitabında özetle, “Saddam, İran savaşında tamamen bizim bilgimiz dahilinde, bizim silahlarımızla, paramızla ve askeri istihbaratımızla savaş meydanında kimyasal silah kullanmıştı. ABD, Körfez Savaşı sırasında Saddam Hüseyin’i devirmedi ve Iraklı isyancıların Saddam’ı devirme girişimlerini de engelledi.' diyen Ritter, nereden bakılırsa bakılsın Saddam Hüseyin'in ABD tarafından yaradılmış bir canavar olduğunun altını çizmişti.. Ritter'in Saddam ve savaş ile ilgili realist yaklaşımı şöyleydi: Bir canavarın yaratılmasına yardım ettik ve onunla birlikte yol aldık. Irak’a savaş Ortadoğu’da öylesine büyük bir yangın başlatacak ki, teröre karşı savaş kontrolden çıkacaktır. Amerika’ya yeni terörist saldırılar kaçınılmaz olacaktır. Hadi, Saddam Hüseyin’i bölgedeki dengeleri bozmadan tahtından indirdik diyelim, yerine başkasının geçirilmesi daha mı iyi olacaktır? Irak’ta çoğunluk olan Şiiler, ideolojik ve dinsel olarak İran’a bağlıdır. Bu grubun Irak’ta yönetime gelmesine izin vermek, stratejik olarak gerekli petrolün tam tepesinde oturan İran’la fundamentalist bir ideolojik bağ oluşturacaktır. Irak nüfusunun %23’ünü oluşturan 128 Kürtlerin de yönetime gelmesine izin veremeyiz. Kürtlerle savaşan komşu Türkler buna düpedüz izin vermez. Ritter'in Bush yönetiminin Irak'a ilişkin iddialarını yalanlayan bazı başlıklar ana hatları ile şöyleydi: Irak'ın kimyasal, biyolojik ve nükleer silah üretme kapasitesi yok edilmiştir. BM denetçilerinin 1998'de Irak'tan çekilmesine neden olan olaylar provokasyondu. Irak geçen süre içinde bu silahları yeniden üretmiş olamaz. Saddam ile El Kaide arasında bağlantı olması mümkün değildir. Irak'ta rejim değişikliği demokrasinin yolunu açmayacaktır. Savaş Ortadoğu için büyük bir tehlike oluşturmaktadır ve nükleer silah kullanımı gündemdedir. ( 204) Ritter, Bush yönetiminin tüm savaş gerekçelerini çürütmüştü, tarihe bu savaş ' işgal girişimi' olarak geçecekti. Savaş öncesi Irak'ta denetlemeler yapan, haksız gerekçelerle BM'siz savaşan ABD ile ' hala kimyevi silah bulamadınız mı ?' diye dalga geçen, Haziran 2003'de emekliye ayrılan İsveçli BM Denetçisi Hans Blix'den ve ABD ve İngiltere'nin sahte belgelerini, yalanlarını ortaya çıkartan BM'in Nükleer denetçisi, cesur yürek Mısırlı Bilim Adamı Mohamed ElBarade, bu dönemin yüz aklarıydı. Irak operasyonu sonrası Amerikan güçlerinin Irakta en az 10 yıl kalmasının gerekmesi Demokratlarca 2. Vietnam savaşı olarak niteleniyordu. Amerikan halkı 2. Vietnama hazır mı sorusu Bush'un elini zayıflatıyordu. Irak Afganistan değildi; 1991'de dünyanın 4. büyük ordusuna sahip olan Saddam 250 bin Cumhuriyet muhafızının koruması altında bulunuyordu. Ayrıca halkında Saddam'ı koruma refleksi içine girmesi, Irak savaşını bir batağa dönüştürecek gibi gözüküyordu. Önemli diğer bir konuda savaşın maliyetiydi. Bush yönetimi, 11 eylülden sonra savuma ve güvenliğe harcadıkları paralarla Amerikan bütçesindeki 4 trilyon dolarlık fazlayı bir yılda tüketmişti. 1991 savaşı Suudlara ve Kuveyte fatura edilmişti, yeni bir Irak savaşı Amerikan halkının vergi gelirlerinden tırtıklanacaktı. Nitekim 2003 yılında 350 milyar dolarlık yeni vergiler koyacaktı.. Bir nevi Clinton'un bıraktığı süper ekonomi mirası bitmişti. Bush'unda adı geçen skandallar ve batan şirketler kafalarda soru işaretleri oluşturuyordu. Bush'un savaş naralarının bu skandalları unutturmaya yönelik ortaya attığına inanılıyordu. Kuzey Amerikan halkı, Bush'un zeka seviyesini ve karizmasını yetersiz buluyordu. Bush'un Florida oyları ile tartışmalı biçimde seçilmesi 11 eylülden sonra onun bu kusurlarını unutturmuş halkı başkan etrafında kenetlemişti. Bush'un Demokratları taciz etmesinin ardından eski defterler açıldı ve Bush'un Al Gore karşısında aslında yenilgiye uğradığı, en azından tartışmalı bir başkan olduğu hatırlatılmıştı CNN'de. ABD Başkanı George Bush, Irak'a saldırı gerekçeleri konusunda Amerikan politikacılar ve halk arasında tatmin edici bulunmayınca strese girip gaf üstüne gaf yapmaya başlamıştı. Amerıkan Senatosu'nu ikna için yaptığı konuşmada savaşa karşı Demokratları ülkenin güvenliğini düşünmemekle suçlaması bardağı taşıran damlaydı. Çarpraz ateşe başlayan 'eşekler' ve ' filler', ABD içindeki bölünmeyi de derinleştirmişti. Saddam'ın Ladinle ilişkisi ve Atom bombası yapımı konusunda inandırıcı bulunmayan Bush akılalmaz bir gaf daha yapmış, aynen şunları söylemişti: Saddam benim babamı öldürmeyi denemişti Baba Bush'un 1997'de Kuveyt'i ziyareti sırasında Saddam'ın bir suikast hazırladığı ortaya çıkarılmıştı. Bu olayı savaş bahanesi olarak açıklayan Bush'la CNN dahil herkes dalga geçiyordu. Irak macerasına Bush'un babasının intikamı için mi giriliyordu? ( 205) 129 Irak Lideri Saddam Hüseyin için hazırlanan Amerikan planları, Ankara’ya pek mantıklı gelmemiş olacak ki bugüne kadar hep çekince konulmuştu. Bazıları Ortadoğu’nda Türkiye’nin politikasını politikasızlık olarak algılasada aslında Dışişleri bilinçli, ince bir politika izliyordu. Irak'ın toprak bütünlüğüne saygı temel politikaydı. Baba Bush’dan oğul Bush’a kadar geçen süreçte ABD, ‘ Saddam Korkuluğu’nu işine geldiği için devirmemişti. 11 Eylülden sonra Saddam’ı oyun dışı bırakma eğiliminin bir nedeni Suudların Amerika’daki sermayelerini geri çekme manevrasına restti. Amerikan şahinleri ve silah sanayileri ticari şantajlarda hep Saddam korkuluğunu kullanmıştı. ABD olmasa Saddam, Suudi Arabistan'a saldırırdı. Saddam'dan sonra sıranın kendilerine geleceğin asıl hedefin kendileri olduğunu Suudlular çok geç anlamıştı. Saddam korkuluk görevini başarı ile yerine getirmişti, artık ıskartaya çıkartılmalıydı. Saddam bugüne kadar Amerika’ya bölgede güç kazandırmıştı. Suudi Arabistan’da konuşlanmış Amerikan askeri güçleri varlıklarını Saddam’a borçluydu. 200 milyonluk Arap dünyasını Amerika, hemde en zengin ülke Suudların ricasıyla ülkelerine yerleşerek Saddam sayesinde zımmen esir almıştı. Körfez savaşından önce Arap ülkelerinin askeri gücü yok denecek kadar azdı. Son 13 yılda silahlanmaya yaptıkları harcama Türkiye’nin yıllık bütçesini 10 defa katlıyordu. Suud bütçesi son yıllarda açık veriyordu. Akıtılan paralar Amerikan silah sanayisini beslemişse, bunun sebebkarı Saddam’dı. Amerika, Arap ülkelerinin güvenlik güçlerini de eğiterek yüklü faturalar kesmişti. Sadece Ortadoğu değil Afrika kıtasını dahi bölgedeki üslerinden yöneten Amerika, Saddam korkuluğunu o denli mükemmel kullanıyordu ki, hiç bir Arap ülkesi ‘ Misyonun bitti, Saddam tehlikesi geçti artık evine geri dön ‘ diyemiyordu. Saddam korkuluğu, Amerika’ya olduğu kadar İsrail’e de lazımdı. Saddam’ın Kuveyt saldırısı Arap ülkelerini dehşete düşürerek bölünmüşlüğü artırırken kimsede İsrail ile uğraşacak mecal bırakmamıştı. Amerika, son 12 yılda Saddam bahanesiyle İsrail’e yılda 5-10 milyar dolar arasında resmi hibe yardımları yapmıştı. Sırf 11 Eylülden sonra İsrail'in aldığı yardım 10 milyar dolardı. 11 Eylüle kadar Saddam adeta altın yumurtlayan tavuktu. Saddam tehlikesi nedeniyle Suud, Mısır ve Ürdün istihbaratları Mossad ile işbirliği yapmıştı. İsrail-Türkiye ticaret-askeri-istihbarat ilişkisinin zirveye çıkması saldırgan Saddamlı Irak sayesinde gerçekleşmişti. Kanada’da yaşayan zengin bir bakliyat ihracatcı firma olan Gedco'nun sahibi Iraklı Haifa hanım 2002'del yediğimiz iş yemeğinde aynen şunları söylemişti: Allah adaletle hükmediyor, Araplar Osmanlıya ihanet etti, sizi arkadan vurdu, şimdi sizde İsrail ile işbirliği yaparak intikamınızı alıyorsunuz. Saddam gerçekten bu kadar güçlü müydü ? Amerika yılardır merkezi Londra’da bulunan Irak Ulusal Konseyi çatısı altında toplanan sözde Iraklı muhalifleri manen birazda madden destekleyerek Saddam’ı devirmeye çalışıyordu. Sözdeydi, çünkü bu işe ayırdıkları bütçe yıllık 250 bin doları yani merkezin büro masraflarını geçmiyordu. Yılda iki defa toplanan anlaşamayıp ayrılan muhaliflerle, Irak’ın mozaik yapısından gelen hoşgörüsüzlükle, dışarıda siyasetçilik oynamakla Saddam’ın devrilemeyeceği açıktı. Bu paranın iç edildiği gerekçesiyle yardım bir ara kesilmişti. Ne zaman silah isteseler olmaz denilmişti. Muhalifler içindeki İran sempatizanı Şiiler, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurdurmayacağı açık olan Mesut Barzani ve Celal Talabani ile Saddam'ın devrilemeyeceği ortadaydı. Bağdat merkezi ve çevresinde yaşayan Sünni Arap aşiretlerinin desteğiyle yüzde 60’ı Şii olan bir ülkede iktidarını tüm ambargolara rağmen devam ettiren Saddam’ın yerine hangi güç konularsa konulsun denge sağlanamazdı, parçalanan mozaik ülkeyi Lübnan'da 130 olduğu gibi bir iç savaşa götürürdü. Irak'ın tek parça kal masına Kürtler itiraz ederdi. Saddam sonrası Irak’ın parçalanağı aşikardı. Bu durum herkesden çok Amerika ve İsrail’in işine gelir, Türkiye’yi ise içten bölerdi. Saddam'ın ıskartaya çıkartılması görüşünü savunanlar Şahinler, 11 Eylülle Amerika’nın eline ‘terörle mücadele ‘ adı altında yeni bir korkuluk, bir oyuncak geçmiş olmasını bir şans olarak telakki ediyordu. Saddam korkuluğunun yerine konacak öyle bir kart vardı ki, müslüman dünyası başta olmak üzere tüm dünyayı esir almaya yetiyordu. AMERİKAN ASKERİNE ACI TÜRK KAHVESİ İÇİRECEĞİZ ! Amerikan medyasının bilerek ıskaladığı bir haber savaş sonrası yaşanacak Vietnam sendromunun önhabercisiydi. Saddam, Amerikan dezenformasyon saldırısına karşı propaganda için Irak Ticaret Bakanı Muhammed Mehdi Salih'i Ürdün'e göndermişti. ' Amerikalılar ülkemizi işgal ederse, nüfusun yüzde 90'ının evinde silah bulunan halkımız sokak savaşına hazırlanıyor, onları ölüm bekliyor' diyen Salih, durumu kibar biçimde ziyaretçi Amerikalılara kapımız açık, ama işgalci Amerikalılara 'acı Türk kahvesi sunacağız' şeklinde özetlemişti. Salih, her ne kadar Ürdün'e ticaret amaçlı geldiğini söylesede yabancı basınla yaptığı röportajlar gezinin Amerikalılara son uyarı niteliğinde olduğu izlenimi uyandırıyordu. Salih'in sesi ABD'ye sansürcü Amerikan medyası sayesinde ulaşamamıştı. Kanada'da yayımlanan The Toronto Star'ın muhabirinin Salih'le 16 Mart'da yaptığı oldukça tarafsız röportaj dışında Irak'ın son sesi medyada duyulmamıştı. Irak asker sayısına göre ABD, Türkiye ve Çin'in ardından dünyanın dördüncü büyük ordusuna sahipti.. İyi eğitimli, aldıkları yüksek maaş ve ücretsiz ev gibi sosyal imkanlarla moralli 100 bin Özel Cumhuriyet Muhafızlarına ek olarak geçim standardı bakımından perişan 400 bine yakın ordu direnmeye hazırlanıyordu. Saddam, 7 milyon sivile silah dağıttırarak Irak ulusal savunmasını dört cepheye bölmüş durumdaydı. Bir çeşit Kuvai Milliye haraketi hazırlığı yapılmış, savaş sonrası için uzun soluklu bir plan düşünülmüştü. Göğüs göğüse savaşta ' bir Iraklı 10 Amerikalıya bedeldir' diyen Salih, sokak savaşının Amerikalıların işgalin tamamlandığını sandıkları anda başlayacağını ifade ediyordu. Yani bombardımandan sonra savunmada kalacak içeri girmelerini bekleyecekler ve kurtuluş savaşlarını başlatacaklardı. 1.Körfez savaşında Bağdat'ı Amerikalıların ele geçirememesini Irak Özel Cumhuriyet Muhafızları güçlerinin kara savaşında Amerikan komandolarını perişan etmesine bağlayan Salih'e göre, ABD, 2. dünya savaşından sonra gerçekleşen bu en büyük savaşı savaşarak kazanamamıştı. Irak'ın belini büken savaştan sonra BM aracığıyla uygulanan amborgo sırasında 1.7 milyon Iraklının açlık ve hastalıklardan ölmesi olmuştu. ABD'nin rejim değiştirme talabinin BM normlarına, tüm evrensel sözleşmelere ve insan hakları kurallarına aykırı olduğunu vurgulayan Salih, kimsenin 'senin ülkeni işgal edip, sivillerini öldüreyim ki sonra sana kaliteli demokratik bir hayat, özgürlük getireyim' demeye hakkı olmadığını kaydediyordu. Savaşta kadın ve çocukların ölmesini istemediklerini söyleyen Salih, ABD'ye ticaret önerisinde bulunuyordu. Baba Bush ile Saddam arasında 26 Ağustos 1987 ve 17 Ocak 1990'da imzalanan 5 milyar dolarlık ticari anlaşmanın belgelerini Toronto Star muhabirine gösteren Salih, halihazırda bile petrollerini yüzde 60 oranında ABD'ye sattıklarını, geçen yıla kadar yüzde 80 oranında acil ihtiyaçları olan unu bile ABD, Avusturalya ve Kanada'dan aldıklarını belirtiyordu. Bir yıldır fazlasıyla buğday üretip halka depolatarak sivil savaşa hazırlanmışlardı. ABD'ye ' eğer daha fazla petrol 131 istiyorsanız gelin anlaşalım satalım' diyen Salih, Almanya, Fransa ve Rusya'nın tavırlarını ve Türkiye'nin savaşa direnmesini alkışlıyordu. Ecevit döneminde Türkiye'ye 40 milyar dolarlık ticaret paketi sunduklarını ifade eden Salih, Bakan Kürşad Tüzmen'le bu konu üzerinde konuştuklarını, Türkiye-Irak arasında ticaretin geliştirilmesinin Türkiye'ye ' ipotekli, kanlı' birkaç milyar dolarlık Amerikan dolarından daha fazla yarar sağlayacağını hatırlatıyordu. Amerikalıların yüreğinin çok sayıda askerlerinin ölmesine dayanamayacağını, kendilerinin ise İran savaşı ve devam eden amborgo sayesinde bağışıklık kazandıklarını anlatan Salih, Irak'a pek çok İngiliz mezarı bulunduğunu, eğer işgale uğrarlarsa Amerikalılar için yeni mezarlar kazmak zorunda kalacaklarının altını çiziyordu. Salih'in bu mesajları Saddam'ın son sözleri olarak algılanabilirdi. Saddam'ın en güvendiği arkadaşı olan, 20 yıla yakın süredir koltuğunda oturan bakan Salih, aynı zamanda asker olduğunu, her Iraklı gibi evini korumak için savaşmaktan çekinmeyeceğini söylüyordü. Saddam sürgüne gidecek tipde bir diktatör değildi, ciddi bir direnişe hazırlanıyordu. ' Düşmana acı Türk kahvesi ikramı' ifadesiyle Salih, 'Irak savaşı midenize oturacak' demek istemişti. Bağdat'ın bu tavrı, savaşın çok uzun geçeceğinin bir işareti sayılabilirdi. ( 206) Irak yönetimi haklı olarak olayı bir kurtuluş savaşı gibi görüyordü. Kesinlikle Saddam, Stalingrad savunmasına hazırlanmıyordu. Savaş işgalden sonra sokakta intihar saldırıları ile yürütülecekti.. Saddam, koalisyona ' hilal + intihar ' operasyonu hazırlıyor, hala ' O ölü ' diyorlardı... Cepheden bildiren muhabirlerinin verdiği haberlerin yalanlanmasından 24 saat geçmeden yeni bir uydurma, asparagas haber servise giriyor, yüzleri hiç kızarmıyordu. Irak savaşında Batı medyasının düştüğü içler acısı, kaypak durum ibret vericiydi. BBC ve CNN, en fazla güven kaybına uğrayan yayın organı oldular. Umm Qusr kentinin ele geçirilmesini 3 gün önce haber vermeleri, 8 bin Iraklının esir edilmesi hikayesi, Iraklıların olmayan kimyasal silah labaratuvarının bulunması, Basra'da Şiilerin direnmeyerek koalisyon güçlerinin yanında Saddam'a karşı savaşması, Tarık Aziz'in kaçması, Saddam'ın öldüğü hergün Irak Tv'sine çıkanın sahte olduğu safsatası veya Akdeniz'de turistik bir yerde tatil yapıyor iddiası, ölü ve yaralı sayısında verilen yanlış rakamlar, Iraklıların rehineleri öldürdüğü haberi daha niceleri hep yalan, yalan, yalandı... Kanada'nın CBC Tv'si her gün gece yayımlanan özel bir bölümde yeni yalanları ve gerçekleri ayırtetmekten bitap düşmüştü. Gazetecilik mesleği iki paralık edildi, artık Batılı gazeteciler kendi devlet organlarının verdiği bilgilere güvenmiyordu. Batı toplumu gazetecilere, medyaya itimat edemez oldu. Saddam, Bağdat sokaklarında halkla kucaklaşıyor, arka fonda duman tüten manzara savaştan sonra çekim tarihini anlatıyor, ama Amerikalılar hala inkar ediyordu. Pentagon ve Umman'da düzenlenen basın toplantılarında, çanak soru soran gazetecilerin soruları propaganda amaçlı geniş yanıtlanıyor, zor soru soranlara yuvarlak net olmayan cevaplar veriliyordu. Saddam, müslümanların klasik ' hilal' taktiğini uyguluyor, yani düşmanı içeri çekip merkezi zayıf gibi gösteriyordu, daha sonra ortada kalacak düşmanı sokak savaşı taktiği ile vuracaktı. Bağdat'da direnişle karşılaşmayan, 100 bin Cumhuriyet Muhafızını ortada göremeyen koalisyon güçlerini uzatmalı ' hilal' taktiği sürprizi bekliyordu. Pentagon, bu taktiği Saddam'ın kontrolü kaybetmesi, askeri uzmanlar ise bombardımanda Cumhuriyet Muhafızlarının etkisiz hale getirilmesi şeklinde yorumladı. Bir savaş yalanı daha ellerinde patlayacaktı. SAVAŞIN ANATOMİSİ 12 Eylül 2002 tarihindeki BM Genel Kurulu'na konuşan Başkan Bush, Irak'ın 132 silahsızlandırılması için BM'nin harekete geçmesini istedi ve aksi takdirde 'ABD, Irak'a harekat konusunda tek başına hareket etmeye hazır' dedi. Bu da BM'de bütün dengeleri bozacaktı. Fransa ve Almanya ABD'li Şahinler'e karşı birleşti. İki ülkenin lideri Irak'a yapılacak operasyonun teröre karşı uluslararası koalisyona zarar vereceğini açıkladılar. Rusya, Irak'ın vurulmaması için çalışıyordu. 2002 Aralık'ında daha önce Irak'a karşı saldırıya karşı çıkan Almanya'dan farklı bir ses yükseldi. Almanya Dışişleri Bakanı Fischer, BM'nin kararı halinde savaşa onay verebileceklerini söyledi. Ama hükümetin Yeşiller kanadı buna sert tepki gösterdi. Irak'a yönelik savaşta üslerini ve hava sahasını Amerikan güçlerine açmayacağını belirten Suudi Arabistan 2002 Aralık'ında kararından döndü ve Washington'a özel güvence verdi. 30 Aralık 2002'de canlı kalkan olarak Irak'a gidenlere önderlik eden ABD'li asker Kenneth Nichols basının gündemindeydi. Körfez Savaşı'nda Irak ordusuna karşı savaşan madalyalı asker Kenneth Nichols saf değiştirmişti. Kenneth bu kez Saddam'ı, ABD füzelerinden korumak için kendini fedaya hazır gönüllülerin başında Bağdat'a gitmişti. 10 Ocak'ta, ABD füzelerin Irak'taki ilk hedefi olacak tesislere yerleşecek Nichols ve gönüllüler, Londra'dan yola çıkmıştı. Amsterdam, Brüksel, Paris, Zürih, Milano ve Saraybosna güzergahını izleyerek yeni gönüllüler toplayacaklardı. Canlı kalkanların son durağı İstanbuldu. Canlı kalkanlara Türkiye'den iş kadını Sema Küçüksöz, AKP Kurucular Kurulu Üyesi Fatma Bostan Ünsal'la birlikte 24 kişi daha katıldı. ABD vatadaşlığından çıkan ve 'Irak halkına kendimi affettireceğim' diyen Nichols, M silah denetçilerinin kritik raporu sunduğu 27 Ocak 2003'ten 3 gün önce Bağdat'a ulaştı. 2002 Mart'ında Saddam, Irak'ı silah denetçilerine açma mesajı vermişti. 2 ay süren denetlemelerden sonuç alınamamıştı. Irak'ın BM'deki Büyükelçisi Muhammed Alduri 'Silah denetçilerine izin versek bile bir şey değişmeyecek. ABD saldırmaya kararlı' diyordu. Saddam'ın, silah denetçilerine izin verse bile silahların özel laboratuvarlar, başkanlık sarayları, fabrika ve mobil aralarda saklı olduğu, bu nedenle denetimin zor olacağından söz ediliyordu. Irak harekatı için geri sayım başlaken, 2002 Ocak tarihli haberlerde Saddam'ın ABD saldırısına karşı silahlanmaya başladığı öne sürülüyordu. Saddam'ın ABD'nin Hayalet Uçakları'nı tespit edebilen Tamara radar sisteminden 2 tane ele geçirdiği öne sürülmüştü. Rusya'dan silah alınmış, Rus uzmanlar getirilmişti. Ortadoğu'ya Amerikan ve İngiliz yığınağı sürüyordu, ama rakamlar ABD'nin Irak tehdidi konusundaki iddialarının tersini söylüyordu. Bu rakamlara göre Körfez Savaşı'nda 100.000 asker kaybeden Irak'ın askeri gücü son 10 yılda çok gerilemişti. .2002 Temmuz'unda başlayan savaş senaryoları Hüseyin'i devirme operasyonunu yapıp yapmamayı değil; askeri harekatın nasıl olacağı şeklinde gelişmişti. ABD'li uzmanlar klasik bir savaşın gerektirdiği 250.000 askeri, bölgeye sevketmenin çok zaman alacağını belirtiyor ve 50.000-75.000 askerin katılacağı orta boy bir strateji geliştirmeye çalışıyorlardı. 2002 Aralık'ında artık Pentagon'un savaş planı hazırdı. Askeri birliklere 'Yola çık' emri veren Pentagon'un planına göre, operasyonun hedefi Saddam ile 40 kişilik yakın çevresini yok etmekti. Bağdat Cumhuriyet Muhafızları karargahı, Genelkurmay binası, Cumhuriyet Muhafızları üssü, Füze Geliştirme Merkezi ve Biyolojik Silah Fabrikası vurulacaktı. ABD Başkanı Bush'un 17 Mart'daki halka sesleniş konuşmasını değerlendiren uzmanların ilk yorumu Bush'un Amerikan halkına değil, Irak halkına seslendiği yönündeydi. 'Saddam ve oğluna çek git' diye ültimatom veren Bush, Irak halkına ve ordusuna ise, ' paşa paşa teslim olun, aman ha petrol tesislerini yakmayın;( zaten onun için- pardon) size demokrasi, özgürlük getirmek için geliyoruz ' deyiverdi. Uzmanlar, ' herhalde Bush, 48 133 saatlik ültimatomun sonunda Amerikan halkına seslenecek' tahmininde bulundu. Bush Irak'ı artık kendi malı olarak görüyordu, kendi halkına seslenmesine ihtiyaç yoktu.. Barış umudu sona ermişti. Bush'un konuşmasına göre, Irak, 1991'den beri BM kararlarını ihlal ediyor, terörü destekliyor, tehlikeli silahlarından arınmıyordu. Baba Bush, Saddam'a 12 yıl önce ' Kuvey'den çek git' demişti; oğlu Bush ise Saddam'la yetinmeyerek oğlunu da hedef gösterirken bu sefer kendi ülkelerinden kovuyordu.. Kuveyt'den çıkmayan ve savaşla çıkarılan Saddam'ın 500 bine yakın bir orduya sahip olduğu vatanından bir ültimatomla çıkacağını kimse beklemiyordu. Bush'un Saddam'ı her fırsatda 11 Eylül faciasının sanki faili gibi göstermesi, sanki ElKaide ile ortaklık kurmuş gibi lanse etmesi tam bir illüzyon olayıydı. ABD halkının çoğunluğu artık 11 Eylül olayının failini Saddam sanıyor, kayıplara karışan Ladin ikinci planda kalıyordu. Bush'un konuşmasında Amerikan halkını ilgilendiren tek bilgi ' Merak etmeyin terörist saldırılara karşı olağanüstü güvenlik önlemleri aldık. Allah, ABD'yi korumaya devam edecek' şeklindeydi. Savaşın başlama tarihinin Irak'taki gazetecilerin tamamen çıkması için iki gün daha geciktirilmişti. 300'e yakın gazeteciden çoğunun televizyon ekipmanları ile Bağdat'da olması ülkeden hemen çıkmalarını güçleştiriyordu. CBC muhabiri,' Bush'dan ' milyon dolarlık cihazları taşımamız için cuma gününe kadar zamana ihtiyacımız var' talebinde bulunmuştu. ABD'nin A planı Türkiyeli kuzey destekli savaş, TBMM'nin 1 Mart'da asker tezkeresini reddetmesinden sonra iptal edilmiş, B planı devreye sokulmuştu. TBMM'nin ABD'nin A planına gösterdiği ' Kırmızı Kart'ın ilk faturası sanıldığı gibi Türkiye'ye değil ABD'nin savaş bütçesine çıktı. Körfezde konuşlanmış 250 bin Amerikan askerinin günlük harcaması 2 milyar dolar civarındaydı. Ankara'nın tezkereyi çıkarmaması sonucu savaş bir ay gecikmeli başlamıştı. ABD, 50 milyar dolarlık bir gecikme faturası ile karşı karşıyaydı. B planı konusunda Amerikalılar isteksizdi. Kuzey cephesi olmadan savaşa başlamak riskliydi. Amerikalılar, Türklerin onurunu kırmaktan bin pişmandı. Washington'da 'keşke Ankara'nın siyasi ve askeri endişelerini anlayabilseydik, meseleyi sadece para konusuna indirgeyip Türkleri ' satılık Ortadoğulular' olarak görmeseydik' özeleştirisi yapılıyordu. Amerikan ABS televizyonunda iki cumhuriyetçi senatör, Almanya ve Fransa'nın Washington büyükelçileri, yerli ve yabancı diplomatlar, gazeteciler ve halkın katıldığı tartışma programında Irak savaşı masaya yatırılmıştı. Bölgede 200 bin değil 250 bin Amerikan askerinin yerleşik düzene geçtiği ve her gün 2 milyar dolara yakın harcamaya neden oldukları açıklanmıştı. 2. dünya savaşından sonra Almanya'da 38 bin Amerikan askerini 50 yıla yakın süredir beslediklerini hatırlatan Amerikalı senatörler, Irak savaşından sonra bu ülkede 250 bin askerin tamamının kalmayacağını, tahminen bu rakamın Almanya'da konuşlandırılan kadar olacağını tahmin ediyordu. Bush'un kullandığı dini referanslar anlaşılan tüm Amerikalıları etkilemiş, konuşmacılar Saddam için kullanılan ' Şeytanın baltası' ifadesisini kullanıyordu. Bir milyondan fazla masum insanın katili olan Saddam, Hitler ile benzeştirildi. Fransa'nın tepkileri 1930'larda Hitler tehlikesini görememe sendromu ile izah ediliyordu. Bu arada Kuzey Kore'nin nükleer silah programını meydan okurcasına başlatmasına rağmen Irak üzerinde yoğunlaşılması tartışmanın ana konularından biriydi. Dünyada 20'den fazla ülkede nükleer silah vardı. Kaç ülkede biyolojik silah olduğu bilinmiyordu. Çünkü üretmesi çok kolaydı. ABD, yeni bir savaş gerekçesi icat ederek, gelecekte Çin, Rusya ve Almanya gibi potansiyel süper güçlere koz vermiş oluyordu. Son 50 yılda yüzden fazla irili ufaklı 134 savaş çıktığını belirten Amerikalılar, hiç birinde BM'nin etkili olamadığını, savaşı ilk başlatana gerekli yaptırımları uygulatamadığını savunuyordu. Bu nedenle ' haksız, meşruiyeti olmayan savaş' söylemi Washington'a ' vız gelip tırıst ' geçiyordu. Almanya, Rusya ve Fransa'nın muhalafeti BM Güvenlik Konsey'inden ikinci bir karar çıkartmalarını imkansız kılmıştı. Eğer savaşmadan dönülürse Saddam'ın ' Nelson Mandela'dan daha meşhur bir kahraman olarak bölgede yerini perçinleyeceğinden dem vuran Amerikalıların asıl korkusu eli boş dönmekti. İlk Körfez savaşının faturasını başta Suudi Arabistan ve Kuveyt olmak üzere Arap ülkelerine çıkartan ABD'nin hedefi ikinci Körfez savaşının faturasını Irak'a kesmekti. Bunu da Irak petrollerine el koyarak yapacaklardı. Irak'da rejim değişmezse fatura sadece ABD'ye kalacaktı. Bu nedenle savaş olmayacak diye umutlananlar yanıldı. Amerikan emparyalizmi ve kapitalist anlayışı eliboş dönmeyi kitaplarından silmişti. Savaşın gecikmesi maliyeti artırıyor, Irak'ın ödemesi hesap edilen fatura bu bağlamda gittikçe kabarıyordu. Ankara'nın savaşın kaçınılmazlığını görerek yeni bir tezkere gündeme getirmesi uzak ihtimal değildi. TBMM'nin 1 Mart ret kararının ardından ABD'nin eleştirilerine maruz kalan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün konuşması, askeri, hükümeti ve TBMM'yi zan altından kurtarması bakımından yerindeydi. Askeri ve siyasi paketlerde Türkiye'ye yeterince günce verilmemiş, paketler hiç bir zaman imza aşamasına gelmemişti. Eğer kuzey cephesi açılacaksa dünyanın en büyük ikinci ordusu olan Türk ordusunun bölgede birinci askeri güç Amerikan ordusuna ihtiyacı yoktu. TSK'nin ' Kürtlere biz silah verip, toplayalım ve yönetelim. Bölgede iki büyük Kürt grubunun 55 bin civarında Peşmerge gerillası var, onlar savaşsın; Türk ordusu Musul ve Kerkük üzerinden Bağdat'a kadar yürüsün Kerkük Türk askerinin denetiminde olsun ' önerileri reddedilmişti. ABD, kuzey cephesinin savaş maliyetini ekonomik pakete ek olarak Türk ordusuna ödemekte cimri davranmış ve ikili oynayarak Kürtlere başka Ankara'ya başka konuşmuştu. Türk ordusuna sadece 20 kmlik tampon bölgede bekleme teklifi yapılmış, resmen hakaret edilmişti. 22 Mart'da başlayan hava saldırısında akıllı füzelerin hedefini şaşırması, Rusların gizli desteğine bağlanmıştı. Nisan ayında ilk Amerikan tankları Bağdat'a girip 1 Mayıs günü, Bush, "Savaş bitti" diye ilan ettiğinde, ABD'nin Irak konusuna yaklaşımını olumlu bulan Amerikalıların oranı yüzde 80'di. Saddam'ın heykeli yıkılmış ve Washington'a göre Iraklılar bayram etmişti. Şiilerin Amerikalılaraı şeker, çicekle değil silahlı çatışmaya girerek karşılaması savaşın ilk sürprizlerindendi. Kuşkusuz en büyük sürpriz Saddam'ın Bağdatı tek kurşun atmadan teslim etmesi, 100 bin Cumhuriyet muhafızının buharlaşmasıydı. Daha bir yıl geçmeden ABD'nin verdiği kayıplar hemde çoğu savaş sonrası gerilla savaşında olmak üzere Vietnam'da ABD'nin 1961-1964 arasında kaybettikleri 500 ölü rakamını geçince herkes Irak'ın Vietnamlaşmaya gittiğini keşfetti. Vietnam sendromu yaşanıyordu. Amerikalılar Vietnam savaşında olduğu gibi gerçek ölü ve yaralı sayısının gizlendiğini düşünüyordu. Rus Lider Putin, Irak'ta ABD'nin Sovyetlerin Afganistanda düştüğü bataklığa düştüğünü belirtiyordu. ABD, 1961-1975 arasında devam eden Vietnam savaşında 58 bin asker kaybetti, yaralı sayısı ise 200 bine yakındı. Sürekli ölen ve yaralananlar yenileri ile takviye edilmişti. Bir milyondan fazla çoğu sivil Vietnamlı öldüren Amerikalılar kimyevi silahlar kullanmaktan kaçınmadılar. Gerilerinde harabe bir Kuzey Vietnam bırakarak evlerine döndüler. Vietnamda dehşeti yaşayanlarda Vietnam Sendromu denilen bir travma kalıcı oldu. Hollywood'un film endüstrisi dışında ABD Vietnamdan tek kuruş kazanamadı. Vietnama 135 Sovyetler ve Çin yardım etmişti. Irak'ın Vietnamlaşması için dış desteğin olması şarttı. İnanırlığını kaybeden, kibirli ABD'nin burnunu sürtmek isteyenler için Vietnamlaşmaya doğru giden Irak bulunmaz bir fırsat gibi gelebilirdi. BUsh, bu nedenle intihar saldırılarını dışarıdan yardıma gelen 5000 intihar komandosu ile açıklıyor, Suriye ve Suudi Arabistan'ı suçluyordu. Bush'a destek cenazelerin Amerika'ya akını ile yüzde 42'ye düşmüştü. Altı ayda müthiş bir düşüş yaşanmıştı. Halkın yüzde 55'ten fazlası Bush yönetiminin savaş-sonrası tavrını onaylamıyordu. Kadınlar, azınlıklar, liberaller ve Cumhuriyetçi Parti tarafından dışındakilerde bu oran çok daha yüksekti. Araştırmayı yapanlar, "Üç yıl sonra durum ne olur?" diye de sormuşlar insanlara ve her on kişiden sekizi, "Kayıplarımız bugünkünden ya farksız olur, ya da daha fazla" demişti. İnsanlar Vietnam'da uzun yıllar kalındıktan sonra kafalarına 'dank' eden gerçeği şimdiden görebiliyor diye Bush ve çevresi Vietnam benzetmesinden bu yüzden rahatsız oluyordu. Atlanta'daki Emory Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Merle Black, "Kayıp oranı Bush'un yeniden seçiminde kritik nokta" diyor ve ekliyordu: "Hergün yeni bir olumsuzluk yaşanıyor. Bu böyle devam ederse, Bush'un seçim şansı tehlikeye girer..." Bush ve etrafı çevreyi Irak'ta ölen askerlerin ABD'ye gelen tabutlarının televizyonlarda gösterimini yasaklamakta buldu. Vietnam Savaşı'nda yıllar sonra varılan bilince, Amerikan halkının, Irak'ta, savaş daha ilk yılını bile doldurmadan ulaşmıştı. Amerikan halkının bıkkınlığı ve rahatsızlığı İngilizlerde daha da fazlaydı; orada kamuoyu müthiş bir hızla karşı cepheye geçiyordu. ABD medyası ölen Iraklı sivilleri hiç göstermedi; sadece Saddam'ın öldürülen oğulları Uday ve Kusay'ın dehşet verici görüntüleri propaganda amaçlı yayımlandı. Uluslararası insan hakları örgütlerine göre 200 bini aşkın Iraklı tutuklanarak sorgulandı. Halen kamplarda ve cezaevlerinde 12 bin Iraklı bulunuyordu. Ülkede istikrar sağlanamadı ve kanlı olaylar sürüp gitti. Başta Bağdat olmak üzere ülkenin hemen hemen tüm kentlerinde su ve elektrik problemi devam ediyordu. Kız kaçırma, cinayet, hısızlık ve benzeri adi suçlarda inanılmayacak düzeyde artış vardı Hepsinin nedeni işsizlik, yoksulluk ve umutsuzluktu. Fiili bir yabancı işgali yaşayan Irak'ta. devletin tüm kurumları ortadan kaldırılmış durumdaydı, 9 milyonu aşkın işsiz bulunmaktaydı. Amerikalılar bu işsizler arasında kendilerine hizmet edecek bol miktarda işbirlikçi buluyordu. Üstelik bir çok parti, grup ve örgüt Amerikaya hizmet etmeyi peşinen kabul etmişti. Amerikalıların Şiilere, Kürtlere ve diğer gruplara fazla yanaştıklarını gören eski Baasçılar bu kez 'kıraldan fazla kıralcı olarak' Amerikalılara hizmet etmek için yarışmaya başlıyorlardı. Amerikalılar da onların bu hizmetlerini karşılıksız bırakmıyordu. İşte böyle bir oluşumda Amerikalılar önce Saddam'ın 40 yandaşını ele geçiriyor daha sonra iki oğlu ve torununu öldürüyordu. 13 Aralık'da da Saddam böyle bir oluşumun sonucu olarak ele geçiriliyordu. Amerikalılar eski Irak ordusu ve istihbarat elemanlarının büyük bölümünü yeniden işbaşı yaptırmaya başlamıştı. Aynı şekilde eski polisleri topluyor, bunlara 50-100 dolar arasında maaş vererek herşeyi yaptırıyorlardı. CIA, Mossad'dan da yardım alarak giderek ve artan sayıyla Irak'ta yayılıyordu. Amerikalılar sık sık topladıkları aşiret reisleri ile din adamlarına 'Amerikan demokrasisi'nin yararlarını anlatıyorlardu. Tabii bu arada gelenlerin de ceplerine bir miktar harçlık bırakmayı da ihmal etmiyorlardı! İşgal psikolojisinde yaşayan sivil halkın ruhları esir alınmıştı. (207) Irak’ın dış borçlarına gelince; bu ülkenin bugün anapara ve faiziyle birlikte en aşağı 125 milyar dolar civarında dış borcu vardı. Bu 125 milyar dolar borcun 40 milyar doları 136 ‘Paris Kulübü’ denen 19 alacaklı Batı ülkesine, geriye kalan kısmı da çeşitli Arap ülkeleri ve bunların dışında kalan ülkelereydi. Borçların tasfiyesi ile ilgili komisyonun başına Bush, en güvendiği adam, aile avukatları eski dışişleri bakanı James Baker'ı getirmiş, itibarını, ağırlığını ve farkını konuşturan Baker, Irak’ın borçlarının tasfiyesi konusunda hemen başarılı adımlar atmaya başlamıştı. Baker, 'alacaklarınızı unutun' diplomasisi izliyordu. FBI, Saddam'ın Fransa, Almanya, İsviçre ve İtalya'da başka isimlerde bankalara gizlice transfer ettiği 40 milyar doların peşindeydi. SAVAŞ SONRASI IRAK BALONLARI İlk balon çıkan iddiaya göre; Saddam'ı, oğullarını ve üstdüzey Baas Parti yönetimini CIA, Libya'da yapımı biten Saddam kentine kaçırmıştı. Canlarını kurtarmaları karşılığında Irak'ı teslim etmeleri için arabuluculuk yapan CIA, eski ' sadık elemanı'nı koruyarak vefa gösterirken, daha fazla Amerikan askerinin ölmesini de engellemiş oldu. Iraklılara liderinizi satın aldık, direnmeyin mesajı fısıltı gazetesi ile verilmişti. Koca bir balondu. Saddam'ın neden hemen ABD ile anlaşıp kaçmayarak binlerce insanın ölümünü seyretmeyi tercih ettiği Batıda asıl merak edilen konuydu. Biraz 'Narkizm', yani kendini beğenmişlik, birazda Arap dünyasında giderayak ' Kahraman' olmak, ABD'ye direnmiş sözde ' Efsanevi Lider' olarak zihinlerde iz bırakma isteği olarak değerlendiriliyordu. Ancak Saddam'ın petrol kuyularını yaktırmaması, sadece göstermelik yakılan birkaç kuyu bir anlaşma mı var söylentisine neden olmuştu. Saddam yönetimi ve 100 bin Cumhuriyet muhafızının Almanya'ya kaçırıldığı balon çıkan iddialardandı. Kuzey Amerika medyasında, 'Irak'a demokrasi gelebilir mi?' sorusu en revaçta meseleydi. Tek cevap vardı: Gelemez. Sebep basitti: Yıllardır bu kültürden uzaklar. Çabuk zafer, ABD’nin dünya hakimiyeti hayallerine yeni bir güç kazandırdı, ancak petrol bölgesinin yeniden paylaşımında söz sahibi olmak isteyen diğer büyük güçlerin işe karışmasıyla, kaçınılmaz olarak yeni savaşlar ortaya çıkabilirdi. Türkiye modeli tartışmaları medyada masaya yatırıldı. Türkiye'de parlamento olmasına rağmen hala 5 generalin sözünün daha fazla geçtiğini ifade eden siyaset yorumcuları, Irak'ta bu kadarının bile hayal olduğunu savunuyordu. Türkiye yerine ABD, Ortadoğu'da Arap ülkelerine örnek olacak yeni bir ' mutlu sömürge halkı' tablosu çizmeliydi. Çünkü Arap ülkeleri, değil model almak Türkiye'nin müslüman olduğunu bile sorguluyor, laiklik anlayışını dinsizlik olarak görüyorlardı. ABD, kendine sadık bir CIA kölesi daha bulmalıydı. Irak halkına petrol servetinin tozunu bile koklatmayacak bir diktatör gerekliydi. Ortadoğu uzmanı gazeteci-yazar Robert Fisk, Saddam ve Baas yönetim kadrosunun Beyaz Rusya ormanlarına kaçırıldığını ortaya atarak başka bir balon üfürmüştü. Fisk, Irak petrollerini kimseye koklatmaya kararlı olan ABD'den pay kopartabilmek için Rusya'nın Saddam'ı PKK elebaşı Öcalan gibi koz olarak kullanacağını ileri sürüyordu. Fisk, savaş başlamadan 7 hafta önce Irak Baas Partililerin saklanabilecekleri en yerin yolsuzluğun dizboyu olduğu, karanlık mekanları ile meşhur başkent Mink olduğunu yazmıştı. O sıralarda Lübnan'da yayımlanan Es-Safir gazetesinde Eski Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Milosevic'in yakın arkadaşı Beyaz Rusya Devlet Başkanı Lukashenko'un Saddam'ın oğlu Uday'ı Minsk'de ki satranç yarışmasına davet ettiğini belirten Fisk, Tarık Aziz, Ramazan, ve Sahaf gibi Baas yönetimi için Beyaz Rusya ormanlarının iyi bir devlet misafirhanesi olduğunu kaydediyordu. Irak savaşı başlamadan önce Rusya ve Fransa amborgodan sonra geçerli olmak üzere 70 milyar dolarlık petrol anlaşması imzalamıştı. ABD ve İngiliz işgaliyle havalarını almakla 137 kalmadılar; Washington pişkin pişkin Irak'ın yeniden yapılandırılması için verdiğiniz borçların iadesini unutun diyor. Rusya Devlet Başkanı Putin, bu nedenle harakete geçerek Saddam ve yönetimini korumasına aldı. Bir zamanlar Türkiye'nin Suriye'yi tehdit ederek Öcalan'ı kaçmaya zorladığını ve nihayet Kenya'da ABD tarafından Türkiye'ye bir bedel karşılığı teslim edildiğini hatırlatan Fisk, Öcalan gibi Saddam'ın paket tesliminin ABD'ye bedelinin Irak petrolleri üzerinde imzaladıkları önceki anlaşmaların geçerliliğini koruması olacağını ifade ediyordu. Savaş devam ederken Bağdat'a düşen bombaların seri numarısını dahi haber yaparak Washington'u çıldırtan Fisk'in The Independent'de yer alan 15 Nisan tarihli ' Why Syria Is in America's Gunsights ' başlıklı yazısının aslında ana teması, ABD'nin İsrail'in düşmanlarına saldırmak için inandırıcı olmayan her türlü bahaneyi ürettiğini konu alıyordu. İsrail Başbakanı Arıel Şaron'un ' Suriye dünyada terörün merkezidir' açıklamasına dikkat çekerken, şu çifte standartların altını çizmiş: İsrail'de nükleer ve kimyevi silah olur, ama İran, Irak ve Suriye'de olamaz. Amerikan askerlerini kimyevi silah saldırısına karşı gaz maskesi takarsa bu elzemdir, Iraklılara Suriye'nin gaz maskesi vermesi suçtur. Filistin'e karşı ABD'den gelip İsrail'in yanında saldırı düzenleyenler gönüllüdür, ABD karışmaz; Irak savaşında Suriye'den geçerek yardıma giden Fas, Cezayir gibi Arap ülkelerinden gelenler ' terörist' damgası yer, fatura Suriye'ye çıkartılır. İsrail'in Filistin'e attığı bombalara, füzelere BM ses çıkartmaz, Suriye geri çekildiği Güney Lübnan'a kazara bir füze atsa suçludur, savaş açmak gerekirdi. İsrail diyorki, Suriye Hizbullah'a 10 bin tane füze verdi, Şam, Tel Aviv'i yok edecek. Fisk, iki haftada bir gittiği Lübnan'da 10 bin füzeye dair ipucu bulamamıştı. Tabii ki, Irak savaşını başlatmak için Bush'un hiç sıkılmadan halka sesleniş konuşmasında söylediği Saddam'ın 11 Eylülü düzenlediği iddiası savaşın en büyük balonuydu. İsrail kimi yok etmek istiyorsa bahane hazırdı:Kimyevi silahı var. Irak tamamsa sıra Suriye'de sonra İran, belki Suudi Arabistan, ardından Libya ve gelsin sıradakiler. En fazla kimyevi silah Libya'da vardı. Oysa Kaddafi, Lockerbei faciasınının mağdurlarına tazminat vererek ve Araplıktan istifa ederek yeni dönemde ABD'nin yardımıyla ülkesine uygulanan yaptırımları kaldırmayı başarmıştı. Medyada yalanlar dolaşmaya devam ediyor diyordu Fisk. Güya Tarık Aziz Saddam ailesinden olan eşiyle Lübnanda tatildeydi. Bu olmadı, mutlaka Suriye'ye sığınmıştı. Suriye Baas Partisinin eski maliyeleştiricilerinden Christian Michel Aflaq'a göre Saddam ve Irak Baas yönetimin arası uzun zamandır oldukça limoniydi, en son sığınacakları yerdi Suriye; ayrıca güvenli değildi. Irak eski Enformasyon Bakanı Mohamed Al-Sahaf'un Şamda olduğu da tabi ki yalandı. Irak dışına arananların hiçbiri çıkmamıştı. Birer birer arananlar yakalanınca ortaya çıktı. Fisk soruyordu: ABD suç binada ettiği, uğruna ülkeler işgal ettiği adanmları kasten mi yakalamıyor? Hani nerede Üsame Bin Ladin, Molla Ömer, Bosna'daki katliamlarım sorumlusu Sırp katiller Messers Karadjic ve Mladic.( 208) SADDAM NASIL YAKALANDI ? 13 Aralık 2003 Pazar sabahı tüm dünyanın gündemine Saddam'ın yakalndığı haberi bomba gibi düşmüştü. İddiaya göre Hüsyein, Tikrit'de bir çukurda ele geçmişti. Fakat MOSSAD, Saddam'ın 2003 Temmuz'unda yakalandığını ileri sürerek Saddam'ın yakalanışını gizemli hale getirdi. İsrail İstihbarat kaynakları Saddam'ın geçtiğimiz Temmuz ayında yakalandığını ima etti.28 Temmuz'da yapılan operasyonla ilgili İngiliz gazetelerine bilgi sızdıran MOSSAD, Saddam'ın yakalandığına dair bazı ipuçları verdi. 138 MOSSAD kaynaklı haberlerde Saddam'ın sakal bıraktığı özellikle vurgulanırken, gazeteye Saddam'ın sakallı resimleri gönderildi. Saddam'ın yakalandığı haberlerini seçim kozu olarak kullanmayı düşünen Bush yönetimi, bilginin medyaya sızdırılması üzerine fikir değiştirdi. Gizli servisler inanılmaz bir savaş içindeydi. İddiaya göre Saddam Hüseyin Cumartesi akşamı yakalanmadı. Saddam geçtiğimiz Temmuz yakalandı. Bush yönetimi Saddam'ın yakalanmasını seçim kozu olarak demokratlara karşı seçim kozu olarak kullanacaktı. İsrail istihbaratı aşama aşama bilgiler sızdırarak Bush yönetimini Saddam'ın yakalandığını seçimlerden bir ay önce açıklamak zorunda bıraktı. İddianın perde arkasında yatan gerçekler şunlardı:. ABD ordusu, Uday ve Kusay kardeşlerin öldürülmesinin ardından Saddam Hüseyin'in veliahtı konumuna gelen, Saddam'ın üçüncü oğlu Ali'nin peşine düştü. Saddam Hüseyin'in Suriye kökenli ikinci karısı Samira Şahbandar'dan 16 yaşında Ali Hüseyin adında bir oğlu vardı. Saddam, Ali Hüseyin'e veliahtı gözüyle bakıyor. Bir gün tekrar Irak'ın başına geçeceğine inanıyordu. ABD Genelkurmay Başkanı General Myers, Ali Hüseyin'in öncelikli olarak yakalanması konusunda, Saddam Hüseyin'in yakalanmasından sorumlu 'Task 20' gücüne bizzat talimat verdi. Task 20'nin Bağdat'ın Mansur semtini ve 4. Piyade Tümeni'nin Tikrit kenti çevresindeki çiftlikleri hedef alan operasyonlar düzenlemeye başladığı tarih temmuz ayının ortalarıydı. İsrail istihbaratına yakınlığıyla tanınan Debkafile adlı internet sitesi 28 temmuz tarihinde ABD askerlerinin, Mansur'da bir eve düzenledikleri baskında yoldan geçen 10 sivili öldürdüğünü duyurdu. Operasyonun hedefi Saddam ve oğlu Ali idi. Operasyon'da Saddam Hüseyin ele geçirildi. Saddam'ın oğlu Ali ise yanında yoktu. Çünkü Suriye'deki akrabalarının yanındaydı. Amerika'nın karşı istihbarat servisi yanıltıcı bir bilgi sızdırdı. İngiltere'de yayımlanan Independent gazetesinin Bağdat'ta bulunan muhabiri Robert Fisk'in kulağına; 'Saddam Hüseyin'i yakalamayı saplantı haline getiren ABD'nin başarısız baskını, can pazarına dönüştü' bilgisi sızdırıldı. Bu haber gazetede aynen yayınlandı. İsrail istihbaratı dezenformasyona The Sun gazetesinden cevap verdi. İngiltere'de yayımlanan The Sun Gazetesi'nin haberine göre, köşe bucak saklanan devrik lider, kendisi gibi ABD'nin arananlar listesinde bulunan El Kaide Lideri Usame bin Ladin'e benzedi. Gazeteye göre, Saddam'ın sakal bıraktığına yönelik bilgiyi geçtiğimiz günlerde Tikrit'teki baskınlarda tutuklanan yakın korumalar verdi. Musul'daki baskında ölü ele geçirilen oğulları Uday ve Kusay da tanınmamak için sakal bırakmıştı. The Sun, bilgisayar yardımıyla Saddam Hüseyin'in sakallı halinin nasıl olacağına dair bir fotoğraf da yayınladı.Saddam'ın ekrana yansıyan görüntülerinde sakallı olduğu görülüyordu. The Sun ciddiye alınacak bir gazete değildi ancak mesaj yerine ulaşmıştı. Mossad'ın Kuzey ırakta görevlendirdiği ajanlarından ikisi Musul kaynaklı bilgi sızdırdı. Bunlardan biri yahudi asıllı Kürt Taksici Abdulkerim Şawat, diğeri ise Kuruyemişçilik yapan Abdulsahaf Kerim'di. 4 eylül perşembe günü şu bilgiler yankılandı. : 'Saddam Hüseyin'in çocukları öldürüldükten sonra delirdi. Sakal uzattı, deli divaneler gibi dolaşıyor. ' Bu mesaj Saddam'ın Temmuz'un 28'indeki operasyonda yakalandığını biliyoruz. Artık saklamayın anlamına geliyordu. Son olarak 11 Aralık 2003 cuma günü İngiliz gazetesinde Semira Şahbandar ile yapılmış ropörtaj yayınlandı. Saddam'ın ikinci eşi Saddam ile her hafta görüştüklerini gazeteye açıklamaktan çekinmedi. Bu haberin özeti istihbarat kaynağınızı ve hangi tekniği kullanarak Saddam'ı yakaladığınızı da biliyoruz anlamına geliyordu. Cuma günü ABD 139 Saddam'ın yakalandığını artık daha fazla saklayamacağını anladı. Ve Cumartesi günü göstermelik bir operasyon gerçekleştirildi. Pazar sabahı ise yazılan senaryo açıklandı. ( 209) Saddam Hüseyin'in yakalanmasından sonra hakkında çeşitli iddialar ortaya atıldı. Orta Doğu Medya Araştırma Enstitüsü, bu teorilerin en ilgi çekici olanlarını şöyle sıralamıştı: Saddam'ın kız kardeşi Nawal İbrahim El Hasan, ağabeyinin yakalandığı sırada sinir gazı verilerek uyuşturulmuş olduğunu öne sürdü. Saddam'ın en büyük kızı olan Raghad da halasının iddiasını destekledi. Suudi El Riyad Gazetesi, ABD'nin Saddam'ı bir süredir elinde tuttuğunu ve Irak'taki durumun Washington'u sıkıştırmaya başlamasıyla, Başkan Bush'u rahatlatmak için ortaya çıkarıldığını öne sürdü. Suudi Okaz Gazetesi, Saddam'ı, Lübnan'da bulunan ikinci karısı Samira el Şahbanbar'ın 25 milyon dolarlık para ödülünü almak için ihbar ettiğini iddia etti. İddiaya göre Şahbanbar, haftada bir kez görüştüğü Saddam ile son konuşmasını uzattı ve böylece devrik liderin bulunduğu yer tespit edildi. Irak gazetelerinden El Şira, Saddam'ın göreve geldiği 1963 yılından bu yana ABD adına çalıştığını, İran-Irak Savaşı ve iki Körfez savaşını da Amerikan çıkarlarına yönelik olarak çıkardığını öne sürdü. Saddam Hüseyin'in yandaşları tarafından esir tutulduğu ve ABD'ye ödül için teslim edildiği iddia ediliyordu. Saddam'ın yakalandığı yerin fotoğraflarında yer alan hurma ağaçlarındaki meyveler olgun ve kahverengi görünüyordu. Oysa ki hurma meyveleri sadece yaz aylarında olgun hale geliyordu. Saddam'ın yakalandıktan sonraki ilk görüntülerinde kaşının üzerinde bir yara görülüyordu. Ancak saçı ve sakalı kesildikten sonra çekilen resminde bu yara yoktu. ( 210) Sunday Express'e göre Saddam'ı, kızı, Uday'ın tecavüzüne uğrayan bir aşiret mensubu ihbar etti. Haberde, kızı, Saddam'ın oğlu Uday tarafından tecavüze uğrayan El Cabir aşiretinin bir üyesinin intikam almak için devrik lideri Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği'ne (IKYB) ihbar ederek yakalattığı ileri sürmüştü. Gazetenin adını açıklamadığı bir İngiliz askeri istihbarat yetkilisine dayandırdığı haberde Saddam'ın Kürtler tarafından yakalandığını ve kendisine uyuşturucu verilmesinden sonra Amerikan askerlerine teslim edildiği belirtildi. Habere göre, adı açıklanmayan Iraklı bir eski istihbarat yetkilisi de, bir IKYB yetkilisi tarafından yakalanan Saddam'ın, Amerikalılarla anlaşmaya varılıncaya kadar onun elinde kaldığını anlatmıştı. Saddam Hüseyin, Tikrit yakınlarında saklandığı delikte yakalandıktan sonra, kendisine kelepçe takan askere tükürmüştü. Time dergisinin haberine göre, Amerikan askerlerine direnmeden teslim olan devrik lider, kendisine kelepçe vuran askerin yüzüne tükürürken, harekete karşılık veren Amerikan askeri, devrik lidere yumruk attı. ( 211) Devrik Irak lideri Hüseyin'in yakalandığı sırada yanında 750 bin dolar, iki kalaşnikof ve bir tabanca bulunmuştu. Irak'taki Amerikan güçlerinin komutanı General Ricardo Sanchez, Bağdat'ta düzenlediği basın toplantısında, Saddam'ın bir çiftlikteki 2 metre derinliğinde bir çukurda yakalandığını söylemiş, havalandırma sistemi bulunan çukurun girişinin tuğla ve çöplerle kamufle edildiğini ve çukurda sadece bir kişilik yer olduğunu belirtmişti. Irak'ta 9 aydır ev ev süren aramalara karşın ele geçirememesinin ardından gelen bir istihbarat sonucu, Saddam'ı memleketi Tikrit'te Amerikan 4. Piyade Tümeni'nden 600 asker katıldığı operasyonla yakalandığı yalanı tüm dünyayı şok etmişti. Bremer, saçı sakalı uzamış, beyazlaşmış, yorgun görünüşlü, zayıflamış ve direnmeyen Saddam'ın, dişlerinin kontrol edildiği, tıbbi muayenesinin yapıldığı video görüntülerini Bağdat'ta gazetecilere izletti. Yakalandığı sırada Saddam'ın, beyaz tişört, koyu renk pantolon ve 140 uzun kollu koyu renk bir kazak giydirilmişti. 66 yaşındaki devrik lider Saddam, koalisyon yönetiminin 55 kişilik''en çok arananlar'' listesinin tepesinde bulunuyordu. Saddam'ın yakalanması, Amerikan yönetimine kamuoyu önünde büyük bir güç kazandırdı. Irak'ta koalisyon askerlerine liderlik eden Korgeneral Ricardo Sanchez, Saddam'ın yaralanmadığını, ''konuşkan ve işbirliği yapar'' bir konumda olduğunu söylüyordu. Saddam'ı koruyan hiçbir güvenlik gücünün olmamasıda tuhaftı. Saddam Hüseyin'in yakalandığı operasyonda özel birliklerle birlikte görev yapan 4. Piyade Tümeni'nin komutanı Tümgeneral Ray Odierno, Saddam'ın yakalanmasını sağlayan istihbaratın, devrik lidere yakın bir ailenin üyesinden geldiğini açıklamıştı. Odierno, 10 gündür askerlerin Saddam'a yakın ailelerden 10 kişiyi sorguladıklarını, bu sorgularda bir kişinin Saddam'ın nerede olduğunu söylediğini belirtti. Celal Talabani'nin lideri olduğu Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin (IKYB) Tikrit yakınlarındaki karargahına, Saddam'ın saklandığı yerle ilgili istihbarat geldiği, Talabani'nin bu istihbaratı ABD güçlerine ileterek Saddam'ın yakalanmasına katkıda bulunduğu da öne sürüldü. Saddam'ın sağ yakalandığını ilk açıklayan yetkili de, İran Haber Ajansı'na bilgi veren Talabani oldu. ABD'nin, Saddam'ın başına koyduğu 25 milyon dolar para ödülünü kimin alacağı merak konusu oldu. Bağdat'ta düzenlenen basın toplantısında, ABD'li Korgeneral Ricardo Sanchez, bu konudaki soruları yanıtsız bıraktı. Saddam Hüseyin'in oğulları Uday ve Kusay Hüseyin, temmuz ayında, yine bir aile yakınının, kuzenlerinin ihbar etmesi sonucu Talabanin muhbir kuzeni 30 milyon dolarlık ödülü almıştı. ( 212) Irak Geçici Hükümet Konseyi (GHK), devrik devlet başkanı Saddam Hüseyin'in suçlu bulunması halinde idam cezasına çarptırılabileceğini açıklamıştı. ABD önderliğindeki işgal yönetimin, egemen bir devlet kuruluncaya kadar idam cezasını askıya almasına karşın GHK üyesi Muvaffak El Rubai, Hüseyin'in Irak'ta ve idam istemiyle yargılanacağını belirtiyordu. El Rubai, Haziran'ın 30'unda egemenliğe sahip olacaklarını ve Saddam'ın 1 Temmuz'da idam edilebileceğini savunuyordu. Irak Geçici Hükümet Konseyi Başkanı Abdülaziz El Hekim, İspanya'da yayımlanan El Pais gazetesinde yayımlanan demecinde, Saddam'ın yakalanmasını ''tarihi bir olay'' diye nitelendirmiş 'Kürtler, Türkmenler, Sünniler, Şiiler ve tüm Irak halkının onun politikasının kurbanı olduğunu ifade etmişti. Hekime göre, herkes cezadan kaçmasından korkuyordu, Saddam'ın adamları Irak halkına yönelik birçok terörist saldırılarda bulunuyorlardı. Onun yakalanması teröristlere(!) büyük bir darbeydi. Irak yasalarında idam cezasının Saddam yakalanmadan önce de şimdi de yer aldığını belirten El Hekim, ''İdam cezası alıp almayacağını göreceğiz. Irak'ta Saddam'dan daha fazla suç işleyen yok. İstatistiklere göre 5 milyon Iraklı'nın ölümünden sorumlu. Diğer yandan komşu halklara karşı da suçları var. Ve pişman olmadığını gösterdi. Birkaç saat önce Hükümet Konseyi'nden temsilciler Saddam ile görüştü ve hala yaptıklarını savunup, suçlarının doğruluğunu iddia ediyordu'' diye konuşuyordu. Irak Geçici Hükümet Konseyi (GHK) tarafından, resmi olarak Saddam'ın yakalandığının açıklanmasından 4 gün önce, eski Irak rejimi yetkililerinin yargılanması için savaş suçları mahkemesi kurulmuştu. Saddam'ın, Af Örgütü'nün de eleştirdiği bu mahkemede yargılanması önceden planlanmıştı. ( 213) ABD, devrik Irak lideri Saddam Hüseyin'e savaş esiri muamelesi yapılacağını Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, CBS TV'sine verdiği demeçle ve adil bir yargılamadan geçirileceğini Bush'un ağzından duyurmuştu. Amerikalı Bakan, Saddam'ın Cenevre sözleşmelerinden de yararlandırılacağını belirtiyordu. Saddam'ı Kızılhaç'ı görmesine hukukçuların karar verecekti. Saddam'ın ABD ile işbirliği yapmamış, sorguda birşey 141 söylememişti; Rumsfeld bir soru üzerine, konuşturmak için Saddam'a işkence yapılmasının sözkonusu bile olamayacağını açıklamıştı. ( 214) Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin'in ilk sorgusunun, Irak Geçici Hükümet Konseyi'nin (GHK) 4 üyesi tarafından yapılmış, Saddam bu görüşmede yaptıklarını savunmuştu. New York Times gazetesinin haberine göre, GHK üyeleri Ahmet Çelebi, Adnan Paçacı, Adil Abdülmehdi ve Muvaffak El Rubai, ABD'nin Irak'taki askeri komutanı General Ricardo Sanchez ve sivil yöneticisi Paul Bremer ile birlikte helikopterle Saddam Hüseyin'in tutulduğu yere götürülmüştü. GHK üyelerinin burada, devrilmesinden sonra Saddam Hüseyin ile ilk kez karşılaştığı belirtilen habere göre, Çelebi'yi tanıyan Saddam Hüseyin, kendisinden diğerlerini tanıştırmasını istedi. Saddam Hüseyin, tanışma faslı bittikten sonra Paçacı'ya döndü ve ''Siz Irak'ın eski dışişleri bakanıydınız. Şimdi bu halkı ne yapacaksınız?'' diye sormuştu. Habere göre, daha sonra GHK üyeleri ile Saddam Hüseyin arasında, son 35 yıldaki olaylara ilişkin şu konuşma geçti: • Kürtlere karşı 1988'de Halepçe'de neden kimyasal silah kullandın? Saddam Hüseyin: Bu, o tarihte Irak ile savaş halinde olan İran'ın işidir. • Binlerce Iraklının gömüldüğü toplu mezarlara ne diyeceksin? Saddam Hüseyin: Bunun cevabını ölenlerin yakınlarına sorun. Onlar hırsızdı. İran ve Kuveyt ile savaştan kaçmış kişilerdi. • 1990 yılında Kuveyt'i neden işgal ettin ve Amerikan saldırısını tahrik ettin? Saddam Hüseyin: Kuveyt Irak'ın bir parçasıdır. Görüşmeyle ilgili olarak daha sonra gazetecilere bilgi veren Ahmet Çelebi, ''Saddam'ın asla pişmanlık duymadığını'' belirterek, ''Hiç şüphe yok ki, o başkalarına sempati bile gösteremeyecek kadar kendini beğenmiş biri'' demişti Çelebi, Saddam Hüseyin'i sorgulamalarına ilişkin olarak, ''Şayet durum bunun tersi olsaydı Saddam bize işkence yaptırır ve parça parça doğratırdı'' diyordu.Adnan Paçacı da Saddam'ın ''Iraklıların sert bir lidere ihtiyaç duyduklarını söylediğini'' kaydediyordu. ( 215) Newsweek'in askeri kaynaklara dayanan haberine göre, Saddam, kendisini Tikrit yakınlarındaki bir çiftlik evinde ele geçiren Amerikalı askerlere ''Ateş etmeyin'' dedikten sonra, ''Ben Irak Cumhuriyeti Başkanı Saddam Hüseyin'im'' açıklamasında bulundu. Time dergisi, ''Saddam Hüseyin'in kendisini sorguya çeken kişilere fazla yardımcı olmadığını'' yazdı. Time'a göre Saddam, yakalandıktan sonra Bağdat'a nakledildi ve havaalanındaki bir hücreye kapatıldı. Saddam, ''Nasılsın'' diye soran sorguculara da ''Halkım tutsak olduğu için üzgünüm'' karşılığını verdi. ''Irak'ın elinde kitle imha silahı var mı'' sorusuna ise Saddam, ''Hayır, kesinlikle hayır'' dedi. Time'a göre Saddam, sorgu sırasında, ''Amerika, bizimle savaşa girebilmek için hep bir neden bulma hayali peşinde koştu'' diye konuştu. ( 216) Bush yönetimi yetkilileri, Kongre üyeleri, siyasi analistler ve Irak uzmanları, Saddam'ın yakalanmasının ABD ve diğer işgal kuvvetleri açısından "çok önemli bir kazanım," Irak halkı açısından da "büyük bir müjde" olduğunda birleştiler. Ancak hem yetkililer hem de gözlemciler, bu gelişmenin Irak'taki güvenlik sorununu bir anda çözüme ulaştırmayacağını da vurguladılar. ABD Başkanı George W. Bush, Saddam'ın yakalandığını öğrenmesinden tam 16 saat sonra, Amerikan ve dünya televizyonlarından canlı olarak yayınlanan bir konuşma yaptı. Bush konuşmasında, özetle "Saddam'ın sonu geldi, ancak savaş sürüyor" mesajını verdi. Konuşmasının başında, "Eski diktatör şimdi, milyonlarca insanı mahrum bıraktığı adaletin karşısına çıkacak. Onun için ve onun adına zorbalık yapıp cinayet işleyenler için yolun sonu geldi" dedi. Bush, Amerikan halkına 142 seslendiği bölümde ise, "Saddam Hüseyin'in yakalanması, Irak'taki şiddetin sona ereceği anlamına gelmiyor" dedi ve ABD askerlerinin bugüne dek olduğu gibi bundan sonra da, "sabır, azim ve hedefe odaklanmış bir eylem anlayışı" ile mücadeleyi sürdüreceğini söyledi. Bush, "ABD, bu savaş kazanılana dek yılmayacak" sözleriyle Irak'ta savaşın devam ettiğini de teyit etti. (217) Türk ve Dünya kamuoyu, BAAS'ın ne diyeceğini merak ediyordu. Baas Arap Sosyalist Partisi, yaptığı açıklamada biyolojilk silahlar kullanılarak yoldaş Saddam'ın esir edildiği belirtiliyor, ve ' çizilen siyasi ve stratejik çizgi doğrultusundaki yiğit silahlı direnişimiz hiçbir şekilde durmayacaktır' deniyordu. Baas'a göre, Amerikan işgal güçleri, satılık hainlerin yardımlarıyla organize operasyonla, genel sekreter yoldaşın yer değiştirmesi esnasında Salahaddin Vilayetinin bazı bölgelerindeki bazı alternatif üs ve yanıltıcı noktalara baskın yapmışlardı. ( 218) Saddam'ın savunanların sayısı da artmaya başlamıştı. Ancak onu savunan isimler biraz farklıydı. Özellikle onu savunan yabancı isimler şöhretli mi şöhretliydi. Ancak bu şöhret kötü yönde bir şöhretti. Bozacının şahidi şıracı misali Saddam'ı savunmaya talip olanlar arasında Çakal Carlos lakabıyla tanınan Venezüella asıllı silahlı eylemci İlich Ramirez Sanchez'in Fransız avukatı Jacques Verges vardı. Jacques Verges'e şeytanın avukatı lakabıyla tanınıyordu. Jacques Verges ayrıca , Lyon Kasabı diye bilinen Nazi suçlusu Klaus Barbie'nin avukatıydı. Biraz da geriye gidilirse Paris'teki Orly katliamı sorumlusu Asala militanlarını da savunmuştu. Verges, 3 yıl önce de Türkiye'den kaçan ve birçok olaya adı karıyan yeraltı dünyasının ünlü ismi Alaattin Çakıcı'nın da avukatlığını üstlenmişti. Saddam'ı savunacak bir diğer isim de aşırı Rus milliyetçisi Vladimir Jirinovski oldu. Rusya'daki Liberal Demokratik Parti'nin aşırı milliyetçi lideri Vladimir Jirinovski, devrik Irak lideri Saddam Hüseyin'in avukatlığını ücretsiz olarak yapmaya hazır olduğunu söylemişti. Saddam'ı uzun süredir tanıdığını ve kendisine saygı duyduğunu söyleyen Jirinovski, Saddam'ın duruşmasının tamamen siyasi ve onu savunacak en iyi ismin kendisi olacağını söyledi ve ''Ben profesyonel bir avukat ve politikacıyım'' diye ekledi. (219) Saddam, Irak'ta yargılanacak ve idam cezası alacaktı. Matrix, ıskarta korkuluğu Saddam'ı emekli etmiş, Armagedon planına adım adım yaklaşıyordu. Allah'ın planı oysa bambaşkaydı. 143 CHAPTER 11 MATRİX'İN ÇANTADA KEKLİĞİ TÜRKİYE Irak, tam bir İngiliz-Amerikan-Yahudi şeytan üçgenine alınmıştı. Türkiye istemesede savaş olacaktı ve ufukta parçalanmış bir Irak federasyonu duruyordu. Kuzey Irak'ta Kürt devleti planları özerklik olarak satılacağı için Ankara sesini çıkartamayacaktı. Asıl mesele Irak'ın güneyindeki Şiilerdi. 1.Körfez savaşında İran kontrolünde bir Şii devleti endişesi nedeniyle ABD ve İsrail'in Kürt devleti görünümdeki 2. İsrail projesi yarım kalmıştı. Musul ve Kerkük petrolden dolayı yine dikkat merkezindeydi. Buranın Kürt bölgesine dahil edilmesi Türkiye'nin savaş sebebi saydığı kırmızı çizgilerini çiğnemek anlamına geliyordu. Ankara'nın yaptığı pazarlıklar ' bu zengin bölge madem Türkmenlere yar olmayacak bari Kürtlere verilmesin ve kesinlikle İngiliz askerleri girmesin' şeklindeydi. Kuzey Irak'ta TSK'nın askeri güç sayısını artırma talebi Barzani'yi ve İsrail'i deli ediyordu. Kuzey Irak'ın kısa tarihine göz atıldığında Ankara'nın neden kabuslar gördüğü anlaşılıyordu. 1961 yılı, Kuzey Irak'taki Kürtler adına önemli bir yıldı. Bağdat rejiminin Arap milliyetçiliğine dayalı sert ve asimilasyonist politikasından rahatsız olan Kürtler, o yıl, ünlü Barzani aşiretinin liderliği altında silahlı bir isyan başlattılar. Çeşitli iniş çıkışlara rağmen 1975 yılına dek sürecek olan bu ilk isyan, doğal olarak çeşitli "dış güçler"in de ilgisini çekti.Tahmin edilebileceği gibi, bu dış güçlerin başında İsrail geliyordu. İlerleyen dönemde İran ve ABD de Kürt isyanının destekçiliğine soyunacak, "Kürt kartı"nı kurcalayacaklardı. Hatta çoğu insan "Kürt kartı"nın asıl sahiplerinin bu iki ülke olduğunu düşünecekti. Oysa Kürt isyanına hem ilk el atan, hem de bu kartı çok daha uzun vadeli ve stratejik bir bakış açısıyla değerlendiren ülke, İsrail'di. İlk önemli temas ise, 1964 yılında gerçekleşti. O zamanlar Savunma Bakan Yardımcısı olan Şimon Peres, Kürt hareketi içinde önemli bir yere sahip olan ve uzun yıllar Kürtlerin Avrupa temsilcisi sıfatını taşıyan Dr. Kumran Ali Bedir-Han ile gizlice bir araya geldi.Peres ile Bedir-Han arasındaki bu görüşmede Kürt gerilla (Peşmerge) subaylarından bir grubun İsrailliler'den askeri eğitim almasına karar verildi. "Merved" (Halı) adı verilen bu gizli operasyon Ağustos 1965'te başladı ve üç ay kadar sürdü. İsrail, çok önem verdiği Kürtlere danışmanlık yapmak ve onları eğitmek üzere bölgeye en iyi istihbaratçılarından Tuğgeneral Tsuri Saguy, Yarbay Haim Levakov ve Albay Arik Regev'i göndermişti."İsrail'in, Kürt devleti ve halkının kalkınması için askeri, ekonomik ve teknik yardım verme isteği" etrafında şekillenmişti. Bu gelişmelerin ardından İsrailli uzmanların da katılım ve yardımıyla Barzani 1966 Haziran'ında Irak ordusuna büyük bir saldırı başlattı. Kürt isyanı boyunca İsrail Barzani gerillalarına para yardımında da bulunmuştu. Ünlü Amerikalı gazeteci Jack Anderson, Washington Post'taki bir makalesinde şöyle yazıyordu: "Her ay kimliği belli olmayan bir İsrail yetkilisi İran sınırından Irak'a gizlice girerek Kürt lider Molla Mustafa Barzani'ye 50 bin Amerikan doları veriyor. Bu para Kürtler'in, İsrail aleyhtarı olan Irak hükümetine karşı faaliyetlerini sürdürmelerini sağlıyor. İsrail'in Kürtlere giderek artan desteğinin en sembolik göstergelerinden biri, 67 Eylülünde Kürt hareketinin lideri Molla Mustafa Barzani'nin İsrail'e yaptığı ziyaretti. Moşe Dayan'a hediye olarak bir Kürt hançeri getiren Barzani, Yahudi Devleti'nde oldukça sıcak bir biçimde ağırlandı. Bu ziyaretin uyandırdığı yankılar, Kuzey Irak'taki Kürt isyanında İsrail'in parmağının var olduğu gerçeğini siyasi gündeme taşımaya 144 başladı. 1969 Martı’nda Kerkük'teki petrol rafinerilerine düzenlenen saldırının gerçekte İsrailli askeri danışmanlar tarafından planlandığı ve yönetildiği hemen herkesçe biliniyordu. İsrailliler'in kafasında henüz 1930'larda şekillenen ve 1965'te fiili olarak başlayan İsrailKürt ittifakı, 1970'lerin başında büyüyerek devam etti. Ancak 1970'ler, Kuzey Irak'taki Kürt isyanının ve dolayısıyla İsrail-Kürt ittifakının kaderi açısından önemli bir değişiklik yarattı. Çünkü o dönemde, İsrail'in dışında sırasıyla iki ülke daha oynamaya başladılar Kürt kartıyla; İran ve ABD. Irak'taki Baas rejiminin Nisan 1972'de Sovyetler Birliği ile imzaladığı dostluk ve işbirliği anlaşması, Washington'daki havayı değiştirdi. Irak'ın bu şekilde açık bir Sovyet müttefiki haline gelmesi, birden bire Kürtlerin stratejik değerini artırdı. Dışişleri Bakanlığı bürokratları hala projeye karşıydılar, ama Ulusal Güvenlik Danışmanı Kissinger, Şah Rıza Pehleviyle olan yakın diyaloğunun da etkisiyle, Kürtler'e yardım etmeye karar verdi. Önemli olan da Kissinger'ın kararıydı zaten; bu "nev-i şahsına münhasır" politikacı, daha önce Dışişleri bürokrasisini atlatarak ya da hiçe sayarak kendi aldığı kararları uygulamaya koymuştu. Özellikle de İsrail'i ilgilendiren konularda inisyatifini kullanıyordu. Ancak Kürtlerin desteklenmesi işi, ABD tarafında son derece gizli olarak yürütülecekti. Bu, Nixon ve Kissinger'ın birlikte aldıkları, daha doğrusu Kissinger'ın Nixon'a empoze ettiği bir karardı. Buna karşın, Dışişleri Bakanlığı'nın durumdan haberi yoktu ve çok uzun bir süre de olmadı. ABD desteğinin de eklenmesiyle, Kürt isyanının çapı ve etkinliği daha da büyüdü. 1972'den sonraki üç yıl boyunca Irak'ta şiddetli bir iç savaş yaşandı. Ancak o yıl, Kürtler için çok beklenmedik bir şey oldu; Irak rejimi ile Şah, Cezayir Anlaşması'nı imzalayarak birbirleriyle anlaştılar. Irak, Şah'ın uzun süreden beri koparmaya çalıştığı tavizi, yani Şatt-ül Arab'ın eşit kullanım hakkını İran'a vermeyi kabul etmişti. 1961'de başlayan Kürt isyanı, 1975'te İran desteğinin kesilmesiyle birlikte sona erdi. Irak, ayaklanmayı büyük bir şiddet kullanarak bastırdı ve Kürtler, bu ilk büyük denemelerinde başarısızlığa uğradılar. Kürtler'e yapılan tüm yardımlar bir anda kesildi. Bunu, Irak ordusunun Kuzey Irak'taki Kürt bölgesine karşı giriştiği büyük askeri operasyon izledi. Kürtler tutunamadılar. Onbinlerce ölü verdiler, başta isyanın lideri Molla Mustafa Barzani olmak üzere bir kısmı da yurt dışına çıktı. Barzani ABD'ye yerleşti ve ilerleyen aylar ve yıllar boyunca Washington'a 1972'de verdiği destek sözleri hatırlatmaya çalıştı. Kissinger'a "Ekselans Hazretleri" diye başlayan ve "Kürt halkının yaşadığı trajedi"ye karşılık ABD'den medet isteyen mektuplar yolladı. Ancak hiç bir şey elde edemedi. Üst düzey bir yetkili ile görüşme taleplerine bile cevap verilmedi. ABD, Kürtler'e sırtını dönmüştü. Kissinger, kendisine neden bu tür bir politika izlediği yönünde yıllar sonra yöneltilen soruya, ünlü "gizli operasyonlar misyonerlikle karıştırılmamalıdır" cevabını verecekti. (220) 1980'li yıllarda ortaya çıkartılan PKK ile Kürtlerin bağımsızlık iddilarına yeni oyunculari yeni istihbaratlar, yeni devletler katıldı. PKK, 1982 yılında Beka vadisinde ilk kampını açarken Rus KGB'si arkalarında durmuştu. KGB Patronu Yevgeni Primakov, Karen Demirciyan ve Haydar Aliyev, ideolojik, askeri eğitim verip silah ve lojistik destek sağladılar. Beka kampının kuruluşu için bu iç lider bizzat Suriye'ye gitmişti. Merhum Elçibey, bu gerçeği dile getirdiği için Aliyev tarafından mahkemeye verilmiş, CIA'den belgeler mahkemeye yetiştirildiği için Aliyev davayı geri çektirmişti. Bu arada bu gerçeği kitabında yer veren eski KGB elemanı Azeri Samed Askareov kalp krizi süsüyle bir suikast sonucu öldürülmüştü.( 221) İlk eylemlerini yaptıkları 1984'den Abdullah Öcalan'ın yakalandığı ve PKK'nın dağılma sürecine girdiği 1999'a kadar yaşananlar 145 sonucu 30 bin insan hayatını kaybetmişti. MİT'in bir ara kontrol ettim sandığı örgüt hızla dış istihbaratların kontrolüne girdi. PKK'nın yerleşim yeri 1992'den sonra Kuzey Iraktı. PKK'nın kurtarılmış bölge buluşu Saddam'ın Kuveyt'i işgali ile başlamıştı. 1990 yılının 1 Ağustos günüydü.O gün Saddam Hüseyin'in emrindeki Irak ordusu ani bir operasyonla Kuveyt sınırından hızla içeri girdi. Kuveyt, dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırıyordu. Bu yataklar, Irak'ın zaten hacimli olan petrol rezervleriyle birleştiğinde ise, Saddam Hüseyin dünya petrolünün büyük bir bölümü üzerinde söz sahibi hale geliyordu.1991 Ocağında başlattığı Çöl Fırtınası harekatı ile Irak'ı Kuveyt'ten püskürttü. Dahası, Irak'ın askeri gücünü o denli zayıflattı ki, uzun süredir Bağdat'ın baskısı ile sinmiş olan muhalif gruplar ayaklanma imkanı buldular. Kuzeyde Kürtler, güneyde ise Şiiler Saddam'a başkaldırdılar. Saddam'ın askeri gücünü yeniden toparlaması ve bu ayaklanmaları bastırır hale gelmesi ile birlikte ABD yeniden devreye girdi ve ülkenin kuzey ve güney bölgelerini 36. paralelin kuzeyini ve 32. paralelin güneyini Bağdat'ın gazabından korudu. İlerleyen ay ve yıllarda ABD özellikle kuzeydeki, yani Kürtler arasındaki ayrılıkçı oluşumları destekledi ve bir "Kürt Devleti embriyosu" oluşmasına fırsat verdi. Kuzey Irak, hem muhtemel bir Kürt Devleti'nin nüvesini oluşturuyor, hem de komşu ülkelerde, özellikle de Türkiye'de faaliyet gösteren ayrılıkçı Kürt hareketlerine, terör örgütlerine yataklık ediyordu. Kısacası, Ortadoğu'daki Kürt sorununu inceleyen siyasi bir yaklaşım, kaçınılmaz bir biçimde Kuzey Irak'ı temel almak zorundaydı. Kuzey Irak dağları, 1960'lar ve 70'lerde olduğu gibi, yine Kürt hareketinin en önemli merkeziydi. ABD'nin Irak'a karşı savaşa girmesinde İsrail etkisinin önemli bir rolü vardı. Yahudi Devleti, Irak'ın vurulmasını çok daha önceleri hedefliyordu ve Kuveyt işgalini de makul bir fırsat olarak yorumlamıştı. Washington'daki lobisi aracılığıyla da ABD'yi yönlendirmiş, Irak'a karşı başlatılacak saldırının altyapısını kurmuştu. ABD'nin Irak'a karşı izlediği yanıltıcı politika yani önce Irak'a yeşil ışık yakması, sonra birden sertleşmesi ise, İsrail'in beklenti ve isteklerine tamamen uygundu. Kissinger bu "dev adım"ın hakkını vermiş ve Amerika'nın Ortadoğu politikasını tamamen İsrail'in yörüngesine oturtmuştu. Amerika'nın, İsrail'in nükleer silah programını desteklemesi için elinden geleni yapmıştı. Onun baskısı sonucunda İsrail'e yılda iki milyar dolarlık dış yardım yapılması garantiye alındı. (Bugün bu rakam yılda altı milyar doların üzerindedir.) 1973'teki Arap-İsrail (Yom Kippur) Savaşı sırasında, İsrail'e yapılan tarihin en büyük silah sevkiyatı onun emriyle gerçekleşti. ABD'nin FKÖ ile diyalog kurmama prensibini o belirledi ve bunu dış politikanın değişmez bir parçası haline getirdi. Noam Chomsky, Kissinger'ın bu misyonunu şöyle vurguluyordu: "Kissinger 1970 yılında Ortadoğu'yu kontrolü altına almayı başardı ve reddiyeci 'Büyük İsrail' anlayışı, uygulamada ABD'nin politikası haline geldi. O zamandan bu yana bu politika, 1973 sonrası yaşanan değişikliklere rağmen, özü bakımından aynı kaldı. Saddam ve onun liderliğini yaptığı Irak Baas hareketi, onyıllardır İsrail'e stratejik yararlılıklar sağlıyordu. Başbakan Yitzhak Şamir, 2 Şubat 1991'de, yani Irak'a karşı kara harekatının başlamasından üç hafta önce bir Avusturya dergisine verdiği demeçte şöyle konuşmuştu: Saddam psikolojik açıdan ömrü boyunca İsrail'e faydalı olmuştur... Dünyanın, Araplar'a ve dolayısıyla Filistinlilere karşı nefret duymalarını sağlayacak sınırlı bir körfez savaşı İsrail için faydalı olabilir. İsrail işgali altındaki topraklarda yaşayan Filistinliler güvenlik sebebiyle Ürdün'e gönderilebilirler. Saddam Hüseyin bu stratejik planlama için çok uygun bir katalizör. " Mossad, Saddam Hüseyin'i Ortadoğu'daki en büyük fayda olarak görüyordu. Çünkü Saddam uluslararası politika 146 açısından tümüyle irrasyoneldi ve Mossad'ın kullanabileceği bir aptallık yapmaya oldukça yatkındı. Körfez Savaşı Yahudi Devleti'ne büyük bir stratejik avantaj kazandırdı. Çünkü, zaten tam da İsrail'in tezine uygun olarak düzenlenmişti.İsrail'in Körfez Savaşı tezini oluşturan ve Amerika'yı Irak'a saldırtmayı gerektiren ikinci değerlendirme ise, İsrail'in geleneksel hedefleri arasında yer alan Kürt Devleti projesinden kaynaklanıyordu. İsrail, 1982 yılında Oded Yinon'un raporunda belirtildiği gibi Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti istiyordu. (Oded Yinon bir de güneyde kurulacak bir Şii devleti istendiğini ortaya koymuştu, ancak bu kez İsrailliler bu projeden şiddetle kaçınıyorlardı. Çünkü bu muhtemel Şii devleti, kaçınılmaz olarak İran'ın kontrolü altına girecekti. Bilindiği gibi, 1991'den sonra otonom bir yapı kazanan Kuzey Irak'taki Kürt hareketi içinde iki büyük siyasi baş vardı; Mesud Barzani'nin önderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve Celal Talabani'nin liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB). Bu ikisi arasındaki ayrımın öncelikle sosyolojik bir tabanı vardı; iki ayrı lehçe konuşan iki ayrı Kürt aşiretinin lideriydiler. Barzani, nüfusları Kuzey Irak'ın batısında daha yoğun olan Kırmançların lideriydi. Talabani ise doğuda yoğunlaşmış olan Sorani aşiretinin liderliğini yürütüyordu. Siyasi olarak da KDP, Habur, Zaho, Dohuk, Amadiyah, Minba, Eskikalah bölgelerini kapsayan Bahdinan'da hakimdi. KYB ise Erbil, Revandüz, Diyana, Kuştepe, Taktak, Dokhan, Cemcemal, Süleymaniye, Leylan, Kadir Karam, Molla Umar, Sargala, Bava Nur yerleşim yerlerini kapsayan Soran bölgesini elinde tutuyordu. Sayıları 600 bini aşan ve ağırlıklı olarak Erbil'de yaşayan Türkmenler ise üçüncü önemli grubu oluşuruyorlardı. Körfez Savaşı sonucunda Saddam'ın bozguna uğraması, ülkenin kuzey ve güneyindeki muhalifleri ümitlendirdi. Özellikle ABD'nin desteğini arkalarında hisseden Kürtler, bir kez daha Kürt devleti hayaline kapılarak Saddam'a karşı isyan bayrağını açtılar. Sonra gelişen olayları; Kürtler'in Türkiye sınırına yığılışını, Çekiç Güç'ün konuşlandırılışını, 36. paralelin kuzeyinin Irak birliklerine yasaklanışı ve Kuzey Irak'ta bir Kürt devletine doğru adım adım yürüyüşü izlemişti. İsrailliler, Körfez Krizi sırasında Amerikalılar ile Kürtler arasında kurulan ilişkilerde aracılık rolü üstlendiler. (İsrail'in sıkı sansürü nedeniyle bu konuda dışarı çok az bilgi sızmıştır.) Ayaklanma başladıktan sonra da, Kürt davasının hep önde gelen savunucusu oldular. Hatta İsrailliler, ABD'nin Kürt ayaklanmasına yeteri kadar destek vermediğini düşünüyorlardı 1991-92'den bu yana Kürt kampının en güçlü iki bloğunun liderleri Mesud Barzani ve Celal Talabani İsrail ile en azından dolaylı olarak diyalog kurdular. 1992 yılından beri her iki Kürt liderinin de bölgelerinde ufak bir İsrailli ekibi barındırdıkları yolunda bir takım söylentiler vardı. ABD'nin Körfez Savaşı'ndan hemen sonra Saddam'a karşı ayaklanan Kürtleri desteklemekte gösterdiği ihtiyat, Kürtler konusundaki bir tereddütten değil, Şiiler hakkındaki kaygılardan kaynaklanmaktaydı.Ve bu Amerikan kontrolü, Kuzey Irak'taki Kürt hareketini adeta bir oksijen çadırı içinde özenle besleyip-büyütürken, aynı yardımı Şiiler'den esirgeyecek, aksine Güney Irak'ı İran etkisinden temizleme amacını güdecekti. Kısacası, Körfez Savaşı'nın ardından hemen bir Kürt Devleti kurulmamasının nedeni, "İran etkisi" korkusuydu. Hatta bu İran etkisinin, yalnızca Şiiler arasında değil, bizzat Kuzey Irak'ta da kök salmasından korkuluyordu. Saddam sözkonusu İran tehdidine karşı ayakta tutulurken, öte yandan, Körfez Savaşı'nı izleyen yıllarda, bilindiği gibi çok ihtiyatlı bir biçimde Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti embriyosu oluşturuldu. Türkiye'ye konuşlandırılan Çekiç Güç'ün şemsiyesi altında Kuzey Irak'taki Kürt hareketi giderek gelişti ve bir devlet için gerekli olan altyapıyı tamamlamaya başladı. Bu gelişimi destekleyen en önemli güç ise ABD'ydi. Ancak 147 bilindiği gibi ABD'nin dış politikası farklı çıkar ve baskı gruplarının etkileriyle şekillenirdi. Dolayısıyla Kürt Devleti projesinin ABD tarafından desteklendiğini söylemek, yalnızca yüzeysel bir yorum olacaktı. Daha derinlemesine bir analiz yapmak için, sözkonusu projenin ABD'deki hangi grup ya da gruplar tarafından desteklendiğine bakmak gerekirdi. Karşımıza çıkan güç Yahudi lobisiydi. Kuzey Irak'ın liderleri 1990'lı yılları ensest ilişkilerle geçirdi. Barzani o kadar çarpık ilişkilere girdi ki, Saddamla bile ittifak yaptı. Bu ittifak 96 Eylülünde en önemli askeri meyvesini verdi. Barzani kuvvetleri ve Irak ordusu, Talabani'nin elindeki bölgelere birlikte büyük bir saldırı düzenlediler. Önce Erbil kenti, sonra da Süleymaniye düştü. Talabani'de kelimenin tam manasıyla bir ' siyasi fahişe ' idi. Bir İran'ın kapısını çaldı. bir Türkiye'nin. Denize düşen yılana sarılır misali Türkiye yıllarca Barzani'nin güvenilir, ancak Talabani'nin "kaypak" olduğunu sürekli vurguladı. Türkiye'yi Barzani'yi desteklemeye, PKK'ya karşı Barzani'yle işbirliği yapmaya yönelten propagandanın da içyüzünü araştırmak gerekirdi. Barzani'nin geçmişine baktığımızda ise genelde unutulmuş olan bir gerçekle yüzyüze geliriz: PKK'ya ilk kucak açan güç Barzani'ydi. İngiliz-Amerikan-Yahudi şeytan üçgenindeki Kuzey Irakta Barzani ve Talabani'nin katılımıyla bir Kürt Devleti kurulması için neler yapılmadı ki? Bu politikayı takip edenler Ankara süreci, Washington süreci, London toplantıları dediğimde ne demek istediğimi anlayacaklardı. Kaç defa anlaşma yapıp bozduklarını unuttum. Bush iktidarı, diplomatik görüşmeleri bir kenara bırakarak sert bir ultimatom verene kadar anlaşamadılar. Çünkü ABD, Saddam sonrası kurulacak federasyonda Kürtlere özerk bölge verilecekti. Bu bölgenin sadece Barzaniden oluşması düşünülemezdi. Musul ve Kerkük'e Kürtleri sokmamayı planlayan Washington, Kürdistan'ın fazla güçlenmesini istemeyecekti. 1996'lardan itibaren hızla İsrail'e yaklaşan Türkiye kendisi ile çelişmekteydi. Türkiye'nin İsrail'e paralel bir Ortadoğu politikası oluşturmasının yanlışlığını Irak savaşının sonuçlarıyla anlayacaktı. İsrail, Ortadoğu'daki varlığını daimi bir tehdit altında görmekte ve bu nedenle de 1950'lerden bu yana bu coğrafyadaki devletlerin içindeki azınlık isyanlarını desteklemekte, böylece bölgeyi irili-ufaklı mini devletlere bölmeyi hedeflemekteydi. Bu nedenle, Ortadoğu devletleri içinde bölgede bir Kürt Devleti oluşmasını isteyen yegane ülke İsrail'di. Dahası, 1960'lı yıllardan bu yana bu hedefe yönelik somut politikalar uygulamaktaydı. ABD'nin Kürt Devleti projesine destek vermesinin arkasında da asıl olarak İsrail'in bu ülke üzerindeki etkisi vardı. Türkiye'nin kendi toprak bütünlüğünü etkilemeyeceğini umarak bir komşu ülkede özellikle Irak'ta bir Kürt Devleti kurulmasına onay vermesi ise bir aldanma olacaktı; dışarda kurulacak bir Kürt Devleti'nin bir "domino etkisi" yaratarak Türkiye'ye uzanmaması mümkün değildi. Dolasıyla Türkiye'nin kendi toprak bütünlüğüne tehdit oluşturacak bir projenin en büyük destekçisi ile stratejik ortak haline gelmeye çalışması, büyük bir hataydı. İsrail'in su sorunu konusundaki tavrı ise tam tamına Türkiye'nin politikalarının zıttıdı. 20 sene sonra, 30 sene sonra, 50 sene sonra nasıl bir dünya ve Ortadoğu tablosunun ortaya çıkacağını kestirmek mümkün değildi. ABD zayıflayabilir, yüzyılın başında İngiltere'nin başına gelen gerileme sürecini yaşayarak bir "süper güç"ten normal bir Batılı devlete dönüşebilirdi. Nitekim, çoğu "futurist" yoruma göre, ABD, düşüşün başlangıcındaydı. ABD'nin bir süper güç olmaktan çıkması ise, İsrail için tehlike çanlarının çalması demekti. İsrail için ABD'nin global gücünün zayıflamasından daha da korkunç olan bir başka ihtimal daha vardı; İsrail düşmanlarının global gücünün artması. Yahudi Devleti'nin en büyük endişesi, Müslüman ve Ortadoğulu bir devletin, kendisiyle boy ölçüşecek bir güce ve kendisine antipati duyacak "radikal" bir rejime sahip 148 olmasıydı. Böyle bir güç, İsrail'e tepki duyan Ortadoğu halklarını birleştirip güçlü bir anti-İsrail cephe oluşturmayı-bir zamanlar Nasır'ın deneyip de başaramadığı şeyibaşarabilirdi. Bu, "yeni bir Selahaddin" anlamına gelir ki, "yeni Haçlı Krallığı" kimliğindeki Yahudi Devleti'nin en büyük korkusuydu. Irak savaşı görüldüğü gibi sadece Irak'ı değil Türkiye'yi de derinden sarsacaktı. Çünkü bu savaşın galibinin ABD ve İsrail olacağı belliydi. Niyetleride ortadaydı. Bazı yazarlarımız madem onların kazanacağı kesin yanlarında savaşa girelim, kazanalım diyorlardı. Türkiye'ye ne Musul Kerkük'ü nede Kuzey Irak'ı yar etmeyecekleri kesindi. O halde ne kazanacağımız, askerlerimizin niye ölecekleri belli değildi. Yeni Irak kurulurken sözsahibi olabilmek diyorlardı. Türkiye yılardır Irak'ın üniter yapısı diyordu, ama savaştan sonra federal bir yapı oluşacaktı. Türkiye için ufukta win-win değil lose-lose gözüküyordu. ( 222) Irak savaşının iki nedeni vardı: Petrol ve su. İkiside bölgeyi işgal edecek Amerika'ya uzun süreli Ortadoğu ve dünya hakimiyeti için gerekliydi. Sorunun ' terörizmle savaş ' veya ' şeytanın baltası Saddam'ın kellesi 'ni almak olmadığı kesindi. Amerika'da da bu gerçek ifade ediliyor, artık petrole tamamen mi el koyalım, yoksa kısmen mi tartışmaları yapılıyordu. Time'ın Mart 2002 sayısında yapılan anketde yukarıdaki nedenlerden hangisinin Amerika'nın gerçek gerekçesi olduğu soruldu. Cevap petroldü. Bush'un demokrasi ve özgürlük götürme yalanına kimes inanmıyordu ( 223) Savaşta teknoloji kullanan ABD'nin bölgede konuşlanıp, beslenecek 200 bin askere hiç ihtiyacı yoktu. Bu askerlerin uzun süreli iskanı resmen işgal demekti; Amerika'nın en az 25 yıl bölgeden askeri açıdan çıkmaması petrol ve su sorunlarını çıkarlarına göre çözümlemesine, 'İsrail'e yarayacak Kürt Devleti'nin bölgeye çıbanbaşı olarak kondurulmasına' bağlıydı. Türkiye'ye yerleştirilmesi talep edilen 80 bin Amerikan askerinin 5 yıllığına gelmeyeceğini, bu sürenin sürekli uzatılmasının sağlanacağını Çekiç Güç belasından belliydi. Kıyamet alametlerinden biri Fırat'ın sularının çekilmesiyle ortaya çıkan zenginliğin ardından bölgede çok kıtal ( ölüm ) hadiselerinin olmasıydı. Clinton döneminde Washington Doğu bölgemizde CIA'nın casusluk yapması için çok ' kibar ' politikalar izledi. Mesela Diyarbakır'da konsolosluk adıyla CIA bürosu gibi çalışacak ' Koordinasyon Merkezi ' açılması için diplomatik yollarla bastırdılar. Ecevit, eski Amerikan Büyükelçisi Mark Parris'i ' Diyarbakır'da konsolosluğunuz neyinize yetmiyor ' diye geri çevirdi. CIA, bölgeye eleman yerleştirme fikrinden caymamıştı. Bölgeye yerleşmek için Aralık 1999 İstanbul AGİT Zirvesinde, Enerji Bakanlığı'mızla 10 MGW'lık 10 küçük baraj yapılması için Amerikan Enerji Bakanlığı bir anlaşma imzaladı. Anlaşma törenine İstanbul Conrad otelinde Clinton'u ararken yanlışlıkla girmiştim, basın çağrılmamıştı. Barajlar, Hakkari, Bitlis, Mardin, Yüksekova, Cizre, Bingöl gibi yerlerde yapılacaktı, herbirinin maliyeti sadece bir milyon dolardı, üretecekleri elektirikte ancak bir kasabaya yetiyordu. Acaba ülkemizde 10 milyon dolar kalmamış mıydı? Yapılan anlaşma metnini inceleyince bölgeye çok sayıda Amerikan uzmanının getirilmesi şartı dikkat çekiyordu. Bu işte bir dümen vardı. Diyarbakırda konsolosluk açtırmayan Ecevit by-pass edildi. Kuzey Irak'ta ve Doğu bölgemizde cirit atan CIA elemanlarına yeni kılıf bulunmuştu. ( 224) ABD'nin bu çalışmalarına ve ABD Kongresinde getirilmeye çalışan Ermeni soykırım tasarısına tepki olarak Genelkurmay, Dışişleri ve MİT, 6 Ekim 2000'de Irak'a 2. sınır kapısı açılmasını medya aracılığıyla gündeme getirmişti. 6 alanda Irak politikası radikal biçimde değiştirilmiş ABD şok olmuştu. Bu öneri şu anda Türkiye'nin Washington Büyükelçisi Faruk Loğoğlu'nun Dışişleri Müsteşarı iken Irak'a yaptığı ziyaretden sonra 149 şekillenmişti. Şu anda Müsteşar olan Uğur Ziyalda, Müsteşar yardımcısı iken ikinci bir gezi yaparak politika değişikliğimizi oturtmaya çalışmıştı. 6 Ekim günü.6 Türk gazetenin manşetininde aynı olması Amerikalıların dikkatini çekmişti. Biri bana aitti. Ertesi gün ziyaretime gelip Türkiye'nin bu politikada ciddi olup olmadığını soran ABD'nin Ankara Büyükelçiliği Siyasi İşler Sorumlusu Mr. Lawrance ve Basın Müşaviri Jessi Baily'e ' Kongreden Ermeni tasarısını geçirin. Çok iyi yapıyorsunuz. Ayda yılda bir defa Ankara onurlu bir politika izliyor' tepkisi verince şaşırarak ne yapmaları gerektiğini sormuşlardı. Cevabım Clinton'un sihirli kelime ulusal güvenlik gerekçesiyle tasarının oylanmamasına ilişkin Kongre'ye mektup yazması ve tasarının seçim öncesi feshedilecek meclisin çöplüğüne atılarak kadük yapılmasıydı. Nitekim öylede oldu. Amerikalılara, ' Irak'ta demokrasi istiyorsanız, Irak halkını bize bırakın ticaretle zenginleştirelim, halk kafasını kaldırıp başında diktatör olduğunu görsün' demiştim. Bu konuda beni dinlemedikleri kesindi. Elhak, demokrasi isteyen kimdi? ABD senatosunda tam geçme aşamasına gelmiş Ermeni soykırım tasarısını reddetme karşılığında Amerikalılar şantaj Irak politikamızı değiştirmeye zorladılar. İsrail'in Ankara Büyükelçisi Uri Bar'ın 20 Ekim 2000'de ziyaretime gelerek kimseye söylememem kaydıyla kulağıma fısıldadığı, İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Perez'in Clinton'u arayarak Amerikalılara yukarda söylediğim tavsiyeyi yapmasıydı. İsrail büyükelçisi İsrail'in GAP, su, Filistin, Kürt planlarıyla ilgili aleyhlerinde yaptığım haberlerden rahatsız olmuştu. ' Uzun yaşamak istiyorsan ayağını denk al' tehditini yapan büyükelçi, beni susturmak istiyordu. Amerikalılar bölgeye casus yerleştirirde, Almanlar durur muydu? Almanya, Doğu illerimizin beşinde atıksu arıtma tesislerini verdikleri kredilerle 'bedava' kurmak ve tabi bölgeye 'Alman uzman' yerleştirmek için harakete geçmişti. Bu illerimiz- Diyarbakır, Malatya, Bitlis, Bingöl ve Cizre'ydi. Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Dr. Schmith temel atma törenlerine gidip HADEP'lilerle halay çekince medyamızda magazince bir yaklaşımla eleştirildi. Kendisiyle yediğim 13 Ekim 2000 tarihli yemekte bizi, yani Ankara basınını niye götürmediğini sormuştum. Cevabı; orada basın vardı, ayrıca beni halk arasına aldı halay çektim, HADEPli mi değilmi, nereden bileyim olmuştu. Bölgede ciddi bir CIA ile Alman istihbaratı BND'nin nüfuz savaşı olduğu açıktı. Almanlar bölgede daha fazla baraj yapmamıza karşı çıkıyordu. Gerekçesi ise güya Kürtlerin topraklarına yapılan ' haksız istimlaklar ' , Hasankeyf gibi bölgesel tarihi zenginliklerin yol olacak olmasıydı. Diğer argümanları Irak ve Suriye'ye yeterli su veremeyecek olmamızdı! Sanki toprak, su bizim değilde onlarındı veya bu toprakların sahibi biz değildik. Amerikalılarında, Almanlarında, İngilizlerinde, Fransızlarında ve İsraillerinde kafalarında bölgede güçsüz kolay sömürülecek bir Kürt devleti beklentisi vardı. Türkiye'ye bunu açıkca dikta ettiremediklerinden ilk hedef Kuzey Irak'ta bu yapıyı tesis etmekti. Ve Bush yönetimiyle ' soft' diplomasiler ve ince casus yerleşmeler yerini ' hard war ' ile açık asker ve casus istihdamına dönüştü. Amerikalıların girdikleri yerden stratejik müttefikleride olsa uzun süre çıkmama gibi kötü bir alışkanlıkları vardı. Kosova sorununda arabuluculuk yapan Richard Hoolbrook, bölgede Amerikan askeri kaç yıl kalacak sorusunu ' Osmanlı bölgede kaç yıl kaldıysa o kadar ' diye yanıtlamıştı. Kuzey Irak'taki gelişmeleri Türkiye Ankara yanlısı Türkmenlerle takip ediyordu. Bölgeye CIA, Alman ajanları girebilirdi, ama Türk gazetecinin girişine izin yoktu, Kürt kaynakları ise gerçeği saptırabiliyordu. Yıllardır London merkezli yürütülen Iraklı muhaliflerinin toplantılarında Amerikan ağırlığı arttı ve ortaya Irak savaşından sonra oluşturulacak yeni Irak'ın siyasi yapısı çıkartıldı. Irak Ulusal Konseyi'nde etnik grupların 150 nüfusuna göre temsil oranı belirlenirken zayıf federasyona dönüştürülecek Irak'ta Kürtler özerk devlet kurmayı garantiledi. Güneydeki Şii bölgenin İran'ın tesirinden nasıl arındılarak özerkleşeceğine çare İran karşıtı El Hekimdi. Sünnilerin yaşadığı Tikrit ve Bağdat merkezli Amerikalıların ' şeytan üçgeni' dediği bölge ayrı bir özerk yapıya kavuşturulacaktı. Saddam ve Baas partisi, intihar eylemleri ile bu bölgenin çetin ceviz olduğunu göstermişti. Merkeze gevşek bağlı bu üç bölge tabi Amerikan vali veya askeri komutanın verdiği yetkiler ne kadar iktidar olmalarına elverirse kral olacaktı. Petrol vanasını elde edecek Amerika'nın üçe bölünmüş ülkenin hükümetlerine ne kadar arpalık vereceğini kestirmek zordu. Irak'ın 170 yıl daha çıkartılacak 8 trilyon dolarlık petrolü vardı. Bu petrolden Irak halkın nasiplenemeyeceği kuşkuluydu. Türkiye, ABD'den Şubat 2003'de gelen 6 askeri üs, 2 liman ve 80 bin asker transferinde üsleri açma talebi karşısında oldukça zor günler geçirmişti. ABD'yi geldikten sonra gitmeleri için Ankara razı edemezse bu askerlerin Doğu topraklarını zımmen işgal edecekleri ortadaydı. Savaş sonrası Doğu bölgemizde geri dönüşü mümkün olmayacak bir fitnenin ağacını ocağımıza dikmekle meşgul olacaklarını Ankara görmüştü. Kuzey Irak'ta 5 yıl içinde oturtulacak Kürt devleti abad olunca sıra komşu ülkelerdeki Kürtlerin ' haklarına ' gelecekti. Tabii bu sırada 80 bin Amerikan askeri ve CIA elemanları ülkemiz topraklarında günlerini armut toplamakla geçirmeyeceklerdi. GAP bölgemize kabus gibi çöken Amerikalılar suyun başını tutacaklardı. Bu devrede bölgede çok sayıda İsrailli toprak alacak ve GAP Filistinleştirilecekti. Kuzey Irak'taki Kürtlerin gelişimi dominant tesiri yapacak ve Türkiye'deki Kürtlerimiz ' Amerikan mandasında yaşasın bağımsız Kürdistan ' diye bağıracaklardı. PKK'yla mücadele için harcadığımız 100 milyar dolar , 30 bin şehit vermemiz unutulacak; topraklarımızın elimizin altından ' kendi vatandaş'larımız tarafından çekildiğini hissedecek; 80 bin asker ve Sam Amca'ya ' höt ' diyemediğimiz için ağzımızda sıka sıka diş kalmayacaktı. Ancak bir tek güç bu kabus senaryosunun gerçekleşmesine ' Dur ' diyebilirdi : Türk Silahlı Kuvvetleri. Hükümet, Amerikan taleplerine cevap vermek konusunda askeri bürokrasinin ve tepe karar mekanizmasının ağzının içine bakıyordu. TBMM, askerler ' olur ' derse çelişmemek için ' hayır ' diyemeyecekti. Bu Meclis'den Amerikan askerine onay çıkmaz diyenler yanılıyordu. Eğer asker ' Evet ' derse TBMM ve hükümet, Kıbrıs'da Denktaş'ın kaprislerine boyun eğmesi, YÖK isyanında görüldüğü gibi ' kuzu ' olacaktı. TSK, Amerikanın uzun vadeli Kürt planlarını kabul etmeyeceğine göre, yeni bir kurtuluş mücadelesi vermemiz gerekebilirdi. ABD ve İngiltere, BM denetçilerinin raporu ne olursa olsun Saddam'ı devirmeye kararlıydı. Ankara ve Genelkurmay, Kürt sorununun adının konulacağını bildiği için savaşa karşıydı. Amerikan askerinin bölgeye uzun süreli yerleşimi Kuzey Irak'ta 1992'den beri fiili olarak oluşturduğumuz sorunu ' kontrol' politikamızı yokedecekti. Derin devletimiz Can Dündar eliyle yakın müttefimiz ABD'ye resmilerin dile getiremediği çekinceyi ulaştırdı. Açık ve gizli istihbaratlar ortaya saçıldı. Kabusumuz olan 'bölünme' korkusunun yersiz olmadığını PKK'nın yerini alan KADEK'in Amerika ile işbirliği yaptığını gösterdi. Kürtleri bugüne kadar kimler kullanmadı ki, önce Ruslar, sonra Fransa, Almanya, İsrail, İtalya, Suriye, İran, Irak, hatta Ermenistan, şimdide ABD. Kabus, 3. dünya savaşı çıkartacak bir zehirli tohumu bünyesinde barındırıyordu. ABD, savaşa gidilen Şubat ayının sonuna kadar Ankara'nın 2. tezkereyi geçireceği umudunu beslliyordu. Savaşın ilk haftası yoğun bombardıman altında geçeceği için kuzey cephesine asker göndermek için ABD'nin hala vakti vardı. Amerikalılar, Türklerin 151 ' kervan yolda düzülür' atasözüne harfiyen uyacaklarını, yani son dakikada beklentilerini yerine getireceklerini tahmin ediyorlardı. Türk askerine Kuzey Irak vizesi verilmemesi şantajının sonuç vereceğinden emindiler. Zaten ellerinde başka koz kalmamıştı. Türkiye'de askeri darbe yaptırmak için ne vakitleri vardı, nede ortam darbe yaptırmaya uygundu.Cumhuriyet gazetesinin ' Genç Subaylar endişeli' manşetiyle başlatılan medya darbesini Genelkurmay Başkanı, iftira atanları lanetliyerek bertaraf etmişti. Askerimiz, son derece demokrat bir tavırla hem görüşünü söylemiş, hemde sivil yönetim TBMM'ye saygısını bildirmişti. Ankara, kötünün iyisini seçmek zorundaydı. AKP yönetimi ve Cumhurbaşkanı Sezer'in, savaşın kaçınılmazlığını görrerek tezkere konusunda yelkenleri suya indireceği hesaplanmıştı. Zira bir yanda rüşvet olarak verilen 26 milyar doları alarak savaştan etkilenmemek vardı, öte yanda iki arada bir derede savaştan yardım almadan ABD'yi küstürerek savaşta ekonominin çökme ihtimali duruyordu. KÜRTLERE AMERİKAN ÜNİFORMASI ABD, bir yandan Türk yetkililerle tezkere pazarlığı yaparken öte yanda Ankara'nın çekincelerine aldırmadan Kuzey Irak'da IKDP Lideri Mesut Barzani güçlerinin konuşlandığı Selahaddin'de Peşmergelerden düzenli bir ordu kuruyordu. Üzerilerine Amerikan üniforması geçirilmiş, kırmızı bereli Kürt askerlerinin fotoğraflarını Kanada'nın Maclean's dergisinin Şubat'ın son hafta sayısında yayımlanmıştı. Konvensiyonel, hafif, modern Amerikan silahları ile donatılan Barzani güçleri Musul ve Kerkük'ü Türkiye'nin tüm karşı çıkmalarına rağmen hava bombardımanın hemen ardından ele geçirecekti. Ankara'nın ' Kürtler Musul ve Kerkük'e giremez' diye Amerikalılardan yazılı garanti almasının anlamı yoktu; anlaşma bu şekilde delinecekti. Amerikan subayı komutasındaki Amerikan askeri kıyafetindeki Kürtler konusu nedeniyle ' tezkere' meselesi uzadı. Yoksa mesele tek başına parasal değildi. Türkiye, savaştan sonra Kürtlerden silahların geri toplanamayacağını savunuyordu. Gerçektende kurulan düzenli ordunun güvenliği sağlamak gerekçesi ile yaşatılacağı ve bölgede Kürdistan'ı Amerikan kontrolünde kuracaklarını anlamak için uzman olmaya gerek yoktu. Ankara bir olup bitti ile realiteyi kabul etmek zorunda bırakılacaktı. Irak'a federasyon denilmese bile bal gibi Kürtler, Kürdistan'ı kurunca bölünecek, federasyon olacaktı. Türk ordusuna geri cephe hizmeti verilmiş durumdaydı. Yani sıcak savaşa girmeyip sadece Saddam bölgesinden kaçanları Kuzey Irak'ta Türkiye'ye sokmadan kurulacak 11 kampda iskan etme işini yapacaktı. Musul ve Kerkük'e TSK yaklaştırılmayacak, ama Kürtler Amerikan üniforması ile orada olacaktı. Barzani, merkeze gevşek bağlı özerk bir devlet istiyordu. IKYB Lideri Talabani'nin durumu daha karışıktı. İran-Türkiye, ABD arasında gelip giden Talabani bağımsız Kürt devletinde ısrarlıydı; elini güçlendirmek ve ABD'ye ' benide dikkate al' demek için İran Kürdü 5 bin askeri Kuzey Irak'a sokan ondan başkası değildi. ABD'nin korkusu Saddam'ın en önemli karasal savaş kozu intihar komandoları Yezidilerdi. Çoğunluğu Kuzey Irak'la komşu Bechaşi bölgesinde yaşayan Yezidilerin nüfusu bir milyondu. Onlar Saddam'a hep sadık kaldılar. Kürtleri ihanetle suçluyorlardı. 1991'de Barzani Saddam'ı arkadan hançerleyince karşılarında taş gibi Yezidileri bulmuştu. Bu hizmetleri nedeniyle Saddam onları Irak ordusunda ve Baas Partisinde üst kademelere getirmişti. Kuzey cephesinde Amerikan kılıklı Kürtlere karşı savaşacak Saddam güçlerinin başında yine Yezidi bir orgeneral ve Yezidi askerler bulunuyordu. Yezidiler, kendilerinin ' şeytana tapanlar ' olarak tanımlanmasına karşı çıkıyor; tek bir Allah'a inandıklarını savunuyorlardı. Konuşturulan Yezidi Liderleri, dini anlayışlarını hiç 152 bir baskıya tabi tutmadan serbestçe yaşamalarına müsade eden Saddam'a müteşekkir olduklarını ifade ediyorlardı. Amerika, yurtdışından topladığı savaştıracağı Iraklı Kürt ve Türkmen muhalifleri Macaristandaki NATO üssünde askeri eğitime tabi tutuyordu. Basına sızan rakam 400'dü. Basına konuşan Türkmenler, Amerika'nın yanında savaşa girerek, hem Kürt hemde Saddam bölgesinde ihlal edilen haklarını geri alacaklarını, Irak'ın kurucusu asil üyesi sayılacaklarını umduklarını açıkça belirtmişti. Ayrıca Musul ve Kerkük petrollerinde hakları bulunduğunu belirterek, savaştan sonra adil dağılım yapılmasını bekliyorlardı. 1975'de Cezayir anlaşması ile 1991'de ise yeniden Amerika tarafından aldatılan Kürtler, her ne kadar ABD'ye tam güvenmeselerde, bu savaştan kazançlı çıkacaklarını sanıyorlardı. Fille aynı yatağa giren ya kör kalkar şaşı veyahutda pestili çıkar hiç kalkamazdı. Kürtler ve Türkmenler Amerikalılarla ilgili yapılan bu tanımı hiç duymamıştı anlaşılan. Romanya ve Bulgaristan'da Karadeniz limanlarında Amerikan savaş gemileri ve askerleri bekletiliyordu. Irak'da savaşacak muhaliflerin sayısının daha fazla olduğu muhakkaktı. (225) 1996'da Saddam'ı devirmek için Yahudi kökenli 2000 Kürdü CIA ajanı olarak kulanan, foyası ortaya çıkınca bunları önce GUAM adasına, daha sonra Amerika içine taşıyan ABD, bu güçleride İskenderun'a gemilerle getirmişti. İsrailde yaşayan, yıllar önce Irak'tan göçen 150 bin Yahudi Kürt, Irak savaşı sonrası topraklarına dönmek için hazırlanıyordu. İsrailin hazırladığı yine Amerikan üniforması giyecek İsraili Kürtler güneydeki kara savaşında kulanılacaktı. İsraik savaşa asker vermemiş gözüksede aslında veriyordu. Kuzey Irak'da 10 bin Yahudi Kürdü yaşıyordu. Bunlar Barzani aşiretine mensuptular. Bu konuda Yalçın Küçük bir kitap yazmıştı. Kuzey Irak'da Kürdistan'ı İsrail'in ikinci İsrail olarak Nilden Fırat'a vaadedilmiş topraklar safsatasını gerçekleştirmek için Amerikan filini kullanarak kurdurduğunu ilk defa Hürriyet gazetesi tezkere öncesi servis olduğu belli bir dosya yayınlayarak herkesi şaşırtmıştı.(226) 'Yanlış hesap Bağdat'dan döner derler' ya, bu sefer 1 Mart 2003'de Ankara'dan TBMM'den dönmüştü. Ankara, ABD'ye kırmızı kart göstermişti. Batı basınında tezkere öncesi ' Paragöz Türkler' diye aşağılanan Türkiye, tezkereye 'güle güle' diyerek yıllardır defterden silinen ' Hayır' kararını yüce TBMM'de verdi, dünyaya halkın iradesini hatırlattı; birden ' Demokrat Türkler' oluverdi, itibarı arttı. İkili oynayan ABD, demokrasi dersi almıştı. Başbakan Abdullah Gül'ün AKP milletvekillerinin oy kullanmada özgür bırakan demokratik tavrı, 50 ret oyu şeklinde aksini bulmuştu. 3 oy farkla reddedilen tezkere, dünya medyasına önce kabul edildi, sonra ret edildi yine geçilmişti. Oy kullanan sayısının salt çoğunluğu sağlanamamıştı. Tezkere değil ateşten top ile oynanmıştı. MGK bile ayağında tutmamış Şubat ayının son MGK toplantısında savaşı tavsiye etmemişti. Topu hükümete paslıyarak sorumluluğu üstlenmek istemedi, yıpranmaktan kaçtı. Askerlerin riski göze almadıklarını gören AKP'lilerin ateşe el uzatmamaları normaldi. Tek meselenin para olmadığı bundan daha güzel anlatılamazdı. Çantada keklik görülen Türkiye keklik muamelesinden sıkılmıştı. Ankara haklı olarak tatmin edici olmayan gelişmeler nedeniyle kıyamete kadar alnına vurulacak kara lekeden kurtulmuştu. ABD'nin 'arka bahçesi' Kanada bile, ' BM kararı olmadan meşruiyet olmaz; önceki BM kararı rejimin devrilmesini değil Saddam'ın silahlardan arındırılmasını talep ediyor ' derken, haksız bir savaşa vesile olmak, Haçlı seferlerini durdurmak için Irak yakınlarında şehit olmuş 2. Kılıçarslan'ın torunlarına yakışmayacaktı. Amerika, Irak'ı tehlikeli silahlarından arındırmaktan, Saddam yönetimini devirmekten 153 çok, talan edeceği petrolün hesaplarını çıkarmış, Saddam sonrasında Irak’ta tutunma, hakimiyet kurma konusunda yoğunlaşmıştı; Kuzey Irak'ta Selahaddin kentinde yapılan toplantı sonunda, muhalifler hükümeti kurmuştu. ABD ve İngiltere'nin kuklası olan Irak Ulusal Konseyi bu toplantıda altı kişilik Başkanlık Konseyi üyelerini belirlemişti. ABD'nin yazılı olarak güvence vaadetmesine rağmen Türkmenler yönetime alınmamıştı. Başkanlık Konseyi'ne, Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) Lideri Mesut Barzani, Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği Lideri (IKYB ) Celal Talabani, Irak Ulusal Kongresi Başkanı Ahmed Çelebi, Sünniler'in temsilcisi olarak Adnan Paçacı, Şiiler'i temsilen İyad Allavi ile Irak İslam Yüksek Devrim Komitesi Başkan Yardımcısı Abdülaziz El Hakimi seçilmişti. Konferansa katılan Türkmenler ve Asuriler ise Başkanlık Konseyi'nde yer almadı. Türkmenler, gün sonuna kadar konseyde kendilerine yer verilmemesi durumunda toplantıdan çekileceklerini bildirmişti. Aldırış eden olmadı. Amerikalıların organize ettiği toplantıda Türkmenlerin safdışı edilmesi ve konferansa Ankara'nın rest çekilerek katılmaması, tezkereye ret kararının önhabercisiydi. Kürt kartı, Türkiye'de ve dünyada önemli güçlerin, devletlerin adeta 'çıkar savaşı' haline gelmişti. Bölgede 'Kürt' sorununun bitmesi sadece Amerika veya Batılı ülkeler, bazı komşularımız tarafından değil, Türkiye içindenden de bazılarınca istenmiyordu. Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne sokmamak isteyen dahili ve harici güçler bu sorunun yaşatılması amacıyla akılalmaz politikalar izliyordu. ABD ve İsrail, Türkiye'nin AB'ine girmesini istermiş gibi yapıyor, ama bir yandanda ' Kürdistan projesi'ne yatırım yaparak Ankara'ya ' şantaj' yapıyordu; İsrail'in ' İkinci İsrail' projesine çalışıyorlardı. Türk basınında yer alan PKK'ya ABD'nin desteğini ispatlayan üç fotoğraf ABD'ye neden güvenmediğimizi o günlerde ortaya koymuştu. Türk gazetecilerini Kuzey Irak'a sokmamak için bir aydır süren dirence rağmen bazı Türk gazeteciler görevini başka yollarla yerine getirdi İlk fotoyu Milliyet'den Can Dündar yayımlattı. PKK ile görüşen ABD'li fotosu, Washington'un tüm Kürtleri kapsayan bir şema üzerinde çalıştığını gösteriyordu. İkinci fotoyu gündeme getiren bendeniz, Kanada'da yayımlanan Maclean's dergisi muhabirinin Selahaddin'de çektiği fotoyu Türk basınına ulaştırdı. Amerikan üniforması giymiş Kürtler, Ankara'ya verilen yazılı güvenceye rağmen şimdiden hafif ve konvensiyonel silahlarla donatılmış, Amerikan askeri gözetiminde askeri eğitimden geçiriliyordu. Tezkereye göre Türk ordusu Kuzey Irak'ta sadece 20 kmlik bir alanda haraket kabiliyetine sahip olabilecekken, Kürtlerin ifadesine göre Amerikan forması ile Barzani'nin askerleri Musul ve Kerkük'e Amerikan ordusu ile kolkola girecekti. Üçüncü foto, Star'da yayımlanan Türkiye’nin Güneydoğusu’nu da içine alan ‘Kürdistan haritası’nın altında yemek yiyen Kuzey Irak'ta çekildiği belli olan ABD’li askerler ve peşmergelerdi. Kuzey Irak’taki fiili Kürt devleti, artık resmen Amerikan askerinin kontrolündeydi. ABD Türkiye kendisine destek vermez, ABD askerlerine topraklarını açmazsa, Kuzey Irak’ta son aşamasına getirdiği Kürt devletini ilan ettirecekti. Bu resmen şantajdı. Ama TBMM'de bu oyun ters tepti. Halkın iradesi paralelinde halkın temsilcisi milletvekileri baskılara boyun eğmedi. Bu arada Kuzey Irak'da Mesut Barzani ve Celal Talabani'nin Türk ordusu aleyhine yaptığı sert açıklamalar ve provoke kokan gösteriler, askerlerimizi ve milletvekillerimizi sağduyulu olmaya zorlamıştı. ABD, bize yazılı güvence verdiği saatlerde Kürtleri aleyhimize kışkırtarak ' halk böyle istiyor' demeye getiriyordu. Türk halkının ne istediğini ' ret' yanıtı ile anladılar, dillerine persenk edip sadece kendilerine yonttukları ' demokrasi oyuncağı' bumerang gibi çıkarlarını vurmuştu. 'Madem Türkler 120 bin, 80 veya 62 bin ( rakamlar sürekli değişti) Amerikan askerini 154 bölgeye geçirmiyor, bizde Kürtleri silahlandırır önce Irak sonra Türkiye'yi sallarız ' politikası izleyen Amerikalılar, yazılı olarak verdikleri güvencede ' Kürtlere TSK silah dağıtsın ve toplasın' dedikleri sırada alay eder gibi Kuzey Irak'ta savaş seferberliği başlatmışlardı. Güya IKDP'nin seferberlik çağrısı sonucu binlerce Kürt gencinin orduya katılmış, 'Irak'taki son yapılanmada bağımsızlığımıza kavuşacağımıza inanıyoruz' diyorlardı. Peşmegelerin üzerindeki Amerikan üniformaları ve botları dikkat çekiyordu. Amerikalı yetkililer, bir yandan Türkiye ile 'stratejik ortak' pazarlıkları yaparken, diğer yandan Kuzey Iraklı Kürtler'le girdikleri 'kader birliği' ilişkisi Ankara'yı rahatsız etti. Amerikalılar, Irak'a yönelik operasyonda Türkiye ile Kuzey Iraklı Kürtler'i, tam anlamıyla 'aynı kefeye koymuş' durumdaydı. Bu görüntü bile bölgeye Amerikan askeri sokmamak için yeterli gerekçeydi. Bugünden Kürtlere bağımsız devlet muamelesi yapan Amerika, yarın Irak savaşında gösterdikleri kahramanlıktan (!) ötürü herhalde onları cezalandırmayacak, mükafatlandıracaktı. ABD'nin AK partiyi başarısız kılmak için savaştan sonra başarız tezkere kozunu kullanacağı aşikardı. ABD dostu olduğunu kanıtlamamış bir iktidarın yok edilmesi için Amerikalılar her yöntemi kullanabilirdi. Bu sırada başbakanlığa oturan Tayyip Erdoğan, bu durumu sentez edecek kadar zeki bir liderdi. DELİ YÜREK'E ALİ-CENGİZ OYUNU! Erdoğan'a ve Ankara'ya en ciddi mesaj Kuzey Irak'ta verildi. ABD ile Türkiye arasında son 7 yıldır derinleşen güven bunalımı, 11 askerimizin 4 Haziran 2003'de ' terörist muamelesi'yle rehin alınması ile derinleşti. Türk tim komutanı ateş açmayarak çatışmayı önlemiş Amerikan planlarını bozmuştu. Tercüman'dan Murat Çelik'in yazdığı gibi Amerikam timi çatışma çıkmasını istiyordu. Bu skandal eylemle ülkemizin 'arka bahçesi'si Kuzey Irak'ı 'kendi bahçesi' ilan eden Washington'un, Kürtler üzerinde planladığı gelecek hesaplarının çıkarlarımızla çeliştiği belirginleşti. ABD özür dilemedi, burnundan kıl aldırmayan Amerikalıların buna hiç niyeti yoktu. Onurumuz kırılmıştı.. Kurulan ortak komisyondan özür çıkmamış, koordinasyon kopukluğu gibi komik bir mazeret uydurulmuştu. ABD, Kürt planına müdahale etmemizden hoşnut değildi. Türk askerinin Kuzey Irak'ta varlığı, Kürtlere verilen vaadlere aykırıydı. IKYB Lideri Talabani tam bir ' siyasi fahişe'ydi. Sözkonusu operasyonda onun teşvikinin olduğu oldukça açıktı. Çünkü PKK veya KADEK Talabani'nin bölgesinde rahat haraket edebiliyordu. Türk askerinin varlığı buna engeldi. Talabani defalarca söz vermesine rağmen PKK'ya hiçbir zaman temelli yüz çevirmedi. Kürtler üzerinde planlanan oluşumda PKK'ya yer açılması Ankara'yı rahatsız ediyordu. Talabani, PKK ile ilişkilerde ABD'nin kilit adamıydı. Bu nedenle Talabani'nin ispiyonu alet edildi, amaç Türk istihbaratçıların kapı dışarı edilmesiydi. Muhtemelen Türk timi Kerkük valisine değil yakın tarihlerde Amerikalılarla biraraya gelen üç üst düzey KADEK yöneticisine suikast planlıyordu. Bölgeyi büyük kulaklarla dinleyen İsrail ve ABD istihbaratının bu bilgiye ulaşması Talabani'nin elde etmesinden daha mantıklıydı. ABD, Talabani'yi maşa olarak kullanarak Türk askerine bölgede gözdağı verdi ve artık arka bahçemizin ağası olduğunu ima etti. ABD'nin Kuzey Irak'ta askerimize ' kış kış ' derken Irak'ta asayişi sağlamak için yine Türk askerine ihtiyaç duyması ayrı bir paradokstu. Komisyondan, 'bunu unutalım gelin Irak'ın yapılanmasında beraber çalışalım' kararı çıkmıştı. Ama Kuzey Irak'ta Kürtlerle işbirliğine Türkiye ile işbirliğinden daha fazla önem verilmeye devam edilecekti. ' Hem havuç hemde sopa' politikasına Ankara'nın boyun eğmesi Kürtleri dahada 155 cesaretlendiriyordu. KADEK adıyla PKK'yi siyasileştiren Batılı dostlarımız yeni Kürt federe yapılanmasında bir nevi Kürtlere devlet stajı yaptırmayı hedefliyordu. Kürtçe yayını, eğitimi herşeyi olan bir Kürt oluşumu, Türkiye'de önümüzdeki 10-20 yılda sahneye konacak yeni fitnelerin altyapısını hazırlayacaktı. Kuzey Irak'tan püskürtülmemiz sözkonusu hain planının ilk aşamasıydı. İçeriden istihbarat almamız ve operasyon yapmamız engellenerek içe kapanmamız, olacaklara razı olmamız isteniyordu. Aslında Irak ve Kıbrıs politikamız hiçbir zaman ABD'nin stratejileri ile örtüşmedi. Bazıları çıkarlarımızın yeni çeliştiğini ve tezkereyi ellerine vermememiz nedeniyle yaşanan hayal kırıklığının faturasını ödediğimizi sanıyordu. Kuzey Irak konusunda filmin kopmasının öyküsü 13 Eylül 2000 yılına dayanır. Bu tarihte aynı gün içinde Filistin Lideri Arafat Filistin devleti ilan etmeye hazırlanırken, Washington'un gizli icazetiyle Talabani ve Barzani ' Kürdistan Devleti'ni resmen kurduklarını açıklayacaktı. İsrail, Filistin devleti ilanını, Türkiye ise ' Kürdistan' ilanını Washington nezdinde yaptığı girişimlerle boşa çıkardı. ABD'deki Yahudi lobisi, Ankara'yı bu günlerde ABD Senatosunda gündeme gelen sözde Ermeni soykırım tasarısını engelleme ve ' Kürdistan konusunda ertelettirme sözü vererek yanına aldı. Nitekim, dönemin Dışişleri Bakanı Şimon Peres, eski ABD Başkanı Clinton üzerinde etkili olarak iki konuda da başarılı oldu, ancak ' derin Washington', Kürtler konusunda ipleri ellerine alarak uzun soluklu bir dayatma planını sahneye koymaya başladı. Türkiye'nin ABD'nin Kürt ve Ermeni kartlarına karşı kozu Irak politikasında gösterdiği dirençti. 1998'de Kuzey Irak konusunda başlatılan ' Washington süreci' ile ABD, hem iki Kürt lideri barıştırma yoluna gitmiş hemde Saddam'ın devrilmesi konusunda destek arayışına girmişti. Ankara tedirgindi. Irak politikamız çatırdıyordu. Son bir hamle ile ABD'ye rağmen Bağdat'a 2000 yılında büyükelçi tayin etmemiz, ticari ve diplomasi ilişkilerini geliştirmemiz Washington'u çıldırtmaya yetti. Genelkurmay'ın bu sırada Habur sınır kapısını kapatma kararı alarak bölgede kendini kral gibi görmeye başlayan Barzani'nin burnunu sürtmek istemesi ve Irak'a Türkmenlerin bölgesi Kerkük tarafından 2. sınır kapısı açmayı planlamasından dolayı ABD artık Türkiye'ye güvenini kaybetti. Ve Kürtlerle ortak planlar sahne aldı. Sürekli kavga eden Kürtlerin barıştırılması için kesenin ağzı açıldı. 2001 yılında Kuzey Irak'ta Barzani ve Talabani'yi ABD'nin barıştırarak Kürt parlamentosunu açtırması, bayrak, milli marş gibi devlet oluşumun olmazsa olmazlarını ilanı bundan sonra Ankara'da hep seyirci tribünününden izlenecekti. Çünkü Habur sınır kapısının kapatılmasının ardından İsrail ve ABD, Barzani ve Talabani'ye müthiş bir teklif sundu. Barzani'ye bağlı 30 bin Talabani'ye bağlı 25 bin Peşmergenin 100 ile 500 dolar arası maaşa bağlanması ve düzenli ordu eğitimlerinin taraflarınca yapılması önerisine tabii ki evet yanıtı verdiler. Dananın kuyruğu artık kopmuş Türkiye Kürtler üzerinde kurduğu hakimiyeti kaybetmişti. Kontrol artık İsrail ve ABD'de idi. Parayı kim veriyorsa düdüğüde o çalar prensibi işlemeye başlamıştı. Saddam'ın devrilmesine karar verilmesinde Barzani ve Talabani'nin ABD ve İsrail'in yanında sağlam duruşlarının rolü büyüktü. Türkiye, Kuzey Irak'ı bu tarihlerde yitirmiş, arka bahçede oynanan Ali-Cengiz oyunu'nunda treni kaçırmıştı. Tezkerenin geçmemesine en çok Kürtler sevinmişti. Tezkere'nin geçmesi ABD'nin Türkiye'yi zımmen işgaline, Türkiye'nin de Kuzey Irak'ı resmen kontrolüne yol açacaktı. Ancak bu kontrol 20 kmye sıkıştırılmış bir tampom alanda gövde gösterisinden öteye gidemeyecekti. ABD askeri Türkiye'de konuşlanabilseydi İsrail'in Fırat projesi çabuklaşacaktı. 120 bin askeri Türkiye'ye yerleşseydi uzun süre gitmeyeceklerdi; daha 156 çok onurunuzu kıracak operasyonlar, şaklabanlıklar yapacaklardı. Çuval geçirme krizinde olduğu gibi özür bile dilemeden yüzümüze tüküreceklerdi. Verilmiş sadakamız vardı ki, sadece arka bahçemizde mevzi kaybedilmişti. Arka bahçede dengeleri değiştirmek oyunu bitmemiş, yeni başlıyordu. Tehlike Çemberi- Bumerang, son yıllarda Türkiye'de en çok seyredilen, şahaser Türk yapıtlarından olan ' Deli Yürek' dizisinin filme çekilen versiyonunun adıydı. Kahramanımız Yusuf, Diyarbakır'ın şehit Emniyet Müdürü Gaffar Okan suikastını çözüyor ve bölgenin portresini oldukça net çekiyordu filmde.Yusuf sayesinde bumerang sahibini vuruyordu; ABD'nin korkusu Yusuflarımızdı... Kafasına çuval geçirilen 11 askerimiz deli yürek Yusuflardı. Bu filmin senaryoyu yazanlar bölge gerçeklerinin farkındaydı. Türk Hizbullah'ını kimin, niçin kurdurduğu, ' istenmeyen çocuk' ilan edilerek neden tasfiye edildiği ve Kuzey Irak'ta oynanan kirli oyunlar harika resmedilmişti. Kuzey Irak'ta yaşanan utanç verici olayda bulmacanın boş kalan yerlerini bu filmde görmek mümkündü. Yusuf'a Diyarbakır'da yardım eden ' Bozo' kodlu Özel Tim komutanı Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırımdı. Hani güya arandığı halde bulunamayan, ancak cep telefonu kayıtlarına göre, geçmiş dönemde Genelkurmay'dan MİT'e, Başbakana kadar üst düzeyde herkesle hatta Ankara'da bakanla, emniyet genel müdürü ile destursuz direkt görüşebilen ' Rambo'muz Yeşil. Sayısı 6'yı bulan istihbarat örgütlerimizin hepsinin özel elemanı, ne zaman, nerede karşınıza çıkacağı bilinmeyen, hukuk üstü yetkilerle donatılmış gibi devlet adına hareket eden; kimilerine göre kahraman kimilerine göre infaz makinası Yeşil. O, görev alır, gider Kosova'da UÇK'yı eğitir, bir bakarsınız Kuzey Irak'ta özel bir operasyon timini yönetirdi. Her ülkenin böyle 007 James Bond'ları vardı. Yeşiller ölmez, yenisi yerini alırdı. Filmde adı geçen; ordudan şerefsizlik nedeniyle atılan, bir zamanlar PKK'nın bölgedeki uyuşturucu trafiğini yöneten, bir zaman Hizbullah'a çalışan biri vardı. Okan suikastını Amerikalılar ve MİT kontrolünde İranla ilişkisi varmış gibi kurdurulmuş Hizbullahla organize eden, Kuzey Irak'daki Kürt liderleri Amerikalılarla buluşturup başımıza çorap ören, sadece kazanacağı dolarları düşünen Şeref adlı ' Şerefsiz ' Albay bölgede karın ağrımızdı. Nakliyat işi yapıyormuş gibi gözüküp bölgenin haracını kesenler Kuzey Irak'ta başımıza çorap örenlerle işbirliği yapanlardı. Bölge halkı gerçektende PKK ile devletin ' gülmeyen yüzü' arasında sıkışıp kalmış iken Yusuf'un tanımıyla Gaffar Okan ' devletin gülen yüzü ' olmuştu. ABD istihbaratı ' gayri nizami harb' taktikleri ile kimi zaman Hizbullah, kimi zaman PKK, kimi zaman bölgeye yatırım yapan iş adamı, kimi zaman ise ' Konsolos, diplomat' olarak gelip ülkemizde karanlık sularda balık avlamaya başlıyalı yıllar oldu. Düzenli, yerleşik ordumuz, OHAL yönetimimiz bunlarla kurallar ve mevcut hukuk düzeni çerçevesinde mücadele edemeyince merhum cumhurbaşkanımız Özal zamanında, onun girişimiyle Özel Tim kurulmuş ve imdata yetişmişti. Polis teşkilatındaki kadrolardan kurulu sanılan Özel Timde aslında eskiden adı Özel Harp Dairesi olan Özel Haraketler Komutanlığı'na bağlı subay ve astsubaylar ve MİT ile yanaşı asker, polis istihbaratından özel elemanlar yer aldı. Şimdiki DYP Başkanı Mehmet Ağar, eski milletvekili Hayri Kozakçıoğlu bu konuda pek çok devlet sırrına vakıftı. Şiddete şiddet ve yabancı yıkıcı istihbarata yine aynı dozda istihbaratla karşı koyma taktikleriyle ortaya kanlı bir faili meçhullar ve kıtaller faturası çıktı. Kan davası büyüdü. Özel Tim gerekliydi, ancak bazen amacını aştı ve bireysel hatalar genele mal edildi. Bu durum tamda yabancı istihbaratların istediği sonuçtu. Gaffar Okan, Eşref Bitlis gibi sevilen 157 insanlar ' Kan davası'nı bitirmeye çalışıp yabancı tahrikçiler ve yerli işbirlikçilerinin ekmeğine soğan doğrayınca suikastlarla ortadan kaldırıldılar. Bölgede kimin eli kimin cebinde kim kimin adamı bilinmez hale geldi. Halk iki arada bir derede kalırken, güvensizlik ortamı masum Kürt vatandaşlarımızda dahi kaymalar meydana getirdi. Kürtleri Kürt kabul etmeyen resmi Genelkurmay politikası, provakatörlerin ekmeğine yağ sürdü. Kuzey Irak oyunu, son 10 yılda hep aleyhimize gelişerek büyürken bölgede Türk Özel Tim ve İstihbaratının varlığı kaçınılmazdı. 30 bin askerle sınırdışı operasyonlar yaptığımız dönemlerde TSK Peşmergeler tarafından ' korku' nedeniyle baştacı edilmiş, yabancı bir toprakta otorite boşluğu nedeniyle varlığını dünyaya deklare etmişti; kimsenin sesi çıkmıyordu. ABD'nin üslubu Şahinlerin Bush'u zoraki tahta geçirip şeytani planlarını sahneye koymaya başlayınca çok değişti. ABD, önce 120 bin askerini Irak savaşı bahanesiyle ülkemize, özellikle doğu illerimize yerleştirip resmen ' sadık müttefiki'ni resmen işgal etmek istedi. TBMM'de bilmeden verdiğimiz ' demokrasi dersi' ile cezalandırılmalıydı. Eğer AK Parti döneminde böyle bir karar alınsaydı, Tayyip Erdoğan bitmişti; halkımız bu ihaneti affedemezdi. Bu gücün maksadı, Çekiç Güç'ün yapamadığı rezaleti ezici sayı ile sahnelemekti. ABD fili, Irak'taki yeni yapılanmada PKK'lıyı, Kuzey Irak'ın baldırı çıplak aşiret reisini yönetim kadrosuna alarak dirsek gösterdi. Asıl yumruğu ise 11 askerimize kafalarına çuval geçirerek gerçekleştirdi. PKK elebaşı Öcalan'da ABD tarafından başına çuval geçirilerek hediye edilmişti, Taliban ve El-Kaide mensuplarına da aynı muamele yapılmıştı. ABD, demek istiyordu ki, ' istersem sizi bölgeden terörist diye atarım, benle oyun oynanmaz.' Nitekim, sorunu aslında çözemeyen ortak komisyon açıklama yapmasının ardından ' Başşahin' kibirinden taviz vermeyerek bu sefer orta parmağıyla ' nanik' mesajı gönderdi. Karşımızda laf anlamayan bir ABD vardı. Clinton döneminin hassas dengeleri gözeten ABD'si yoktu. Bölgede ABD ve İsrail ile çıkarlarımız çatışıyordu ve bu durum ABD'de Şahinler ekibi iktidardan gidene kadar eski düzene oturmayacaktu. Eski düzende kalıcı çözüm üretmiyordu. Ancak durum şu anda olduğu gibi vahim değildi. Eskidende çıkarlarımız çatışırdı, her iki tarafda bildiğini okurdu. Ama bunu halkımız bilmezdi. Şahinlere bu konuda Türkiye teşekkür borçluydu. Cola Turca yok satıyorsa, bunda Şahinlerin rolü büyüktü. Arha bahçeden Türkiye ' Yavuz hırsız ev sahibini kovar ' misali kovulmak isteniyordu. Ateş çemberinde dolaşan bumeranglar er-geç sahibini vuracaktı. 1 Mayıs'da Irak'ta savaşın bittiğini ilan eden ABD, 2004'e girerken çoğu savaş sonrası olmak üzere 600 asker kaybetti, 2000'de yaralı vardı. Eğer Kuzey Irak'ta ve ülkemizde büyük oynunu oynamak istiyorsa, bu politika bumerang'ın vuruş hızını öldürücü kılacaktı. Sonuç olarak, bölgede özel timi ortadan kaldırmaya çalışanların ABD'den beslendikleri apaçık ortadaydı. Çünkü ABD, Türk ordusunu masada manevralarla dizginleyebileceğini düşünüyordu, ancak gayri nizami harp yürüten özel timle başı beladaydı. Aynı yukarıda bahsettiğim filmde olduğu gibi ' Deli Yürek Yusuflar' gerçekten ABD'yi korkutuyordu. Kuzey Irak'ta varlığımızı herşeye rağmen koruma kararımız Yusufların görev başında olduğunun göstergesiydi. Elbette Okan suikastı filmde olduğu gibi Yusuf'un hepsini temizlemesi ile aydınlatılamadı. Çünkü hala piyonlarla uğraşıyor, İran ve Lübnan'daki asıl Hizbullah tarafından tanınmayan Türk Hizbullah' nedeniyle İran'ı ' günah keçisi ' yapıyor, hedef saptırmada kulanılan ' irtica maskaralığı ' ile asıl düşman 158 maskeleniyordu. Bir babayiğit çıkıp bilinen gerçekleri haykıramıyordu' Stratejik müttefikimiz'; kafamıza çuval geçiriyor, özür dilemiyor, tam tersine özür bekliyordu. Kılavuzu İsrail, dostu ABD olanın hali buydu. Kendi vatandaşına devletin gülen yüzünü gösterecek Okanlara, Bitlislere ihtiyacımız vardı. A planı'na ulaşmak için ABD, Ankara'ya 2. tezkere şantajını Kürt fobisi üzerinden yapıyordu. Sonuç elde etmek için her yolu mübah gören Amerikalılar, IKDP Lideri Mesut Barzani'yi kullanarak Türkiye'nin Kuzey Irak ve bağımsız Kürt devleti fobisini lehlerine çevirmeye çalışıyordu. Kürtleri, ABD konuşturuyor, Ankara'yı fobisi üzerinden yanına çekmeye çalışıyordu. IKDP'nin Türk ordusuna, bayrağına karşı gösterdiği saygısızlık ve provoke kokan eylemlerin planlama merkezinin Washington olduğu ortadaydı. Yoksa Barzani kime güvenebilirdi ki ? Mesaj çok açıktı : Eğer ABD askerini bölgeye getiren tezkereyi geçirmezseniz Kürtleri üzerinize süreriz; biz olmadan Kuzey Irak'a girerseniz çatışma çıkar, bizle girerseniz arabuluculuk yaparız çıkmaz. Bu kartı gören askerimiz konuştu. Tezkere geçmemesine rağmen İskenderun'da ki Amerikan askeri levazımatı Kuzey Irak'a sevkedilmiş, binalar kiralanmıştı. Askerin sorumluluğu net olarak üzerine almasından sonra TBMM'ye gelecek 2. tezkerenin mutlaka geçeceği konusunda artık Washington emindi. Dışişleri Gül'ün ABD ziyareti sırasında gereken güvence verilmişti. ABD Başkanı Bush'un bu sırada basın toplantısında Türkiye ile ilgili sorulan soruya verdiği cevap A planının ortadan kalmadığını gösteriyordu. Türkiye'yi dost ülke olarak niteleyen Bush, ortak çalışmaların devam ettiğini ifade etti. Uzaktan taşıma askerle Kuzey Irak'ta barınamayağını bilen ABD, 62 bin askerini getirecek 2. tezkere geçmese bile lojistik destek açısından Türkiye'ye muhtaç durumdaydı. Türk askeri üslerini ve hava sahasını kullanmadan sonuç alması imkansızdı. Türk kamuoyunu, tabi muhalif parlamenterleri ikna etmek amacıyla ABD üç koldan faaliyete geçti. Türkiye'nin etkin gücü askerler, çıbanbaşı sorunumuz Kürtler ve medya vasıtasıyla kamuoyuna' savaşa girmezseniz bak neler olur' kabusu pompalanıyordu. Türk halkının en güvendiği organ TSK'nin başkomutanı bu hengamede tatmin edici biçimde durumu özetledi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün Kuzey Irak'taki Kürtler için ' akrabalarımız' tabirini kullanması ilginçti. Washington Post'un bölgedeki muhabirine görüşlerini anlatan Kürtler, Türk askerinin kendilerini ' Dağ Türkmeni' olarak gördüğünü, Türkiye'de 12 milyon Kürt yaşadığını kabul etmediğini söylemişti. Amerikan medyasında müthiş oranda Kürt görüşleri yansıtılıyordu. Tek meselenin para değil Kürtler olduğunu nihayet keşfeden Batı basını, Ankara'ya baskı için Kürt kartını kullanmaya ağırlık verdi. ABD, TSK'nın endişeleri nedeniyle mutlaka yanıbaşında savaşa gireceğini hesaplıyordu. 1. tezkere şaşırttı, ama pes etmediler, askerin ikna konuşması yeterince açıktı. Kuzey Irak'taki Kürtler,' Türk askerini görmek istemiyoruz' dedikçe buna en çok askerlerimiz ve oradaki durumu bilen uzman gazeteciler gülüyordu. Türk askeri, 1987'den beri sürekli oradaydı. İlk anlaşmayı rahmetli Özal yapmış, Kuzey Irak'a kaçan PKK'lıların takibi için Saddam ile bir anlaşma yapılmıştı. 1991'den sonra ise resmen Türk askeri bölgeye meskunlaştı. 30 bin askerle yapılan sınırdışı operasyonlarda TBMM'den tezkere çıkartılmamıştı. Stratejik noktalarda 5 bine yakın Türk askeri ve binlerce istihbarat elemanı Kuzey Irak'ta hep bulundu, Kürtlerle teşviki mesai yaptı. PKK ile işbirliği yapan IKYB Lideri Celal Talabani 1996'da Erbil'den çıkartılırken PKK'ya karşı diye Barzani'nin tarafı tutuldu. İlginçtir; bugünlerde Talabani ile işbirliği yapılırken Barzani Amerikalıların borazanı gibi ötmeye başladı. Bugüne kadar çatışmaya cesaret 159 edemeyen Kürtleri, ABD konuşturuyordu. 1996 sonrası başlatılan Ankara sürecinde diplomasi kullanılarak Talabani ile Barzani'yi barıştıran Ankara idi. Habur sınır kapısından elde ettikleri gelirin paylaşımı en büyük kozumuzdu. Ama barışamadılar, çünkü Barzani parayı bölüşmeye yanaşmadı. 1998'de Washington süreci başladı. İki lider ABD'de öpüştü. Washington onlara gizli biçimde imzalanan yazılı bir belge ile federasyon sözü verdi. Irak Ulusal Konseyi'nde faaliyet göstersinler diye bir bütçe ayırdı, ama silah vermeyi reddetti. Barzani'nin ' kralcı' tavırları nedeniyle yine anlaşamadılar. Ankara'da Yeni Mahalle ( MİT oradadır, bu tabir gazetecilerin şifresi) ve Balgat ( Dışişleri ) onların ağlama duvarına döndü. 2002 yazında Bush'un şahinleri devreye girerek onları tekrar barıştırdı. Kürdistan Parlamentosu'nun açılışı, bayrak, marş belirlenmesi Amerikalılar tarafından organize edildi. Çünkü ABD, Irak'a savaş açacak, Kürtleri de kullanacaktı. Bu gelişmeleri yakından izleyen Ankara, Kürtlerden değil yakın müttefiki ABD'nin haddi aşan planlarından tedirgin oldu. Ankara, biliyordu ki, Barzani ile Talabani yine dalaşacaklar... Irak savaşı öncesi birkaç yüz milyon dolarlık Habur sınır kapısı gelirlerini paylaşamayan Kürtlerin Kerkük petrol gelirlerini kavga etmeden bölüşmesi beklenemezdi. Ankara, ısrarla ' Kürtler Musul ve Kerkük'e girmesin' diye ABD'ye sıkı sıkı tembih etmesine karşın Amerikalılar, Saddam petrol kuyularını yakmadan ancak Kürtleri kullanarak bölgeyi işgal edebileceklerini savunuyordu. Zira, TSK sıcak savaş istemiyor. 2. tezkere geçerse, Türk ordusu mutlaka Musul ve Kerkük'e girecek demekti. Tezkere gelmezse Kürtlere bırakmamak için tekbaşına yine de girmek isteyecekti. Bu devrede savaş öncesi Ottawa, Montreal ve Toronto'da birer konferans veren Dışişleri Bakanlığı Strateji Araştırmalar Başkanı Büyükelçi Murat Bilhan, Türkiye ister savaşa girsin, ister girmesin, isterse kısmen veya tamamen girsin kesinlikle kaybeden taraf olacağını ' Lose-Lose' durumunda olduklarını belirterek, Amerika'nın Kuzey Irak ve Musul konusunda verdiği sözlü sözlerin yazılı olarak verilmediğini, ABD'nin bir nevi TSK'yı bölgede görmek istemediğini ifade ediyordu. 38 yıllık Dışişleri hizmetinden sonra ülkemizin en önemli ' Think-Thank' kurumunun başına getirilen Bilhan, Kanada'da ki Türk toplumuna hitap ederken yurtdışında bulunmanın verdiği rahatlıkla hiç bir şeyi gizlemedi. İşte şok açıklamaları : - Tarihimizin en zor dönemindeyiz. İki arada bir derede kaldık. - İki net politikamız var. Yurtda sulh, cihanda sulh. Hiç kimsenin bir karış toprağında gözümüz olmadığı gibi kimseyede bir karış toprak vermeyiz. - Lose-Lose durumundayız. Savaş olsada olmasa da kaybeden taraf olmaya mahkumuz. İster kısmen girelim, ister tamamen isterse hiç girmeyelim ekonomimiz çökebilir. - ABD'de uzun vadede kaybeden taraf olacak. Anlatıyoruz, anlamıyorlar. Savaştan sonra bölgedeki gelişmeleri hiç kimse Amerika da kontrol altında tutamayacak. - Kürt devleti konusunda ABD samimi değil. Bize devlet kurdurmayacağız diye sözlü söz veriyorlar. Bunları yazılı vermek istemiyorlar. - Musul-Kerkük konusunda ABD bir defa bile Türk ordusu oraya girsin kontrol etsin veya Kuzey Irak'a girsin demedi. - Savaşın ana nedeni Saddam'ın silahlardan arındırılması değil petroldür. - İngilizlerin ' Red Line ' kırmızı hat politikasını ABD sahneye koyuyor. Rusya-Hazar Havzası-İran-Irak- Körfezdeki Arap devletleri ve Suudi Arabistan hattında dünyadaki petrol rezervlerinin yüzde 70'i var. ABD, kendi ekonomik çıkarları açısından petrolü kendi elinde güvenli biçimde Batı piyasalarına taşımak istiyor. - Operasyondan sonra Irak petrolünü Irak halkının refahı için kullanacağız diyorlar, ama 160 yalan. - ABD, 11 Eylülün en büyük sorumlusu olarak gördüğü Suudi Arabistan'ı petrol bağımlılığı nedeniyle cezalandıramadı. Bu operasyonda Irak petrolünü elde ettikten sonra Suudi Arabistan'ı kötü günler bekliyor. - Güvenliğimiz açısından Kuzey Irak'ı kontrol altında bulundurmak zorundayız. Bu nedenle kenarda kalamayız. - PKK terörünü durdurmuştuk, ama... - Kürtler tarihlerinde hiç bir zaman devletleşemedi. yine devlet yaşatamazlar. Hiç bir tarafa çıkışı olmayan devlet mi olur ? - Kağıt üzerinde bölgeyi kontrol edeceğini sanan ABD yanılıyor, güvenliğimiz açısından kendi önlemlerimizi almalıyız. - IMF borçları nedeniyle dış politikamızın ABD ipoteki altında alınması doğru değil. Dibe vurduktan sonra çıkış yakalamıştık, ama bu savaş nedeniyle çıkış duracak. - Operasyondan sonra Yumurtalık hattı açılacağı için petrolün sevkinde önemli kazançlarda elde edilecek.( Sabatojlar olmazsa) - Irak operasyonu meşruiyete dayanmalı, ama biz buna engel olamayız. - Savaş bir haftada biterse fazla at oynatmaya gerek kalmaz. ABD'nin kuzey cephesine ihtiyacı yok. - ABD, NATO üstleriniz kullanacağı için üsleri kullanmayın dememiz zor. NATO- 5. maddeyi işleterek Türkiye'yi koruma kararı alırsa tüm üsleri açmak durumundayız. - ABD'ye direnirseniz köprüleri atabilir. - Birinci Körfez savaşında ne kaybedeceğimizi bilmiyorduk, şimdi bildiğimiz için hükümet şiddetle savaşa karşı çıkıyor. Sayın Bilhan tamamen haklıydı; Türkiye ' Lose-Lose' durumundaydı. Irak savaşı, ABD'nin Türkiye ile çatışan çıkarları olduğunu su yüzüne çıkardı. Kuzey Irak konusunda yıllardır ayrı kamplarda yer almamıza rağmen pek çok uzman Sam Amca'ya karşı gelmemek uğruna iyimser kalmayı tercih etti; gerçekleri saptırdı veya boğun eğmemizi önerdi. Artık 4000 kişilik çapulcu, teröristliği uluslararası kabul görmüş PKK ile değil bir dönem elimizle beslediğimiz 70 bin kişilik düzenli Kürt ordusu ile Türkiye 'stratejik müttefikimiz' ABD sayesinde çatışma arafesindeydi. Habur sınır kapısı gelirleri kozumuzu IKYB Lideri Mesut Barzani'nin burnunu sürtmek için yüzlerine kapattığımızdan beri Kürtlerin askeri gücü İsrail ve ABD tarafından maaşa bağlandı. Türkiye'ye ekonomik bağımlılıkları kalmayınca sırtlarını dayadıkları yeni dayılarına güvenerek dayılanmaya başladılar. ABD güçlerine hava sahasını açmamıza, uzun maratondan sonra 7 Ekim 2003'de geçen tezkere izni askerimize Kuzey Irak'a müdahale yolunu açmasına rağmen Ankara planladığı gibi 40 bin askerle değil bin askerle bile tehlikeli oyunların tezgahlandığı ' arka bahçe'ye desturla giremiyordu. 2. tezkere karşılığı 8 milyar dolarlık kredi veren ABD, TSK'nın Kuzey Irak'a girmemesini şart koşmuştu. İpin ucu ' Bush'un elindeydi. ( Lüften B'yi P okumayın). Kürtlerin, savaş sırasında Musul ve Kerkük'e girmesini ekonomik bağımsızlıklarını tamamen elde edecekler diye istemediğimizi Washington bildiği halde Ankara'ya taş koyuyordu. Elbette petrol bölgesinin sahibi Kürtler olmayacak; aslan avını avlıyacak, en tatlı yerini yiyecek, kalan leşi sırtlanlara bırakacaktı. Leşten geriye kalacak kırıntının bile Kürtleri ihya edeceğini anlamamak için ancak saf olmak gerekirdi. Habur sınır kapısından yılda 200 milyon dolar kazanan Kürtleri bundan mahrum etmekle ipin ucunu kaçırmaya 2000'de başlanmıştı. Şimdi Türkiye onların ABD ve İsrail'e bağımlı hale getirilmesine seyirci kalmakla yetinmek zorundaydı; çıkarlarımızın en az çatışmasını 161 istediğimiz ' dostlarımızla' kaçan ipi yakalama pazarlığı zorlu olacaktı. Faturayı AKP'ye çıkartmak haksızlık olurdu. Kuzey Irak sorunu yeni başlamadı. 19921998 arası yaşananlar Türkiye için acı bir ders oldu. PKK'ya destek verenler, vermeyenler politikamız ' siyasi fahişe'ye dönmüş bölge liderleri tarafından oyuncak gibi kullanıldı. Silah gücümüzle PKK'yı bastırırken, ortaya çıkan nefretin komplikasyonları görmezlikten gelindi. Özelikle 1993-1996 yıllarında Türk Gladio'su altın devrini yaşarken halklar arasındaki güvensizlik tohumu zakkum açtı. Susurluk'da kirli bağırsaklarımız saçıldı. Kürt kartını Ruslardan sonra Almanya, Fransa, İngiltere, İsrail ve ABD'nin kullanması karşısında Ankara şaşkınlaştı, sorunu kontrol politikası iflas edince dahada sertleşti. Şiddet yöntemleri kullandıkça teröre karşı olan Kürtlerin bile Kürt milliyetçiliğine kışkırtıldığını anlamak istemedi. Bi ryerlerde yanlışlık yapılıyordu, ama nerede? 1998'de Washington süreci ile Barzani ve Talabani'yi ABD'ye kendi ellerimizle teslim ettikten sonra Amerikan kartalının gözünü açılmıştı. Tarihlerinde hiç devlet kuramamış, her küçük vesilede birbiri ile kavga etmeyi gelenek haline getiren aşiretlerden oluşan Kürtler, İsrail'in özel hedeflerinin tasarımcıları sayesinde ABD'ye Irak'ı ele geçirmede biçilmiş kumaş olarak pazarlandı. İsrail, vaadedilmiş topraklar, ABD ve İngiltere petrol peşinde koşarken kullanıp, tedavülü dolduktan sonra bir köşede istihdam edecekleri Kürtleri önce siyasi sonra askeri olarak eğitmeye hız verdiler. Kürt politikamızın yanlışlığını hep inkar edildi. Sonuçta en güvendiğimiz müttefiklerimiz, Washinton Post'a konuşan Türkiyeli bir Kürdün deyimiyle ' Türk Genelkurmay'ına göre Türkiye'de yaşayan 10 milyon Kürt Dağ Türkmeni; bunu hiç bir Kürt kabul etmez' söylemini kart olarak kullanıp Kürt milliyetçiliğini hortlattı. Rusya kontrollü illagal, ayrılıkçı sol örgütler 1980 ihtilalinden sonra bıçak gibi kesilirken yerine PKK'nın nasıl ortaya çıkartıldığını Türkiye kavramakta gecikti, hafife aldı. Markist-Leninist terörist PKK, Kürt milliyetçiliğinin kabartılmasındaki misyonunu tamamladı. Halbuki elebaşı Abdullah Öcalan'ın kitabında geçen ifadeye göre dindar Kürtlerin arasında başarılı olması bir kumardı. Dindar Kürtleri dinbirliği ortak paydasında devlete bağlı kılabilecekken anlamsız laiklik anlayışımızla dine giden yolları kesildi. Kürtler arasında Nurculuğu yayarak onları PKK'dan uzaklaştırmaya çalışan Zehra Vakfı'nın doğudaki faaliyetlerini özel bir oyunla bertaraf edilmesinde kandırılan Türkiye, Mossad'ın oyuncağı haline geldi. Zehra gönüllülerini ne İran nede Lübnan'daki Hizbullah'ın sahip çıktığı, ' derin güçler' tarafından kurdurulduğu iddia edilen Türk Hizbullah'ının yok etmesi timsah gözyaşları ile izlendi. Ümmetçilik yapmak yasaktı, Kürtlerin İslam kardeşimiz olduğunu söylemek siyasi suçtu. Erdoğan'ı siyasi yasaklı haline getiren Ziya Gökalp'ın şiiri Siirt'de okunduğu için şimşekleri üzerine çekmişti; yoksa Atatürk'ü etkileyen en önemli fikir adamlarından biri olan Gökalp'ı da yargılamamız gerekirdi. Kürtlere İslam şerbeti vermek yasaktı ! Erdoğan artık serbestti, ama demoklesin kılıcı hala sallanıyordu. Kürtçü siyasi oluşumları bir yandan hep yasaklarken bir yandanda dış güçlerin elinde topaç gibi çevrilen bir oyuncağa döndürülmesine hep kızılmıştı; Ankara hiç iğneyi kendine batırmadı. Dış mihraklarla yerli işbirlikçilerin başarılı biçimde sürdürdüğü ' mazlum, ezilen Kürt' propagandasına zemin hazırlandı. HEP, DEP, HADEP ve DEHAP'ı PKK'lı diye üstünü çizerken açıkca partisinin başında 'Kürdistan' yazan IKYB ve IKDP'nin liderleri Ankara'da devlet başkanı gibi kabul edildi, şımartıldı. Hatta temsilcilik açmalarına zımmen rıza gösterildi, resmi resepsiyonlarına göz yumuldu. İçeride legal faaliyet göstermek isteyenler dışlandı. Orta yolu bulmak için illaki AB baskısı veya ABD operasyonu mu gerekiyordu? Bizim mahallenin uşaklarından dana olmuyordu. 162 Konuşmalarına izin vererek Osmanlı gibi saygı duyulsaydı, kıyamet kopmazdı. Bunca becerisizliğin arkasında duran çağdışı kalmış temel düşünceleri, antidemokratik güçleri, apoletli medyayı eleştirmek gerekirken, iktidar olup muktedir olamayan hükümetler sigaya çekildi. Muhalefetde doğru konuşan ancak iktidara geldiklerinde etkili çevrelerin devletin açıklanmamış kırmızı kitabına uygun icraat yapmalarına zorlaması karşısında şaşan davranışlarını anlamak istemek suçtu. Statükoyü koruyanlar, Kürt sorununu Kıbrıs gibi çözmek istemiyordu. Kürtlere birinci sınıf vatandaşımız gibi sahip çıkmak, eğitim verirken dini eğitim talepleri gözardı edilmemeliydi. 28 Şubat sürecinde kapatılan medreselerin açılması bölgede devlete karşı olan kırılmanın, güvensizliğin tedavi olmasını sağlayacaktı. Kürtlerin devletten küsmesinde Ankara'nın din yobazlığının etkisi büyüktü. Birileri çıkıpda Kürtlerin 900 yıl boyunca Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde neden hiç isyan etmeyipde, 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde tam 17 defa isyan ettiğini açıklayamıyordu. İpin ucunu neden kaçırdığımız bu sorunun cevabında gizliydi. Çözüm yolu belli olmasına rağmen ayak direyenler malesef İslam'la sorunları olanlardı. Irak'a Türk askeri illaki gidecekse 2004 yılı ABD başkanlık seçimlerine kadar beklenmeliydi. Bush ve burnundan kıl aldırmayan Evangalist-Yahudi anlayışındaki Şahinler ekibinin muhtemelen tasfiye edileceği Kasım 2004'deki seçimler sonrası, Amerikalılarla sağlıklı görüşmeler yapmak için uygun zamandı. Bu tarihe kadar artacak ölü ve yaralı ABD askeri sayısı, Amerikan kamuoyunu esir alarak bugün rakipsiz gibi görünen Bush'u ' 1. Körfez fatihi' babası gibi siyasi mevta yapacaktı. Son kamuoyu yoklamaları Bush'a verilen desteğin yüzde 44'lere gerilediğini gösteriyordu. 11 Eylül menfur eyleminden sonra aklını, demokrasi, özgürlükler ve adalet anlayışını yitiren Bush Amerikası ile Irak macerasına kalkışmak cinayetti. Ankara ne yapmalıydı? MGK'dan çıkan işi ağırdan alma tavsiye kararını hükümet koz olarak kullanarak Washington'u yokuşa sürmeliydi. Kuzey Irak'ta konuşlanmış 4000 PKK/KADEK militanlarını temizlemeye yanaşmayan ve Türk askerinide müdahale ettirmeyen ABD güven telkin etmiyordu. PKK'yı ortadan kaldırmak için yeterli gücü olmadığını ileri süren Amerikalılar, El- Kaida ile bağlantısı olmadığı halde Saddam'ı devirmeyi, Irak'a 150 bin asker yerleştirmeyi biliyordu. ' Benim teröristim kötüdür, seninki az kötüdür' diye bir terörizmle mücadele olmazdı. Neticede PKK, 35 bin kişinin, eğer gerçekten suçlu ise El- Kaida 3500 kişinin katiliydi. PKK dururken, Türk askerinin ABD'nin yardımına kurtarıcı olarak koşması kibarca saflık, kabaca aptallıktı. Asker gönderilmesinde 2. önemli mesele karşılığında ne alınacağı sorusuna ABD'nin vereceği net yanıttı. ABD, 20 ülkeden asker istemişti, ancak herkes yan çiziyordu. Polonya, İspanya ve İtalya'dan başka AB ülkelerinden asker desteği çıkması zordu. Almanya ve Fransa, ne asker veriyordu nede bir siyasi destek. Hindistan, Çin, Rusya ve Pakistan asker göndermiyordu. Herkes 'sünni üçgeni' olarak nitelendirilen ' ölüm üçgeni'ne asker sevkinden korkuyordu. Bu bölgeye Mehmetçiğin sürülmesi kabul edilemezdi. Üstelik Irak'a 10 bin asker göndermenin yıllık maliyeti 70 milyon dolardı. Diplomasi kurallarına göre , eğer talep bizden gelirse masrafı biz öderiz, ABD'den gelirse onlar öder, BM kararıyla uluslararası güç olursa para ortak fondan gelirdi. ABD'nin istekli değilmiş gibi görünüp masrafları üzerimize yıkma çabası sürerken, riske parasız gitmek mantıksızlıktı. Ankara, Afganistan'da ISAF gücünde 6 ay görev yapan Türk askerinin 63 milyon dolarlık masrafını halen alamamıştı. Irak'ta da alacağı kuşkuluydu. Asıl pazarlık yapılması gereken diğer mesele ise, Irak'ın yeniden yapılandırılmasında 170 milyar dolarlık başta ekonomik ihalelerde, siyasi ve sosyal alanda kazançlarımızın ne 163 olacağıydı. 1 Mart tezkere krizinden önce siyasi, ekonomik ve askeri olmak üzere üç paketlik isteklerimiz yüzde 90 kabul ettirilmiş, ancak memorandum asla imzalanmamıştı. AKP'lileri 1. tezkere reddine sevkeden nedenlerden biride alacaklarımızın garanti olmamasıydı. Amerikalılar, artık ' paketler masadan kalktı, yeniden pazarlık yapmayız' diyordu. Siyasi olarak darbe yenmişti, kırmızı çizgilerimiz yutulmuştu. Kürtler özerk bir cumhuriyete adım adım ilerliyordu. Kerkük'e Kürt vali atanmakla kalmamıştı. Kürtlerin Kerkük'te emlak alması için Barzani Kürdistan Kredi Bankası kurmuş, paralar ise 5 yıl ödemesiz İsrailden geliyordu. Petrolün Hayfaya doğru yapılacak yeni boru hattıtla akıtılması için Mossad'ın provakasyonu ile Yumurtalık boru hattına sabatojlar yapılmıştı, petrol akmıyordu. Türkiye'nin adamı diye Türkmen Cephesi'nin başkanını 25 kişilik Irak Yönetim Konseyi'ne almadılar ve kimsenin tanımadığı bir Türkmen bayan olan Solmaz hanım alındı; siyaseten Türkiye Irak'tan uzaklaştırıldı. Siyasi paket mevta oldu. ABD, Irak'ta istediğine ihale vererek Türkiye'ye bir kazık daha attı. Tezkere izninden sonra Türkiye'yi ihaleye katılabilenler listesine alsada 100'den fazla Türk kamyoncusunun Irakta mahsur kalması Türk işadamlarını korkutuyordu. 1970-1990 arası Irak dış ticaretimizde ilk yeri tutuyordu, 2 milyar dolarlık ticaret sözkonusuydu. Bu rakam şu anda 100 milyon dolar bile değildi. 12 yıldır Yumurtalık boru hattından yılda kazandığımız 200 milyon dolarlık taşıma ücretinden mahrum kalınmıştı. 2000 yılından beri bölgedeki mazot taşımacılığı öldü. Bu ortamda Türkiye'nin Irak'a asker göndermesi halinde ABD'den alabileceği ekonomik tavizler oldukça sınırlanmış durumdaydı. Büyük ihaleler dağıtılmıştı; Amerikan ve İngiliz firmaları aslan payını almışlardı. İnşaat ve gıda alanında aldığımız ihaleler gecikmeli onaylanıyor, iş adamlarımız bezdiriliyordu. TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan, 2003 Eylülünde yaptığı şok açıklamalarla Irak'a asker gönderme konusunu BM'ye bağlanmasını, Irak'a yardımı insani, tıbbi ve sosyal yardımlarla sınırlı tutmasını dile getirmesi ortada alacak ihale kalmamasıyla ilişkiliydi. Ancak Irak'ta kontrol BM güvencesine girerse hiç olmazsa gıda ihalelerinde BM onayı ile ihale alınabilirdi. ABD'nin insafına kalınmıştı. Irak'ın yeniden yapılandırma sürecinin ABD tekelinden çıkarılması elzemdi. ABD, harcadığının fazlasını kazanmadan Irak'tan elini çekmezdi. Türk askeri, bu sömürge sürecinde sadece ABD'ye jandarmalık, polislik yapardı.. Türk askeri, Kürtler tarafından kurtarıcı olarak beklenmiyor işgalci olarak görülüyordu. İki ortak arasında bu konuda yaşanan güven bunalımını yeni gibi gösterenler, maalesef kalemlerini Türkiye'den çok ABD için çalıştıranlardı. Ankara'nın kırmızı çizgilerini değiştirmesi için baskı yapmak kolaylarına geliyor, nedense İngiltere ve ABD'ye yanlış politika izlediklerini yazmak zorlarına gidiyordu. Varsa yoksa hükümet yanlış yaptı, Sam Amca'nın gücü karşısında koyun gibi arkasına takılmalıydık edebiyatı ruhlarına hakimdi. Kanada medyası sürekli şu tema üzerinde duruyordu: ABD savaşı kazanabilir, ama barışı kazanamaz. Terörist kelimesi gittikçe daha anlamsızlaşıyordu. Iraklıların direnişi, ABD koalisyonun işgalci olduğunu ortaya çıkartırken, Arap dünyasından intihar komandolarının Irak'a akın etmesi, ABD'ye göre kesin zafer kazanılsa bile aslında savaşın yeniden başlayacağını gösteriyordu. Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, yeni Ladinlerin doğmasına zemin hazırlandığına dikkat çekerek, ABD'yi ' terörü kendini vuracak biçimde tırmandırıyorsun ' diye uyarmıştı. Bu ikaz burnundan kıl aldırmayan Amerikalı ve İngilizlerin kulağına karsuyu kaçırmamıştı. ABD ile pazarlıkta Kuzey Irak'ta askerimizin kalışı legalleştirilmeli ve 4 bin PKK'nın temizlenmesi için ABD ile birlikte haraket edilmeliydi. Eğer ABD, 'biz hallederiz, siz gidin Güney Irak'ta Şiileri ve şeytan üçgeninde sünnileri sakinleştirin' derler Kuzey Irak'a 164 askerimiz sokmazlarsa bunun bir anlamı yoktu. PKK'yı kimlerin beslediğini iyi bilen TSK, ABD'nin vaadlerine güvenmemekte haklıydı. Öte yandan ispiyonaj ajanı gibi çalışan, askerimizin rehin alınması ve Saddam'ın oğullarını yerinin bildirilmesi eylemiyle yıldızı parlayan IKYB Lideri ve artık Irak Yönetim Konseyi üyesi Celal Talabani'ye değer verildiği kadar 2,5 milyon Türkmen layıkıyla yönetimde temsil edilmemesi kabul edilemezdi.. Bir kamil şahsın nadide bir sözü, yaşadığımız ikilemde ne yapmamız gerektiğini anlatıyordu: Muin-i zalimin dünyada erbab-ı denaettir. Köpektir zevk alan seyyad-ı bi-insafa hizmettir. Zalime bu dünyada yardım edenler aynı yolun yolcusu olan sapıtmışlardı. İnsafsızlara rehberlik eden, yol açan, hizmet eden, zulumden zevk olan köpeklerdi. Bu atasözü Kuran-ı Kerim'de Hud süresinin 113. ayetindeki dünya durdukça değişmeyecek şu ölçüsünden gıdalanıyordu: ' Zulmedenlere en küçük bir meyl dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi sizede dokunur. ' Tüm dünyanın gözünde ABD ve İngiltere Irak'ta işgalciydi. İnternet'de Amerikan askerlerinin tecavüz ettiği Iraklı kadınların fotoları yayınlanıyordu. Bu ülkenin işgale uğraması peşinen kadınların namusuna ilişilmesi sonucunu ortaya çıkarıyordu; vahşilikte yamyamları geçen bu medeniyetsizler güruhunun peşinden gitmek zulme ortak olmaktı. Osmanlılar geçtikleri topraklarda yedikleri üzümün parasını bile dalına asmışlardı. Yavuz, Çaldıran seferinde askerlerini peşinen uyarır ve bir askeri bulunduğu toprakda bir elma yediyse orduya geri dönüş emri vereceğini söylemişti. Ecdat bu kadar mertti. Gerçek müslümanların dışındaki tüm ordular, ele geçirdikleri topraklarda ilk iş olarak namusa sataşmıştı tarih boyunca. Bugün Irak'taki işgalci her ne kadar modern bir dünyadan geldiğini, demokrasi getirdiğini iddia etsede 30'dan fazla kadını iğfal etmişti. Bu zulumdü. AKP yönetimi, 7 Ekim tezkeresine rağmen ABD'nin Kürtlerden gelen aykırı seslerden dolayı ' göndermeyin' ricası üzerine askerimizi beklemeye almıştı. Seçmen tabanına karşı küçük düşmeyen AKP, ABD ile arayı bozmamıştı: Çok şanslıydı. Barzani, 1970'de Saddam'ın kendilerine Irak anayasasında tanıdığı izerklikten fazlasını istiyordu. Yeni hazırlanan Kürdistan anayasası, Kuzey Irak'ın Irak'taki yapıdan ayrılacağının kanıtıydı. 2004'ün sonunda Barzani, bugüne kadar kendilerini Saddam'dan koruyan Türkiye'ye alay eder gibi teşekkür ederken, bağımsız bir Kürdistan kuracaklarını ve ne pahasına olursa olsun bunu gerçekleştireceklerini söylemekten çekinmiyordu. Bu arada çuval olayının talimatını veren ABD'nin Kerkük sorumlusu Albay William Mayville, Saddam dönemindeki Araplaştırma politikası doğrultusunda Kerkük'e yerleştirilen Arap ailelerden, işgal ettikleri köy, ev ve arazileri terk etmelerini istiyor ve bu çağrı üzerine Araplar iki köyü boşaltıyor, boşalan köylere Kürt aileler yerleştiriliyordu. İSRAİL'İN GAP'LI ÜTOPYALARI Kürtlerin milliyetçilik duygularının kaşınması İsrail'in ütopyası için bir araçtı.16 yıldır Kanada'da yaşayan Irak Kürdü Memo, ciddi ciddi ' Hz. Nuh'da Kürtdü, dolayısıyla Peygamberimizde 'Kürt' diyecek kadar yönünü şaşırmıştı. Güya PKK elebaşı Öcalan'ı ABD İmralı'da korumaya alarak Ortadoğu'da kuracağı 35 milyonluk Kürt devleti için bekletiyordu. Kürtler ütopya peşindeydi, aslında ütopya peşinde olan İsraildi. Türkiye, çıkarlarının ABD'nin yanısıra İsrail ile de çeliştiğini anlamakta gecikmeyecekti. Kürtleri bugüne kadar pek çok dış güç kullandı ve yarı yolda bıraktı. İçlerinde en tehlikelisi İsrail'in planlarını hayata geçiren ABD'deydi. Büyük İsrail projesi vardı. GAP 165 bölgesinde Yahudiler mülkiyet alıyordu. Yahudilere göre, onlar Türkiye'ye 1492'de gelmedi, burası onların kutsal topraklarıydı. Tevrat'ı açacak olursak, kutsal toprak olarak Kudüs yazılmazdı, Dicle-Fırat arasıydı. Birleştiği yerdi. Bugünkü GAP bölgesiydi. Türkiye, İsrail, ABD bir süredir burada bir tür ekonomik bölge oluşturuyorlardı. Amerika diyordu ki; nitelikli bölge olarak yatırımlar, İskenderun-Mersin'in doğu tarafına yapılsın. 62 bin Amerikan askerine izin vermeyişimiz, İsrail'in planlarını aksatmıştı. Yahudiler, Ankara'nın bileğini bükmek için bu durumlarda Ermeni soykırımı yasa tasarılarını ABD'de hortlatırlardı. Ermenilere karşı Yahudi lobilerinin eteğinden tutulması, hem para verilip, hemde dış politikaların esnetilmesi adettendi. İsrail kendini artık Yahudilerden oluşan bir devlet olarak tarif etmiyordu. Ben Gurion çizgisine dönmüştü. Yani daha geniş bir devlet, Büyük İsrail projesi arzulanıyordu.. Bu Büyük İsrail projesi içinde GAP bölgesi vardı. Ariel Şaron'un çılgınlıkları tamamen bu projeyle bağlantılıydı. Irak'ı işgal ettiren İsraildi. Yahudiler, Suriye'yi de ABD'ye işgal ettirecek, ondan sonraki hedef GAP olacaktı. Kürtlere Musul ve Kerkük'ü yedirilmeyecekti. Küçük piyonlar hep yemdi. Ankara'nın endişe etmesi gereken İsrail ve ABD'ydi. İki güce karşı Ankara çıkarlarını bir türlü savunamıyordu. Kürtler, bu oyunda yine oyuncaktı. 900 yıldır beraber yaşayan Türk ve Kürtleri birbirine düşüren tamamen dış güçler, ama ' din kardeşliği' mefhumunu 'ümmetçilik' kaygısıyla ortadan kaldırarak onları dış odaklara teslim eden bizim yanlış Kürt politikamızdı. Osmanlı döneminde bir tane bile Kürt isyanı yoktu. Şii ve Alevi kökenli Celali isyanları vardır ve kanlı bastırılmıştı. İsyanların üzerine gönderilen 'Kuyucu' lakaplı Murat Paşa'nın ünvanı 30 bin Türkmen Şii'yi öldürerek kellerini kuyulara atmasından gelirdi. O sırada öldürülen Alevi Kürtleri, Şii isyanı kapsamındaydı. Kürtler, Osmanlının en sadık bendeleriydi. İngilizler, 18. yüzyılda Kürt sorununun tasarımını yapmıştı. Cumhuriyet tarihinde yaşadığımız 17 Kürt isyanının ilki 1925'deki Şeyh Said olayıydı. İngiliz tahrikli bu isyanın amacı Misak-ı Milli sınırları içindeki petrol zenginliği yeni ortaya çıkmış Musul ve Kerkük'ü Türkiye'nin avucundan almaktı. Yeni Cumhuriyet isyanı bastırırken masum Kürt köylülerinide topa tutarak ilk nefretin tohumunu attı. Şeyh Said'in ' Mustafa Kemal'i devirelim önerisini kabul etmeyerek isyanın başarıya ulaşmasını engelleyen diğer Said, Bedüzzaman Said Nursi'yi resmi tarih kitaplarımız hep gözardı etmişti. Pek çokları iki Said'i aynı kişi zannederdi. Nursi'nin 'Kürt milliyetçiliğini İslam kardeşliği ile tedavi edelim teklifi' yeni laik cumhuriyetin ilkelerine aykırıydı. Bu konuda konuşmak, yazmak tabuydu. Nefret ekilmiş fırtına biçilmişti. İngiliz fitnesi ilk meyvesini vermişti. O günlerde savaş tehditi ile blöf yapan İngilizlerle savaş göze alınamamıştı, aslında savaşmaya niyetleri olmadığını daha sonra Churchil açıklayacaktı. Bu korku nedeniyle 25 yılık petrol geliri önerisi yerine Musul ve Kerkük için ödenen Sterlinlerle yetinildi. Yahudilerin Filistin topraklarını altınla satın alma talebini ' toprak para ile satılmaz' diye geri çeviren 2. Abdülhamit kadar dirayetli olunamadı. Türkiye sınırları içinde olması gereken Kuzey Irak hediye edilirken Kürt sorununun temelleri de atılmış oldu. Şeyh Said isyanı Atatürk'ü çok etkilemişti; 1930`lu yıllarda yeni Türk tarihi yazılırken Kürtler diye bir topluluğun olmadığı varsayımı kabul edilmişti. Bu dönem, Kürtlerin varlığının inkar edildiği, onların 'dağ Türkmeni' olarak ilan edildikleri yıllardı. Resmi teze göre Kürt diye bir halk olmadığı gibi, Kürtçe diye bir dil de yoktu. Kürtçe denilen dil, Türkçenin dağlarda yaşayan bozuk bir şivesiydi. Kürtlerle ilgili ısmarlama tezler hazırlanırken, bir yandan da bu konuda en küçük bir farklı görüşe hayat hakkı tanınmıyor, tartışma olanağı ortadan kaldırılıyordu. 166 Osmanlı Padişahları yurtdışına gönderdikleri fermanlarda maliki oldukları diyarları sayarken ' Kürdistan diyarı' ifadesini de kullanmıştı. Bahsedilen diyarın büyük bölümü bugün İran sınırları içindeydi. Kanuni Sultan Süleyman'dan yardım isteyen Fransız Kralı Şarlman'ın annesine gönderdiği ferman buna delildi. 15. asırda yaşanan bu olay, Kürtlere Osmanlının bakış açısını gösterdiği gibi Cumhuriyet'in Kürt kimliğini inkar eden söylemini çürütüyordü. Selçuklularında Kürt kelimesini kullandığı, Selahaddin Eyyubi'nin Kürt asıllı olduğu bilindiği gözönüne alınırsa, Türkiye'de birilerinin devekuşu gibi kafasını kuma gömdüğü anlaşılıyordu. Bugün dünyaya bu politika izah edilemediğ için Avrupa ve Kuzey Amerika Türkiye'ye karşı siyasi iltica eden ve kin besleyen milyonlarca Kürtle dolmuş, taşmıştı. 10 milyon Kürdü yok saymak hala resmi politikamızdı. 1925 ve 1937 ayaklanmalarında Güneydoğu'da bölücülüğü yürütecek önderler takımından oluşan çekirdek yeterince büyümemiş olduğundan, ayaklanmayı kitlelere yayamıyorlardı. Bölge halkının eğitim-kültür düzeyinin çok düşük olması ve yoksulluk bu akımın karşısında aşılmaz engeller olarak duruyordu. Bundan ötürü her iki ayaklanma da kısa sürede bastırıldı. Bugünün dünden farkı, ayrılıkçılık akımının yayılmış, bilenmiş, bilinçlenmiş, güçlenmiş olmasıydı. Ayrıca, son 40-50 yılda gerçekleşen değişim ve gelişmeler eşkiya takımını oluşturanların seviye ve kişilik yapılarına da bir değişiklik getirmişti. 1970'lerde solculuk, komünistlik perdesi arkasında; 1983'ten sonra da açıkça bölücülük akımı, dar sınırlı bölge ve kısa süreli ayaklanmalardan hemen hemen bütün yurdumuzu kapsayan, yaygın ve sürekli ayaklanmaya dönüşmüştü. Sol örgütleri 12 Eylülle kontrol altına aldığımızı sandığımız anda Sovyet KGB'si PKK'yı karşımıza çıkardı. Özal'ın sorunu barışçı yolla çözüm planı kabul görmeyince askeri yolla üzerilerine gidildi. İnsanlar öldükçe kan davası haline dönüşen sorun, iki toplum arasında uçurum oluşturdu. En ılımlı Kürt'e bile artık şüphe ile bakılıyordu. Ayaklanmayı bastırıldı, elebaşını hapsedildi, ölüm cezasına çarptırıldı, ancak AB'ye girme hevesi nedeniyle asılamadı. Bu dönemeçte barış yanlısı Kürtler bile kaybedilmişti. Türkiye'ye karşı AB ülkelerinde hazırlanan 'aydın Kürt tipi' ile siyasi araenada önümüzdeki dönemde yüzleşilecekti. Çünkü ülkede tutamadığımız Kürt vatandaşlarımız Avrupa ve Kuzey Amerika'da iyi eğitim almış, bilenmiş olarak ülkemize karşı silahlı değil siyasi bir savaşta kullanılacaktı. İsveç ve Almanya'da çocuklarına Kürtçe eğitimi vermeye başlamışlardı. Avrupa Kürtleri daha da politize edilmişti; gözleri kin doluydu, doğdukları vatana Türkiye yerine Kürdistan diyorlardı. AB'ye üyelik adına yapılan değişikliklere inanmıyorlardı. 28 Şubat sürecinde kapatılan İslam'ın öğretildiği Doğu medreseleri sünni Kürtleri de kaybetmemize yol açmıştı. Kürtler, Türklerin İslam kardeşiydi. Sarsılan güvenin tamiri elbette kolay değildi. Yanlış Kürt politikamızda ısrar etmemiz başta İsrail olmak üzere İngiliz ve Amerikalıların işgal heveslerini kabartıyordu.Yoksul Kürt halkı bu topraklara bağlıydı. Eğer onlara kardeşimiz olarak yaklaşmaz, ayrımcılık yapar, kimlik bunalımına sokarsak kullanılmaya devam edeceklerdi. Kürtleri aldatacaklar, işlerini gördükten sonra yine buruşturup bir köşeye atacaklardı. Kürtler bunu anlamak istemiyorlardı. Yanlış Kürt politikamızı sorgulayıp doğru kararı vermenin zamanı geldi, geçiyordu. Kanadalı Kürt Memo, ' Biz sizle madem kardeştik, niye bizi öldürdünüz ? ' diye soruyordu. Bu ayrı gayriliğin İsrail'in ekmeğine yağ sürdüğü açıktı.Kürtler, kendilerine bilinç kazandırdığını ileri sürdüğü Öcalan'ı bekliyor, Barzani-Talabani ikilisine güvenmiyordu. Irak savaşı onlara göre ABD'nin Kürdistan'ı kurup, Öcalan'ı başına koyması ile devam edecekti. 167 Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nden Hasan Kösebalaban Irak üzerinde İsrail'in planlarına ilişkin çok değerli bir çalışma yapmıştı. İsrail ve Amerikalı Yahudiler Irak ve Türkiye'deki Kürt sorunuyla çok yakından ilgiliydi. Bunun bir nedeni Kuzey Irak'ta yaşayan ve büyük bir bölümü İsrail'e göç etmiş bulunan Kürt Yahudileriydi. İsrail Kuzey Irak'ta oluşacak bir devlet içinde Kürt Yahudilerinin haklarını garanti etmek ve onlara ağırlık kazandırmak için çalışıyordu. Diğer taraftan Yahudi kamuoyunu Kürtler lehinde etkilemek için Kürtlerin Yahudi Irkıyla akrabalığına dair iddialar ortaya atılıyordu. Anlaşılan o ki İsrailliler Kürtlerin yaşadığı bölgeye 723 (MO) yılında sürgüne gönderilen Yahudi kabilelerinden geldiklerine inandıkları Yahudi Kürtler üzerinden Kuzey Irak'ta kendisine bir nüfuz alanı açmak arzusundaydı. Önemli bir kısmı 1950'lerden itibaren İsrail'e göçetmiş durumda bulunan Yahudi Kürtler İsrail içinde örgütlüydü ve Yahudi toplumuna tam olarak uyum sağlamış durumdaydı. Halen İsrail'de 150,000 civarında Kürt kökenli Yahudi bulunuyordu. Jerusalem Post'un tabiriyle, "Yahudi Kürtler Müslüman Kürtlerden daha çok diğer Yahudilere kendilerini yakın hissediyorlar. Halen İsrail devlet yapısı içinde bu gruba mensup çok sayıda kişi var. Örneğin Netanyahu döneminde 1996-1999 yılları arasında İsrail savunma bakanlığı görevinde bulunan emekli general Yitzhak Mordechai Irak kökenli bir Yahudi Kürt.'tü. Mordechai özellikle Seferdi Yahudileri arasında giderek artan karizmasindan korkan Netanyahu tarafindan görevinden alınmış, daha sonra 1999 seçimlerinde Merkez Partisi'nden başbakan adayı olmuştu. İsrail'de siyasi yapı Avrupa ve Rusya kökenli Eskenazi Yahudilerinin kontrolünde bulunuyordu. Kevin Brook'un bir internetteki yazısında bildirdiği araştırmalar oldukça ilginçti. 2001 yılında İsrailli, Alman ve Hintli bilim adamları tarafından gerçekleştirilen bu araştırmalar için Yahudi ve Müslüman Kürtler, Filistinli Araplar, Seferdi Yahudiler, Eskenazi Yahudiler, İsrail'in güneyindeki bedevilerden toplam 526 Y-kromozomu örneği toplanmıştı. Daha sonra buna aralarında Rus, Beyaz Rus, Polonyalı, Berberi, Portekizli, İspanyol, Arap, Ermeni ve Türk deneklerin de yeraldiğı 12 halktan 1321 örnek dahil edilmişti. Araştırma sonuçları Seferdi Yahudileriyle Kürtler arasında babadan geçen genetik akrabalık tespit etmişti. Brook'un buradan varmak istediği sonuç akademik sınırların biraz dışındaydı: "Bu heyecan verici araştırmalar gösteriyor ki Kürtler ve Yahudiler binlerce yıl öncesinde ortak babadan geliyorlar. Bu durum ümit ederiz ki Kürtleri ve Yahudileri birbirlerinin kültürlerini öğrenmeye ve Kuzey Irak'ta son yıllarda sahip oldukları dostluk ilişkilerini sürdürmeye teşvik eder." Minareyi Kuzey Irak'ı çalacak olan İsrail kılıfını hazırlıyordu. Diğer taraftan Amerika'da ve İsrail'de Kürt sorunuyla ilgilenen teşkilatlar son yıllarda çoğalmaya başladı. Bunlardan biri olan İsraeli Kurdish Friendship League'in websayfası tarafından verilen bilgiye göre, bugün İsrail'de 150,000 Yahudi Kürt yaşamaktaydı. Aynı siteden ulaşılan Moti Zaken'in ilk defa 1991 tarihinde yayınlanmış olan "İsrail'deki Kürt Yahudileri" başlıklı makalesi oldukça ilginç bilgilerle doluydu. Burada Zaken ilginç bilgiler aktarıyordu: Son yıllarda Türkiye'ye gelen İsrailli turist sayısında artış görülmektedir. Bu turistlerin birçoğu aslında Kürt Yahudileridir ve ziyaretleri Kürt şehirlerine yoğunlaşmaktadır. Çoğu aslen Irak sınırları içinde yeralan Zaho şehrinden geliyorlar. Zaho bir ay öncesine kadar kimsenin bilmediği bir kasabaydı. Kürt mültecileri için oluşturulan güvenlik bölgesinin hudutları Zaho'yu da kapsayacak şekilde çizildi. Amerika'nın en etkili araştırma kuruluşlarından biri olan ve İsrail'e yakınlığıyla tanınan Washington Institute for Near East Policy'nin kadrolu uzmanlarından Michael Rubin'in bölgede gerçekleştirdiği 168 araştırma ve gözlemlere dayanarak bildirdiğine göre, Kuzey Irak'ta yaşayan halkın Saddam'ın gitmesi şartıyla Bağdad'da İsrail bayrağının dalgalanmasını bile tercih edecek hale geldiği bildiriliyordu. Amerika'nın izlediği Orta Doğu politikalarının made-in-İsrael olmasa bile, made-forİsrael (İsrail için yapılmış) olduğu ortadaydı. Bugün Amerikan dış politikasinda iki sağcı Yahudi örgütünün büyük ağırlığı vard Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitisü ( JINSA) ve Güvenlik Programı Merkezi (CSP). Pentagon'un güvenlik danışmanı ve Amerikan dış politikası üzerinde en etkili isimlerden olan Richard Perle bu iki örgüte çok yakın bir isimdi. The Nation dergisi bu iki örgütün Irak konusunda ABD politikalarının arkasında olduğu görüşündeydi: JINSA-CSP ekibine göre sadece Irak'ta değil, aynı zamanda Irak, Suriye, Suudi Arabistan ve Filistin'de neye mal olursa olsun rejimlerin değiştirilmesi acil bir zorunluluktu. Bu görüşle uyuşmayan kişiler, ki bunlar ister Colin Powell'in Dışişleri Bakanlığı olsun, isterse CIA ya da generaller, esasen ABD ve İsrail'in ulusal güvenlik çıkarları arasında bir fark olmadığı doktrinine karşı itaatsizlik etmekteydiler. Bu inanca göre, iki ülkenin güvenlik ve refahı Orta Doğu'da tesis edilecek bir hegemonya ile sağlanabilirdi; bu hegemonya ise hile, zorbalık, kukla rejimler ve gizli operasyonlardan oluşan geleneksel soğuk savaş reçetesiyle oluşturulacaktı. ABD'nin Irak politikası ile Richard Perle'nin halen ABD Savunma Bakanlığı müşteşarlığı görevini yürütmekte olan Douglas Feith tarafından Netanyahu hükümetine tavsiye raporu olarak sunulan 'A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm' başlıklı rapor arasında büyük paralellikler bulunuyordu. Raporda Filistin'de barış sürecinden vazgeçilmesi yanında, İsrail hükümetinin Türkiye ve Ürdün'le işbirliği halinde Suriye'nin zayıflatılması ve kuşatma altına alınması için Saddam rejiminin yıkılması gerektiği belirtiliyordu. Raporda 'siyonizmin yeniden tesisi' için geçmişte izlenen diyalog politikalarının terkedilerek yerine sertliğe dayalı politikalar tavsiye ediliyordu. Her ne kadar JINSA'nın başkanı Tom Neumann, Irak'a müdahaleyi Türk tarafına da pazarlamak için, sonuçta meydana gelecek rejim değişiklikleri sonucunda "bölgenin yegane demokrasileri İsrail ve Türkiye'nin kendilerini çok daha iyi bir mahallede bulacakları" iddiasındaydı. Ancak savaşın sonuçları temelde İsrail'in stratejik hedefleriyle örtüşürken Türkiye'nin güvenlik çıkarlarıyla tam bir çatışma halindeydi. Türkiye bu nedenle Orta Doğu'da izlemekte oldugu dış politika çizgisini İsrail'den ayrıştırmak durumundaydı. Ankara'nın Amerika'daki Yunan ve Ermeni lobilerine karşı kendisine müttefik olarak kabul ettiği ve İsraille yakın ilişkiler karşılığında kritik konularda Türkiye lehine faaliyetlerde bulunan JINSA-CSP ekibi bugün Irak'ı parçalama planları yapıyordu. Bu durum Türk dış politikasında önemli bir çelişki noktasıydı. Zira Irak'ta bir Kürt devleti kurulması sonucunu doğuracak rejim degişikliği operasyonu Türkiye'nin en acil önlem alması gereken sorunuydu. 28 Şubat'tan bu yana kesifleşen İsrail yanlısı politikalarla ve bu sürece bağlı olarak ortaya çıkan siyasi istikrarsızlık ve ekonomik krizlerle Türkiye'nin aleyhindeki gelişmelere karşı direnme ve kararlı bir tavır ortaya koyma yeteneği kalmamış durumdaydı. Türkiye Orta Doğu politikalarını Irak konusunda çıkarları çatışan İsrail'le uyumlu hale getirme çabasından uzaklaşmak ve AB ile ortak stratejiler geliştirmek zorundaydı. AB ile olan ilişkiler Türkiye'nin AB üyeliğinde yaşadığı zorluklara takılmaktan kurtarılmalıydı. Bir başka deyişle, Türkiye kısa vadede ortak çıkarları gereği AB üyeliğini merkeze almadan da AB ile ortak hareket noktaları bulmak zorundaydı. Almanya'nın Irak konusunda Amerika'ya karşı aldığı net tavır Ankara tarafından bir avantaja dönüştürülebilirdi, ama bunun şartı Orta Doğu'da esnek bir politika izlenmesiydi. 169 Türkiye için temelde iki tercih vardı: ya Irak'a yapılacak müdahaleye karşı çıkan ülkelerle birlikte hareket edecek ya da Amerika-İsrail ekseninde savaşa er-geç girerek gelişmeleri etkilemeye çalışacaktı. Her ne kadar bazı çevreler bu ikinci stratejinin tercih edilmesi gerektiğini işliyor olsalar da yakın geçmişteki tecrübelerimizden biliyoruz ki, savaşa dahil olmamız gelişmeleri etkileme gücü vermeyecek, dünya kamuoyunda son derece antipatik bulunan bir serüvende ülkenin daimi prestij kaybına uğramasına neden olacaktı. ( 227) Türkiye'nin en büyük yatırımlarından olan GAP'ın çevresinde bugüne kadar çoğu kamu sektöründen olmak üzere yüzden fazla İsrailli firma toprak satın aldı. Dünyadaki zenginYahudi lobisi 1999'den beri GAP'da Endüstri Bölgesi kurmak adı altında, aslında toprak almak için oluşturdukları özel fona bir milyar dolardan fazla sermaye topladı. GAP bölgesinde toprak alma işi MGK'nın özel iznine bağlıydı. Yahudiler, toprak alım işlemlerini Bucak aşireti gibi aracılar vasıtasıyla yürütüyordü. Uygulama şöyleydi: Satın alma talepleri Tarım Reformu Genel Müdürlüğü'ne yapılıyor. Müdürlük konuyu Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ne iletiliyor. MGK Sekreterliği ise Milli İstihbarat Teşkilatı'ndan ve Emniyet'ten bu firmalara ilişkin istihbarat raporlarını aldıktan sonra satışa onay veya ret kararı veriyor. PKK ile ilişkisi olanlara ise toprak satılmıyor. Yahudiler, bu prosedürü bazen aracıları kullanarak by-pass ediyorlar, bazen de MGK tarafından tehdit kabul edilmeyerek onlara göz yumuluyordu. 28 Şubat sürecinde yazılan yeni "Milli Askeri Stratejik Konsept"le İsrail'in potansiyel tehdit konseptinden çıkartılması ve bu ülkeyle stratejik askeri anlaşmalar yapılmasından sonra Yahudilerin cesaretle bölgeye yatırım yapmıştı. Ankara, İsrail'in PKK'ya karşı kullanılan Bucak aşiretinden korucuları GAP bölgesinden toprak satın almada aracı olarak kullandığını biliyordu. AK Parti yönetimi, AB'ye uyum çerçevesinde yabancılara toprak satılmasını serbestleştiren yasa tasarısını gündeme getirir ve GAP bölgesi içinde MGK özel iznini kaldırırsa, Yahudilerin artık aracılara da ihtiyacı kalmayacaktı. Yahudilerin bölgeden toprak alma iştahlarını engellediği için görevden alındığı ileri sürülen Urfa eski Valisi Şahabettin Harput, merkeze alınmasını bazı güç odaklarına bağlamıştı! Şu ana kadar 100'den fazla İsrail firması toprak satın aldı, en az bu kadarının da gizli bir şekilde pazarlıklar yürüttüğü kaydediliyordu. GAP İdaresi bu firmaların adını sayıyor ve bunlar arasında en önemlilerini şöyle sıralıyordu: Agripo, Agridev, Development, Deta Engineers, Hovev, Itan, Zınkal, Velves, Lıptı Art, Ludan, Rafheal, Klay mar, ISV vs... ABD ve İsrail Abdullah Öcalan'ı paketleyip Türkiye'ye teslim ettikten sonra bölgede Yahudilere daha fazla izin çıktı. En son Ecevit hükümeti döneminde açılan doğu paketinde burada Endüstri Bölgeleri kurulması yasa ile teşvik edilmişti. Bu yasadan yararlananlar ilginç biçimde Yahudiler oldu. Bir sorun çıktığında başbakanlıktan gelen bir telefonla engelleri aştılar bu dönemde. Apo rüzgarıyla iktidara gelen Ecevit döneminde toprak satışları zirveye çıktı. Sonuçta görünen, GAP'ın büyük bölümü elden çıkmıştıtı bile. Terörist elebaşı Apo karşılığında İsrail gibi Suriye'ye de Türkiye'nin verdiği bir söz vardı: Su. Su, Ortadoğu'da hayat demektir ve petrolden daha kıymetli bir meta olmaya doğru ilerliyordu. ABD Dışişleri, CIA ile Ulusal İstihbarat Konseyi (NIC) tarafından hazırlanan ve gelecek 15 yılı ele alan Global Trends 2015 Raporu'ndaki Türkiye özel başlıklı bölümde Ankara'nın su için büyük bir mücadele vereceği kaydediliyordu. Rapora göre, 2015'e dek geçen sürede, "Uluslararası gerginliklerde hangi politikaların benimseneceği, kitle imha silahlarının artışı, enerji taşınmasına yönelik ekonomi ve siyasetin belirlenmesi ve su hakları konularında Ankara kendisini mücadele ederken bulacaktır" deniliyordu. 170 Türkiye'nin Fırat ve Dicle'deki yeni sulama ve baraj inşaatlarına da işaret eden raporda, bu tür çalışmaların 15 yılda nüfusu hızla artacak Irak ve Suriye'ye verilecek su miktarını da etkileyeceği belirtiliyordu. Irak'ta direnemeyeceğimiz bir süper güç ABD ile komşu olduğumuza göre, Fırat ve Dicle'den su keserken eskisi gibi kendi politikamızı izlememiz zorlaşacaktı! İsrail ile sıkı ilişkilerin ilk sinyalini eski Başbakan Mesut Yılmaz 1996 yılının 14 Mart Günü verdi. Türkiye-İsrail arasında Serbest Bölge Anlaşması imzalanmasıyla GAP bölgesinde İsrail'e olağanüstü kolaylıklar sağlandı ve DTÖ ilkeleri çerçevesinde serbest yatırım bölgeleri kurulması öngörüldüi. Eski Başbakan Erbakan İsrail'le askeri teknoloji yenilenmesine ilişkin kamuoyundan özenle gizlenen askeri anlaşmayı imzalarken, aslında yeni başlayan dönemin karşısında kimsenin duramayacağı mesajı da böylece veriliyordu. Bu konu çok su ve toprak götürecekt. (228) İsrail ile yakın ilişkiler esasen çok eskilere dayanmıyordu. 1998 yılının sonlarında İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman'ın Türkiye'ye gelmiş, gezisinin önemli bir kısmını Güneydoğu yani GAP konusuna ayırmıştı. Hemen sonrasında ise bu sefer Türk yetkililerin İsrail çıkarmasına şahit olmuştu kamuoyu. Önce Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ardından Dışişleri Bakanı İsmail Cem, ardından zamanın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın birer gezisi gerçekleşti. İsrail'e geziler salt bunlarla sınırlı kalmadı. Karadayı'dan sonra ise zamanın Tarım ve Köyişleri Bakanı Mustafa Taşar ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in gezilerine şahit olduk. İmzalanan askeri anlaşmaların yüklü tutarı nedeniyle bir anda 5 milyar dolarlık ithalat açığımız oluşunca şaşırdık. 28 Ağustos 2000'da Ankara'nın bu seferki misafiri İsrail Başbakanı Ehud Barak'tı. Barak basın toplantısında "GAP'taki altı ihaleye talibiz" dedi. Üçlü koalisyon döneminde ilişkiler sessizce yürüdü ve altın devrini yaşadı. Adeta MOSSAD'ın Apo teslimine karşılık diyet ödendi. Son üç yılda GAP'a yatırımlar hızlanmıştı ki, AKP iktidara geldi. Başbakan Erdoğan, Moskova'dan dönerken Ankara'da durmak isteyen Başbakan Şaron'a vize vermedi. İsrail'in yaptığı resmi davetler henüz kabul edilmiş değil! GAP idaresi, bugünde İsrail hükümet kuruluşu MASHAV ile işbirliği yapıyordu. Modern tarım teknolojisi alanında İsrail dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisiydi. Özellikle İsrail'in geliştirdiği seracılık ve sulama metodları birçok ülke tarafından kullanılıyor. Böylesi bir avantajdan yararlanarak İsrailli iş adamları GAP'a rahat giriyordu. İşbirliği önerileri karşılıklı mal alım satımının yanı sıra GAP çerçevesinde tarıma dayalı sanayilerin geliştirilmesinde sulama sistemleri, tohum ıslah birimleri ve verimlilik artırıcı diğer tekniklerin yerleştirilmesi gibi konuları da kapsıyordu. Tarım ve hayvancılıkla ilgili her alana ilgililer, özellikle sulama projelerine taliplerdi. İsrail'i bölgede yatırım yapmaya sevkeden sadece elinde bulundurduğu tarım teknolojisi değildi. Onu bölgeye yönelten bir başka neden ise ileride kendi ülkesinde doğması muhtemel tarım arazilerinin azalması tehlikesiydi. Kanada ve Hollanda tarım teknolojisi konusunda tecrübeli ülkeler iken Ankara, bu ülkeler yerine İsrail'in tecrübelerinden faydalanma zorunda kalıyordu. Yahudilerin MGK'yı dahi ekarte ederek topraklarımızı satın alması iyiye alamet değildi. Su politikalarının önümüzdeki yıllarda savaş sebebi sayılacak kadar değer kazanacağı gözönüne alınırsa suyun başına Yahudilerin geçmesi ulusal güvenliğimize uygun olmasa gerekirdi. İsrail'in GAP'daki hedefi dini temeli bulunan 'kutsal vaadedilmiş topraklara' dönüş mü yoksa GAP'tan fışkıracak altın yağmurunun altında bulunup testisini doldurmak mıydı? Tam bu devrede İstanbul'da patlayan bombalarla Türkiye'nin uzaklaştığı İsrail limanına 171 doğru tekrar sürüklendiğini ortaya atan eski Mahir Kaynak'ın beyin jimnastiğine bazı çevrelerinin aşırı tepki göstermesi, onu "Komplo teorisyeni" diye küçümsemeye çalışması anlaşılabilirdi. Antisemitizm bu ülkede çok tehlikeli komplikasyonlara yol açabiliyordu! (229) İSTANBUL SALDIRILARININ AMACI NEYDİ? 15 ve 20 Kasım'daki bombalı saldırıların ardından Türkiye'nin Matrix'in 11 Eylül kurgusunda vazgeçemeyeceği bir keklik olduğu ortaya çıkmıştı. Bu saldırılar Türkiye'nin 11 Eylülüydü. Türkiye'yi ablukası altına alan terörü lanetlemeyen şeytanla işbirliği yapıyor demekti! Yüzde 95'i savaşa karşı olan bir halkın kıblesi, bu eylemlerden sonra şaştı. Hedef belirlemeden, zamanlamaya kadar profesyonelce organize edilmiş dört saldırının kullanılmış piyonları ile uğraşıldı, oyunu yöneten, besleyen asıl suçlu gizlenmeyi başardı.. Havra saldırısı failleri, arkada bıraktıkları delillerle 24 saat içinde kolayca bulundu. İkinci saldırının piyon faileri de polisimiz tarafından bir ay içinde yakalandı. Geriye soru işaretleri kaldı. Neden Türkiye ? Saldırılar sırasında Londra gezisinde olan Bush, Blairle birlikte basın toplantısı yaparak' Türkiye şimdi ne ile karşı karşıya olduğumuz anlayacak' dediler. İsrail Dışişleri Bakanı, ta Tel Avivden gelip olay yerini incelerken cumhurbaşkanımız Sezer, Çankaya köşkünden hiç kımıldamadı. İran'dan Türkiye'ye giriş yaparken 10 Aralık 2003'de Hakkari'de yakalanan Fevzi Yitiz'e (31), Levent ve Beyoğlu'nda patlayan bombaları imal ettiği detarjan deposunda 13 Aralık'ta tatbikat yaptırılmıştı. Afganistan'da bir terör kampımda eğitim aldığını belirten Yitiz'in, İkitelli Metal-İş Sanayi Sitesi 10 sokak numara 32'de bulunan ve paravan olarak kurulan Gökkuşağı Deterjan İmalathanesi'ni kullanmıştı. Fevzi Yitiz bombayı nasıl imal edip, kamyonlara nasıl yüklediğini anlatmış, bombaları hazırlama sürecinde, 1 ay boyunca bu depoda yatıp kalktığını ve hiçbir yere çıkmadığını söylemişti. Yitiz, İstanbul'da patlayan 4 bombanın da burada yapıldığını ve yine burada kamyonetlere yüklendiğini itiraf etmişti..Yitiz sorgusunda, 1994 yılında Afganistan'daki bir kampta Azad Ekinci ve Habib Aktaş ile birlikte savaş teknikleri, bomba ve ağır silahların yapımı konusunda eğitim aldığını anlatmıştı. Bombaları hazırladıktan sonra, eylemlerden önce İran'a gittiğini belirten Fevzi Yitiz, "Burada patlamaları gazete ve TV'lerden izledim. Sonrasında da benimle ilgili bir haber çıkmadığını görünce rahatladım. Eylemlerden önce yurtdışına çıktığım için dönüşte de problem olmayacağını düşündüm. Yakalanacağımı tahmin etmedim" demişti. Güya İstanbul'daki bombalı intihar saldırılarının hata olduğunu kabul eden terörist Usame Bin Ladin, eylemlere ABD ve müttefiklerine yönelik olması şartıyla izin vermişti... Associated Press haber ajansına bilgi veren Türk istihbarat kaynaklarına göre, İran'dan Türkiye'ye girerken yakalanıp tutuklanan Fevzi Yitiz, İstanbul'u kana bulayan saldırılarla ilgili ilginç bilgiler vermişti. Terör eylemleri öncesi canlı bombaları bulup, silah temin ettiği öne sürülen Yitiz, Türkler'in ölmesinin El Kaide'yi çok kızdırdığını savunuyordu. Teröristin iddialarına göre, 'Türkiye'de El Kaide adına eylem yapılması' teklifi 2002 yılında Afganistan'a gidip, Ladin'le görüşen Habib Aktaş ve İbrahim Kuş'tan geldi. İki Türk El Kaide militanı, Ladin'e kendi ülkelerinde 'cihad yapmak' istediklerini söyledi. Teröristbaşı ise 'Tek bir şartla buna müsaade ederim. Saldırılar sadece Amerika ve müttefiklerini hedef alacak, Türkler'i değil' diye konuşmuştu. İddiaya göre Ladin, bu görüşmede 'İncirlik Üssü ya da Mersin Limanı'na saldırıyı' önerdi. Ancak iki militan, olağanüstü güvenlik önlemleri nedeniyle iki hedefi vurmayı göze alamadı. Özellikle İncirlik'in etrafının Irak Savaşı'ndan önce yüksek duvarla kapatılması, bu kararda etkisi 172 oldu. Saldırıların İstanbul'a kaydırılması fikrinde ise kanlı eylemleri planladıktan sonra Suriye'ye kaçan Azat Ekinci'nin etkisi oldu. Militanlar daha sonra hazırlıklara başladı, bombacılar bulundu, hedefler belirlendi. 10 kişilik terörist grubu, İkitelli Metal-İş Sanayii Sitesi'nde 'Gökkuşağı Pazarlama' adlı dükkanda yaklaşık 7 ay hazırlık yaptı. Ardından da İstanbul'u sarsan patlamalar gerçekleşti. Saldırı emrini verdikten sonra İran'a kaçan Habib Aktaş ise Yitiz'e yakalanmadan önce şunları aktarmıştı: 'El Kaide, İstanbul'daki saldırıların hata olduğuna karar verdi, çünkü çoğunlukla Müslüman Türkler öldü.' Türk istihbarat kaynaklarına göre Yitiz'in verdiği bilgiler, Türkiye ve İran'daki El Kaide işbirlikçileriyle yapılan toplantılara dayanıyordu. İstanbul'daki bombalı saldırı olaylarına ilişkin gözaltına alınan Adnan Ersöz, ''anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmek'' suçundan tutuklanmıştı. Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ndeki işlemlerinin ardından DGM'ye sevk edilen Ersöz, savcılık sorgusunun ardından, TCK'nın 146/1. maddesi gereği tutuklanması talebiyle nöbetçi mahkemeye gönderildi. Nöbetçi 5 No'lu DGM'de yeniden sorgulanan Ersöz, tutuklanarak cezaevine konuldu. 15 ve 20 Kasım'daki bombalı saldırıların ardından İstanbul polisi, 500'ün üzerinde kişinin bilgisine başvurmuş, 96 kişinin DGM'ye sevk etmiş ve Ersöz'le birlikte 33'ünü tutuklamıştı. Gözaltına alınan kişilerin ve ''canlı bomba'' oldukları belirtilen Feridun Uğurlu, Mesut Çabuk, Gökhan Elaltuntaş ve İlyas Kuncak'ın, bugüne kadar Türkiye'de faaliyet gösteren herhangi bir terör örgütüyle bağlantıları tespit edilmemişti. Adnan Ersöz'ün, sorgusunda, 1997'de Afganistan'a gittiğini, burada askeri ve siyasi eğitim aldığını, 2001 yılında da Afganistan'ın Kandahar kentinde El Kaide örgütünün lideri Usame Bin Ladin ile görüştüğünü anlatmıştı. Ladin'in buradaki korunaklı evinde sohbet ve tanışma toplantısına katıldığını, kahvaltı ettiklerini anlatan Ersöz'ün, Ladin'den bizzat eylem talimatı almadığını ifade etmişti. İstanbul'da bombalama eylemleri yapılacağından haberi olmadığını savunan Ersöz'ün, pişmanlık duyduğu için İran'dan Türkiye'ye teslim olmaya gelmişti. Türkiye'de bir üniversitede siyasal bilgiler eğitimi alan anlatan Ersöz'ün, El Kaide örgütünün Türkiye'deki yapılanmasının başında da firari Habip Aktaş'ın bulunduğunu ileri sürüyordu. Ersöz'ün, bombalama eylemlerine ilişkin firari olarak aranan Azat Ekinci, Gürcan Baç ve Habip Aktaş ile canlı bombalardan bazılarını tanı__________dığını,Aktaş'ın, Topluma Kazandırma Yasası'ndan da yararlanmak istediğini söylemişti. Habip Aktaş, Gürcan Baç ve Azat Ekinci'nin de aralarında yer aldığı 6 kişi için kırmızı bülten çıkarılmıştı. (230) Usame bin Ladin'in İstanbul saldırıları ile bir ilgisi olmadığını faillerde söylüyordu. El Kaida, bir açıklama ile bu saldırılarla ilgisi olmadığını açıklamış, ancak bu ifşaat medyadan ilgi görmemişti. Ortada kalan soru saldırının ne amaçla yapıldığıydı. Birkaç kişi kendi başlarına terör örgütü kurup bu denli büyük ve profesyonel saldırı organize edemeyeceğine göre arkalarındaki gerçek organizatör kimdi? Eski MİTçi Mahir Kaynak'a göre, eylemi yaptıranlar Türkiye'nin İsrail-ABD eksenine kaymasını isteyenler istihbarat örgütleriydi; yani MOSSAD ve CIA patrondu, ortadaki piyonların Afganistan geçmişleri Ladinle bağlantı kurulması için yeterli gerekçeydi. İBDA-C İDDİASI DEBKA-Net-Haftalık, 21 Kasım 2003 'de yayınlanan haberinde faillerin İslamî Büyük Doğu Akıncıları Cephesi' (İBDA-C)ne mensup olduğunu ortaya atmıştı. 2003 Ekim ayında, Türk istihbarat servisi MİT’ın üst düzey yetkilileri birkaç Batılı mevkidaşıyla oturup Türkiye’nin maruz kaldığı bir tehlikeyi konuştular: 1999 yılında yakalanan ve uzak bir adada müebbed hapis cezasına mahkum edilen Kürt PKK-KADEK grubunun 173 başı Abdullah Öcalan ve kardeşi Osman. Kuzey Irak Kürdistanı ve Güney Türkiye’de 5000 Kürt savaşçıyı beraberce kontrol ediyorlardı. PKK-KADEK daha önce Batılı müttefiklerinin yaptığı 10 en tehlikeli terör grubu listesinin zirvesine Türkiye’nin istediği şekilde yükselmişti. İslamî Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) isimli grup listenin sonunda yer alıyordu. Batılı bir çok üst düzey istihbarat şefi, Türk mevkidaşına “Daha üst sıralarda yer alması gerektiğini düşünmüyor musunuz?” diyordu. MİT’in zirvedeki isimlerinden biri “Hayır. Size şahsî teminat verebilirim ki bu örgüt dişsiz. Hiçbir şey yapamazlar. Bütün mensupları bizim Metsian [bu kelimenin karşılığını bulamadım] hapsimizde bulunuyorlar” diye cevap verdi ve lideri Salih Mirzabeyoğlu ile beraber grubun üye sayısının 300 civarında olduğu bilgisini verdi. Mirzabeyoğlu, 24 Aralık 1998’de tutuklandı ve tek kişilik bir hücreye koyuldu ve adamlarının geri kalan kısmı İstanbul’un güneyinden 50 mil (80 km) uzağındaki zindan-gibi cezaevi hücrelerine atıldı. 15 Kasım Cumartesi günü, iddiaya yabancı istihbaratların kullandığı güç İBDA-C İstanbul’daki Neve Şalom ve Beyt İsrail sinagoglarının dışındaki bomba yüklü kamyonetleri patlatarak 25 kişiyi öldürdü ve 300’den fazla kişiyi yaraladı. Saldırıların planlayıcısı ve şef bombacı patlamalardan üç saat once İstanbul havaalanını kullanarak ülkeden ayrıldı. Varmak istedikleri yer; Pakistan veya İran’a bir uçuş ayarladıkları Ebu Dabi’ydi. Sinagog bombalamaları felaketinden sadece beş gün sonra, İBDA-C yine saldırdı. Bu sefer, iki kamyonet bomba şehrin kuzeyindeki Metro Center alış-veriş merkezinin ve HSBC bankasının, İstanbul’daki İngiliz konsolosluğun dışında patladı. En az 27 kişi öldü ve 450 kişi yaralandı. Altı gün içerisinde, bu “dişsiz” terörist grup 52 kişinin öldüğü ve 750’den fazla kişinin yaralandığı saldırıları düzenledi. Saldırılar, Başkan George W. Bush’un resmî Londra ziyaretine tesadüf etti ve bombalamaları “El-Kaide’ye bir hediye” diye açıklayarak yaraya tuz bastılar. DEBKANetHaftalık kontr-terör kaynakları iki terrorist grup arasındaki arasındaki ilişkinin nisbeten yeni olduğunu, ancak üç veya dört seneye şamil olduğunu ileri sürüyordu. Mirzabeyoğlu ve adamlarının tutuklanmasından sonra, 50 ila 70 örgüt üyesi Türkiye’den Afgansitan, Çeçenya, Yunanistan, Bosna ve Almanya’ya kaçmayı başardı. Türk teröristlerin bazıları Afganistan ve Çeçenya’da El-Kaide ile işbirliğine gittiler ve Usame bin Ladin’in adamlarıyla beraber savaştılar. Diğer İBDA-C üyelerinden bir kısmı Bosna’da çalışmaya tahammül ederken, bir kısmı da 1980’lerdeki Türk-Yunan gerginliğinin had safhada olduğu zamanlarda Türkiye’ye karşı sabotaj görevlerinde örgütü kullanan yerel istihbarat yetkililerinin kanatlarının altına sığındılar. Almanya’da İBDA-C kaçakları El-Kaide ile beraber çalışan grubun üyelerini desteklemek için lojistik ve isthibarat ağı oluşturdu. Türk emniyet teşkilatının ve Batılı kontraterör makamlarının gözlerinden uzakta, İBDA-C ve El-Kaide Avrupa’nın en tehlikeli terör şebekesini kurdu. Peşinden, İBDA-C’nin İstanbul’daki İngiliz hedeflerine karşı saldırılar ile şu meş’ûm ikazı geldi: “Bu sadece bir başlangıç.” İBDA-C diğer İslamcı gruplardan oldukça farklıydı. Kendini Sünnî Müslüman olarak tanımlamasına rağmen, Komünizm’in Troçkist versiyonunu desteklemekteydi. Mirzabeyoğlu, gençliğine profesyonel bir boksör olarak, “Tilki Günlüğü – bu kitabı ezberlemeleri gereken yeni üyelerin mecburî okuma kitabı- ‘nü de içeren 42 kitap yazmıştı. Terörist-boksör-yazar kendi doktrinini Eflatun, Hegel, Troçki ve Sufi İslam’ın bir karışımı olarak tasvir etmekteydi. Sonuncusu Allah’ın insanın iradesini tayin ettiği ve iyilik ile kötülük arasında hiçbir gerçek ayrımın olmadığı inancıydı. (231) İBDA-C’nin felsefesinin Bin Ladin ve Eymen Ez-Zevahirî’ye hiç faydası yoktu. Vehhabi 174 olan El Kaida Sufizme karşıydı, bu yerel örgüt ise güya Sufiydi. İBDA-C sadece herkesin gözlerinin üstünde olduğu uç bir örgüttü. Batılı istihbarat servislerin kullandığı bir araçtı. İBDA-C Grubu, 1986'da Akdoğuş dergisini çıkartarak ortaya çıkmışlardı. İlk sayılarında Türkiye'ye İslam'ın gelmesine engel gördükleri Fethullah Gülen, Esad Coşan, Mehmet Kırkıncı, Mahmut Ustaoğlu, Muhammed Reşad gibi gerçek Anadolu İslamını temsil eden liderleri hedef seçmişlerdi. Gülen'i müslüman gençleri savaşmaktan alıkoyarak koyunlaştırmakla suçluyorlardı. 1999'da Akın Birdal suikastı gibi pek çok kirli olaya karışan İBDA-C'ın asıl hedefi eğer Mart 1999'da ABD'ye gitmeseydi Fethullah Gülendi. Bu bilgi MİT'den başbakanlığa gelmiş, Başbakan Yardımcısı Hüsameddin Özkan tarafından Gülen'e ulaştırılarak, ülkeyi zamanında terketmesi sağlanmıştı. İslami Gruplara göre, bu örgüt MOSSAD-CIA yapımı bir terör kuruluşuydu. İslami yapılanmaları terörist göstermek için kurdurulmuştu; gerçek İslam ve müslümanlıkla ilişkileri yoktu. HİZBULLAH İDDİASI DEHAP Van İl Başkanı Hasan Özgüneş, saldırıların uluslararası terörü destekleyen güçler ile devletin bir zamanlar "Hizbi-kontra" olarak kullandığı kesimler tarafından gerçekleştirildiğini öne sürdü.( 232) Tuhaf olan bu iddianın DEHAP tarafından dile getirilmesi değil Türk medyasının Hizbullah kanalıyla İslamı karalamak için açtıkları yalan haber kampanyasıydı.Terör saldırılarıyla ilgili suçlanan Hizbullah iddiaları fos çıkana kadar 2 ay AKP'ın Hizbullah'a gözyumduğu senaryoları yazılmıştı. İslam ile terörün yanyana kullanılması tüm müslümanları incitiyordu, çünkü gerçek müslüman terörist olamaz; terörizmi araç olarak kullanan kim olursa olsun müslüman olduğunu iddia etsede müslüman değildi, gerçek İslamla ilgisi yoktu. İstanbul'daki terörist saldırılar her terör eyleminin ardından adı zikredilen El-Kaida ile Hizbullah ilişkisini gündeme getirdi. Peki ama hangi Hizbullah? İran Hizbullah'ı mı, Lübnan Hizbullah'ı mı, yoksa dört ayrı kola ayrılmış Türk Hizbullahları mı suçlanıyordu? HAMAS ve Hizbullah, İstanbul saldırılarını kınadı. Gücü bilinmeyen hayalet örgüt El Kaida Vehhabiydi. Türk Hizbullah'ı ise bugüne kadar yaptığı eylemleri üstlenmemesi ile tanınıyordu; eylemin kendisinin zaten bir propaganda olduğu görüşündeydi. Bu nedenle kimlikleri belirlenen teröristlerin Hizbullahçı oldukları ortaya atılsada terör saldırılarında örgüt imzası hala fluydu.. Türk müslümanlığı şiddete, teröre panzehirdi, marjinaller sadece malzemesi dışarıdan zoraki imalat hatasıydı. Olaylarla ilgisi tespit edilemesede ' Hangi Türk Hizbullahı terörist yetiştiyor?' sorusunun cevabı İstanbul saldırılarından sonra daha fazla önem kazanmıştı. AKP yönetiminin Hizbullah'ın üzerine gitmediği ileri sürülüyordu. Bu konu açıklığa kavuşmalıydı. Önce Hizbullah örgütleri hakkındaki yanlış bilgiler tashihe muhtaçtı. Milli İstihbarat Teşkilatı'nın 30 Mayıs 1997 tarihini taşıyan iki sayfalık "Hizbullah Raporu"nun tam metni şöyleydi: "İran'ın, Haziran 1982'de İsrail işgaline karşı savaşmak üzere Lübnan'a Devrim Muhafızları göndermesi ile başlayan radikal Şii örgütlenmesi, 1983 yılı sonlarında Hizbullah'ın bir çatı örgüt olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. Başlangıçta Şii halk içerisinde siyasi, sosyal ve askeri bir örgüt olarak doğan Hizbullah bugün dünyanın bir çok yerinde önemli bir alt yapıya sahiptir. Hizbullah, İran İslam Cumhuriyeti'nin bekası ve Lübnan'daki yabancı nüfusun ortadan kaldırılması hedeflerini benimseyen İran yanlısı Şii ideolojisini kabul etmektedir. Eğitim alanında Sünni-Şii ayrımı yapmaksızın kamplarında değişik Müslüman ülke kökenli bir çok radikal İslamcı unsurlara ideolojik, 175 askeri eğitim vermesi ve lojistik yardım ve İslam ülkelerinde yürütülen mücadelelere militan göndermesi örgütün yarattığı tehdidin diğer bir boyutunu oluşturmaktadır. (233) Çetin Emeç suikastının faili olarak suçlanan Türk Hizbullah örgütü 1983'te İrfan Çağırıcı tarafından kuruldu. Çağırıcı, Hüseyin Galip ismiyle Hizbullah'ın Genel Emirliği'ni yaptı. 1980'lı yıllarda özellikle Diyarbakır ve Batman'da ortaya çıkan pek çok küçük marjinal haraket kendini Hizbullah olarak tanımlamaya başladı. Çağırıcı, faaliyetlerini Güneydoğu dışına yaymaya başlayınca 1990'da adını ' İslami Haraket' olarak değiştirdi. Emeç suikastında DGM savcısının iddianamesine göre, 1984'te polis, 1996'da ise DGM tarafından "Hizbullah" olarak nitelendirilen örgütün tüm elemanları Çağırıcı dışında "Batman" kökenliydi. Kısa sürede üsleri İstanbul oldu. Türk kamuoyunun kafası karışıktı. Türk Hizbullahlarını Şii kökenli olanlar tanımıyordu. Türk Hizbullah'ının bünyesi çoğunlukla sünni Kürtlerden oluşmuştu. Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın 2000 yılında gerçekleştirdiği Umut operasyonunda İran bağlantısı iddiası yeralsada Tahran'a hiç bir zaman Türk Dışişleri bu konuda nota vermemişti. Tahran, Şii kökenli olup İsrail'e karşı Ortadoğu'daki müslümanları örgütlemek için kurduğu Hizbullah ile Türk Hizbullah'ı arasında direkt bağlantılarının olmadığını defalarca açıklamıştı. Hürriyetden diplomasi muhabiri Metahan Demir'in 2000 yılında Lübnan'daki Hizbullah lideri ile yaptığı görüşmede Türk Hizbullah'ının nereden çıktığını bilmediklerinin altını çizmiş ve kendilerine leke sürülmemesini talep etmişti. O halde nereden çıkmıltı bu Türk Hizbullahları? Bu grupların ilham kaynağı neydi? 1980'li yıllardan itibaren Güneydoğu'da görev yapan bir istihbarat görevlisi şunları anlatıyordu: "Özellikle İran ve Mısır gibi ülkelerde yetişen İslam alimlerinin meydana getirdikleri ve İslamı radikal anlayış içerisinde yorumlayan eserlerin Türkçeye tercüme faaliyetleriyle birlikte, bu fikirlerden etkilenerek çeşitli kültürel etkinliklerde bulunan küçük gruplar oluşmaya başladı. İran tarafından 1980 sonrası devrimi ihraç gayesiyle kurulan teşkilatların yapmış oldukları kültürel çalışmaların da etkisiyle daha da artan bu etkileşim, özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin muhafazakar yapısından da istifade etmek suretiyle bu bölgede kendisini daha fazla hissetirdi. Bu çerçevede, kendilerini yetiştiren Abdulvahap Ekinci, Ahmet Tufan, Fidan Güngör, Hüseyin Velioğlu ve Veysi Kaykaç gibi şahıslardan oluşan grup 1980 yılı başlarında Vahdet Hareketi adı altında bir birlik oluşturarak tebliğ faaliyetlerine başladı. Daha sonraki yıllarda Diyarbakır'da Menzil kitabevini işleten Fidan Güngör bu gruptan ayrılarak Menzil Grubu'nu, İlim Kitabevini işleten Hüseyin Velioğlu ise yine Vahdet Grubu ile ayrı düşerek yeni bir hizip olarak İlim Grubu'nu kurdu. Güneydoğu Anadolu bölgesinde, irili ufaklı bu radikal grupların tamamı, zamanla kendilerine verilen Allah Taraftarları, Allah'ın Partisi anlamlarına gelen Hizbullah ismini benimsediler ve bu isimle anılmaya başlandılar..." İşte bu Hizbullahi şemsiyenin altındaki gruplardan biri, 1992'den itibaren şiddet estirmeye başladı. Bu grup, Hüseyin Durmaz veya soyadını değiştirmesinden sonra Hüseyin Velioğlu liderliğindeki İlim Kanadıydı. Menzil grubunun, Adıyaman'daki merhum Şeyh Muhammed Raşid Erol'un Menzil dergahı ile bir ilişkisi olmadığı gibi, İlim grubunun da "bilimsel çalışmalardan" çok, silahlı eylemlerle ilgisi vardı. Türkiye'de faaliyet gösteren dört ayrı Hizbullah örgütünden sadece İlim Grubu şiddet eylemleri ile adını duyurdu. Diğerleri, Menzil, Vahdet ve Selam gruplarıydı. Hizbullah'ın ilk hedefi dinsiz olarak görülen Markist-Leninist PKK idi. Ancak1991'de saldırıyı ilk başlatan taraf Hizbullahi gruplar değil, PKK oldu. PKK, halk üzerindeki faaliyetlerini sabote eden Hizbullah'ı dize getirmek amacıyla 8 Mayıs 1991 tarihinde Şırnak'ta Hizbullahi kesimin önde gelen isimlerinden Şerif Karaaslan'ın anne ve babasını 176 evlerinde silahla tarayarak öldürdü. PKK-Hizbullahi gruplar çatışması işte böyle başladı. Bir yönüyle, tıpkı Yeşil gibi, Hizbullahi grupları ortaya çıkaran Güneydoğu'daki terör ortamıydı. Velioğlu'nun başkanlığındaki İlim grubu, 1993 yılı sonlarından itibaren oklarını Menzil grubuna da çevirdi. Amaç bölgenin tek söz sahibi olmaktı. Ve diğer dini gruplara yönelik olarak çeşitli baskı ve şiddet eylemlerine yöneldiler. Diğer önemli isim Sabahattin Talayhan'ı İstanbulda öldürüp İzmit ilinde ormanlık araziye gömdükleri ortaya çıktı. Bu tarihe kadar İlim grubunun İstanbul'da herhangi bir faili meçhul olayı mevcut değildi Bu gelişmeler karşısında, Menzil grubu 1993 yılı Eylül ayında Diyarbakır'da, "Müslüman Halkımıza" ve "İslami Halk Hareketi" imzalı bir bildiri dağıttı. Bildiride Hüseyin Velioğlu liderliğindeki İlim grubu "Hizbulzulüm" olarak suçlandı. Çatışmalar sonucunda, İstanbul'a gelen Menzil grubu lideri Fidan Güngör Batman'a kaçırılıp öldürüldü. İlim-Menzil gruplarının çatışmasıyla birlikte Hizbullah'ın bölgedeki prestiji büyük ölçüde yokolmaya başladı. Nitekim bunun üzerine Menzil kanadı ismini 'İslami Direniş' olarak değiştirdi. İslami Direniş'in üst düzey sorumluları Lübnan Hizbullah Örgütü Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ve hareketin manevi lideri Muhammed Fadlallah ile de bir görüşme yaptılar. Görüşmede Lübnan'da İslami Direnişçilere bir kamp yeri tahsis edilmesi de konuşuldu. Ancak bu gerçekleşmedi. 1999'dan itibaren İstanbul'da Güneydoğulu bir grup işadamı ve Zehra Eğitim Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım kaçırılarak öldürüldü. Nurcu Kürtlerden olan Yıldırım'ın öldürülüşünün nedeni hala muammadır. Said Nursi'nin barışçıü şiddeti dışlayan tutumu ile bölgede hizmet veren Zehra Vakfı elemanlarını yok etmek PKK'nın panzehirini yoketmekle eşanlamlıdır. Üsküdar'daki gecekonduda bazı kaçırılmış işadamlarının, Kuriş'in Konya'da dehşet verici toplu mezarları ortaya çıkatrılınca bu canilerin müslüman olamayacağı kamuoyunca kesinlik kazandı... Bir iddiaya göre, PKK ile silahlı mücadele etmesi için Yeşil kodlu Mahmut Yıldırım tarafından bu grup Batman kamplarında eğitildi. PKK, devletle ilişkisi nedeniyle bu gruba ' KontraHizbullah' ismini taktı ve Kürtlerin bu gruba antipati duymasını hedefledi.. Hizbullah'a göre ise PKK, bölgede İslami gelişmeleri önlemesi için Türkiye'nin tepe yönetimine kadar tırmanmış Komünüstlerin kullandığı bir oyuncaktı. PKK'ya kan kusturan Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan'ın İlim grubu tarafından öldürüldüğü iddiası bu nedenle hala tam çözülememiş bir bulmacaydı. PKK elebaşı Öcalanla aynı dönemde Ankara Siyasalda okuyan, oldukça karanlık bir şahsiyet olan liderleri Hüseyin Velioğlu'nun öldürülmesinden sonra art arda düzenlenen operasyonlarla dağıtılan bu Hizbullah'ın toparlanması bugün oldukça güçtü. AKP döneminde 260 küsür operasyon düzenlenerek 402 Hizbullah militanı yakalanmıştı. İslami duyarlılığı nedeniyle AKP yönetiminin bu tür yapılanmalara seyirci kalacağı iddiası tam bir palavraydı. İslam, hiç bir zaman terörist yetiştiren bir kaynak olmadı. Tam tersine İslam vicdanlara polis diken bir huzur reçetesiydi. Bir insan ölümünü kainatın ölümü olarak görürdü. Menzil Grubu ve Zehra Vakfı'ndaki halis müslüman kardeşlerini öldürecek kadar canavarlaşan İlim Grubu Hizbullahçıları İslam'dan hiç nasiplenmemişti. Ancak ortada bir realite vardı. 20 bin kişi Hizbullahlara üye olmak için başvuruda bulunmuş, bunlardan 15 bini yakalanıp eylemde henüz bulunmadıkları için serbest bırakılmıştı. 430'a yakın Hizbullahçı ise pişmanlık yasasından yararlanarak serbest kaldılar. Güneydoğu'daki terör bataklığında işsizlik- cahillik, sefalet, eğitimsizlik olduğu sürece terörizm kendisine insan kaynağı bulmak konusunda zorlanmayacaktı. 1925 Şeyh Sait isyanına katılmayarak gerçek Allah yolunu gösteren Said Nursi, KürtTürk ayrımcığınında önüne geçecek bir formül sundu bu ülkeye: Risale-i Nur. Hiç bir 177 Nur talabesi cahil değildi ve fakir bile olsa dini dürtüleriyle oynanacak bir fıgüran asla olmamıştı. Doğu'nun kalbi dindi. Terör bataklığını kurutacak ilaç yerine bataklıktan türeyen sivriseneklerle uğraşmayı sürdürdüğümüz sürece huzurlu, mutlu bir ülkeye sahip olmamız imkansızdı. Halkın sevgi duyduğu İslami akımları ve liderleri, 'tarikat ve irtica' diye küçümseyerek ve İslamı hayatına hayat etmiş olanları potansiyel terörist olarak lanse ederek bu ülke müslümanlarına hakaret edilmiş olunuyordu. Türkiye müslümanlığı, Şii ve Vehhabi müslümanlığı gibi şiddetden medet uman zavallıları üretmeyecek kadar hoşgörülü ve evrenseldi. Marjinaller, kökü dışarıda ipi istihbarat örgütlerinin elinde kullanılan yapay oyuncaklardı. (234) Terör olayları ile son yıllarda yurdumuzda artan ispiyonaj-casusluk çalışmaları arasında yakın ilişki vardı. Özellikle doğu illerimiz yabancı ülkelerin farklı meslekte görünen casusları ile kaynıyordu. Ankara'da diplomatik misyonlarda diplomatik dokunulmazlık altında faaliyet gösterenlerde eklendiğinde Türkiye'nin casuslar savaşının tam ortasında olduğu anlaşılıyordu.. Bulmacanın karelerini çözmek kolay değildi. İlk saldırı Yahudi, ikinci saldırı İngiliz hedeflerine yönelik düzenlendiğini kabul edersek üçüncü terör hedefinin en büyük dostumuz, müttefikimiz (!) ABD olacağı anlaşılıyordu. Ankara'nın son zamanlarda temkinli yaklaştığı Amerikan-İngiliz-Yahudi üçgeninden güya Türkiye'yi izaklaştırmak isteyenlerin işlediği ileri sürülen terör eylemleri tam ters etkiyi yaptı; Türkiye terörizmle savaşta şeytan üçgenine yaklaştı. Senaryoyu yazan şeytanı kutlamak gerekiyordu. Bir haftada Türkiye'de resmi, sivil, asker herkesin dikkatini cambaza çekmeyi başarmıştı. El-Kaida örgütüne bağlı olduğu belirtilen Ebu Hafız El Masri Tugayları denen ne idüğü belirsiz terör teşkilatının saldırıları üstlenmesi yine sorunu çok kolay çözdürme girişimiydi. Birileri hemen sonuca varmamızı istiyordu. Ortalama bir aptalın bile anlayacağı kadar çok iz ve olayı üstlenen bir örgüt, kamuoyunun teröre nefret duyguları ile üst üste gelince derin sorgulama yapmamızı engelliyordu. Meşhur yazarlarımız suçlunun El-Kaida olduğunu hemen ilan etti. Eldeki bulgulara göre suçlu belliydi. Dış istihbarat desteği almadan 30 yaşlarında, kara cahil 3-5 Bingöllü teröristin bu denli başarılı bir organize yapması mümkün değildi. İntihara giden birinin pasaport taşıması ve kendisi tamamen yandığı için ancak DNA testinde kimliği tesbit edilebilmesine rağmen pasaportunun yanmaması gibi detaylar, ikinci saldırının ardından tartışılmadan çöpe gitti. Türkiye'de böyle bir teröre imza atanlar nedense İngiltere'de bir Arap gazetesine e-mail atarak saldırıyı üstlenmişti. Arkasından tuhaflıklarını örtbast etmek için ikinci saldırıda bildiri yayımladılar. Böylece bingo dendi: Bulmaca çözüldü ! Bu bildiride fos çıkacaktı. MGK, Çeçenistan, Bosna ve Afganistan gibi ülkelerde savaşmaya giden binden fazla vatandaşımızın gittikleri mekanlarda Arap teröristlerle sıkın ilişkiler kurmasından şüphe ediliyordu. Bu operasyonlara gidenlerin pek çoğunun başbakanların tasarrufu altındaki meşhur başbakanlık örtülü ödeneği vasıtasıyla gittiğini ve aralarında mutlaka istihbarat elemanlarının bulunduğu unutuluyordu. Bu gençlerin ortak özellikleri milliyetçi, radikal müslüman ve vatanını çok seven aşırı duygusal, mağdurların ezilmesine dayanamayan bir yürek inceliğine sahip olmalarıydı. PKK gibi terörist olmadıkları gibi kendi insanını hele hele masum müslümanları üstelik Ramazanda bir terör eylemi ile yok edecek kadar aşağılık asla değillerdi. MGK'da bu konu masaya yatırıldı. Binden fazla genç Afganistandan geçmişti. Kullanılma ihtimaleri yüksekti. 1990'dan beri yuvalanan ve 2000 yılından beri artarak ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgelerinde cahil, eğitimsiz insanlarımızın kanlarına, kafalarına girmeye çalışan onları etnik ve dini temalarla radikal emellerine alet etmek isteyen çok sayıda casus kol 178 geziyordu. Zaman gazetesinde casus rakamının 3000'nin üzerinde olduğu ve göründükleri meslekler bir istihbarat raporuna göre haberleştirilmişti. Kimin hesabına çalıştıklarına ve sayılarına göre bir sıralaması herhalde şöyle olurdu: ABD, Almanya, İsrail, İngiltere, İran, Fransa, İtalya, Rusya... Bu adamlar, ülkemizde ne yapıyordu? Hepsinin hedefi, yerli, cahil, kullanılabilir Türk vatandaşını kendi cephesine çekerek çıkarları için kullanmaktı. Türk Hizbullah'ında CIA ve MOSSAD izlerini bilen emniyetçiler, saldırıları Türk Hizbullah'ın yaptığına ilişkin iddialara temkinli yaklaştılar. Türkiye, terörü gerçekleştiren teröristler ile casuslar arasındaki bağları çözebilirse, işte o zaman bulmacanın bir parçası ortaya çıkmış olurdu. Kullanılan piyonları ve sahte örgütleri suçlamak bizi gerçek hedefden saptırıyordu. Türkiye'de sınırdışı edilmesi gereken casuslara zamanında müdahale edebildiğimiz zaman aç, yoksul kandırılmış insanımızda teröristlere oyuncak olmazdı. Türk emniyeti, suçluları bulduğunu açıklamıştı. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, İstanbul'daki bombalı intihar saldırılarının kilit ismi 'Ebu Nidal' kod adlı Azad Ekinci'nin Suriye'ye gittiğinin saptandığını açıklamıştı. .CNN Türk'te Taha Akyol'un sorularını yanıtlayan Aksu, DGM'ce tutuklanan Hilmi Tuğluoğlu'nu yakalayarak Türkiye'ye iade eden Suriye'yle tekrar ilişki kurulduğunu söylüyordu. Aksu'nun verdiği bilgiye göre Tuğluoğlu, polisteki ifadesinde 50'ye yakın kişinin adını vermişti. Tuğluoğlu, Azad Ekinci'yle saldırılardan birkaç ay önce görüştüğünü, 'canlı bomba'lardan Gökhan Elaltuntaş'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda isimle tanıştığını, bazılarıyla sohbetlere katıldığını anlatmıştı. Ekinci'yi de tanıyan ortak arkadaşlarından 50'ye yakın kişinin ismini veren Tuğluoğlu, saldırılarda adı geçen kişilerin tanıdığı isimler olmasına da şaşırdığını kaydetmişti.(235) Azad Ekinci'nin Afganistan ve Pakistan'da iki yıl silahlı eğitim gördüğü, Çeçenistan'da savaştığı bilgisine ulaşılmıştı.. Azad Ekinci'nin 25 Ekim'de Hatay'ın Cilvegözü Sınır Kapısı'ndan Suriye'ye geçmişti.. İstanbul Kartal'da oturan Ahmet Uğurlu'nun oğlu Feridun Uğurlu'nun da Ekinci ile aynı tarihlerde çıkış yapmıştı. Üst düzey bir emniyet yetkilisi, "Burada, eyleme katılan kişilerin El Kaide'nin ideologlarından İbni Temmin'den talimat aldığı yönünde bilgiler mevcut" diyordu. Şişli'de bulunan TR - L 656805 seri numaralı Türk pasaportu parçasının da Bingöl kayıtlı Mesut Çabuk'a ait olduğu belirlenmişti. Metin Ekinci'nin kimliğindeki fotoğrafın da Mesut Çabuk'a ait olmasıyla en önemli şüpheliye ulaşılmıştı. Bölgedeki telefon kayıtlarını inceleyen polis, Çabuk'un bir kişiyle telefon görüşmesi yaptığını belirlemişti. Çabuk ve Elaltıntaş'ın da eylemden çok kısa süre önce Ekinci ile görüştükleri olay yerine gelmişlerdi. Azad Ekinci, Çabuk'a, saldırıda kullandığı kamyoneti temin etmişti. Neve Şalom'da kullanılan diğer kamyonetin kayıtlardaki sahibi Ahmet Uğurlu'ydu. O da, adına kayıtlı aracın sahte belgelerle alınmış olabileceğini söylüyordu. Bu aile üzerinde araştırmalarını yoğunlaştıran polis, Ahmet Uğurlu'nun oğlu Feridun Uğurlu'nun İslami örgütlerin sempatizanı olduğunu ve evine Arapça konuşan kişilerin gelip gittiğini tespit etti. Ancak Feridun Uğurlu da Azad Ekinci'yle birlikte yaklaşık 20 gün önce Dubai'ye gitmişti. Polis, Gökhan Elaltıntaş'ın izini de Bingöl'de bulmuştu. Polis, ceset parçalarının Çabuk ve Elaltıntaş'a ait olup olmadığını tespit etmek için DNA incelemesi yapmış ve sonunda Çabuk'un Şişli'deki kamyoneti kullanan kişi olduğu kesinleşmişti. Çabuk'un ailesinden alınan DNA örneği, aracın direksiyonunda bulunan doku iziyle örtüşüyordu. ( 236) Suriye'den Jandarma'ya paket teslimle getirilen Hilmi Tuğluoğlu sorgusunda, Azad Ekinci ile Ankara'daki bir düğünde tanıştığını, daha sonra sık sık yüz yüze ve telefonla 179 görüştüğünü, İstanbul'daki bombalamaları radyodan dinlediğini söylemiş; Suriye'de Abdullah Bayrak isimli kişinin yanında kaldığını buradaki harcamalarını Ekinci'den aldığı paralarla karşıladığını anlatmıştı. Neve Şalom Sinagogu'na saldırı düzenleyen Gökhan Elaltuntaş ile 2003 yılının yaz aylarında Azad Ekinci tarafından tanıştırılmıştı. Tuğluoğlu'da Çeçen savaşçılarına destek amacıyla Sarp Sınır Kapısı'ndan İhsan Erdim ile birlikte Gürcistan'a çıkış yapmış, iki kez Afganistan'a, bir kez de Pakistan'a gitmiş bir serseri mayındı. Tuğluoğlu'nun ifadesinde, Azad Ekinci ile görüşmeleri sırasında "Azad Ekinci'nin Pakistan'da El Kaide örgütüyle çok sıkı ilişkiye girdiği ve örgütün teorisyenlerinden İbni Temi'nin talimatlarını Türkiye'de yaymakla görevlendirildiğini belirtmişti. Ekinci'nin örgütün finansını sağlamak için El Kaide'den büyük miktarlarda para alarak Türkiye'de dağıttığı bilgisini aktaran Tuğluoğlu'nun, Ankara'da bir büyükelçiliğe saldırı planladıklarını, ancak alınan önlemler ve jandarmanın Ankara çevresindeki operasyonları nedeniyle saldırıyı yapamadıklarını ve ardından Suriye'ye gittiğini itiraf etmişti. İngiltere Başkonsolosluğu ile HSBC Bank Genel Müdürlüğü'nün bombalanmasıyla ilgili DGM'ye sevk edilen 10 kişiden 4'ü tutuklanmıştı. Tutuklananlardan Murat İdrak'ın, örgütten eylem talimatı bekleyen beşinci canlı bomba olduğu ortaya çıkmıştı. İstanbul DGM'de dört kişilik savcı heyeti tarafından sorgulanan 10 kişiden Murat İdrak, Bülent Tozoğlu ve Ahmet Özaydın "yasadışı örgüte üye olmak'', Harun Gecü de "yasadışı örgüte yardım ve yataklık etmek'' suçuyla sevk edildikleri Nöbetçi 3 No'lu DGM Yedek Hakimliği'nce tutuklanmıştı. Ahmet Özaydın'ın kimliği, Beth Israel Sinagogu'na saldırının talimatını verdiği öne sürülen tutuklu Yusuf Polat'ın üzerinden çıkmıştı. (237) İddiaya göre, Ekinci ve Uğurlu, mensubu oldukları El Kaide ile birlikte çalışan Beyiat El İmam (İmamlar Örgütü) Örgütü tarafından, Birleşik Arap Emirlikleri'ne kaçırılmıştı. Polisin ve istihbarat kurumlarının yaptıkları çalışmalar, İstanbul’daki eylemleri yapan “Müslüman Gençlik Oluşum Tohum Grubu” adındaki grubun El Kaide’ye bağlı BeyyiatEl İmam örgütü ideolojisine bağlı olduğu ihtimalini gündeme getiriyordu. Türkiye’de Beyyiat-El İmam örgütü ile ilişkili 7 ayrı örgütlenmenin olduğu ancak, “Tohum Grubu”nun yeni bir oluşum olduğu ileri sürülüyordu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü. İstihbarat Dairesi Başkanlığı, ABD'li yetkililerle irtibata geçerek Irak'taki ABD birliklerine kaçan saldırı failleri Habib Aktaş, Azad Ekinci ve Gürcan Baç'ın Irak'ta eylem hazırlığında olabileceği istihbaratını iletmiş ve bu şahıslara ait fotoğraflar ve eşkalleri Amerikalı uzmanlara vermişti. Pakistan ve Afganistan’da eğitim gören Habib Aktaş, El Kaide’nin Türkiye hücresinin lideri olarak tanımlanıyordu. Aktaş, Beyazıt'ta Berfin Tekstil'de Azad Ekinci ile birlikte çalışmıştı. Görüldüğü gibi Türkiye'nin 11 Eylülü olarak nitelenen İstanbul saldırıları tereyağdan kıl çeker gibi arkada bıraktıkları izler sayesinde Türk emniyeti tarafından çözümlenmişti. Bu kadar kısa süre bu kadar net olarak ortaya çıkan sonuç FBI'yı kıskandırmalıydı. Onlar kendi 11 Eylülleri ile ilgili hiç bir ize net olarak ulaşamamışlardı. İBDA-C, Hizbullah teorileri çökmüştü. Ortada kalan tek soru, bu saldırılar üç-beş kafadarın yapamayacağı eylemler olduğuna göre arkasında kimin olduğuydu. Oysa patlamalarla ilgili medyada yer alan haberlerler, çelişki ve yalanlarla doluydu. Medyanın "İslamî terör" diyebilmek için olmadık yalanlara başvurması gözlerden kaçmıyordu. Bombalama emrini verdiği iddia edilen Yusuf Polat; Sabah, Akşam ve Vatan gazetesine göre Gürbulak Sınır Kapısı'nda yakalandı. Milliyet'e göre yolcu otobüsünde, Hürriyet'e göre Patnos'ta yakalandı. Patnos ile Gürbulak'ın arası 350 kilometreydi. Polat, eğer İran'a gidecekse, doğrudan Gürbulak'a gitmek varken, niye 180 Patnos'a gitsindi? Bir tezat da şuydu: Olay anında Yusuf Polat neredeydi?. Sabah'a göre; eylem sırasında belediye otobüsüyle olay yerinden uzaklaştı! Milliyet'e göre Mecidiyeköy'deydi, Akşam'a göre ise uzak bir noktadan patlamaları seyretti. Hangisi doğruydu? Azad Ekinci Afganistan'da savaşmış olamazdı. Akşam gazetesi; 27 yaşındaki Azad Ekinci'nin Afganistan'da Ruslara karşı savaştığını yazmıştı. Oysa, Rus-Afganistan savaşı 1989'da sona erdi.. Şimdi 27 yaşında olan Azad Ekinci, savaş bittiğinde 14 yaşındaydı. Ekinci'nin, 10-12 yaşlarında iken Afganistan'da savaşması gerekirdi ki, bu da mümkün değildi El Kaide ile Hizbullah birbirlerine düşman gibiydi. Medya; bombacıları, bir gün El Kaide'ye, bir gün Hizbullah'a, ertesi gün yine El Kaide'ye mensupmuş gibi göstermişti.. Böylece, "İslamî terör" deyip, faturayı Müslümanlara yıkmaya çalışıyorlardı. Oysa; Vahhabi inancı ile Şia inancı, birbiriyle örtüşmüyordu. Dolayısıyla; birinin, diğeriyle işbirliği yapması mümkün değildi. Afganistan'daki Taliban rejimine ve El Kaide'ye en fazla muhalefet eden ülkenin İran olduğu gözlerden özellikle kaçırılıyordu. İstanbul Levent'teki HSBC Genel Müdürlüğü'ne kamyonetle saldırı düzenlediği iddia edilen Habib Aktaş'ın babası, Savur Esnaf ve Sanatkarlar Kooperatifi Başkanıydı. Baba Aziz Aktaşın Cihan Haber Ajansına yaptığı açıklamaya göre, oğlunun böyle bir olaya karıştığına inanmıyordu. (238) Bu arada İstanbul'daki terör saldırılarıyla ilgili olarak eşiyle birlikte Suriye'de yakalanıp Türkiye'ye getirilen Leyla Tuğluoğlu, masum olduklarını savunuyordu. NTV'ye konuşan Leyla Tuğluoğlu, "Suçlu duruma düşmemizin tek nedeni eşimin Azad Ekinci'yle yaptığı alışverişti" demişti. Tuğluoğlu, "Azad Ekinci'yle ben hiç tanışmadım. Eşim bilgiyasayar satmıştı kendisine. Bir de bize Bingöl'den bal göndermişti. Azad Ekinci, Suriye'de bize asla gelmedi, biz Ekinci'nin böyle bir olaya karışabileceğine ihtimal vermiş olsak, eşim Azad Ekinci'yle görüşmezdi. Böyle bir suçtan suçlanmak bizim çok ağrımıza gitti. Biz bu insana bilgisayar sattık diye, bize bunu nasıl yüklerler" diye konuşmuş,çocuklarının eğitimi için Suriye'ye gittiklerini söylemişti. (239) Bilgi eksikleri bombacıların gerçek liderini, El Kaide'nin teorisyenlerinden İbni Temmi yapmıştı. İbni Temmi, yüzyıllar önce yaşamış olan bir İslam bilginiydi. Bombacıların kitaplarını okuduğu İbni Teymiye, bombacıların gerçek lideri "İbni Temmi" oluvermişti. İstanbul Emniyeti, bombacılara, Müslüman halkımızın dini duygularını rencide edecek bir isim vermediler. İstanbul Valisi ve soruşturmayı yürütenler, "El Kaide'nin Türkiye'deki Unsurları" tabirini kullandılar. Bir ara Ankara'dan birileri bazı gazetecilere, "Bunların ismi Şerait Savaşçıları" diye fısıldadı. Birileri de "Bunlar Müslüman Gençlik Tohum Gurubu" adını ortaya attı. Ama İstanbul polisi bu oyuna gelmedi. Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Şenkal Atasagun, gazetelerin Ankara temsilcileri ile görüşmesinde, "Terör ile İslam'ı özdeşleştirmemek, 10 yıldır uygulanan bir devlet politikası" demekteydi. Ama, son on yıl içinde devlet kurumlarının yeknesak bir şekilde bu politikayı uyguladığını söyleyebilmek güçtü. (240) Matrix Türkiye'yi hep çantada keklik olarak görmüştü. Eğer keklik olmaktan vazgeçerse yola getirmenin kirli çareleri vardı. İstanbul saldırıları dış basında El Kaida terörü olarak lanse edildi. Türkiye kekliği, İsrail-ABD-İngiltere şeytan üçgeninden uzaklaşırsa çantaya işte böyle tekrar sokulacaktı. 181 CHAPTER 12 MATRİX'İN DOST KURBANI KANADA Matrix'in ürettiği terör paranoyasının dost kurbanı kuşkusuz Kanada'ydı. Terör eyleminin maddi külfeti hergeçen gün dahada artıyordu. Amerika'da çoğunluğu havayolları, seyahat acentaları ve turizm sektöründen 100 bin kişi işten çıkartılmıştı." 2004 başında işini kaybeden Amerikalı sayısı 2 milyon 700 bine ulaştı; yüzde bir olan işşizlik yüzde 7'ye fırlamıştı. Kanada havayolları 5 bin kişinin işine hemen son verirken, üç bin 800 kişi 2003 sonuna kadar işlerini kaybetmişti. Amerikalılar 100 milyar dolar zarar hesabı çıkarmış, 18 milyar dolar havayolu şirketlerine kaynak ayrılmıştı. Kanada'nın terör mağdurlarına ayırdığı rakam 4 milyar dolardı. Kuzey Amerika'da gündeme gelen yeni güvenlik önlemleri, kısıtlamalar terör paranoyasını dahada azdırmıştı. Her uçağa verilmek istenen Şerif uygulamasından New York'un etrafının uçuşa kapalı alan ilan edilmesine kadar akılalmaz önlemler gündeme geldi. Amerika, istediği göçmeni ve yabancıyı istediği anda kapı dışarı etmek için Patriot 1 ve 2 bir yasalarını geçirmişti. Amerika'ya vizeniz bile olsa bundan sonra kapıdan çevrilmeniz mümkündü. Amerika'da yaşayan kaçakların- bir kısmının- sınırdışı edilmesi söz konusuydu. 56 bin kaçak sınır dışı edilmişti. 4 bin 100 kişi 11 Eylülden beri rastgele sorguya alınmış, hiç bir netice alınamamıştı. Tüm Amerikalılara taklit edilemeyen yeni kimlik kartı çıkartılması gündemdeydi. Aynı önlemi Kanada'da göçmenler için kullanmak isteyen Göçmenlerden sorumlu bakan Elenor Caplan, göçmenlere kimliklerini onaylayan ikinci bir kimlik belgesini 2003 Eylülünden itibaren verdirmeye başlamıştı. Sınırlar teyakkuza geçirilmişti, hava yolu ile gelenler öyle bir denetimden geçiriliyor ki, uçağa bindiklerine binpişman oluyordu. Dolayısıyla seyahat acentaları bilet satamıyor; insanlar mecbur kalmadıkça uçağa binmek istemiyordu. Amerika ile Kanada arasında günlük ticaret bir buçuk milyar dolardı; 11 Eylülden önce yılda 13 milyon tır girip çıkış yapılıyordu. Daha önce NAFTA serbest ticaret anlaşması gereğince sınırı tamamen kaldırmak için Kanada'ya telkinde bulunan ABD'ye Kanada, Amerika'daki kaçakların akınına uğrayacağı endişesi ile karşı çıkmıştı. 11 Eylülden sonra roller değişmişti. Kanada'yı göçmen ve iltica politikasında yumuşak olmakla suçlayan ABD, yasanın değiştirmesine muvaffak olmuştu. Başkan Bush'un Senato'da yaptığı ilk terör konuşma için Kanada Başbakanı Chretien'i çağırmaması, ' ABD'nin tek dostu İngiltere'dir' diyerek sadece İngiltere Başkakanı Tony Blair'i çağırması Kanadalıları üzmüştü.. Bush, Türk yetkilileri 10 gün aramamıştı; tek hayal kırıklığına uğrayan Türkiye değildi Amerikan politikaları terör paranoyasının kurbanı olarak 180 derece dönüş yapmıştı.. Daha doğrusu mantık, akıl işlemez olmuştu. Arka bahçe Kanada bile unutulmuştu. Oysa terör olayından sonra Kanadalı itfayeciler, yardım ekipleri hemen yardıma koşmuştu. Bush, daha sonra başbakan Chretien'i ağırlayarak ' Biz bir aileyiz' dedi ve Kanadalıların gönlünü aldı. Bu arada Türkiye'nin adı olumlu yada olumsuz biçimde Kuzey Amerika'da hiç dillendirilmemişti. Terör paranoyasının en çok müslümanları vurduğunu anlatmaya gerek yoktu. İlk günlerde yapılan tacizler, nefret dolu bakışlar, saldırılar durdu, ama kin tohumu ekilmişti bir kere. Televizyonlar, gazeteler; hala tek düşman görülen Ladin ve Afgan işbirlikçileri ile ilgili haber bombardımanı yapıyordu. Medya, Ladin ve adamlarının yanısıra Taliban'ı 182 da infaz etmişti. Kamuoyu bu idamı izlemeye hazır konuma getirildi. Mesele çok kanlı mı olacak, az kanlı mı olacakta kilitlendi. Afganlıların acınacak halleri kimsenin umurunda değildi. Kan isteniyordu. New York ve Washington'da ölenlerden fazla insan ölmeliydi ! Bunlar sivil mi, yoksa gerçek suçlu mu olacak, bunlar ayrıntıydı, terör paranoyası mahkumları için. Bu paranoyanın tedavisi zordu. Medyanın dediğine, yetkililerin beyanlarına kutsal ayet gibi inanılıyordu. Amerikalılar, alternatif üretmeyi sevmiyor, kendilerine hazır sunulanı ' yiyor'du. Yasak olduğu halde tuvalette sigara içen bir İranlı yüzünden iki F-16 eşliğinde bir yolcu uçağının yere indirilmesi, ancak paranoya ile açıklanabilirdi. Eski başkan Clinton'un bir Tv proğramına çıkıp konuşma yapması Beyaz Saray'dan veto yeyip tekrarına sansür konmuştu. ABD, yıllardır savunduğu, insan hakları, fikir, vicdan, konuşma ve din özgürlüğü ile çelişen tavırlar sergiliyordu bu parayonoya sürecinde. Kanada vatandaşlarına vize uygulanması bile gündeme geldi. Bu sürecin ne kadar süreceğini kimse bilmiyordu. Amerika'dan sonra 2001 sonbaharında Kanada'da Montreal, London ve Saint Cathrin'de mescitlere serseriler molotoflu saldırı düzenlenmişti. Başörtülü hanımlar taciz edildi, sokağa çıkamaz hale geldiler. 2001 sonbaharında Toronto'nun Polis şefi, müslüman liderlerle North York'da biraraya gelerek, ' Telaşlanmayın, savaş müslümanlara karşı değil, olayları gerçekleştiren bir kaç serseri. normal hayatınızı sürdürün. Okullarınızı tatil etmeyin. Bizim güvenliğimiz altındasınız. ' mesajı verdi. Saint Cathrin'deki saldırı sonrası kapatılan camide namaz kılan Türklere yaklaşan elinde İncil olan bir Papaz heyacanlı biçimde kekeliyerek şunları söylüyordu : Üzgünüm, bir kaç serseriye bakmayın. Hepimiz kardeşiz, Hz Adem'in çocuklarıyız. Bu savaş Haçlı-İslam savaşı değil. Bush'un hatalı bir kelamı Kanada'yı esir almıştı. İnsanları barış ortamına çeken, insan olmayı öğreten din Ortaçağ zihniyeti ile savaş argümanı olarak kullanılmıştı. Bush'un yanındaki beyin takımı hatayı bir gün gecikmeli Bush'a Kuran'dan ayet okutturarak düzelttirsede olaylar durulmadı. Kanada'nın ABD ile ters düşmesinin ana sebebi Amerikalı politikacıların Kanada'yı ' terörist cenneti' olarak göstermesiydi. Red Kit'den kaçan Daltonların kaçtığı Kanada öyküsü, 11 Eylülden sonra dillendirilir olmuştu. Bu alaycı yaklaşıma tepki gösteren Kanada'nın sert tavrı 11 Eylülden sonra ABD'nin Kanadaya yönelik yaptığı suçlamalarla yakından ilgiliydi. Terör olayını araştıran 11 Eylül komisyon yetkilisinin ' terörün Kanada bağlantısı olabilir ' şeklindeki açıklaması ABD ve Kanada arasındaki ortamı gererken, sınırlarda şüphelilerin kimlik bilgileri alınıyordu. Daha önce sınırda bazı teröristlerin yakalanmış olmasından dolayı Washinton, Ottawa nezdinde harakete geçmişti. Şüpheli yolculardan olan iki veya 5 Arabın ABD ve Kanada sınır kapılarından giriş-çıkış yapıp yapmadığı araştırılıyordu. RCMP Komisyon üyesi Giuliano Zaccardelli'nin Boston Herald'a yaptığı, ' terörün Kanada bağlantısı olabilir ' şeklindeki açıklama ortamı germişti. Kanada İstihbarat Teşkilatı, Boston Herald'da yer alan teröristlerin Kanada bağlantısı iddiası ile ilgili yorum yapılamayacağını belirterek, sert bir dille eleştirdi. İki ülkenin liderleri arasındaki telefon diplomasisinden sonra Zaccardelli, sınırda yapılan araştırmaları doğruladı ve bu durumun Kanada ile ABD'nin iyi ilişkilerini bozmayacağını kaydetti. Kanada Gümrük yetkilileri, ülkeden çıkanların kendilerini ilgilendirmediğini, kara veya havayolu ile giriş yapanların sıkı denetim altında olduğunu açıklamıştı. Konuya ilişkin açıklama yapan Başbakan Jean Chretien, " Bu insanların kim olduğunu bilmiyoruz. Kesin bir kanı yok. Polis, ABD ve Kanada sınır kapılarında şüphelilerin 183 kimlik bilgilerini araştırıyor. Onların işlerinden sonra, alacağımız önlemleri göreceğiz. " diyerek kamuoyunu yatıştırmaya çalışmıştı. ABD'nin Ottawa Büyükelçisi Paul Cellucci, Kanada Göçmenlik bürosu ve güvenlik birimlerini arayarak Kanada'ya gelen göçmenlerden terör bağlantılı olanların tespiti konusunda uyarmıştı. Teröristlerin gemi veya trenle gelebileceğini ortaya atan Büyükelçi Cellucci, " 1999'da Arnavutluk doğumlu terörist Ahmet Ressam Los Angeles havalimanını bombalayacaktı. Montreal'da yaşayan Ressam kara yolu ile Washington'a arabasıyla giderken, ABD-Kanada sınırında geçiş yaparken yakalandı. Ressam, Suudlu milyoner terörist Usame bin Ladin'in talimatını bekliyordu. ABD ve Kanada'daki demokrasi ve serbestlik ortamından yararlanan teröristler iki ülkeyi de tehdit ediyor. " şeklinde konuşmuştu. Kanada ile ABD arasında 8,890 kilometrelik uzun bir sınır bulunuyordu. Sınırdan geçilirken en az iki kimlik belgesi kontrol edilmesine karşın, gümrük kapıları dışında iki ülke arasında herhangi sınır belirleyici bir madde yoktu. ABD'nin 2000 yıl raporunda bu handikapa dikkat çekilmiş, terörist grupların sınırın şeffaflığından yararlanabileceği konusunda uyarı yapılmıştı. Kanadalı yetkililer, 50'si saldırı eğilimi olan radikal toplam 350 terörist gruba karşı özel bilgilerle donatılmıştı. 2003 başında Kanada'da El-Kaida örgütünün ' uyuyan terörist'i olarak suçlanan bir Tunuslu tutuklanmıştı. Ancak mahkemesi tam bir komediye dönüşmüştü. Adil Charkaoui adlı zanlının Ladinle irtibatı tam açıklığa kavuşturulamadı. 1999'da Los Angeles havalimanını havaya uçurmaya giderken Kanada sınırında bombalarla yakalanan Cezayirli Ahmet Ressam adlı teröristle ilişkisi olduğı iddia edilen zanlı. 6 ay Pakistanda dini eğitim görmüştü. Ama mahkeme dosyalarında Ladinle birlikte Afganistan'daki kamplarda askeri eğitim gördüğü iddiası yer alıyordu. Bu iddiayı çıkartan Amerikalılardı. ABD üzerinden gelerek Kanada'ya iltica etmişti. ABD'de istihbaratçıların sorgulamasında Kanada'ya girmeden önce verdiği bir ifade nedeniyle Amerikalılar peşini bırakmıyordu. İfadesinde, 11 Eylül'ü Ladin ve El-Kaida'nın değil Amerikalı Şahinler grubundan siyasetçi, sermaye grubu ve genarallerin Yahudilerle birlikte gerçekleştirdiğini söylemişti. El Kaida ile bağlantısının olmadığını belirtmişti. Amerikalılar, bu ifadeden kıl kapmışlardı. Sanığın savunmasına göre, Afganistan kısmını Amerikalılar başı belaya girsin diye eklemişlerdi. Mahkemede Amerikalıların verdiği bilgileri kendi kafalarına göre değiştirdiği belirlenmişti. Kanada'daki müslümanlar mağdura avukat tutmuştu. Avukatı, daha öncede böyle bir olay nedeniyle bir Cezayirlinin beraat ettiğini hatırlattınca hakim delillerin iyi incelenmesi için davayı ertelemişti. Neticede beraat etmişti. Kanada vatandaşı olan, suçsuz bulunarak Guantanamu Bay'dan Aralık 2003'de Kanada'ya gönderilen Abdul Rahman Khadr'ında tek suçu Afganistan'da bulunmaktı. El Kaida kamplarında eğitim aldığı ispat edilememişti. Khadr'ın babası Mansur, 6 Aralık 2003 tarihli National Post'a yaptığı açıklamada, ' Oğlum terörist değil, El Kaida ile ilişkisi yok. Afganistan'da eğitim alıp almadığınıda bilmiyorum. Orada eğitim alsa bile insanların deniz aşırı ülkelerde eğitim görmesini engelleyen bir yasa mı var?' diye soruyordu. Khadr'ı ihbar eden Mossaddı. Kuzey Amerika'da Yahudi hedeflere HAMAS adına saldırı düzenleyeceğini ortaya atmış, Windsor sakini Kanadalıyı Afganistan'a gitmesini delil göstererek tutuklatmıştı. Filistinli Akkal'da Kanada'daki Yahudi gruplarının ihbarıyla El Kaida mağduru yapılmıştı. 4 yıl önce KLanada'ya iltica eden Akkal, evlenmek için gittiği Filistinde 1 Kasım 2003 günü HAMAS adına Kuzey Amerika'da Yahudi hedeflere saldırı yapacağı gerekçesiyle tutuklanmış, işkence görmüştü. Kanada hükümeti, Akkal'ın serbest bırakılması için İsrail'in Ottawa büyükelçiliği nezdinde girişimde bulunmuştu. Kanada Yahudi KOngresi Başkanı Ron Singer'a göre Akkal suçluydu. ( 241) 184 Menfur saldırı sonrası yaşanan bilgi kirliliği olayları takip etmeye çalışan gazetecileri şaşırtıyordu. Ölü sayısından, teröristlerin kimliğine, yerden kimlerle irtibatlı olduğuna kadar bir sürü muamma vardı. FBI'nın açıkladığı 19 teröristin çoğunun ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde eğitim görmesi şüpheleri artırıyordu. Sadece Ladin'in sahte olduğu belli ses kasetlerinden başka 19 zanlının suçlu olduklarını gösteren net bilgi ve belgeler kamuoyuna sunulmamıştı. Saldırı sonrası yapılan açıklamalarda ölü sayısı onbinin üzerindeydi, bir hafta sonra tahmin 30 bine kadar çıktı. New York Belediye Başkanı Gilliani, 30 bin ceset torbası isteyince söz konusu rakam üzerinde duruldu. Daha sonra açıklanan rakama göre ölü sayısı 6 bin 333'di. Bunlardan sadece 240'nün Dünya Ticaret Merkez'inde öldüğü teyit edildi. Pentagon'da daha önce bin kişi öldü denilirken şimdi verilen sayı 189'du. Türkiye'nin Marmara depreminde ilk günlerde açıklanan ölü rakamları daha sonra nasıl yarıya, hatta üçte bire indirildiyse Amerikalılarda rakamı sürekli düşürmüştü. Bu tür haberlerde ilk verilen haber doğru olanıydı. Saldırı ile ilgisi olduğu açıklanan FBI listesindeki Muhammed Atta'nın sağ olduğu ve Tunus'da bulunduğunu Arap basını duyurunca bu ıskalamayı FBI, kendine yediremedi. Atta'nın Almanya'da yaşayan babası 12 Eylülde oğlunun kendisini aradığını, sağ olduğunu Alman basınına açıklamıştı. Baba Atta, oğlunun öldürülmekten korktuğu için gizlendiğini söylemişti. Atta'nın pasaportunu veya ismini kullanmış olabileceği teorisiyle 34 yaşındaki Nabil Al-Marabh hikayesi senaryoya bu nedenle Amerikalılar tarafından hemen monte edildi. 11 Eylülle Kanada bağlantısı oyunu bu balonla sahne almaya başladı. Amerikan televizyonları ilk haberi böyle verdi, ama Kanada'dan ayrıntılı bilgi gelmekte gecikmedi. Meğerse oda FBI 'ın arananlar listesindeydi. Ürdün gizli servisi ve Ladin ile irtibatlı çalıştığı iddia edilen Marabh, 1994 Kanada'ya iltica etmiş, ancak sınırdışı edilmişti. Tekrar geri dönmüş, tekrar ABD'ye geçmiş biriydi. Böylece Atta bağlantısı koptu. Kanada, bu tür bağlantıları gurur meselesi yapıyor ve hemen şeffaf biçimde belgeleri ortaya döküyordu. Amerikalılar gibi oyun oynamıyordu. Marabh'ın hikayesi çok ilginçti. Niagara Falls'dan kara yolundan girerek 1994'de yaptığı iltica başvurusu 1995'de kabul edilmemişti. Ama Toronto'da iki ayrı adreste 6 yıl yaşıyor, ehliyet bile alıyordu. Amerika'ya illegal geçmiş, Chicago'da taksi şöförlügü yapmış, Boston'da bıçaklı bir eyleme karışmıştı. Tehdit ettiği muhatabına ' Burası Amerika olmasa idi, seni öldürürdüm ' demişti. Suçlu bulunacağını anlayınca Ocak 2001'de tekrar Kanada'ya gelip iltica etmişti. O yıllarda gidecek yeri olmayan sığınmacılar sınırdışı edilseler bile geri döndüklerinde mülteci adayı hakkı alıyorlardı. 11 Eylülden sonra çıkartılan yasa ile bu hak ortadan kaldırıldı. Aralık 2000'de ABD'de suçlu bulunan zanlı kaçaktı. Terör eyleminde bulunabilir diye FBI'nın listesinde yer almıştı. 27 Haziran 2000'de Queenston-Lewiston köprüsünden traktörle ABD'den Kanada'ya geçerken sosyal güvenlik numarası ve Chicago ehliyetini göstermişti, ama aceleden hepsini masada unutmuştu. Gümrük memuru şüpheli haraketlerinden kıl kaptığını itiraf ediyordu. İkinci iltica başvurusu 28 Haziran'da başlıyordu, ama Al-Marabh Toronto'da bulunması gereken Jameson Ave'daki apartmanda, dayısının yanında yoktu. Terör olayı esnasında bile olmadığı ileri sürülüyordu. 10 Temmuz'da Saint Cathrin'de mahkemeye çıkması lazımken gelmemişti. 7 Temmuz'da tekrar sınırdışı edilmişti. Avukatı, Bond çantasının dolarlarla dolu olduğunu söylüyor ama şunuda hatırlatıyordu: Herkes kanıtlanana kadar masumdur. Kuveyt doğumlu aslen Suriyeli Arap zanlı 27 Temmuz'da tekrar illegal olarak Amerika'ya geçerek Kanadalı gibi Boston'da yaşamaya başlıyordu. Film işte burada 185 kopuyordu. Zanlı kayıplara karışmıştı. Kesin kanıt onun içinde yoktu. Dayısı hayatından endişe ediyordu. (242) Kanada'ya iltica eden Suriyeli Hassan Almrei, Nabil Al-Marabh ile ilişkisi nedeniyle hala zanlı olarak hapisteydi, ancak hakkında dava açılmamıştı. Mahmoud Jaballah, Ağustos 2001, Muhammad Mahjoub, Haziran 2000, Mohamed Harkat, Aralık 2002 ve Adil Charkaoui Mayıs 2003'den beri hapiste tutulup, dava açılmadan bekletilen diğer mağdurlardı. Kanada İstihbaratı CSIS savcısı Jackman, onları intenetden El Kaida resimleri indirmek ve web sayfalarına girmekle suçluyordu. CSIS'ın çok gizli özel belgesi ile sınırdışı edilenlerde vardı. (243) 33 yaşındaki Suriye kökenli Kanadalı Maher Artar'ın yaşadığı dram Kanadalıların sağduyulu yaklaşımıyla 10 ayda çözülmüştü. Eylül 2002'de Endenozya'da tatilden dönen Suriyeli aile ABD'de John Kennedy hava alanında gözaltına alınmıştı. Maher, El Kaida bağlantılı diye anavatanı Suriye'ye sınırdışı edilirken eşi Kanada'ya gönderilmişti. Kanada'ya iltica eden Suriyeli ailenin Suriye hükümeti ile sorunları vardı. 10 ay Suriye hapishanesinde işkence gören Maher, eşinin başlattığı hukuk mücadelesine Kanada hükümetinin sıcak yaklaşımı sayesinde 2003 Kasımında Şam'dan Ottawa'ya getirilmişti. ABD'nin parayonak zulmü anlaşılır gibi değildi. (244) IRAK POLİTİKASI İPLERİ KOPARDI Kanada, Afganistanda 4 askerini kaybettiği ' Friendly Fire' ( Dost ateşi) olayından beri Washington'un savaş grubuna fazla yaklaşmıyordu. Amerikalı pilotlar, Afganistan'da görev yapan Kanadalı askerlerin üzerine bomba atmıştı. Kanadalıların tüm ısrarına rağmen Amerikalı pilotlar cezalandırılmadı, sadece kuru bir özür dilendi. ABD'ye en büyük darbeyi Irak savaşı öncesi arka bahçesi Kanada vurmuştu. Kanada'nın Genel Valisi Adrienne Clarkson'un yazar kocası 11 Eylülle ilgili yazdığı kitapda ABD'yi topa tutmuştu. Washington'un özür beklentisi üzerine açıklama yapan kendiside gazeteciyazar olan vali Clarkson, kocasının yazdıklarına karışamayacağını, basın ve ifade eözgürlüğü olduğunu belirtiyordu. Devletin resmi medya organı Canadian City Tv'de ana haber programında canlı yayına çıkartılan Iraklı mülteci, Saddam'ın en önemli Atom Fizikçi uzmanı Kaddusi, Irak'ta ne nükleer program, ne nükleer silah nede nükleer fizikçi kalmadığını açıklamıştı. 1991'de Irak'ın nükleer programlarını yöneten Kaddusi, bu tarihte bile ellerinde atom bombası üretecek kadar yeterli bir teknoloji olmadığını ifade ediyordu. 1998'de eşi ve üç çocuğu ile Kanada'ya iltica eden Kaddusi, artık Kanada vatandaşıydı ve Seneca Kolejinde bilgisayar öğretmenliği yapıyordu. Irak savaşının sivileri vuracağını, binlerce çocuğun yetim kalacağını dile getiren Kaddusi, Irak'ı yerlebir ettikten sonra bir Amerikan askerinin yetim kalmış bir Iraklının elinden uzatması gibi karelerin gösterilmesine yüreğinin dayanmayacağını söylüyordu. Irak'ta nükleer silah balonu üzerine Kanada medyası gitmişti. ( 245) CBC Tv'de Irak'la ilgili yapılan bir açık oturumda da ilginç sonuçlar çıkmıştı. Canlı yayın devam ederken salonda bulunan 300 dinleyiciye çeşitli sorular soruldu. Savaşta sivillerin öldürülüp öldürülmeyeceği konusundaki bir soruya yüzde 88'lik bir yüzde 'ABD sivilleri acımadan öldürecek, en büyük zarar onlar görecek' diyordu..'Şimdi savaş zamanı mı?' şeklindeki soruyada yüzde 70, 'şimdi savaş zamanı değil' diye yanıt verdi. Kanada'da siyasilerde halkın tepkisi doğrultusunda savaşa karşı çıkmaya devam ediyordu. Önceleri yalpalayan Başbakan Jean Christien, toplumun sesine kulak vererek, BM kararı olmadan savaşı meşru görmediklerini açıklarken, Dışişleri Bakanı Bill Graham, güçlü bir tonda 186 savaşa karşı çıktı. (246) Kanada, Şubat 2003'de tarihindeki en muhteşem savaş karşıtı gösterileri ile çalkalandı. Vietnam savaşından beri böyle bir sivil toplum tepkisi görülmemişti. 2001'in 17 Kasımında 25 farklı dernek ve teşkilata mensup olan en az 20 bin kişi Afganistan’da savaşa hayır demişlerdi. Bir yıl sonra Kanadalılar tekraren milyonlarla insanın hayatını tehdit eden ikinci savaşa hayır demek için sokaklara çıkmışlardı. ‘The Canadian Peace Alliance’ tüm Kanadalıları ' Su ' protestolarıyla savaşın ateşini söndürmeye davet ediyordu. 15 Şubat'da 2003'de 70 ülkede, 600 şehirde, 10 milyonu aşkın katılımla tarihin en büyük gösterilerinde biraraya gelmişti..New York'da 1.5 milyon, London'da bir milyon insanın sivil tepkisi ikinci dünya savaşı öncesi tepkilere benziyordu. Özellikle ABD’deki gösterilerin, Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerdeki katılımı bile katlaması anlamlıydı. Kanada'da Ottowa’da 2 bin, Vancouver’de 20 bin, Toronto’da 10 bin ve Montreal’da en az 150 bin Kanadalı Irak’da savaşın başlatılmaması için dünya birliğine katılmıştı. Su sembollü ‘Savaşa Hayır’yürüyüşleri tüm Kanada’yı heyecanlandırdı. Savaşı protesto için 60 kent ayağa kalktı. Bunlar arasında Halifax, Windsor, Fredericton, Edmonton ve Victoria şehirleri de vardı. İnsanlar -20 C soğuk olmasına rağmen itiraz için sokaklarda idiler. Bu gösteriler ikinci büyük toplumsal yürüyüş olarak Kanada tarihinde yerini aldı. Kanadalıların toplu itirazı ne diktatör Saddamı desteklemek, ne de ona sempati beslemek anlamına gelmiyordu. Onlar da diğer dünya milletleri gibi terörizm ve yerküresinde hayatları tehdit eden her silah çeşidine karşıydı. Saddam'ın ise Orta Doğu’da barışı tehdit ettiğine dair kuşkuları da yoktu. Ama savaş aleyhinde olan 44 ülke gibi Kanadalıların isteği şuydu: Irak’a karşı yönelen her bir faaliyet Birleşmiş Milletler'in kabul etdiği kararlar çerçevesinde uygulansın. Aksi halde dünya güvenlik şemsiyesi tamamen çökecek, kimin gücü kime yeterse ona saldıracaktı. Irak savaşı BM'lerin iflası anlamına geliyordu. Hiç bir ülke bu savaş olursa artık kendisini güvenlikte hissedemezdi. İngiltere'de Blair hükümeti zor durumdaydı. Blair'in siyasi kariyeri Irak savaşı ile son bulacak, bir dahaki seçimde hem partisi, hem kendisi hezimete uğrayıp siyasi sahneden çekilecek gibi gözüküyordu. 2004'de ABD'de yapılacak başkanlık seçimlerinde Bush'u da aynı kaderin beklediği söylenebilirdi. Neyin bahasına olursa olsun Saddam'ı devirmek isteyen ABD ve Britanya ahalisinin 47% bile savaşa karşıydı. Kanadalıların nümayiş ettirdikleri itiraz onların ne kadar korku ve rahatsızlık içinde olduklarından haber veriyordu. Yürüyüşe katılan insanlara göre, milyonlarca sivil ahali bu savaşda kurban edilecekti. Ülkeler arasındaki siyasi anlaşmazlıklar güç yoluyla çözümlenemezdi. Çünkü bunun acısını siyasiler değil, sivil halk çekmek zorunda kalıyordu. Kanadalılar bu düşüncelerinde istikrarlı ve isabetliydiler. Çünkü onlar aynı kritik dönemi 35 yıl öncede yaşadılar. O zaman dünyadaki milyonlarla beraber Kanadalılar da Vietnama karşı savaşa hayır demiş ve savaşın çözüm olmadığını bildirmişlerdi. Onların çoğunluğu bu gün yaşamasalar da, sağ kalanlar yine tarihi cumartesi( 15 Şubat) yürüyüşüne katılarak bir daha ‘Savaşa Hayır’ vetosunu verdiler. Onlar 35 yıl öncesinde olduğu gibi bu gün de aynı mesajı veriyor ve seslerini duyurmak istiyorlardı. ' ( 247) Mısır’da savaş karşıtı gösterilere 200 bin kişi katılmıştı. Türk halkının yüzde 94’ü savaşa karşı olduğu halde halkımız meydanlarda Mısırlıların yarısı kadar tepki göstermedi.. Işık söndürme zahmetine bile girmedi. Türk halkının tepkisizliği zamanında Azerbaycan’da Cumhurbaşkanı Elçibey’in de bulunduğu toplantıda konuşuluyormuş. Elçibey demiş ki:- Bizim halkımız binlerce yıllık tarihinde sadece iki devlet kurabildi; biri Akkoyunlular, diğeri Karakoyunlular... Her iki devletin bayrağında da koyun resmi vardı. Daha fazla ne 187 bekleyebiliriz. Halbuki savaş en fazla Türkiye'yi etkileyecekti. ABD, sahte belgelerle savaşa giderken, kimseyi inandıramadı. BM denetçileri, Irak'ta nükleer silah bulamadı. BM'ye delil diye verilenler aldatmaca çıktı. Türkiye'de gösterilere sadece beş bin, tezkere günü bir rivayete göre 50 bin kişinin katılması üzücüydü. 70 milyonluk ülkemizde en az bir milyon kişi sokaklarda olmalıydı. Askerleri konuştuktan sonra bu rakamda insan bile sokakta artık görülememişti. Kuzey Amerika'da ABD ve Kanada medyası savaşı iki farklı perspektifden izliyordu. Irak'da yapılan katliamlar yerine Amerikalılar televizyonlarından askerlerin Iraklılara insani yardım ulaştırdığını izlerken, Kanada medyası, savaşı tüm çıplaklığı ile yansıtıyordu. Kanada medyası, Irak savaşının Iraklılar için bir özgürlük, bağımsızlık savaşına dönüştüğüne dikkat çekerken, Amerikan medyası hala Iraklı sivilleri öldürerek Irak'a özgürlük götürdüklerini iddia etmeye devam ediyordu. Koalisyon güçlerinin savaşın ilk günlerinde 600 petrol kuyusu, 3 petrol rafinerisini kontrol altına almaları, sadece yanan 2 petrol kuyusu olması Kanada medyasında alaylı biçimde sunulmuştu. Savaşta zafer kriterinin insan ölümleri yerine petrol ile değerlendirildiği anlaşılıyordu. ABD'de Peter Arnett gibi savaşı farklı yansıtan bir muhabir ' vatan haini' muamelesi görürken, Kanada medyasında Irak yönetimi ile yapılan röportajlar, şok gelişmeler, haberde önemli bir ilke olan karşı tarafın görüşü anlayışına esasen net biçimde okuyucuya ulaşıyordu. Kanada hükümeti savaşa karşı tavır aldığı için medyası rahat biçimde Amerikan yalanlarını ortaya çıkarmaktan çekinmiyordu. Devlet tarafından kurulmuş CBC'ye çıkartılan Iraklılar sık sık ABD'ye güvenmediklerini, savaştan sonra geleceklerinin belirsiz olduğunu vurguluyorlardı. Kanada'nın en büyük özel medya şirketi ( pek çok medya kurumu devlet tekelindedir) Rogers, kablolu yayın kanalları içine El-Cezire'yi alarak yeni bir abone kampanyası başlatmıştı. El-Cezire'nin her olay haberi, Kanada Tvlerinde yer alırken, CNN, Fox dahil Amerikan kanalları haber değeri taşıyan bu haberleri gazetecilik kurallarını hiçe sayarak vermiyordu. El Cezire, 45 milyon kişiye anten veya kablolu yayınla ulaşıyor, bu rakam her geçen gün artıyordu. Arap dünyasında yayılan nefreti ABD dizginleyebileceğini sanıyorsa yanılıyordu. Amerikan medyası, özenle kendilerine duyulan nefreti gizlemeye çalışıyordu. Los Angeles Times'da bu konuya değiniyor,' bataklığa batıp çılgınca bir kumar oynadığımızı halkımızdan gizliyoruz' deniyordu. Kanada medyası, Irak savaşına derin haber-analizlerle yaklaşarak ABD'nin bölgede ' Nefret Trendi'ni hayli yükselttiği sonucuna haberin üç-beş saçayağını konuşturarak ekranlara taşırken, Amerikan medyası sadece hemen hepsi olayı tek taraflı ele alan bir grupla çalışıyor; yani askerlerle birlikte savaşı takip eden muhabirlerin, askeri uzmanların veya resmi sözcülerin, siyasilerin görüşlerine yer veriyordu. Tam bir haber kirlenmesi, dezenformasyon, aldatılma yaşanıyordu..Tek kelime ile gazetecilik kriterlerine göre, Amerikan medyası sınıfda kalmış, Kanada medyası ise geçer not almıştı. Michael Moore, ' Arkadaş, Benim Ülkem Nerede?' adlı kitabında, Kanadalılar olmasa ABD'de neyin yanlış olduğunu anlayamıyacaklarını belirterek Kanadalılara sağduyulu yaklaşımlarından dolayı teşekkür ediyordu. İlginç bir paranoya dönemi yaşanıyordu. ABD'nin en sadık müttefikleri Kanada ve Türkiye, ABD'nin açıklanan ' terörist ülke' listesinde görünmese bile sanki açıklanmayan ' kara listesi'ndeydi. Irak savaşında Türkiye gibi ABD'yi desteklemeyen Kanada'yı ABD, akılalmaz taktiklerle ekonomik olarak köşeye sıkıştırmıştı. ABD'nin yüzde 10 oranında enerji ihtiyacını karşılayan Kanada, Irak petrolüne ABD'nin el koymasının ardından büyük bir pazarı kaybetme eşiğindeydi. Kanada, ticaretinin yüzde 85'ini ABD ile 188 yapıyordu. Kanada ekonomisinde Amerikan şirketlerinin payı yüzde 35'di.. İlk ceza ABD gümrüğünde Kanada'dan gelen tırlara uygulanan kontrol işlemleriyle başlatıldı. Uygulanan bürokrasi nedeniyle günde 60 milyon dolar Kanada firmaları zarar görmüştü. Kanada, petrol fiyatlarını minimuma indirerek ekonomiyi canlandırmak istedi. Ancak ABD, Amerikan dolarını değer kaybettirerek bununda önlemini aldı. Kanada doları, değer kazanınca ABD'ye ihracat yapan firmalar yeni bir sıkıntıya girdi. ABD Başkanı Bush'un Mayıs 2003'de Kanada'ya yapacağı ziyaretin iptali olayın siyasi boyutunu ortaya çıkardı. ABD'de süren paranoya en yakın müttefii Kanada'yı bir nevi esir aldı. ABD'nin tavırları Kanadalıların hoşuna gitmesede ekonomik olarak göbekten bağlı oldukları için direnmeleri mümkün değildi. 0 yıldır başbakanlığı yürüten Jean Christean yönetimide iktidara Amerikan rüzgarı ile gelmişti, ancak son yıllarda milli Kanada politikaları izlemeye başlayınca ABD ile çıkarlar çatışmaya başlamıştı. Bu arada ABD'de müslümanların diken üstünde yaşamı her gün yenisi eklenen uygulamalarla kabusa dönüşmeye devam ediyordu. Kanada'da ise hiç bir sorun yoktu, bilakis müslümanlar en az suç işleyen barış içinde bir toplumdu. Üstelik müslüman nüfusu son 10 yılda ikiye katlıyarak 30 milyonluk ülkede 650 bine çıkmıştı. Yahudilerin nüfusu Kanada'da yüzde 1.4'de kalırken müslümanların nüfusu yüzde 1.2'den yüzde 2'ye fırladı. Kanada, ABD'nin baskısıyla kabul ettiği ve 28 Haziran 2002 yılında kabul ettiği yeni göçmenlik kanunu ile puanlama sistemini artırarak ve müslüman ülkelerden yapılan başvurulara en az 4 yıl sonra mülakat vererek müslüman göçmen gelişini bıçak gibi kesti. ABD'de de müslüman nüfusun artışı şahinlerin yürüttüğü operasyonun asıl sebebiydi. ABD'de müslümanı ' terörist' gösteren genellemeler, 'Komünist avı' yapılan 1960'ların ' McCarthy' dönemini anımsatıyordu. ABD'ye giriş yapmak bundan sonra kolay olmayacaktı. Vize alarak ABD'ye gelenlerin parmak izleri alınacak, fotoları çekilecek ve gözlerinden manyetik kimlik kayıtı yapılacaktı. Yüzde 60 oranında bu ülkeye başka ülkelerin vatandaşları vize ile giriş yapıyordu. Vizeye ihtiyacı olmadan giriş yapanlar için bu uygulama yapılmayacaktı; ancak İngiltere, Kanada, Avusturalya gibi ülkelerin vatandaşları için sorun yok gibi gözüksede kazın ayağı öyle değildi. ABD, Kanada vatandaşı olduğu halde ' terörist listesi'ne aldığı 8 müslüman ülkede doğmaktan başka hataları olmayanlarada aynı muamaleyi yapıyordu. Kanada, bu uygulamaya sert tepki gösterince inadına bu sefer uygulamayı genişleterek Kanada'ya Commonwelth yani eski İngiliz sömürgelerinden göçmen olarak gelmiş 52 ülkeyide vize kapsamına aldı. Daha önce vize gerekmeyen ABD'ye giriş için ABD Ottawa büyükelçiliğinde uzun kuyruklar oluşuyor ve ABDKanada ekonomik ilişkileri büyük darbe görüyordü. Türkiye, ABD'nin güya ' terörist ülke' listesinde değildi. Ama şahit olunan uygulamalar birde ilan edilmemiş el altı kara liste olduğunu ispatlıyordu..Kelli felli bir Türk işadamı Kanada'dan New York aktarmalı Türkiye'ye gitmek için THY'dan bilet almıştı. Yıllardır aynı yolu kullandığı için oldukça rahattı. Ama transit geçiş yapacağı New York'da onu özel bir odaya alıp sorguluyor ve Türkiye'ye giden uçağa bırakmıyorlardı. Uçak kaçıyyor, iş adamımızı tekrar Kanada uçağına bindirip geri gönderiyorlardı. Travel şirketi masrafları çekiyordu, ama ortada bir skandal vardı. Bir başka örnekde Kanada'nın Windsor kentinde yaşanmıştı. 15 yıldır Kanada vatandaşı olan Türk tırcımız Kanada ile ABD arasında yük taşımaktaydı. 2003 yazında yine Windsor'dan Detroit'de geçmek için sınır kapısına geldiğinde akılalmaz bir skandal yaşayacağını tabi bilmiyordu. Öndeki tır ani fren yapınca vurmamak için direksiyonu 189 kırmış yan bariyere hafifçe dokunmuştu. Sınır polisi ceza kesmek için yaklaşırken düşmüş, şöforümüz onu tutarak ölüm veya yaralanmadan kurtarmıştı. Kanadalı vatandaşımızın Türkiye'de doğduğunu öğrenen yetkili yüklü bir ceza kesmişti. Vatandaşımız Kuzey Amerika'da sıradan olan bir hadise olarak mahkemeye vermişti.. Mahkeme kağıdı ne hikmetse Kanada'daki adresine gününden iki gün sonra geç gelmişti. Normalde en az 15 gün önce ulaşması gerekirdi. Tabi mahkemeyi kaçırınca cezayı ödemekten başka çaresi yoktu. Cezasını ödemek için gitiği ABD'de geç kaldığı için gözaltına alınan Kanadalı Türke, 1,5 gün nezarette cehennem azabı çektirilmiş, ABD'deki yakınlarının kefil olmasıyla kurtulmuştu. Bu olaylar ancak ABD'de halen devam eden paranoya ile açıklanabilirdi. Ortadoğu, Suudi Arabistan ve Casabalanka'da gerçekleşen Batılı hedeflere yönelik intihar saldırıları, paranoyı pekiştiriyordu. Terörizmle mücadele taktiği hedefi tüm müslümanlar olarak genellediği için terörizme davetiye çıkarılıyır, nefret tırmanıyordu. ABD'de yaşayan 300 bin müslümanın Kanada'ya iltica etmek için başvuruda bulunması Kanada'yı da şaşkına çevirdi. Kanada, her yıl en fazla 35 bin sığınmacı alıyordu. Bu girişimi engelemek için ABD ile Kanada 2002'del Detroit'de bir anlaşma imzalayarak ABD'den gelenleri Kanada'nın kabul etmemesi ilkesini deklare etti. ABD'nin ' güvenli ülke ' olduğu varsayımından yola çıkılarak alınan bu kararı Kanada uygulamamak için anlaşmayı parlamentosunda hala onaylamadığı için uluslararası anlaşma henüz yürürlüğe girmedi. ABD'nin teröristlerin sığınma merkezi olarak gördüğü Kanada'da politikacılar, Amerikalı siyasetçilerinin bu komplimanına sert cevap verdi. Kanada'da herkes kayıt altında ve kontrolü mümkün, kaçak değildi; ABD'de ise en az 20 milyon insan hala kaçak yaşıyordu. Kanadalılar, Kanada'nın değil ABD'nin ' terörist cenneti' olduğunu ileri sürüyordu. Kanada, Irak savaşı konusunda Türkiye gibi ABD ile zıtlaşması nedeniyle yakın komşusu ile güven bunalımı yaşıyordu. Irak savaşının başından beri düzenlenen kamuoyu yoklamalarında Kanadalılar, savaşa, gerekçelerine ve ABD'ye karşı çıktı. Ottawa yönetimi, halkın eğilimini dikkate alarak Washington'u üzdü ve Bush'un tarafında yer almadı. 1 Mart tezkere krizinden sonra ABD, yakın müttefikleri Kanada ve Türkiye'ye eşzamanlı olarak ders vermeye, burnunu sürtmeye başladı. Amerikanın en fazla kızdığı Türkiye değil Kanadaydı. 8,5 milyar dolar rüşvet verildiğine göre Türkiye'den Amerikalılar umudunu kesmedi, ancak Kanada ' dost ateşi' ile sarsıldı. Önce West Nile denen, ABD üzerinden gelen, sivrisinekler üzerinden bulaşan öldürücü bir virüs Kanada'da epey can aldı. Arkasından ABD yapımı olduğı ileri sürülen SARS çıktı; ekonomik darbe vurulmak istenen Çinden sonra en fazla zararı Kanada gördü. 35 kişi öldü, binlerce insan karantinaya alındı, hayat yaşanmaz hale geldi. ABD'den Niagara Falls'a gelen günde bir milyon turist ve Vancouver'da turizmin ana müşterisi Kaliforniyalılar gelmez oldu. Milyarlarca dolar turizm geliri uçtu, gitti. Kereste ve et krizleri nedeniyle 60 bine yakın Kanadalı işsiz kaldı. Batan hava yolları, Enron, Nortel ve Ford'un kapattığı fabrika nedeniyle 50 bin kişi işsiz kaldı. Kamuoyu, buna rağmen savaşa destek vermeyince Ottawa yönetimi halkın sesine uydu ve savaşa asker vermedi. Ve felaketler ABD cenahından bundan sonra sel gibi akmaya başladı. Kuzey Irak'ta Türk askerinin başına çuval geçirildiği sırada ABD, Kanada'ya karşı dize getirme taktiklerini ekonomik alanda çoktan uygulamaya koymuştu. ABD'nin NAFTA anlaşmasını takmayarak ek olarak koydurduğu yüzde 15'lik Kereste gümrük vergisi, Deli Dana şüphesi nedeniyle dondurulan 800 bin tonluk et ihracatı krizi ve diğerleri aslında Kanada'nın Irak konusunda ABD yönetimi ile inatlaşması, özelde Başbakanın 2001'deki 190 Kereste krizinden sonra ABD Başkanı Bush'a ' Moron' demesinden sonra başlamıştı. Yılda ABD'ye 10 milyar dolar kereste ürünü satan Kanada'ya binen ek gümrük masrafı 150 milyon dolardı. 2003 yaz başında Alberta'da bir adet Deli Dana vakasına rastlanmasından sonra başlayan et krizi en fazla Saskatchewan, Manitoba ve Alberta'daki et besicilerini kahretti. 2003 sonbaharında 200 hayvanlık sürüsünü kurşuna dizen Reginalı hayvan besicisi, ABD'ye bildiği tüm küfürleri sayıyordu. Kanada'dan et alımlarını donduran ABD, yeni alım yapmak için belli yaşta olan hayvanların tamamının öldürülmesini talep ediyordu. Besiciler, kışın bu hayvanları besleyip, satamamaktansa kurşunlamayı yeğliyordu. Hayvan ürünlerini yüzde 80 oranında ABD'ye pazarlayan çiftçiler, Kanada'nın Irak savaşına destek vermedikleri için cezalandırıldığını düşünüyordu. ABD Başkanı Bush'un Florida vali kardeşi Jeb Bush, Kanada'dan gelen ilaç ürünlerini veto ederek, Kanada'ya karşı yürütülen ekonomik savaşı ateşlendirdi. Kısa sürede tam 45 ABD eyaleti, 2003 yılı içinde Kanada'dan ilaç alımını durdurdu. Kanada'da 20 bin ilaç sanayi işcisi 2004 yılında ABD yüzünden işşiz kalacaktı. ABD'nin 8 müslüman ülkede doğan Kanada vatandaşlarına sınırda terörist muamelesini uyarılara rağmen sürdürmesi Ottawa'nın sert tepkilerini çekmişti. Aralık 2003'ten itibaren başbakanlığı devralan Paul Martin dahil Kanadalı politikacılar Amerikalıları Kanada pasaportuna saygı göstermeye çağırmıştı. Bu atışmaya inat, 5 Ocak 2004'den itibaren uygulamaya konacak yeni geçiş kurallarından dolayı tüm Kanada pasaportlarının değiştirilmesi Washington tarafından talep edildi. Daha önce normal kimlikle giriş-çıkış yapan Kanadalılar, ' ABD ne biçim stratejik müttefik' diye homurdanmaya başladı. Kanada Hükümetinin zıtlaşmasında ABD'nin 11 Eylülden sonra Kanada'yı ' terörist cenneti' olarak niteleyip Kanada göçmen politikasına müdahale etmeside önemli rol oynamıştı. ABD, Montreal, Ottawa, Toronto ve Vancouver'da CIA bürolarını resmen açarak Kanada iç işlerine karışmaya başlamış, ülkeye gelen tüm göçmenleri izlemeye almıştı. Washington baskısıyla kabul edilip 28 Haziran 2002'de yürürlüğe giren yeni Kanada göçmen yasası nedeniyle Kanada 2003 yılında yeterli göçmen adayı bulamadı. Her yıl hedeflenen 250 bin yerine 500 bin aday adayı başvururken, 2003'de başvuru sayısı 130 binde kaldı. Bunun üzerine hükümet, Kasım 2003'de değerlendirilmek üzere 2002 yılı göçmen aday adaylarını yeniden gözden geçirilmesi konusunda Ekim 2003'de acil bir karar aldı. Göçmenlerin getirdiği sermaye ve ucuz işgücünden yılda 50 milyar dolar kazanan Kanada'ya 204 yılında 120 bin göçmen eksik girerse ekonomiye maliyeti 20 milyar dolar olarak hesaplanıyordu. Asıl sorun olan ABD'nin hediyesi yeni göçmen kanununu Kanada, kısa süre içinde ABD'yi ikna ederek değiştirmek zorundaydı. Kanada'da pek çok göçmenlik avukatı alan değiştirmiş, pek çoklarıda federal hükümeti anayasa mahkemesine vermiş durumdaydı. Yeni kanuna uygun dünyada göçmen bulunması çok zordu. Müslüman ülkelerden gelenlere yapılan bekletme ayrımcılığı, kanunda olmayan, fakat gayriresmi uygulanan bir garabetti. Ve başbakan baskılara daha fazla dayanamayarak 2004 Şubat başından itibaren istifa ettiğini 2003 yazında açıklamıştı. Ancak Washington ve muhaliflerden gelen baskılar artınca Aralık 2003 başında istifasını öne alarak hükümeti Martin'e teslim etti Başbakan Jean Chretien'ın parti temayüllerine aykırı olarak Toronto'da Eylül 2003'de açıkladığı yeni sosyal programlar, hem onun 2004 başında istifası üzerine gitmesine hemde Kanada ekonomosinin Amerikan ekonomisine inat ' Economic Booming ' yani resmen patlama yapmasına bağlanıyordu. Başbakan Amerikan politikalrı altında ezilen gömenleri rahatlatmak istiyordu. Daha önce sürekli sosyal programları kesen Liberal hükümetin 191 bütçesi 2000 yılından beri balans yapmayı başardı, hatta son iki yıldır 5 milyar dolar civarında fazla veriyordu. Fakat 2003 yılında SARS'la başlayan krizler ve ABD'nin yol açtığı ekonomik zararlar nedeniyle eleştiri okları başbakanın üzerinde toplanıyordu. Başbakan, ABD'nin Kanadalıları bunaltma taktiğini sosyal yardımlarla hafifletmeye çalışıyordu. Kanada'nın yeni başbakanı Liberallerin Parti Kongresini kazanmadan aylar önce 9 rakibini havlu atmaya zorlamış eski Maliye Bakanı Paul Martindi. Martin, NAFTA anlaşmasının mimarı ve Amerikan yanlısı olarak biliniyordu. Irak savaşı nedeniyle ABD ile ters düşen Kanada'nın ilişkileri tekrar Washington çizgisine sokmayı vaat ediyordu. Federal bazda Ottawa yönetiminde liberaller yüzde 70 oy ile parlamentonun üçte ikisini ellerinde tutarken, eyalet bazında Ontario'da Muhafazakarların yüzde 60 oy oranı ile eyaleti yönetiyordu. Ontario'da elektirik kesintisi krizine bir hafta çare bulamayan Muhazakar Parti Başkanı Ernie Eves'in kabinesinin tahtı sallanıyordu. 2004 seçiminde Amerikancı Liberallerin Ontario lideri Donald MacGuinti'nin başkanlığı kazanması sürpriz olmayacaktı. 2004 yılında yapılacak seçimde liberaller önde gözüküyordu. Bunun sebebi ABD ile ilişkileri tamir etmek için verdikleri sözlerin yanısıra federal hükümetin başbakanlığına Amerikancı Martin'in yerleşmesiydi. ABD'nin kini, cezalandırma usülleri Kanada'da iktidarı değiştirmişti. ABD, henüz Türkiye'yi çuval olayı dışında cezalandırmaya başlamadı, bilakis yemliyordu.(248) 11 Eylülden sonra ABD'yi esir alan paranoyak girişimler Kanada'nın değerlerini yıkıyordu. Matrix'in dost kurbanı, kesinlikle Türkiye değil Kanada'ydı. 192 CHAPTER 13 MATRİX'İN ÖTEKİ KURBANLARI Gelişmiş ülkelerde 11 Eylül’den sonra daha da etkili hale gelen yabancı düşmanlığı, ırkçı siyasetleri beslemekte, olanları güçlendirmekteydi. Irkçı siyasî partilerin oyları artmakta, aşırı sağ siyasetlerin etkinliği yayılmaktaydı. New York ve Washington'a yönelik saldırıların dışında İslam dünyasına yönelik Amerika ve Amerika destekli saldırılar ve bu saldırılarda ölen binlerce insan hakkında tek kelimelik bir söz bile söylenmiyordu. Amerika'nın öncülüğünde İslam dünyasında kitlesel katliamlarla devam eden küresel terör harekatı Batı'dan doğuya bütün İslam dünyasını kanlı bir geleceğe hazırlarken, "uluslararası terör, İslamcı terör" yaygaraları ile gizlenen küresel istila savaşında katledilenler terör kurbanı olarak anılmıyordu. Çifte standart söylem dikkatden kaçmıyordu. Terör zanlısı olarak mağdur edilenlerin listesi oldukça kabarıktı. New York polisi, 11 Eylül saldırılarının ardından, geçerli vizeleri olmadığı için gözaltına alınan Arap ve Güney Asya kökenli göçmenlere 'işkence ' yapmıştı. ABD Adalet Bakanlığı müfettişi Glenn Fine'ın, 11 Eylül sonrası gözaltına alınanlarla görüşerek ve karakol güvenlik kameraları görüntülerini izleyerek hazırladığı rapor, New York'taki Metropolitan Gözaltı Merkezi'nde, zanlılara fiziksel şiddet uygulandığını ortaya koyuyordu. Gözaltı Merkezi çalışanlarının "video kayıtları kayboldu, imha edildi" yönündeki açıklamalarına rağmen Adalet Bakanlığı müfettişleri tarafından ele geçirilen görüntülerde polisler, zincire bağlanmış tutukluların başını duvarlara çarparken, kol ve bacaklarını acı verici şekilde büküp üzerlerine basarken görülüyordu. Merkez'in duvarında asılı bulunan Amerikan bayrağı desenli tişörtteki "Bu renkler kaçmaz" yazısı ve kan lekeleri de dikkat çekiyordu. Raporu hazırlayan Müfettiş Fine, Gözaltı Merkezi'nin en az 20 çalışanının yasadışı muamelede bulunduğunu açıklarken, Adalet Bakanlığı, raporu inceleyip dava açıp açmama kararı alınacağını duyurmuştu. Tabi dava açılmadı. 11 Eylül saldırılarının ardından, ABD Adalet Bakanı John Ashcroft'un emriyle, geçerli vizesi olmayan çoğu Arap 1200'ü aşkın yabancı, gözaltına alınmıştı. Büyük bir kısmı New York ve çevresinde gözaltına alınanlardan hiçbirinin terörle bağlantısı saptanamamıştı. Sınırlarda rastgele gözaltına alınan 4100 kişide masum çıkmıştı. (249) Her gün televizyon ekranlarında ve gazetelerde sayfalarca haber ve resimlerle 11 Eylül kurbanlarına ağlayan dünya, özellikle de İslam dünyasının biraz da küresel terör harekatının kurbanlarını hatırlaması gerekliydi. Dünyanın görmediği veya görmek istemediği terör kurbanı masum insanlar vardı. Hiçbir suçları olmadığı halde öldürülen, televizyon kanallarında görüntüleri geçmeyen, gazete, dergi ve ajanslarda ne haberleri ne de resimleri yayımlanmayan kurbanlar Amerikalı değildi. Amerikalı yetkililer, New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'ne, Washington'daki Savunma Bakanlığı (Pentagon) binasına 3 uçakla yapılan saldırılar ve Pennsylvania'da düşen ya da düşürülen uçakta ölenlerin sayısının toplam 3044 olarak açıklamıştı.. Dünya Sağlık Örgütü'nün 2003 resmi rakamlarına göre, son bir yılda Irak'ta 121 bin 237 bebek öldü. Amerika'nın BM kanalıyla Irak'a uyguladığı ambargo nedeniyle yetersiz beslenme ve sağlık hizmetlerinin yapılamaması yüzünden Irak'ta büyük bir facia yaşanıyordu. Irak'ta her ay, 11 Eylül saldırılarında ölenlerin üç katı bebek Amerikan 193 ambargosu nedeniyle ölüyordu. ABD'nin Ekim 2001 tarihinde Afganistan'a düzenlediği saldılarda bugüne kadar 31 bin 202 masum ve sivil Afganlı öldürüldü. Amerikan savaş uçaklarının rasgele Afgan köylerine, kasabalarına, evlerine, camilerine, hastahanelerine ve düğün evlerine düzenlediği bombardımanlarda yüzlerce kişi hayatını kaybetti. Afganistan'da 11 ayda 11 Eylül saldırılarında ölenlerin on katı insan öldü. Bunlar dışında Kunduz'da esir alınan esirlerden yaklaşık 4 bin tanesi Amerikan askerleri ve Raşit Dostum'a bağlı güçler tarafından toplu olarak katledilip Mezar-ı Şerif çevresinde açılan toplu mezarlara gömüldü. 2002'de miliyetçi Hindistan yönetimi tarafından organize edilen Gucurat'taki toplu katliamlarda 6 bin 84 Hindistanlı Müslüman öldürüldü. Bebek, kadın ve yaşlıların çoğu Hindular tarafından yakılarak öldürüldü. Köyler ve kasabalar yakılarak haritadan silindi. Hindistan ABD'nin "terörle savaş"ında İsrail'den sonra en yakın müttefiklerinden biriydi. Tıpkı İsrail, Rusya ve Çin gibi Hindistan da bunları "terörle savaş" politikası kapsamında organize etti ve katliamlar 11 Eyllül'den sonra inanılmaz derecede tırmandı. Hindistan, işgal altındaki Keşmir'de Hindistan ordusu tarafından 1399 Müslüman Keşmirli öldürüldü ve 852 Müslüman kadın ve kıza tecavüz edildi. 11 Eylülden beri Rus savaş uçaklarının Çeçenistan'daki sivillerin yaşadığı yerleri bombalaması sonucu 5 bin 78 Çeçen Müslüman öldürüldü. ABD'nin "Terörizme Karşı Savaş"ından aldığı yeşil ışık ile saldırılarını artıran Rusya, "İslamcı terör" propagandasını etkin şekilde kullanan ülkeler arasındaydı. Rusya, Kafkaslar ve Orta Asya'da Müslümanlara yönelik her saldırıya destek verdi. Bunun için ulusal stratejilerinden bile taviz verdi. Eylül 2001'den itibaren hiç durulmayan Filistin'de 3 bin 39 Müslüman Filistinli İsrail askerlerince katledildi. Binlerce insan Negev Çölü'ndeki esir kamplarına götürüldü. Filistinli gençler kitleler halinde askeri kamplarda sorgulandı. Amerikan askeri yardımları ve silahları ile donatılan İsrail ordusunun Filistin halkına yönelik kıyımda kullandığı füzeler bile Amerikan malıydı. Amerika ve İsrail, Filistin toplumunu korkunç bir ekonomik, kültürel ve sosyal ambargo altında tutuyordu. Amerika'nın verdiği destekle ayakta duran Özbekistan Devlet Başkanı Kerimov diktatörlüğü, 2002'de 2170 Müslümanı bir gece ansızın tutukladı. Tutuklananların akıbetleri hakkında şimdiye kadar hiçbir bilgi verilmedi. Amerika'nın yardımıyla ülkede İslami olan her şeye karşı acımasız bir savaş yürütülüyordu. Binlerce insan hapiste ve gelecekleri belirsizdi. Amerika'nın "terörle savaş" adı altında İslam dünyasına yönelik savaşını en etkin şekilde kullanan ülkelerden biri de Çindi. Çin yönetimi, Doğu Türkistan'da bin 473 Müslümanı, zorla içki içirdikten ve domuz eti yedirdikten sonra herkesin gözü önünde idam ettirdi. Amerika ile Çin BM'ye ortak baskı yaparak Doğu Türkistan İslami Hareketi'ni "terörist örgüt" sınıfına soktu. Endonezya'nın Maluku (Baharat) adalarında 1261 Müslüman, Hristiyanların düzenlediği saldırılar sonucu katledildi. Müslümanları katleden Hristiyanlara M-16 silahları ve roketleri Hollanda hükümeti tarafından verildi. Bölgedeki Hristiyanlara ekonomik, siyasi ve askeri destek veren Amerikan yönetimi, zengin enerji kaynakları üzerinde bulunan Endonezya'da İslamcı grupların yok edilmesi için sistemli bir çalışma yürütüyordu. Filipinler'in güneyindeki Mindanao'da uzun yıllardan bu yana bağımsızlık savaşı veren Moro Müslümanları'na karşı Amerikan askerleri bizzat askeri harekat başlattı. Filipin askerleri, Filipin ordusu ve ABD askerlerinin düzenlediği ortak saldırılarda 560 194 Müslüman sivil öldürüldü. ABD ve Filipin ordusu bölgede hala Müslümanları öldürüyordu. 11 Eylül sonrası birçok ülke ve devlet binlerce sivil masum insanı hapsetti. Küba'nın Guantanamo üssünde 598 kişi esir bulunuyordu. Guantanamo üssündeki esirlerin elKaide ve Taliban ile hiçbir bağlantılarının olmadığı ortaya çıktı. Hücrelerde tutulan esirlerin büyük çoğunluğu yardım organizasyonlarında çalışan Müslümanlardı. Çok ağır işkencelere tabi tutulan esirlerin çoğunun malaria, güneşçarpması ve diğer tropikal hastalıklara tutulmuşlardı. ( 250) Olayın dehşet verici görüntü ve sonuçları özellikle Kuzey Amerika, Avrupa ve diğer bazı ülke halklarını korku, öfke ve intikam duygularıyla yükledi. Benzeri eylemlere karşı güvenliğin sağlanmasının öncelikli ulusal görev haline geldiği güçlü bir medya desteği ile Amerikan ve dünya kamuoyuna kabul ettirildi. ABD’de, Kanada’da, Batı Avrupa’da, Asya ve Afrika’nın bazı yörelerinde insanlar kimlikleri nedeniyle hedef haline geldiler. Müslümanlara, Araplara, Sihlere ve camilere yönelik ırkçı saldırılar oldu. Bir kez daha barışçı ve adil olma eğilimi değil, güçlülerin hesapları ve çıkarları dünyaya egemen oldu. ABD müttefikleriyle birlikte Başkan Bush’un açıkladığı “terörizmle mücadele”nin bir parçası olarak Afganistan’a B-52’lerle ve salkım bombaları atarak “halı bombardımanı” seferlerine başladı. Dengesiz ve aşırı güç kullanılarak başlatılan bu savaşta sayısı kesin bilinmeyen Afganlı öldürüldü ya da yaralandı, evleri, mal ve mülkleri yıkıldı. Mezar-ı Şerif’te 200’den fazla Taliban esiri Kuzey İttifakı’nın kontrolü altındaki bölgede, ABD ve Birleşik Krallık kuvvetlerinin huzurunda öldürüldü. Bu olaylar uluslararası insanî hukuk ihlallerinin yaşandığına dair çarpıcı örnekleri oluşturuyordu. Milyonlarca insanın ölümüne, sakat kalmasına, ailelerin parçalanmasına, zorunlu göçe, kasaba ve şehirlerin yıkılmasına, çevre tahribine yol açan İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaşı yaşayanlar tarafından bir slogan geliştirilmişti: BİR DAHA ASLA! Bu slogan savaşın yarattığı şiddete, tahribata, yıkıma, ölüm ve acılara insanlık adına hayır demekti. Tüm dünya ABD’deki felaketin sorumlularının kim olabileceğini tartışırken başkan George W. Bush ve yönetimi, geçe yüzyılın iki dünya savaşının felaketlerini ve “Bir daha asla” çığlığının evrensel değerlerini göz ardı etti. Uluslararası sözleşmeleri, uzmanlaşmaları ve “uluslararası hukuk kurallarını” bir kenara itti ve düğmeye basarak adeta yeni bir dünya savaşı başlattı. ABD, kendisine yönelik 11 Eylül saldırılarının dışarıdan yapılmış olduğunu ilan ederek NATO sözleşmesinin, müttefik devletlerin ortak hareket etmelerini öngören 5.maddesini uygulamaya koydu ve BM’den meşru müdafaa durumunda olduğunun onayını aldı. Usame Bin Ladin’i de, bu eylemin düzenleyicisi olarak ilan etti. Bulduğunu ileri sürdüğü kanıtlara dayanarak “El Kaide ve Taliban yönetimi de suç ortağıdır” dedi. Afganistan’ı bombaladı, Kuzey İttifakı ile işbirliği yaparak Taliban’ı iktidardan uzaklaştırdı. BM, Almanya’nın Bad Godesberg kentinde konferans örgütleyerek geçiçi bir yönetim oluşturma sürecini örgütledi. Bu Küresel Savaş ve Küresel OHAL sürecinde, ABD Başkanı George Bush, dünyanın egemeni, sorumlu ve yetkili lideri imajı ile hareket etti. Dünyayı, ABD ve onun lideri yönetir oldu. Bu yeni yönetim tarzıyla BM işlevsizleştirildi. Dünya 1946 öncesi koşullara geri götürüldü. Bu yeni durumda ABD, terörizmle uluslararası mücadele savaşının başladığını, terörle mücadele stratejisi kapsamında, yeni bir düzen kurulduğunu tüm dünyaya kabul ettirdi. Afganistan ile birlikte, Filipinler’de (Ebu Sayyaf müslüman gerillalarına karşı), Yemen’de (El Kaide’ye yardım ettikleri gerekçesiyle bazı aşiretlere karşı), Somali’de (muhalig bazı gruplara karşı) askerî müdahaleler oldu. George Bush 195 tarafından Şer Ekseni olarak nitelenen Irak, İran, Kuzey Kore’de hedef seçilen ülkeler listesine yazıldı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, 9 Haziran 2002 tarihinde Kuveyt’te Camp Doha Üssü’nde Amerikan askerlerine hitap ederken, kitlesel imha silahlarına sahip olan ya da geliştiren devletleri de terörist olarak tanımladı. (251) Öyle bir dil ve tarz kullanıldı ki, ABD’nin yanında yer almayan ülkeler terörizmi desteklemiş olacaklardı. Müttefik konumundaki tüm ülkeler bu dile ve tarza tam olarak katılmamalarına rağmen, bu yaklaşımı kabul etmiş ve Terörle Mücadele Stratejisi’ni politik ve askerî olarak desteklemişlerdi. Türkiye bu stratejiye uyum sağlamada ivedi ve kararlı bir tavır sergilemişti. Başbakan Ecevit, ABD’nin elindeki belgeleri görmeden, Afganistan’a askeri müdahale için “ABD yönetimi kanıtları yeterli buluyorsa bu bizim için de geçerlidir” diyerek yeterli saymış ve bu destekçi tavrı açıkça ifade etmişti. AKP iktidarıda aynı trene katılmakta gecikmedi. Tüm dünya bir güvensizlik duygusu ve yeni şiddet korkusunu yaşarken, hükümetler de geniş yasal önlemler almaya başladı. Yasalara yeni suç tanımları eklendi. Bazı kuruluşlar kapatıldı, varlıklarına el konuldu. Sivil haklar engellendi, insan hakları ihlallerine karşı tavır alma zayıfladı. “Terörizm” tanımı yaygınlaştı ve tehlikeli bir şekilde genişledi. Güney Kore’de Terörle Mücadele yasası değiştirildi, ‘terörizm’ tanımı geniş tutuldu, düşünce özgürlüğü alanı kısıtlanarak, ölüm cezasına varan çok geniş bir cezalandırma düzenlendi. Hindistan’da ‘Terörizmi Önleme Kararnamesi’ polise, siyasileri bir gerekçe ve mahkeme kararı olmaksızın altı aydan fazla bir süre tutuklama yetkisi verdi. Hükümet ve askerlere, terörle mücadele sırasında olacak ihlallere karşı koruma önlemleri düzenlendi. ABD, yabancı uyrukluları belirlenmemiş sürelerle tutuklamak, onları sınır dışı etmek ve adil yargılanma temel hakkına aykırı askerî komisyonlar tarafından yargılanmak üzere yasal düzenlemeler yaptı. Birleşik Krallık Hükümeti, AİHS’nin 5.maddesini yürürlüğe koyarak ve yabancı uyrukluları suç atımı ve yargılama olmaksızın süresiz olarak tutuklama yetkisini yasallaştırdı. 11 Eylül’den sonra göçmenler de terörist muamelesi gördü. Gelişmiş ülke hükümetleri, göçmen ve iltica politikalarında kısıtlayıcı önlemler üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Terörizme karşı mücadelenin, uluslararası gündemi ise sığınmacıların korunmasını değil, hakların kısıtlanmasını içeriyordu. BM Güvenlik Konseyi, terörizmi önlemek ve yok etmek üzere devletlere yasal ve diğer önlemleri alma görevini veren 1373 sayılı kararnameyi kabul etti. Konsey, aynı zamanda Terörizme Karşı Savaş Komitesi’ni de oluşturdu. Bu komite, devletlerin gönderdiği raporlardan mücadelenin seyrini izleyecek. Ancak BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Mary Robinson, devletlere BM sözleşmesinde yazılı yükümlülükler çerçevesinde insan haklarına saygı göstermeleri gerektiği konusunda da uyarıda bulunulsun önerisinde ısrarlı oldu. Kulak asılmadı. İnsan hakları kamuoyu, Bayan Robinson’un görev süresinin uzatılmamasını, ikiyüzlülüğe ve çifte standarda karşı tavır almasına bağlıyorlardı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Topluluğu (AGİT) da, terörizmle mücadeleyi 11 Eylül’den sonra gündeminin başında yer verdi. Aralık 2001’de Bükreş’te katılımcı devletlerin kabul ettiği Terörizmle Mücadele Eylem Planı’nında; “Terörizm istikrara, özgürlük ve demokrasiye bir tehdittir. Bu nedenle devletler kendilerini ve yurttaşlarını terörizme karşı korumak görevi ile yükümlüdürler. Bu mücadelenin de, özel önlemler gerektirdiği açıktır. Ancak bu mücadelenin uluslararası insan hakları hukukuna tümüyle uygun olması gerekir” denmektedir. Bakanlar Konseyi Toplantısı’nda da, insan haklarının korunması AGİT’in güvenlik anlayışının temel dayanağını oluşturan politik-askerî, insanî ve 196 ekonomik üç boyutundan biri olduğu teyit edilmiştir. Katılımcıları arasında ABD, AB ülkeleri, Kanada, eski Sovyet Cumhuriyetleri, Doğu Avrupa yeni devletlerinin de bulunduğu ve toplam katılımcı sayısı 55 olan AGİT’de ‘güçlünün yasalarına’ ve ‘güç gösterileri’ne karşı bir tepki göstermiyor. Aksine terörle mücadelede, Bükreş Eylem Planı ve Bişkek Eylem Programı uyarınca sekretaryaya bağlı Terörle Mücadele Birimi çalışmaya başladı. Rusya Federasyonu AGİT Delegasyon Başkanı Büyükelçi “Terörle Mücadele’nin Başkanlığın en önemli konusunu oluşturduğunu” söylüyordu. İŞKENCE VE GUANTANAMO BAY Taliban ve El Kaide esirleri ABD askerleri ve istihbarat örgütleri tarafından kitle halinde toplarlandığı sırada ABD’de Harward Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü ve insan hakları savunucusu şöhreti alan Alan Dershowitz’in “artık söz konusu olmaktan çıkmış eski tekniklerin” sorgulamalarda kullanılabileceğine dair şu değerlendirmesi 5 Kasım 2001 tarihli Newsweek dergisinde çıktı: “Fizikî işkenceyi meşrulaştıramayız, bu Amerikan değerlerine aykırı olur. Fakat dünyanın değişik bölgelerindeki insan hakları ihlallerini kınamaya devam ettiğimiz için, terörizmi alt etmekte bazı düşünceleri açıklığa kavuşturmamız ve yöntemler geliştirmemiz gerekir. Örneğin; bir mahkemenin onayı ile psikolojik baskılar olabilir. Böyle bir girişim iki yüzlü olsa bile, bazı sanıkları daha az titiz olan müttefiklerimize nakledebiliriz. Bunun güzel bir şey olacağını kimse söyleyemez tabii”. Bu görüşler yayınlanırken, binlerce savaş esiri ABD ordusu tarafından sorgulanmak üzere toplanıyordu. (252) İşkencenin hiçbir koşulda uygulanamayacağı kuralını içeren BM Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni göz ardı eden bir anlayış açığa çıkıyordu. ABD vatandaşı olmayan savaş esirlerinin, askerî mahkemelerde yargılanması kararı da aynı bağımsız ve adil yargılanma hakkını, savaş hukukunu ve Cenevre Sözleşmeleri’ni ihlal ediyordu. Zira bu sözleşmeler savaş bittiğinde, hakkında önceden işlenmiş bir savaş suçu ile adlî bir suç isnadı olmaması koşulu saklı olmak üzere esirlerin salıverilmesini öngörüyordü. Ayrıca, Küba’daki Guantanamo Üssü’ne taşınanların ellerine eldiven giydirilerek kelepçelenmesi, ağızların kapatılması, duymayı engelleyen kulaklık takılması, görmeyi bulanıklaştıran opak camlı gözlük takılması, kafalara kask geçirilmesi, yüzlere maske takılması, doğal ortamdan tümüyle tecrit eden giysiler giydirilmesi ve diz çöker durumda tutulmaları onur kırıcı, aşağılayıcı ve işkence uygulamalarıydı. Geroge W. Bush “Bunlar okul çocukları değil, katildirler, biz bu önlemleri yüksek değerler adına uyguluyoruz, biz onlara Usame Bin ladin ve Taliban adaletinden daha adil olacağız” diyerek uygulamaları savunmaya çalıştı. Guantanamo’daki kafes hücreler Nazi kamplarını anımsatmaktaydı. Kızılhaç Uluslararası Komitesi bu görüntülerin Cenevre Sözleşmeleri’ne aykırı olabileceğini açıklamıştı. Uygulanan yöntemler zalimane ve dünya savaşları dehşetine geri dönüştü. Terörist olarak tanımlanmaları onların uluslararası hukukta belirtilen adil yargı, insanî muamele ve statü güvencelerini ortadan kaldırmazdı. Yalıtılmış, basının izlemesi açısından bile ulaşılması zor olan bir askerî yargının güvenirliği olamazdı. ABD’de yeni düzenlenen askerî yargı kurumlarında yalnızca askerî yargışlar bulunmaktaydı. Ölüm cezası verebilmekteydi. Duruşmalar kapalı olarak yapılmaktaydı. Temyiz hakkı da BM İnsan Hakları Komiseri Bayan Robinson’un çabaları sonrasında kabul edildi. ABD’de yeni yasal düzenlemeler, terör eylemlerine doğrudan katılmayanları da cezaevine gönderme olanağını sağlıyordu. Pentagon sözcüleri de, açıklama yaparak bu uygulamaya destek verdiler. Bu yasalar geçmiş olaylara yönelik olarak da uygulanıyordu. 11 Eylül sonrası gelişmeler AİHM’ni de zora sokacaktı. Davaların sonuçlanması uzun 197 sürüyordu. Çalışma ortamı ve kaynakları yeterli hale getirilmezse bu mahkemenin güvenirliği azalabilirdi. ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı duruşunu devam ettiriyor, vatandaşlarının kendi ülkesinin dışında başka bir mahkeme tarafından yargılanmasını kabul etmiyordu. Terör kavramını alabildiğine genişleten ve terörle mücadeleyi dünya çapında planlayan ABD, yargı alanını ve yetkisini daraltmaya çalışmaktaydı. Uluslararası yargı kurumlarının savunulması, insan haklarının bütünselliğinin ve yargının güvenirliğinin sağlanması açısından yakın geleceğin en önemli çabası olacaktı. Afganistan operasyonundan sonra ABD’nin Irak’a müdahale edeceği tartışmaları sürerken Ortadoğu’da İsrail-Filistin savaş cephesi açılmıştı. Binden fazla Filistinli ve yüzlerce İsrailli yaşamını yitirdi. İsrail ordusu Filistinlilerin İntifada’sına ve intihar saldırılarına, onları buldukları her yerde öldürmek, yaralamak ve tutuklamakla yanıt verdi. İşgal edilmiş topraklardaki operasyonlarda işlenen cinayetlerin soruşturulması yapılamadı. Güvenlik adına Filistinlilerin evleri yıkıldı, köy ve kasabaları yerleşilemez hale getirildi. Dünya kamuoyu bir kez daha İsrail ordusunun Filistin topraklarını işgalinin terörle mücadelenin bir gereği olduğu teranelerini dinledi. Filistin lideri Arafat’ın karargahındaki kuşatma, uluslararası tepki sonucu kaldırılabildi. İsrail ordusunun ABD patentli F-16’ları, lazerli Apache helikopterleri ve güdümlü füzeleri, Filistin halkının meşru mücadelesini geriletemedi. Umutsuzluk ve çaresizlik ortamında gelişen ve sivilleri hedef alan intihar saldırıları da yaşama hakkına yönelik suç oluşturmaktaydı, savaşın tırmanmasına yol açmaktaydı. Barış ve güvenliğin sağlanması adına insan hakları ihlal edildiği sürece bölgede barış ve güvenliğin olamayacağı açıktı. Almanya başta olmak üzere Avrupa'nın hedef tahtasından indirdiği anti semitizm yerine konan anti-İslamizm politikalarının merkez söylemini 'İslami köktencilik' söylemi oluşturmaktaydı. Fransa'nın Ulusal Cephe (FN) partisi lideri Jean-Marie Le Pen, 2002'de partisince her yıl Paris'te düzenlenen Mavi-Beyaz-Kırmızı bayramında yaptığı bir konuşmada; "İslam, yoksul ve genç bir milyar insanın dinidir. Fransa'daki Müslümanların büyük çoğunluğu, terörist ve barbarca davranışlara başvurmaktadırlar" demekteydi. Buradan da anlaşılacağı gibi, Avrupa'daki bütün ırkçı ve milliyetçi hareketlerin ortak hedefi İslam/Müslümanlardı. Bu açıdan, AB üyesi ülkelerde yerleşik konuma geçmiş 13 milyon civarında Batı Avrupa Müslüman toplumunun, gelişmeler karşısındaki tavrı, daha doğrusu tavırsızlığı son derece endişe vericiydi. Kendi içinde dahi grup fanatizmini aşamamış, yaşadığı ülke gerçekliğine bir türlü vakıf olamayan veya olması engellenen ve yaşadığı değil de göçmen olarak geldiği ülke meselelerini birinci dereceden sorun olarak görmeye devam eden toplum, ırkçılığın 500 yıl sonra bugünkü evrimini ve dolayısıyla tehlikesini de anlamış gözükmemekteydi. Irkçılık, ilahi dinlerin ettiği eşitlik ilkesinin reddiydi. Avrupa insanının zihniyetine ortaçağda sinmiş bulunan ayrımcı ve ötekini dışlayıcı düşünce ve eylem tarzının da beslediği ırkçılık, AB ve Balkanlar'ı da içine alan bir zeminde siyasallaşmasını hızla sürdürmekteydi. Bu durum başta Avrupa Müslüman Toplumu olmak üzere AB ülkelerini, AB'ye üye olmak için can atan ülkeleri ve tüm dünya insanlığını, üzerinde düşünülmesini gerektiren ve tehdit eden bir gelişmeydi.( 253) GÜNAH KEÇİSİ SURİYE! ABD'nin Suriye'ye savaş açma öncesi yürüttüğü psikolojik savaş, ABD'de Suriye için casusluk yaptıkları gerekçesi ile tutuklanan üç Amerikalı müslümanın dramı ile 2003 yazında hız kazanmıştı. Seattle Post-Intelligencer'ın haberine esasen Pentagon, 198 Amerikan ordusunda görev yapan biri imam, biri tercüman, biri gemici üç Amerikalı müslümanı vatan hainliği ile suçluyordu. Tutuklananların hayatları bir yerde Suriye ile çakışmıştı. Bu Suriye ile savaş bahanesi arayan Bush'u yönlenlendiren Şahinler Grubu'nun arayıpda bulamayacağı veya kurgulanan senaryoda iyi bir malzemeydi. Tutuklanan Yüzbaşı Yousef Yee, Suriye'de 4 yıl süren üniversite eğitimi sırasında müslüman olmuş ve Suriyeli bir bayanla evlenmişti. Kasım 2003'de tutuklanan ABD ordusunda yüzbaşı rütbesinde imam olarak görev yapan Yousef Yee'nın dramı, daha önce 'Suriye casusu' diye tutuklanan iki sanıktan daha fazla ses getirmiş ve Amerikan medyasında sert bir dille eleştirilmişti. Demokratlardan ABD başkanlığı aday adayı Wesley Clark'ın Bush ekibinin Irak'dan başka Suriye'ninde içinde olduğu 6 müslüman ülkeyi daha vurmayı planladığı açıklaması, Amerikalı gazetecileri Suriye irtibatlı casusluk tutuklamaları konusunda şüphelendirdi. Yee'nin dramı Amerikan medyasında ' paranoya' ürünü olarak değerlendiriliyordu. Suriye'nin ABD'nin kalbinde casusluk yaptırması saçma bulunuyor ve tutuklanan Yee, ' günah keçisi' görülüyordu. Afganistan'dan getirilen Taliban ve El-Kaida mensuplarının savaş esiri mi, yoksa tutuklu mu olduğu belli olmadan insan hakları ve hukuk ihlaleri ile yattıkları Guantanamo Bay cezaevini talep üzerine ziyaret eden Yee, içeridekilerin ve görev yapan görevlilerin kimliklerini ve cezaevinin şemasını labtopuna kaydetmekle suçlanıyordu. The Washington Times, Suriye ve Al-Kaida ile herhangi bir bağlantısı bulunamayan İmam Yee olayını Senato'da Suriye'ye karşı çıkarılacak 'The Syrian Accountability Act' tasarısı ile ilişkili buluyordu. Nitekim bu olaydan sonra yasa muhalefet görmeden çıkmıştı. Suriye, terör teşlilatları ile ilgisi olmadığına dair yeterli delil sunamamış Senato'dan tasarı geçmişti. ve Suriye Irak'tan sonra ABD'nin hedefi olmuştu. Yee ve casuslar olayı, senatörleri etkilemeye yönelik bir Pentagon tasarımlı psikolojik savaş taktiği olarak sırıtmıştı.. İşin ilginç tarafı Newsday'in haberine göre, teröre karşı mücadelede ABD ile işbirliğini Suriye'nin kabul ettiği bir dönemde ortaya çıkartılan Yee olayı 'çok komplike bir durum'du. Yee hakkında henüz bir dava açılmadı. Bu husus üzerine dikkati çeken The Baltimore Sun, Ağustos'un 22'sinde Guantanamo'yı ordudan gelen talep üzerine hemde medya ile birlikte ziyaret eden Yee için ' Casus mu, mağdur mu ? ' manşetini atmıştı. (254) The Seattle Times, Yee'nin üzerinden yetkin, kaliteli, gizli belgelerin değil kişisel notların ve basit bir krokinin çıktığını dair haberini askeri kaynaklara dayandırmıştı. Devletin resmi sesi sayılan USA Today bile ' Tamam aptal bir labtop ama ' diyor ve 'açıklığa kavuşmamış devlet bilgileriyle ulusal güvenliği tehdit edecek ne var? ' diye soruyordu. The Sun'da, Yee'nin güvenlik kurallarını bilmeden ihlal ettiği kanısındaydı. Mesela 23 Temmuzda tutuklanan, casusluk ve düşmana yataklık yapmaktan hüküm giyen, aslen Amerikalı ancak Suriye doğumlu Amerikan hava kuvvetlerinde tercümanlık yapmış Ahmad al-Halabi'ye yönelik yapılan suçlamalar ayrı bir 'komedi-dram'dı. Tam 32 ayrı suçla yargılanan Al-Halabi'nin mahkumlara baklava alması bile suç sayılmış ve düşmana yataklık olarak değerlendirilmişti. İmam Yee, ' mahkumlarla sağlıklı ilişki kurmak için bazen böyle tatlılar getiririz, ne var bunda'diyordu. WorldDailyNet haberinde, Amerikan ordusu güvenilir bir tercüman bulamadı mı ?' diye dalga geçerken, Suriye doğumlu Amerikalının CIA'nın ' temizleme operasyonu'na maruz kaldığını savunuyordu. Suriye Enformasyon Bakanı Ahmad al-Hassan, iddiaları anlamsız bulurken, ' Suriye nasıl olurda Guantanamo'da casusluk yapabilir' diye şaşkınlığı__________nı dile getiriyordu. The New York Times'ın bildirdiğine göre ismi açıklanmayan, soruşturmasu süren üçüncü tutuklu, 199 Amerikan Deniz Kuvvetlerinde çalışan bir gemi hizmetlisi, vatana ihanetden ölüm cezası istemi ile yargılanacaktı. . The Christian Science Monitor'ün editör notunda, ABD'nin bu düşman bulma refleksi şöyle yorumlanmıştı: Bu ülkede azınlık göçmen gruplarına karşı ayrımcılığın acı bir tarihi var. 1850'lerde İrlandalı Katolikler ülkeyi Vatikan'a satmakla suçlandılar. 1. dünya savaşı sonrasında Slavyenler Bolşevik oldukları gerekçesi ile sınırdışı edildiler. 2. dünya savaşı sırasında Almanlar, Nazi, Japonlar ise Tojo sempatizanı oldukları genellemesi ile suçlu olarak görüldüler. Amerikalı Yahudiler ise, ABD üzerinde baskıcı İsrail taraftarı olarak algılandılar. Amerikalılar, bu yanlışları tekrarlamaktan artık vazgeçmeli.(255) ABD'nin imajı sadece müslüman ülkelerinde değil kendi ülkesindeki müslümanlar arasında bile gittikçe daha fazla ürkütücü hale geliyordu. İslamla savaşmadığını iddia eden Bush ve ekibi inandırıcı bulunmuyordu. Wesley Clark haklıydı, Şahinler cephesi Bush'u Irak'tan sonra Suriye macerasına sürüklemeye çalışıyordu. İran, nükleer silahlanma gerekçesi ile topa tutulsada gerçek topun ağzında Suriye vardı. Suudi Artabistan sonraya bırakılacaksa ilk hedef Suriye olacaktı. İran büyük balık, Suriye ise küçük balıktı. ABD'nin derdi komşularımızlaydı. Matrix'in öteki kurbanları paryaydı; onların kanları 1. sınıf dünya vatandaşı Amerikalılar kadar değerli değildi... 200 CHAPTER 14 MATRİX'İN MEDENİYETLER SAVAŞI 11 Eylül ile birlikte 1990'ların iki önemli medeniyet tezi yeniden gündeme geldi. Bu olayın ardından gerek yabancı gerek yerli basında Samuel Huntington'un "Uygarlıklar Çatışması" (Clash of Civilizations) adlı makalesindeki yaklaşımın yaşanan dehşeti açıklayıcı nitelikte olduğu vurgulandı. Ancak 11 Eylül'ün önemini irdelerken "Uygarlıklar Çatışması" şeklinde ortaya konulan, Müslüman ve Hıristiyan toplumlarının barış içinde bir arada yaşamalarının mümkün olamayacağı şeklinde kesin hüküm veren, katı ve yüzeysel ifadelerden kaçınılması gerekirdi. Terörün kalıcı bir biçimde ortadan kaldırılması, görünenin ötesine geçerek olayın kökenine inmeyi ve temel nedenlerini irdelemeyi zorunlu kılıyordu. Diğer tezin sahibi Fukuyama, 11 Eylül sonrasında birçok yazarın tarihin sonu tezinin yanlış olduğunun kanıtlandığını yazdıklarını, ancak kendisinin hala haklı olduğunu düşündüğünü, modernitenin rayından çıkmayacak kadar güçlü bir yük treni olduğunu, liberal demokrasi ve serbest pazar ekonomisinin ötesinde gelişme göstermek adına ulaşmak isteyebileceğimiz başka bir şey olmadığını, o yüzden tarihin sonunda olduğumuzu söylüyordu. Fukuyama'nın amacı sadece liberal kapitalist sistemi ve aslında ABD'nin hegemonik gücünü azgelişmiş ülke aydınlarına benimsetmekti ve açıkçası bunda başarılı da oldu. Fukuyama'nın bu içeriği boş tezinden sonra Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezi gündeme geldi. Bu tez reel bir jeopolitik algılayışının üzerine oturmakla birlikte aslında yine ABD ağırlığını sürdürmenin psikolojik temellerini oluşturmaya çalışıyordu. Oktay Sinanoğlu'nun ifadesiyle Amerikan derin devleti tarafından ısmarlanmış bir teoriydi. Daha soğuk savaş dönemi sona ermeden ABD'li stratejistler büyük olasılıkla 21. yüzyılda da Rusya, Çin gibi güçlerin önemli roller oynama iddiasında olacaklarını öngörüyorlardı. Özellikle Çin'in istikrarlı ve yüksek düzeydeki büyümesi önemli bir haberciydi. Fukuyama'nın tezinin Türkiye gibi kimi ülkelerin aydınlarını uyutması yeterli değildi. ABD'nin hegemonyasını sürdürebilmek için tüm Batı dünyasını ve bu sistemin çevresindeki ülkeleri yeni bir soğuk savaş benzeri konumlanmaya hazırlamak gerekiyordu. Huntington'un tezine göre "Medeniyet kimliği gelecekte, gittikçe artan bir şekilde önem kazanacak, dünya büyük ölçüde belli başlı 7 ya da 8 medeniyet arasındaki etkileşimle şekillenecekti. Bunların içinde, Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri giriyordu. Geleceğin önemli mücadeleleri bu medeniyetleri birbirinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca meydana gelecekti.. ABD'nin kendi küresel konumunu belirleyebilmek ve hegemonyasını sürdürmek için yeni düşmanlara ihtiyacı vardı. Huntington düşmanı bulmuştu: Çin ve Arap dünyası. "Batı'nın menfaatine olan şey, kendi medeniyeti içinde bilhassa Avrupai ve Kuzey Amerikan unsurları arasında daha büyük bir birlik ve dayanışmayı ilerletmek; kültürleri Batı'nınkine yakın Doğu Avrupa ve Latin Amerika'yı Batı toplumlarına katmak; Rusya ve Japonya ile işbirliğine dayalı yakın ilişkileri geliştirmek ve sürdürmek; medeniyetler arasındaki mahalli mücadeleleri büyük savaşlara dönüştürecek kışkırtmaları önlemek; Konfüçyen ve İslami devletlerin askeri 201 kapasite tenkisatını hafifletmek ve Doğu ve Güneybatı Asya'daki askeri süperliğini devam ettirmek, Konfüçyen ve İslami devletler arasındaki farklılık ve ihtilafları kullanmak" ifadeleriyle Huntington tezini özetliyordu. Fukuyama'ya göre, İslam; sürekli olarak moderniteyi tamamıyla reddeden Usame bin Ladin ve Taliban gibi insanlar üreten tek kültürel sistemdi. Bu durum, bu insanların geniş Müslüman toplumunu ne kadar temsil ettiği sorusunu da beraberinde getiriyordu. 11 Eylül'den bu yana Doğulu ve Batılı politikacıların buna verdiği cevap, teröristlere sempati duyanların Müslümanların çok küçük bir azınlığını oluşturduğu. Müslümanları bir grup olarak nefretin hedefi olmaktan korumak için bunu söylemeleri önemli ve gerekliydi. Sorun, Amerika ve onun temsil ettiği şeylere olan nefretin açıkça bundan çok daha geniş bir yayılım alanı olmasıydı. Elbette intihar görevlerine giden ve ABD'ye komplo kuran kişilerin sayısı çok azdı. Fakat yıkılan kulelerin görüntüsünden alınan zevk ve ABD'nin hak ettiğini bulduğu duygusu, sonradan reddedilse de, birçok insanın ilk hissettiğiydi. Bu standarda göre Müslümanlar arasında teröristlere sempati duyanlar 'küçük bir azınlık'tan daha çoktu. Mısır'daki orta sınıftan Batı'daki göçmenlere kadar bu geniş nefret İsrail'e verilen destek gibi Amerikan politikalarına karşı olmaktan çok daha derin bir şeyleri temsil ediyordu. Belki, birçok yorumcunun düşündüğü gibi nefret, Batı'nın başarısı ve Müslümanların başarısızlığından kaynaklanan kıskançlıktan doğuyordu. Fukuyama böylece ABD'ye yapılan saldırının uyandırdığı tepkiler hakkındaki doğru bir gözlemi yetersiz bir nedene bağlıyordu. Bir şekilde Müslümanların çoğu Batı’nın yok saydığı bir kavramı unutmuş değillerdi; bu kavram emperyalizmdi. Ama öte yandan Fukuyama İslam dünyasının başarısızlığından söz ederken oldukça haklıydı. Fukuyama tarihin sonunun geldiğini iddia ettiğinde 21. yüzyılı belirleme iddiasındaki bu tezin aslında 21. yüzyılın ne kadar gerisinde olduğunu pek az insan fark etti. Tarihin sonu tezi determinist bir tarih anlayışına ve aynı zamanda evrensel bir doğru iddiasına dayanıyordu ve bu iki kavram da 19. yüzyılın Newton fiziğinde yer alıyordu. Oysa 20. yüzyılda bilim dünyası devrimsel atılımlara şahit olmuştu ve bu atılımlar bilimsel değerleri yanında insanın düşüncesinde neden oldukları değişim ile de öne çıkmışlardı. 20. yüzyılda bilim felsefesi artık geleneksel felsefenin yerini almaya başlamıştı. Einstein’ın görelilik ve çekim kanunları, Planck ile başlayan kuantum mekaniği Newton mekaniğinin geçerli olduğu sınırları belirlemiş ve onun evrensellik iddiasına son vermiş; Heisenberg’in belirsizlik ilkesi ise belirlenimci nedensellik anlayışını yıkmıştı. Bu aşamalardan sonra bilimdeki nedensellik ilişkisinin determinist değil olasılıksal olduğu anlayışı güçlenmeye başlamış, kaos teorisi ile birlikte ise görebildiğimiz ve dokunabildiğimiz evrende bile determinist bir yaklaşım çerçevesinde olguların önceden bilinebileceği yanılgısına son vermişti. Dolayısıyla Fukuyama tarihin son aşamasının liberal kapitalizm olduğunu vaaz ederken Marx'ın insanın toplumsal sürecinin komünizmde son bulacağı kehanetine benzer bir iş yapıyordu. Zaten Fukuyama da metodunun Marx'ınki ile benzer olduğunu kabul ediyordu. Huntington, daha sonra kendisiyle yapılan söyleşilerde de Çin'e ve Çin-İslam ülkeleri işbirliğine özel bir önem veriyordu. Önemli olan soğuk savaş sonrası dönemde Batı ülkeleriyle Rusya ellerindeki askeri gücü azaltırken, İslam, Konfüçyüsçü, Hindu ve Budist ülkelerin askeri güçlerinin arttırıyor olmasıydı. Çin'in Batı karşıtı askeri güçlerin geliştirilmesindeki rolü çok önemliydi. Eski Sovyet devletlerinden silah satın almakta, uzun menzilli füzeler geliştirmekteydi. Ayrıca Çin, nükleer silah ve füze imalinde 202 kullanılabilecek silah teknolojilerinin de, özellikle Libya ve Irak'a yönelik başlıca ihracatçılarındandı. İran'a nükleer teknoloji satmış, Kuzey Kore'de bir nükleer silah programına sahipti. Batı kendini savunmaya çalışmak zorundaydı. Huntington'a göre eğer demokrasi serbest piyasa, hukuk devleti, sivil devlet, bireycilik ve Protestanlık Latin Amerika'da kök salabilirse, Batı kültürüyle organik bağları olan bu kıta, Batı ile kaynaşabilir ve ABD ve Avrupa ile birlikte Batı kültürünün üçüncü ayağı olabilirdi. Ancak yazara göre, Asya toplumları ile böyle bir kesişme mümkün değildi. Tersine her geçen gün daha çok palazlanan Asya'nın Batı'ya ve özellikle de ABD'ye kafa tutması kuvvetle muhtemeldi. Fukuyama ile Huntington arasındaki tartışma 2000 yılında da devam ederken Fukuyama, Foreign Policy dergisinde "Uluslararası ana kırılma çizgileri medeniyetler arasında değil, küreselleşmeyi kabullenenlerle, ya Afganistan veya Kuzey Kore gibi reddeden ya da Rusya gibi bir sebepten ötürü oyunu kurallarına göre oynamayan ülkeler arasında oluşuyor." demekteydi. Huntington, The Observer gazetesindeki röportajında Suudi terörist Bin Ladin’in İslam ve Batı dünyasını birbirine düşürmeye çalıştığını savunmuştu. ABD'nin eski Ankara büyükelçisi Abramowitz'in Foreign Policy dergisinde yayımlanan bir yazısında ifade ettiği Türkiye'nin gelecek 10 yıl içinde ya orta büyüklükte bir güç olacağı ya da parçalanacağı yolundaki sözleri de yukarıdaki anlamda sorgulanmalıydı. O vakit görülecektir ki, tüm bunlar öngörüden çok, belli stratejik hedef ve içerik taşıyan sözlerdi. Genel kanı Kosova'ya yapılan müdahalenin Huntington'un tezini yanlışladığı yönündeydi. Ancak bu değerlendirmelerde mesela Kosova'nın Karadeniz üzerinden gelecek bir boru hattının potansiyel güzergahı olduğu bilgisi eksikti. Yine ABD'nin bu müdahale ile hem Rusya'yı Akdeniz'den uzak tutma, hem de Almanya'nın bölgede artan gücünü dengeleme politikası güttüğü bilgisi de eksikti. Aslında Balkanlardaki bu güç mücadelesi, Yugoslavya'nın yıkılması ve Bosna'da yaşananlara kadar uzanıyordu. (256) Erol Mütercimler, o dönemi tanımlarken jeostratejik bir yaklaşımla şu yorumu yapıyordu. Asıl savaş ABD-Almanya-Rusya arasında geçmekteydi. Soğuk savaşın galibi ABD, sıcak savaşa cephe açtıran Almanya'ya karşı tüm yolları kapatmış görünüyordu.‘68 kuşağından A.B.D Başkanlığı’na seçilmiş olan Clinton, bir soykırım ile karşı karşıya olan MüslümanArnavut Kosova halkını kurtarmak için, "Hıristiyanların ezici çoğunlukta olduğu NATO"nun, "Ortodoks-Sırp" saldırısına karşı savaş ilan etmesiyle, Bosna katliamını da aynı biçimde sona erdirmiş bir kişi olarak, artık yeni yüzyılın farklılığını yapısal bir biçimde işaret etmiş oluyordu. Huntington'un medeniyetler tanımlaması içinde Slav Ortodokslar Batı Medeniyeti'nin dışında tanımlanıyordu. Aslında Kosova sürecinin Huntington ile çelişen bir yanı yoktu. Üstelik bu müdahalenin Huntington'un tezinden bağımsız iki önemli boyutu daha vardı. Birincisi, Almanya'yı dengelemek, ikincisi potansiyel bir petrol boru hattı güzergahı üzerinde olan Kosova'yı denetlemek. Edwar Said gibi kimi düşünürler ise Huntington'a savaş kışkırtıcısı olduğu için karşı çıkıyorlardı. "11 Eylül'deki korkunç olaylardan bu yana süren tartışmada, genellikle sinsice ve üzeri örtülü bir biçimde vurgulanan şey, Batı'nın dünyanın geri kalanıyla karşı karşıya olduğudur. Patolojik olarak motive edilen küçük bir grup çılgın militanca gerçekleştirilmiş, dikkatle planlanmış korkunç intihar saldırısı ve kitle katliamı, Huntington'ın tezlerinin bir kanıtı haline getirildi. Meselenin ne anlama geldiğini görmek yerine -ki bu durumda büyük fikirlerin küçük bir çılgın fanatik çetesi tarafından cinayet amacıyla gasp edilmesinden bahsedebiliriz" diyordu merhum Said. Huntington'un amacı 203 ABD hegemonyasını ideolojik olarak desteklemekti. (257) 11 Eylül olayları, "kazananlar" ve "kaybedenler" arasında büyüyen uçurumun artık sürdürülemez bir boyuta geldiğinin açık sinyalleri olarak algılanılabilirdi. Farklılıkları bir çatışma nedeni olarak görmek uygarlık olamazdı. Yuri Dikhanov ve Micheal Ward'ın 'Measuring the Distribution of Global Income' başlıklı Dünya Bankası çalışması verileri temel alınarak, Robert H. Wade tarafından hazırlanan rapora göre zenginler ve fakirler arasındaki uçurum büyüyordu. 11 Eylül ve onu takip eden gelişmeler, diyalog ve hoşgörü çabalarına çok büyük hız verdi. Diyalog ve hoşgörünün, insani bir istek, gerçekleştirilmesi zor bir hayal ve fantezi olmadığı, bunun bir zorunluluk ve sorumluluk olduğu gerçeğini gündeme getirdi. Ağzından mı kaçtı, aklından geçeni mi söyledi, yoksa “Allah mı söyletti” bilinmez, ama bu hareketin, “bir haçlı seferi” olduğunu söyleyen ABD Başkanı başta olmak üzere, bütün politikacılar, din adamları diyalog ve hoşgörü olmadan olmayacağını anladılar. Müslüman temsilcilere gittiler. Camileri, cemaatleri ziyaret ettiler. Diyalog yolları aramaya başladılar. Hepsinden önemlisi, sadece yetkili, etkili kişiler değil, sıradan insanlar “İslam” dinine karşı büyük ilgi duydular. İslam’ı daha yakından tanıma gereğini ve gerçeğini hissettiler. Çünkü dünyada birden bire, “İslam” dini, sanki bu olanlardan sorumluymuş gibi bir hava estirildi ya da estirilmeye çalışıldı. Bu noktada yine insan, arayan, soran, sorgulayan insan, onun sağduyusu öne çıktı ve galip geldi. Sıradan insanlar kitapçılara koştular. Kuran-ı Kerim ve İslam dini üzerine yazılmış kitapları aldılar. İslam’ın barbar, öcü ve olanların sorumlusuymuş gibi gösterilmesine bir tepkiydi bu. İnsanlar, söylenenlere inanmak yerine, kendileri araştırıp gerçeği bulmak istiyordu. Çünkü bu insanlar, hiç sorup sorgulamadan, asılsız, kasıtlı bir propaganda yalanından ötürü, atalarının yüzyıllarca savaştıklarını çok iyi biliyorlardı. 11 Eylül olaylarının Amerika'nın Ortadoğu politikasına duyulan tepkinin bir sonucu olduğu şeklindeki yorumların, ortaya çıkan bu olağandışı terör eylemlerini açıklamadaki önemi yadsınamazdı Bununla birlikte "11 Eylül"ün kökeninde aslen ekonomik, siyasi, toplumsal eşitsizlikleri yoğunlaştırarak yaygınlaştıran neoliberal dengesiz küreselleşme olduğu kesindi. Serbest piyasa mantığına dayalı neoliberal küreselleşmenin teknolojik değişim ve yeni pazarlara ulaşabilme potansiyeli sağladığı ve dolayısıyla yeni fırsatları beraberinde getirdiği şüphesizdi. Fakat daha sonra bu tarz küreselleşmenin aynı zamanda, gerek ülkeler arasında gerek ülkelerin kendi bünyelerinde ciddi dengesizlikler yaratmıştı ve son yıllarda bu dengesizlikler daha da belirginleşmişti. Artmakta olan dengesizliklerin yol açtığı eşitsizliklerden olumsuz olarak etkilenenlerin tepkilerini çeşitli şekillerde gösterdiklerini ve bu tepkilerin kimi zaman terör eylemlerine dönüştüğü göz ardı edilemezdi. Kültürel farklılıklara daha duyarlı ve kültürlerarası diyaloğa daha açık bir dünyanın oluşması, dengeli bir küreselleşmenin kilit noktası sayılabilecek bir başka boyutuydu. Küreselleşmenin kültürel boyutuna daha fazla duyarlı ve farklı kültürlere karşı daha hoşgörülü olan bir yaklaşımın gerekliliği "11 Eylül" ün beraberinde getirdiği bir gelişme olarak öne çıkmalıydı. Batı'da kimi zaman Berlusconi gibi siyasetçilerin demeçlerinde kendini açıkça ele veren bir İslam düşmanlığı sergilenmekteydi. Batılı ülkelerin çoğunda İslam'a karşı ortaya çıkan tutumu düşmanlık olarak nitelendirmek haksızlık olabilirdi. Ancak ayırımcı ve olumsuz bir tutumun varlığı da kullanılan bütün retoriğe rağmen açıkça gözlenebilmekteydi. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan birçok araştırma bugün dünyada yaşadığımız 204 eşitsizliğin ve yoksulluğun boyutlarını açıkça ortaya koymaktaydı. BM İnsani Gelişme Raporu'na göre, 1990'ların sonunda dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan %20'lik bölümü dünya hasılasının %86'sına, en alt dilimindeki yüzde %20'si de %1'ine sahipti. Dünyada günde 2 doların altında gelirle yaşayanların sayısı 3 milyarı bulmaktaydı. Eğer en alt yoksulluk sınırını 1 dolar kabul edersek, 1990'ların ortasında, gelişmekte olan ülkelerin toplam nüfusunun %33'ünü meydana getiren 1.3 milyar insan bu sınırın altında gelir elde etmişti. Dünyadaki en zengin 200 kişinin sahip oldukları servet ise, yeryüzündeki en yoksul 2,5 milyar insanın toplam gelirinden fazlaydı. Dünyadaki en zengin 3 kişinin (ABD'li) servetlerinin toplamı, en yoksul 48 ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasından yüksekti. Uluslararası servetin ve gelirin eşit olmaktan çok uzak bir şekilde dağılmasının yanı sıra, bu eşitsizlik giderek daha da derinleşmekteydi. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) hesaplamalarına göre gene 1 doları sınır alırsak, bu sınırın altında yaşayan insanların genel nüfusa oranı, 1985-1990 arasında, Sahra Afrikası ülkelerinde yüzde 53.5'ten 54.5'e, Latin Amerika'da 23'ten 27.8'e çıkmıştı. 19901998 arasında, 80 ülke on yıl öncesinde olduğundan daha az ortalama gelir elde etmişti. (258) Samuel P. Huntington, 1997 yılında yazdığı (Foreign Affairs, Eylül-Ekim 1997) makalesinde ağzındaki baklayı çıkarıyordu: "Soğuk savaş olmadan ABD ne yapacak?": Soğuk savaşın sona ermesi ve Amerikan toplumundaki sosyal, entelektüel ve nüfusla ilgili değişimler Amerikan kimliğini sorgulamamıza yolaçtı. Yeni dünya düzeniyle birlikte kendilerini güvencede hissedecekleri bir ulusal kimlik duygusundan yoksun kalan Amerikalılar, ulusal çıkarlarını belirleyemez hale geldi ve bunun bir sonucu olarak Amerikan dış politikasını etnik çıkarlar yönetmeye başladı." "ABD'nin düşmana ihtiyacı var"dı. (259) Huntington, Foreign dergisine yazdığı makalelerle ABD'nin politikanın ne olacağını 9 yıl önceden haber vermişti: "ABD yıkılmak istemiyorsa yeni bir düşman bulmak zorunda". Bu düşmanın 11 Eylül 2001'de bulunduğu düşünülebilirdi. Olaydan sonra NPQ dergisinde çıkan röportajında şöyle diyordu: "Usame bin Ladin, Batı uygarlığına, özellikle de ABD'ye savaş ilan etti. Dünyadaki müslüman topluluklar Bin Ladin'in peşinden giderse, bu 'uygarlıklar çatışması" anlamına geliyor."du.(260) TÜRKİYE MODELİ Huntington, İslam ülkelerine Türkiye modelinin pazarlanmasını öneren makalesinde şunları söylüyordu: Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından vazgeçer; modernleşme ve demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye daha çok ağırlık verirse, bütün dünyaya ve İslam'a büyük bir model olur. Türk demokrasisi, Türk değerlerine dayanmalı ve İslam değerleri, Türkiye'nin kültür mirasının bir parçası olmalıdır. Türkiye, işleyen bir demokrasiye sahip olan tek İslam ülkesi. Demokrasinin mutlaka laik bir temele dayanması gerekmez. İslam ile demokrasi bağdaşabilmeli. Laiklik de Türk kültürünün bir parçası. Ama insanlar 'ya demokrasiye inanırsın ya da İslam'a' gibi bir durumla karşı karşıya bırakılmamalı. Kişinin hem İslam'a hem de demokrasiye bağlı olması mümkün olmalı." (261) Türkiye tipi Türk müslümanlığı modelimiz anlaşılması güç laiklik anlayışı ve Kemalizm rejimimiz nedeniyle İslam ülkelerinde itici bulunuyordu. ABD, Şahinlerin zoruyla işgal ettiği Irak'ta kalıcı olmak için Araplar ve müslüman dünyasında üzerinde kullanılabilir yeni bir İslami demokrasi modelinin peşindeydi. Irak'a yönelik savaşı en fazla eleştirenlerden New York Üniversitesi profesörü, genç 205 Noah Feldman'a Irak'ta yeni İslam tipi demokrasinin hukuki ve toplumsal altyapısını oluşturması için ABD Başkanı George W.Bush tarafından özel görev verilmişti. Satışa yeni sunulan Noah Feldman'ın 'After Jihad - America and the Struggle for Islamic Democracy' (Cihad'dan Sonra - Amerika'nın İslami Demokrasi için Mücadelesi) kitabı, Irak ve İslam dünyasına monte edilecek yeni model konusunda fikir veriyordu. (262) Kanada'nın Quebec eyaletinde yayımlanan Montreal Gazette'ın 12 Mayıs 2003 tarihli nüshasında Riad Saloojee imzasıyla bu konuda ' Batı ve İslam dünyasında anlayış ayrışması' başlıklı bir yorum yayımlandı. Ayrıca makalede 90'ına dayanmış Princeton Üniversitesi profesörü Bernard Lewis'ın son kitabı The Crisis of Islam-Holy War and Unholy Terror' (İslam'da Kriz-Kutsal Savaş ve Kutsal Olmayan Terör)da takdim edilmişti. İki kitap özet olarak 11 Eylülden sonra iki din ve kültür arasındaki derin bölünmeyi masaya yatırarak müslüman dünyasının neden Batı'dan nefret ettiğini sorguluyor ve çözüm önerisi getiriyordu. Lewis müslümanları toptan Batı karşıtı olmakla suçlarken, Feldman, yeni bir model gündeme getiriyordu. Lewis ile Feldman'ın İslam modeli anlayışlarını karşılaştırarak yeni İslami demokrasi modelini inceleyen makale, Lewis'in laiklik çorbası yapılmış İslam önermesinin iflasına ( Türkiye'deki içi boşaltılmış pörsümüş Türk müslümanlığı demokrasi modelinin sükutu) mukabil, Feldman'ın daha akılcı son dönemde yeşeren yeni modele atıfda bulunuyordu. Türkiye'deki AKP'nin bu modelin ilk kobayı olduğu sonucu buradan çıkartılabilirdi. Lewis, hangi Amerikan yönetimi olursa olsun Ortadoğu ve Arap dünyasının ABD'den ve Batı'dan nefret etmeyi sürdüreceği önyargısında bulunurken, tezini tarihi delillerle ve müslüman davranış, inanç adet ve gelenek altyapısını gösteren sunumlarla süslüyordu. Lewis, müslüman dünyasında İslam'ı doğru düzgün anlatması ile ünlenmiş bir oryantalist olmasına, Irak savaşına karşı çıkarak Washington'un tepkisini çekmesine karşın yine de Amerikancı entellektüelliğini ustaca kendi vatanı lehine sadece bizlere değil karşıtlarına bile kabul ettirmiş bir uzmandı. Mesela Şahinlerin piri, Türkiye'yi tehdit eden açıklamalarından dolayı ünlenen, Yahudi lobisinin en düzey adamı ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Şahinler ekibindendi, ama Irak ve Ortadoğu konusunda Lewis'in yolundan gidilmesini savunuyordu. Lewis'in Ortadoğulu tanımına göre bu ülkelere demokrasi götürmek için asker, güç, diktatör kullanılmalıydı; yani baskı elzemdi. Lewis, Türkiye'yi AB ile ABD arasında seçim yapmasını istiyor, iki kocalı olmasını sorunlu buluyordu. ( 263) En iyi örnek model bir zamanlar Türkiyeydi. Lewis'in müslüman dünyası için Türkiye modelini önermesi Ankara'nın gururunu okşamıştı. Lewis, Kemalizmi övüyordu; laiklik anlayışımızın ihracını mümkün sanan Lewis'i Ankara'nın derinleri alkışlıyordu. Lewis'in kastettiği model Anadolu müslümanlığı modeli değil, Ankara'nın resmi ideolojisinin irtica fobisi ile diken üstünde tuttuğu, 28 Şubat'la dibe vuran ölü modeldi. Noah Feldman, Lewis'dan daha iyimser ve realistti. Dünya tarihinde hiç bir zaman müslümanlığın Batı ve Doğu sentezini benimseyerek bu kadar sıcak bir etkiletişim süreci yaşamadığına dikkat çekerek, siyah-beyaz yorumlara karşı çıkıyor, İslam'ın demokrasi ile bağdaşabileceğini ve verimli çalışabileceğini savunuyordu. Doktorasını Oxford'da ' İslami Düşünce' üzerine yapan Feldman, İslam'ın liberalleşmesi, modern İslam ve eski modeller konusunda şaşırtıcı derinlikte bilgilere sahip bir isimdi. İslam'ın demokrasiyi içselleştirebileceğine inanmakla kalmıyor, bölgesel olarakta uygulanabileceğini belirtiyordu. Bush'un onu bu teorisi nedeniyle Irak'ın demokrasi yapılandırılmasında seçmesi, çok akıllıca bir girişimdi. 206 İngiltere'de dinden gelen hukuki bölümlerin oldukça yüksek oranda olduğunu belirten Feldman'ın tezi ' müslüman ülkelerde İslam Şeriatının uygulanabilir kısımlarını anayasa ve hukuk sistemlerine alıp uygulamayalım' hoşgörüsüne dayanıyordu. Bu önerinin ilk kobay uygulama yeri Kanada'ydı. İslam Şeriat mahkemeleri kurulması ile ilgili yasa bir milyon müslümanın yaşadığı ülkede 2003 sonu itibarıyla yasalaşmak üzereydi. Bu öneri Osmanlı döneminde uygulanan Kanuni Esasi diğer adıyla Mecelle'nin modern biçimiyle demokratik teamüllerin uygulanması gibi algılanabilirdi. Bunu önermesinin sebebi müslüman ülkelerdeki nüfusun taleplerini gözardı etmeyerek demokrasiyi yerine getirmek ve sonuç olarak İslam'a karşı gibi algılanan ABD'yi temize çıkartarak Amerikan düşmanlığını azaltmaktı. Türkiye, Güney ve Güneydoğu Asya; Pakistan ve Arap dünyasının modellerini tek tek masaya yatıran Feldman, petrol zengini, krallık veya petrolü olmayan ancak kültür veya tarihi altyapılarına göre baskıcı değişik diktatör rejimlere sahip bu ülkelerde ABD'nin eskileri ortadan kaldırıp demokrasinin yerini alması için olumlu bir atmosfer oluşturmasını istiyordu. Bir nevi İslam dünyasını globelleşme sürecine katıp entegre etmek için Feldman, İslam şeriatı ile demokrasinin evlendirildiği bir model öneriyordu. Bu öneriye göre Türkiye'de askeri darbelerin tarihe karışıp, ılımlı model AKP'nın devamı gerekiyordu. 'İslam dünyasında yaşıyanlar artık eğitimli, daha inançlı, bilinçli ve içinde bulundukları durumu çok iyi tartıp demokrasi arayışı içinde' diyen Feldman'a göre; İslam coğrafyasında tutunmak istiyorsa ABD, askeri darbelere, krallıklara, diktatörlere taviz verip desteklememeli, halkın sesine kulak vererek ' İslami demokrasi'yi yerleştirmeliydi. Savaştırmaktan ve kin tohumu ekmekten başka bir işe yaramayan Huntington ve Kemalizm Türkiyesini alkışlayan Lewis modelinin ölmesi bizim derin Ankara'nın demode laikçilerini epey üzeceğe benziyordu. Eğer Bush, Feldman'ın önerilerini hayata geçirirse AKP'nin devrilmesi için askerleri kışkırtanlar moraracaktı. Irak'dan sonra tüm İslam ülkelerinde de halka rağmen konumlarını koruyan antidemokratik rejim ve liderler yolcu gibi gözüküyordu. Bazılarına göre AKP iktidarı ile Türkiye'de denenmeye başlanan yeni modelin tutması, Irak ve diğer müslüman ülkeler için umut veriyordu. ABD'nin yeni İslami demokrasi modeli, müslüman halk tarafından benimsenirse bugüne kadar halka karşı yönetimleri destekleyen ABD imajını yenileyebilirdi. ABD, eğer müslüman ülkelerinde sempatik karşılanmak istiyorsa başka çaresi de yoktu. ABD'nin ayakları yere basmaya başlamıştı. Ankara'nın laiklik bekçilerinin yeni modeli absorbe etmesi güçtü. Bu nedenle Türkiye modeli beklentisi hüsnü kuruntuydu. Tüm dünyada dini duygular güçleniyordu, dolayısıyla anayasadan, hukuka, siyasi metinlere, savaşlara kadar dinsiz bir medeniyet düşünülemezdi. Laiklik çatırdıyordu. İngiltere'de 23 Aralık 2003'de yayımlanan Financial Times gazetesinin başyazısında batının, tarihinden dersler çıkarması gerektiği belirtiliyordu. "Savaşta ve diplomaside dinsel canlanış" başlıklı yazıda İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın dinsel inançların uluslararası ilişkilerde itici güç haline geldiği yolundaki değerlendirmesi irdeleniyordu. Avrupalıların da laik sistem içinde çok da rahat olmadıklarını öne süren gazete bu argümanını şu örneklerle destekliyordu: "Polonyalılar, Avusturyalılar ve diğerleri Avrupa Anayasası'nda Tanrı'ya gönderme yapılmasını istiyor. Fransızlar Müslüman kızların başörtü takmasından endişe ediyor. Amerika'da din olgusu giderek güçleniyor. Bir çok Avrupa ülkesi, Avrupa anayasası taslağında "tanrı" ve "Hıristiyanlık" gibi kelimelere yer verilmesi için çabalıyor. Vatikan ile Ortadoks ve Protestan kiliseleri, Kıta'nın sahip olduğu Hristiyan mirasına 207 referans yapılması için konvansiyon içinde güçlü lobi faaliyetleri yürütüyor. Fransa'nın başörtüsünü yasaklaması ve Almanya'nın da bu konuda çalışmalar yürütmesi Avrupa diplomasisinde Hıristiyan değerlerinin yeniden yönlendirici rol almaya başladığını ortaya koyuyor. Amerika'da din olgusunun giderek güçlendiğini belirten gazete, ABD'li yöneticilerin söylemlerine de yer veriyordu. Amerikalı General Willam Boykin, terörle savaşı anlatırken "bunun şeytanla savaş" olduğunu söylemiş ve "Bizden nefret ediyorlar çünkü biz inançlı, Hristiyan bir toplumuz" demişti. ABD Başkanı George W. Bush da modern bir haçlı seferi başlattığını ima etmiş ve "Bizimle olanlar ve olmayanlar" diyerek dünyayı ikiye ayırmıştı. Bush'un her hareketini 'Tanrı bizim yanımızda olacak' şeklinde dile getirmesi, dini söylemle harekete geçmesi, başlattığı savaşı tanrı adına yapıyor olması, üstelik hedefin Müslüman ülkeler olması bir dinler savaşına mı tanık oluyoruz sorusunu akla getirmekteydi. 11 Eylül saldırısına karşı Bush'un ilk tepkisi teröre karşı 'haçlı savaşı' çağrısı oldu. Dahası Bush'un Evangelistlerin alkış tuttuğu İslam'ın "Kötülükler dini' ve 'sahte din" olduğunu vurgulaması Müslümanları ciddi anlamda rahatsız etti. 'Bizden değilseniz bize karşınız', 'Biz Tanrı tarafından seçilmiş ve tarih tarafından dünya adaleti için model olarak görevlendirilmiş bir ulusuz' sözlerinin Bush tarafından sıklıkla söylenmesi kendilerinin dünyanın tek süper gücü olduğunu ifade eden, hatırlatan söylemlerdi. ABD Başkanı Bush başka bir konuşmasında da şöyle demişti: 'Bizim askeri gücümüz, moral değerlerimiz dünyaya hakim olacak.' Financial Times'e göre, İsrail-Filistin anlaşmazlığının temelinde kutsal topraklar için verilen mücadele yatıyordu. Soğuk savaş sadece Sovyetler Birliği ve tampon devletlerini çözmekle kalmadı, Bosna, Çeçenistan ve Kosova örneklerinde olduğu gibi merkezinde din çatışmaları olan anlaşmazlıkları da yeniden alevlendirdi. Gazete, Hindistan ile Pakistan arasındaki gerginliği, Pakistan'da Islamcıların, Hindistan'da da Hindu fanatizminin (Hindutva) yükselişine bağlıyordu. Hindistan yönetiminde bulunan milliyetçi ve fanatik parti, ülkede Hindu-Müslüman çatışmalarını kışkırtıyordu. 2003 yılında çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu 6 bin Müslüman, Hindistan'ın Gucurat eyaletinde fanatik Hindular tarafından yakılarak öldürüldü. Burma ve Sri Lanka ülkelerinde de Budist milliyetçiliğin hızlı bir şekilde büyüdüğü ve Müslümanlara yönelik saldırıların da (büyük çoğunluğu devlet destekli) son iki yılda üç misli arttığı belirtiliyordu. Financial Times yazıyı şöylece noktalıyordu: "Zaten Ladin'in istediği de buydu. Bunun ortadan kaldırılması için Batı'nın müslümanları cihadcıların kucağına itecek politikalardan uzak durması gerekiyor." (264) Matrix'in ısmarlama tezlerini ABD derin devletinin talimatı ile yıllardır pazarlayan Fukuyama ile Huntington, 11 Eylülle öngördükleri sonucu alsalarda tüm dünyada yayılan ırkçılık ve dinsel uyanış Noah Feldman'ın yazdığı tezi uygulanabilir kılmıştı. Lewis gibi yaşlı kurtlar artık emekli edilmeliydi. Medeniyetler savaşı tezi, ABD'nin sonunu yakınlaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. 208 CHAPTER 15 MAXRİX’İN İNFAZI ABD Başkanı Barack Obama'nın El Kaide lideri Usame Bin Ladin'in Pakistan'daki villasında 3 Mayıs’ta öldürüldüğünü açıklamasından sonra komplo teorisyenleri son hız çalıştı. Usame Bin Ladin'in ABD tarafından nasıl öldürüldüğü henüz netleşmemişken, El Arabia televizyonu Bin Ladin'in kızının ifadelerine yer verdi. Buna göre, Bin Ladin sağ olarak ele geçirilmiş ve sonra başından vurarak infaz edilmişti. ABD ordusu ise Bin Ladin'in çatışma sırasında öldüğünü duyurdu. Bin Ladin'in 12 yaşındaki kızının "Babamı canlı ele geçirdiler, sonra öldürdüler" açıklamasının ardından ABD'nin operasyon için Pakistan'dan izin almadığı hemen ortaya çıktı. Bu arada Bin Ladin'le birlikte evde bulunanların kimlikleri ve sayılarına ilişkin farklı açıklamalar yapıldı. Pakistan güvenlik makamları iki kadın ile birlikte yaşları 2 ve 12 arasında değişen altı çocuğun gözaltına alındıklarını belirtirken, bazı kaynaklar tutuklananların sayısını 16 kişi olarak verdiler. Operasyonda Bin Ladin'in eşlerinden en genci olduğu bildirilen 29 yaşındaki Emel Ahmed Abdül Fetih'in de öldürüldüğü ileri sürülmesine rağmen, bu bilgi doğrulanmadı. Bir başka iddia da Bin Ladin'le birlikte ölü ele geçirilen bir kadın olduğu ancak eşi ya da akrabası olmayan bu kadının, Bin Ladin'e kendisini siper ettiği şeklindeydi. Kamuoyunun kafası karıştı. Bin Ladin'in ailesinin başkent İslamabad yakınlarındaki Rawalpindi kentine götürüldüklerini ve tedavi altına alındıklarını belirten bir başka yetkili, evde çocuklar ve Ladin'in eşinin yanı sıra ailenin özel doktoru olduğu beklirtilen bir de Yemenli kadının bulunduğunu kaydettiler. İleri sürülen bir başka iddia da, ABD güçlerinin helikopterlerde yer olmadığı gerekçesiyle, ev sakinlerini gözaltına almadığı yönündeydi. ABD özel timlerinin evden sadece Bin Ladin ile oğlunun cansız bedenlerini helikoptere aldıkları da ifade edildi. Kimi Pakistanlı kaynaklar, Bin Ladin'le birlikte öldürülen oğlunun, yaralı halde bir başka helikoptere konduğunu belirtilen, yine Pakistanlı diğer görgü tanıkları ise Ladin'in oğlunun operasyonda öldürüldüğünü ve cansız bedeninin helikoptere konduğunu söylediler. Üst düzey bir Amerikalı yetkili, dünyanın en çok aranan adamının, tünel ya da sığınağı olmayan bir evde yaşamayı seçmesini şaşırtıcı buldu. Bin Ladin'in yaşadığı evin sahipleri olan Arşad ve Tarık Han adlı kardeşlerin de bölgenin seçkin ailelerine mensup oldukları belirtildi. Yetkililerin kendilerine ve işlerine dair ayrıntılı bilgi sahibi olmadıkları kardeşlerin, bölgedeki yoksullara içecek su ve yiyecek yardımında bulundukları, tüm ramazan boyunca da evlerinde iftar daveti verdikleri kaydedildi. İngiltere'de 3 Mayıs 2011 sabahı yayımlanan gazetelerin manşetinde tek haber vardı; El Kaide lideri Usame bin Ladin'in öldürülmesi. İşte gazetelerin manşetleri: Daily Telegraph: Karısının arkasında sinerek öldü. Independent: Bir adamın savaşı. Times: Adalet yerini buldu. Guardian: ABD aradığı adamı buldu. Ama nasıl oldu da bin Ladin bu kadar uzun süre saklanabildi? 209 Financial Times: ABD bin Ladin'in ölümüyle coştu. Gazetelerin haber ve yorumlar da, operasyonun ayrıntıları kadar olası sonuçları üzerine odaklanıyordu. Guardian, Obama yönetiminin Pakistan'dan, bin Ladin'in nasıl oluyor da askerlerle dolu bir bölgede bu kadar uzun süreyle saklanabildiğine ilişkin bir açıklama beklediğini yazdı. Gazete, Obama'nın ulusal güvenlik danışmanı John Brennan'ın ''bin Ladin'in saklandığı koşullara bakıldığında Pakistan içinden destek almadığını düşünmemek tahayyül edilemez'' sözlerine de yer veriyor haberinde. El Kuds el Arabi gazetesinin genel yayın yönetmeni Abdülbari Atwan da bin Ladin'le mülakat yapmış olan gazetecilerdendi. Atwan, Guardian'da yayımlanan yazısında ''dileği gerçekleşti'' diye yazdı bin Ladin için. 1996'da görüştüğü bin Ladin'in en büyük arzusunun bir şehit olarak ölüp cennete gitmek olduğu sözlerini aktaran Atwan, ''İlk dileği gerçekleşmiş görünüyor, ikinci dileği konusunda ise karar Tanrı'nın'' dedi. Bin Ladin'in korumasına olası bir baskında sağ ele geçmesini önlemek için kendisini öldürmesi talimatı verdiğini anımsatan Atwan, pazar gecesi düzenlenen operasyonda korumasının bu talimatı yerine getirdiği söylentilerinin de bulunduğunu aktardı. ''Asıl olarak El Kaide bundan sonra ne yapacak'' sorununun yanıtını arayan Atwan, şu noktaların altını çizdi: ''El Kaide yapılanması öyle bir evrim geçirdi ki, bin Ladin'in ölümü örgütü derinden etkilemeyebilir. Bin Ladin ve yardımcısı Ayman el Zevahiri'nin başında olduğu piramidin yerini örgütle bağlantılı, başlarında birer emirin bulunduğu gruplardan oluşan bir ağ yapılanması aldı.'' ''Görev ve yetkiler de büyük ölçüde aşağı kademelere doğru yayılmış durumda. Böylece herhangi bir liderin yakalanması ya da öldürülmesi durumunda gruba yönelik darbenin asgaride tutulması hedefleniyordu. İşin ilginç yanı, bu yapılanmanın faydaları Amerikan ordusu tarafından Afgan ve Arap mücahidlere Sovyet işgali sırasında öğretilmişti.'' Örgütün liderliğini üstlenmesi beklenen Zevahiri'nin bin Ladin'den daha militan olduğunu kaydeden Atwan, hayatlarının büyük bölümünü firarda ve cihad savaşçısı olarak geçiren aralarında Bin Ladin'in oğlu Saad'ın da bulunduğu, bazıları Batı'da yetişmiş yeni bir lider kadronun bulunduğunu belirterek, ''Bin Ladin sonrası El Kaide'nin daha radikal ve 'simgeleşen şehidin' bayrağı altında daha bütünleşmiş bir yapı olma tehlikesi var'' uyarısıyla sonlandırıyor Guardian'daki yazısını. Times yazarı Ben Macintyre da, ''dünyayı yeniden değiştiren gün'' başlıklı analizinde, ''önce 11 Eylül saldırılarında binlerce kişiyi öldürerek, şimdi de ölümüyle hayatlarımızı değiştirdi bin Ladin'' dedi. 12 Eylül 2001'de Amerika Birleşik Devletleri'nin yaralı, öfkeli bir ülke olarak uyandığını anımsatan Times yazarı, ''sonunda da Afganistan ve Irak işgalleriyle, Amerika'nın güç gösterisi algılamalarının dünyada Amerikan karşıtlığı dalgasını tetiklediğini, bunun İslam dünyasında şiddet içerecek bir nitelik kazandığını'' anımsattı. Macintyre, Amerika Birleşik Devletleri'nin bin Ladin'i yakalama ya da öldürme hedefini saplantı haline dönüştürdüğünü kaydederken, ''Şimdi aniden ortadan kaldırılmış olması kartların yeniden karılmasına neden oldu. Dünya bin Ladin'siz daha güvenli olacaktır ama kesinlikle daha basit olmayacaktır'' diyordu. Arap isyanlarına ilişkin kapsamlı bir analiz de Financial Times'ta dikkat çekti. Financial Times muhabiri Roula Khalaf haberinde ''10 yıl önce bin Ladin Arap dünyasında bir kahraman olarak görülüyordu'' diye yazdı. Habere göre, El Kaide liderinin diktatörlere ve diktatörlerin hamisi Amerika'ya karşı şiddete dayalı mücadelesi özgürlüğe ulaşmak için tek yol olarak görülüyordu. Ancak Arap dünyasını sarsan ve rejimlerin barışçı yollarla devrilebileceğini ortaya koyan 210 eylemler boyunca ortada görünmedi bin Ladin ve yardımcıları. ''Bu isyanlarda genç Araplar kendi seslerini bulup, kendi kendilerinin kahramanları haline gelerek, kendi geleceklerini, jihad'dan tamamen farklı bir yolla daha barışçı, çoğulcu bir şekilde şekillendirme arayışına girmişlerdi. Küresel sorunlara değil, kendi ülkelerindeki meselelere sahip odaklanıyorlardı'' diyor Khalaf. Haberde görüşlerine yer verilen, bölge uzmanı Emile Hokayem, ''Bin Ladin'i kahraman yapan öfkeydi. Ama insanlar başka yerde umutlarını görünce Arap toplumunda bir anda anlamsız bir varlık haline dönüştü'' diyordu. Financial Times muhabiri, Arap dünyasında bin Ladin'in yasını tutanların bulunduğu, intikam saldırısı riskinin de ihmal edilemez olduğu, Arap toplumundaki isyanların ve çatışmaların uzamasının El Kaide militanlarına kısa vadede kazanım sağlayabileceği ihtimallerine işaret ederken, ''Ama El Kaide ilham verici bir kavram olarak Arap isyanlarıyla yenilgiye uğratılmış, Obama yönetiminin Müslüman dünyayla uzlaşma arayışıyla da zayıflamıştır'' görüşünü dile getirdi The Guardian gazetesi komplo teorilerine ertesi gün yeniden derli toplu yer verdi: ABD’nin önde gelen komplo teorisyeni Alex Jones: "Bin Ladin’in cesedi yıllarca dondurulmuş olarak saklandı. Amaç onu bir propaganda aracı olarak kullanabilmekti." Jones, 2002 yılında bir Beyaz Saray yetkilisinin kendisine, “bin Ladin’in cesedinin gelecekte kullanılmak amacıyla dondurulduğunu” söylediğini iddia etti. İran Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Cevad Cihangirzadeh: “Batı dünyası bin Ladin’in son yıllarda düzenlediği operasyonlardan çok memnundu. Ama şimdi, Batı, bin Ladin’in sahip olduğu bilgileri sızdırmaması için onu öldürdü. Bin Ladin’in sahip olduğu bilgi altından daha değerliydi. Pakistan’ın Ausaf gazetesi: Pakistanlı bir askeri yetkili, “ABD’nin Pakistan’ı işgal etmek için bahane bulmak adına bin Ladin’i Pakistan topraklarında öldürdüğünü” iddia etti. Yetkili, “ABD, Afganistan’daki savaşı Pakistan’a yaymak istiyor. Ordusunun Pakistan’ı işgal edebilmesine imkan yaratmak için Pakistan’ı suçlamaya çalışıyor” dedi. Suudi Arabistan’ın El Vatan gazetesi: Gazeteye konuşan, ancak adı açıklanmayan bir kişi, “El Kaide’nin iki numaralı ismi Ayman El Zevahiri’nin, ABD’ye bin Ladin’i ele geçirmesi için izin verdiğini belirtti. Kaynağa göre, Zevahiri bu şekilde El Kaide’nin Mısır’ın kontrolüne geçmesini amaçlıyor. Aynı kişi, “Bu amacı gerçekleştirmek için en iyi fırsatın 2004’te, bin Ladin hastalandığı zaman ele geçirildiğini” iddia etti. Bu tarihte, Zevahiri ve lider kadrosu, hasta olan bin Ladin’i öldürüldüğü Abbottabad’a yerleşmeye ikna etti. ABD’li televizyon ve radyo programcısı Glenn Beck: “Bin Ladin, El Kaide’nin nükleer bombasının nerede tutulduğunu biliyordu. Bu bilgiyi sızdırmaması için öldürüldü. ABD Başkanı Barack Obama, nükleer bombanın yerinin kamuoyundan saklanmasını istiyor.” Bleck, aynı zamanda “bin Ladin’in hayatta olabileceğini ve El Kaide’nin nükleer cephaneliğinin yerini öğrenmek isteyen ABD tarafından sorgulanıyor olabileceğini” öne sürdü. Fox News sunucusu Andrew Napolitano: ABD Başkanı Barack Obama, 2012 başkanlık seçimlerinde desteğini artırmak için bin Ladin’in öldürüldüğü konusunda yalan söyledi. Live Science: Obama, 2012 başkanlık seçimlerindeki rakibi milyarder iş adamı Donald Trump’ın, doğum belgesi hakkında başlattığı tartışmaları ortadan kaldırmak için bin Ladin’in ölümünü kullandı. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, uuzn zamandır pek çok politikacının dile getirdiği iddiayı seslendirdi ve terör örgütü El Kaide'nin ele başı Usame Bin Ladin'in öldürülmeden uzun 211 bir süre önce Amerikan güçlerinin elinde ve kontrolünde olduğunu söyledi. İran'ın resmi haber ajansı IRNA'nın haberine göre, Ahmedinejad, Tahran'da yapılan ''Terörizm'' konulu uluslararası konferansa katılan yabancı misafirleri kabulünde yaptığı konuşmada, Bin Ladin'in öldürülmesi konusuna değindi. Bin Ladin'in terörizmle mücadele için değil, ABD iç siyasetinde halkın dikkatini çekebilmek ve oy avcılığı için öldürüldüğünü ifade eden Ahmedinejad, ''Elimizdeki kesin bilgilere göre, Bin Ladin öldürülmeden uzun bir süre önce Amerikan güçlerinin elinde ve kontrolündeydi'' dedi. Ahmedinejad, ABD eski Başkanı'nın, ülke ekonomisini kurtarmak ve oy için Ortadoğu'ya saldırdığını ve bir milyon kişiyi öldürdüğünü, onun halefinin de aynı yöntemle iş başına geldiğini söyledi. Dünyadaki sultacı ve sömürgeci güçlerin yıkılış sürecine girdiğini belirten Ahmedinejad, ''Dünyadaki adil olmayan düzen, mühürlerin (başkanların) değişmesiyle ortadan kalkmayacak'' diye konuştu.Ahmedinejad, ''ABD ve siyonist rejim (İsrail) gidicidir. Kendimizi adaletle dolu bir dünya için hazırlamalıyız'' dedi. İran Cumhurbaşkanı, Bin Ladin'in İran'da olduğuna yönelik söylentilerle ilgili olarak da Amerikan ABC televizyonuna verdiği demeçte, ''Bin Ladin, Washington'da yaşıyor. Zira onun eski ABD Başkanı George W. Bush ile iyi ilişkileri vardı. Onlar petrol alanında işbirliği yapıyorlardı. Ama Bin Ladin'in İran ile hiçbir zaman işi olmadı'' ifadelerini kullanmıştı. En çok konuşulan 20 komplo teorisi şunlardı: 1.Usame Bin Ladin’in ani bir baskınla öldürülmesi, Obama’nın doğum sertifikası üzerindeki dikkatleri dağıtmak, zayıf ekonomiyi ve Başkan’ın düşen oyunu arttırma amacındadır. 2. Usame’yi ölü gösteren fotoğraf sahte, Amerika / Pakistan hükümetlerinin ortak ürünü. 3.Bedeni, kanıtları ortadan kaldırmak için denize gömüldü. 4. Ölmediği için denizde cenaze töreni de yapılmadı. 5. Duyuru Donald Trump’ı utandırmak için onun programına (Celebrity Apprentice) denk geldi. 6. Saldırı açıklamadan bir hafta önce gerçekleşti. 7. Bin Ladin 2001’den beri ölü. 8. 2001’den beri Bin Ladin’in cesedi dondurulmuş halde. 9. Ladin’in Pakistan’ın Abbottabad şehrinde saklandığını söylemek Pakistan’ı işgal etmek için bahane. 10. Pakistan hükümeti bütün bu süre boyunca Bin Ladin’i gözaltında tutuyordu. 11. Saldırıyı Pakistan yaptı, karı Amerika kaptı. 12. Saldırı İslami radikallerin misilleme yapması ve dünyayı İran ile 3.Dünya Savaşına sürükleme anlamına geliyor. 13. Öldürülen Bin Ladin’in dublörüydü. 212 14. Açıklanan 1 Mayıs günü aynı zamanda Hitler’in de ölüm yıldönümüydü. 15. Hükümet Ladin’in cesedini, Massachusetts Hastanesinde ölen kız kardeşinin DNA’sıyla teşhis ettiğini açıkladı. Fakat hastane öyle birinin varlığını kabul reddediyor. 16. Benazir Butto öldürülmeden kısa bir süre önce Bin Ladin’in çoktan ölmüş olduğunu söylemişti. 17. Eğer Ladin hala hayattaysa, CIA ile işbirliği içerisinde Amerika’ya terörist saldırı planlıyordur. 18. Usame Bin Ladin diye biri hiç olmamıştı. 19. Başkan Obama ve Usame Bin Ladin aynı kişi. 20. Ölümü açıkça bir fotoshop işi. Londra’da Arapça yayımlanan Kuds ül Arabi gazetesi,7 Mayıs’ta yayımlanan başyazıda, garipliklere dikkat, şöyle çekti: Kaide örgütü, Bin Ladin’in öldüğünü doğruladığı, Batılı hedeflere saldırılar yaparak intikam tehdidinde bulunduğu bir bildiri yayımlayarak birçok tartışmaya nokta koydu. Bildirinin önemi, Amerikan resmi açıklamasının doğruluğuna dair şüphe oluşturan, uydurulmuş olacağını tahmin eden ve Kaide liderinin hala hayatta olabileceğini ima eden birçok komplo teorisini boşa çıkaracak olmasıyla sınırlı. ABD yönetimi, Saddam Hüseyin’in iki oğlunu veya Irak’taki Kaide lideri Ebu Musap Zerkavi’yi öldürmesi sırasında yaptığı gibi, Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra cesedini gösteren fotoğrafını veya videosunu yayımlamaya karşı çıkarak, bu komplo teorilerini güçlendirmişti. Bu teorilerin dozunu arttıran ve doğruluk payı veren gelişmeyse, Obama yönetiminin Ladin’in cesedini suikasttan birkaç saat sonra denize atmasıydı. Gerekçesi de cesedi hiçbir İslam ülkesinin ve bilhassa Ladin’in doğum yeri olan Suudi Arabistan’ın kabul etmediği şeklindeydi. Bu son gerekçe kabul edilecek gibi değil, zira ortada 60’tan fazla İslam ülkesi var ve tüm bu ülkelerle sekiz saat zarfında bağlantı kurulması mantıksız. Bu durum, yönetimin kendi vatandaşlarından ve İslam dünyasından gizlediği bir şeylerin olduğunu doğruluyor. Amerikan açıklamaları da çelişkili. Başta Bin Ladin’in saldıran güçlere karşı koyduğu ve eşini canlı kalkan olarak kullandığı, sonra da silahsız olduğu ve Yemenli eşinin Ladin’i savunarak ayağından vurulduğu söylendi. Aynı şey ikamet ettiği ev için de söylendi. Önce 8 milyon dolar değerinde lüks bir saray olduğu söylendi, sonra anladık ki ev oldukça mütevazı, bedeliyse 160 bin doları geçmez. Bu tür çelişkili rivayetler, ABD yönetiminin İslam aklını küçümsediğini, özellikle Arap ve Müslümanları kasıtlı olarak aşağıladığını, İslam dünyasının çeşitli ülkelerinde yokluğunu eleştirdiği şeffaflık ilkesinden uzaklığını teyit ediyor. Aynı şey, özgürlüklere ve insan haklarına saygısı için de söylenebilir. Zira Amerikan güçleri, gecenin bir karanlığında evini bastığında Bin Ladin silahsızsa, neden onu küçük çocukları önünde soğukkanlılıkla öldürdüler? Bunun insanlıkla ve insan haklarına saygıyla hiçbir alakası yok. Ayrıca Obama’nın Kaide liderinin öldürülmesine işaret ederek, adaletin yerini bulduğunu söylemesi garip. Çünkü adalet, sanığın 213 suçu ne olursa olsun, bağımsız ve adil yargının önünde kendisini savunma hakkına sahip olduğu adil bir yargılanmayla gerçekleşir. Bin Ladin içinse böyle bir durum yaşanmadı. LADİN ÖNCEDEN ÖLDÜ, DONDURULDU İDDİASI Oktan Keleş adında bir Türk araştırmacı ve yazar belgeleriyle Ladin’nin aslında çok önceden hastalıktan dolayı öldüğünü ve cesedi’nin dondurulduğunu resimler ile halka duyurdu. Bunu yeni çıkacak romanında yazdığını söyledi. Bu gerçekten cesaret isteyen bir şeydi. Her hangi birisi bu fotoları ve belgeleri büyük paralar karşılığında başka birilerinede satabilirdi. Nitekim alıcısıda azımsanmayacak kadar çok olurdu. Ancak bunları bir kenara iten Okan Keleş, gerçekleri bütün çıplaklığı ile ortaya serdi. Keleş, tiyatroyu şöyle yazdı: ABD Başkanı Obama ve kurmayları, Ladin’in öldürülme operasyonunu izlerlerken; biraz endişe biraz da gururlu bir havaları vardı. Ve nihayet operasyonun başarıyla bittiğini tüm dünya medyasına ilan ederek, Ladin’in öldürüldüğünü ifşa ediyorlardı. Bu muhteşem tiyatroyu, tüm dünya şüpheyle izledi. Bronz çocuk Obama, kameralar karşısında Ladin’in öldürüldüğünü dünyaya ilan ettikten kısa süre sonra operasyonla ilgili tiyatro oyununu, komedi havasına sokacak peş peşe açıklamalar geldi: 1- Ladin, eşini canlı kalkan yaptı, karısının arkasına sığındı. 2- Kısa süreli bir çatışma yaşandı. 3- Öyle bir çatışmaydı ki operasyonda Amerika’nın bir helikopteri düştü. 4-Ladin, direndiği için çatışmada vurularak öldürüldü. 5- Cesedi Amerikan uçak gemisine getirilerek, İslami usullere uygun şekilde törenle denize atıldı. 6- Bu operasyon, sözde Pakistan Harp Akademileri Karargahının yanında olmuştu. Yine operasyonla ilgili Amerikan kaynaklı açıklamalarda şu ayrıntılarda verildi: Güya, Ladin’in Pakistan’da kaldığı evin aynısı, Amerika’da bir yere tatbikat yapılması amacıyla inşa edilmişti. Bu inşa edilen mekanda defalarca operasyon tatbik edilmişti. Obama, Ladin’in öldüğünü kendi kamuoyu ve dünya kamuoyuna duyurduktan sonra, Amerikan halkı çılgınlarca sokaklara koşarak bu olayı kutlamışlardı. Ne tiyatro ne tiyatro… Daha sonra yine Amerikan kamuoyuna ilk verilen demeçler, düzeltilmeye başlanmıştı. Güya Ladin, karısının arkasına saklanmamış, çatışmamış, silahsızmış. Yine güya, Amerikalı askerlerce infaz edilmişmiş ve cebinden 500 euro çıkmış. Bir de, bir telefon ve telefon numaraları çıkmış. Operasyondan şüphelenen dünya kamuoyu, operasyonun kanıtı olarak, Obama’dan ceset görüntülerini istemiştir. Bunun üzerine Obama görüntülerin çok berbat olduğunu, dünya kamuoyunun ve belli bir kesimin tahrike kapılmasını istemediklerini, bu yüzden yayınlamayacaklarını beyan etmiştir. Çok komik değil mi? Sayın Obama, fotoğrafların dünyanın psikolojisini bozacağından bahsediyor. Irak’ta yapmış oldukları rezaletleri unutmuş olmalı: Irak’ta Amerikalı conilerin ve kadın askerlerin; Müslüman esirleri çırılçıplak soyup, boyunlarına zincir takıp, ayrıntılı pozlar verdiklerini. Ebu Garip, Guantamano 214 ve daha başka yerlerde yüzlerce örnek verilebilir yaptıkları işkencelerle ilgili. Onlar dünya halkının psikolojisini bozmuyor mu bay Obama? Ladin operasyonu ile ilgili bu komediye emininki daha da devam edilecektir. Hem de şu başlıklarla: Bir sır daha meydana çıktı… Tesadüfler gizli bir şeyi daha meydana çıkardı… Yeni bir ayrıntı daha meydana çıktı vs vs. Dedik ya komedi diye. Dünya kamuoyunu meşgul etmeye programlı bir tiyatro bu. Operasyondan sonra Amerikalı bir yetkili ne demişti: Böyle bir operasyonu ancak Amerikalılar yapar, diye. Sözde seçkin timleri ile gurur duyuyorlarmış… Amerikalı yetkilinin sözünü düzeltmek yine bize düştü. Dünyada böyle tiyatroyu ancak Amerikalılar yapar. Seçkin birliklere gelince, verilen bilgiler gerçekten anlatıldığı gibiyse, silahsız kadın ve çocukların bulunduğu yerde korumasız bir adamı, hiçbir direnişle karşılaşmadan öldürmek…Bu müthiş bir operasyonsa, bunu bizim mahallenin Bekçi Murtaza Amcası bile yapar… Dedik ya bu bir komedi diye. Şimdi biz bu tiyatroyu gerçeğine uygun olarak – birazcık- değiştirelim. Tamamını düzeltirsek maalesef bu tiyatro komedi olmaktan çıkacak. Dram olacak. Ama ne yapalım; Pişekar ve rahmetli İsmail Dümbüllü’nün orta oyununu aratacak bu tiyatroyu gerçeğine uygun düzeltmek elzemdir. Çünkü söz konusu Türkiye ve İslam dünyasıdır. Sahne 1: Obama ve kurmayları operasyonu canlı izlerlerken, yanlarındaki bilgisayarın üstünde bir resim duruyor buzlanmış bir şekilde. Obama ve kurmaylarının endişeli ve korku dolu mimikleriyle operasyonu izledikleri dünyaya sunuluyordu. Bu sahneyi daha sonra şöyle betimlemişlerdi: Operasyon sırasında hop oturup hop kalkıyorlardı… Oysa endişelenmelerinin ve korku dolu mimik ifadelerinin sebebi; bilgisayarın üzerinde duran buzlandırılmış o resmin ta kendisiydi. Şimdi asıl film başlıyor: Motor… İyi seyirler… 6 Şubat 2009. Yer Afganistan. Kandahar’ın güneyinde, geçit vermez dağların yakınında küçük bir Afgan köyü. Gizli sığınakta, hastalığı ilerlemiş, daha önce bir Amerikan operasyonundan aldığı kısmi yaralar ve fiziki koşulların zorluğundan dolayı yatan ağır bir hasta adam var. Sadece üç kişinin bildiği, sıkı korunan ‘bu adam’ hayatını kaybediyor. Üç saatlik bir yerden getirilen doktorun teşhisi; zehirlenmeye bağlı diğer hastalıkların nüksetmesi. Hastanın ölümünü bu sebeplere bağlıyordu doktor. Bu ölü, sıradan bir ölü değildi. Ölen bu adam, 11 Eylül olaylarının müsebbibi olarak gösterilen Usama Bin Ladin’di. Amerikan’ın sahneye çıkardığı ve onun üzerinden milyonlarca Müslüman’ın vampir gibi kanını emdiği daha sonra da kontrolünden çıkan; zaman zaman izini bulup, zaman zaman kaybettiği Usama Bin Ladin’di bu. Ladin’in en güvendiği üç adamı, bu ölümü beklemelerine rağmen şok içindeydiler. Ölmesi halinde, Ladin’in vasiyeti; naaşının doğduğu topraklara götürülmesiydi. Düşmanlarının eli değmeyeceği şekilde Arabistan’a 215 götürülüp defnedilecekti El –Kaide tarafından. Gelişmeler doğrultusunda aylar, belki de yıllar sonra vaziyete göre bu gerçekler ve mezar yeri dünyaya duyurulacaktı. Plan böyleydi… Mesele naaşı Arabistan’a götürmekti. Gizlice planlar yapıldı. Bu zorlu bir işti. Çünkü bütün bölge, CIA, MOSSAD ve diğer gizli istihbarat elemanlarınca kontrol altındaydı. Üstelik tüm bu birimlerle çalışan yerel muhbirler de işin cabası. Şubat ayında Afganistan’ın Kandahar bölgesinin soğuk hava koşulları ve zorlu coğrafi konumu malumdu. Bu iş için üç kişi görevlendirilmişti. Naaşın Arabistan’a götürülürken, takip edileceği güzergah çok zorluydu. Önce İran üzerinden götürülmesi düşünüldü. İran gizli istihbaratı ile temasa geçildi. Durum çok gizli bir şekilde Ahmedi Nejat’a iletildi. Ahmedi Nejat’ın önünde iki seçenek vardı: Cenazeye sahip çıkıp, İran topraklarına getirip, bir müddet gizleyip vasiyetin yerine getirilmesini sağlamak. Böylelikle tarihi bir fırsat eline geçmiş olacaktı. Neydi o fırsat? Şia olan İran, selefi ve Sünni cenahta sayılan El–Kaide liderinin cenazesine sahip çıkmakla Amerika’nın ve Siyonistlerin İslam dünyasında arzu ettikleri ve bu arzularını yerine getirmek için envai çeşit plan uyguladıkları Şii-Sünni savaşının, yani mezhep savaşlarının önüne geçecekti. Bu da İran’ı İslam dünyası nezdinde çok farklı bir konuma oturtacaktı. Ancak bu çok riskli bir durumdu. En ufak istihbarı zaaf ve bilgi sızması durumunda Amerika, İsrail ve müttefikleri İran’ı, dünyayı kana bulayan terör örgütü El –Kaide’nin arkasında olmakla suçlayacaktılar. Böylece ellerine, İran’a müdahale için somut bir delil verilmiş olacaktı. İkinci seçenekse, İran bu bilgiyi hiç duymamış gibi yapacaktı. Öylede yaptı. Hiç duymamış oldu. El –Kaide’nin, sır muhafızları, cenazeyi taşıyan kişiler, naaşı kuzey Irak’tan, gizlice o güzergah üzerinden Irak’taki elemanlarının desteğini de alarak Arabistan’a götürme seçeneğini böylelikler devreye sokacaklardı. Çünkü başka çareleri de yoktu. Afganistan’dan hava yoluyla götüremezlerdi. Hava alanları ya tahrip edilmiş ya da abluka altına alınmıştı. Karadan Kuzey Irak’a girildi. Zorlu bir yolculuktu ve hava koşulları çok sertti. Bu arada naaşın bozulmaması içinde zamanla yarışılıyordu. Plan basit gibi görünüyordu. Kuzey Irak’ın sınırlarından hemen çıkılıp, Irak’ın içlerine naaş götürülüp bir şekilde, hava yoluyla hatırlı bir ailenin desteğiyle Arabistan’a götürülecekti. Şifreli bir mesajla Irak’taki El-Kaide üyesi olan bir kişi durumdan haberdar edilmiş ve planı uygulama safhasına geçmişti .İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Barzani’ye bağlı peşmergeler, sık sık El-Kaide’ye ve bölgedeki muhalif gruplara operasyonlar yapıyordu. Bu operasyonları da CIA destekli yapıyordu. Bu operasyonların birinde peşmergeler, şifreli mesaj bulunan El-Kaide üyesini öldürmüşlerdi. O bölgede ele geçen bütün mesajlar veya istihbarı bilgiler; peşmergeler marifetiyle Amerikan işbirlikçisi, Irak’taki milyonlarca Müslüman’ın tecavüze uğramasına ve kanının akmasının ortağı Barzani’ye direkt iletiliyordu. Barzani’de bu bilgileri; CIA, Mossad ve diğer batılı istihbarat örgütleriyle paylaşıyordu. 216 Şifreli mesajın basit bir kriptosu vardı. Barzani bundan haberdar olunca, sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Öğrendiği bu olayı önce kimseyle paylaşmadı. Topraklarında bulunan Ladin’in cenazesini ne yapıp ne edip ele geçirmeliydi. Böylelikle, Ladin’in cesedini efendisi Amerika’ya bir hediye olarak sunacak, efendisinin gözünde sağlam bir yer edinecekti. Cenazeyi ele geçirmek için Peşmergeye bağlı bazı güvendiği birimlere, bölgede operasyon yaptırdı. Fakat başarılı olamamıştı. Cenazenin yeri bilinmiyordu. Mesajın sahibi de ölü ele geçtiğinden dolayı, cesedin yerinin tespiti mümkün görünmüyordu. Fakat bildiği bir şey vardı:Cenaze Kuzey Irak topraklarındaydı ve geçiş güzergahındaydı. Barzani, peşmerge birliklerini topyekun alarma da geçirmiyordu. Çünkü bölgede bu şüphe çeker ve planı farklı şekilde fiyaskoyla sonuçlanabilirdi. Kuzey Irak topraklarına kısmen hakim olan başka bir terör örgütü olan PKK’nın kendisine bağlı muhbiri ve sadık adamıyla irtibata bizzat kendi geçerek bu konuda yardım istedi. Bu arada Irak’ta, çok yönlü çalışan muhbir-ajan bir ElKaide üyesiyle temasa geçip bu cenazenin kendisine teslimi için Amerikan hükümetinin Ladin’in yerini ispiyon edecek kişiye vaat ettiği 25 milyon doların 4 katını teklif ederek, 100 milyon dolar karşılığında cenazenin kendisine teslimini istedi. El-Kaide’nin adamı bu teklife yanaşmadı. Bu arada zaman daralıyor, cenazeyi taşıyan sır muhafızları gece hareket ediyordu. Barzani bu durumu, efendisi Amerika’ya rapor etmemişti. Çünkü bu işi kendisi başarıp, efendisine sürpriz yapacaktı. Tabi başarılı olmazsa Amerika’ya bu işi de rapor etmekten çekinmeyecekti. Bu bile efendisine büyük bir hizmetti. Barzaniye bağlı PKK’nın önde gelen adamından beklediği haber gelmişti. Cenazeyi taşıyanların yeri PKK bölgesinde tespit edilmiş ve Barzani’ye rapor edilmişti. Barzani bunun üzerine seçilmiş peşmerge ve yine seçilmiş PKK timleriyle uzun süreli bir çatışma ve operasyondan sonra cenazeyi ele geçirmişlerdi. Uzun süreli dedik; Üç kişilik El-Kaide sır muhafızları cenazeyi tuzaklamışlar ele geçmesi durumunda cenazeyi ve kendilerini havaya uçuracaklardı. Bu da cenazenin tanınmaz hale geleceği anlamını taşıyordu, bu işlerine gelmezdi. Bu yüzden üç kişilik El-Kaide sır muhafızı; sözde seçkin peşmerge ve PKK timlerine, hem ağır zayiatlar verdirmiş hem de kök söktürmüştü. Ancak bir şekilde cenaze Barzani’nin eline geçmiş bulunuyordu. Ceset, gizlice Barzani’nin Erbil’deki karargahına getirildi. Cenazeyi ele geçiren peşmerge ve PKK timleri bu naaşın Ladin’e ait olduğunu bilmiyorlardı. Nihayet cenaze bir sandığın içinde Barzani’nin Erbil’deki karargahındaydı. Barzani tarifsiz bir sevinç içindeydi. Cenazeyi altın bir tepsi içersinde efendisine, değerli bir hazine gibi sunacaktı. O gece Erbil’de kilitli odanın önünde nöbet tutan 7 peşmerge, bilgi sızdırma riskine karşılık, cenaze CIA elemanlarına teslim edildikten hemen sonra Barzani tarafından infaz ettirilmişti. Bu işi bilen diğer operasyona katılan PKK muhbiri de CIA tarafından örgüt içersinde PKK’nın elemanlarınca bir bahaneyle infaz edilmişti. Böylelikle bu işi bilen CIA ve sadece Barzani’ydi. Barzani bir kez daha efendisine sadakatini göstermişti. Şimdi filme bir ara veriyoruz. Ara bitti… 217 Cenaze gizlice Amerika’nın bölgedeki uçak gemisine götürülmüştü. Geminin özel bir bölümünde derin bir dondurucunun içinde (bir nevi morgunda) bozulmadan muhafaza ediliyordu. Ta ki Obama’nın ve Amerika’nın Ortadoğu’daki isyanlarıyla başlattığı planına kadar. Obama öyle bir plan yapmalıydı ki; Amerikan kamuoyunda düşen prestijini hem yukarı çıkarmalıydı hem de Amerika’nın büyük Ortadoğu projesindeki hamlesini iyi yapmalıydı. Öyle bir hamle ki, her zaman ki gibi bir taşla en az on kuş vurmalıydılar. Buzdolabından çıkardıkları cenaze ile Afganistan’ı işgal sebebi ortadan kalkacaktı. Böylece kahraman Afgan halkına yenildiklerini dünyaya belli etmeyeceklerdi. Siyaseten zaten ölmüş olan Ladin’i fiziki olarak da öldürüldüğü ilan edilecekti.Böylelikle Ortadoğu ayaklanmalarına yeni bir vizyon, senaryo yazılacak bir simge ortadan kalkacaktı. Fakat yetmezdi Türkiye’yle tarihi ve köklü ilişkileri olan Pakistan nükleer güç sahibi olan Müslüman bir ülkeydi. O zaman bu cenazeyle öyle bir hamle yapmalıydılar ki bu etkinliği de ortadan kaldırmalı operasyonu oraya taşıyıp Çin ve Rusya’nın stratejisine çomak sokmalıydı. Yine El-Kaide’ye Pakistan’ı hedef göstermeli terörü Müslümanların arasında yaymalı Ortadoğuda ve İslam dünyasında Şii-Sünni çatışmasını ve savasını derinleştirip başlatmalı yine El-Kaide’ye batıyı hedef gösterip batıda ses getirecek terör eylemlerine, intikam adı altında zorlayacaktı. Buzdolabından çıkarmış olduğu adamla dünyayı yeni bir formata sokacaktı. İslam dünyasına yeni bir senaryo çizecek, demokrasi kartıyla bölge ülkelerini kontrol etme adına halifelik müessesesini kurmaya çalışacaktı. Kendi yönlendireceği halifelik konusunda da Vatikan’la anlaşmıştı ki Papa şu cümleleri sarf etti: İslam dünyasına halifelik tekrar gelmeli bir muhatabımız olmalı. Tabi bu bir çok aşamalı plandı. Bunun için model olarak da Türkiye düşünülmeliydi. Yaşlı bir halifeye de ihtiyacı vardı. Neden yaşlı, çünkü ömrü kısa olmalıydı ki, bu planda beş on sene sürsün. Halifenin ölümüyle duruma göre bu müesseseyi de rafa kaldırsınlar. Halifelik müessesesinin önünde, terörle kendi büyüttükleri canavarı, bir simgeyi yok ederken de ölüsünden faydalanmalıydılar. Büyük Türkiye’nin konjonktürel yükselişini engellemek için bir çok planın Türkiye merkezli olmasını hedefliyorlar. PKK’yı kart olarak ellerinde tutmaları, Türkiye seçim atmosferinde, saçma projelerle, sanal gündemlerle ve kaoslarla oyalanmaya çalışılırken, bu da bir planın parçası gibi gözüküyordu. Filmin finali: Pakistan’da, sanal bir şekilde göstermelik bir operasyon gerçekleştirdiler. Amerika’ya eşini inşa ettikleri mekanda aynı çatışmaları defalarca yapıp filme almışlardı. Peki Pakistan’daki çatışmada ölen Ladin kimdi? Amerika’nın daha önceden Ladin’i öldürdük dediği dublörlerinden biriydi. Pakistan’daki yaralanan eşi de değildi çocukları da değildi. Kendi çocuklarından birkaç tanesini kaçırıp Amerika’da ilaçla beyni yıkayıp, bir çok konuşması CIA’nın isteği doğrultusunda filme alındı ki duruma göre bu filmler piyasaya sürülecekti. 218 Kanıt olarak resim sunamıyorlar: Çünkü buzdolabından çıkan cesede kurşun sıkıp yayınlamaları tıpkı sahte Ladin fotomontaj resimleri gibi belli olacaktı. Makyaj yapılmış cesedi de parçalanmış sahte resimleri de ileride kanıt olarak sunulabilinir. Ama bütün bu planları boşa çıkartan; komedi filmini dram haline çeviren ayrıntı şuydu: Obama’nın bilgisayarının üzerinde duran resim bütün bu planları bozuyordu. Obama’nın ve kurmaylarının endişesine sebep olan buzlu resmin sırrı şuydu: Barzani’nin hesaba katmadığı bir şey olmuştu: Cenazenin başında nöbet tutan peşmergelerden biri o gece merak edip, sandukanın kapağını kaldırmış, kefenlenmiş olan mevtanın yüzünü açmış ve dehşete düşmüştü. Karşısındaki kefenli ceset Ladin’e aitti. Yanındaki cep telefonuyla bu anı ölümsüzleştirmiş, fotoğrafını çekmişti. Ertesi gün ,infaz edildiğinde küçük bir ayrıntı Barzani’nin ve Amerika’nın başını yiyecekti. O peşmerge Türk ordu istihbaratından “yüz başı turan” kod adlı subayımıza muhbirlik yapıyordu Telefon, peşmerge infaz edilmeden önce şerefli Türk Ordusu’nun elindeydi. Obama, dünyaya bu tiyatroyu oynatırken İşte o resim, özel bir faksla kendisine gönderilmişti. (Obama ve CIA bu gönderilen resmi laboratuarda hemen incelettiler sahte olmadığını anlayınca şok geçirdiler.) Obama, Game Over Oktan Keleş, belki çılgın biri, burada okuyacaklarınızın hiç biri doğru olmayabilir ve fotoğraflarda fotomontaj olabilir. ancak söz konusu ifşatından sonra meydana gelen gelişmeleri Keleş’in web sayfasından alıntılıyorum. Keleş şunları yazdı: “Bu Bir Romandır” (http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=704 ) yazımızdan sonraki yaşanan gelişmeler; bizi beklediğimizden de çabuk doğrulamıştır. O yazımızda, Ladin olayının perde arkası ile yeteri kadar detay vermiştik. Ancak bazı giriftar noktaları elbette belirtmemiştik. Yazımızı, önce ABD parlamenterleri ve ardından da İran İstihbarat Başkanı, tıpkı bizim yazdığımız cümlelerin aynılarını söyleyerek doğrulaşmışlardır. Yazımızın doğrulanmasından sonra, ABD ve CIA’nın tiyatro ekibi çok büyük bir paniğe kapılmışlardır. 219 Tıpkı yazımızda söylediğimiz gibi, ABD sahte resimler, videolar ve konuşmalar yayınlayarak, Ladin Tiyatrosu’nu devam ettirmeye çalışmıştır. Ancak beklenmedik gelişmeler yaşanmış her şey ABD’nin eline ayağına dolanmıştır. Açıklamadığımız bazı giriftar noktaları ise elbette yeri ve zamanı geldiğinde açıklayacağız. Açıklanmayan bölümlerin bir kısmını, yazmaya başladığımız “Bir Meczubun Rüyası-5” kitabımızda ayrıntılı olarak açıklayacağız inşallah. Bu kitabımızda yine Türk Tarihine ait ilk kez açıklanacak bilgilere yer vereceğiz. Şimdi CİA ve tiyatro ekibinin oynadığı oyun deşifre olduğuna göre bazı sorular soralım: 1-Ladin operasyonunun bittiği gün, Suudi Arabistan’a teslim olan Ladin’in en yakın adamı kimdi? 2- Suudiler, Ladin’in önceden öldüğünü bildikleri halde cesedi neden istemediler? 3-Suudi bir Prens ile CİA, İran’ın cesede sahip çıkmasını neden el altından desteklediler? İran’a bu konuda baskı yapan Suudi Prens’i kimdir? (Yazımızda da belirttiğimiz gibi, ABD, İran’ın cesede sahip çıkması halinde müdahale zemini bulacaktı.) (Kuşkusuz sahte Ladin operasyonu ile ilgili olarak ABD’nin söylediği tek doğru cümle şuydu: Cesedi hiçbir ülke kabul etmedi. ) 4- Bölgede İran’a müdahale için başka planlar yapılmakta mıdır? 5- Mısır’da başlatılan Hıristiyan- Müslüman çatışmasının bu olaylarla bağlantısı var mıdır? 6- ABD ve işbirlikçisi diğer istihbarat örgütleri; El-Kaide’nin 2. Adamı olarak bilinen, Eymen El Zevahiri’yi neden aramaktadırlar? 7- Fiyasko ile sonuçlanan Ladin Operasyonu için, ikinci bir senaryo düşünülmekte midir? Bu kurgulanan senaryoda SİMGE isim kim olacaktır? 8-ABD’nin derin devleti ve malum şahinler, Obama’yı kandırmış mıdır? 9-İsrail’in neden hiç sesi soluğu çıkmamaktadır? Şimdi tüm dünya kamuoyuna Ladin’in cesedi ile ilgili resimlerin başka bir versiyonunu sunuyoruz. İstediğiniz teknoloji ile inceleyin, istediğiniz laboratuarda inceletin, resimlerin gerçek olduğu ile ilgili hiçbir şüpheniz olmayacaktır. Bu konuda kendimize o kadar güveniyoruz ve : ‘Hodri Meydan’ diyoruz. On Altı Yıldız’ı kaynak göstermek şartıyla resimleri herkes kullanabilir. Bana yüzlerce mail ve telefon geliyor: “Biz ne yapabiliriz?” diye. Değerli Kardeşlerim, Ladin konusundaki bu sahte operasyonun, gerçeğini tüm dünyaya duyurun. Bu resimleri ve yazılarımızı herkes ile paylaşın ki, kafalarda karışıklık olmasın. Herkes sizin gibi olayın gerçeğini öğrensin. Dikkat ettiniz mi, dünyada Ladin’in cesedine ait tek orijinal fotoğrafı biz yayınlıyoruz ve şanlı Türk Medyası dahi görmemezlikten geliyor. Ama nereye kadar? Ladin oyununu, Yüce Türk Devlet’i bozmuştur. Onlar eğer tiyatrolarına devam ederlerse, biz de romanımıza devam ederiz. Saygılarımla. Oktan Keleş 11 Mayıs 2011 Varan 3: Ladin Oyunu Oktan Keleş, Ladin oyununun perde arkasını yeni resimlerle açıklamaya devam ediyor. “Bu Bir Romandır” devam ediyor...http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=704 ABD, sahte resimler ve görüntüler yayınladığı sürece, biz de gerçek resimleri yayınlamaya devam edeceğiz. İran İstihbarat Başkanı’nın, henüz çıkmayan romanımızı erken doğrulamasından sonra bu bölümü de yazmak elzem oldu. Ladin’in cenazesi, İran topraklarına girdikten sonra, El-Kaide’nin elemanları, İran gizli servisi ile dağlık bir kırsalda buluştular. Ladin’in cenazesi küçük bir köy evinde, İran istihbarat yetkililerince teşhis edildi. İran gizli servisi, cenaze ile ilgili hazırladıkları raporlarda; Ladin’in 14-15 gün kadar önce öldüğünü rapor ettiler. (Hatırlayacağınız gibi Ladin’in öldüğü tarihi daha önceki yazımızda 6 Şubat 2009 olarak açıklamıştık.) Ölümün, ateşli bir hastalık neticesinde meydana geldiğini de rapora yazdılar. Afganistan’dan İran’a kadar zorlu bir yolculuktan sonra getirilen cenaze, bozulmaya başlamıştı. Havanın çok soğuk olması bozulmayı geciktirse de, neticede bir insan cesediydi. Fazla dayanması mümkün değildi. Yine İran istihbarat raporlarında ayrıca şunlar yer alıyordu: Ladin’in saçları yanlardan hayli uzamış, sakalları da yine uzamış ve beyazlamıştı. Cenazenin yüzünde; soyulmalar, burun ve dudak bölgesinde kesikler oluşmuştu. Yüz kısmında da ayrıca yaralar oluşmuştu. Cesedin gözbebeklerine kadar bütün ayrıntılar İran istihbaratınca tek tek fotoğraflandı. Yine cesedi getiren kişilerin, "ceset bozulmasın diye özellikle yüz bölgesine tuz ve başka maddeler sürerek, cesedi sıkıca sarıp sarmaladıkları" diye ifade ettikleri de raporda yer almaktadır. İran gizli servisi, cenazeyi tekrar ‘tahnitledi.’(*) Tahnitleme işlemi ile cenaze sprey ve jellerle bozulmaması için ilaçlandı. Özellikle yüz bölgesinin bozulmaması için hassas davranıldı. Bu işlemden önce cenaze, İslami usullere göre yıkanıp, tekrar kefenlendi. Ve Ladin’in adamlarına teslim edilerek, "yol verildi." Ladin’in adamları cenazeyi alıp, Kuzey Irak’ta irtibata geçtikleri adamları ile buluşmak için, Kuzey Irak’a doğru yola çıktılar. İran, Ladin’in cenazesine el koymamıştır. CIA’nın ve onların işbirlikçisi Suudi Prens’in tuzağına düşmemişlerdir. (http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=714) İran, bir gün bütün bunların meydana çıkacağını bildiği için, bu konuda, birçok fotoğraf ve belge arşivlemiştir. İran’ın yapmış olduğu bu çalışmalar aslında takdire şayandır. İsteseydi cenazeyi elinde tutar ve siyasi amaçlar için kullanabilirdi. Ama İran, özellikle Şii-Sunni çatışmasına yer vermemek için, cenazeyi sahiplerine teslim etmiş ve daha önce de söylediğimiz gibi, duymamış gibi yapmıştı. Bundan sonrası için neler planlanmaktadır: 1- ABD ve müttefikleri, Suriye’nin konumunu beklemektedirler. 2- Afganistan’daki Nato Komutanlığı’nın Türkiye’de olmasını çekemeyenlerin en büyük kıskançlıkları, Türk askerinin bölgede çok sevilmesiydi. Bu sevgiyi bozmak için ABD ve işbirlikçileri, sahte el-Kaide ve sahte Taliban kılığındaki kişileri Türk askerlerinin üzerine saldırtmıştır! ABD’nin bu oyununu, Türk ordusu o zaman da bozmuştur. Bütün bunlar bilinmektedir. 3- Ladin’in cesedini elinde bulunduran ABD, yeni tezgahlar peşindedir. Özellikle altını çizerek tekrar söylüyorum, Suriye ile ilgili planın tamamlanması ile gözler hızla İran’a çevrilecektir. Tabii ki, bunda sonra da asıl hedefleri olan Türkiye’ye sıra gelecektir. İran’a saldırmak için özellikle Şii-Sunni çatışmasını çıkarmak için ABD elinden geleni yapmaktadır. Mezhep savaşlarının olması için var gücüyle yüklenmektedir. ABD, bu konuda çok çeşitli planlar hazırlamış olup, zamanı geldikçe devreye sokmayı amaçlamaktadır. Hatırlayacağınız gibi W. Bush, Irak’a saldırmak için "kimyasal kitle imha silahlarını" bahane etmişti. ABD’de, İran’ın "nükleer çalışmalarını" bahane etmektedir. 4- ABD’nin işbirlikçisi Barzani tarafından organize edilen ve Irak topraklarında barınan, İran’ın PKK’sı olarak adlandırılan KADEK, ABD desteği ve planı ile İran’ın içinde büyük bir eyleme hazırlanmaktadır. KADEK tarafından gerçekleştirilecek bu eylemden sonra İran da tepkisiz kalmayacak, Kuzey Irak’ta büyük bir operasyona kalkışacak böylelikle tuzağa çekilmiş olacaktır. İran, Kuzey Irak’a KADEK’i yok etmek için sınırı geçecektir. Böylelikle, ABD ve Barzani tarafından, Irak topraklarına saldırdığı gerekçesi ve sivilleri öldürdüğü iddiası ile itham edilecektir. Neticede, ABD ve Barzani İran’a saldırı için meşruiyet zemini bulacaklardır. ABD ve Barzani’nin senaryosu budur. Bu konuda çok dikkatli olunmalıdır. Aynı olayın benzeri muhtemel bir operasyonda Kuzey Irak’a geçecek olan Türkiye’ye karşı da uygulanacak mıdır? 5- Barzani, merhum bir Türk Cumhurbaşkanı adına, Irak’ta bir kent kurmayı planlamakta mıdır? 6-Hamas ve El-Fetih ne oldu da birden bire el sıkıştılar? 7- Obama, Ortadoğu ile ilgili yeni vizyon açıklayacağı zaman, İran’a saldırıyı da gündeme getirecek midir? 8-ABD, Türkiye’ye, PKK ile olan mücadelesinde günde bir milyon dolar verdiğini söylüyor. Türkiye’de; dağ-taş, şehir eşkıya kaynamaktadır. Daha önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, Ortadoğu ülkelerinin, etnisite ve özgürlük üzerinden kaosa sürüklenmesini Türkiye’ye örnek gösterip, Türkiye tehdit mi edilmektedir? Şehirlerimizde insanlar, belediye otobüslerinde canlı canlı yakılmakta, asker ve polislerimiz şehit edilmekte, Başbakan’ın konvoyuna dahi saldırı düzenlenebilmektedir. Türkiye’ye açıkça mesaj verilmektedir. Her ne kadar bazı kendini uzman sananlar, Ortadoğuda’ki ayaklanmaların Türkiye ile aynı olmadığını söyleseler de, her şey apaçık meydandadır. Bunları görmemek için kör olmak gerekir. Birilerinin kızdığı zaman, İstanbul’un göbeğinde her yanı ateşe verme cüreti gösterdikleri bilinmektedir. Kaosun 15 Haziran’dan sonra alevleneceğini hainler açık açık söylemektedirler. Doğu ve Güneydoğu’daki görüntülerin, Ortadoğu’daki görüntülerden bir farkı yoktur. Bölücülerin yanında, sözde aydınlarda, yüksek perdeden federasyonu tartışmaya açma cüreti göstermektedirler. Geçtiğimiz günlerde Sabah Gazetesi yazarlarından Emre Aköz’ün, Samanyolu Haber isimli internet sitesinde: “Federasyonda ne var ki, niye hayret ediyorsunuz?” açıklamasını ve daha sonraki yazılarını okuyunca dehşete düşmemek elde değil. Bu tür seslendirmelerin; demokrasi ve özgürlük kapsamında yapıldığı iddia edilmektedir. Merhum Özal’ın açıklamaları da örnek gösterilmektedir. Sanki Özal’ın açıklamaları doğruymuş gibi. Unutulmamalıdır ki, söz konusu olan vatanının bütünlüğüdür. Örnekler durumun vahametini göstermek için daha da çoğaltılabilir. Türkiye, seçim atmosferi sürecinde, özellikle altını çizerek söylüyorum ki, Libya’daki olaylar başlangıç olmak üzere, bölge ülkeleri üzerindeki sempatisini yitirmeye başlamıştır. Sayın Başbakan, “NATO’nun Libya’da ne işi var ?” demiş daha sonra da dolaylı olarak, NATO’nun yanında yer alma görüntüsü vermiştir. Arap halklarının liderliğine oynamak başka şey, BÜYÜK TÜRKİYE başka şeydir! Türkiye için plan şudur: Seçim öncesi zaten kutuplaşan ülkede, özellikle milliyetçi gruplar birbirlerine düşürülüp, seçim sonrası yapılması düşünülen Anayasa değişikliğinde, özerkliğin önü mü açılmak istenmektedir? Türkiye’de şu veya bu şekilde zaten bir kaos ortamı vardır. Basit, sıradan olaylar dahi infilak noktasına getirilmektedir. (Gürültü kirliliğine engel olmak için giden polislere halkın nasıl tepki verdiğine bakın lütfen.) Halk, güvenlik güçlerine: “Bizi niye alıyorsunuz, gidin Doğu’da askerimizi, polisimiz şehit edenleri alın, şehirlerde ayaklananları alın” demektedir. BursasporBeşiktaş maçındaki olaylar bile işin bahanesidir. Bunlar çok tehlikeli gelişmelerdir. Hepimizin aklıselime ihtiyacı vardır. BÜYÜK TÜRKİYE’ye kendim gibi inanmaktayım. Bütün bu saydıklarım, BÜYÜK TÜRKİYE’nin engellenmesi için yapılan tuzaklardır. ABD ve müttefiklerinin, olası bir İran saldırısı öncesinde, Türkiye’deki kaosu derinleştireceği kanısındayım. Ordu, milliyetçi unsurlar, devlet dinamikleri, millet, ünsiyet ve mensubiyetler tahrik edilmektedir. İktidar bu resmi iyi okumalıdır. Çünkü sorumluluk ülkeyi yönetenlerdedir. Benim tanıdığım Başbakan, eskiden kendi söyler, etrafındakiler yapardı. Şimdi etrafındakiler söylüyor, Başbakan yapıyor. Netice itibari ile; ABD, Siyonistler ve diğer müttefikleri ile yeni planlar yapmaktadır. Dün Kaddafi’nin elini öpenler, çok değil, 47 gün sonra, Kaddafi’nin çocuklarını ve torunlarını öldürdüler. "Haçlı seferi" diye bağırdılar! Bunlara ne kadar güvenileceği ortadadır. İslam dünyası da, mezhebi ne olursa olsun bu tuzaklara düşmemelidirler. Bu oyun, birlik ve beraberlikle bozulur. Yeni işgaller, zulümler, toprak kayıpları olunmasın isteniyorsa, tüm İslam ülkeleri bir araya gelmeli ve bir İslam ülkesine saldırı olduğu zaman, kendine yapılmış kabul edip, birlikte hareket etmelidirler. Bütün bunlardan Türk Devleti’nin haberi vardır. Romanımızn devamı inşallah kitabımızda yer alacak. Ancak, karşı tarafın atacağı adımlara göre, elimizde daha çok olan, fotoğrafları ve belgeleri yayınlamaya devam edeceğiz. Bu yayınladığımız son fotoğrafları şunun için yayınladık: İran, zaten bunları yayınlayacaktı, onlardan bir adım önde olduğumuzu göstermek amacıyla yayınladık. Bu resimler stüdyo ortamına çekilmedi. Genelde cep telefonu ile çekildi. Bu yüzden işin uzmanları zaten bu fotoğrafların değerini biliyorlar. Fotoğraflar üzerinde tartışma yapmak gereksiz. Bilenler biliyor gerçekliğini. Gerekirse; "Varan-4, Varan-5" diye devamını da yayınlarız. ABD, sahte resim yayınladıkça, biz de gerçek resimleri yayınlamaya devam edeceğiz. Bazı aklı evveller bizi tehdit etmeye çalışıyorlar. Sitemize saldırı da bulunuyorlar. Tıpkı TVNET'te ki canlı yayında yaptıkları gibi. Bir de sı sık kim olduğumu soruyorlar: Cevap: Milli ve manevi değerlerine bağlı, “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” diyen Allah’ın bir kuluyum. Saygılarımla. (*) Tahnit: Ölüyü bozulmaması için muayyen formül dahilinde ilaçlama.Tahnit yapılan cesedin yüzü dümdüz olur, adeta yüzü kafatasına yapışır. Oktan Keleş 13 Mayıs 2011 Bandrol Uygulamasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 5.Maddesinin İkinci Fıkrası Çerçevesinde Bandrol Taşıması Zorunlu Değildir. …Son……. Bu Kitap Bizzat Benim Tarafımdan [ [ By-Igleoo ]] Tarafından www.CepSitesi.Net - www.MobilMp3.Net - www.ChatCep.Com Siteleri İçin Hazırlanmıştır. E-Book Ta Kimseyi Kendime Rakip Olarak Görmem Bizzat Kendim Orjinalinden Tarayıp Ebook Haline Getirdim Lütfen Emeğe Saygı Gösterin. Gösterinki Ben Ve Benim Gibi İnsanlar Sizlerden Aldığı Enerji İle Daha İyi İşler Yapabilsin. Herkese Saygılarımı Sunarım . Sizlerde Çalışmalarımın Devamını İstiyorsanız Emeğe Saygı Duyunuz Ve Paylaşımı Gerçek Adreslerinden Takip Ediniz. Not Okurken Gözünüze Çarpan Yanlışlar Olursa Bize Öneriniz Varsa Yada Elinizdeki Kitapları Paylaşmak İçin Bizimle İletişime Geçin. Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi İçin Bilgece Yaşayanlara. By-Igleoo www.CepSitesi.Net