İSLÂMÎ İLİMLER DERGİSİ FIKIH SAYISI ÇORUM ÇAĞRI EĞİTİM VAKFI YIL 3 SAYI 1 BAHAR 2008 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Çorum Çağr› Eğitim Vakf› Ad›na Sahibi Hamit Gökgöz Sorumlu Yaz› ‹şleri Müdürü Murat Erdem Editör Doç. Dr. Mehmet Mahfuz Söylemez Sayı Editörü Prof. Dr. Ferhat Koca - Dr. Kaşif Hamdi Okur Editör Yrd. Hüseyin K›r Yay›n Kurulu Prof. Dr. Salim Öğüt, Doç. Dr. Mesut Okumuş, Doç. Dr. Osman Ayd›nl›, Doç Dr. Muhit Mert, Doç. Dr. Osman Eğri, Doç. Dr. Dursun Hazer, Doç. Dr. Mehmet Evkuran, Yrd. Doç. Dr. Gürbüz Deniz, Yrd. Doç. Dr. Halil ‹brahim Şimşek, Yrd. Doç. Dr. Yaşar Kurt, Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Özdemir, Yrd. Doç. Dr. Kadir Gürler, Yrd. Doç. Dr. Naci Kula, Yrd. Doç. Dr. ‹smet Alt›kardeş, Yrd. Doç. Dr.Zülfikar Güngör, Doç. Dr. Cemalettin Erdemci, Doç. Dr. ‹brahim Çapak, Dr. Ali Öztürk, Dr. Mehmet Ümit, Öğ. Gör.Tar›k Abdulcelil, Lütfi Sever, Alper Zahir, Mahmut Yabac›oğlu Dan›şma Kurulu Prof. Dr. Sabri Hizmetli (Kazakistan Yabanc› Diller ve Mesleki Kariyer Enstitüsü Rektörü) Prof. Dr. Erhan Yetik (O. M. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Ferhat Koca (H.Ü. İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. ‹rfan Aycan (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Prof Dr. Hasan Onat (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Prof. Dr. ‹brahim Sar›çam (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Ali Y›lmaz (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Ziya Kaz›c› (M. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Mehmet Hayri K›rbaşoğlu (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Bedrettin Çetiner (M. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Mehmet Erdoğan (M. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Prof. Dr. fiinasi Gündüz (‹. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Yasin Aktay (S. Ü. Fen Ed. Fakültesi), Prof. Dr. Mehmet Ali Kapar (S. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Hüseyin Sad›kî (Danişgah-› Tebriz Danişgede Ulum-› ‹nsani), Prof. Dr. R›za Savaş (D. E. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Mehmet Akkuş (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Muhammed Heridi (Aynu Şems Üniversitesi), Prof. Dr. Ramazan Alt›ntaş (C. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Prof. Dr. Reşit Özbal›kç› (D. E. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Prof Dr. Şamil Dağc› (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Doç. Dr. Hasan Kurt (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Irakî Yusuf (Aynu Şems Üniversitesi), Doç. Dr. Abdullah Atiye (‹smailiyye Üniversitesi) Doç. Dr. Burhanettin Tatar (O. M. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Doç. Dr. Abdurrahman Acar (D. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Bilal Kemikli (U. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Hicabi K›rlang›ç (A. Ü. Dil Tarih Fakültesi Fars Dili Bölümü) Doç. Dr. G›yasettin Arslan (F. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Hanefi Palab›y›k (A. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Doç. Dr. Musa Y›ld›z (G. Ü. Arapça Öğretmenliği) Doç. Dr. Yavuz Ünal (O. M. Ü. ‹lahiyat Fakültesi), Doç. Dr. Abdulhamit Tüfekçioğlu (Y. Y. Ü.), Yrd. Doç. Dr. Ahmed Abdullah (Aynu Şems Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ahmet Sezikli (H. Ü. ‹lahiyat Fakültesi) Dr. Zaferullah ‹slam Khan (The Institute of ‹slâmic & Arab Studies, Delhi) Yayın İLkeleri ‹slâmî ‹limler Dergisi, y›lda iki kez yay›mlanan hakemli bilimsel bir yay›n organ›d›r. Dergimizin her say›s›nda önceden ilan edilen dosya konusu ile ilgili yap›lan çal›şmalar yay›nlanacakt›r. Dergimiz ‹slâmî ‹limler ile ilgilenen herkese aç›kt›r. Yay›nlanan yaz›lar›n bilim, hukuk ve dil sorumluluğu yazarlar›na aittir. Gönderilen yaz›lar›n yay›nlanmas›na hakem raporundan sonra yay›n kurulu karar verir. Dergimizde telif, çeviri, sadeleştirme, edisyon kritik, kitap ve sempozyum değerlendirmesi çal›şmalar› yay›mlanmaktad›r. Arka sayfada aç›klanan yaz›m ilkelerine ve biçimlendirmeye uyulmadan dergiye ulaşt›r›lan yaz›lar, hakeme gönderilmeden önce düzeltilmesi için yazara iade edilir. Yönetim Yer‹ Yeniyol Mahallesi 1. Gazi Sokak No: 9/2 ÇORUM TEL: (0364) 224 81 18 FAKS: (0364) 224 59 55 e-mail: islami_ilimlerdergisi@yahoo.com ISSN: 1306-7044 Dizgi ve ‹ç Düzen: Ankara Dizgi Evi Bask›: Özkan Matbaas› Mart 2008/ANKARA İÇİNDEKİLER TAKDİM....................................................................................................................................... 5 SAYI EDİTÖRLERİNDEN............................................................................................................. 7 Mehmet Erdoğan İbaha-yi Aslİyye ve Hürmet-İ Âdemİyye.............................................................................9 Osman Eskİcİoğlu Usul-i Fıkıh İlmİ ve Akıl Ürünü Bİlİmsel Bİr Usul Denemesİ...................................25 Salim Öğüt Usul-İ Fıkhın Kelamî Kaynağını Yenİden Değerlendİrme..........................................37 Ferhat Koca Hanefî Mezhebİnİn Kurucu İmamları Arasındakİ Kİşİsel İlİşkİler.........................63 Ahmet Yaman Ben ve “Ötekİ”: Kur’ân’ın “Ötekİ” İle İlİşkİlerde Öngördüğü Dengelİ Barış Teorİsİ......................99 Adnan Koşum Ahkâm-ı Hamsenİn Kökenİ ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Lİteratüründe Gelİşİmİ Üzerİne........................................107 Sahip Broje Hz Peygamber (a.s.)’İn Sahabe İçtİhatları Karşısındaki Tavrı.................................125 Ali Pekcan Zarûrİyyât Düzeyİndekİ Gâî Değerlerİn Mahİyetİ Evrensel Nİtelİğİ Üzerİne..........................................................................................137 Ve Kaşif Hamdi Okur İslam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı: Son Dönem Osmanlı Düşüncesİnden Günümüze Uzanan Süreç............................155 Şehabettin Ergüven Zahİrİlİğİn Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserlerİ............................................175 Saffet Köse – Nizameddin İbrahİmoğlu Prof. Dr. Hayreddİn Karaman İle Fıkıh, İslam Hukuku ve İslam Düşüncesi Üzerİne Konuşma...............................................199 4 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Ferhat Koca Uluslararası İbn Hazm Sempozyumu.............................................................................221 Kİtap Tanıtımı Gülhan Çİl Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, trc. N.Ahmet Asrar.............225 Şehriban ALTINOK Ahmet Hassan, İslam Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi, Çev. A. H. Çavuşoğlu-Hüseyin Esen..................................................................229 Fatma Ünsal Talip Türcan, İslam Hukuk Biliminde Hukuk Normu Kavramsal Analiz Ve Geçerlilik Sorunu............................................................... 232 TAKDİM Değerli Dostlar! Dergimizin beşinci sayısı ile karşınıza çıkmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız. Üç yaşına girmiş olan dergimiz, okurlarının destek ve katkılarıyla mütevazi yürüyüşünü sürdürmektedir. Bu yürüyüşün uzun soluklu olmasını diliyor, bu konuda destek ve katkılarınızı bekliyoruz. Yayın hayatına atılmasından bugüne kadar dergimiz, bilimsel makale ve çalışmalara bünyesinde yer vermenin yanı sıra “I.Kur’an Sempozyumu” ve “Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı” başlıklı iki de sempozyum düzenledi ve kısa süre içerisinde de yayınladı. Nefesimiz yettiği sürece bu tür etkinlikleri sürdürmeyi planlamaktayız. Sayı editörlüğünü Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ferhat KOCA ile araştırma görevlisi Dr. Kaşif Hamdi OKUR’un yaptıkları elinizdeki İslam Hukuku konulu sayıda ülkemizin değişik üniversitelerinden değerli bilim insanlarımızın birbirinden kıymetli çalışmalarını göreceksiniz. Sayı editörlüğünü yapan hocalarımıza katkılarından dolayı çok teşekkür ediyoruz. Yine bu sayıda İslam fıkhını ilgilendiren makalelerin yanı sıra bu alanda büyük emeği geçen saygıdeğer hocamız Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN’ın hayatı ve bilimsel çalışmaları hakkında Arapça bir makale de bulacaksınız. Bir önceki sayımızda da ifade ettiğimiz gibi bundan sonraki her sayıda, imkanlarımız ölçüsünde ülkemizin yetiştirdiği değerli simalardan birini Arapça olarak tanıtmayı, sonra da bunları bir kitap halinde bir araya getirerek yayımlamayı planlamaktayız. Dergimizin gelecek iki sayısının konusu Kelam ağırlıklı olacaktır. Bu sayılardan birinde kelam tarihi; diğerinde ise kelam problemleri konu edilecektir. Sayılardan ilkinin editörlüğünü Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Doç. Dr. Muhit MERT, ikicisinin editörlüğünü ise Doç. Dr. Mehmet EVKURAN yapacaklardır. Burada kendilerine başarılar dilerken yapacakları katkıdan dolayı şimdiden teşekkür ediyoruz. Daha nice sayılarda buluşmak dileği ile…. Doç.Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ SAYI EDİTÖRLERİNDEN “Batı medeniyetinin teknoloji medeniyeti, Grek medeniyetinin felsefe medeniyeti, İslam medeniyetinin ise bir fıkıh medeniyeti olduğu” tespiti, orijinal tabiriyle fıkıh olarak adlandırılan, günümüzde ise “İslam hukuku” adıyla anılan disiplinin İslam toplumu, tarihi ve kültürü açısından taşıdığı önemi vurgulayan isabetli bir tespittir. İslam hukuku sahasındaki çalışmalar bir taraftan, dünyanın yaşayan büyük hukuk sistemlerinden biriyle ilgili olmaları itibariyle mukayeseli hukuk açısından önem taşımaktadır. Diğer taraftan ise, söz konusu disiplinin, salt bir hukuk olmayı aşan boyutu itibariyle, bu tür çalışmalar İslam toplumlarının kültürel yapısının çözümlenmesi ve Müslümanların çağdaş problemler karşısındaki tavırlarının tespiti bakımından önemlidir. Dolayısıyla, İslam hukukuyla ilgili olarak her türlü monografik çalışma hem bilimsel hem de toplumsal bir zaruret arz etmektedir. Yayın hayatına “Hz. Peygamber Özel Sayısı” ile başlayan ve daha sonra “Kur’an Özel Sayısı”, “Sünnet Özel Sayısı” ile sürdüren İslami İlimler Dergisi de bu ihtiyacı dikkate alarak, 2008 yılı içerisinde İslam hukuku (fıkıh) alanında özel bir sayı hazırlamaya karar vermiş ve elinizdeki dergi ile huzurunuza çıkmış bulunmaktadır. Bilindiği üzere, ülkemizde münhasıran İslam hukuku alanında, “İslam Hukuku Araştırmaları” ve “Usul” adlı iki özel dergi yayımlanmakta ve yayın hayatlarını başarı ve takdirle sürdürmektedirler. Ancak İslami ilimler Dergisi’nin “İslam Hukuku” adlı özel sayı hazırlama girişimi, ilahiyat bilimleri alanında yayın yapan akademik dergilerde bir ilki teşkil etmektedir. Bu ilk ise kıymetli ilim adamlarımızın katkıları sayesinde kuvveden fiile çıkmıştır. Bu sayıda Prof. Dr. Mehmet Erdoğan, “İbaha-yi Asliyye ve Hürmet-i Âdemiyye” başlıklı yazısında fıkha yol gösteren ve yön veren temel ilkelerden aslî ibâha ve insan saygınlığı üzerinde durmaktadır. Prof. Dr. Osman Eskicioğlu, “Usul-i Fıkıh İlmi ve Akıl Ürünü Bilimsel Bir Usul Denemesi” başlıklı yazısında, fıkıh usulünden hareketle diğer disiplinler için de uygulanabilecek bir metodoloji teklif etmektedir. Prof. Dr. Salim Öğüt “Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirme” başlıklı yazısında, usul düşüncesinin dayandığı kelâmî ve dinî ilkelere vurgu yaparak, güncel meselelere ilişkin değerlendirmelerde bulunmaktadır. Prof. Dr. Ferhat Koca, Hanefi mezhebinin kurucu imamları arasındaki ilişkilere farklı bir perspektiften bakmakta, “Hanefî Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler” başlıklı yazısında 8 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ bu ilişkilerin kişisel ve insani boyutu üzerinde durmaktadır. Prof. Dr. Ahmet Yaman, “Ben Ve “Öteki”: Kur’ân’ın “Öteki” İle İlişkilerde Öngördüğü Dengeli Barış Teorisi” başlıklı yazısında Kur’an verilerinden hareketle bir barış teorisi teklifinde bulunmaktadır. Doç. Dr. Adnan Koşum, “Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Literatüründe Gelişimi Üzerine” başlıklı yazısında fıkıh usulünün önemli konularından beş temel hüküm kategorisinin doğuş ve gelişmesini incelemektedir. Yrd. Doç. Dr. Sahip Beroje, “Hz Peygamber (a.s.)’in Sahabe İçtihatları Karşısındaki Tavrı” başlıklı yazısıyla, sahabenin içtihadi faaliyetleri karşısında Hz. Peygamber’in tutum ve davranışlarını ele almaktadır. Dr. Ali Pekcan, “Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti Ve Evrensel Niteliği Üzerine” başlıklı yazısında, İslam hukukunun dayandığı bazı teleolojik ilkeleri incelemektedir. Dr. Kaşif Hamdi Okur’un “İslam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı: Son Dönem Osmanlı Düşüncesinden Günümüze Uzanan Süreç” başlıklı yazısında, Türkiye merkezli olarak İslam hukuk düşüncesindeki yenileşme arayışları tarihî bir süreç içerisinde anlatılmaya çalışılmaktadır. Dr. Şehabettin Ergüven, “Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm, Hayatı ve Eserleri” başlıklı yazısında çok yönlü bir ilim adamı olan İbn Hazm’ı bize tanıtmaktadır. Ayrıca bu sayıda, ülkemizde İslam hukukunun önde gelen isimlerinde biri olan Prof. Dr. Hayreddin Karaman ile fıkıh, İslam hukuku ve İslam düşüncesi üzerine bir söyleşi yapılmıştır. Bu söyleşi Prof. Dr. Saffet Köse ve Okutman Nizamettin İbrahimoğlu tarafından gerçekleştirilmiştir. Bursa’da düzenlenen “Uluslararası İbn Hazm Sempozyumu”, Prof. Dr. Ferhat Koca tarafından okuyucuya tanıtılmıştır. Derginin kitap tanıtımı bölümü ise, İslam hukukuna ilgi duyan Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin sevgili lisans öğrencilerinin katkıları ile oluşmuştur. Bu bölümde Gülhan Çil, “Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu (trc. N.Ahmet Asrar)”; Nevriye Sümeyra Budak, “Aziz el-Azme, Sosyal ve Tarihi Bağlamı İçinde İslam Hukuku (trc. Fethi Gedikli)”; Şehriban Altınok, “Ahmet Hassan, İslam Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi (Çev. A. H. Çavuşoğlu - Hüseyin Esen)” ve Fatma Ünsal, “Talip Türcan, İslam Hukuk Biliminde Hukuk Normu Kavramsal Analiz ve Geçerlilik Sorunu” adlı eserleri tanıtmışlardır. Elinizdeki derginin hazırlanmasında emeği geçen tüm yazarlarımıza, hakemlerimize ve katkıda bulunan herkese şükranlarımızı sunarız. Bu özel sayının konuyla ilgilenenlere yararlı olmasını Yüce Allah’tan temenni ederiz. Prof. Dr. Ferhat Koca Dr. Kaşif Hamdi Okur İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (9-23) İBAHA-Yİ ASLİYYE VE HÜRMETİ-İ ÂDEMİYYE Mehmet ERDOĞAN1 SUMMARY 10 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbaha-yi Asliyye ve Hürmet-i Âdemiyye 11 12 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbaha-yi Asliyye ve Hürmet-i Âdemiyye 13 14 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbaha-yi Asliyye ve Hürmet-i Âdemiyye 15 16 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbaha-yi Asliyye ve Hürmet-i Âdemiyye 17 18 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbaha-yi Asliyye ve Hürmet-i Âdemiyye 19 20 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbaha-yi Asliyye ve Hürmet-i Âdemiyye 21 22 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbaha-yi Asliyye ve Hürmet-i Âdemiyye 23 İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (25-36) USUL-İ FIKIH İLMİ VE AKIL ÜRÜNÜ BİLİMSEL BİR USUL DENEMESİ Osman ESKİCİOĞLU* THE METHOD OF THE SCIENCE OF ISLAMIC JURISPREDENCE AND AN ESSAY ON SCIENTIFIC METHOD WHICH IS A PRODUCT OF MIND SUMMARY In this article, it is focused on the contributions that the method of İslamic jurispredence which can be used not only by science of İslamic jurisprudence, but also by other scientific disciplines, may make for constituting a scientific methodology. In the article, the formation of İslamic sciences and the İslamic jurispredence is discussed from the methodology of science perspective. Then moving from the method of İslamic jurisprudence, a new legal methodology approach which can be used in all legal systems is offered. Key Words: The method of Islamic Jurisprudence, methodology Burada önce usul-i fıkıh ya da fıkıh ilmi metodolojisi üzerinde durmak, daha sonra da akıl ürünü bilimsel bir usul denemesi yapmak istiyoruz. I. USUL-İ FIKIH VEYA FIKIH İLMİ METODOLOJİSİ İslam ve ilimler denilince İslam dininin ilim dünyasına neler kazandırdığı akla gelir. İlimde esas olan doğruyu bulmak ve böylece yanlıştan kurtulmaktır. Herhangi bir alanda doğruyu ve gerçeği bulmak için çalışmanın ilk şartı da her şeyden evvel doğru düşünmek ve doğru bir yol ve yönteme sahip olmaktır. İşte İslam dini, insanlık âlemine aynı zamanda ilimde doğru düşünmeyi de öğretmiştir. İllet ve sebeplere dayanarak bir hükme ve bir neticeye varma işi ilmin takip ettiği bir yoldur. Bu ilim yolunu hukukta ilk defa ortaya koyan Müslümanlardır. Bu hususta merhum Muhammed Hamidullah şöyle söylüyor: “Sözü bitirmek için İslam’ın en mühim yardımlarından birisinden bahsedeceğim: İslam’dan evvel Hukuk ilmi mevcut olmadığını işitmekten büyük bir hayrete düşmeyiniz. Tekrar ediyorum. Hukuk ilmi İslam’dan evvel mevcut değildi. Çinlilerin, Babillilerin, Hinduların, Yunanlıların ve Romalıların ve diğerlerinin ancak kanunları vardı, fakat hattı hareket kaidelerinin üstünde mücerret bir hukuk ilimleri * Prof. Dr. Dokuzeylül Ünv., İlahiyat Fakültesi 26 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ yoktu. Bu hukuk ilmi, kanunun kaynakları, hukukun felsefesi, teşri metotları tefsir, tatbik vesaire gibi müesseseleri ele alır. Dünyada böyle bir mevzu üzerine yazılmış en eski eser, mücerret hukuk ilminin vazıı İmam Şafii’nin “Hukukun Kökleri” (Usulü’l-Fıkıh) tesmiye ettiği (Risale) adlı eseridir; ona göre bu ilim, kökleri teşkil ettiği halde, Kanun Kaideleri dalları (füruu) teşkil eder. Eskiler, yalnız dallara (furua) maliktiler; Müslümanlar yalnız furua malik olmakla kalmadılar, (usulü) kökleri düşünenler de evvela onlar olmuş oldu. Müslümanlarda Usulü’lFıkıh tarihini tetkik ederken müessisi İmam Şafii’den sonra bu ilmin tekâmül ve inkişafını Türklere borçlu olduğunu görmekle hayrete düştüm: Matüridi, Cassas er-Razi, Debusi, Serahsi, Ebu’l-Yüsr Pezdevi, Ebu’l-Usr Pezdevi, Alaüddin Semerkandi hemen hepsi Ortaasya menşeli yani Türk idiler. Eski Türkler, dünyanın hiçbir yerinde, ne Romalılarda, ne Çinlilerde ve ne de diğer milletlerde mevcut olmayan bir hukuk ilmini icat etmek kabiliyetini gösterdiklerine göre, öyle ümit edilir ki, yeni Türkler, mazilerinin mirasını tetkik ve onların kıymetini takdir ettikten sonra diğerlerinden iktibas ve onları takip yerine, başkalarına yeniden şerefli bazı şeyler vermeyi ve onlara rehber olmayı bileceklerdir.”1 Hz. Peygamber İslam’ı sahabelere taklit ve tekrar metodu ile yani bir çocuğa ana lisanını öğretir gibi öğretti. Hatta “Bana bakın, ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle namaz kılınız.” Hadisi buna örnek olarak gösterilebilir. Yani Hz. Peygamber, olayların hareket ve davranışların niçin ve nedenlerini, illet ve sebeplerini bir bir anlatmadı. Hz. Peygamber dar-ı bekaya göçtü, bu arada Suriye Bizanslılardan, Irak da İranlılardan alındı. Fakat bura halkları kısmen bozulmuş bir din ve ateşe tapma gibi şirk geleneklerine sahip olduklarından İslam’la çelişen bir takım sapık düşüncelere sahiptiler. İşte o zaman Müslümanlar bir takım alışılmamış fikir ve düşüncelerle karşı karşıya gelince alabora oldular. Yanlarında kendilerini irşat edecek peygamberleri ve onun büyük sahabîleri de yoktu. İşte o zaman İslam âlimleri, Kur’an’a sarıldılar ve onu bilimsel bir metotla yeniden anlamaya çalıştırlar. Kur’an ise Arapça bir metindi. Arapça, bir dil olduğuna göre, ilk önce o dili anlamak gerekiyordu. İşte âlimler Kur’an’ı anlamak için sarf, nahiv, belagat (maânî, bedî, beyân), lügat ve usulü’l-fıkıh gibi ilimleri ortaya koydular. Bu ilimlere dayanarak Kur’an ve Sünneti yeniden bilimsel bir şekilde anlamaya ve tüm meseleleri ve müşkülleri çözmeye çalıştılar. Yani Kur’an’ı bir yabancı dili öğrenir gibi, fiil, fail ve mefulleri bilerek, özne tümleç ve yüklemleri tespit ederek, manaları anlamaya çalıştılar ve delillerden hükümleri çıkarmaya gayret gösterdiler. Bu bilimsel bir yoldu. Kişinin ana lisanını bilmesi ise “selîka” adı verilen tabii-doğal bir yoldur. Aslında, batı dünyasının müspet ilim metodunun temelinde usulü fıkıh vardır dersek hata etmiş olmayız. Çünkü bu ilme İslam âlimleri Fıkhın Kökleri veya Fıkhın Temelleri adı verirken, Avrupalı yazarlar da Felsefenin Temelleri ve Sosyolojinin Temelleri adı altında eserler yazıyorlardı. Hatta Dekart’ın “Me1 Prof. Muhammed Hamidullah, İslam Hukuku Etüdleri, Bir Yayıncılık İst.1984, s. 22. Usul-i Fıkıh İlmi ve Akıl Ürünü Bilimsel Bir Usul Denemesi 27 tot Üzerine Konuşmalar” adlı eserinin bile usul-i fıkhın bir nevi adaptasyonu olduğunu söyleyenler vardır. Bu konuda Ahmet Hamdi Akseki, zamanımızdaki madde ile meşgul olan tecrübî ilimler için konulmuş bulunan metotları, Müslümanların daha önce hukuki olaylarda kullandıklarını, bugün nasıl tabiat kanunlarını bilmek için tabiat olaylarının sebebini bilmek gerekirse, fıkıh kurallarını tatbik edebilmek için de hükmün sebebini bilmek gerekir diye bir açıklama getirmektedir. Akseki, bu hususta “Şer’i İlimlerin Kıymeti” başlığı altında şunları söylemektedir: “Şimdi söylediğimiz veçhile, İslam alimleri İslami olan menba ve kaynakları kendilerine mahsus menhec, “metodoloji” ve usullerle tetkik ederek “Tefsir, Hadis, Tevhid, Fıkıh, Usul-i Fıkıh, Ahlak ve Tasavvuf” ve diğer ilimleri meydana getirmişlerdir. İslami olan ilimlerde tatbik olunan usuller, bugün modern ilimlerde kabul ve tatbik edilmekte olan usul ve menheclere tamamıyla uygundur. Çağımızda matematik ilimlerinde hâkim olan delil, tecrübi ilimlerde hâkim olan tecrübe; tüme varım, temsil (analoji), varsayım, sınıflama; tarih ilimlerinde hâkim olan, haber ve rivayet tamamıyla İslam âlimleri tarafından İslam ilimlerinde tatbik edilmiştir. Fransız filozoflarından Descartes (1596–1650) ile İngiliz filozoflarından Bacon (1561–1626) ve Stuart Mill (1806–1873) in ortaya koydukları nedensellik Kanunu’nu onlardan çok zaman evvel İslam âlimleri tatbik etmişlerdi. Gerçekten son çağ filozoflarının olayların sebebini bulmak için kullandıkları bu usul, Fıkıh Usulü âlimleri tarafından olayların hükümlerinin sebeplerini bulmak için tatbik ediliyordu. Bugün bir olayın sebebi belirlendikten sonra nasıl bir kanun belirlenmiş olursa, hukukta da olayı ilgilendiren şer’i bir hükmün sebebi belirlendikten sonra hüküm ortaya konur. Bugün tabiat kanunlarını bilmek için tabii olayların sebebini bilmek nasıl gerekiyorsa, hukuk kaidelerinin tatbik edilmesi için de hükümlerin sebeplerini bilmek gerekir. İşte İslam ilimleri bu usul çerçevesinde meydana gelmiş ve toplanmıştır.”2 Ömer Nasuhi Bilmen de konuyla ilgili olarak, Batıda fizik, kimya ve biyoloji gibi deneysel bilimlerde uygulanan usul ve metodu İslam âlimlerinin dilde, yani Kur’an-ı Kerim ve Sünnetten hüküm ve kanun çıkarmada bin iki yüz yıl önce tatbik ettiklerini, böylece müslümanların sosyal (ve hukuk) kanunlarını bulmada kullandıkları metodu Batı bilginlerinin madde kanunlarını bulmada kullandıklarını ifade ederek şöyle diyor: “Son zamanlarda batı bilginleri, tarihlerde, kanunlarda, deneysel bilimlerde ve başka yerlerde tatbik edilmek üzere (metodoloji = tatbiki mantık) denilen mecmuai usulü tedvin ederek ilim alanında bir muntazam tetkik ve tenkit yolu mey2 Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, Başnur Matbaası Ankara 1972, s. 31–32. 28 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ dana getirmişlerdir. İslam âlimleri ise bundan bin iki yüz şu kadar yıl önce “fıkıh usulü” ilmini tedvin etmişlerdir ki, bu güzide ilim, dil ile ilgili meselelere, rivayetlere, kelime ve cümlelerin özellik ve ayrıcalıklarına, delillerin kuvvet ve zayıflık derecelerine ve diğerlerine yönelik olan en gelişmiş usul ve kaideleri kendisinde toplamış bulunmaktadır. “Hadis Usulü” ilmi de bu hususta ayrıca anılmaya değerdir. Artık kendisini hukuka vermiş hiçbir kimse bu usul ilminden uzak kalamaz.”3 Fıkıh İmam Azama göre “Kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir” şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif herhangi bir konu ile sınırlandırılmadığı için genel bir tarif olup mükellefin bütün yönlerini içine alır. Artık fert, iman – itikat, amel, ahlak ve tasavvuf bütün bu konularda hak ve vazifelerini bildiği zaman fıkhı bilmiş olur. Yani Ebu Hanife’ye göre iman amel ve ahlak konuları da fıkhın içinde mütalaa edilmektedir. Fakat daha sonra gelenler “amelen” kaydını getirdikleri için Hanefi mezhebinde fıkıh kişinin ameli yönden lehinde ve aleyhinde olan şeyleri (yani hak ve vazifelerini, alacak ve borçlarını) bilmesidir, şeklinde tarif edilmiştir. Şafiiler ise fıkhı “Şeri-ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarıp bilmektir diye tarif ederler. Mesela bir Müslüman abdest ayetinden üç uzvun yıkanmasını ve başın mesh edilmesinin farz olduğunu çıkarıp bildiği zaman fıkıh yapmış olur. Usul-ü fıkıh ise fıkhi hükümleri çıkarmaya yarayan kaideleri bilmektir diye tarif edilmektedir. Öyleyse fıkıh usulü, ameli hükümleri, tafsili delillerinden istinbat etmek için gereken metotları tanıtan kaideler ilmi olur. Mesela emrin vücubu, nehyin de haramlığı gerektirdiğini bize fıkıh usulü öğretir. Fakih, farz olup olmaması bakımından namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman “Namazı dosdoğru kılın” (Nisa 4/ 102; En’am 6/ 72) ayetini okur. Usul, hukukçunun (fakihin), delillere dayanarak hüküm çıkarırken tutacağı yolu ve delilleri kuvvetine göre tertip ederek, Kur’an’ı Sünnetten, Sünneti kıyas ve doğrudan doğruya nassa dayanmayan diğer delillerden öne almasını açıklayan metotlardır. Fıkıh ise, bu metotlara bağlı kalınarak hükümlerin çıkarılmasıdır. Yani fıkıh hükümleri delilleri ile birlikte bilmektir. Fıkıh usulünün konusu bu ilmin tarifinden çıkarılabilir. Fıkhın konusu ayrı ayrı delilleriyle hükümlerdir. Yani fıkıh bir nevi neticeleri verir ve bu neticelerin yani hükümlerin aynı zamanda delillerinden de bahseder. Fıkıh usulüne gelince bu ilim, hüküm çıkarma yani istinbat metodunu konu olarak ele alır. Her iki ilim, delillerden bahseder bu bakımdan birbirine benzerler ancak ayrıldıkları taraflar da vardır. Fıkıh, cüzi ve ameli hükümleri çıkarmak için delilleri ele alır ve her delilin ifade ettiği hükmü tayin eder. 3 Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, c. I, s. 40. Usul-i Fıkıh İlmi ve Akıl Ürünü Bilimsel Bir Usul Denemesi 29 Fıkıh usulü ise delillerden hüküm çıkarma metodunu, delillerin hüccet olma bakımından derece ve durumlarını inceler. Mesela Kur’an’ın hüccet oluşunu, Sünnetten önce geldiğini ve şeriatın aslını teşkil ettiğini, zanni ve kati delili, nassların zahirleri arasında bir çatışma olduğu zaman gidilecek yolu gösteren metodu, çeşitli ibarelerin delalet derecelerini, hâss ve âmm’ın mertebelerini açıklar. Mükellef kime derler, mükelleflerin işlemesi ve işlememesi gibi konular yani farz vacip sünnet müstehap haram mekruh ve müfsit konularını inceler. Hastalık delilik vesaire gibi mükelleflere arız olan ve onların sorumluluklarını azaltan ya da tamamen ortadan kaldıran durumları tespit eder. Bu düşüncelerle diyebiliriz ki, fakihin doğru yoldan sapmaması için hüküm çıkarırken bağlı kalması lüzumlu olan metotla ilgili bütün hususlar, Fıkıh usulünün konusuna dâhildir. Netice olarak fıkıh usulünün konusu ne sadece deliller ve ne de sadece hükümlerdir, belki hüküm çıkarma bakımından delillerin nasıl kullanılacağını göstermekle hem deliller ve hem de hükümleridir, diyebiliriz Fıkıh usulünün doğuşu fıkıh ile beraber olmuştur. Fakat Fıkıh usulü fıkıhtan sonra tedvin edilmiştir. İstinbat yani hüküm çıkarma işi, Hz. Peygamberden sonra sahabeler çağında başladığına göre, sahabeler arasında yer alan Abdullah b. Mesud, Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi fakihler, herhangi bir konuda hüküm verirken tamamen bağımsız, hiçbir kayıt ve esasa bağlanmaksızın fikir beyan etmiyorlardı. Onlar bir fikir beyan ederken ve bir konuda hüküm verirken bir takım kural ve kaidelere uyarak düşüncelerini ifade ediyorlardı. Mesela Hz. Ali içki içenlere verilecek ceza hakkında “İnsan içki içince hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca kazf (zina iftirası) eder, dolayısıyla içki içen kimseye kazf cezası gerekir” derken muhtemel neticeye veya zerayi esasına göre hüküm verme metodunu kullanmış oluyordu. Abdullah İbn Mesud da “kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğuma kadardır” diyor ve “Gebe olanların iddeti, doğurmaları ile tamamlanır” (Talak 65/ 4) ayetini sözüne delil olarak getirdikten sonra, Talak suresinin Bakara suresinden sonra geldiğini anlatmak istiyordu. Böylece o bir fıkıh usulü kuralına işaret ediyordu. Bu da sonra gelen nassın, önce gelen nassı nesh veya tahsis etmesidir. İşte sahabeler her zaman açıklamasalar bile içtihatlarında bu gibi metotlara uyuyorlardı. Tabiiler çağında Medine’de Said İbn el-Müseyyeb ve diğerleri, Irakta Alkame ve İbrahim en-Nahai gibi zatlar fetva veriyorlardı. Bunlar Kur’an, Sünnet ve sahabenin fetvaları ışığında hareket ediyorlardı. Nass bulunmayan yerlerde ise kimisi, maslahata dayanıyor kimisi de kıyas yapıyordu. Müçtehit imamlar devrinde ise yavaş yavaş mezhepler teşekkül ediyor ve her ekolün kendine 30 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ göre istinbat metodu ortaya çıkmış oluyordu. Mesela İmam Azam’ın ve İmam Malik’in kendine mahsusu metotları vardı. İmam Şafii’ye geldiğimiz zaman onun fıkıh usulünü tedvin ettiğini ve istinbat metotlarını tespit ettiğini görüyoruz. Onun için bu ilmi ilk defa yazıya geçiren ve bu konuda ilk eser yazan İmam Şafii’dir. Onun er-Risale adlı eseri bize kadar ulaşan bu konuda ilk yazılmış eserdir.4 Böylece bu ilmin ilk kurucusunun İmam Şafii olduğu ortaya çıkmaktadır. Her ilim dalının bir terminolojisi vardır. Terimleri bulunmayan bir alana ilim denilemez. Terim, kök manasından başka bir anlam taşıyan ve bu anlam o ilme mensup bütün bilginler tarafından ittifakla kullanılan kelimedir. Terimler bir nevi ilimlerin dilidir. Eğer bir alanda herkesin kendine göre terimleri varsa, ıstılahları varsa herkesin yolu ayrı demektir. Bu takdirde burada ilimden bahsedilemez. Mesela tarikat ve tasavvuf şahıslara göre değiştiği, kâl işi değil hâl işi olduğu için ilim değildir. İlim herkesin ittifakla bir kelimeyi aynı anlamda kullanmalarıdır. O yüzden usulü fıkıh bir terminoloji ortaya koymuştur. Mesela Kitap, Sünnet, icma kıyas, haberi vahid, meşhur, mütevatir. Delil, hüküm, hass, amm, müşterek, müevvel bunlardan birkaçıdır. Kitap denildiği zaman bundan herkesin anladığı Kuran-ı Kerim’dir. Başka bir şey anlaşılamaz. Buna göre fizik, kimya, astronomi ve biyoloji ilim olduğu gibi, fıkıh, usulü fıkıh kelam gibi disiplinler de ilimdir. O nedenle bugün, İlahiyat fakülteleri de ilim adamı yetiştirmektedir. II. AKIL ÜRÜNÜ BİLİMSEL BİR USUL DENEMESİ Kuran-ı Kerim Mekke’de yazılmaya başlandı ve onun ilk uygulaması da Medine’de yapıldı. Kur’an, Medine’de vahyin ışığında yorumlanmak suretiyle Hz. Peygamber tarafından uygulamaya konuldu. Dört halife devrinde ise, vahiy sona erdiğinden dolayı, vahyin yerini istişare usulü alarak yorumlama işi akla ve karşılıklı tartışmaya dayanarak bilimsel bir hale getirildi. Daha sonra ortaya çıkan toplum baskıları ve idarecilerin yanlış uygulamaları ve saltanat kavgaları yüzünden bunalan müminler, kendilerine bir sığınak, onlara yol gösterecek güvenilir âlimleri aramaya koyuldular. İşte böylece fıkhın veya hukukun bilimselleşmesi dönemi diyebileceğimiz bir dönem, müçtehitler devri başlamış oldu. Bu içtihatlar veya müçtehitler döneminin de kendine göre bir takım evreleri vardır. Başlangıçta Kuran’ın talimi ve kıraatin talimi ile tedrisat, eğitim ve öğretim başlamış oldu. Bunun arkasından hadislerin tedrisi söz konusu oldu. Üçüncü dönemde ise içtihatlar tedris edilmeye başlandı. Bundan sonra da içtihadın 4 M. Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi ss. 22–23. Usul-i Fıkıh İlmi ve Akıl Ürünü Bilimsel Bir Usul Denemesi 31 yapılma şekliyle ilgili olan ilim ortaya çıkmış oldu. İşte bu içtihat şeklini ve onun nasıl yapılacağını anlatan ilme usul-i fıkıh adı verildi. Buraya kadar bu ilim ve derslerin konusu din olmakla beraber yani Kuran, sünnet ve fıkıh talim edilmekle beraber eğitim öğretim şekli, bilimsel ve akla dayalı idi. Çünkü bunlar keramet ve mucizelere dayanılarak tedris edilmiyordu, tam tersine akla ve mantığa, mübahase ve münakaşaya dayanılarak tedris ediliyor ve eğitim-öğretim böyle yapılıyordu. Bundan sonra dil âlimleri ortaya çıktı ki, onlar dil ile ilgili olan akli ilimleri geliştirdiler. Onlar bunu Kur’ân’ın anlaşılması için koyup geliştirdiler ama kullandıkları usul vahye değil, tamamen akla dayandığı için bu ilimler dini değil, bilimseldi. Burada bir örnek vermek gerekirse onlar lügat ve gramer ilimlerini oluşturulurken Hz. Peygamberin sözlerinden daha ziyade Kur’ân’a ve cahiliye şiirlerine dayandılar. Hatta İslam şairleri bile onlar için bir dayanak teşkil etmedi, diyebiliriz. İşte bu çalışmaların inanç ve kanaatlere değil, tamamen akla ve mantığa dayanan bilimsel bir düşüncenin ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Hâlbuki eğer bunlar taraflı bir düşüncenin ürünü olsaydı, cahiliye dönemi şairlerinin şiirlerini hiçe sayarak onların yerine İslam şairlerinin şiirlerini esas alırlardı. Oysa onlar böyle yapmadılar. Böylece fıkıh usulü yavaş yavaş oluşturulduktan sonra ilimde kıyas ve tümevarım sistemleri meydana getirilmiştir. Artık bu suretle yeni yeni ilimler tedvin edilir hale geldi. Bu defa da bilimsel dil âlimleri ve gramercileri yetişmeye başladı. Böylece dil hakkında tamamen deneye ve tecrübeye dayalı, inanç ve dine dayanmayan ilimler geliştirildi. Bunlar arasında en önemlileri dil bilimleridir. Bu konuda ulum-i semaniye adı verilen sekiz çeşit ilim dalı meydana getirilmiştir. Tecvit ilmi bir ses ilmi olup bu sayede seslerin mahreçleri tespit edildi. Boğazdan, yutaktan, damaktan, dişlerden ve dudaktan çıkan harfler belirlendi. Bunların çıkış biçimleri tespit edildi. Mechûre veya mehmûse ve şedîde, rahviyye veya beyniyye ile huruf-i med olmak üzere gruplandı. İnce harfler ve kalın harfler birbirinden ayrıldı. Ayrıca harflerin çıkışları meftuh, meksur, mazmum, sakin ve müşeddede halleri ele alındı. Bunlar bizim Türkçedeki sesli harflere tekabül eder. Bundan başka idgam, iklab, ihfa, izhar, hazif, zikir ve ilal gibi işlemler ele alındı. Böylece yepyeni bir fonetik ilmi doğmuş oldu. Lügat ilmi geliştirildi. Arapların kullandıkları cümleler kelime kelime ele alındı ve ciltler dolusu kitaplar yazıldı. Kelimeler isim, fiil ve harf kısımlarına ayrıldı. Harflerin mebani ve maani kısımları bulunduğu gibi, kelimeler önce mebni ve müştak olmak üzere ikiye ayrıldı. Mebani kelimeler, bunlar harf ve zamirler gibi kökten türemeyen kelimelerdir. Müştak kelimeler ise üç harfli kökten, değişik bir söyleyişle çıkan kelimelerdir. Lügatler işte bu köklere göre 32 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ tasnif edildi. Bugün dünyada Arapçadan başka herhangi bir dilde böyle köklere dayalı bir lügat kitabı yoktur. Bundan sonra sarf ilmi geliştirildi. Bu, kelimelerin iştikakları üzerinde duran bir ilim dalıdır. Bu ilim sayesinde kök kelimeden değişik baplara göre yeni yeni kelimler üretilerek bu kelimelerin çekimlerini yapmak mümkün oldu. Bunların tekil, ikil ve çoğulları, erkek ve dişi olanları, fillerde ise mazi, muzari ve emir olanları incelendi. Bunların vav, ya ve elif harflerini içeren müdafaaları incelenerek ele alındı. Bundan sonra cümlenin yapısına geçilerek sarf ilminden sonra nahiv ilmi doğdu. Cümlede isnat, izafet ve tavsifatlık işlemleri ile bunların öğeleri, şart, sual ve sıla cümleleri. İrap yani kelimelerin görevlerini gösteren son harf veya harekeleri ele alındı. Cümlede kelime yerine geçen cümleler incelendi ve böylece yeni yeni kurallar ortaya çıktı Bundan sonra maani ilmine geçildi. Takdim, tehir, tekit, zikr, hazf, vasl ve fasl ile tahsis ve tamim gibi çeşitli konular üzerinde duruldu. Daha henüz batı dillerinde bunlar tasnif edilip kısımlara ayrılarak Arapçada olduğu gibi bir ilim haline getirilememiştir. Mesela “dün ben geldim” cümlesi ile “ben dün geldim” cümlesi arasında ne fark vardır? “Onu bana ver” ile “kitabı bana ver” arasında ne fark vardır? “Yarın gelir misin” ile “yarın gel” arasında ne fark vardır? Bütün bunları inceleyen ilme “maani” adı verildi. Cümleler kurulurken kelimeler hakiki manada kullanıldığı gibi mecazi manada da kullanılabilir. Bu yol karşılığı ve kalıbı olmayan kavramları da anlatmamıza yarar sağlar. Bu konuda iki şey arasındaki benzerliklerden de faydalanabiliriz. Sarih söyleriz, kinayeli söyleriz. Hâsılı bu sayede biz dilimizde ihtiyaç duyulan evrimi sağlamış oluruz. Artık böylece yeni yeni kavramların karşılığı olan kelimeleri de kolayca bulabiliriz. Dil yalnız fikirleri ifade etmez; onun dinleyiciler tarafından istek ve arzu ile kabul edilebilmesi için iyi bir ambalaja konulması gerekir. Nasıl pazarda arz edilen malları ambalajlayıp paketliyorsak aynı şekilde cümleleri de paketleyip ambalajlamamız gerekir. İşte Müslümanlar bunu yapan bir ilmi de geliştirdiler ve ona bedî ilmi veya bedîiyât adını verdiler ki, bugün buna estetik denilmektedir. Mesela bir şair şiirinde “geceyi benimle geçirecek bir güneş istiyorum” dediği zaman bu cümlenin fizik veya astronomi açısından bir anlamı olmayabilir, ama şair burada bir duyguyu dile getirmek suretiyle bir sanat yapmak istemiştir, diyebiliriz. Mantık ilmini Müslümanlar geliştirmediler. Ancak Müslümanlar bunu yunanlılardan aldılar ve öylece aldıkları gibi kullandılar. Onlar bunu tasnif ettiler, tedris ettiler ve diğer ilimlerin arasına yerleştirdiler. Diğer yedi ilmin kâşifleri Müslümanlardı. Ama sekizinci ilmin kâşifi değil, sadece onun alıcısı Usul-i Fıkıh İlmi ve Akıl Ürünü Bilimsel Bir Usul Denemesi 33 oldular. Onlar bu yedi ilmi de hep akıl ve mantıkla geliştirdiler. Buna bir de matematik ilimlerini de ilave ettiler. İslam âlimleri bu sefer döndüler fıkıh usulünü bu ilimlere dayanarak yeniden tedvin ettiler. Tamamen akıl ve mantığa dayalı olarak tedvin ettiler. Yalnız Kur’ân’ı değil, bütün metinlerin yorumunu bir sistem çerçevesinde ele aldılar. Şeriatın, yani hukukun oluş şeklini dini duyguya ve iç dünyaya dayandırmadan tamamen dış görünüşe bağlı olarak zahir bir şekilde ele aldılar. Böylece onlar, bütün dünyayı bugünkü uygarlığa götürecek olan yolun kapılarını aralayıp adımlarını atmış oldular. Batılılar da az önce saydığımız bu akıl ürünü alet ilimlerinden yani dini olmayan bu ilimlerden yararlandılar ve böylece kendi gramer kitaplarını yazdılar. Hala daha bu konuda gelişmeler kat ederek yazmaya devam ediyorlar. Fakat onlar bizim usul ilmini dini bir ilim sanıp belki fıkıh kelimesine ekli olarak usul-i fıkıh ya da fıkıh usulü denildiği için veya başka bir sebeple ondan yararlanmak istemiyorlar. Ancak onlar, böyle davranmakla ve bu usulden uzak kalmakla kendi hukuk sistemlerinde ve yönetim biçimlerinde sebep sonuç bağıntısını kuramadılar, neticede hukuk ve yönetimde bilimsel olamadılar ve geri kaldılar. Evet, onlar fen bilimlerinde Müslümanlardan aldıkları usulü uyguladılar ve ilerlediler, fakat hukuktaki metodu kendilerine aktaramadıkları için bu konularda çok çok geri kaldılar. Onun için usulün başlıklarını dini değil, akıl ve mantık işi olarak ele alıp koymakta fayda vardır. Hatta bu sayede batılılar bile bunu öğrenip uygulamaya koyabilirlerse hukuk ve yönetimde ilerleme adına bir başlangıç yapmış olabilirler. Usul Dört Bölüm Halinde Ele Alınıp İncelenebilir: 1- İlk girişte usul tarif edilerek onun bir kişinin topluluk içinde hak ve yükümlülüklerini öğreten bir ilim dalı olduğu belirtilir. Eğer ben bir topluluk içinde yaşıyorsam benim o topluma karşı görevlerim var demektir. Aynı şekilde bu toplumun da bana karşı görevleri vardır. Zaten birey ile toplum birbirine hak ve vazife, alacak ve borç bağları ile bağlıdırlar. İşte usul bize bunları anlatıp öğreten bir ilim dalıdır. Görülüyor ki, bunun mistik bir düşünce ile alakası yoktur. Ancak Kuran-ı Kerim toplumu Allah’ın halifesi olarak dile getirdiği için bunlar Allah’a karşı olan hak ve vecibeler şeklinde ifade edilmiştir. Hatta bu konuda İslam hukukçularının kamu ile ilgili olan haklara “hukukullah” dedikleri bilinmektedir. Onun için Allah’a izafe edilen şeyleri topluma izafe edersek mesele açıklık kazanmış olur ve böylece akli, kazai ve ilmi bir fıkıh yani hukuk ortaya çıkmış olur. Öyleyse işte tam burada usul-i fıkhın tarifini yeniden vermenin zamanı gelmiş demektir. Fıkıh usulü, delillerden hüküm çıkarma kurallarını anlatan bir ilim dalıdır. Fıkıh ise bu delillerden çıkarılmış olan hükümlerdir. 34 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Hüküm çıkarma kurallarını öğreten usul-ü fıkhın dayandığı deliller dört tanedir: a) Yazılı sözleşmeler, b) Örnek uygulamalar, c) yorumcuların ittifakları, (ittifak meydana geldikten sonra farklı bir yorum getirmek geçersiz olur.) d) Metinlerde bulunmayan hükümlerin, bulunan hükümlere göre akılla kıyas yapılarak uygulamaya konulmasıdır. Saymış olduğumuz bu dört asli delile yine dört tali delil daha ilave edilebilir. a)Aklın tikel bir delile dayanmayan bir hususu, genel ilkeler çerçevesinde doğru sayması (istihsan). b) Varlığını devam ettirmekte olan hukuki durum (istishab). c) Geleneksel uygulamalar (örf). d) Yararlılık İlkesi (mesalih). Bu dört tali delil üzerinde tartışma vardır. 2- İkinci bölüm yazılı metinlerin tahlilleridir. Dilin konulması, dilin kullanılması, dilin ifadesi ve dilin anlaşılması olarak incelenir. Bunlar tamamen dil bilgisine dayanır ama mantıksal açıklamaları içerir. Bir ifadenin başka bir ifade ile açıklanmasının hükümlerini ele alır. Nesih konusu incelenir. Burada dini hiçbir husus ele alınmaz. Sadece örnek açıklamalar Kuran üzerinden yapılır. Batı dünyası bunları kendi dilleri üzerinde yapabilirler. Her dilin grameri ayrı olabilir. Fakat gramer bir ise usul de öyle olmalıdır. 3- Bundan sonra üçüncü bölüm gelir ve burada hükümler ele alınır. Yasama yani şeriatın-hukukun oluşması, hükümler, yükümlülükler ve yükümlü olanların özellikleri incelenir. Görev verenler, görevliler, görevlilerin fiilleri ve sonuçları incelenmiş olur. Bütün hukuklarda olduğu gibi bunlar ilmi bir disiplin içinde ele alınır. 4- Son olarak da içtihat ve müçtehit konuları yani yorumlama ve yorum yapan kimselerin şart ve sıfatları ele alınır. Görülüyor ki, usul-i fıkhın hiçbir konusu mistik var sayımlara ve inançlara dayanmamaktadır. Böylece fıkıh usulü demek tamamen bilimsel metotlarla hukukun oluşturulmasını sağlayan bir ilim dalı demektir. İslam kültüründe icmâ kurumu vardır. Buna karşılık batıda da kararlarda ekseriyet usulü vardır. Tabi bunların metotla ilgili bir şey olmadığını, ancak var sayımlarla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Usul-i Fıkıh İlmi ve Akıl Ürünü Bilimsel Bir Usul Denemesi 35 Batı dünyasında bu ilmin oluşmamasının sebebi, üzerinde ittifak edilmiş olan bir metnin bulunmayışıdır. Ancak batılılar isterlerse bu ilmi iyice öğrendikten sonra bir dili kendileri için uygarlık dili olarak ele alır ve üzerinde çalışma yapabilirler. Mesela Latinceyi ele alır ona göre bir uygarlık anayasasını oluşturabilirler ve anayasaya kendi hukuklarını oturtabilirler. Bu anayasada yazılan hükümler ittifakla sabit olan hususlar olduğu gibi “veya” bağlaçlarıyla dile getirilen tercihli çeşitli şıklar da olabilir. Batının bu ilimden yararlanabilmesi için düşüncesinde bazı değişiklikler yapması gerekir. Mesela batı dünyasının bazı var sayımları vardır ki, bunlar batıyı büyük felaketlere doğru sürüklemektedir. Bu sebeple onların, vakit geçirmeden usul ve metotlarında bazı değişikliklere gitmeleri kendi yararlarına olur. Bir şey ilmen sabit olmamışsa o reddedilir. Bu Batının bir varsayımıdır. Bir şeyin yanlışlığı ispatlanmış olsa bile o kabul edilir. Bu da fanatiklerin bir varsayımıdır. Oysa usulcülerin var sayımı ise bir şey ispatlanmışsa o kabul edilir. Yanlışlığı ispatlanan şey de reddedilir. Eğer bir şeyin doğru veya yanlış olduğu ispat edilememişse bu konuda doğru hangisi ise o bulununcaya kadar çalışmalara devam edilecek demektir. Onun için böyle olan şeyler ne kabul edilir ve ne de reddedilir. Bu varsayımın uygulanmasında şu ilkeler kabul edilmelidir: Bir şeyin doğruluğu ilmen ispat edilmedikçe biz onu kabul etmek zorunda değiliz. Yanlışlığı ispat edilinceye kadar da onu reddetmek zorunda değiliz. Ama her zaman bunun doğrusunu aramakla yükümlüyüz. Tahmini de olsa bir bir çözümler üreterek onları kabul edip uygulamaya koyabiliriz. Bu çerçevede şu temel prensipler önerilebilir: 1) Kitaplarımızda yer alan bugünkü müspet ilmin verilerine uymayan yerler varsa onları tevil etmeliyiz veya bunlar müteşabihtir diyerek inanıp geçmeliyiz. Böylece bütün dinlerde müspet bilime aykırı bir şey kalmamış olur. 2) Tanrının varlığı, ahiret hayatı, insanın sorumlu olduğu hususu gibi müspet bilimin konuları içinde yer almayan ve fakat bütün dinlerin üzerinde ittifak ettiği konuları ortak bir inanç olarak bir metinde birleştirebiliriz. 3) Müspet ilimce yanlışlığı ispat edilmemiş olan, dinlerin de üzerinde ittifak etmediği hususlarda her din kendi inançlarını ispat etmeye çalışabilir. Böylece her dinin müntesipleri bunları kabul edip inanmakta serbest olmalıdırlar. 4) Bütün bu çalışmalarda dinlerin birbirinden faydalanması bir prensip olarak kabul edilmelidir. Artık insanlar karşılıklı olarak birbirini tekfir etmekten vazgeçmelidirler. Her inanan insan bir taraftan kendi dinini yaşarken diğer taraftan da başka dinlere karşı saygılı olmasını bilecektir. 36 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İşte bütün bu hususlarda anlaşmaya varıldıktan sonra Müslümanların geliştirdikleri usul-i fıkıh ilmi bütün dinlere karşı çok faydalı bir hale gelmiş olur. Çünkü böylece öyle bir fıkıh ve hukuk sistemi geliştirilmiş olacak ki, belki bu suretle üçüncü bin yıl uygarlığının temelleri atılmış olur. Böylece usul-i fıkıh sayesinde sosyal ilimler adı verilen disiplinler de müspet bilim haline gelmiş olacaktır. Artık meclislerde kanun yapılırken keyfi isteklere göre değil de ilmin verilerine göre kanun yapılır hale gelecektir. Bu suretle artık hukuk, istikrar kazanacak ve insanlık âlemini bin yıl değişikliğe uğramadan yönetme sürecine başlamış olacaktır. Şöyle bir soru sorulabilir. Peki, bunu kim yapacak? Devletler mi yoksa Birleşmiş milletler mi yapacak? Tarihte uygarlıkların kurulmasında ilk başlangıçta hiçbir zaman halkın çoğunluğu ve kuvvetler görev almamışlardır. O sebeple bunun için bir dernek kurulması ve dünyadaki bütün ilim adamlarından buraya katkıda bulunmalarının talep edilmesi mümkündür. Büyük dinler tetkik edildiği zaman görülür ki, aslında bunların dayandığı temel hep aynıdır. Tanrının varlığı, ibadet etmek, ahiret âlemine, mükâfat ve cezaya inanmak. Değişik dinler Tanrıyı farklı bir şekilde algılamış olabilirler. Ahiret âlemi farklı yorumlanabilir. Ama mükâfat ve mücazatta bir ihtilafın olmaması gerekir. Son olarak bir inancımı belirmek isterim. Sadece Müslümanların değil, bugün küçülen bir dünyada tüm insanlığın yepyeni bir usule ve buna dayalı olarak da yepyeni bir hukuka şiddetli bir şekilde ihtiyacı vardır. İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (37-61) USÛL-İ FIKHIN KELAMÎ KAYNAĞINI YENİDEN DEĞERLENDİRMEK Salim ÖĞÜT* REVALUATİNG THE THEOLOGİCAL SOURCE OF SCİENCE OF USUL AL-FIQH İt is stated that disciplines on which science of usul al-fiqh depends are theology, linguistics and law. Among them theology is priority one from the point of its function. Because rules that are projected gain validity only when they are based on the will of a creator who has wisdom and science. Establishing this is among the duties of theology discipline. İn this article, theological bases of usul al-fiqh thought are empasized. Also in this study, problems that negligence of theological bases in the modern period caused from the point of fiqh thought are touched. Key words: İslamic law, usul al-fiqh, theology. Giriş el-Mustasfâ’nın mukaddimesinde fıkıh usulünün mertebesini ve diğer ilimlere nisbetini özetleyen Gazali şu noktalara dikkat çekmektedir: “Gerek aklî, gerekse dinî ilimler kendi içerisinde “küllî” ve “cüz’î” kısımlarına ayrılır. Kelam ilmi dini ilimler içerisinde “külli ilim”, diğerleri “cüz’i ilimler”dir... Kelamcı varolanı önce “kadîm (öncesiz)” ve “hâdis (önceli, sonradan olan)” olmak üzere ikiye ayırır… Daha sonra kadîm’i inceler ve kadîm’in çoğalmadığını, sonradan varolanlar gibi kısımlara ayrılmayıp, tam tersine, onun tek olması ve kendisi için zorunlu (vâcib) vasıflarla, imkansız işlerle ve mümkün (caiz) hükümlerle, sonradan olan şeylerden ayrılması gerektiğini açıklar. Bu arada kadîm açısından ‘caiz’, ‘vacib’ ve ‘imkansız’ arasındaki farkları belirtir. Kelamcı daha sonra, fiilin kadim için asıl itibariyle mümkün olduğunu, âlemin de kadîm’in mümkün bir fiili olduğunu, mümkün olması itibariyle âlemin bir meydana getiriciye (muhdis) ihtiyaç duyduğunu; aynı şekilde elçiler göndermenin kadîm’in mümkün fiilleri arasında olduğunu, kadîm’in buna ve elçilerin doğruluğunu mucizelerle göstermeye muktedir olduğunu ve bu mümkünün vaki olduğunu açıklar. * Prof. Dr., Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. 38 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İşte bu noktadan itibaren kelamcının sözü biter ve aklın işlevi sona erer. Aslında akıl, peygamberin doğruluğuna delalet eder, fakat kendini azlederek, peygamberin Allah, ahiret ve aklın tek başına idrak edemeyeceği, fakat aynı zamanda imkânsızlığına da hükmedemeyeceği benzeri konular hakkında söylediği şeyleri kabul ettiğini itiraf eder. Hz. Peygamber’in sözünün doğruluğu ve hüccet oluşu kelam ilminde sabit olur. Öyleyse kelam ilmi dini ilimlerin ilkelerini (mebâdî) isbat görevini yüklenmiş olmaktadır.”1 Son dönemde iyice küllenen, bu yüzden de alan-dışı kalan bu konunun yeniden gündeme alınması, kaçınılmaz bir mecburiyet halini almıştır. Kadîm ve Vâcibü’l-Vücûd olanın sıfatları, Peygamberlerin risalet görevlerinin gereği, mahiyeti ve sınırları, Vahyin anlamı, önemi ve mahiyeti gibi konular yeniden ele alınmalı ve dürüstçe incelenmelidir. Çünkü yeni ilahiyatçı tipi tarafından yapılan çalışmaların gerek dili, gerekse muhtevası böyle bir mecburiyetin hâsıl olduğunu göstermektedir. Ayrıca “akıl” konusu da yeni baştan ele alınmalı ve ilgili taraflar birbirlerinin kastını anlayıncaya kadar tartışılmalıdır. Kimlerin “akıl”dan ne anlamakta, ne beklemekte hatta ne talep etmekte oldukları, riyasız bir dille ifade edilmelidir. Tabii bunun sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için Vahiy-akıl dengesinin nasıl kurulması gerektiği yani aklın vahiy karşısındaki rolü ve konumu – ya da tersi - samimi bir dille belirtilmelidir. Hiç şüphe yok ki böyle bir inceleme, aklın ve vahyin mahiyet ve sınırlarını yeniden gözden geçirme fırsatı verecektir. Tarihimiz boyunca bu konuların tartışıldığını ve artık söylenecek yeni bir söz kalmadığını düşünenlere katılmadığımı belirtmek isterim. Çünkü tarih boyunca bu konuyu tartışan ulemamızın hepsi Gazali gibi bir noktadan itibaren aklın işlevinin sona erdiğine, aslında aklın, peygamberin doğruluğuna delalet ettiğine, kendini azlederek, peygamberin Allah, ahiret ve aklın tek başına idrak edemeyeceği, fakat aynı zamanda imkânsızlığına da hükmedemeyeceği benzeri konular hakkında söylediği şeyleri kabul ettiğini itiraf ettiğine kesinlikle inanmış kimselerdi. Şu hususu da dikkate almak mecburiye vardır: “Allah ve ahiret” konuları, hayata dair her konuyu kapsayıcı bir şümule sahiptir. Zira “ahirette mutluluk ve mutsuzluk sebebi” olacak bütün davranışları ihata etmektedir.2 Günümüz akademisyenlerinin bir kısmının bu konulara dair çalışmalarını gördüğümüz zaman, bilebildiğimiz ve ulaşabildiğimiz hiçbir kaynağın izin 1 2 Gazali, el-Mustasfâ, (trc. Yunus Apaydın), Kayseri 1994, c. I, ss. 4-5. Gazali, a.g.e., c. I, s. 5. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 39 vermesi mümkün olmayan bir yaklaşımla karşılaşmakta, dolayısıyla ne yapacağımızı, nasıl tavır alacağımızı ve karşılaştığımız bu yeni durumu nasıl değerlendireceğimizi bilememekteyiz. Sadece örnek olması için şu iki cümleye bakmanın bile yeterli olacağını düşünmekteyim: A- “Mesela kızlara erkek kardeşlerinin yarısı kadar hisse tavsiye eden ayete Müslüman toplumun doktor, mühendis, şirket patronu… olmuş kadınını razı etmeniz mümkün değildir. Onların adalet adına yapılmış bu isyanları acaba Kur’an’a mı yöneliktir? denecek olursa, biz bu kanaatte olmadığımızı söylemek isteriz…..”3 Kur’an-ı Kerim’de: “Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir”4 vurgusu eşliğinde beyan buyrulan ilahi bir hükme karşı gelmeyi ve hatta isyan etmeyi, adalet adına yapılmış bir kıyam olarak taçlandıran ve yücelten bir telakkiyi nasıl değerlendirmemiz gerektiğini takdirden aciz kaldığımı itiraf etmek isterim. Adalet nedir? Mahiyeti, sınırları, ilkeleri ve ölçüleri nelerdir? Bütün bunlar kim ya da kimler tarafından belirlenir? Allah’ın ilgili konudaki hükmü adaletten uzak mı? Yani Zulüm müdür? Yoksa “Günümüz” kaydıyla belirtilen bu tesbit, geçmişte adil olan bu hükmün günümüzde mi zulme dönüştüğüne inanmaktadır? Şayet böyleyse hangi tarihten itibaren bu dönüşüm yaşanmaya başlanmıştır? Hangi sebeplere binaen bu dönüşüme ihtiyaç duyulmuştur? Bu ve benzeri bir yığın soruyu sormadan ve cevaplamadan zihnimiz nasıl sükûnet bulabilir? B- “Çalışmamızda esas aldığımız kaynakların, klasik hadis otoriteleri nazarında “muteber” addedilen eserlerden müteşekkil olması, bu kritere göre söz konusu haberlerin Hz.Peygamber’e aidiyetini gündeme getirmektedir. Ataerkil geleneğin hâkim olduğu bir ortamda yetişmesi sebebiyle, bu rivayetlerin ona ait olma ihtimali bulunmaktadır; ancak adalete ve insan onuruna büyük önem veren bir insan olması, ayrıca ilahi vahyin terbiyesinden geçmiş olması, bizim nazarımızda bu ihtimalin değerini düşürmektedir. Bu sebeple çoğu kez, söz konusu rivayetleri Hz. Peygamber’e ait sözler olmaktan ziyade, hâkim ataerkil kültürün hadisleşmiş klişeleri olarak kabul etmekte ve bu bakış açısıyla değerlendirmekteyiz.”5 Bu yaklaşımın beraberinde getirdiği tek problem, sadece Hz. Peygamber’in kadınlarla ilgili sözlerinin değerlendirilmesindeki isabetsizlik değildir. Hatta sadece Hz. Peygamber’in risaleti ile ilgili olarak ortaya çıkaracağı istifhamlar 3 4 5 M. Said Hatiboğlu, “Kur’ân-ı Kerim’de Mahalli Hükümler Meselesi”, İslâmiyât, c.VII/1, s. 12, en-Nisâ, 4/11. Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, Ankara 2000, ss. 16-17. 40 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ da değildir. Bunların yanı sıra ve daha da önemlisi “peygamberlik müessesesi” bütün olarak zan altında bırakılmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber ve diğer bütün peygamberler, içinde doğdukları ve büyüdükleri kavimlerin sahip oldukları iman, ahlak, kültür vb telakki ve tasavvurlarla beraber büyümüşlerdir. Kavimleri ataerkil ise, ataerkil kültür içinde yetiştikleri gibi, müşrik ise şirk kültürü içinde yetişmişler, hatta kavimleri zalim iseler, zulmü yücelten bir kültür içinde büyümüşlerdir. Yukarıdaki değerlendirmeyi makul görerek sükût ile geçiştirecek olursak, bu peygamberlerin tevhid, ahlak, adalet ile ilgili sözlerini nasıl karşılamalı ve nasıl değerlendirmeliyiz? Müşrik bir toplumda yetiştikleri için “Hz. Peygamber’e ait sözler olmaktan ziyade, hâkim şirk veya zulüm kültürünün hadisleşmiş klişeleri olarak mı kabul etmeli, bu bakış açısıyla mı değerlendirmeliyiz?” Hülasa, günümüzde “vahyin ışığında” değil, “sosyoloji veya antropolojinin aydınlığında” yol alan, dünyevi olayları ve olguları irdeledikleri yöntemlerle Allah, peygamber, vahiy gibi kutsal değerleri ve ilahi hükümleri de irdelemeye kalkışan yepyeni bir yaklaşımla karşı karşıyayız. İşte bu sebeple yukarıda, akıl-vahiy dengesine dair tartışmanın yeniden açılmasını teklif ve tavsiye ettim. 1. Usul-i Fıkıh İlminin Temel Dayanağı Kelam İlmidir Klasik usul kaynaklarımız başta olmak üzere, bu konuda telif edilmiş bütün eserlerde ortaklaşa belirtildiği üzere usul-i fıkıh ilmi üç temel üzerine oturmaktadır. Aynı zamanda bu üç temel, onu besleyen ve hayatiyetini sağlayan üç ana damar olarak bilinmektedir. Bu alanın ilk kaynaklarından birinin müellifi olan İmamü’l-Harameyn elCüveynî: Usûl-i fıkıh ilmi, kelam, Arap dili ve fıkıh’tan istimdad ile telif edilmiştir, der.6 Cüveynî’nin işaret ettiği bu nokta, bütün usûl âlimlerinin ittifak noktasıdır. Buna göre usûl-i fıkıh ilminin dayandığı en önemli üç temelden biri ve birincisi kelam ilmidir. O halde bu nokta, usûl-i fıkıh ile meşgul olan bütün araştırmacıların her zaman hatırda tutmaları gereken çok önemli bir meseledir. Ancak buna rağmen üzülerek görmekteyiz ki, bu mesele günümüzde, layık olduğu öneme eş6 İmamü’l-Harameyn el-Cüveynî, el-Burhân fî Usûli’l-Fıkh, (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Katar 1399 h., c. I, s. 84. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 41 değer bir ciddiyetle ele alınmamaktadır.7 Hâlbuki günümüzde bu ilme duyulan ihtiyaç, geçmiş dönemlerden daha büyüktür. Genel anlamda işlevi bu şekilde belirtilen kelam ilminin usûl-i fıkıh açısından önemini ise Gazali şu şekilde belirtmektedir: “Şer’, aklın tek başına yetersiz kalacağı bazı şeyleri getirmiştir. Zira akıl, tâatın ahirette mutluluk sebebi, masiyetin mutsuzluk sebebi olacağını tek başına idrak edemez…Hz. Peygamber’in sözünün doğruluğu ve hüccet oluşu kelam ilminde sabit olur.8 Öyleyse kelam ilmi bütün dini ilimlerin ilkelerini (mebâdi) isbat görevini yüklenmiş olmaktadır.9 Bu duruma göre, bütün iman esaslarını isbat eden ve savunan kelam ilminin usul-i fıkıh açısından asıl önemi, Kur’an ve Sünnet’in “hüccet” oluşunu isbat etmesidir. Şayet bu kelami temellendirme olmasaydı, Kur’an ve Sünnet de “hüccet” olmazdı. Yani bir hükmün doğruluğunu veya yanlışlığını kanıtlamak zorunda kaldığımız zaman başvurmak zorunda kaldığımız iki asıl kaynak olamazdı.10 O halde bir konunun diniliğini kanıtlamak isteyen herkes gibi, dinin de bir konu hakkındaki görüşünü ortaya koymak isteyen herkes, bu iki kaynağa başvurmak zorundadır. Çünkü bizim için bu kaynaklar “hüccet”tir. Pezdevi de bu konuda şunları kaydetmektedir: “İki nevi ilim vardır: Tevhid (kelam) ve Şerâ’i (fıkıh) ilimleri Birinci nevi: Tevhid ilmidir. Bu sayede Kitap ve Sünnet’e temessük mümkün olur. Yani bir meselenin hükmünü belirlerken Kitap ve Sünnet’e istinad etmek, ancak tevhid ilminin temin ettiği neticeye itimad edenler için mümkündür. Bunlar da Rasulüllah’ın risaletini ve Kur’an’ın hakikatini ikrar edenlerdir. Mecusi, veseni (putperest) ve felsefeciler gibi Risalet’i ve Kur’an’ı inkâr edenler için Kitap ve Sünnet’e temessük hiçbir fayda sağlamaz. Bu durumdaki kimseler sadece ma’kul olana temessük ederler; yani sadece akıl ile istidlalde bulunurlar. Ayrıca tevhid ilmine itimad edenler hevâ ve bidattan da uzak dururlar.”11 Bu durumun sebeplerinden biri de kelam ilminin konusu, yani ilgi alanı hususunda bir takım yeni değerlendirmelerin ortaya çıkmasıdır. Hatta son zamanlarda yeni nesil kelam uzmanlarının, mezkûr ilmin ilgi alanını genişletmek adına her konuyu incelemeye kalkıştıkları, bu sebeple, asıl alanlarını, dolayısıyla asıl görevlerini ihmal ettikleri bile söylenebilir. Bu görüşe göre kelam ilmi sadece dinin esaslarını nakli ve akli delillerle kanıtlayan bir ilim olmayıp, siyasi ve ictimai bütün problemleri çözmeye yönelen bir disiplindir. Bkz. Hasan Hanefi, Mine’l-Akîde ile’s-Sevre, Beyrut 1409/1988, c. I, ss. 67-69. Ayrıca bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Kelam”, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi), c. XXV, s. 196. 8 Gazali Kitab’ın da Hz. Peygamber’den işitildiğini açıklayarak, yukarıdaki ifadenin sadece Sünnet için değil, aynı zamanda Kur’an için de anlaşılması gerektiğini belirtmek istemiştir. 9 Gazali, el-Mustasfâ, c. I, s. 5. 10 Hüccet’in tanımı ve mahiyeti hakkında geniş bilgi için bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “Hüccet”, DİA, c. XVIII, ss. 445-446. 11 Abdülaziz el-Buhari, Keşfü’l-Esrâr an Usûli Fahri’l-İslâmi’l-Bezdevi, Beyrut 1394/1973, c. I, s. 7. 7 42 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ “İkinci nevi: Füru ilmi, yani fıkıhtır. Bu ilme “füru” denilmesi, bu konudaki küllî delillerin sıhhati, mesela Kitab’ın/Kur’an’ın hüccet olması, Allah’ı ve O’nun sıfatlarını bilmenin yanı sıra Kitab’ı tebliğ eden mübelliğin sıdkını, yani Hz. Muhammed’in (sav) doğruluğunu bilmeye bağlıdır. Bu iki nokta ise birinci nevi ilim olan tevhid sayesinde bilinir. Dolayısıyla fıkıh ilmi bu itibarla tevhid ilminin fer’i olmuştur. Çünkü fer’, varlığı başkasına muhtaç olandır. Füru ilmi de üç kısımdır. Çünkü bu üç kısım tam anlamıyla tamam olmadan fıkıh ilmi vücut bulmaz: — Meşru olanı bilmek. Yani helali, haramı, sahihi, fasidi, vacibi, mendubu ve mekruhu bilmek. — Meşru’un bilgisini sağlamlaştırmak (ihkâm-itkân). Bu da nasları, lûgat ve ıstılah manalarıyla, yani illetleriyle bilmeye ve anlamaya bağlıdır. Selef âlimlerinin illet yerine mana kelimesini kullandıkları malumdur. Kısaca yukarıda işaret edilen şer’i hükümleri illetleriyle birlikte bilmektir. — Meşru’un bilgisiyle amel etmek. Çünkü ilimden maksat, kendisi değil, onunla amel etmektir. Çünkü ibtilâ, yani imtihan, ilmin bizatihi kendisi sebebiyle değil, amel sebebiyle mümkün olacaktır. Şarih Abdülaziz el-Buhari, klasik eserlerin anlatım üslubuna uyarak, bu noktada akla gelebilecek mukadder bir soru sormakta ve onu cevaplamaktadır: -“Müellifin, amel konusunu, ilmin kısımları arasında zikretmesi, ilmin tarifine ve hakikatine aykırı düşmez mi?” -“Burada ilimden maksat “müncî/kurtarıcı ilim”dir. Necât/kurtuluş da ancak amelin ilme eklenmesiyle mümkün olabilir. Bu yüzden, ilim kelimesini kayıt altına alıcı olarak zikredilmesinde herhangi bir yanlışlık yoktur.”12 Bu açıklamadan sonra Pezdevi “ilmin ancak amel sayesinde tamamlanacağını ve fıkıh olacağını, bu bilgiye sahip olan kimseye de ancak bundan sonra fakîh denebileceğini söylemekte, bu görüşü için şu ayet-i kerimeyi delil olarak getirmektedir: ‘Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir’…”13 Pezdevi hikmeti: “ilim ve amel” diye tanımlamıştır. O’na göre “Fıkıh” kelimesinin iştikakı da bu anlama işaret etmektedir: “Bir şeyi itkân üzere bilmek ve onunla amel etmektir.” Kim bu manaların tamamını ihata ederse, kelimenin tam anlamıyla “fakîh”tir. Aksi halde “bir açıdan fakih sayılsa bile, diğer açıdan fakih sayılmaz.”14 12 Abdülaziz el-Buhari, a.g.e., c. I, s. 12. 13 el-Bakara, 2/269. 14 Abdülaziz el-Buhari, a.g.e., c. I, s. 13. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 43 Aynı hakikati hemen hemen aynı kelimelerle ifade eden Serahsî de şu hususu eklemiştir: “İtkân üzere ilim sahibi olan bir âlim bildiği ile amel ederse, işte Hz. Peygamber’in (sav) ‘Şeytan’a karşı bin âbitten daha şiddetlidir.’15 buyurduğu ‘mutlak fakîh’ olur. Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed gibi imamlar bu sıfatı hâiz idiler. Onların sözlerini ve hallerini inceleyen insaf sahibi herkes, bu hakikati mutlaka görecektir.”16 Pezdevi bu noktayı kuvvetle belirttikten sonra şu ayet-i kerimeyi kaydetmiştir: “(Ne var ki) mü’minlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi (fıkıh) sahibi olmak (tefakkuh) ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar.”17 Pezdevi’ye göre bu ayeti kerimede “fakihler “inzar” ile vasfedilmişlerdir, yani uyarıcıdırlar. İnzar ise, hem ilme hem de amele davet etmek demektir.”18 Bu cümleyi şerh eden Abdülaziz Buhari, Hasan-ı Basri’nin fakîh tanımını şöyle nakletmektedir: “Fakîh o kimsedir ki, dünyaya karşı zühd içinde, ahiret hayatı için hevesli, kendi günahlarına karşı dikkatli, Rabbi’ne ibadette devamlı, Müslümanların ırz ve namusuna karşı tam bir duyarlılık sahibi olandır.” “Fakîh adı, hem bu ilimleri, hem de fetva verme ilmini birlikte kapsamaktaydı. Ne var ki zaman içinde makam ve mevki sevdası sebebiyle sadece fetva verme ilmine indirgendi.”19 Şarih yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsiri ile ilgili olarak da şunları kaydetmektedir: “Her zümreden bir grubun düşmana karşı direnmek üzere savaşa katılmasını müminlere emreden bu ayet-i kerime, bir grubun da geride kalarak fıkıh tahsiline devam etmelerini, bu suretle, büyük cihad olan bu ilmin kesintiye uğramamasını emretmektedir. Evet, tefakkuh yani fıkıh tahsil etmek büyük cihaddır; çünkü bir meselede delil getirerek mücadele etmek, düşmana karşı kılıç ile mücadeleden daha etkilidir.”20 Ayet-i kerimede fakîhin “inzâr” ile vasfedilmesini önemli bularak öne çıkaran Abdülaziz Buhari, “Böylelikle fakîhin, âlim ve âmil, fıkhın da ilim ve amel olduğu sabit olmuştur” dedikten sonra görüşünü desteklemek üzere şu ayet-i kerimeleri zikretmeyi de ihmal etmemiştir21: 15 16 17 18 19 20 21 Tirmizi, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 17. Serahsi, Usûl, (neşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Beyrut, 1393/1973, c. I, s. 10. et-Tevbe, 9/122. Pezdevi, a.g.e., c. I, s. 14. Abdülaziz el-Buhari, a.g.e., c. I, s. 14. age., ay. Abdülaziz el-Buhari, a.g.e., c. I, s. 15. 44 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ “…Kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?”22 “Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.”23 Pezdevi bu açıklamalardan sonra kadîm imamlarımızın bu nitelikleri haiz olarak Şeriat ilimlerinde en üstün rütbe ve en ulvi derecede bulunduklarını belirttikten sonra, “Onlar Kitab’ı ve sünnet’i bilmede ve Hz. Peygamber’e iktidâ etmede rabbânîler idiler” demektedir.24 Abdülaziz Buhari ise rabbânî kavramını şerh ederken şunları söylemektedir: “Sıhâh’da belirtildiği üzere Rabbanî, Ârif billâh, yani Allah’ı tanıyan kimsedir. Keşşâf’da da Allah’ın dinine temessükde ve O’na itaatta son derece duyarlı ve dikkatli olan kimse olarak tanımlanmıştır. Ayrıca Rabbânî âlimin, insanları, büyük ilimlerden önce küçük ilimlerle eğittiği belirtilmiş, diğer taraftan ilmiyle insanları eğitirken, ameliyle de ilmini ziyadelendiren kimse olarak tarif edilmiştir.”25 Maliki mezhebinin kurucusu büyük fakih ve muhaddis İmam Malik’in şu tesbitini dikkatlerinize arz etmek istiyorum: “Bir fakih, başkalarını ilzam etmediği hususları, kendisine vacip kılmadıkça, fakih olamaz. Yani Nafile ibadetleri bile kendisi için farz hükmünde görmedikçe, fakihlik mertebesine yükselemez.” Nevevî, İmam Mâlikîn, hocası Rabîa’dan da bu anlamda sözler ve görüşler naklettiğini kaydetmektedir. 26 Zerkeşî de, Cüveynî’ye atıfta bulunarak usûl-i fıkıh ilminin mezkûr üç ilimden, yani kelam, fıkıh ve Arap dilinden elde edildiğini belirtmiş ve kelam ile ilişkisini şu şekilde beyan etmiştir: Kendileriyle istidlalde bulunduğumuz deliller, mümkün olduğu ölçüde zatı, sıfatları ve fiilleri itibariyle Allah Tealayı ve Rasulü’nü doğru olarak bilmeye bağlıdır. Burada hükmün delili konusunda, özellikle şu beş hususun bilinmesi gerektiğini düşünüyoruz: —Allah tealanın muhataba yönelik kelamı, —Kulun, teklif/yükümlülük altına girebilmesi için kudret sahibi olması, —Hükmün bulunabilmesi için Kelam-ı Kadîm’in mükellefin fiiline tealluk etmesi, —Mezkûr teallukun kalkmasıyla hükmün neshedilmesi, 22 23 24 25 26 Bakara Suresi, 2/44. es-Saff, 61/3. Pezdevi, a.g.e., c. I, s. 15. Abdülaziz el-Buhari, a.g.e., c. I, s. 15. Nevevi, Âdâbu’l-Fetvâ ve’l-Müftî ve’l-Müsteftî, (nşr. Bessâm Abdülvehhâb el-câbî), Beyrut 1411/1990, ss. 18-19. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 45 —Mübelliğin doğruluğunun tesbit edilmesi ve bu sayede beyan görevini yerine getirmesi, yani gerekli yerlerde vahye ilişkin açıklamalarda bulunabilmesi.27 Görüldüğü üzere usul âlimlerimiz, kelam ilminin Allah Teala, vahiy ve vahyin ilk muhatabı olan Hz. Muhammed’le (sav) ilişkin olarak beyan ettiği bilgileri kendileri için bir meşruiyet zemini kabul etmişler, inşa etmeyi düşündükleri ilim geleneğini bu zemin üzerine oturtmaya özel bir önem atfetmişlerdir. Usûli fıkıh ilminin en temel ve muteber kaynaklarından yaptığımız bu alıntıların günümüz şartlarında ne ifade ettiğini, ya da nasıl okunması gerektiğini açıklamak sadedinde şu noktaları öne çıkarabiliriz: 1-Usûl-i fıkıh ilmi, dinin temel kaynaklarının doğru anlaşılması için olmazsa olmaz önemi haizdir. Bu yüzden, alanı ne olursa olsun, din ilimleriyle meşgul olan ya da bu ilimlere ciddi olarak ilgi duyan herkes, usûl-i fıkıhtan istifade etmek zorundadır. 2-Bu ilmin üç önemli kaynağı vardır: a-Kelam ilmi b-Arap dili ilimleri cFıkıh ilmi. 3-Kelam ilminin birinci sırada yer alması, sadece İslami ilimler tasnifinde bu ilme “eşrefü’l-ulûm” payesi verilmesi sebebiyle değildir. Bunun yanı sıra, usûl-i fıkıh ilminin en temel unsurunu teşkil etmesi sebebiyledir de. O unsur, İslam fıkhının dayandığı iki asıl kaynağın yani Kitap ve Sünnet’in kaynaklık değerinin ikrar ve isbat edilmesidir. Herkesten önce bu inancın sahipleri, ancak bu sayede Allah’ın kelamının ve Hz. Muhammed’in (sav) sünnetinin kendileri için ne anlama geldiğini, ilmi bir üslup ışığında fark etmişler, müteakiben, bu kaynaklardan azami ve esah ölçüler içinde istifade etmenin yöntem ve imkânlarını yine bu ilim sayesinde oluşturmuşlardır. Ve bu iki kavram üzerinden sağlanmıştır: Teslimiyet ve temessük. 2. Teslimiyet Teslimiyet, daha ziyade imanın, temessük ise İslam’ın şiarı olarak değerlendirilebilir. Zira vahiy yoluyla bildirilen ne varsa, hiçbirine itiraz etmeden hepsini kabul etmek, yani kalben tasdik eylemek, sunulan bilgiye teslim olmak demektir ki, iman ancak bu sayede vücut bulur. Bir başka ifade ile aksi halde imanın varlığından söz edilemez. Temessük ise, doğruluğunu tasdik ettiğimiz kaynakların getirdiği bilgilere itimad ettikten sonra, onların hayata intibakını sağlamak demektir. Yani on27 Zerkeşi, Muhammed b. Bahâdır b. Abdullah, el-Bahru’l-muhît, (neşr. Abdülkadir Abdullah el‘Ânî), yy. ts., c. I, s. 28. 46 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ların pratik kıymetlere dönüşümünü temin etmek suretiyle hayatiyet kazanmalarına imkân vermek demektir. İşte kelam ilmi sayesinde bu iki önemli husus, Müslümanların bilgi dünyasına en üst düzeyden egemen olmuştur. Çünkü bu suretle söz konusu bilginin mahiyeti tayin edilmiş ve yine bu sayede mevcut bütün bilgilerden temayüz etmiştir. Zira bu iki hususun olmadığı yerde “İslami bilgi”den söz etmek mümkün değildir. Teorik çerçevede söylediklerimizi uygulama alanında göstermek için, her zaman aktüel değerini koruyan İslam’ın miras hükmünü ele alalım. “Erkeğe iki kadına bir hisse” diye formülleştirilen hükmün Kur’an-ı Kerim’deki beyanı şu şekildedir: “Senden fetva isterler. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kız kardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona vâris olur. Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır. Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir.”28 “Modern bilinç sahibi” yeni ilahiyatçılara, “Kuran’da gerçekten ataerkil bir fonun varlığını fark ettim” dedirten önemli örneklerden biri olan ayet-i kerimelerden biri budur. Ayrıca bu ve benzeri ayetler bu yeni ilahiyatçılar için “pek çok sorun” teşkil etmekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Bir de onların Fazlurrahman’dan istimdat ile “Kuran-ı Kerim, o gün orada yaşayan Arapların zihinlerine hitap ediyor” diye yeni bir düşünce keşfetmelerine yaramıştır. 29 Ne var ki aynı ayet-i kerime – tabii benzerleri de – daha kırk elli sene öncesine kadar, - bütün yeryüzünde olduğu gibi - bu topraklarda yetişmiş bütün İslam âlimleri için “mutlak ilim ve hikmet, aynı zamanda mutlak adalet” sahibi olan “Yüce Allah’ın, kullarının menfaati ve maslahatı için vaz ettiği ilahi hüküm”den başka bir anlama çekilemiyordu. Nitekim son devrin yetiştirdiği üç büyük müfessir mezkûr miras ayetinin tefsirinde hep aynı noktaya işaret etmişler ve bu noktanın – zinhar - gözden kaçırılmamasını ihtar etmişlerdir. İşte müfessirlerimizin ilgili ayet-i kerimenin tefsiri sadedinde söylediklerinin özeti: Elmalılı Hamdi Efendi (öl. 1942): “Şüphe yok ki bu farîzaları belirleyen ve size tavsiye eden Allah, ta ezelden beri âlim ve hakîmdir. Bundan dolayı bunların hepsini, Allah Teâlânın ilim ve hikmeti ile farz ve takdir buyurmuş olduğunda, dünya ve ahiret fayda ve menfaatinize uygun bulunduğunda hiç şüphe etmeyi28 en-Nisâ, 4/176. 29 Bu düşünceler ve değerlendirmeler az ileride Hidayet Şefkatli Tuksal’ın röportajında görülecektir. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 47 niz. Bu paylaşmanın doğru olduğunu, noksan aklınız kavramaz da “kadınlara hiç verilmeseydi veya eşit verilseydi yahut şu yönü şöyle olsaydı” gibi düşüncelere saplanacak olursa, onu Allah’ın ilmine havale ediniz ve gereği ile amel ediniz.”30 Mehmed Vehbi Efendi (öl. 1949): “Emr-i miras ve herkesin nasiplerini tayin, emr-i teabbüdidir, sizin akıllarınızın hükmedeceği bir şey değildir. Binaenaleyh kendi arzu ve emelleriniz üzerine bazılarını varis kılıp bazılarını mahrum etmekle emr-i ilahiye muhalefet, sizin için caiz olmadığından, gerek usûlünüz tarafından babalarınızı ve gerek fürûunuz tarafından oğullarınızı müsavi addedip beyinlerinde fark ettirmemek lazımdır. Zira pederlerinizden ve oğullarınızdan hangisinin size menfaatte daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Allahü Teâlâ şu takdir ettiği sehimleri size kati olarak farz kıldı ve takdir etti. Binaenaleyh sizin için riayet vaciptir. Zira Allahü Teâlâ sizin mesalihinizi bilir ve ihtiyacınıza ve istihkakınıza göre nasiplerinizi hükmeder.”31 Ömer Nasûhî Bilmen (öl. 1971): “(Bütün bunlar) tereke hakkındaki bu ilahi emirler, vazifeler (Allah Teâlâ tarafından birer farîzadır) birer maslahat ve hikmete müstenittir. Sizlerin uhdesine düşen ise, bunlara razı olmaktır. Sizlerin hakkınızda usûlünüz mü fürunuz mu daha hayırlı olacağını, bunlardan âlem-i ebediyette sizlere hangileri daha faideli bulunacağını siz kestiremezsiniz. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ) kullarının bütün umuruna (herhalde âlimdir.) O Halde farîzei irsiyenin hikmetini bihakkın takdir edemeyebilirsiniz. Sizin vazifeniz bu gibi ahkâm-ı ilahiyeyi kabul etmektir. O Hâlik-ı zîşân, minel ezel ilelebet ilim sıfatıyla muttasıftır. Ve (hakîmdir.) Her emri ve her takdir ve hükmü ayn-ı hikmettir. O’nun bütün evâmir ve nevâhîsi hikmetten, maslahattan hâlî değildir. Ehl-i imanın en birinci vazifesi de bunu bilip tebcil ve takdis etmektir.”32 İşte bu yaklaşım “teslimiyet”in neticesidir ki bir bilgiyi, bir düşünceyi hatta bir duyguyu “İslamî” kılan da budur. Yoksa “İslami” hükümlere uygunluğu kesin olan bir meseleyi bile rasyonel açıdan değerlendirmek ve ardından o meseleyi akla uygun bulunduğu için kabul etmek “İslami” değildir. Çünkü bu yaklaşım sonucu, o meselenin reddedilme ihtimali de mevcut demektir. Bu ise İslami telakki ile tezat teşkil eder. Tıpkı “ben içkiyi haram olduğu için değil, sağlığıma zararlı olduğu veya damak zevkime uymadığı için içmiyorum” diyen kimsenin bu tavrının “İslami” olmadığı gibi. Ve tıpkı bu yaklaşımından dolayı mezkûr kişinin bir günahtan kaçınan değil, bir hükmü inkâr eden kimse olarak anılacağı ve değerlendirileceği gibi. 3. Temessük Pezdevi’nin usûlünde kaydettiği şu noktayı bu vesile ile bir daha hatırlayalım: 30 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, (nşr. İsmail Karaçam ve diğer.), İstanbul ty., c. II, s. 526. 31 Mehmed Vehbi, Hulâsatü’l-Beyân, İstanbul 1967, c. II, ss. 851-852. 32 Ömer Nasûhî Bilmen, Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâli Âlîsi ve Tefsîri, İstanbul ty., c. II, s. 561. 48 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ “İki nevi ilim vardır: Tevhid (kelam) ve Şerâ’i (fıkıh) ilimleri Birinci nevi: Tevhid ilmidir. Bu sayede Kitap ve Sünnet’e temessük mümkün olur. Yani bir meselenin hükmünü belirlerken Kitap ve Sünnet’e istinad etmek, ancak tevhid ilminin temin ettiği neticeye itimad edenler için mümkündür. Bunlar da Rasulüllah’ın risaletini ve Kur’an’ın hakikatini ikrar edenlerdir. Mecusî, vesenî (putperest) ve felsefeciler gibi Risalet’i ve Kur’an’ı inkâr edenler için Kitap ve Sünnet’e temessük hiçbir fayda sağlamaz. Bu durumdaki kimseler sadece ma’kul olana, temessük ederler, yani sadece akıl ile istidlalde bulunurlar.” Evet, son döneme kadar felsefî disiplin ile din ilmi arasındaki fark bariz olarak ortaya konulmuştu ve bu ilmin erbabı bu farkı bütün açıklığıyla bilmekteydi. Bilmekteydi ki, din ilmi demek, Kitap ve Sünnet’e temessük etmektir. Çünkü Kur’an’ın hakikati ve Rasulüllah’ın risaleti bunu emretmekte, başka türlüsüne de izin vermemektedir. Modern çağın dini ilimler üzerindeki en büyük etkisi, bu noktada kendini göstermiş, temessük kavramı yeni yayınlarda yer bulamamıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın hakikati ve Hz. Peygamber’in (sav) risaleti, yaklaşık 14 asırdır bu ümmetin ulemasının zihin ve gönül dünyasına hükmederken, artık günümüzde durum değişmiştir. Bilimsel olarak tefsir dersi alan yüksek din öğretim öğrencisi Kur’an-ı Kerim’in evrenselliğinden şüpheye düşmekte, hadis dersi alanlar ise Hz. Peygamber’in (sav) sünnetinin hem gerekliliğinden hem de sahih surette mevcudiyetinden kuşku duyar hale gelmektedirler. Bunu yaparken de büyük ölçüde akla itimad ettiklerini söylemekte ve aklın kanunlarıyla amel ettiklerini belirtmektedirler. Bu sebeple biz de bu yazımızda bu probleme “akıl” açısından bir açılım getirmek istedik ve şu sorulara cevap bulmak konusunda ilgili araştırmacıların yardımlarına talip olduk. Usûl-i fıkıh âlimlerimizden öğrendiğimize göre bilginin kaynağı üçtür:33 1-Haber-i sadık 2-Havass-ı selîme 3- Akıl. Öncelikle bu kaynakların birinci ve ikincisinin belli sıfatlarla nitelenmesine rağmen üçüncüsünün yani aklın mutlak olarak zikredilmiş olmasına dikkat çektikten sonra şu hususa işaret etmek istiyorum: Evet, her haber bilgi kaynağı değildir ve olmamalıdır. Bilginin, ittifakla kabul edilen önemi ve değeri, bunun böyle olmasına izin vermez. Dolayısıyla bilgiye kaynaklık edecek haberin “doğru” olmasını şarttır. Bunun yolu ve imkânı da haberi verenin “sâdık” olmasına bağlıdır. Bu sebeple geçmişte ve günümüzde, sübut bakımından her zaman potansiyel olarak zaaf problemi taşıyan haber konusu yani hadisler ve eserler, bu tartışmanın mihverini oluşturmuşlardır. Bilindiği üzere bu tartışmalarda iki noktada öne çıkmıştır: Sened ve metin. Geçmişte daha çok sened üzerinden tenkit edilen haberler, günümüzde daha çok metin tenkidine tabi tutulmak istenmektedir. Bu durumda “nakil”den 33 Yusuf Şevki Yavuz, “Haber”, DİA, c. XIV, s. 347. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 49 çok “akıl” devreye girmekte, varılacak sonucu daha ziyade akıl belirlemektedir. İşte asıl zorluk da bu noktada başlamaktadır. Çünkü doğru nakle ulaşmak için geliştirilen teknikler yeryüzünde bir benzeri daha görülmeyecek kadar mükemmel iken,34 sahih akla ulaşmak için aynı imkâna sahip olduğumuzu söylemek kolay değildir.35 Diğer taraftan “temessük”ün, yani Kitap ve sünnet’e uygun bir hayat tarzına sahip olmanın da dini nasları anlama ve yorumlamada büyük bir paya sahip olduğunu göz ardı etmemelidir. Hem güncel, hem canlı, hem de çarpıcı bir örnek olduğunu düşünerek şu hadis-i şerif üzerindeki iki farklı değerlendirmeyi görelim ve bu değerlendirmelerin arka planını anlamaya çalışalım: “Ümmetimin fesada düştüğü zaman kim benim sünnetime temessük ederse, ona şehit sevabı verilir.”36 Bazı âlimler bu hadis-i şerifi “metin” bakımından tenkide tabi tutarak mevzu olacağına hükmetmişlerdir. Çünkü onlara göre “sünnete temessük” etme karşılığında vaad edilen mükâfat çok abartılıdır. Zira İslam’da şehitlik, ulaşılabilecek en üst derecelerden biridir. Bir sünnete temessük etmekle bu derecenin ihraz edilmesi abartılı bir yaklaşımdır. Dolayısıyla böyle bir hadis, sened yönünden sahih olsa bile, metin açısından sahih olmamalıdır. Aynı hadis üzerinde ikinci bir görüş ise şu şekildedir: “Sünnetin önem ve kıymetinin takdir edildiği ve hayatın bu ölçüler içinde şekillendiği zamanlarda sünnete ittiba etmek, bir damla suyun büyük bir nehire karışarak denize ulaşması gibidir. Takdir edileceği üzere bunda bir güçlük yoktur. Ümmetin fesada kapıldığı zaman sünnete temessük etmek demekse, çöldeki bir damla suyun kızgın kumlar tarafından yutulmadan denize kadar ulaşması demektir. Bunun imkânsız denecek derecede güç olduğu ortadadır. Bu ölçüde güç olanı başaranın mükâfatı da, normal şartlardaki tâat ve ibadetlerden farklı olmalıdır. Dolayısıyla bu hadis-i şerif sened yönünden sahih ise, metin açısından da sahih sayılmalıdır. Mesele bu noktaya gelince acaba şöyle bir değerlendirmede bulunmak isabetli olur mu? Görüldüğü kadarıyla “Ümmetin fesada düştüğü zaman, sünnete temessük etme”nin ifade ettiği anlam ve önem, hiç şüphesiz muhtelif gönüllerde ve zihinlerde farklı yansımalara sebep olmaktadır. Mezkûr zamanda sünnete temessük etme konusundaki hassasiyetini sürdüren ve bütün olumsuzluklara rağmen bu konuda gevşeklik göstermeyen kimsenin karşılaştığı sıkıntı ve meşakkatle, nazari olarak sünnete temessükün önemini reddetmemekle beraber, ameli olarak bu konuda mütesahil davranan kimsenin, 34 Bununla Cerh ve Tadil ilminin kastedildiği malumdur. 35 Aşağıda “Akıl” başlığı altında bu konu müstakil olarak ele alınacaktır. 36 Zeynüddin Muhammed el-Münavi, Feyzü’l-kadir, Beyrut ts., c. VI, s. 261 (hadis no: 9171); Alaüddin Ali el Müttaki el Hindi, Kenzü’l-ummâl, Beyrut, 1413/1993, c. I, s. 184 (hadis no: 936). 50 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ yukarıdaki hadis-i şerifin sıhhati üzerinde farklı mütalaalarda bulunmaları tabii karşılanmalıdır. Gazalî’nin kelam ilmine duyulan ihtiyacı gerekçelendirirken söylediklerini bir kere daha hatırlayalım: “Şer’, aklın tek başına yetersiz kalacağı bazı şeyleri getirmiştir. Zira akıl, tâatın ahirette mutluluk sebebi, masiyetin mutsuzluk sebebi olacağını tek başına idrak edemez…” Sanki Gazali “aklın tek başına yetersiz kalacağı” hususların ahiret hayatına ilişkin taat ve masiyet noktaları olduğunu söylemekte, en azından bu paragrafta dünyaya ilişkin bir değerlendirme yapmamaktadır. Halbuki Şâtıbî, öncelikle bu dünyaya dair bütün davranışları ihata eden bir açılımla işe başlamakta ve şu çok önemli noktanın altını çizmektedir: “Bu ayette37 Allah davranışların kaynağını iki şeyle sınırlandırmıştır: 1- Vahiy ki bu Şeriat olmaktadır. 2- Hevâ ve heves. Bir üçüncüsü de yoktur. Durum böyle olunca, hevâ ve hevesle Şeriat tam birbirlerinin karşıtı olmaktadırlar.38 Bu yaklaşım, Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olarak görülmesinin mutlak bir zorunluluk olduğunu, öncekilerden daha keskin bir değerlendirme ile ifade etmiş olmaktadır. Çünkü insan hayatını iki ana kaide üzerinde değerlendirmekte, bir üçüncüsünün de bulunmadığını tasrih etmektedir: Vahiy (buna “Din” veya Şâtıbî’nin dediği gibi “Şeriat” da diyebiliriz) ve Hevâ (bunu da “İç güdüler, dürtüler, hormonlar, nefsî ve dünyevî olan her türlü arzular, hevesler ve istekler” olarak açmak ve açıklamak mümkündür). Bu duruma göre vahyin denetim ve kontrolünde olmayan her beşeri davranış, hevânın yani içgüdülerin ve dürtülerin denetim ve kontrolünde demektir. Öyleyse Allah’ın ezeli ve ebedi ilminin, hikmetinin ve adaletinin beşerin anlayacağı bir dille beyan edilmiş şekli olan Kur’an-ı Kerim, dünya hayatına dair koyduğu ölçüler ve kurallarla önemlidir. Zaten ahiret hayatındaki akıbeti belirleyecek olan da bu dünya hayatı değil midir? Adil olan davranışı zulümden, ahlaklı olanı ahlaksız olandan, itaat olanı isyandan, orta yolu tuğyandan ayırabilmek için bu Kelam’a mutlak bir ihtiyaç vardır. Sanki Şâtıbî, Gazali’nin “Şer’, aklın tek başına yetersiz kalacağı bazı şeyleri getirmiştir” ifadesini eksik bulmakta, “Zira akıl, tâatın ahirette mutluluk sebebi, masiyetin mutsuzluk sebebi olacağını tek başına idrak edemez…” açılımını yetersiz görmekte ve “dinin (vahyin) dünya hayatına ilişkin bütün davranışları belirlediğini ve yönlendirdiğini, bu suretle insanı hevânın elinden kurtardığını” beyan etmektedir. Böylece vahyin önemini, daha önce fark edilmediği ve dile getirilmediği ölçüde vurgulamış olmaktadır. 37 “O hevâ ve hevesinden konuşmamaktadır; O’nun konuşması ancak bildirilen vahiy iledir.” (enNecm, 53/3-4). 38 Şâtıbî, el-Muvafakat, (trc:. Mehmet Erdoğan), İstanbul 1990, c. II, s. 170. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 51 4. Akıl Şâtıbî’nin: “Allah davranışların kaynağını iki şeyle sınırlandırmıştır: 1- Vahiy ki bu Şeriat olmaktadır. 2- Hevâ ve heves” dedikten sonra, “bir üçüncüsü de yoktur” demesi anlamlıdır ve önemlidir. Aydınlanma ile birlikte “aklın” tek kılavuz olarak sunulduğu ve başka bütün kılavuzların reddedildiği, bundan asıl maksadın da “dinin/vahyin” kılavuzluğunun reddedilmesi olduğu hatırlanacak olursa, Şâtıbî’nin “bir üçüncüsü de yoktur” vurgusu daha anlamlı hale gelmektedir. Bu birinci husustur ve üzerinde müstakil bir başlık altında durulmaya değer bir noktadır. İkinci husus ise şudur: Habere dayalı bilginin muteber olması için haberin “sâdık” olması ve havâssa, yani duyu organlarına dayalı bilginin muteber olması için havâssın “selîme” olması gerekirken, akla dayalı bilgiye itibar edilmesi için aklın “selîm” olması gerekmez mi? Klasik kaynaklarımızda bir “akl-ı selîm” kavramından söz edildiğini görmekteyiz. Ne var ki burada sözü edilen akıl, her ne kadar bazı filozoflara ve kelamcılara göre mutlak akılla aynı görülse de gerek Kur’an-ı Kerim’de,39 gerekse hadislerde40 geçtiği yerlere bakanlar ona, “fıtrat” veya “sağduyu” anlamını vermeyi tercihe şayan görmüşlerdir.41 Bu durumda “akıl” mutlak olarak anıldığı zaman “akl-ı selîm”den başka bir mana anlaşılmış ve daha ziyade “düşünme ve anlama melekesi” olarak tanımlanmıştır.42 İlgili tanıma göre bu meleke, kendisine sunulan malzeme çerçevesinde işlevsellik kazanmaktadır. Dolayısıyla onu nasıl bir bilgi çeşidiyle beslediğimiz önem arz etmektedir. Çünkü anlamaya çalışacağı ve üzerinde düşündükten sonra istinbatta bulunacağı malzeme, bizim ona sunduğumuz “o bilgi”dir. Üzerinde durduğumuz husus, öylesine kabullenilmiş ve öylesine kanıksanmıştır ki, aksi bir ihtimal hiç kimsenin aklına gelmemiştir. Aksi ihtimalden kastım şudur: Aklın, kendisine hiçbir bilgi sunulmadan, yani herhangi bir tür entelektüel destek verilmeden işleyen bir cevher olarak algılanmasıdır. Bu algılama tarzı modern zamana mahsustur ve modern düşünce bu algıya “din” gibi sarılmak zorunda kalmıştır. “Din” gibi derken iki noktaya birden işaret etmek istiyorum: Birincisi, bu telakkiyi “nas” hükmünde görmeleri dolayısıyla tartışılmasına bile izin vermemeleridir. Çünkü tartışılması halinde ellerinde dayanak olarak kullanabilecekleri hiçbir malzeme kalmayacaktır. İkincisi ise bir müminin dinine sarılışındaki iman kuvvetiyle sarılmışlardır. 39 40 41 42 er-Rûm, 30/30. Müslim, Kader, 22. Süleyman Hayri Bolay, “Akl-ı Selîm”, DİA, c. II, ss. 275-276. a.mlf., “Akıl”, DİA, c. II, s. 239. 52 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Çünkü bu tarz-ı telakki onların hem ilk ve son kaleleri hem de ilk ve son ümitleridir ve felsefi dilde buna “aydınlanma” denilmektedir.43 Başlangıçta sadece Batı’lı aydınları etkileyen bu yaklaşım, zaman içerisinde İslam âlemini de büyük ölçüde etkilemiştir. Tarih boyunca İslam âleminin tamamı, bütün olayları ve olguları Kur’an ve Sünnet bağlamında ele alırken, yaşanan bir takım kırılmalardan sonra - sayıları az da olsa – bazı âlimler artık çoğu olayları ve olguları akıl çerçevesinde ele almaya başlamışlardır. Aklın öne çıkarıldığı bütün konularda temel bir yanlış hep tekrarlanmaktadır. Maalesef günümüzde de değişmeyen bu anlayışa göre sanki güneş altında bir tane akıl vardır. Bu durumda “akıl” bütün tarihlerin, bütün kültürlerin ve tarihteki bütün birikimlerin gücünü arkasına almış olmakta, bu yekparelik, bu homojenlik ve bu bütünlük bütün akılları hayran bırakmakta, hatta hayrete düşürmektedir. Dolayısıyla böylesine muhteşem, muazzam ve mükemmel bir güç karşısında kimse gık diyebilme cesareti gösterememektedir. Hâlbuki başta akla ve dine dair olmak üzere, herhangi bir alanda yapılacak herhangi bir değerlendirmenin sahih ve sarih olabilmesi için önce “akıl”dan kastedilen mananın bir “akletme” eylemi olduğu vurgulanmalıdır. Bu son derece önemli bir noktadır; onun için de üzerinde durmayı hak etmektedir. Hatta belki de bu noktanın belirgin bir şekilde akledilmesi için Kur’an-ı Kerim’de, “akıl”dan hiç söz edilmediğini, buna mukabil çok yerde “akletme”den bahsedildiğini göz önüne almak ve üzerinde yeniden düşünmek gerekir.44 Nitekim Kur’an-ı Kerim terminolojisinde akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Bu anlayışa binaen Hz. Ali biri mahlûk, diğeri müktesep iki akıldan söz etmektedir.45 Mesele bu açıdan vaz edilirse, insanların birtakım zihni saplantılarından kurtulabilmeleri daha kolaylaşacaktır kanaatindeyim. Çünkü insanlar için “akıl” gibi bir cevherin çeşitliliğini, farklılığını ve değişkenliğini kabul etmek kolay olmamaktadır. Böyle olunca da aklın sadece mutlak ve mükemmel bir 43 “Aydınlanma, Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışıdır. Sekülerleşme aydınlanma felsefesinin ve genel anlamda aydınlanmacılığın her tür girişiminde temel olmuş olan bir yönelimdir. Aydınlanma Çağı, akıl’ı kurucu ilke olarak benimseyerek, tüm toplumsal yaşamın ve düşünüşün buna göre şekillendirilmesine yönenilen dönemdir. Kant, aydınlanmacılığı, “aklı kullanma cesareti” olarak tanımlandığında, genel olarak Aydınlanma Çağı’nın felsefesini vermektedir. Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği ve bu doğru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve Aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren Modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu sürec aydınlamacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmektedir.” http://tr.wikipedia.org/wiki/Ayd%C4%B1nlanma_%C3%87a%C4%9F%C4%B1. 44 “Kur’an’da akıl kelimesi, biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur.” Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, DİA, c. II, s. 238 . 45 Ragıb el-Isfehânî, el-Müfredât, “akl” md. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 53 cevher olarak yaratılan boyutu anlaşılmakta, müktesep olan yani bilgilendirilmesi gereken yönü hiç düşünülmemektedir. Bu yaklaşımın tabii sonucu ise, akıl sahibi olduğunu düşünen herkesin bilgiye muhtaç olmadığını ve ondan müstağni kaldığını zannetmesidir. Halbuki cevher olduğu şüphesiz; ama ilmi ve fikri veriler yüklenmediği takdirde “akletme”den mahrum kalacağını dolayısıyla boş ve işlevsiz bir cevher haline geleceğini de hatırlatmak gerekir. Buna rağmen düşündüğünü ve düşünce ürettiğini sananlar, hezeyanın sefaleti ile fikrin asaletini birbirine karıştıranlardır. Çünkü “akıl” ne fizik, kimya, matematik veya mühendislik bilgilerinin ne de ahlak, hukuk veya din bilgilerinin deposudur. Bütün bu bilgileri yüklenmiş olarak doğmaz. Dolayısıyla bu konularda gözleme veya habere dayalı dış bilgileri yüklenmeden söz söyleyemez, düşünce üretemez. Haddini aşarak konuşmaya kalkışırsa, sadece saçmalar. Çünkü “akıl” dediğimiz meleke, nihai tahlilde bir “akletme” yetisidir. Akletmek demek ise, düşünme, muhakeme etme, mukayese etme, analiz veya sentezde bulunmak demektir. Bunların olabilmesi içinse malzeme lazımdır. Bu malzeme ya gözlem ve deneydir – deney de aslında bir gözlemdir ama daha bilinçli bir gözlemdir – ya da nakil veya haberdir. Yani bizden önce başkaları tarafından öğrenilmiş bilgilerin bize intikalidir. Bundan sonrası, akletme esnasında hangi tür malzemeleri kullanacağınıza kalmıştır. Mesela uzun yılların en kaotik konusu başörtüsü üzerinden bir uygulama yapacak olursak ortaya şöyle bir sonuç çıkar: Şayet pozitivist kültür kanallarına açık bir çevrede yetişmişseniz, okuduğunuz gazeteler ve takip ettiğiniz televizyon kanalları bu çerçevede yayınlar yapıyor ve siz de onları izleyerek bilgileniyorsanız, sizin aklınız çok tabii olarak başörtüsünün bir siyasal simge olduğunu akledecektir. Dindar bir çevrenin bilgi kanallarından besleniyorsanız, o durumda da aklınız aynı başörtüyü dini bir emir olarak telakki edecektir. İşte tam da bu sebepten dolayı çok çeşitli “akletme”lerden bahsetmek zorundayız. Hala akletmeye akıl demekte israr edenler olursa o zaman “çok çeşitli akıllar”dan bahsetmek zorunda kaldığımızı da söyleyebiliriz. Bu akılları öncelikle genel bir tasnifle: “seküler/dünyevi akıl ve dindar akıl” şeklinde kategorize edebiliriz. Ayrıca “felsefi akıl ve dini akıl” diye ikinci bir tasnifte de bulunabiliriz. Bu tasniflerdeki “seküler akıl” ile “felsefi akıl” aynı kategori olarak algılanmamalıdır. Çünkü felsefi akıl binlerce senedir mevcut olan bir sınıf iken, seküler akıl “aydınlanma”dan sonra ortaya çıkan akıl çeşididir. Bu akla göre insani değer ve yeti olarak sadece akıl vardır; başka da bir meleke veya değer yoktur. Bu sebeple günümüz insanı genelde bilgiyi, özelde ise dini bilgiyi küçümsemeyi bir itiyad haline getirmiştir. Çünkü çevresinden zihnine sürekli 54 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ olarak yüklenen anlayışa göre, aklının kendisine yeteceği, onun kılavuzluğundan başka bir desteğe ihtiyacının olmadığı şeklindedir. Bu söylemin kabulü çok kolaydır; çünkü tembelliği ve cehaleti takdis derecesinde onayladığı için talibi çok olacaktır. İşte günümüzde Kur’an-ı Kerim ve Sünnet üzerindeki yeni ve şâzz/marjinal değerlendirmeler ancak böyle bir zihni ortamda dillendirilebilirdi. Çok değil, bundan elli sene önce bile bu tür değerlendirmeler ne akla gelir, ne de dile getirilirdi. Çünkü insanlar en azından bu konularda aklın kullanımın asgari şartının, bu naslar karşısında edebini bilmek yani bu bilgilerin aşkınlığını, kutsallığını ve ilahiliğini kabul etmek olduğunu biliyorlardı. Aksi halde “din” diye bir kurumdan ve “dini metin” diye bir söz dizisinden bahsetmek abes olurdu. “Aklın edebi”nin bilindiği ve korunduğu devirlerde insanlar, vahyi kabul eden bir kimsenin, o vahyin sadece Arapların zihin dünyasına ve onların ihtiyaçları çerçevesinde hitap ettiğini hiç düşünmemişlerdi ve düşünemezlerdi. O insanların vahiy anlayışı böyle bir düşünceye kesinlikle izin vermezdi. Zira onlara göre vahiy, ilahi ilmin, ilahi hikmetin, ilahi adaletin ve ilahi merhametin tecessümünden başka bir şey değildi. Bu yüzden vahiy “mutlak, yani sonsuz, hudutsuz, sınırsız ilim, hikmet, ahlak, adalet ve merhamet” demek oluyordu. Hiç böyle bir kaynak Arapların zihin, idrak, ihtiyaç ve ictimai dünyalarıyla sınırlandırılabilir miydi? Ayrıca, onların zihin dünyalarını değiştirmeyecek, yeri geldiğinde alt üst etmeyecek olan bir vahyin anlamı, önemi ve değeri ne idi ki? Onların zihin dünyaları, vahiy gelmese de kendi zihinlerine uygun bir dünyayı kurmalarına yeterdi. Hatta bunun böyle olması gerekirdi. Onların zihinlerini aşmayacak, zorlamayacak, isyan ettirmeyecek, sonunda da itaat etmeye mecbur bırakmayacak olduktan sonra, vahyin geliş amacı ne ile açıklanabilirdi? Diğer taraftan, madem her şey bu kadar basitti ve vahiy onların zihin dünyasına muvafık olarak gelmişti. Yani yerden göğe yükselen talepler, gökten yere hitap olarak dönmüştü. O halde 23 yıllık peygamberlik süresinde yaşanan ve birçoğu insanlık dışı denecek kadar şiddet içeren muamelelerin sebebi neydi? Niçin insanlar yurtlarını ve yuvalarını terk ederek ta Habeşistan’lara göç ettiler? Neden Mekke’dekiler senelerce muhasaraya maruz bırakılarak açlığa mahkûm edildiler? Neden Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar? Bütün bunlar vahyin, Mekke müşriklerinin zihin dünyalarına uygun düşmesi sebebiyle mi yaşandı? Kanaatimiz odur ki, bütün telakkiler ve tasavvurlar “aydınlanma”nın yegâne unsuru olan “akl”ın, diğer bütün ilahi ve insani değerleri ve yetenekleri safdışı etmeyi başarması ve tek başına iktidarını ilan etmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Çünkü insanlar artık “ilahi” olanı da beşeri ölçülerle ele almaya Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 55 başlamışlardır. Kur’an-ı Kerim’i herhangi bir metin gibi okumaya, sorularını bu yaklaşım içinde sormaya yeltenmişlerdir. “Bir metin bütün zamanlara hitap edebilir mi? Gelecek dönemleri hesaba katabilir mi?” kabilinden sorular, ondan sonra ortaya çıkmıştır. Bu zihniyete göre Kur’an da netice itibariyle bir metindi ve bu soruların muhatabı olmasında hiçbir beis yoktu. Hâlbuki tarih boyunca müminler “hakîm olan Allah’ın (cc) insanları hesaba katarak hükümlerini büyük bir hikmetle koyduğunu, bundan sonra hesaba katma sırasının insanlara geçtiğini” düşünüyor ve öylece inanıyorlardı. Bu yaklaşıma göre “Kur’an’ın ilk muhatapları olan Kureyş Arapları vahyi ne kadar dikkate almak ve hesaba katmak zorunda iseler, onlardan bin, ikibin, üçbin sene sonra gelecek olanlar da aynı ölçüde dikkate almak ve hesaba katmak zorundadırlar.” Bu inanç ve yaklaşım içindeki biri elbette, “Bu metin, şu kadar zaman sonra gelecekleri hesaba katabilir mi?” diye bir soru tasavvur edemez. Çünkü bilir ve inanır ki, “hesaba katma” söz konusu olduğunda, sorumluluk metne değil kendisine racidir. Yani artık o metin onu değil; o, metni hesaba katmakla yükümlüdür. Bu tür sorular ilahiyatçı akademisyenlerden de gelmeye başlamışsa, problem ciddi demektir. Çünkü bu insanlar vahyin ne olduğunu başkalarından daha iyi bilmektedirler. O zaman yukarıdaki teklifimiz gerçekten anlamlı ve önemli bir hal almaktadır: “Üç temel bilgi kaynağından birincisi olan “haber”in doğruluğu (sıdk), ikincisi olan “duyu organları”nın sağlıklı (selâmet) olmasının şart koşulduğu gibi, bilgi kaynaklarının üçüncüsü olan aklın sahih (sıhhat) olmasının da şart koşulması gerekir. “Yalan haber”e ve “özürlü organ”a itibar edilmediği gibi, “sakat ve özürlü akl”a da itibar edilmemelidir. Bu demektir ki akıl, hem fiziki, hem de beşeri konularda “mutlak bir kılavuz” değildir; onun da bir rehbere ihtiyacı vardır. Ve tabii olarak hangi kılavuzun yedeğinde yol alıyorsa o istikameti tutturacak ve daha da önemlisi o istikametin en doğru olduğuna inanacak ve savunacaktır. Bu kılavuz maddi ve fiziki konularda doğru ve sağlıklı “gözlem” ve “deney”dir; hukuk ve ahlak gibi insani hususlarda ise Şâtıbî’nin tesbitine itibar edecek olursak ya “din/vahiy” ya da “hevâ” yani içgüdüler ve nefsi arzular, hevesler ve taleplerdir. Biz bunu kısaca “kültür” olarak da adlandırabiliriz. Çünkü kültürün oluşum sürecini en ciddi anlamda etkileyen ve belirleyen olgu ya dindir ya da beşeri duygular ve dürtülerdir. Bunlara ihtiyaçlar, arzular, istekler, hevesler de denebilir. Bu durumda bir insan, herhangi bir davranışı ya inandığı dinin bir emri olarak yerine getirir ya da içgüdü ve dürtülerinin gereği olarak görür ve uygular. Ancak sonuçta dinin gereği olarak davrananlar da içgüdülerin gereği olarak davrananlar da bu davranışlarını mâkul/akla uygun bularak savunurlar. Söz buraya kadar gelmişken şu hususu bir problem olarak sunmak ve tartışmaya açmak istiyorum: 56 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İnsan davranışlarının ne kadarı akla dayalı, ne kadarı kültüre dayalı olarak gerçekleşir? Bir başka ifade ile davranışlarımız rasyonel midir, kültürel midir? Şöyle de sorabiliriz: sosyal ve kişisel hayatımızı (buna tercihlerimiz de denebilir) yönlendiren gerçek dürtüler ve motifler nelerdir? Akıl mı, yoksa başka motifler mi? Dekolte giyinen bir hanımla, örtülü bir hanımın tercihlerini yönlendiren unsur nedir? İçki içen bir insanla içmeyen bir kimsenin bu davranışları, hangi sâikin eseridir? Neden Müslümanlar, daha ucuz olduğu halde domuz eti yemezler?46 “Cinsel özgürlük” anlayışı Müslümanlar arasında vücut bulabilir mi? “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” ne demektir? Yeryüzünde cevabı tek olan bir hukuk veya ahlak konusu mevcut mudur? Taşın sert olduğunu, suyun boğduğunu ve ateşin yaktığını bildiğimiz ve ittifakla kabul ettiğimiz gibi bilip ittifakla kabul ettiğimiz bir sosyal ya da insani değer var mıdır? “Kar beyaz, gece karanlık, güneş sıcaktır” yargılarına kimse itiraz etmez ama “inkâr kötü, çıplaklık ahlaksızlık, Allah’a kulluk şart” yargıları böyle değildir? Neden? Akıl bu problemi nasıl çözecek? Bir başka ifade ile: Akıl bu işin neresinde? Bir diğer açıdan: Hangi akılla bunları çözeceğiz? Kızılderililer’e nisbet edilen, aynı zamanda beyazların da beğenerek hatta takdir ederek tekrar ettikleri şu sözü nereye koyacağız: “Bizler küçük problemlerimizi aklımızla, ama büyük problemlerimizi kalbimizle çözeriz.” Yoksa bazı ilim adamlarına göre “mutlak” ve “saf” bir akıl mı vardır? Her akıl, daha doğru bir ifade ile herkesin aklı aynı ölçüde muteber midir? Hz. İbrahim’in (as) aklı ile Nemrut’un, Hz. Musa’nın (as) aklı ile Firavun’un, Hz. Ebu Bekir’in (ra) aklı ile Ebu Cehil’in aklı arasındaki temel farkın ortaya konulması gerekmez mi? Neden Mirac haberi karşısında Ebu Cehil “artık bu kadarına da pes yahu!” diyerek isyanını ve inkârını dile getirirken, Hz. Ebu Bekir (ra) “O mu söyledi? Şayet O söylediyse mutlaka doğrudur” diye cevap vermiştir? Bunlardan hangisine “sahih” akıl, hangisine “sakîm” akıl diyeceğiz? O halde, haberin sıdkını ve havâssın selametini belirlemenin gerekliliğine inananların, aklın da sıhhatinin gerekliliğine inanmaları gerekmez mi? Şayet inanırlarsa bu yönde bir metodoloji geliştirmeleri ve bu sayede “sahih” aklın niteliklerini ve özelliklerini belirtmeleri şart olmaz mı? En azından haberin 46 Çetin Altan’ın Kurban, yahut “Yoksullar Bayramı” başlıklı aşağıdaki yazısı bu konuda güzel bir örnektir: “1 milyar 300 milyonluk İslam âleminde, et neden bu kadar pahalı? O kadar az kişi merak etti ki bunu...Çünkü efendim, yılda 1, en fazla 2 defa yavrulayan hayvanlarla, tavuk ve balık dışında; örneğin domuz gibi, yılda 25 yavru yapan bir hayvanın eti “mekruh” sayılmıştır İslamda...Bendeniz de, ne kadar bağnazlıkların ötesine geçmeye çalışmışsam da; kendiliğimden yeğlediğim pek olmamıştır domuz pirzolasını...Ne var ki, bilimsel ve objektif bir gözlükle bakıldığında, İslamın kötü beslendiği de bir gerçek...O nedenle de, sürüp gidiyor Kurban Bayramlarında yoksullara et dağıtımı...” (Milliyet, 20. 01. 2005). Yazıdaki teknik hatalar ve ifade bozukluğu bir yana, bizi asıl ilgilendiren, bu probleme Çetin Altan’ın ve onun gibi düşünenlerin neden böyle yaklaştığı, ya da dindar bir ilim ve fikir adamının neden böyle yaklaşmadığıdır. Ayrıca “Bu problemi rasyonel bir bağlamda çözmeye kalkışabilir miyiz?” Sorusunun cevabını da çok merak ediyorum. Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 57 sahih olanını olmayanından ayırt etmek için geliştirilen “cerh ve ta’dil” ilmine benzer bir yöntem bilgisi geliştirmek gerekmez mi? Farz edelim ki bugüne kadar buna ihtiyaç duyulmadı, Peki günümüzde de ihtiyaç bulunmadığı söylenebilir mi? Artık her yerde karşımıza çıkmasına alıştığımız örneklerden bir tanesini nakledelim ve üzerinde düşünmeye davet ederek böyle bir ihtiyacın bulunup bulunmadığını bir kere daha soralım: Ruşen Çakır, Hidayet Şefkatli Tuksal’a Soruyor: Siz bu çalışmanızda47 bu rivayetlerin doğru olmadığını mı, yoka bu rivayetlerin Kuran’ın ve İslam’ın aslına uygun olmadığını mı göstermeye çalıştınız? Tuksal: Aslında ikisini de yapmak için yola çıktım48, ama yapabildiğimi zannetmiyorum. Bunlar asılsız çıksın diye çok dua ediyordum, ama olmadı. O yüzden sorun var zaten. Bir sene yoğun bir şekilde sırf Kuran üzerinde, onun kadına yönelik bakış açısını yakalayabilmek için çalıştım. En azından “bunlar Kuran’a aykırı” diyebileyim istedim. Neticede bunların pek çoğu Kuran’ın genel yaklaşımı ve ruhuna çok aykırı olsalar da, Kuran’da gerçekten ataerkil bir fonun varlığını farkettim. İşte bu fon insanları çok yanıltıyor. Bu bağlamda, tam da Fazlurrahman’ın dediği gibi şunu gördüm: Kuran-ı Kerim, o gün orada yaşayan Arapların zihinlerine hitap ediyor. Onların kelimeleriyle konuşan, belki onların kelimelerine aşkın anlamlar yükleyen, ama onların pratiklerini, düşünce dünyalarını yansıtan ve İslam’ı bu semboller üzerinden anlatan bir tavrı, üslubu var. Dolayısıyla bu sembollerin ve bu ataerkil fonun tarihsel tarafını ihmal ettiğinizde, hedefleri ve amaçları gözden kaçırıp kelimelerle anlatılan her şeyi bütünüyle dinden saymanız gerekiyor. Bu durumda da sorun çıkıyor. Örneğin miras konusunda, erkeğin kavvamlığı noktasında, eşitlik konusunda, özetle pekçok konuda sorun çıkıyor. Örneğin bu araştırmaya başlamadan önce “eşinizi şu durumlarda dövebilirsiniz” şeklindeki ayeti hiç düşünmek istemezdim. Bu ayet yokmuş gibi davranmak isterdim. Çünkü açıklamasını bulamıyordum. Bizim modern bilincimizle böyle bir şeyi kabul etmemiz mümkün değil, ama bu ayet var.49 47 Tuksal’ın “Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümü” adlı doktora tezi kastedilmektedir. 48 “Aslında ikisini de yapmak için yola çıktım” cümlesinden benim anladığım şudur: Önce bu hadislerin/rivayetlerin doğru olmadığını isbat etmek istedim. Şayet bu hadisler/rivayetler doğru çıkarsa o zaman da bunların, Kur’an’ın ve İslam’ın aslına uygun olmadığını isbat edecektim. Demek ki modern bir bilinç böyle bir düşünceyi ve onun ifade biçimi olan böyle bir cümleyi yadırgamamaktadır. Kendisine vahiy gelen ve bu vahyi sadece duyurmakla değil, aynı zamanda açıklamakla ve uygulamakla da görevli olan, ayrıca bu konuda tek kaynak olan bir peygamberin (sav) sözleri veya davranışları nasıl Kur’an’ın ve İslam’ın aslına aykırı olabilir? Modern bilinç acaba “Kur’an’ın ve İslam’ın aslı”nı nereden ve kimden öğrenecektir ki, “o doğru İslam’ı” hakem tayin edecek ve onun hakemliğinde hakikati ortaya çıkaracaktır? Bu tür konulardaki akıl almaz çelişkileri, bilhassa aklı ön plana çıkaran ve güçlü vurgularla onun önemini belirtenler yaptıkları zaman daha garip daha anlaşılmaz ve daha içinden çıkılmaz bir manzara arz etmektedir. 49 http://www.milliyet.com.tr/ozel/islam/. 58 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Araştırmacı yazar çok doğru söylüyor: “Modern bilincimizle böyle bir şeyi kabul etmemiz mümkün değil, ama bu ayet var.” Evet, hadis konusunu diskalifiye etmek kolaydır. Bir rivayetin sahih olmadığına hükmetmekle problem kökten hallediverilir. Peki, aynı problemlerle Kur’an-ı Kerim’de karşılaşırsak ne yaparız. Modern bilincimizle – siz buna “modern aklımızla” da diyebilirsiniz – o problemi nasıl kabulleniriz? Kabullenemeyiz. O halde mutlaka bu problemi çözmeliyiz. Ancak görüldüğü kadarıyla “nas üzerinden bu problemi çözmenin imkânı yoktur. Dolayısıyla bu tür problemlerin çözümü ancak “akıl” üzerinden gerçekleştirilebilir. Eski ulemamızın tabiriyle söyleyecek olursak “aklı nas üzerine hakem tayin ederiz.” Yani hem sübut hem de delalet bakımından nassın sıhhatini, aklın hakemliğinde sorgularız. Böyle olunca, akıl onaylamadığı sürece nass herhangi bir işlevsellik kazanamaz. Peki, “nas” üzerine hükmedecek kadar kudret ve ehliyet imtiyazı tanıdığımız “akl”ın buna elverişli olup olmadığını araştırmak gerekmez mi? Yoksa “mecnun” olduğuna hükmedilmeyen her âdemi, âkil kişi kabul edip, bunlardan gelecek her türlü tepki ve teklifi muteber mi saymalıyız? Herhalde bu kadarını kimse onaylamaz. O halde “akıl çağı” olarak nitelen günümüzde akıl konusu, özellikle dini ilimler açısından dikensiz gül bahçesi değildir. Bilhassa aklî ilimlerde yoğunlaşan meslektaşlarımızın bu konuya eğileceklerini umarken, teorik planda dile getirdiğim bu meseleyi pratize etmek açısından sadece şu kadarını söylemek istiyorum: Kanaatim odur ki, kalp gibi akıl da, mümin ya da münkir olabilir. Bir diğer ifade ile “kalbi mümin” kişinin aklı da mümin, “kalbi münkir” kişinin aklı da münkir olur. Âkif’in “imansız olan paslı yürek sinede yüktür” metaforundan ilham ve cesaret alarak biz de “İmansız olan akıl, bozuk bir pusûla veya paslı bir saattir” diye düşünürüz. Bu ölçüyü benimseyenlere göre aklın sıhhat ve selametinin ilk şartı “mümin” olmaktır. Yani “teslimiyet ve temessük” hususlarında gereken ciddiyeti göstermesi, bir diğer ifade ile onları “hafife almak ve savsaklamak” gibi tavırlardan kesinlikle kaçınmasıdır. 5. Maslahat Günümüzün iki büyülü kavramından biri “değişim”dir ve bu kavram sadece ilahiyatçılar için değil, bütün modern düşünürler için çok önemlidir. Diğeri ise “maslahat”tır ve bu kavram bilhassa bu kullanımıyla daha çok ilahiyatçılar için fevkalade mühimdir. Özellikle belirtelim ki, “maslahat” kavramı geçmişte de mühimdi ve eski ulemamız tarafından da üzerinde çokça durulmuştur. Ancak bugünkü gibi, Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 59 naslardan bağımsız olarak ele alınmamış ve mutlak bir değer ve müstakil bir kaynak şeklinde görülmemiştir. Günümüzde, dini problemlerin çözümü hususunda mutlak bir kaynak olarak görülen, bu yüzden de üzerinde en çok durulan “maslahat” kavramı, son derece “muğlâk” yani karanlık ve kapalıdır. Bütün tezlerini bu kavram üzerinden isbat ve ifade etmeye çalışan araştırmacı ve akademisyenler bile, sözünü ettiğimiz muğlâklığı giderme konusunda, dişe dokunur bir adım atmaya yanaşmamakta, hatta bazen sarih, bazen de zımnî olarak şu ima ile yetindikleri intibaını uyandırmaktadırlar: “Bu konuda tek belirleyici akıldır. Dolayısıyla aklın maslahat saydığı her konuyu din de öyle değerlendirir.” Zaten başka türlüsü de mümkün değildir. Çünkü meseleyi böyle vaz edenelere göre “nassın” mutlak egemenliğinden kurtulmak için öne çıkarılan bu kavram, neden nassın hakemliğine arz edilsin ki? Diğer taraftan “modern” bilincin izin vermeyeceği veya kavramakta zorlanacağı bir “maslahat tanımı” da, bu kavramdan çok şey bekleyen çevreler için arzu edilen bir durum değildir. Dolayısıyla öyle bir “maslahat” tarifi yapılmalı ki, “modern” insanın bilincini zorlamadığı gibi, ihtiyaç saydığı konuları ihtiyaç saysın, müstağni kaldıkları konulardan da müstağni kalmasına engel olmasın. Yani bir anlamda “seküler/dünyevi” bir maslahat anlayışı geliştirilsin. Hiç şüphesiz bunu sağlamının tek yolu “naslardan bağımsız” hareket eden bir “aklı” devreye sokmaktır. Hem de “modern bir bilinçle aydınlanmış akıl” olmalıdır. Aksi halde yine istenen netice elde edilemeyebilir. Hâlbuki eski ulemamıza göre Şariin bu dini vaz etmekten kastı, hem uhrevi hem de dünyevi maslahatları ikame etmektir. Ancak dinen temini arzu edilen maslahatlara ve def edilmesi istenen mefsedetlere, dünya hayatının ahiret hayatını temin etmesini sağlaması açısından itibar edilir.50 Çünkü mezkûr ulemamıza göre “bu din, sadece mükellefleri arzu ve heveslerinin esiri olmaktan kurtarmak ve sırf Allah’ın kulu olmalarını temin etmek için gelmiştir. Bu durumda bu dinin, kulların zevklerini tatmin etmek ve her türlü isteklerini yerine getirmek için konulduğunu varsaymak çelişkili bir sonuca götürür. Nitekim Yüce Rabbimiz de şöyle buyurmuşlardır: “Eğer hak onların arzularına uysaydı gökler ile yer ve onlarda bulunanlar elbette bozulur giderdi…(el-Müminûn, 23/71) ”51 6. Sonuç İslam’ın iki ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’i ve onun açıklaması ve yorumu mesabesindeki Sünnet-i Seniyye’yi sahih bir şekilde anlamak için vaz olunan usûl-i fıkıh ilminin üç temelinden biri kelam ilmidir. Bu ilim sayesinde Kitap 50 Şâtıbî, el-Muvafakat, c. II, ss. 36-37. 51 Şâtıbî, a.g.e., c. II, s. 37. 60 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ve Sünnet beşer sözü gibi algılanmaktan ve değerlendirilmekten münezzeh kılınarak, Allah (cc) kelamı ve O’nun elçisinin tebliği olarak görülür ve inanılır. Bir başka ifade ile “vahiy” tasavvuru ancak bu sayede sıhhat kazanır. Yine ancak bu sayede “Allah’ın kelamının beşer kelamına üstünlüğü, Allah’ın kullarına üstünlüğü mesabesinde”52 ele alınır. Kastımızı güncelleştirebilmek için modern hukuktaki bir meseleden yararlanmak istiyoruz. Modern hukuk ilmine başlangıç eserlerinde şu değerlendirmeye rastlamaktayız: “Hukukun sosyolojik mer’iyeti felsefi mer’iyetle kuvvetlendirilmezse ve tamamlanmazsa, kanunlar da zamanla hakiki meşruiyetlerini kaybederler.”53 İslam hukukunun temeli olan usûl-i fıkıh ilmi de aynı hakikati tesbit ve teyid etmiş olarak kelam ilmini öne çıkarmıştır. Çünkü ancak bu sayede Kitap ve Sünnet’in beşer-üstü konumu idrak ve takdir edilebilir. Tabir caiz görülürse modern hukuktaki felsefi arka plan ne ise, İslam hukukundaki kelâmî arka plan da odur. Modern hukukta felsefi arka planın göz ardı edilmesi nasıl modern hukukun sosyolojik meriyetini olumsuz yönde etkilerse, İslam hukukunda kelâmî arka planın göz ardı edilmesi de İslam hukukunun hükümlerinin ilahi boyutunu aynı şekilde olumsuz yönde etkiler. Çünkü müminler önce Allah’ın kelamının ilahi boyutunu yeterince algılayamaz, dolayısıyla onu beşeri sözlerle bir tutmaya kalkışırlar; ardından da ilahi hükümleri beşeri hükümlerle bir tutmaya başlarlar. Son devrin önemli usul-i fıkıh âlimlerinden Seyyid Bey54 bu hususta şunları kaydetmektedir: “Vücub, hurmet, ibâha gibi ahkâm-ı şer’iyyeyi vaz eden, hiç şüphe yoktur ki Şâri’dir. Fakat acaba akl-ı insânî de bu hükümleri vaz edemez mi? Aklın vaz edeceği ahkâmı bir din, bir şerîat teyid etmeyecek olur ise, o ahkâmın umum-ı efrâd-ı beşer üzerine hiçbir nüfuzu olmaz… Hülasa, bütün efrâd-ı insâniyyeyi aynı ahkâm ile mükellef tutabilmek, onları aynı ahkâma hürmet ve riayet ettirebilmek için, dinin vücuduna ihtiyaç bedîhîdir. Binaenaleyh, gerek ahlakın ve gerek hukukun hakiki kuvve-i müeyyidesi dindir.”55 52 “Allah kelamının diğer kelamlara (veya mahlûkatının kelamına) üstünlüğü, Allah’ın mahlûkatına üstünlüğü gibidir.” Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’an, 25; Ebu Davud, Fadâilü’l-Kur’an, 6. 53 Orhan Münir Çağıl, Hukuk Başlangıcı Dersleri, İstanbul 1961, s. 47. 54 Seyyid Bey hem İslam Hukuk İlminde hem de II. TBMM’ndeki hizmetleri dolayısıyla Cumhuriyet dönemi siyasi hayatında çok önemli bir isimdir. Mecliste hilafetin kaldırılması tartışılırken Adliye Vekili olarak yaptığı tarihi konuşma ile muhalefetin direncini büyük ölçüde kırmıştır. Bk. İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul 1997, c. I, ss. 257-258. 55 Seyyid Bey, Usul-i Fıkıh Dersleri Mebâhisinden İrade, Kaza ve Kader, İstanbul 1338, ss. 209210 Usul-i Fıkhın Kelamî Kaynağını Yeniden Değerlendirmek 61 Bu gerçeği sağlıklı bir şekilde görmenin ve kabullenmenin yolu da hiç şüphesiz sağlam bir kelâmiyyattan geçer. Yine yakın dönemin önemli ve değerli hukuk adamlarından Ali Fuad Başgil de, tecrübe ve müşahedelerine dayalı olarak yaptığı bir değerlendirmede bu meseleye dair endişe ve şikâyetlerini dile getirmiş ve özetle şunları söylemiştir: “Bugün muhakkak olan şey şudur: Dini bir otorite buhranı ve korkunç bir anarşi içindeyiz. İtiraf etmelidir ki, bu anarşinin tohumları bugün değil, bundan otuz sene evvel ekilmiştir. 1926’da Türkiye’nin eski dini tahsil müesseseleri olan medreseler kapatıldıktan itibaren yavaş yavaş bugünkü anarşiye gidilmiştir…Otuz küsur sene ihmal edilen ve yüksek ilim ve esasları okutulup öğretilmeyen bir din aşikâr ki, günün birinde cehalet ve anarşiye saplanacaktı. Bana Ankara’daki İlahiyat Fakültesi’nden veyahut İmam-Hatip Okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim. Lâik üniversiteye bağlı fakülteler, din âlimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslamiyet’in yalnız elemanter bilgilerini öğretmekle kalır. İslamiyet’in yüksek ilimleri, kelâmiyyât ve bedîiyâtı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur.”56 Bütün bu tesbitler ışığında görülmektedir ki, kelam ilminin ana konuları yeniden gündeme getirilmesi ve bir kısmı müsellemâtın takriri kabilinden de olsa, yeniden okunması, incelenmesi ve tartışılması, bir zaruret hükmünü almıştır. Bu zaruret, usulcüler için olduğu kadar, tefsirci, hadisçi ve diğer İslâmî ilimlerde çalışan herkes için de geçerlidir. 56 Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul 1998, s. 298 İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (63-97) HANEFÎ MEZHEBİNİN KURUCU İMAMLARI ARASINDAKİ KİŞİSEL İLİŞKİLER Ferhat KOCA* Abstract The Personel Relations and Some Weaknesses Between Abû Hanîfa and His Students Who Are the Founder Imams of the Hanafî School Hanafi school whose name is attributed to Abû Hanîfa, today one of the four living law (fiqh) schools, is a secret (mazhab) established as collectively by Abû Hanîfa and his students and friends (ashâb-i Abî Hanîfa). Among Abû Hanîfa’s friends Abû Yusuf, Muhammad b. Hasan al-Shaybânî, Zufar and Hasan b. Ziyâd made the big contributions with their works and their activities in carrying out in institunalization and advancement of this school. In this article, we are dealing with the personel relations and some weaknesses between Abû Hanîfa and his students who are the founder imams of the Hanafî School with some historical examples. Key words: Hanafî school, Abû Hanîfa, Abû Yusuf, Muhammad b. Hasan al-Shaybânî, Zufar, Hasan b. Ziyâd I. GİRİŞ Elinizdeki makalede, Hanefî mezhebinin kuruluş ve yayılmasına büyük katkılarda bulunan, başta kurucu imam Ebû Hanîfe olmak üzere, onun öğrencilerinden Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Züfer ve Hasan b. Ziyâd gibi bazı ilim adamları arasındaki münhasıran hocalık, öğrencilik ve arkadaşlık... gibi çeşitli kişisel ilişkiler ile bu ilişkiler çerçevesinde onlar arasında yaşanan hırs, haset ve kıskançlık gibi bazı insanî zaaflar incelenecek; onların hukukî ihtilaflarının dinî, hukukî, sosyolojik ve kültürel sebeplerine girilmeyecektir. Bu araştırmanın amacı, milyonlarca Müslümanın asırlar boyu görüşlerine büyük bir saygıyla bağlandıkları çeşitli ilim adamlarının bilimsel otoritelerini sarsmak değil, sadece söz konusu ilim adamlarının da diğer insanlar gibi, her türlü isabetli veya hatalı işler yapabilme potansiyeline sahip, birer “insan” olduklarına işaret etmektir. Ayrıca, tarihte çeşitli ilim adamları arasında yaşanan olumlu veya olumsuz hatıraların bilinmesinin, günümüz ilim ve din bürokrasisi içerisinde yer alan bazı kimseler arasında yaşanan giz∗ Prof. Dr., Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. 64 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ li veya açık rekabet, hırs, haset ve kıskançlık duygularının doğru bir şekilde anlaşılmasına katkı yapacağını ümit ediyoruz. Bu araştırma sırasında, ana kaynaklar olarak özellikle Hanefî tabakât kitapları kullanılmış, diğer mezheplere mensup ilim adamlarının eserlerinden nakiller yapılırken, verilen bilgilerin Hanefî kaynaklarında nakledilenlere uygun olmasına özen gösterilmiş ve böylece mezhep taassubundan kaçınılmaya çalışılmıştır. II. HANEFÎ MEZHEBİNİN KURUCU İMAMLARI: 1 EBÛ HANÎFE VE ÖĞRENCİLERİ 2 Ebû Hanîfe (ö. 150/767), bugün İslam dünyasında yaşayan dört büyük Sünnî fıkıh mezhebinden biri olan Hanefî mezhebinin kurucu imamı olarak kabul edilir. Ne var ki, bu mezhep, yalnızca ismini almış olduğu Ebû Hanîfe tarafından değil, onun öğrenci ve arkadaşları (ashâb-ı Ebî Hanîfe) tarafından kolektif bir şekilde kurulmuştur. Çeşitli tarih ve tabakât kitaplarında, Ebû Hanîfe’nin öğrenci ve arkadaşlarının sayısı hakkında muhtelif rakamlar verilmektedir. İbn Hacer el-Heytemî (ö. 974/1567), Ebû Hanîfe’nin menâkıbına dair yazdığı Hayrâtü hısân adlı eserinde, onun öğrencilerinin 800 kişi olduğunu söylerken, bu eseri tercüme eden Manastırlı İsmail Hakkı (ö. 1330/1912) Ebû Hanîfe’nin öğrencilerinden 3 fıkıh ilminde meşhur olanların sayısının 560 olduğunu ifade etmektedir. Hanefîlerin güvenilir tabakât yazarlarından Abdülkâdir b. Muhammed el-Kureşî 1 2 3 Makalenin bu başlığında, “Hanefî Mezhebinde Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf ve Muhammed Arasındaki Hukuki Görüş Farklılıkları” (EKEV Akademi Dergisi, VIII/18, Ankara 2004, s. 143–160) adlı makalemizin 144–146. sayfalarından yararlanılmıştır. Ebû Hanîfe’nin hayatı ve eserleri hk.bk. İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), VI, 368-369; İbn Nedîm, el-Fihrist, Beyrut 1398/1978, Dâru’l-Ma’rife, s. 284-285; Hüseyin b. Ali es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve ashâbihî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1976; Hatîb elBağdâdî, Târîhu Bağdâd, Beyrut ts., Dâru’l-Kütütbi’l-Ilmiyye, XIII, 324-330, 333-334, 352, 560, 368, 416, 421-422; Şîrâzî, Tabakâtü’l-fukahâ (nşr. Halîl el-Meyyis), Beyrut ts. (Dâru’l-Kalem), s. 87–88; İbn Abdilber, el-İntikâ’ fî fedâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut 1417/1997, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, s. 183–192; Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî, Menâkıbü Ebî Hanîfe, Beyrut 1981; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ (nşr. Şuayb el-Arnaûd – Hüseyn el-Esed), Beyrut 1413/1993, VI, 390-403; a.mlf., Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe ve Sâhibeyhi Ebî Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasan (nşr. Muhammed Zâhid el-Kevserî – Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Nasr, ts., Mektebetü Dâri’l-Hidâye; Bezzâzî, Menâkıbü’l-İmâmi’l-A’zam, Beyrut 1981; Suyûtî, Tebyîzü’s-sahîfe fî menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfe, Haydarâbâd 1334; Abdulkâdir b. Muhammed el-Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye fî tabakâtı’l-Hanefiyye (nşr. Abdülfettah Muhammed el-Hulv), Cîze 1413/1993, II. Baskı, I, 49–63; Temîmî, et-Tabakâtü’s-seniyye fî terâcümi’l-Hanefiyye (nşr. Abdülfettâh Muhammed el-Hılv), Riyad 1403/1983, I, 73–169; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe (trc. Osman Keskioğlu), Ankara 1962, Ankara Ünv. Basımevi; Halim Sabit Şibay, “Ebû Hanîfe”, İslam Ansiklopedisi, IV, 20–28; J. Schacht, “Abû Hanifa al-Nu’mân”, The Encyclopaedia of Islam (new edition), I, 123–124; Mustafa Uzunpostalcı, “Ebû Hanîfe”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), X, 131-38. Manastırlı İsmail Hakkı, Mevâhibü’r-Rahmân fî menâkıbı’l-İmâm Ebî Hanîfeti’n-Numân, Dersaadet 1310, Mahmud Bey Matbaası, s. 90–91. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 65 (ö. 775/1373) ise, Ebû Hanîfe’nin öğrenci ve arkadaşlarının dört bin civarında olduğunu belirtmektedir.4 Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammâd, babasının şöyle dediğini nakleder: “Benim arkadaşlarım 36 kişidir. Onlardan 28’i kadı, 6’sı müftü olmaya layıktır. Onlar arasında iki kişi vardır ki, bunlar kadı ve müftü yetiştirecek birikime sahiptir.” Ebû Hanîfe, bu son sözüyle, Ebû Yusuf ve Züfer’e işaret etmiştir.5 Hammâd, bir başka rivayette ise, babasının arkadaşlarının on kişi olduğunu belirterek, onların isimlerini şu şekilde saymıştır: Ebû Yusuf, Züfer b. el-Hüzeyl, Esed b. Amr el-Becelî, Âfiyetü’l-Evdî (el-Ûdî), Dâvûd et-Tâî, Kâsım b. Ma’n el-Mes’ûdî, Ali b. Mesher, Yahya b. Zekeriyya, Hıbbân, Mendel b. Ali.6 Bize göre, bu isimlere Ebû Hanîfe’nin ders halkasında bulunan ve mezhebin görüşlerinin günümüze ulaşmasında rivayetleri veya eserleriyle önemli katkılarda bulunan şu kişiler de eklenmelidir: Hafs b. Gıyâs, Huld el-Vâsıtî, Abdullah b. el-Mübârek, Hüşeym b. Beşîr, Abbâd b. el-Avvâm, Yezid b. Hârun, Ali b. Âsım, Yahya b. Nasr b. Hâcib, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Amr b. Muhammed el-Ungızî, Hevze b. Halîfe, Ebû Abdurrahman el-Mukriî, Abdurrezzâk b. Hemmâm, 7 Hasan b. Ziyâd el-Lü’lüî, Hammâd b Ebî Hanîfe. Ebû Hanîfe öldüğü zaman, onun geride bıraktığı fıkıh akademisinin ya da ilim meclisinin başına Züfer (ö. 158/775), ondan sonra Ebû Yusuf (ö. 182/798) ve daha sonra ise Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî (ö. 189/805) geçmiştir.8 Hanefî mezhebinin doğuş ve gelişim sürecini anlatan şu söz Hanefî fakihler arasında genel kabul görmüştür: “Fıkhı Abdullah b. Mesud (r.a.) ekmiş, Alkame sulamış, İbrahim en-Nehaî biçmiş, Hammâd harmanını dövmüş, Ebû Hanîfe ununu öğütmüş, Ebû Yusuf yoğurmuş, Muhammed ekmeğini yapmış, diğer insanlar da onun ekmeğinden yemektedirler.”9 Şâfiî hukukçularından Müzenî (ö. 264/878) ile ona Irak fakihleri hakkında soru soran bir kişi arasında geçen aşağıdaki diyalog, Hanefî mezhebi imamlarının birbirinden temayüz eden yönlerini açıkça ortaya koymaktadır: “Ebû Hanîfe hakkında ne dersin?” —Onların (Iraklı fakihlerin) efendisidir, ulusudur.” Ya Ebû Yusuf? — Hadise en çok tâbi olanıdır. Muhammed b. Hasan? 4 5 6 7 8 9 Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, IV, 557–558. Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 247–248. Ebû Hanîfe’den ders alan kimselerin bir listesi için bk. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 245; Zehebî, Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe, s. 11-12. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 324; Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, II, 458. İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 336. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr, Beyrut ts., Dâru’t-Türâsi’l-Arabî (Mısır 1272, Dâru’t-Tıbâati’l-Mısrıyye’den ofset), I, 34-35. 66 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ — Fürû meselelerini en çok açıklayanıdır. Ya Züfer? — Kıyasta en keskin olanıdır.”10 Hanefî mezhebi literatüründe, imamlarla ilgili olarak geçen “İmâm-ı A’zam (En Büyük İmam)” lakabıyla Ebû Hanîfe; “şeyhayn (iki şeyh, iki bilgin)” ile Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf; “tarafeyn (iki taraf)” ile Ebû Hanîfe ve Muhammed; “imameyn (iki imam)” ve “sâhibân (sâhibeyn) (iki arkadaş)” tabirleriyle Ebû Yusuf ve Muhammed; “eimmetüne’s-selâse (üç imamımız)” ifadesiyle ise Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed kast edilir.11 III. EBÛ HANÎFE’NİN FIKIH EĞİTİM VE ÖĞRETİM METODU Çeşitli tarih ve tabakât kitaplarında Ebû Hanîfe’nin fıkıh eğitim ve öğretimi hakkında verilen bilgilerden, onun, fıkıh derslerinde meseleleri öğrencileriyle birlikte tartıştığı ve uzun müzakerelerden sonra ortaya çıkan görüşleri öğrencilerine not ettirdiği anlaşılmaktadır. Ebû Hanîfe, mezhebinin temellerini öğrencileriyle istişare esası üzerine kurmuş, onlara danışmaksızın kendi başına herhangi bir içtihatta bulunmamıştır. İstişare sırasında O, öncelikle problemi ortaya koyar, daha sonra da konu hakkında öğrencilerinin görüşünü alır, onlarla uzun tartışma ve müzakerelerde bulunurdu. Bu müzakereler bazen bir ay hatta daha uzun sürerdi. Tartışılan görüşlerden biri ağırlık kazanınca, Ebû Yusuf onu not alırdı. Şüphesiz ki, böyle bir metot, tek başına içtihat yapmaktan daha isabetli bir yoldur.12 Çağımız İslam hukukçularından Muhammed Ebû Zehra’nın da belirttiği gibi, Ebû Hanîfe’nin derslerinde ortaya atılan bir fıkıh meselesi hakkında önce talebeleri söz alır, her biri görüşünü söyler, delilini getirir, itirazlar yapılır, cevaplar verilir; o mesele hakkında her isteyen konuşur, deliller çarpışır, mesele olgunlaşır, en sonunda Ebû Hanîfe görüşünü açıklar ve mesele hükme bağlanırdı. Bu tartışmalar sırasında, öğrencileri Ebû Hanîfe’nin kıyas ve içtihatlarına itirazlarda bulunur, hatta bazen tartışmanın tansiyonu yükselirdi. Böyle bir metotla ders işlemek, hem hoca hem de öğrencinin bilgisini arttırır. Talebe derse iştirak ederek açılır; hoca talebesinin görüşünü dinler; onları problem çözümmeye alıştırır. Ebû Hanîfe’nin derslerinde bu yöntemi benimsemesi, onu ölünceye kadar talebe olarak yaşatmış; sürekli bir biçimde bilgisi artmış, fikri yükselmiştir.13 10 Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, II, 176; XIV, 246. 11 Muhammed Abdülhay el-Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye fî terâcimi’l-Hanefiyye (nşr. Ahmed ezZa’bî), Beyrut 1418/1998, Dâru’l-Erkam, s. 421; Hacı Reşid Paşa, Hazret-i İmâm-ı Azam’ın Siyasi Terceme-i Hâli, İstanbul 1328/1912, Matbaa-i Hayriyye, s. 19 (Bu eser, Mevlüt Uyanık tarafından “Ebû Hanîfe’nin Siyaset Anlayışı” adıyla neşredilmiştir. Bk. İslâmî Araştırmalar, XV/1-2, Ankara 2002, s. 259-272, Ebû Hanîfe Özel Sayısı). 12 Muhammed Zahid el-Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları (trc. Abdulkadir Şener – M. Cemal Sofuoğlu), Ankara 1991, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 46-47. 13 Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 83. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 67 Ebû Hanîfe’nin ders işleme yöntemini Esed b. el-Furat (ö. 213/828), Esed b. Amr’dan (ö. 188/804) naklen şöyle anlatır: “Talebeleri Ebû Hanîfe’nin yanında bir meselenin cevabında ihtilafa düşer ve çeşitli cevaplar ileri sürürlerdi. Sonra konuyu Ebû Hanîfe’ye sorarlardı. O da en uygun cevabı verirdi. Söz konusu mesele üzerinde üç gün durduktan sonra, onu kâğıtlara yazarlardı.”14 İbn Nümeyr (veya Abdullah b. Şümeyr) de bu konuda şunları söylemektedir: “Ebû Hanîfe, arkadaşlarından Züfer, Dâvud et-Tâî ve Kâsım b. Maan ile birlikte ders müzakere ederken zaman zaman sesleri yükselirdi. Söz Ebû Hanîfe’ye geldiğinde hepsi susar, ortalığı bir sessizlik kaplar, İmam ne derse onu yazarlar; daha sonra bir başka meseleye geçerlerdi.”15 Ebü’l-Abbas Ahmed el-Hâşim’in İshak b. İbrahim’den naklettiği bir rivayette ise şöyle denmektedir: “Ebû Hanîfe’nin talebeleri onunla birlikte bir meseleye dalarlardı. Âfiye b. Yezîd el-Kâdî bulunmadığı zaman, Ebû Hanîfe, ‘Meseleyi Âfiye gelinceye kadar bekletin’ derdi. Âfiye gelip onlara uygun bir görüş beyan edince, Ebû Hanîfe ‘Meseleyi yazın’ derdi. Âfiye onlara katılmazsa, ‘Yazmayın’ derdi.”16 Öte yandan, bazı kimseler Muhammed b. el-Hasan’a yazdığı kitaplar hakkında, “Bunların hepsini Ebû Hanîfe veya Ebû Yusuf’tan mı duydun?” diye sordukları zaman, Muhammed onlara, “Hayır, fakat bunu müzakere yoluyla elde ettik” demiştir17 ki, bu cevap da Ebû Hanîfe’nin ders işleme metodunu gösteren önemli bir belgedir. Ebû Hanîfe’nin meselelerin müzakeresi sırasında öğrencilerine serbest tartışma ortamı sağlaması konusunda Züfer şunları anlatmaktadır: “İmam çok tahammüllü ve sabırlıydı. Bir gün mescitte ders meclisimize Süfyân b. Uyeyne gelmişti. Öğrencilerin sesi mescidi kaplıyordu. Süfyân, ‘Burası mescittir! Ebû Hanîfe, bu kadar yüksek sesle konuşulmaz!’ dedi. Ebû Hanîfe ona, ‘Bırakın, istedikleri gibi konuşsunlar. Bunlar ancak böyle fıkhı anlayabilirler’ diye cevap verdi.”18 Ebû Hanîfe, fıkhî konular tartışılırken, öncelikle tartışma konusunda herhangi bir hadis ve eserin bulunup bulunmadığını araştırırdı. Bu konuda Ebû Yusuf şöyle demektedir: “Ebû Hanîfe’ye bir mesele arz edilince, ‘Yanınızda eserden ne var?’ diye sorardı. Biz yanımızdaki eserleri zikreder, o da yanındakileri açıklardı. Sonra bakar, iki görüşten hangisi hakkında daha çok eser var ise, onu alır; eğer rivayetler arasında bir yakınlık veya denklik varsa, istediğini seçerdi.”19 Ebû Hamza es-Sükkerî, bu konuda Ebû Hanîfe’nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Bize Hz. Peygamber’den (s.a.v.) hadis geldiği zaman onu 14 Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, s. 45; a.mlf., Hüsnü’t-tekâdî fî sîreti’l-İmâm Ebî Yusuf el-Kâdî, Kahire 1388/1968, Matbaatü’l-Endülüs s. 14. 15 İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmâm-ı Azam (trc. Ahmet Karadut), Ankara 1982, Akçağ Basım Yayın Pazarlama, s. 150. 16 Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, s. 46; a.mlf., Hüsnü’t-tekâdî, s. 14. 17 Serahsî, Usûlü’s-Serahsî (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Beyrut 1393/1973, I, 378-379. 18 İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmâm-ı Azam, s. 149. 19 Kevserî, Hüsnü’t-tekâdî, s. 76; İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Ankara 1994, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 68. 68 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ alırız; sahabeden geldiği zaman onun içerisinden seçeriz; tâbiîlerden geldiği zaman ise, onları tartışırız.”20 Yine aynı kişi, Ebû Hanîfe’den şunları nakletmektedir: “İsnadı sahih olan haber Hz. Peygamber’den (s.a.v.) geldiği zaman, onu alır ve onu aşmayız; sahabeden geldiği zaman, onun hakkında muhayyeriz (içerisinden istediğimizi alırız); tâbiîlerden gelince, onları tartışırız ve (fakat) onların dışına da çıkmayız.”21 Ebû Isme ise Ebû Hanîfe’nin şöyle dediğini söylemektedir: “Hz. Peygamber’den (s.a.v.) geleni başımız gözümüz üstüne kabul ederiz; sahabeden (r.a.) gelenler içerisinden seçim yaparız ve onların görüşlerinden dışarı çıkmayız; tâbiîlerden gelenlere gelince; onlar da adam, biz de adamız! Bunların dışındakilere gelince, çirkin söze kulak verme!”22 Ayrıca, Ebû Hanîfe arkadaşlarına, “Benim nereden (hangi kaynaktan) söylediğimi bilmediği sürece, bir kimsenin görüşümü alması helâl (doğru) olmaz” derdi.23 Ebû Hanîfe tartışılan konu hakkında yeterli hadis malzemesine sahip olmadığı zaman, o konuda öğrencilerine araştırma ödevleri verirdi. Ebû Yusuf, bu hususta şunları anlatmaktadır: “Ebû Hanîfe bir görüş üzerinde karar kıldığı zaman, onun görüşünü destekleyen bir hadis veya eser bulabilmek için Kufe şehrinin âlimlerini dolaşırdım. Bazen iki veya üç hadis bulur, ona getirirdim. O, hadislerin kimisine, ‘Bu sahih değildir’ veya ‘Maruf değildir’ derdi. Ben de ona, ‘Senin görüşüne uygun olduğu halde, bunları(n illetini) nasıl biliyorsun?’ derdim. Bana, ‘Ben Kufe ulemasının bütün ilmini bilirim’ cevabını verirdi.”24 Ebû Hanîfe, derslerinde yalnızca vuku bulmuş olayların hukukî hükmünü araştırmakla kalmaz, ayrıca henüz meydana gelmemiş (farazî) olaylar hakkında da doktrinini oluşturmaya çalışırdı. Onun farazî fıkıh konularıyla ilgilenmesinin amacı, ileride meydana gelmesi muhtemel olaylara karşı nasıl tedbir alınabileceğini düşünmek ve geleceğe hazırlanmaktı. Nadr b. Muhammed’in anlattığına göre, “Katâde, Kufe’ye geldiği zaman, Ebû Hanîfe ile aralarında çeşitli müzakere ve mübahaseler geçmişti. Bu sırada, Ebû Hanîfe, Katâde’ye şöyle bir soru sordu: ‘Ey Ebû Hattâb! Bir adam ailesini bırakıp gitse ve ailesi yıllarca ondan haber alamasa; sonra da karısı, kaybolan kocası ‘ölmüştür’ zannıyla, başka kocaya varsa ve daha sonra da birinci kocası çıka gelse; bu mesele hakkında ne dersin?’ Katâde, ‘Bu mesele vuku buldu mu?’ diye sordu. Ebû Hanîfe, ‘Hayır’ dedi. Katâde, ‘Öyle ise, vuku bulmayan bir şeyi bana ne diye sorarsın?’ cevabını verdi. Bunun üzerine, Ebû Hanîfe, ‘Biz bela gelmeden önce hazırlanırız. Bela gelip çatınca, nereden girilip nereden çıkılacağını bilelim’ dedi.”25 20 21 22 23 24 İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 266. İbn Abdilber, age., s. 267. İbn Abdilber, age., s. 266; bu söz için ayrıca bk. Zehebî, Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe, s. 20. Kevserî, Hüsnü’t-tekâdî, s. 76. Muhammed Avvâme, İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü (trc. Mehmed Hayri Kırbaşoğlu), İstanbul 1988, Kayıhan Yayınevi, II. Baskı, s. 86. 25 Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII, 348. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 69 Ebû Hanîfe, uzun müzakerelerden sonra ulaştıkları sonuçları da “mutlak” hakikat olarak görmez ve onun, sadece kendi gayretleriyle ulaştıkları bir sonuç olduğuna işaret ederdi. Bu konuda Hasan b. Ziyâd şunları anlatmaktadır: “Ebû Hanîfe’nin şöyle dediğini duydum: ‘Bizim bu sözümüz reydir ve bizim ulaşabildiğimizin en güzelidir. Kim bizim görüşümüzden daha güzelini getirirse, o doğruya bizden daha yakındır (evladır)’.”26 Başka bir rivayette ise, Ebû Hanîfe şöyle demiştir: “Bu bizim görüşümüzdür. Kimseyi bu görüşü almaya zorlamayız. ‘Herkes bu görüşü zorla kabul edecektir’ demeyiz. Her kimin yanında bizim görüşümüzden daha güzeli varsa, onu ortaya koysun.”27 Ebû Hanîfe, içtihatları sırasında hakikat inhisarcılığında bulunmadığı gibi, değişen imkan, ihtiyaç ve şartlara göre değişkenlik gösterebilecek hükümler hakkında da sürekli olarak kendisini yenilemeye çalışmıştır. O, tartışma sürecinde, herhangi bir konuya dair, henüz olgunlaşmadan söylemiş olduğu sözlerin yazılmasını uygun bulmaz ve bu hususta öğrencilerini uyarırdı. Bu konuda, Yahya b. Maîn (ö. 233/848), Ebû Nuaym Fadl b. Dükeyn kanalıyla, Züfer’in şöyle dediğini nakletmektedir: “Ebû Hanîfe’nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf’a hitaben: ‘Ey Yakub! Vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum; yarın onu bırakabilirim; yarınki görüşümü de ertesi gün terk edebilirim’ demiştir.”28 Yine Ebû Hanîfe, öğrencilerinin yanlış isnatta bulunmamaları konusunda titiz davranırdı. Bu konuda Ebû Yusuf’a şöyle demiştir: “Yazıklar olsun size! Bu kitaplarda benim demediğim nice sözleri bana yalan yere isnat ediyorsunuz!”29 Ebû Hanîfe’nin fıkıh eğitimi sırasında takip ettiği bu tartışmacı yöntem, her ne kadar uzun zaman alsa da sonuçları itibariyle hata payı en düşük olan bir metottur. İbn Kerâme’nin anlattığına göre, İmam Şâfiî’nin hocalarından Vekî’ b. el-Cerrâh (ö. 197/812) ile Ebû Hanîfe’yi eleştirenler arasında şöyle bir diyalog geçmiştir: “Bir gün Vekî’ b. el-Cerrâh’ın yanında idik. Adamın biri, ‘Ebû Hanîfe hata etti’ dedi. Vekî’ ‘Onun yanında Züfer, Ebû Yusuf ve Muhammed gibi kıyas ve içtihatlarıyla; Yahya b. Ebî Zâide, Hafs b. Gıyâs, Hibbân ve Mendel gibi hadis hıfzı ve bilgisiyle; Kâsım b. Maan gibi Arapça’ya hakimiyetiyle; Davud at-Tâî ve Fudayl b. Iyad gibi zühd ve takvalarıyla şöhrete ulaşmış kişiler varken, Ebû Hanîfe nasıl hata edebilir? Böyle arkadaşlara ve talebelere sahip olan bir kimse, kolay kolay hata etmez; etse bile onu hakikate döndürürler’ diye karşılık verdi.”30 26 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 352. 27 İbn Abdilber, el-İntikâ, s. 258; Zehebî, Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe, s. 21. 28 Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII, 424; Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, s. 46; a.mlf., Hüsnü’t-tekâdî, s. 14. 29 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 258. 30 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 247. 70 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Bütün bu rivayetlerden anlaşılacağı üzere, Ebû Hanîfe fıkıh derslerinde aktif bir metot kullanmış ve tartışmalar sırasında öğrencilerini, bizzat kendisinin görüşlerini değil, delilin gösterdiği neticeyi kabule davet etmiştir. Bu metodun tabiî sonucu olarak da Ebû Hanîfe ve öğrencileri fıkhî müzakereler esnasında bazen ittifak, bazen de ihtilaf etmişlerdir. Onların ittifak ve ihtilaf ettikleri bu konular, zamanla hem Hanefî hukuk doktrinini meydana getirmiş hem de uygulamada mezhebe büyük bir hukukî elastikiyet kazandırmıştır. IV. EBÛ HANÎFE İLE ÖĞRENCİLERİ ARASINDAKİ KİŞİSEL İLİŞKİLER Tarih ve tabakât kitaplarında nakledilen çeşitli bilgilerden, Ebû Hanîfe’nin bütün hayatını eğitim ve öğretime adayan örnek bir eğitimci olduğu anlaşılmaktadır. Ebû Hanîfe’nin çağdaşlarından Mis’ar b. Kidâm (ö. 152/769), onun günlük hayatıyla ilgili olarak bize şu bilgileri vermektedir: “Mescitte Ebû Hanîfe’nin yanına vardım. Sabah namazını kılıyordu. Sonra insanlara ders vermek için oturdu. Bu durum öğle namazına kadar devam etti. Öğle namazından sonra tekrar derse oturdu; ikindiye kadar devam etti. İkindi namazını kıldıktan sonra akşama kadar ders vermeye oturdu. Akşam namazından sonra yatsıya kadar tekrar oturdu. Ben o zaman kendi kendime, ‘Bu adam bu meşguliyetle ibadete nasıl vakit buluyor?’ diye sordum. Geceyi beklemeye karar verdim.” Mis’ar şöyle devam eder: “Onu bekledim. Yatsı namazından sonra insanlar mescitten çıkıp ortalık sakinleşince, Ebû Hanîfe namaza durdu ve fecre kadar namaz kıldı. Sonra evine girdi, elbisesini giydi ve mescide çıktı; sabah namazını kıldı ve tekrar öğleye, ikindiye, akşama ve yatsıya kadar derse oturdu.” Mis’ar, Ebû Hanîfe’nin günlük faaliyetlerini peşi peşine birkaç gün daha takip etti ve onun aynı şekilde yaşadığını gördü.31 Mis’ar b. Kidâm’ın bizzat şahit olduğunu söylediği Ebû Hanîfe’nin günlük hayatıyla ilgili bu rivayette az veya çok bazı mübalağalı unsurlar bulunduğu kabul edilse bile, yine de bu gözlemler, Ebû Hanîfe’nin ilim ve ibadete düşkünlüğünü yansıtması bakımından değerli bir belge niteliğindedir. Ebû Hanîfe’nin öğrenci ve arkadaşlarıyla ilişkisi hakkında Hucr b. Abdülcebbâr el-Hadramî, “İnsanlar ders meclislerinde Ebû Hanîfe’den daha keremli ve arkadaşlarına daha çok ikram eden birisini görmedi” demiştir.32 Ebû Hanîfe’nin cömertliği ve ilim adamlarına karşı yardımseverliği konusunda, Hatîb el-Bağdâdî Tarih-u Bağdad’ında şunları anlatmaktadır: “Ebû Hanîfe seneden seneye kazancını toplar; onlarla üstatların, muhaddislerin ihtiyaçlarını karşılar; yiyecek ve giyeceklerini satın alır; bütün ihtiyaçlarını görürdü. 31 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 356; Temîmî, et-Tabakâtü’s-seniyye, I, 100. 32 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 360; İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 208, 260; Temîmî, age., I, 107. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 71 Sonra, kârdan kalan parayı onlara dağıtır ve ‘Bunları ihtiyacınız olan yerlere harcayın ve sadece Allah’a hamd edin’ derdi. ‘Çünkü verdiğim bu mal gerçekte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allah’ın fazl ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir’.”33 Ebû Hanîfe’nin yardımına en çok nail olan öğrencilerinden biri, Hanefî mezhebinin Ebû Hanîfe’den sonra ikinci imamı olarak kabul edilen Ebû Yusuf Yakup b. İbrahim’dir. Ailesi fakir olduğu için küçük yaşta çalışmak zorunda kalan Ebû Yusuf, zaman zaman işini aksatarak Ebû Hanîfe’nin derslerine katılmaktaydı. Bu durumdan haberdar olan babası, Ebû Hanîfe’nin ders meclisine gelmiş ve derste bulunan oğlu Ebû Yusuf’a, “Ey yavrucağızım! Ebû Hanîfe ile aşık atmaya kalkışma. Onun unu da tuzu da kurudur. Halbuki sen çalışmak zorundasın.” demiştir.34 Bu olaydan sonra, Ebû Hanîfe bütün tahsil hayatı boyunca Ebû Yusuf’un geçimini üzerine alarak, ona yeterli miktarda karşılıksız burs vermiştir.35 Öte yandan, Ebû Hanîfe sadece öğrencilerine değil, tanıdığı ve tanımadığı her ihtiyaç sahibine yardım etmeye çalışmıştır. Hasan b. Ziyâd’ın anlattığına göre, bir defasında ilim meclisine eski elbiseleri olan bir adam gelmişti. Adam kalkıp gideceği zaman, Ebû Hanîfe onun biraz beklemesini istedi. Meclis dağılıp herkes gittikten sonra, adama, “Şu seccadeyi kaldır, altında olanları al” dedi. Adam seccadeyi kaldırdı. Altında bin dirhem bulunmaktaydı. Adam durakladı kaldı. Sonra, Ebû Hanîfe, “Al bu dirhemleri. Onlarla kılık kıyafetini değiştir” dedi. Adam, “Ben zenginim, bunlara ihtiyacım yok” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Hanîfe, “Sen Hz. Peygamber’in şu hadisini duymadın mı? ‘Allah, kulunun üzerinde, ona verdiği nimetin esereni görmeyi sever.’36 Sen şu halini değiştirmelisin ki, dostların da senin için kederlenmesin.” dedi.37 Ebû Hanîfe öğrencilerine karşı son derece ihtimamla davranırdı. Bu konuda, İsâm b. Yusuf el-Belhî (ö. 215/830) şunları söylemektedir: “Ebû Hanîfe kadar ashabını gözeten kimse yoktur. Onların üzerine sineğin konmasını bile eza sayardı. Bir gün İmama, ‘Ashabından filan damdan düştü’ denilmişti. O anda öyle bir çığlık attı ki, mescidin dışındakiler bile duymuştu. Ayakları çıplak bir vaziyette, doğruca damdan düşen adamın evine koştu. (Ziyaretten 33 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 360. 34 Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve ashâbihî, Beyrut 1976, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, s. 92; Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 244; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân (nşr. İhsan Abbâs), Beyrut ts., Dâru Sadr, VI, 380; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VIII, 536; Kevserî, Hüsnü’t-tekâdî, s. 9. Tırnak içindeki cümle aslına sadık kalınarak şu şekilde tercüme edilebilir: “Ayağını Ebû Hanîfe ile uzatmaya kalkma, onun ekmeği pişmiştir. Halbuki sen çalışmak zorundasın” 35 Saymerî, age., s. 92; Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 244; İbn Hallikân, age., VI, 380; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VIII, 536; Kevserî, Hüsnü’t-tekâdî, s. 9. 36 Bu hadise farklı lafızlarla bk. Ebû Dâvûd, “Libâs”, 14; Tirmizî, “Edeb”, 45; Alâeddin Ali el-Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl (nşr. Bekrî Hayyânî – Safvetü’s-Sekâ), Beyrut 1399/1979, VI, 640, 641, 643. 37 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 361. 72 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ sonra) evden ağlayarak dışarı çıktı. İyileşinceye kadar da onun ziyaretini terk etmedi.”38 Aynı şekilde, Ebû Hanîfe, öğrencisi Ebû Yusuf’un ağır bir hastalığa tutulması üzerine onu ziyarete gitmiş ve onun hakkındaki samimi duygularını dile getirmiştir. Esed b. Furât (ö. 213/828), bu olayı Muhammed b. elHasan’dan naklen şöyle anlatmaktadır: “Ebû Yusuf, Ebû Hanîfe zamanında, kendisinden endişe edilecek derecede bir hastalığa yakalandı. Ebû Hanîfe ile birlikte onu ziyarete gittik. Ebû Hanîfe onun yanından çıkarken ellerini onun kapısının eşiğine koydu ve ‘Eğer şu genç ölürse? Muhakkak ki o, -yeri işaret ederek- onun üzerindekilerin en bilgilisidir’ dedi.”39 Bu olayı, el-Fadl b. Gânim ise şu şekilde anlatmaktadır: “Ebû Yusuf şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Ebû Hanîfe onu defalarca ziyaret etti. Son ziyaretinde, onu (ölüme) yakın gördü ve ‘Hepimiz Allah’tan geldik, yine O’na dönücüleriz’ dedi. Sonra da, ‘Benden sonra seni Müslümanlara bırakmıştım. Eğer insanlar senin öldüğünü görürlerse, muhakkak ki, seninle beraber pek çok ilim de ölüp gider’ dedi.”40 el-Fadl b. Gânim, bu hastalıktan sonra, Ebû Yusuf’un iyileşip sıhhatine kavuştuğunu ve Ebû Hanîfe’nin yukarıdaki sözlerinin kendisine haber verildiğini, bu olaydan sonra insanların ilgisinin Ebû Yusuf’a yöneldiğini ve Ebû Yusuf’un da bu ilgiden cesaret alarak, Ebû Hanîfe’nin ders halkasından ayrı ve bağımsız bir ilim meclisi kurmaya kalkıştığını anlatır.41 Ebû Hanîfe’nin öğrencilerinin sevinçlerine ortak olmasına ise, öğrencisi Züfer’in düğününe katılması örnek gösterilebilir. Ebû Hanîfe, yalnızca Züfer’in düğününe katılmakla kalmamış, aynı zamanda düğün töreninde yaptığı konuşmayla Züfer’i tezkiye etmiştir. Bu olayı Amr b. Süleyman el-Attâr şöyle anlatmaktadır: “Ben Kufe’de Ebû Hanîfe ile birlikte yaşıyordum. Züfer b. el-Hüzeyl evlendi. Düğünde Ebû Hanîfe de hazır bulundu. Züfer ona, ‘Konuş’ dedi. O da halka bir konuşma yaptı ve konuşmasında, ‘Bu Züfer b. el-Hüzeyl’dir. O, hasebi, şerefi ve ilmi itibariyle, Müslümanların imamlarından bir imam, onların alametlerinden bir alamettir’ dedi. Bu konuşmadan sonra, Züfer’in kabilesinden biri, ‘Onun hasletlerini sadece Ebû Hanîfe’nin anlatmış olması bizi mutlu etmez’ dedi ve yine onun kabilesinden bazıları (düğünde sadece Ebû Hanîfe’nin konuşma yapmış olmasını) hoş karşılamayarak, ‘Amcanın oğlu ve kavminin önde gelenleri burada hazır bulundular. Sen ise Ebû Hanîfe’nin konuşmasını istiyorsun.’ dediler. Züfer onlara şu cevabı verdi: ‘Şayet burada babam olsaydı, Ebû Hanîfe’yi ona da takdim ederdim’.”42 Ebû Hanîfe, öğrencilerini iyi hasletleriyle över ve onları başkaları yanında daima tezkiye ederdi. Mesela, Züfer hakkında, “O, ashabımın en iyi kıyas yapanıdır” demiştir.43 38 39 40 41 42 43 İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmâm-ı Azam, s. 146. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 246; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VIII, 536. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 349-350. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 349-350. Saymerî, age., s. 103; İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 261. Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, II, 207. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 73 Ebû Hanîfe, talebelerini kendisine denk ve dost kabul eder, onlara bütün kalbini açar ve “Sizler benim kalbimin sevinci ve hüznümün tesellisisiniz.” derdi.44 Öğrencileri de hocalarının bu tavrına karşılık, tabiî olarak onun şan ve şerefini üstün tutarlardı. Mesela, Züfer, Basra’ya giderken45, Ebû Hanîfe onu, “Bizimle Basralılar arasındaki husumet, kıskançlık ve rekabeti biliyorsun. Onlardan kolay kurtulacağını zannetmem.” diyerek uyarmıştır. Züfer, Basra’ya geldiğinde, çeşitli ilim adamaları onun etrafında toplanmış ve onunla bazı fıkhî münazaralar yapmaya başlamışlardır. Züfer, arz ettiği mesele ve getirdiği delillerin Basralılar tarafından beğenilip kabul edildiğini gördüğü zaman, hocasını dile getirerek, “İşte bu, Ebû Hanîfe’nin görüşüdür” derdi. Onlar ise, “Ebû Hanîfe’nin böyle güzel buluşları var mı?” derlerdi. O da, “Evet. O, daha iyi, daha güzel buluşların sahibidir” cevabını verirdi.46 Saymerî’nin naklettiği bir başka rivayette ise, bu olayla ilgili şu ayrıntılar yer almaktadır: Basralılar Züfer’in sözlerini güzel buldukları zaman, Züfer, “Bu, Ebû Hanîfe’nin görüşüdür” demiş; Basralılar ise, “O, güzel bir görüştür (ve) onu kimin söylediği bize göre önemli değildir” cevabını vermiş ve bu durum, Züfer’in onları Ebû Hanîfe’nin görüşüne (mezhebine) çevirinceye kadar bu şekilde devam etmiştir.47 Ebû Yusuf, aynı ders halkasında yer alan Abdullah İbnü’l-Mübârek’e (ö. 181/797), Ebû Hanîfe hakkında şunları anlatır: “O, ilmi almak için her sıkıntıya katlanırdı. Beldesinde olan ilim ehlini bilir, onların sahih olan görüşlerini alır. Resulullah’tan gelen hadislerin nâsih ve mensuhunu gayet iyi bilirdi. Sağlam hadisleri araştırır, Peygamber’in fiillerini derhal alırdı. Kufe âlimleri hakkı arama ve doğruyu kaim kılmada ona yetişemediler. Onun kıymetini bilmeyen kimseler tarafından söylenen sözlere karşı ise bizler sükût ettik. Şimdi bu hareketimden dolayı Allah’a istiğfar ediyorum.”48 Bir gün Ebû Hanîfe’nin öğrencilerinden Abdullah b. el-Mübârek hadis rivayet ediyordu. “Numan b. Sabit bana hadis rivayet etti ki....” deyince, bazıları “Kimi kast ediyorsun?” diye sordu. İbnü’l-Mübârek, “İlmin beyninden bahsediyorum” cevabını verdi. Oradakilerden bazıları onun rivayet ettiği bu hadisi yazmak istemediler. İbnü’l-Mübârek biraz sükut ettikten sonra şöyle dedi: “Ey 44 Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 85. 45 İbn Abdilber ve Abdulkâdir b. Muhammed el-Kureşî, Züfer’in Basra’da kadılık yaptığını söylemekte iseler de (bk. el-İntikâ’, s. 335; el-Cevâhiru’l-mudıyye, I, 243), bazı kaynaklar, Züfer’in Basra’ya kız kardeşinin mirasını almak için gittiğini ve Basralılarla iyi anlaşması üzerine burada kaldığını söyler. Bk. Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VIII, 39. Bu konudaki tartışmalar için bk. Muhsin Koçak, “Züfer b. el-Hüzeyl, Hayatı ve Eserleri”, Ondokuz Mayıs Ünv., İlâhiyat Fakültesi Dergisi, V (Samsun 1991), s. 129-130. 46 İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 335. 47 Saymerî, age., s. 104. 48 İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmâm-ı Azam, s. 81. 74 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ insanlar! Terbiyeniz az, imamlar hakkında bilgisizliğiniz çok. İlim ve ehlini bilmiyorsunuz. Ebû Hanîfe’den daha fazla kendisine uyulacak kimse olmadı. O, gerçekten müttakî, âlim, fakih bir kimseydi. O zekâsıyla, anlayışıyla ilmi öyle keşfetmiştir ki, kendinden sonrakiler bunu yapamamışlardır.”49 Ebû Hanîfe’nin öğrencilerinden biri olan Davud et-Tâî (ö. 165/781) hocası hakkında şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe, yolunu kaybeden yolcular için yol bulmaya yarayan bir yıldız gibiydi. O öyle bir âlimdi ki, sevgisini bütün müminlerin kalbi kabul etmiştir.”50 Dönemin kadılarından Şerîk b. Abdullah en-Nehaî (ö. 177/793) Ebû Hanîfe’nin kişiliğini şöyle tasvir etmektedir: “Ebû Hanîfe çok susan, çok düşünen, fıkhî görüşlerinde dikkat sahibi, ilim ve amel konusunda çok güzel çıkarımları olan bir kimse idi. Eğer öğrencisi fakir ise, onu zengin ederdi. Helâl ve haramı onlara öğrettikten sonra da ‘İşte asıl büyük zenginliğe erdiniz’ derdi.”51 Ebû Hanîfe, derslerinde ve tartışmalarında sabırlı, tahammüllü, ancak doğru bildiğinden asla şaşmayan bir kişiliğe sahip idi. Bu konuda çağdaşlarından Abdurrazzâk b. Hemmâm (ö. 211/836) şunları söylemektedir: “Ebû Hanîfe’den daha yumuşak huylu birini görmedim. Onu, etrafını ilim adamları sarmış bir vaziyette Mescid-i Haram’da gördüm. Bir adam ona bir mesele soruyor, o da cevap veriyordu. Adam, ‘Bu konuda Hasan el-Basrî şöyle, Abdullah İbn Mesûd ise şöyle demektedir’ deyince; Ebû Hanîfe, ‘Hasan yanılmış, İbn Mesûd ise isabet etmiştir’ şeklinde karşılık verdi. Bu cevaptan sonra kalabalığın, seslerini epeyce yükselttiğini müşahede ettim.”52 Öğrencilerinden Cafer b. er-Rebî’ ise, Ebû Hanîfe hakkında şu tespitte bulunmaktadır: “Beş sene Ebû Hanîfe’nin yanında bulundum. Onun kadar uzun sükût eden bir kimse görmedim. Ancak, fıkıhtan bir şey sorulunca açılır, coşkun ırmak gibi akar, çağlardı.”53 Ebû Hanîfe ile öğrencileri arasında, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı özel bir bağ bulunmakta idi. Ebû Yusuf’un anlattığı şu olay bu sevgi ve saygı bağına işaret etmektedir: Bir Cuma günü Kufe mescidine bir adam gelerek Kur’an hakkında bir soru sorar. Bu sırada Ebû Hanîfe Mekke’de bulunmaktadır. Oradakiler konu hakkında ihtilafa düşerler. Ebû Yusuf diyor ki: “Vallahi, o, insan şekline girmiş bir şeytandı zannederim. Bizim aramıza sokuldu. Bize bu meseleyi sordu. Biz de birbirimizle soruşturduk ve cevap vermedik. ‘Üstadımız burada yok, o söze başlamadıkça biz söze katılmayı hoş görmeyiz’ deyip savdık. Ebû Hanîfe geldiği zaman ona bu meseleyi açtık, ‘Şöyle şöyle oldu, bu hususta 49 50 51 52 53 İbn Haceri’l-Heysemî, age., s. 80-81. İbn Haceri’l-Heysemî, age., s. 88. İbn Haceri’l-Heysemî, age., s. 89. İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 209. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 347. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 75 ne biliyorsun dedik.’ Ebû Hanîfe’nin yüzünün rengi değişti. Zor bir mesele meydana geldi de biz o hususta bir şey söyledik zannetti. ‘Nasıl oldu?’ diye sordu. Biz de ‘Şöyle oldu’ diye anlattık. Bir müddet sükûta daldı. Sonra, ‘Siz ne cevap verdiniz?’ dedi. Biz de ‘Hiçbir cevap vermedik. Yanlış bir şey söyleriz, siz de beğenmezsiniz diye endişe ettik de bir şey söylemedik.’ dedik. Bunu duyunca sevindi ve ‘Allah sizi hayırla mükâfatlandırsın. Benim vasiyetimi iyi tutun. Bu hususta asla bir şey demeyin, bunu asla sormayın. Yalnız şunu iyi bilin: ‘Kuran Allah’ın kelamıdır’ deyin. Buna bir harf bile ziyade etmeyin. Zannetmem ki, bu meselenin sonu gelsin.’”54 Ebû Hanîfe ile öğrencileri arasındaki bu sevgi ve saygı bağına rağmen, insan olmanın tabiî bir sonucu olarak, onlar arasında bazen çeşitli rekabet duygularının yaşandığı da olmuştur. Bu duruma, Ebû Yusuf’un hocasından ayrı ve müstakil bir ders halkası kurma girişimi örnek gösterilebilir. Hatîb elBağdâdî’nin naklettiğine göre, bir gün Ebû Yusuf kendisinin müstakil bir ders meclisi kurarak ders verme zamanının geldiği kanaatine kapılmış ve ayrı bir ilim meclisi kurmuştu. Bundan haberdar olan Ebû Hanîfe, yanındakilerden birini Ebû Yusuf’un meclisine göndermiş ve şöyle demiştir: “Yakub’un meclisine git ve ona şu meseleyi sor: Bir adam iki dirhem ücret karşılığı temizlenmek üzere, temizleyiciye bir elbise verse; elbisesini almak için gidip istediği zaman, temizleyici elbiseyi önce inkar etse, aradan birkaç gün geçtikten sonra tekrar isteyince, bu defa da elbiseyi temizlenmiş bir halde verse; temizleme ücretine hak kazanır mı? Eğer, ‘Hakkı vardır’ derse, ‘Olmadı’ de. Şayet, ‘Yoktur’ derse, yine ‘Olmadı’ cevabını ver.” Adam aldığı talimat üzerine, Ebû Yusuf’a gider ve meseleyi sorar. Ebû Yusuf, “Evet ücreti hak etmiştir” der. Adam “Olmadı” deyince, biraz düşünür ve bu defa da “Hayır, yoktur” cevabını verir. Yine, “Olmadı” deyince; Ebû Yusuf bu sorunun nereden geldiğini anlar ve kalkıp Ebû Hanîfe’nin ders meclisine geri döner. Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf’u görünce, “Seni buraya getiren temizleyici meselesi olsa gerektir” der. O da “Evet” cevabını verir. Ebû Hanîfe, “Henüz böyle icare (kira) meselesine cevap veremeyen bir kimse, Allah’ın dininden bahisle, fıkıh ilminden ders vermeye nasıl cesaret edebilir?” der. Bunun üzerine, Ebû Yusuf, “Bu meseleyi bana öğret” der. Ebû Hanîfe, “Meseleyi ayırmak lazım: Eğer temizleyici, elbiseyi inkar ve gasp ettikten sonra temizledi ise, ücret istemeye hakkı yoktur. Çünkü inkârı ile icare akdi batıl olduğundan, kendisi için temizlemiş olur. Ancak, inkârdan önce temizlediğini ispat ederse, ücret istemeye hakkı vardır” der.55 Ebû Yusuf’un müstakil bir ders meclisi kurma girişimine benzer bir tecrübeyi, bizzat Ebû Hanîfe’nin kendisi gençlik döneminde yaşamış idi ve bu yüzden, muhtemelen Ebû Yusuf’un bu davranışı sırasında kendi tecrübesini 54 İbn Abdilber, age., s. 317-318; Temîmî, age., I, 153-154. 55 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 351-352. 76 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ hatırlamış olmalıdır. Ahmed b. Abdullah el-Iclî’nin babasından naklettiğine göre, Ebû Hanîfe bu olayı şöyle anlatır: “Basra’ya geldim ve ben kendimi sorulan her soruya cevap verebilecek bir kimse zannettim. (İnsanlar) bana çeşitli konular hakkında sorular sordular, (ancak) benim onlara verecek cevabım yok idi. Bunun üzerine, (hocam) Hammâd ölünceye kadar ondan ayrılmamaya kendi kendime söz verdim ve onunla on sekiz yıl birlikte oldum.”56 Ebû Hanîfe, öğrenci ve arkadaşlarına karşı merhamet ve hoşgörü ile davrandığı gibi, kendisini yetiştiren hocalarını da daima hayırla yâd etmiştir. İbrahim b. Semâ’, Ebû Hanîfe’nin şöyle dediğini nakletmektedir: “Hocam Hammâd vefat edeliden beri, kıldığım namazların sonunda, ebeveynimle birlikte ona da dua ederim. Ayrıca, bana ilim öğreten ve benim kendilerine ilim öğrettiğim kimselere de dua ederim.”57 Başka bir rivayette ise, onun şöyle dediği nakledilmiştir: “Hocam Hammâd vefat edeliden beri, kıldığım namazların sonunda, ebeveynimle birlikte ona da dua ederim. Daha hocamın evinden tarafa ayağımı uzatıp yatmadım (Ebû Hanîfe’nin evi ile hocasının evi arasında tam yedi sokak vardı). Ayrıca, bana ilim öğreten bütün hocalarıma da dua ederim.”58 Ebû Hanîfe’nin hocalarına karşı bu saygılı ve hayırhah tavrından öğrencileri de etkilenmiş ve onlar da kendi hocalarını daima hayırla anmışlardır. Mesela, Ali b. Harmele’nin naklettiğine göre, Ebû Yusuf namazlarının sonunda şöyle derdi: “Allahım! Beni, anamı-babamı ve Ebû Hanîfe’yi mağfiret et.”59 Yine, Ebû Yusuf şöyle demiştir: “Anne ve babamdan önce Ebû Hanîfe’ye dua ederim. Ben onun şöyle dediğini duydum: ‘Ben elbette anne ve babamla birlikte hocam Hammad’a dua ederim.’ Çünkü onun ilmi ve ahlâkı güzeldi. Cömertliği ve yardımı meşhur, fıkhı ise Allah’ın ona verdiği bir ziynet idi. Yetiştiği büyüklere güzel bir halef oldu. Yeryüzünde ona halef olan kimse çıkmadı.”60 İbrahim b. Müslime et-Tayâlisî, Ebû Yusuf’un şöyle dediğini nakleder: “Anne ve babamdan önce Ebû Hanîfe’ye dua ederim. Ben, Ebû Hanîfe’nin şöyle dediğini duydum: ‘Ben, elbette anne ve babamla birlikte hocam Hammad’a dua ederim’.”61 Tarih ve tabakat kitaplarında nakledilen bu bilgilerden, Ebû Hanîfe’nin günümüz eğitim psikolojisinin tabirleriyle, öğrencilerine karşı “dostça davranan” bir öğretmen ve eğitimci olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü “dostça davranan” öğretmen, “öğrencilerin duygusal, toplumsal ve diğer sorunlarını çözmeden, onların iyi bir öğrenme havasına giremeyeceklerini ve onların desteklenmesi, güdülenmesi gerektiğini bilerek, onlara sürekli yardım içindedir; öğrencilerine 56 57 58 59 60 61 Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VI, 398. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 334. İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmâm-ı Azam, s. 148. İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 258, 331. İbn Haceri’l-Heysemî, age., s. 84-85. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIII, 340. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 77 sıcak, kabul edici ve hoş görür bir hava hazırlamakla kendisini görevli görür… Öğrencilerine incelikle davranır ve onlara önem verir; öğrencilerinin yaptıklarını eleştirirken ya da reddederken, onlarda kınanma ve aşağı görülme duygusu yaratmayacak biçimde davranır.”62 V. ÖĞRENCİLERİN BİRBİRİYLE KİŞİSEL İLİŞKİLERİ 1. Ebû Yusuf ile Züfer Arasındaki İlişkiler Ebû Hanîfe’nin en meşhur öğrencilerinden biri olan Ebû Yusuf Yakup b. İbrahim b. Hubeyb b. Becîr (Büceyr) (ö. 182/798), ilim tahsiline İbn Ebî Leylâ’nın63 (ö. 148/765) öğrencisi olarak başlamış ve ondan dokuz yıl eğitim görmüştür. Basit bir sebepten dolayı64 İbn Ebî Leyla ile arası açılan Ebû Yusuf, daha sonra Ebû Hanîfe’nin derslerine başlamış ve hocasının ölümüne kadar, toplam on yedi yıl derslerine devam etmiştir.65 Ebû Yusuf, adı geçen iki üstadı hakkında şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Dünyada bana, Ebû Hanîfe ve 62 İbrahim Ethem Başaran, Eğitim Psikolojisi – Modern Eğitimin Psikolojik Temelleri, Ankara 1988, Gül Yayınevi, s. 196. 63 İbn Ebî Leylâ’nın hayatı ve görüşleri hk.bk. Ebû Yusuf, İhtilâfü Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Kahire 1357; İbn Kuteybe, el-Ma’ârif (nşr. Servet Ukkâşe), Kahire 1992, el-Hey’etü’l-Mısriyyeti’l-Âmme li’l-Kitâb, s. 494, 550; İbn Hibbân, Kitâbü’l-Mecrûhîn (nşr. Mahmud İbrahim Zâyid), Beyrut 1412/1992, Dâru’l-Ma’rife, II, 243–246; İbn Nedîm, el-Fihrist, s. 285–286; Ebû Zeyd ed-Debûsî, Mukayeseli İslâm Hukuk Düşüncesinin Temellendirilmesi (trc. Ferhat Koca), Ankara 2002 (Ankara Okulu Yayınları), s. 187–192; Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1078, Dârü’l-Ma’rife, III. Baskı (ofset), XXX, 128–167; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân, IV, 179–181; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VI, 310–316; Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, II, 1245; J. Schacht, “Ibn Abî Laylâ”, The Encyclopaedia of Islam (new edition), III, 687–88; Saffet Köse, “İbn Ebû Leylâ”, DİA, İstanbul 1999, XIX, 436–437. 64 Serahsî, Ebû Yusuf’un İbn Ebî Leylâ ile ilişkisini şöyle anlatır: “Ebû Yusuf başlangıçta İbn Ebî Leylâ’nın derslerine devam ederdi. Ondan dokuz sene ders aldı. Sonra Ebû Hanîfe’nin meclisine katıldı... Ebû Yusuf’un Ebû Hanîfe’nin ders halkasına katılmasının sebebi olarak şu olay anlatılır: Ebû Yusuf, İbn Ebî Leylâ ile beraber bir adamın nikah merasiminde bulundular. Nikâh töreni sırasında şeker saçıldığı zaman Ebû Yusuf da onlardan aldı. İbn Ebî Leylâ onun bu hareketini hoş görmedi ve Ebû Yusuf’u azarladı ve ‘Bunun helâl olmadığını bilmiyor musun?’ diye çıkıştı. Ebû Yusuf, Ebû Hanîfe’ye gelerek bu meseleyi sordu. O da, ‘Bunda bir beis yoktur’ dedi. ‘Zira bize kadar gelen haberler şöyledir: Hz. Peygamber ashabıyla Ensardan bir zatın nikâhında bulundu. Nikâhta hurma saçıldı. Hz. Peygamber hem hurma topluyor hem de ashabına, ‘Yağma, kapışın!’ diyordu. Yine bize ulaşmıştır ki, Hz. Peygamber Veda Haccında 100 deve kurban kestiği zaman, emri ve arzusu üzerine her kurbandan birer parça et alındı ve sonra, ‘Parça almak isteyen kesip alsın’ buyurdu. Bu tür hediyeler dinen güzel görülmüştür (müstahsen).” Ebû Yusuf bu açıklamaları dinledikten sonra iki üstat arasındaki farkı anlayarak, Ebû Hanîfe’nin meclisine geldi. Bk. Serahsî, el-Mebsût, XXX, 128–129. 65 Ebû Yusuf’un hayatı hk.bk. İbn Hibbân, Meşâhîru ulemâi’l-emsâr ve a’lâmu fukahâi’l-aktâr (nşr. Merzûk Ali İbrahim), el-Mansûre 1411/1991, s. 270; İbn Nedîm, el-Fihrist, s. 286; Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve ashâbihî, s. 90–102; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 242262; Serahsî, el-Mebsût, XXX; 128-129; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân, VI, 378-390; İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 329-331; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VI, 399-401; VIII, 535-539; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Ahmed Abdülvehhâb Füteyh), Kahire 1413/1992, Dâru’l-Hadîs, X, 194-196; Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, III, 611-613; Kâtib Çelebi, Keşfuzzunûn, I, 46, 164; II, 1415, 1581, 1680; Kevserî, Hüsnü’t-tekâdî fî sîreti’l-İmâm Ebî Yusuf el-Kâdî, Kahire 1388/1968, Matbaatü’l-Endülüs; a.mlf., Te’nîbü’l-Hatîb, Beyrut 1401/1981, Dâru’l-Kitâbü’l-Arabî, s. 254263; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-ârifîn, II, 536; Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 186-195; Salim Öğüt, “Ebû Yusuf ve Hanefiliği”, İslâmî Araştırmalar, XV/1-2 (Ankara 2002), s. 291-301; a.mlf., “Ebû Yûsuf”, DİA, İstanbul 1994, X, 260-265; Kasım Kufralı, “Ebû Yusuf”, İslam Ansiklopedisi, IV, 59-60; J. Schacht, “Abû Yusuf”, The Encyclopaedia of Islam (new edition), I, 164-165. 78 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbn Ebî Leylâ ile birlikte olduğum meclisten daha sevimli bir meclis yoktur. Ebû Hanîfe’den daha anlayışlı bir fakih ve İbn Ebî Leylâ’dan daha hayırlı kadı görmedim.”66 Hocası Ebû Hanîfe’yle beraberlikleri hakkında ise, “Ebû Hanîfe ile on yedi yıl arkadaşlık (sohbet) ettim; hastalık hariç, ne akşamda (iftarda) ne sabahta (kuşlukta) ondan ayrıldım.” demiştir.67 Hanefî mezhebinde Ebû Hanîfe’den sonra ikinci imam olarak kabul edilen Ebû Yusuf’un mezhebin kuruluş ve gelişimindeki etkin rolü hakkında, Talha b. Muhammed b. Cafer şunları söylemektedir: “Ebû Yusuf’un adı meşhur, fazileti zahirdir. O, Ebû Hanîfe’nin arkadaşıdır; asrının en fakih kişisidir; zamanında ona hiç kimse takaddüm edememiştir; ilim ve hikmette, riyaset ve şerefte son (nokta) idi. Ebû Hanîfe’nin mezhebi üzerine fıkıh usulünde kitaplar yazan, çeşitli meseleleri imla eden ve neşreden, Ebû Hanîfe’nin ilmini çeşitli ülkelere yayan ilk kişi, o idi.”68 Ammâr b. Ebî Mâlik ise, Ebû Yusuf hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Ebû Hanîfe’nin ashabı içerisinde Ebû Yusuf gibisi yoktu. Ebû Yusuf olmasaydı, ne Ebû Hanîfe’nin ne de İbn Ebî Leylâ’nın adı anılırdı. Fakat o, onların görüşlerini yaydı ve etrafa saçtı.”69 Ebû Yusuf ile diğer öğrenci arkadaşları tam bir öğrenci psikolojisi içerisinde yaşamış; bazen birbirleriyle yarışmış, bazen de birbirlerini kıskanmışlardır. Bu çerçevede, önce Ebû Yusuf ile ondan daha yaşlı olan Züfer arasındaki kişisel ilişkiler gözden geçirilecektir. Züfer b. el-Hüzeyl (ö. 158/775), yirmi yılı aşkın bir süre Ebû Hanîfe’ye öğrencilik yapmış ve hocasının ölümünden sonra, onun ilim meclisinin başına geçmiş bir Hanefî fakihidir.70 Züfer, başlangıçta ehl-i hadise mensup idi. Ebû Hanîfe’ye bir konuyu sormaya gelmiş ve bu görüşme sırasında, Ebû Hanîfe’nin verdiği cevapları beğenerek, onun ilim meclisine katılmış ve sonunda Ebû Hanîfe’nin görüşlerini ve mezhebini tedvin eden on büyük öğrenciden biri olmuştur.71 Kadı Ebû Zeyd ed-Debûsî (ö. 430/1040) Te’sîsü’n-nazar adlı eserinde, Züfer ile Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed arasındaki temel hukukî yaklaşım farklılıklarını ve farklılıkların pratik sonuçlarını, “Üç Arkadaşımız ile Züfer Arasındaki İhtilaflar” başlığı altında geniş bir şekilde incelemiştir.72 66 67 68 69 70 Saymerî, age., s. 93; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 245. Saymerî, age., s. 93. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 245-246; İbn Hallikân, age., VI, 382. Saymerî, age., s. 92; Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 245; İbn Hallikân, age., VI, 382. Züfer b. el-Hüzeyl hk.bk. İbn Nedîm, el-Fihrist, s. 285; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, VI, 387388; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân, II, 317-319; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 247; İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 335-336; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VIII, 38-41; Kureşî, elCevâhiru’l-mudıyye, II, 207-209; Temîmî, et-Tabakâtü’s-seniyye, III, 254-258; Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 205; Muhsin Koçak, “Züfer b. el-Hüzeyl, Hayatı ve Eserleri”, Ondokuz Mayıs Ünv., İlâhiyat Fakültesi Dergisi, V (Samsun 1991), s. 121-145; Abdulkadir Şener, “İmam Zufer b. elHüzeyl”, Ankara Ünv. İslamî İlimler Enstitüsü Dergisi, II, 91–98. 71 Saymerî, age., s. 107. 72 Ebû Zeyd ed-Debûsî, Mukayeseli İslâm Hukuk Düşüncesinin Temellendirilmesi, s. 159–180. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 79 Muhsin Koçak ise, sadece Serahsî’nin (ö. 483/1090) el-Mebsût adlı eserinde, Züfer’in Ebû Hanîfe ve diğer Hanefî imamlarından ayrıldığı 570 adet münferit görüşü bulunduğunu tespit etmiştir.73 Aslında, Ebû Yusuf ile Züfer’in tanışmaları, Ebû Yusuf’un Ebû Hanîfe’nin ders meclisine katılmasından önceki dönemlere kadar uzanmaktadır. Ebû Yusuf, henüz İbn Ebî Leylâ’nın öğrencisi iken, Züfer ile çeşitli konularda müzakere ve münakaşalar yapardı. İşte bu müzakereler sırasında, Züfer’in sağlam aklî muhakeme ve istidlâlleri karşısında, onun hocası Ebû Hanîfe ile kendi hocası İbn Ebî Leylâ arasındaki yaklaşım farklarını anlayan Ebû Yusuf, bizzat Ebû Hanîfe’nin ders halkasına katılmaya karar vermişti.74 Ebû Yusuf, Ebû Hanîfe’nin derslerine başladıktan sonra, onun eski öğrencilerini geçerek, hocasının en seçkin öğrencisi olmuştu. Bu sebeple de Ebû Hanîfe, onun hakkında çok olumlu kanaatlere sahip idi. Hatta, Ebû Hanîfe’nin, Ebû Yusuf hakkındaki bu kanaatlerinin diğer öğrencilerini kıskandıracak boyutlarda olduğu dahi söylenebilir. Ebû Yusuf ile Züfer arasında geçen şu olay, bizi böyle bir kanaate sevk etmektedir: Ömer b. Hammâd, babasından şöyle nakletmektedir: “Bir gün Ebû Hanîfe’yi gördüm. Sağında Ebû Yusuf, solunda Züfer oturuyor ve bir mesele hakkında tartışıyorlardı. Ebû Yusuf bir söz söylemiyordu ki, Züfer onu çürütmüş olmasın; Züfer bir söz söylemiyordu ki, Ebû Yusuf onu nakz etmiş olmasın! Bu durum öğle vaktine kadar devam etti. Müezzin ezanı okuyunca, Ebû Hanîfe elini kaldırdı ve Züfer’in dizine dokunarak şöyle dedi: ‘Ebû Yusuf’un bulunduğu bir yerde riyaset (başkanlık) konusunda istekli olma.’ (Daha sonra) Züfer’in aleyhine, Ebû Yusuf’un da lehine hükmetti.”75 Aynı olayı Muhammed b. Amâre (Ammâre) ise şöyle anlatmaktadır: “Bir gün Ebû Yusuf ile Züfer’in Ebû Hanîfe yanında bir meseleyi güneşin doğuşundan öğle ezanı okununcaya kadar tartıştıklarını gördüm. Onlardan biri lehine, diğeri aleyhine hükmedildiği zaman, biri diğerine, ‘Hata ettin; delilin nedir?’ diye söylüyordu. Daha sonra da o, cevabını veriyordu. Bu durum, öğle ezanı okunduğu zaman, Züfer aleyhine, Ebû Yusuf lehine hükmedilinceye kadar devam etti. Ve Ebû Yusuf tartışmadan kalktı.” Olayı anlatan Muhammed b. Amâre sözlerini şöyle tamamlar: “Ebû Hanîfe, Züfer’in dizine eliyle dokundu ve ‘Sakın ha, Ebû Yusuf’un bulunduğu bir yerde riyaset isteme!” dedi.”76 Ebû Yusuf ile Züfer’in bilimsel seviyeleri hakkında, Ebû Hanîfe’nin bir diğer öğrencisi Hasan b. Ziyâd şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “İlim bakımın- 73 74 75 76 Muhsin Koçak, “Züfer b. el-Hüzeyl, Hayatı ve Eserleri”, s. 132. Serahsî, el-Mebsût, XXX, 129. Saymerî, age., s. 95; Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 247. Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 247. 80 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ dan Ebû Yusuf, Züfer’den daha kapasiteli idi.”77 Yine, Hasan b. Ziyâd’ın bu konuda şöyle dediği rivayet edilmektedir: “İmam Ebû Hanîfe’nin meclisinin önde gelen şahsiyeti Züfer idi ve arkadaşların kalpleri ona daha meyyaldi.”78 Ebû Nuaym, bu iki arkadaşın hocalarının ilim meclisindeki pozisyonlarıyla ilgili olarak şu bilgiyi vermektedir: “(İlim meclisinde) Züfer, Ebû Hanîfe’nin hizasında; Ebû Yusuf ise, onun yanında otururdu.”79 İki arkadaş hakkında, Müleyh b. Vekî’ babasının şöyle dediğini nakletmektedir: “Züfer kuvvetli vera, içtihat, ibadet ve güzel re’y sahibiydi. Kitabı az idi. Duyduğunu ezberlerdi. Ebû Hanîfe öldüğü zaman, insanlar Züfer’e yöneldi. Ebû Yusuf’a sadece az sayıda insanlar gelirdi.”80 Aynı rivayetin Saymerî tarafından nakledilen versiyonunda ise, “Ebû Yusuf’a sadece iki-üç kişiden ibaret küçük bir grup gelirdi”81 denmektedir. Ebû Yusuf ile Züfer arasındaki ilişkilere Dâvûd et-Tâî’nin anlattığı şu olay örnek gösterilebilir: “Züfer (mescitte) bir sütuna dayanarak oturuyordu ve Ebû Yusuf da onun hizasında oturmuştu. Züfer’in başında bere var idi. Fıkıh konusunda tartışmaya başladılar. Münazara sırasında Züfer’in üslubu akıcı; Ebû Yusuf ise tutuk idi. Bir ara Züfer’in Ebû Yusuf’a şöyle dediğini duydum: ‘Nereye kaçıyorsun? İşte bir sürü açık kapı! Hangisini istersen onu seç’.”82 Aynı olayı Muhammed b. Semâa ise şöyle anlatmaktadır: “Züfer ve Ebû Yusuf, Kûfe Mescidi’nde oturuyorlardı. Züfer sırtını bir sütuna dayıyordu; o, vakur bir adamdı ve bu durum devam etti. Ebû Yusuf onunla münazara ettiği zaman çok hareket eder, gelir ve onun huzuruna (veya ravî dedi ki, yakınına) otururdu. Bu sebeple Züfer şöyle derdi: “İşte birçok kapı! Kaçmak istersen, dilediğinden kaçabilirsin!”83 2. Ebû Yusuf ile Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî Arasındaki İlişkiler Ebû Yusuf’un yakın ilişkide bulunduğu bir diğer arkadaşı ise, Hanefî mezhebinin üçüncü imamı kabul edilen Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’dir (ö. 189/805). Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, hocası Ebû Hanîfe öldüğü zaman henüz 18 yaşında bulunuyordu ve Ebû Hanîfe’nin ölümünden sonra, yaklaşık on yıl Ebû Yusuf’un derslerine devam etti. Bu sebeple o, Ebû Yusuf’un hem öğrencisi hem de arkadaşı sayılır. Ebû Hanîfe’nin fıkhı ve hatta genel olarak Irak fıkhı, hayatiyetini Muhammed b. Hasan’ın yazdığı el-Asl (el-Mebsût), elCâmiu’s-sağîr, el-Câmiu’l-kebîr, es-Siyeru’s-sağîr, es-Siyeru’l-kebîr ve el-Âsâr... 77 78 79 80 81 82 83 Kureşî, age., II, 57. Temîmî, age., III, 257. Saymerî, age., s. 105. Temîmî, age., III, 257. Saymerî, age., s. 106. Kureşî, age., II, 209; Temîmî, age., III, 255. Saymerî, age., s. 105. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 81 gibi kitaplara borçludur. Çünkü söz konusu fıkhî faaliyetler, bu kitaplar sayesinde gelecek nesillere ulaşmıştır.84 Çeşitli tarih ve tabakat kitaplarında, Ebû Yusuf ile Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî arasındaki kişisel ilişkilerde, özellikle Ebû Hanîfe’nin ölümünden sonraki dönemlerde, bazı sorunlar ve zaaflar ortaya çıktığına dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Tahâvî’nin İbn Ebî Imrân kanalıyla İsmail b. Hammâd’dan rivayet ettiği şu olay, adı geçen iki arkadaşın dersler sırasında birbirlerine karşı tavırları hakkında bir fikir vermektedir: “Muhammed b. el-Hasan hadis meclislerine erken giderdi ve biz de Ebû Yusuf’(un dersine) erkenden giderdik. Muhammed, bazı meseleler işlendikten ve biz konuştuktan (hadis rivayet ettikten) sonra derse gelirdi. Ebû Yusuf geçen konuları Muhammed’e tekrar ederdi. Bir gün Muhammed, biz konuşurken (hadis rivayet ederken) geldi. Ebû Yusuf O’na geçen konulardan bir mesele sordu. Muhammed o konuda önceden anlatılanların aksine bir şekilde cevap verdi. Ebû Yusuf, “Bu (doğru) cevap değil” dedi. İki imam bu mesele hakkında ihtilafa düştüler. Muhammed (Ebû Yusuf’un söylediği görüş hakkında), “Bu, (Ebû Hanîfe’nin) sözü değildir” dedi. Tartışma (ders) kitabı getirilinceye kadar devam etti. (Kitaba) baktılar ki, (doğru) cevap Muhammed b. el-Hasan’ın dediği gibi. Bunun üzerine Ebû Yusuf, “İşte hıfz dediğin böyle olur!” dedi.85 Tarih ve tabakat kitaplarında verilen bilgilerden, Ebû Yusuf ile Muhammed arasındaki ilişkilerin bozulmasında iki iddianın öne çıktığı anlaşılmaktadır: Bunlardan birincisi, Muhammed’in Ebû Hanîfe’nin görüşlerini naklederken doğrudan doğruya Ebû Yusuf’tan rivayet edip etmemesi; ikincisi ise, Ebû Yusuf’un Muhammed’in kadı olarak tayin edilmesi ve böylece onun merkezden uzaklaştırılması hususundaki gayretleri. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Hanefî doktrinine dair yazdığı eserlerde genel olarak Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’un görüşlerini nakletmiştir. Ancak o, bu görüşleri rivayet ederken, bazı eserlerinde ilk ravi olarak Ebû Yusuf’un adını açıkça belirttiği halde, bazı esrelerinde Ebû Yusuf’un adını zikretmemiştir. Bu durum hem Ebû Yusuf’un hem de diğer çağdaş ilim adamlarının dikkatini çekmiş ve çeşitli tartışmalara sebep olmuştur. Yahya b. Maîn (ö. 233/848) bu konuda şunları anlatmaktadır: “Ona (Muhammed b. el-Hasan), ‘Bu kitapları Ebû Yusuf’tan mı dinledin?’ diye soruldu. O şöyle cevap verdi: ‘Hayır valla84 Muhammed b. el-Hasan’ın hayatı ve eserleri hk.bk. İbn Nedîm, el-Fihrist, s. 287-288; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân, IV, 184-185; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, II, 172-182; İbn Abdilber, el-İntikâ’, s. 337-338; Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, III, 122-126; Kâtib Çelebi, Keşfuzzunûn, I, 107; Kevserî, Bülûgu’l-emânî fî sîreti’l-İmâm Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî (nşr. Râtib Hâkimî), Humus 1388/1969, Matbaatü’l-Endelüs; a.mlf., Te’nîbü’l-Hatîb, s. 263-272; Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 195-204; Muhammed ed-Desûkî, el-İmâm Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, Katar 1407/1978, Dâru’s-Sekâfe; W. Heffening, “Şeybânî”, İA, İstanbul 1979, Milli Eğitim Basımevi, XI, 450. 85 Kevserî, Bülûgu’l-emânî, s. 44. 82 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ hi! Bunları ondan dinlemedim. Ancak, ben bu konuyu en iyi bilen bir insanım. Ebû Yusuf’tan sadece el-Câmiu’s-sağîr’i dinledim.” demiştir.86 Nitekim Muhammed, el-Câmiu’s-sağîr adlı eserinde, bütün meseleleri, “Muhammed Yakub (Ebû Yusuf) - Ebû Hanîfe” rivayet zinciriyle nakletmiştir.87 Kitâbü’l-Asl adlı eserinde, farklı düşündükleri konular hakkında Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve kendisinin ismini açık bir şekilde zikretmiş88, Kitâbü’l-Âsâr’ında ise, Ebû Yusuf’un adına yer vermeyerek doğrudan, “Muhammed b. el-Hasan dedi: Ebû Hanîfe, Hammâd - İbrahim (en-Nehaî) yoluyla bize haber verdi ki...” diyerek nakillerde bulunmuştur.89 Muhammed’in çeşitli rivayetlerinde kendisinin adını zikretmemesine Ebû Yusuf sert tepki göstermiş ve Bişr b. el-Velîd’in naklettiğine göre bu konuda o, “Şu yalancıya –yani Muhammed b. el-Hasan’a- benden rivayet ettiği şeyleri benden duyup duymadığını sorun.” demiştir.90 Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin Hanefî mezhebi tarihindeki en meşhur şârihlerinden Şemsü’l-eimme es-Serahsî, onun es-Siyer’ul-kebîr adlı eserine yazdığı şerhin önsözünün geniş bir kısmını, Ebû Yusuf ile Muhammed arasındaki gerginlik ve soğukluğun sebeplerini anlatmaya ayırmış ve burada şöyle demiştir: “es-Siyer’ul-kebîr Muhammed’in fıkıh alanında yazdığı son eserdir... Bu kitapta Muhammed, Ebû Yusuf’un ismini hiç zikretmemiştir. Çünkü o, bu eseri ikisi arasında nefret yerleştikten sonra yazmıştır. Şayet Muhammed, (bu kitapta) Ebû Yusuf’tan bir hadis rivayet etme ihtiyacını duyarsa, ‘Güvenilir kişi (siga) bana haber verdi’ demiştir ki, o, bu lafızla Ebû Yusuf’u kast etmiştir.”91 Muhammed’in bazı eserlerinde Ebû Yusuf’un adını zikretmemesiyle başlayan iki arkadaş arasındaki soğukluğun, hırs, haset ve dedikodu gibi bazı ahlakî zaafların da etkisiyle giderek arttığı gözlenmektedir. Bu konuda el-Muallâ (b. Mansûr) şunları anlatmaktadır: “Ebû Yusuf’un meclisinde Muhammed’in adı geçti. Ebû Yusuf onu methetti. Bunun üzerine Ebû Yusuf’a şöyle dedim: ‘Bir aleyhine konuşuyorsun, bir övüyorsun?’ Ebû Yusuf şöyle cevap verdi: ‘Adam mahsûddur (haset edilmeye layıktır)’.”92 Bu rivayetten, iki arkadaştan haset edenin (hâsid) Ebû Yusuf, haset edilenin (mahsûd) ise Muhammed olduğu anlaşılmaktadır. Muhammed’e haset edilmesinin sebebi, onun ders halkasına gelen öğrencilerin sayısının fazla olması ve eserleriyle de ilim dünya86 Hatîb el-Bağdâdî, age., II, 180; ayrıca bk. Kevserî, Bülûgu’l-emânî, s. 45. 87 Örnek olarak bk. Muhammed b el-Hasan, el-Câmiu’s-sağîr, Beyrut 1406/1986, Âlemü’l-Kütüb, s. 71. 88 Muhammed b el-Hasan, Kitâbü’l-Asl (el-Mebsût) (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Beyrut 1410/1990, Âlemü’l-Kütüb, I, 27. 89 Muhammed b. el-Hasan, Kitâbü’l-Âsâr (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Beyrut 1413/1993, Dâru’lKütübi’l-Ilmiyye, I, 1. 90 Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, II, 180. 91 Serahsî, Şerhu Kitâbi’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Salâhuddîn el-Müneccid), Kahire ts., Matbaa adı yok, I, 1. 92 Serahsî, Şerhu Kitâbi’s-Siyeri’l-kebîr, I, 1. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 83 sında saygın bir mevki elde etmiş olmasıdır. Bu konuda Serahsî’nin naklettiği şu olay bize daha ayrıntılı bilgiler vermektedir: “Ebû Yusuf ilk kadılık görevine tayin edildiği zaman her gün halifenin meclisine giderdi. Bu sırada yolda, bir takım öğrencileri görür ve onlara ‘Nereye gidiyorsunuz?’ diye sorar. Onlar, ‘Muhammed’in meclisine’ diye cevap verirler. Bunun üzerine Ebû Yusuf, ‘Ben ilim için gidip gelmeye Muhammed’den daha layık değil miyim? Allah’a yemin olsun ki, Bağdat’ın hacamatçılarını ve manavlarını (bakkal) fakih yetiştireceğim!” der ve bunun için ders meclisi kurar. Muhammed ise, dersine sürekli devam eden bir kimse idi. Ebû Yusuf, hayatının sonuna doğru, fıkıhçıların sabahın erken vaktinde Muhammed’e gittiklerini gördü. Onlara ‘Nereye?’ diye sordu. Onlar, ‘Muhammed’in meclisine’ dediler. Bunun üzerine Ebû Yusuf, ‘Gidiniz! Gerçekten genç haset edilmiştir (mahsûd)’ dedi.”93 İki arkadaş arasındaki haset ve hırs hakkında şu olay da bir fikir verecektir: Bir gün Ebû Yusuf derste öğrencilerine ince bazı meseleleri imla ettirirken, “Bu meseleyi ayrıntısıyla izah etmek Muhammed b. el-Hasan’a zor gelir” demiştir. Bu haber Muhammed’e ulaştığı zaman, söz konusu meselenin ve hatta ondan daha zor meselelerin ayrıntılı hükümlerini vermenin kendisine zor gelmeyeceğini göstermek için ez-Ziyâdât adlı eserini yazmıştır.94 Ebû Yusuf ile Muhammed arasındaki ilişkilerin gerilmesinde, onların arasını bozmaya çalışan üçüncü kişilerin de önemli rolleri olduğu söylenebilir. Bu kişilerden biri, Ebû Yusuf’un önde gelen öğrencilerinden Bişr b. el-Velîd el-Kindî’dir (ö. 238/853).95 Bişr, Muhammed’e karşı tecavüzkâr ve ondan nakledilen sözleri çarpıtıp tahrif eden bir kimse idi. Çağdaşı olan Hasan b. Mâlik (İbn Ebî Mâlik), onu Muhammed b. el-Hasan’a düşmanlık yapmaktan vazgeçirmeye çalışır ve “Muhakkak ki, Muhammed şu kitapları yazdı. Sen de tek bir mesele yaz!”96 diyerek, onun herhangi bir fıkhî meseleyi çözme gücünün bulunmadığını vurgulardı. Aynı şekilde, Muhammed’e giderek, kitaplarındaki Ebû Yusuf’a nispet edilen görüşleri bizzat ondan duyup duymadığını soran kişilerin bu davranışlarını, sadece ilmî bir gerçeğe ulaşmak amacıyla değil, aynı zamanda iki arkadaş arasındaki ihtilafları körüklemek maksadıyla yapılmış bir hareket şeklinde değerlendirmek daha isabetli olacaktır. Aksi halde, söz konusu kişilerin, iki arkadaş arasında söz getirip götürme yerine, susmaları daha yararlı olurdu.97 Ebû Yusuf ile Muhammed arasındaki ilişkilerin bozulmasının sebebi olarak kaynaklarda zikredilen ikinci olay ise, Ebû Yusuf’un Muhammed’i kadı 93 Serahsî, age., I, 1-2. 94 Kevserî, Bülûgu’l-emânî, s. 81. 95 Bişr b. el-Velîd el-Kindî’nin hayatı hk.bk. Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, I, 452-454; Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 94-95; Cengiz Kallek, “Kindî, Bişr b. Velîd”, DİA, XXVI, 39-40. 96 Kureşî, age., I, 166; Leknevî, age., s. 95. 97 Muhammed ed-Desûkî, el-İmâm Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, s. 103. 84 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ tayin ettirerek, onu merkezden uzaklaştırma girişimlerinde bulunduğu iddiasıdır. Serahsî, Ebû Yusuf ile Muhammed arasındaki nefretin asıl sebebi hakkında şöyle bir olay anlatmaktadır: “(Bir gün) halifenin meclisinde Muhammed’in adı geçti. Bunun üzerine halife onu övgüyle andı. Ebû Yusuf halifenin Muhammed’e yakın olmasından koktu ve Muhammed’le baş başa bulunduğu bir sırada, ona, ‘Mısır’ın kadılığını arzu eder misin?’ dedi. Muhammed, ‘Bu konudaki amacın nedir?’ diye sordu. Ebû Yusuf, ‘İlmimiz (mezhebimiz) Irak’ta yayıldı. Ben Mısır’da da yayılmasını arzu ederim’ dedi. Muhammed, ‘Düşüneyim’ dedi ve bu konuyu arkadaşlarıyla istişare etti. Arkadaşları, ‘Onun amacı, senin kadılık yapman değildir. Ancak o, seni halifenin kapısından uzaklaştırmak istiyor’ dediler. Daha sonra halife, Ebû Yusuf’tan, Muhammed’i de meclisine getirmesini istedi. Bunun üzerine, Ebû Yusuf halifeye, ‘Onun, Emîru’lmüminînin meclisine katılmasını engelleyen bir hastalığı var’ dedi. Halife, ‘Ne hastalığı?’ diye sordu. Ebû Yusuf, ‘Meclisin oturumu süresince küçük abdestini tutamaz’ diye cevap verdi. Bunun üzerine halife, ‘Rahatsız olunca, meclisten kalkmasına izin veririz’ dedi. Daha sonra Ebû Yusuf, Muhammed’le bir araya geldi ve ona ‘Emîru’l-müminîn seni davet ediyor. O, çabuk sıkılan (melûl) bir adamdır. Onun yanında fazla oturma. Sana işaret ettiğim zaman kalk’ dedi. Sonra da onu halifenin huzuruna götürdü. Halife onunla tanışmaktan memnun kaldı. Çünkü onun hem yüzü hem de sözü güzel idi. Konuşması güzel bulunurdu. Halife ona yöneldi ve onunla konuşmaya başladı. Bu konuşmanın ortasında Ebû Yusuf, Muhammed’e kalkması için işaret etti. Muhammed de konuşmayı kesti ve dışarı çıktı. Bunun üzerine Halife, ‘Keşke onun şu hastalığı olmasaydı, meclisimizde kendisinden yararlanırdık’ dedi. Daha sonra, Muhammed’e, ‘Niçin halifenin huzurundan çıktın?’ diye sorulunca, o, ‘O vakitte emîru’l-müminînin huzurundan kalkmam gerekmediğini biliyordum. Ancak, Yakub (Ebû Yusuf) benim hocamdı. Ona muhalefet etmeyi çirkin buldum’ dedi. Daha sonra Muhammed, Ebû Yusuf’un yaptıklarına vâkıf oldu ve ‘Ya Rabbi! Bana nispet ettiği hastalığı, onun bu dünyadan gidişinin sebebi kıl’ diye dua etti. Bu konuda onun duasının gerçek olduğu söylenir.”98 Muhammed b. Semâa’nın anlattığına göre ise, Halife Rakka kadılığına kimin getirilebileceği hususunda Ebû Yusuf’la istişare etmiş, o da bu göreve Muhammed’i tavsiye etmiş ve bunun için Muhammed Kûfe’den Bağdat’a gelmiş; daha sonra bu olay Ebû Yusuf’la Muhammed’in arasının bozulmasına sebep olmuştur.99 Ebû Yusuf ile Muhammed arasında yaşanan soğukluğun uzun asırlar sonra bile hâlâ çeşitli insanların ilgisini çektiği söylenebilir. Mesela, Osmanlılar 98 Serahsî, Şerhu Kitâbi’s-Siyeri’l-kebîr, I, 2-3. 99 Zehebî, Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe, s. 55–56. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 85 döneminde “Kör Müftü” lakabıyla anılan Üskübî Muhammed b. Abdullah’ın (ö. 1030/1620) Fetâvâ-yı Üskübî adlı fetva mecmuasında şöyle bir fetva bulunmaktadır: “Mesele: İmam Muhammed ile Ebû Yusuf Hazretleri beyninde adâvet-i dünyeviyye olup, hatta Ebû Yusuf Hazretleri vefat itdikde, İmam Muhammed Hazretleri cenazesine hazır olmadı, dedikleri vâkı midir yoksa iftira mıdır? Vâki ise, sebebi nedir? El-Cevâb: Vakidir, lâkin bu makûle mühimmâtı dîniyyeden değildir. Tafsîline vukuf murad idenin İmam Muhammed’in Siyer-i kebîr’i şerhi(ni) bulub, evvelinde mufassal ve meşrûh-i mastûrdur.”100 Bu cevaptan sonra, fetvaya gerekçe olarak, bizim yukarıda verdiğimiz Serahsî’nin Şerhu Kitâbi’s-Siyeri’l-kebîr’indeki bilgiler nakledilmiştir. Son dönem Hanefî âlimlerinden Muhammed Zâhid el-Kevserî, Zehebî’nin Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe adlı eserinin neşri sırasında düştüğü bir dipnotta, Serahsî’nin ayrıntılı bir şekilde anlattığı yukarıdaki olayı, Serahsî’nin henüz küçük yaşlarda iken, geceleri evlerde okunan hikaye kitaplarından duyduğunu ve böylece aklına takılı kaldığını, daha sonra da onu öğrencilerine imla ettirdiğini ileri sürmüştür.101 Ayrıca Kevserî, Serahsî’nin anlattığı bu olayı çeşitli açılardan tenkit ederek, Muhammed b. el-Hasan’ın kadılık görevi için Bağdat’a gelmediğini, başkentte cemaatinin çok olması sebebiyle onun kıskanılmasının ise mümkün olmayacağını; ayrıca bir hocanın, öğrencisinin başarısını kıskanmayacağını, hatta onunla iftihar edeceğini; halifelerin yazlık başkenti olan Rakka’da kadılık yapmanın, merkezden uzaklaştırma değil, aksine halifelere (merkeze) büyük bir yakınlık anlamına geleceğini savunmuştur.102 Zâhid el-Kevserî, Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî’nin hayatını anlattığı Bülûgu’l-emânî adlı eserinde ise, Muhammed’in Rakka kadılığı konusunda Serahsî’nin anlattıklarını, “Bazı habercilerin hikâye ettikleri bir hurafe” olarak nitelemiş ve Serahsî gibi şeref ve fazilet sahibi bir kimsenin böyle bir uydurmayı öğrencilerine yazdırmasının doğru olmadığını belirterek, bu tür bir bilginin Serahsî’den önceki dönemde hasımların kitaplarında bulunmuş olsa idi, onların bunları yayma konusunda daha hızlı davranacaklarını ve bu durumdan sevinç duyacaklarını söylemiştir.103 Söz konusu hikâyenin her yönden yalan olduğunu iddia eden Zâhid el-Kevserî, Ebû Yusuf’un geniş ilmi, sağlam dini hayatı ve pek çok öğrenci ve esere sahip olması sebebiyle, kendi öğrencisinin cemaatinin çokluğu dolayısıyla haset değil, bilakis iftihar edeceğini; ayrıca Halife Harun er-Reşîd’in sarayında pek çok tabip bulunduğu halde, Ebû Yusuf’un kendisini doktor yerine koyarak halifenin ve Muhammed’in hastalığı konusunda görüş belirtmesinin ahmaklık olacağını ileri sürmüştür.104 Kal100 Üskübî Muhammed b. Abdullah, Fetâvâ-yı Üskübî, Çorum İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi, nr. 14554, vr. 279ab. 101 Zehebî, age., s. 56, dipnot. 1. 102 Zehebî, age., s. 56, dipnot. 1. 103 Kevserî, Bülûgu’l-emânî, s. 47–48. 104 Kevserî, age., s. 48. 86 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ dı ki, halife, Muhammed’i Mısır değil, Rakka kadılığı için davet etmiştir ve Rakka o dönemde Abbasî halifelerinin yazlık başkentidir. Dolayısıyla, Rakka şehrine kadı tayin edilmek, bir kişiyi halifeden uzaklaştırmayıp, bilakis ona daha fazla yaklaştırır. Bu yüzden, halifenin yazlık başkentine kimi kadı tayin edeceği konusunda Ebû Yusuf’la bir görüşme yaptığı doğru varsayılsa bile, Rakka’ya Muhammed kadı tayin edildiği için, böyle bir görüşmede Ebû Yusuf’un Muhammed’in lehine olacak bir biçimde tezkiyede bulunduğu, onu halifeden uzaklaştırmaya çalışmadığı ve onun halife yanındaki değerinden korkmadığı ortaya çıkar. Hatta Ebû Yusuf’un kendisinden sonra, Hanefî mezhebinin en önemli bilgini ve temsilcisi olan Muhammed’i başkadılık (kâdılkudâtlık) makamına hazırlamak amacıyla, onun Rakka’ya kadı tayin edilmesini sağladığı dahi söylenebilir.105 Zâhid el-Kevserî, Serahsî’nin yukarıdaki hikâyeyi anlatmasına mazeret olarak ise, onun kitaplardan uzak bir şekilde hapiste yatmasını ve eserlerini hâfızasından imla ettirmesini gösterir.106 Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî hakkında hususi bir çalışma yapan Muhammed ed-Desûkî de Ebû Yusuf ile Muhammed’in Halife Hârun er-Reşîd’i kadılık konusunda ziyaretleriyle ilgili olarak anlatılan olayların, -isterse Serahsî’nin Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr’inin mukaddimesinde geçsin- doğru olmayıp iftira olduğunu söylemektedir.107 Ne var ki, Hanefî mezhebinin en güvenilir usul ve füru yazarlarından biri olan Serahsî, İmam Muhammed’in kitapları üzerine yazdığı çeşitli şerhlerini (örneğin Şerhu Kitâbi’s-Siyeri’l-kebîr ve otuz ciltlik el-Mebsût adlı eserini) tamamladıktan sonra kaleme aldığı el-Usûl108 adlı kitabında, Ebû Yusuf ile Muhammed arasında cereyan eden konuşmalara (yaşanan gerginliğe) tekrar atıfta bulunmuştur.109 Bu durum, Serahsî’nin adı geçen imamlar arasında yaşanan soğuklukla ilgili rivayetlere hâlâ itibar ettiğini göstermektedir. Öte yandan, Ebû Yusuf ile Muhammed arasındaki mesafenin gittikçe açılmasında, adı geçen iki fakihin usul110 ve hukuk alanındaki farklı tercih ve yönelişlerinin de önemli katkıları olduğu söylenebilir. Bu tercihler sırasında onlar bazen ittifak, bazen ihtilaf etmiş, bazen de mezhebin kurucu imamı Ebû Hanîfe’yle ortak bir blok oluşturmuşlardır.111 Kadı Ebû Zeyd ed-Debûsî’nin (ö. 430/1040) 105 Kevserî, age., s. 48; Muhammed ed-Desûkî, el-İmâm Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, s. 106. 106 Kevserî, Bülûgu’l-emânî, s. 49. 107 Muhammed ed-Desûkî, age., s. 104-105. 108 Serahsî, fıkıh usulüne dair el-Usûl adlı eserini İmam Muhammed’in kitaplarını şerh ettikten sonra yazdığını açıkça belirtmektedir. Bk. Serahsî, Usûl, I, 10. 109 Serahsî, Usûl, II, 3–4. 110 Ebû Yusuf ile Muhammed b. el-Hasan arasındaki usule ait bazı farklılıklar ve bu farklılıkların pratik sonuçları hk.bk. Serahsî, Usûl, I, 29, 50, 51, 52, 98, 167, 203, 249, 319, 377; II, 24, 38, 44, 293, 298, 311, 337. 111 Hanefî mezhebinde Ebû Hanîfe ile imameyn arasındaki görüş farklılıkları hk.bk. Ferhat Koca, “Hanefi Mezhebinde Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf ve Muhammed Arasındaki Hukuki Görüş Farklılıkları”, EKEV Akademi Dergisi, VIII/18 (Erzurum 2004), s. 143-160. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 87 Te’sîsü’n-nazar’ında Ebû Yusuf ile Muhammed arasındaki ihtilaflara örnek olarak verilen temel hukukî farklılıklardan bazıları şunlardır: Ebû Yusuf’a göre genel prensip, bir şeyin, kendi başına hükmü olsa bile, başkasına tâbi olması caiz olur. Muhammed’e göre ise, kendine mahsus hükmü bulunan bir şey, başkasına tâbi olmaz. Bu genel prensibe göre, mesela, bir adam Beytullah’a gitmeye nezretse, sonra da aynı yıl içerisinde farz olan haccını yapsa; Ebû Yusuf’a göre, nezriyle vacip hâle gelen haccı sakıt olur. Muhammed’e göre ise, nezredilen haccı uhdesinden düşmez. Çünkü kulun vacip hale getirmesi (nezir), bizzat kendi kendisiyle kaimdir ve başkasına tâbi olmaz.112 İmam Muhammed’e göre genel prensip, bir şeyin sonraki hâline (bekasına), başlangıçtaki hükmünün verilmesinin caiz olduğudur. Ebû Yusuf’a göre ise, ona her yerde başlangıçtaki hükmü verilmez. Bu genel prensibe göre, mesela, bir adam, ihramdan önce koku sürünse ve bu koku ihramdan sonra da devam etse; Muhammed’e göre, böyle bir davranış mekruh olur ve o, devam eden bu kokuyu, ihramın başlangıcında sürülmüş gibi kabul eder. Ebû Yusuf’a göre ise, mekruh olmaz.113 Ebû Yusuf’a göre, bir hakkın Allah için başka bir şeye adanması, sahibinin onun üzerindeki mülkiyet hakkını ortadan kaldırır. Muhammed’e göre ise, malikin mülkiyetini ortadan kaldırmaz. Bu genel prensibe göre, mesela, bir adam, bir kimseye bir koyun hibe etse, lehine hibe yapılan kimse de o koyunu kurban etse; hibe eden adamın koyuna rücû hakkı yoktur. Muhammed’e göre ise, hibe eden kişi, koyuna rücû edebilir (hibesinden vazgeçebilir). Yine, bir mescit harap olsa ve içerisinde namaz kılacak kimse bulunmasa; Ebû Yusuf’a göre, adı geçen mescit (arsasını veya binasını bağışlayan kimseye) miras olarak geri dönmez. Muhammed’e göre ise, miras olarak döner.114 Özellikle son örnekle ilgili olarak, iki arkadaştan rivayet edilen şu sözler, hukukî görüş farklılıklarının kişisel ilişkileri nasıl etkilediğini göstermesi bakımından önemli bir delildir: Bir gün Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî bir mezbelelikten geçerken, “Bu, Ebû Yusuf’un mescididir” demiş ve vakıflar konusunda vakfın ilk malikinin mülkiyetine dönmesi görüşü kabul edilmediği takdirde, aradan belli bir süre geçtikten sonra, onun harabe haline gelip mezbeleliğe dönüşeceğine işaret etmiştir. Bir ara bir ahıra uğrayan Ebû Yusuf ise, “Bu, Muhammed’in mescididir” demiş ve vakfedilen bir mescidin, vakfedenin mülkiyetine dönmesine cevaz verilmesi halinde, malikin onda dilediği şekilde tasarrufta bulunabileceğini ve bu çerçevede isterse, önceden mescit olan bir yeri daha sonra 112 Ebû Zeyd ed-Debûsî, Mukayeseli İslâm Hukuk Düşüncesinin Temellendirilmesi, s. 145–146. 113 Ebû Zeyd ed-Debûsî, age., s. 155. 114 Ebû Zeyd ed-Debûsî, age., s. 157-158. 88 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ahıra dönüştürebileceğini ifade etmiştir.115 Serahsî bu konuyla ilgili olarak şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: Ebû Yusuf’a göre, bir şey sahibinin mülkiyetinden tam olarak çıktığı (son bulduğu) ve onun mülkiyeti sırf Allah haklarından olan bir yöne sarf edildiği zaman, artık o hiçbir şekilde ilk sahibinin mülküne geri dönmez. Ebû Yusuf bu konuda, Cahiliye dönemindeki Kâbe’nin durumunu delil getirerek, o dönemde Kâbe’nin etrafının putlarla dolu olduğunu, ancak bu putlar sebebiyle, Kâbe’nin sırf Allah için itaat ve ibadet edilen bir yer olmaktan çıkmadığını, diğer mescitlerin de hükmünün böyle olduğunu ileri sürmüştür.116 Aynı şekilde, Ebû Yusuf bir yerin mescit olabilmesi için orada, başlangıçta namaz kılınmış olmasını şart koşmadığı gibi, sonuçta da böyle bir şeyi şart koşmamıştır. Bu sebeple de ona göre, insanlar bir mescitte namaz kılmayı terk etmiş olsalar bile, bu durum orasını mescit olmaktan çıkarmaz. Muhammed ise, bir yerin mescit olabilmesi için başlangıçta orada cemaatle namaz kılınmasını şart koştuğu gibi, sonuçta da bu şartı aramış ve insanlar orada cemaatle namaz kılmayı terk ettikleri zaman, orasının mescit olmaktan çıkacağını söylemiştir.117 Hukuk sahasındaki farklı tercihlerin şahsî ilişkilere etkisini göstermesi bakımından şu örnekler de dikkat çekicidir: Bir gün derste Ebû Yusuf öğrencilerine, “Bir arazi bütün hakları ve müştemilâtı (merâfîk) satın alındığı zaman, o arazi üzerindeki meyveler, akit sırasında açıkça belirtmeye gerek kalmaksızın, akde dâhil olur.” şeklinde bir mesele imla ettiriyordu: Bu sırada Muhammed de derste bulunuyordu ve alçak bir sesle, “İş (mesele) söylediği gibi değildir.” dedi. Bunun üzerine derste bulunanlardan birisi Ebû Yusuf’a, “Bu konuda sana muhalefet eden var” diye seslendi. Ebû Yusuf, “Kim o?” diye sordu. O kişi de “Muhammed b. el-Hasan” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Yusuf, “İlimden vazgeçen bir adamın görüşünü ne yapalım?!” dedi. Bu söz üzerine, Muhammed sustu ve saygı gereği ona cevap vermedi.118 Serahsî, Ebû Yusuf’un “İlimden vazgeçen” ifadesini, “İhtilafı bize bırakan” şeklinde yorumlamıştır.119 Aslında iki arkadaş arasındaki bu kişisel atışmanın temelinde şu hukukî görüş farklılığı yatmaktadır: Ebû Yusuf’a göre, bir arazi bütün hakları ve müştemilâtıyla satıldığı zaman, satış akdi sırasında açıkça belirtilsin veya belirtilmesin, o arazi üzerindeki ağaçların meyveleri de akde dâhil olur. Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre ise, meyvenin akde dâhil olabilmesi için akit sırasında bizzat belirtilmesi gerekir, aksi halde meyve malın ilk sahibine ait olur.120 İki arkadaş arasındaki bir başka farklı tercihe de şu örnek verilebilir: Ebû Yusuf, müezzinin sabah namazında özel olarak yöneticilerin (umerâ) kapısına gide115 Serahsî, 116 Serahsî, 117 Serahsî, 118 Serahsî, 119 Serahsî, 120 Serahsî, el-Mebsût, XII, 43. age., XII, 42-43. age., XII, 43. age., XXX, 131. age., XXX, 131. age., XXX, 131. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 89 rek onları namaza çağırmasında (tesvîb) herhangi bir sakınca görmemiştir. Çünkü ona göre, yöneticiler Müslümanların işleriyle çok fazla meşgul ve cemaatle namaz kılmaya da isteklidirler. Bu özel davetler yoluyla, onlara cemaatle namaz vakti hatırlatılmış olur. Muhammed ise, namazda böylesi hususi bir daveti mekruh görmüş ve Ebû Yusuf’un bu içtihadını beğenmediğini ifade etmek için, “Ahh Ebû Yusuf! (keşke böyle demeseydi!)” demiştir.121 Adı geçen iki arkadaşı tesvîb konusunda böyle farklı tercihlere yönlendiren şey, muhtemelen onların farklı tecrübeleri ve hatta farklı kişilik yapıları olmalıdır. Çünkü Ebû Yusuf idareci ve yöneticilerle daha yakın ilişkilere sahip ve bu sebeple de onların şart, imkân ve ihtiyaçlarını daha iyi bilen bir kimse; Muhammed ise, daha çok eğitim ve öğretim faaliyetleriyle meşgul ve hayatı boyunca idareci ve yöneticilerle mesafeli bir ilişki içerisinde bulunmuş olan bir kişidir. Ebû Yusuf ile Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî arasındaki kişisel ilişkiler hakkında sonuç olarak şunlar söylenebilir: Adı geçen iki arkadaş arasında yaşandığı nakledilen yukarıdaki olayların tümünü reddederek, onlar arasında herhangi bir problemin bulunmadığını ve bütün bunların bazı tarih ve tabakat yazarlarının iftira ve uydurmaları olduğunu söylemek, isabetli bir yaklaşım olarak gözükmemektedir. Nitekim, adı geçen iki arkadaş arasında geçtiği belirtilen olumsuz olaylara dair rivayetlerin pek çoğunu reddeden Muhammed Zâhid el-Kevserî dahi, Muhammed b. el-Hasan’ın hayatını incelediği Bülûğu’lemânî adlı eserinde, “Muhammed b. el-Hasan’ın Ebû Yusuf’tan fıkıh ve hadis alması ve daha sonra aralarında meydana gelen ayrılık (cefâ)” adıyla bir başlık açmıştır.122 Bize göre, adı geçen iki arkadaş arasında yaşanan ihtilafların en önemli sebebi, Muhammed ed-Desûkî’nin de isabetle belirttiği gibi, onların farklı hukukî tercih ve yaklaşımlara sahip olmalarıdır. Böyle bir farklılık ise, insanlar arsındaki sevgi ve muhabbet bağını ortadan kaldırmaz. Ancak, çeşitli konjonktürel şartların, iki arkadaş arasındaki bu ihtilafları bilimsel boyutlar dışına çıkararak, kişisel bir niteliğe dönüştürmüş olması da mümkündür. Böylece onlar, bazı görüş ve düşüncelerini arz ve izah ederken, bir takım beşerî zaaflara düşmüş olabilirler. Bazı insanlar da bu zaafları istismar ederek, söz konusu görüş ve düşüncelerden hareketle, onlar hakkında yeni bir takım hikâyeler üretebilirler. Ne var ki, bütün bu hikâyeler, adı geçen iki arkadaşın ilişkilerindeki şu gerçeği ortadan kaldıramaz: Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, arkadaşı ve hocası olan Ebû Yusuf’a karşı hayatı boyunca daima saygılı ve medyûn-ı şükran bir biçimde davranmış, onun kendisine olan üstünlüğünü inkar etmemiştir. Çünkü Muhammed, kendisine iyilikte bulunan kimseye kötülük yapacak karakterde bir kişi değildir. Ebû Yusuf ise, yüksek bir bilgin, 121 Muhammed ed-Desûkî, el-İmâm Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, s. 301; ayrıca bk. Serahsî, el-Mebsût, I, 131. 122 Kevserî, Bülûgu’l-emânî, s. 44. 90 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ müçtehit bir fakih ve hafız bir hadisçidir. Arkadaşı ve öğrencisi olan Muhammed ile ilişkisi nasıl olursa olsun, o, yukarıda kendisine nispet edilen çirkin hileleri yapacak bir kimse değildir.123 Kaldı ki, adı geçen iki arkadaş arasında yaşanan olaylar, onların bilimsel ve idarî pozisyonları dikkate alındığı zaman tabiî olarak da görülebilir. Zira hemen hemen her zaman ve her coğrafyada, aynı dönemlerde yaşayan arkadaşlar arasında bu tür rekabetler ve hatta hırs ve hasetler sıkça görülür. Burada uygun olmayan şey, muhtemelen mezhep içi veya mezhepler arası çeşitli rekabet ve taassuplar sebebiyle, adı geçen iki arkadaş arasında yaşanan bazı olayların abartılarak nakledilmiş olmasıdır. 3. Ebû Yusuf ile Hasan b. Ziyad Arasındaki İlişkiler Ebû Hanîfe’nin son dönemlerinde öğrencisi olan ve onun ölümünden sonra Züfer ve Ebû Yusuf’un ders meclislerine devam ederek eğitimini tamamlayan Hasan b. Ziyâd el-Lü’lüî’nin (ö. 204/819)124, fıkhî konularda genellikle Züfer ve Ebû Yusuf’a muhalefet ettiği söylenmektedir.125 Sem’ânî’nin (ö. 450/1058) belirttiğine göre, “Hasan, Ebû Hanîfe’nin rivayetlerini bilen bir kişiydi ve güzel ahlak sahibi idi.”126 Serahsî (ö. 483/1090), Hasan b. Ziyâd’ın soru sormak ve cevap vermekte önceliği bulunduğunu söyler.127 Ebû Yusuf ile Hasan b. Ziyad arasındaki ilişkiler hakkında Ali b. Sâlih şunları anlatmaktadır: “(Bir gün) Ebû Yusuf’un yanında bulunuyorduk. Hasan b. Ziyâd geldi. Ebû Yusuf (öğrencilerine), ‘Ona koşun ve soru sorun. Aksi halde, ona (onu susturmaya) gücünüz yetmez.’ dedi. Bunun üzerine, Hasan b. Ziyâd, ‘Esselâmu aleyküm ey Ebû Yusuf!’ diyerek selam verdi ve selamdan hemen sonra, ‘Ne dersin?’ şeklinde soru sormaya başladı.” Ali b. Sâlih, söz konusu iki imam arasında geçen bu olay hakkında şu notu düşmektedir: “Hasan’ın Ebû Yusuf’a fazla müdahalelerinden ve bir cevaptan diğer bir cevaba geçmesinden dolayı, Ebû Yusuf’un yüzünü bir o tarafa, bir bu tarafa çevirdiğini gördüm.”128 Bu rivayeti değerlendiren Muhammed Zâhid el-Kevserî, Ebû Yusuf’un ilmî tartışmalardaki üstünlüğüne rağmen, Hasan b. Ziyâd’ın onunla güzel bir şekilde tartışmasının, Hasan’ın ilmî tartışmalardaki başarısına delil olduğunu söylemektedir.129 123 Muhammed ed-Desûkî, age., s. 109-110. 124 Hasan b. Ziyâd’ın hayatı ve eserleri hk.bk. İbn Nedîm, el-Fihrist, s. 288; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, VII, 314-317; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, IX, 543-545; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, X, 277; Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, II, 56-57; Temîmî, et-Tabakâtü’s-seniyye, III, 59-61; Katib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, II, 1680-1681; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-ârifîn, I, 266; Muhammed Zahid el-Kevserî, el-İmtâ’ bi-Sîreti’l-İmâmeyn el-Hasan b. Ziyâd ve Sâhibuhû Muhammed b. Şucâ’, Kahire 1368, Matbaatü’l-Envâr; a.mlf., Te’nîbü’l-Hatîb, s. 273-276; Ahmet Özel, Hanefî Fıkıh Alimleri, Ankara 1990, s. 25; Beşir Gözübenli, “Hasan b. Ziyâd”, DİA, XVI, 361-362. 125 Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, II, 57. 126 Kureşî, age., II, 57. 127 Temîmî, et-Tabakâtü’s-seniyye, III, 60. 128 Saymerî, age., s. 131; Kureşî, age., II, 57; Temîmî, age., III, 60; Kevserî, el-İmtâ’, s. 7. 129 Kevserî, age., s. 7. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 91 Muhammed b. Osman el-Fakîh ise, Ebû Yusuf ile Hasan b. Ziyâd arasında geçen şöyle bir olayı anlatmaktadır: Hasan Bağdat’a geldi(ği zaman) Ebû Yusuf onu ziyaret etti. Hasan ona, “Herhangi bir öğrenci yetiştirdin mi?” diye sordu. Ebû Yusuf, “Evet, Bişr’i (Bişr b. el-Velîd el-Kindî)” diye cevap verdi. Hasan, Bişr’e bir mesele sordu. O da hatalı cevap verdi. Sonra ikinci, üçüncü ve dördüncü soruları sordu ve Bişr yine yanlış cevaplar verdi. Bunun üzerine Hasan, Ebû Yusuf’a, “Halifenin nimeti (seni) bozmuş; Kûfe’ye dön ve daha önceden yediğin yemeğe devam et” dedi.130 Bu diyalogdan, Hasan b. Ziyâd’ın, Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ifadesiyle, “yağcılık ve dalkavukluk bilmeyen, açık (fikirli) bir adam” olduğu anlaşılmaktadır.131 Öte yandan, Ebû Hâzim el-Kâdî kanalıyla gelen bir rivayette, Bişr b. elVelîd, hocası Ebû Yusuf’un diğer arkadaşları hakkında şu değerlendirmelerde bulunduğunu söylemektedir: Ebû Yusuf, Muhammed b. el-Hasan’ı hatırladığı zaman şöyle derdi: “O, üzerinde pas bulunan ve parlatılmaya ihtiyaç duyan bir kılıçtır.” Hasan b. Ziyâd’ı hatırladığı zaman ise, “O, bana göre, bir adam kendisinden müshil istediği zaman, ona kabız yapıcı ilaç veren bir eczacı gibidir.” derdi. Bişr’i132 hatırladığı zaman şöyle derdi: “O, ucu ince, deliği dar, hemen kırılacak gibi duran bir dikiş iğnesidir.” Hasan b. Ebî Mâlik hakkında şöyle derdi: “O, yağmurlu bir gündeki hamile bir deve gibidir; bir o tarafa, bir bu tarafa gider, sonra kurtulur (doğurur).”133 Saymerî’nin Hasan b. Ebî Mâlik kanalıyla rivayet ettiği bu sözün bir diğer versiyonunda ise şu ilave bulunmaktadır: Ebû Yusuf, arkadaşlarından İbrahim b. el-Cerrâh hakkında, “O bana göre, hammaddesi içerisine sürme katılmış dirhemleri bulunan bir adam gibidir. Adam her ne zaman dirhemlere dokunsa, o(nların gramajı) noksanlaşır” (yani, o öyle bir kişidir ki, kendisine dokunulunca bazı değerleri kaybolur)”.134 Ebû Yusuf’un bazı arkadaş ve öğrencileri hakkındaki bu değerlendirmelerinden bir kısmını, onun eğitim ve öğretim tecrübesiyle ulaştığı hakikatler, bir kısmını ise yanlış veya eksik anlamalardan kaynaklanan önyargılar olarak nitelendirmek mümkündür. 4. Hasan b. Ziyad ile Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî Arasındaki İlişkiler Kaynaklarda nakledilen bilgilerden, Ebû Hanîfe’nin genç öğrencilerinden Hasan b. Ziyâd ile Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî arasında bir takım reka130 Kevserî, age., s. 9. 131 Kevserî, age., s. 16. 132 Burada adı geçen Bişr, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’un derslerine devam eden ve Cehmiyye ile Mürcie’nin görüşlerini benimseyen, kelamcı ve Hanefî fakihlerinden Bişr b. Gıyâs el-Merîsî (ö. 218/833) olmalıdır. Hayatı hk.bk. Ahmet Saim Kılavuz, “Bişr b. Gıyâs”, DİA, VI, 220-221. 133 Zehebî, Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe, s. 43–44; ayrıca bk. Kevserî, Hüsnü’t-tekâdî, s. 62. 134 Saymerî, age., s. 98; ayrıca bk. Kevserî, age., s. 63. 92 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ bet duygularının bulunduğu anlaşılmaktadır. Mesela, Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Selâm, bu iki arkadaş arasındaki ilişkiler hakkında, “Hasan b. Ziyâd, Muhammed b. Hasan’ı sevmezdi (ona karşı karnı şiş idi)” demektedir.135 Aynı şekilde, Ebû Ubeyd, adı geçen iki arkadaşın Halife Hârûn er-Reşîd’in huzuruna kabulleriyle ilgili bir olayı anlatırken, “Hasan b. Ziyâd’ın Muhammed b. el-Hasan’a karşı kalbi şiş (dargın) idi” diye bir nitelemede bulunmaktadır.136 Öte yandan, bazı kaynaklarda, Ebû Hanîfe’nin ilim meclisinde yetişmiş olan meşhur muhaddis ve zâhitlerden Abdullah b. el-Mübârek (ö. 181/797)137 ile Ebû Yusuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî arasında da bir takım gerginlikler yaşandığı belirtilmektedir. Bu konuda, Hatîb el-Bağdâdî’nin Târîhu Bağdâd’ında Nuaym b. Hammâd kanalıyla şöyle bir rivayet nakledilmektedir: Abdullah İbnü’l-Mübârek’in yanında Ebû Yusuf’un adı anıldığı zaman, o, “Ebû Yusuf’un adını zikrederek meclisimizi ifsat etmeyin” demiştir.138 Hibbân b. Musa ise, İbnü’l-Mübârek’in, “İçerisinde Ebû Yusuf’un adının anıldığı meclisi kerih görürüm” dediğini belirtmektedir.139 el-Müseyyeb b. Vâdıh, İbnü’lMübârek’in hiç kimse hakkında kötü konuştuğunu duymadığını, ancak bir adam ona, “Ebû Yusuf öldü” diye haber verince, onun, “Miskin Yakup! İçinde bulunduğu şey (makam) onu kurtaramadı” dediğini söylemektedir.140 Yine el-Müseyyeb b. Vâdıh’ın naklettiğine göre, İbnü’l-Mübârek’e Ebû Yusuf’un öldüğü haber verilince, o, “Şakî Yakub!” demiştir.141 Hatîb el-Bağdâdî’nin Târîhu Bağdâd’ında, Abdullah İbnü’l-Mübârek’in, Ebû Yusuf’un arkasında kılınan namazların iade edilmesini isteyecek kadar onun hakkında olumsuz düşündüğü belirtilmektedir.142 Hatta bir gün ona birisi gelip, “Ebû Yusuf ve Muhammed’den hangisi daha doğru (sadık)?” diye soru sorduğu zaman, o, “Onların hangisi daha doğru diye sorma, onların hangisi daha çok yalancı diye sor” demiştir.143 Anlatıldığına göre, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Abdullah İbnü’l-Mübârek’ten hadis rivayet etmek istemiş, İbnü’l-Mübârek ise Muhammed’den yüz çevirmiştir. Bu konu Muhammed’e sorulduğu zaman, “Onun ahlâkı beni şaşırtmadı” diye cevap vermiştir.144 135 Hatîb el-Bağdâdî, age., II, 173. 136 Saymerî, age., s. 120. 137 Abdullah b. el-Mübârek’in hayatı ve eserleri hk.bk. İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, VII, 372; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, X, 152-169; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân, III, 33-34; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, VIII, 378-421; Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye, II, 324-326; Leknevî, elFevâidü’l-behiyye, s. 175-177; Brockelmann, GAL Suppl., I, 256; Raşit Küçük, “Abdullah b. Mübârek”, DİA, İstanbul 1988, I, 122-124. 138 Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 256. 139 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 256. 140 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 256. 141 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 257. 142 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 257. 143 Hatîb el-Bağdâdî, age., XIV, 257. 144 Serahsî, Usûl, II, 10; Kureşî, age., I, 281. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 93 Abdullah İbnü’l-Mübârek’in adı geçen fakihler aleyhinde söylediği ileri sürülen bu sözleri yanında, onlar lehinde, özellikle de Muhammed b. Hasan eşŞeybânî’yi tezkiye edici bazı sözleri de bulunmaktadır. Mesela, İbnü’l-Mübârek, “Her zaman Allah’ın kendisiyle insanların dinlerini ve dünyalarını ihya ettiği kimselerin bulunması gerekir” demiş ve bunun üzerine, kendisine, “Bu zamanda işbu sıfata sahip olan kişi kimdir?” diye sorulduğu zaman ise, “Muhammed b. el-Hasan’dır” cevabını vermiştir.145 İbnü’l-Mübârek’in bu cevabı, bizi, onun Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî aleyhinde konuştuğu ileri sürülen yukarıdaki rivayetlerin, en azından ihtiyatla karşılanması gerektiği sonucuna götürmektedir. Öte yandan, Muhammed b. el-Hasan’ın Hanefî mezhebinin görüşlerini özellikle hadisler yoluyla Medine ehline (Mâlikî mezhebine) karşı savunmuş olduğu Kitâbü’l-Hücce adlı eseri tarafımızdan tek tek taranmış ve Muhammed’in, yalnızca bu kitabında Abdullah b. el-Mübârek’ten toplam on üç hadis veya hüccet rivayet ettiği tespit edilmiştir.146 Bu sınırlı sayıdaki rivayetler, adı geçen iki imam arasında çok sıkı bir bilgi alışverişinin varlığını göstermemekle beraber, onlar arasındaki kişisel ilişkilerin tamamıyla kopuk olduğunu da göstermemektedir. Ayrıca, Abdullah b. el-Mübârek ile Ebû Yusuf ve Muhammed arasındaki farklılıklarda, İbnü’l-Mübârek’in ehl-i hadise daha yakın olması, diğer iki arkadaşın ise ehl-i re’y içerisinde yer almasının önemli etkisi olmalıdır. Yine, İbnü’l-Mübârek meşhur bir zâhit, Ebû Yusuf ile Muhammed ise kadılık gibi önemli resmî görevlerde bulunmuş fakih kişilerdir. Serahsî’nin de işaret ettiği gibi, fukahânın ahlâkı ile zahitlerin ahlâkı her açıdan birbirine uygun düşmeyebilir. Çünkü fukahâ kendilerine uyulan resmî bir makamda, zahitler ise uzlet makamında bulunurlar. Bazen resmî bir makamda çirkin görülen bir davranış, uzlet makamında güzel görülebilir veya aksi bir durum olabilir.147 Dolayısıyla, Abdullah b. el-Mübârek ile Ebû Yusuf ve Muhammed arasındaki farklılıkların, onların insanî zaaflarından ziyade, ilmî tercih ve yaşam biçimlerinden kaynaklandığı söylenebilir. VI. SONUÇ Hanefî mezhebinin kurucu imamları olan Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin birbirleriyle kişisel ilişkilerinin araştırıldığı bu çalışmada, öncelikle Ebû Hanîfe’nin geniş bir ilim meclisine sahip olduğu ve İslam tarihinde önemli mevkilere ulaşmış öğrenciler yetiştirdiği tespit edilmiştir. Ebû Hanîfe’yi İslam hukuk tarihinde “İmâm-ı A’zam (En Büyük İmam)” yapan asıl etken de onun 145 Serahsî, age., II, 10. 146 Muhammed b. el-Hasan’ın İbnü’l-Mübârek’ten rivayet ettiği çeşitli hadis ve hüccetler için bk. Kitâbü’l-Hücce alâ Ehli’l-Medîne (nşr. Mehdî Hasan el-Kîlânî el-Kâdirî), Beyrut 1403/1983, Âlemü’l-Kütüb, I, 257, 266, 394, 459, 460, 472, 483; III, 11, 147, 157, 235, 466; IV, 352. 147 Serahsî, Usûl, II, 10. 94 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ bu öğrencileri olmalıdır. Zira söz konusu öğrenciler ve onların eser ve katkıları olmasaydı, bugün muhtemelen ne Ebû Hanîfe’den ne de “Hanefî mezhebi” diye bir mezhepten bahsetme imkanı olmazdı. Bize göre, Ebû Hanîfe ile öğrencileri arasındaki bu karşılıklı katkı ve etkileşimi, şu Türk atasözü en güzel bir biçimde ifade etmektedir: “Ata paha biçilmez, tay yetişmedikçe!” Örnek bir eğitimcide bulunması gereken bütün pozitif özelliklere sahip bir üstat olan Ebû Hanîfe’nin ders meclisi, tam anlamıyla “özgür bir tartışma platformu” niteliğinde idi. Hanefî mezhebinin bütün görüş ve içtihatları, bu platformda yapılan uzun ve özgür tartışmalarla şekillenmiştir. Ebû Hanîfe, öğrencilerine daima şefkat ve merhametle davranmış, onların sevinç ve kederlerini paylaşmış ve onları toplum karşısında daima tezkiye etmiştir. Ebû Hanîfe’nin öğrencileri de hayatları boyunca hocalarını hayırla yâd etmiş, hemen her biri müstakil birer müçtehid derecesine ulaştıkları halde148, mezhep içerisinde kalmayı ve hocalarıyla birlikte anılmayı tercih etmişlerdir. Öte yandan, Ebû Hanîfe’nin öğrencileri eğitim ve öğretimleri sırasında tam bir öğrenci psikolojisi içerisinde yaşamış ve bu duygularla bazen birbirleriyle yarışmış, bazen de rekabet etmişlerdir. Hatta bazen aralarındaki bu rekabetin, bir takım insanî zaaflarla da birleşerek, onların dostluk ve olgunluklarına yakışmayacak bir niteliğe büründüğü dahi söylenebilir. Bugün, hocasıyla-öğrencisiyle, İslam hukuku eğitim ve öğretimiyle meşgul olan herkesin, Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin eserleri ve hayat tecrübelerinden alacakları pek çok dersler olmalıdır. 148 Ebû Hanîfe’nin öğrencilerinin içtihat dereceleri hakkında bir grup bilgin, onları “mezhepte müctehid”, diğer bir grup ise “mutlak müctehid (müstakil müctehid)” saymıştır. Mesela, İbn Kayim el Cevziyye (ö. 751/1350), Ebû Yusuf ve Muhammed’i, müstakil müçtehid olan mezhep imamlarının derecesinden daha aşağıda görmektedir (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmü’l-Muvakkıîn, nşr. Tâhâ Abdurraûf Saîd, Beyrut ts., Dâru’l-Cîl, IV, 212-213). Aynı şekilde, Osmanlı şeyhülislamlarından İbn Kemal (ö. 940/1534) Ebû Yusuf ve Muhammed’i “mezhepte müctehid” derecesinde saymış, son dönem Hanefî fakihlerinden İbn Âbidîn (ö. 1252/1836) de aynı görüşü benimsemiştir (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr; I, 52; a.mlf., Şerhu’l-manzûmeti’l-müsemmât bi-Ukûdü resmi’l-müftî, Mecmûatü Resâili İbn Âbidîn içerisinde, Beyrut ts., Dâru İhyâi’t-Türâsi’lArabî, ts., I, 25). Zahirîlerden İbn Hazm (ö. 456/1064) ise, Ebû Yusuf ve Muhammed gibi Ebû Hanîfe’nin ilk talebeleri hakkında, “Onlar taklit içerisinde helak olmamış, birçok fıkhî konuda Ebû Hanîfe’ye muhalefet etmiş ve bu sayede fukahâ zümresine dâhil olmuşlardır” demektedir (bk. İbn Hazm, el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, Beyrut 1405/1985, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, V, 9596). Hanefî fakihlerinden Serahsî (ö. 483/1090) de fıkhı itmam eden mutlak fakihler (mutlak müçtehidler) arasında Ebû Hanîfe ile birlikte Ebû Yusuf ve Muhammed’i saymıştır (bk. Serahsî, Usûl, I, 10). Aynı şekilde, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö. 1176/1762), Ebû Yusuf ve Muhammed’i müstakil müçtehid olarak kabul etmiştir (bk. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, el-İnsâf fî beyâni sebebi’l-ihtilâf, trc. Şükrü Özen, İstanbul 1987, Pınar Yayınları, Mezheplerin Doğuşu ve İçtihad Tartışması içerisinde, s. 66). Son olarak, çağdaş âlimlerden Muhammed Ebû Zehra (ö. 1394/1974) da Ebû Yusuf ve Muhammed’in mutlak müctehid olduklarını söylemiştir (bk. Ebû Zehra, Usûlü’l-fıkh, Âbidîn ts, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, s. 390, 394). Bize göre de Ebû Yusuf ve Muhammed b. el-Hasan gibi Ebû Hanîfe’nin ilk öğrencileri gerek fıkhî birikimleri gerekse uygulamadaki tecrübeleri dolayısıyla, mutlak müçtehid derecesini hakkıyla kazanmış kişilerdir. Onların, hocalarının bazı görüşlerini benimsemeleri de bazı görüşlerine muhalefet etmeleri de taklit değil, içtihat yoluyla olmuştur. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 95 BİBLİYOGRAFYA Abdulkâdir b. Muhammed el-Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudıyye fî tabakâtı’l-Hanefiyye (nşr. Abdülfettah Muhammed el-Hulv), Cîze, 1413/1993, Hicr, I-IV. Abdulkadir Şener, “İmam Zufer b. el-Hüzeyl”, Ankara Ünv. İslamî İlimler Enstitüsü Dergisi, II, 91–98. Ahmet Özel, Hanefî Fıkıh Âlimleri, Ankara 1990, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Ahmet Saim Kılavuz, “Bişr b. Gıyâs”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), VI, 220– 221. Alâeddin Ali el-Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl (nşr. Bekrî Hayyânî – Safvetü’s-Sekâ), Beyrut 1399/1979, I-XVI. Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-arifîn esmaü’l-müellifîn ve asârü’l-Mûsânnifîn, I (nşr. Kilisli Rifat-İbnülemin Mahmud Kemal); II (nşr. İbnülemin Mahmud Kemal-Avni Aktuç), İstanbul 1951–55, Milli Eğitim Basımevi, I-II. Beşir Gözübenli, “Hasan b. Ziyâd”, DİA, İstanbul 1997, XVI, 361–362. Bezzâzî, Menâkıbü’l-İmâmi’l-A’zam, Beyrut 1981. Brockelmann, Carl, Geschichte der Arabischen Litteratüre, I-VI, Lieden 1943–49 (GAL). ______, Supplement, I-III, Leiden 1937–1942 (Suppl.). Cengiz Kallek, “Kindî, Bişr b. Velîd”, DİA, XXVI, 39-40. Ebû Dâvûd, Sünenü Ebî Dâvûd, İstanbul 1981, Çağrı Yayınları, I-V. Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Tabakâtü’l-fukahâ (nşr. Halîl el-Meyyis), Beyrut ts., Dâru’l-Kalem. Ebû Yusuf, İhtilâfü Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Kahire 1357. Ebû Zeyd ed-Debûsî, Mukayeseli İslâm Hukuk Düşüncesinin Temellendirilmesi (trc. Ferhat Koca), Ankara 2002 (Ankara Okulu Yayınları). Ferhat Koca, “Hanefi Mezhebinde Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf ve Muhammed Arasındaki Hukuki Görüş Farklılıkları”, EKEV Akademi Dergisi, VIII/18 (Erzurum 2004), s. 143–160. Hacı Reşid Paşa, Hazret-i İmâm-ı Azam’ın Siyasi Terceme-i Hâli, İstanbul 1328/1912, Matbaa-i Hayriye. Halim Sabit Şibay, “Ebû Hanîfe”, İslam Ansiklopedisi, IV, 20–28. Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, Beyrut ts., Dâru’l-Kütütbi’l-Ilmiyye, I-XIV. Hüseyin b. Ali es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve ashâbihî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1976. İbn Abdilber, el-İntikâ’ fî fedâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut 1417/1997, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-muhtâr, Beyrut ts., Dâru’t-Türâsi’l-Arabî (Mısır 1272, Dâru’t-Tıbâati’l-Mısrıyye’den ofset), I-V. ______, Şerhu’l-manzûmeti’l-müsemmât bi-Ukûdü resmi’l-müftî, Mecmûatü Resâili İbn Âbidîn içerisinde, Beyrut ts., Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, ts., I-II. İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmâm-ı Azam (trc. Ahmet Karadut), Ankara 1982, Akçağ Basım Yayın Pazarlama. İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân (nşr. İhsan Abbas), Beyrut ts., Dâru Sadr, I-VIII. İbn Hazm, el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, Beyrut 1405/1985, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, I-II. İbn Hibbân, Kitâbü’l-Mecrûhîn (nşr. Mahmud İbrahim Zâyid), Beyrut 1412/1992, Dâru’lMa’rife, I-III. 96 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ______, Meşâhîru ulemâi’l-emsâr ve a’lâmu fukahâi’l-aktâr (nşr. Merzûk Ali İbrahim), elMansûre 1411/1991. İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmü’l-Muvakkıîn (nşr. Tâhâ Abdurraûf Saîd), Beyrut ts., Dâru’l-Cîl, I-IV. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Ahmed Abdülvehhâb Füteyh), Kahire 1413/1992, Dârü’l-Hadîs, I-XIII. İbn Kuteybe, el-Ma’ârif (nşr. Servet Ukkâşe), Kahire 1992, el-Hey’etü’l-Mısriyyeti’l-Âmme li’l-Kitâb. İbn Kutluboğa, Tâcü’t-terâcim (nşr. Muhammed Huseyr Ramazan Yûsuf), Dımaşk 1413/1992, Dârü’l-Kalem. İbn Nedîm, el-Fihrist, Beyrut 1398/1978, Dâru’l-Ma’rife. İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I-VII. İbrahim Ethem Başaran, Eğitim Psikolojisi – Modern Eğitimin Psikolojik Temelleri, Ankara 1988, Gül Yayınevi. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Ankara 1994, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. J. Schacht, “Abû Hanifa al-Nu’mân”, The Encyclopaedia of Islam (new edition), I, 123– 124. ______, “Abû Yusuf”, The Encyclopaedia of Islam (new edition), I, 164–165. ______, “Ibn Abî Laylâ”, The Encyclopaedia of Islam (new edition), III, 687–88. Kasım Kufralı, “Ebû Yusuf”, İslam Ansiklopedisi (İA), IV, 59–60. Kâtib Çelebî, Keşfü’z-zunûn, İstanbul 1971, II. Baskı, Millî Eğitim Basımevi, I-II. Manastırlı İsmail Hakkı, Mevâhibü’r-Rahmân fî menâkıbı’l-İmâm Ebî Hanîfeti’n-numân, Dersaadet 1310, Mahmud Bey Matbaası. Mevlüt Uyanık, “Ebû Hanîfe’nin Siyaset Anlayışı”, İslâmî Araştırmalar, XV/1-2, Ankara 2002, s. 259-272 (Ebû Hanîfe Özel Sayısı). Muhammed Abdülhay el-Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye fî terâcimi’l-Hanefiyye (nşr. Ahmed ez-Za’bî), Beyrut 1418/1998, Dâru’l-Erkam. Muhammed Avvâme, İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü (trc. Mehmed H. Kırbaşoğlu), İstanbul 1988, Kayıhan Yayınevi, II. Baskı. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Câmiu’l-kebîr (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Beyrut 1399, İkinci baskı, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. ______, el-Câmiu’s-sağîr, Beyrut 1406/1986, Âlemü’l-Kütüb. ______, Kitâbü’l-Asl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Beyrut 1410/1990, Âlemü’l-Kütüb, I-IV. ______, Kitâbü’l-Âsâr (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Beyrut 1413/1993, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, I-II. ______, Kitâbü’l-Hücce alâ Ehli’l-Medîne (nşr. Mehdî Hasan el-Kîlânî el-Kâdirî), Beyrut 1403/1983, Âlemü’l-Kütüb, I-IV. Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe (trc. Osman Keskioğlu), Ankara 1962, Ankara Ünv. Basımevi. ______, Usûlü’l-fıkh, Âbidîn ts, Dâru’l-Fikri’l-Arabî. Muhammed ed-Desûkî, el-İmâm Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî, Katar 1407/1978, Dâru’s-Sekâfe. Muhammed Zâhid el-Kevserî, Bülûgu’l-emânî fî sîreti’l-İmâm Muhammed b. el-Hasan eşŞeybânî (nşr. Râtib Hâkimî), Humus 1388/1969, Matbaatü’l-Endelüs. Hanefhi Mezhebinin Kurucu İmamları Arasındaki Kişisel İlişkiler 97 ______, el-İmtâ’ bi-Sîreti’l-İmâmeyn el-Hasan b. Ziyâd ve Sâhibuhû Muhammed b. Şucâ’, Kahire 1368, Matbaatü’l-Envâr. ______, Hanefî Fıkhının Esasları (trc. Abdulkadir Şener – M. Cemal Sofuoğlu), Ankara 1991, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. ______, Hüsnü’t-tekâdî fî sîreti’l-İmâm Ebî Yusuf el-Kâdî, Kahire 1388/1968, Matbaatü’lEndülüs. ______, Te’nîbü’l-Hatîb, Beyrut 1401/1981, Dâru’l-Kitâbü’l-Arabî. Muhsin Koçak, “Züfer b. el-Hüzeyl, Hayatı ve Eserleri”, Ondokuz Mayıs Ünv., İlâhiyat Fakültesi Dergisi, V (Samsun 1991), s. 121-146. Mustafa Uzunpostalcı, “Ebû Hanîfe”, DİA, X, 131-138. Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî, Menâkıbü Ebî Hanîfe, Beyrut 1981. Raşit Küçük, “Abdullah b. Mübârek”, DİA, İstanbul 1988, I, 122–124. Saffet Köse, “İbn Ebû Leylâ”, DİA, İstanbul 1999, XIX, 436–437. Salim Öğüt, “Ebû Yusuf ve Hanefiliği”, İslâmî Araştırmalar, XV/1–2 (Ankara 2002), s. 291–301. ______, “Ebû Yûsuf”, DİA, İstanbul 1994, X, 260–265. Saymerî (Ebû Abdullah Hüseyin b. Ali), Ahbâru Ebî Hanîfe ve ashâbihî, Beyrut 1976, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî. Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1078, Dârü’l-Ma’rife, III. Baskı (ofset), I-XXX. ______, Şerhu Kitâbi’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Salâhuddîn el-Müneccid), Kahire ts., Matbaa adı yok, I-VI. ______, Usûlü’s-Serahsî (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Beyrut 1393/1973, Dârü’l-Ma’rife, I-II. Suyûtî, Tebyîzü’s-sahîfe fî menâkıbi’l-İmâm Ebî Hanîfe, Haydarâbâd 1334. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, el-İnsâf fî beyâni sebebi’l-ihtilâf (trc. Şükrü Özen), İstanbul 1987, Pınar Yayınları (Mezheplerin Doğuşu ve İçtihad Tartışması içerisinde). Şîrâzî, Tabakâtü’l-fukahâ (nşr. Halîl el-Meyyis), Beyrut ts. (Dâru’l-Kalem). Takıyüddîn b. Abdü’l-Kâdir et-Temîmî, et-Tabakâtü’s-seniyye fî terâcimi’l-Hanefiyye (nşr. Abdülfettah Muhammed el-Hulv), Riyad-Kahire 1410/1989, Dâru’r-Rifâ’îHicr, I-IV. Tirmizî, Sünenü’t-Tirmizî, İstanbul 1981, Çağrı Yayınları, I-V. Üskübî Muhammed b. Abdullah, Fetâvâ-yı Üskübî, Çorum İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi, nr. 14554. W. Heffening, “Şeybânî”, İA, İstanbul 1979, Milli Eğitim Basımevi, XI, 450. Zehebî, Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe ve Sâhibeyhi Ebî Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasan (nşr. Muhammed Zâhid el-Kevserî – Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), Nasr, ts., Mektebetü Dâri’l-Hidâye. ______, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, (nşr. Şuayb el-Arnaûd–Muhammed Nuaym el-Arksûsî), Beyrut 1413/1993, Müessesetü’r-Risâle, I-XXIII. İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (99-106) BEN ve “ÖTEKİ” KUR’ÂN’IN “ÖTEKİ” İLE İLİŞKİLERDE ÖNGÖRDÜĞÜ DENGELİ BARIŞ TEORİSİ* Ahmet YAMAN** Me and the Other: A Balanced Peace Theory that the Quran Proposes The theory of the Quran regarding international relations based on various verses of the Quran relevant to some missions of the Prophet in conveying the message of Allah as well as other verses relevant to no occasion has been differently perceived by both Muslims and non-Muslims. The majority of Muslim Jurists of early period up until the middle ages who mainly based their theories on war conditions interpreting those verses of the Quran enjoining war maintained a theory favoring clash. As one may see in the latest discourses of the present Pope, Benedictus the XVI., westerners have an image in general that Islam has spread through sword. However, some earlier jurists as well as some contemporary Muslim writers, who feel like the defeated subjects of a land, put forward a passive peace strategy in the name of Islam. Whereas the Quran, when it is read in its totality, maintains a balanced peace strategy considering man, society, and the universe in terms of the values of creation. The present paper deals with these various views regarding peace and it underlines the approach of the Quran. *** Giriş Yerine Ortalama dînî bilgi ve kültür sahibi olan bir Kur’ân okuyucusu, onun sayfaları arasında dolaşırken onun bir yerde barış çağrısında bulunduğunu, bir başka yerde ise savaş ilan ettiğini görünce, belli bir şaşkınlık yaşar. Nasıl olur da “İçlerinden zulmedenler hariç, ehli kitapla en güzel şekilde mücadele edin!”1, “…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez”2 ve “Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven!..”3 diyen bir Kitap, başka bir yerde “Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!..”4, “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın * ** 1 2 3 4 Bu makale, İstanbul Üniversitesi tarafından 26-28 Nisan 2007 tarihlerinde düzenlenen Din ve Dünya Barışı konulu sempozyumda sunulan tebliğ metnine dayanmaktadır. Prof.Dr., Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. ayaman@selcuk.edu.tr el-Ankebût 29/46. en-Nisâ 4/90. el-Enfâl 8/61. el-Bakara 2/193; el-Enfâl 8/39. 100 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ve Elçisinin yasakladığını yasak saymayan ve hak dini din olarak benimsemeyenlerle, küçülerek kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!..”5 ve “Ey inananlar! Hakkı inkar edenlerden yakınınızda olanlarla savaşın! Sizi sert bulsunlar..”6 diye kükrer? Bu zıt çağrılar arasında acaba Kur’ân gerçekte neyi önermektedir? Biteviye devam etmesi gereken bir savaş politikasını mı, yoksa pasif bir barış stratejisini mi? İşbu tebliğ konu ile ilgili yaklaşımların sahiplerini ve dayanaklarını kısaca ele alacak; bir kutsal metin olarak Kur’ân’ın dengeli bir barış teorisine sahip olduğunu vurgulamaya çalışacaktır: I. Kur’ân’ın daha çok Medîne dönemlerinin sonlarına doğru inen savaş vurgulu âyetlerini ön plana çıkaran klasik dönem âlimlerinin birçoğu, müslümanlarla ötekiler arasındaki ilişkileri savaş esasına oturtmuşlardır. Onları bu kanaate sevk eden motiflerin başında, İslam mesajının başlangıçtan itibaren sürekli olarak koyu bir düşmanlığa ve buna bağlı olarak saldırıya maruz kalması; bunun defedilebilmesi için de savaşın kaçınılmaz oluşu gelmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber’in (s.a.) Safâ Tepesi’ndeki ilk genel tebliğinden itibaren ona ve etrafındaki müslümanlara hayat hakkı tanınmamış; yıllar süren baskı, işkence ve boykot, onları anayurtlarını terk etmek zorunda bırakmıştı. Medîne’ye hicret dahi bu baskılardan kurtulmaya yetmemiş, Mekkeli müşrik ordusu Medîne’yi işgale kalkışmış ve Bedir ile başlayan savaş fitilini ateşlemişti. İşte bu tarihsel bağlamda “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir…”7 âyetiyle önce izin verilen, sonra da “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın; fakat haksız yere saldırmayın!...”8 ve “Müşrikler sizinle nasıl topyekun savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekun savaşın!..”9 âyetleriyle saldırıyı bertaraf etmek üzere farz kılınan savaş, bu âlimlerce toplumlararası ilişkilerin belirleyici niteliği olarak kabul edilmiştir. Tâbiûn neslinin önemli simalarından Mücahid’in (ö.104/722) “Putperestlerle müslüman olmaları, Ehl-i kitap ile cizye vermeleri için savaşılır”10 cümlesi ile Şâfiî’nin (ö.204/819) “Farz olan husus, ya müslüman oluncaya ya da cizye vermeyi kabul edinceye kadar müşriklerle savaşmaktır”11 ifadesi, bahsettiğimiz yaklaşımın formüle edilmiş biçimini yansıtmaktadır. 5 6 7 8 9 10 11 et-Tevbe 9/29. et-Tevbe 9/123; bk. 73. el-Hac 22/39. el-Bakara 2/190. et-Tevbe 9/36. Yahya b. Âdem, Kitabü’l-harâc, Kahire ty. Dâru’t-türâs, s. 29. Şâfiî, el-Ümm, Beyrut 1993, c. IV, s. 243. Kur’an’ın “Öteki” ile İlişkilerde Öngördüğü DEngeli Barış Teorisi 101 Klasik dönemlerin reel politiğinin bir ürünü olan dârulharb – dârulislam ayırımı da esasen bu anlayışın zorunlu bir sonucudur. Madem ki savaş kaçınılmazdır, öyleyse hem savaş hükümlerinin cereyan edeceği yer ve sınırlar anlamında dârulharbin hem de savaşılan kimseleri diğerlerinden ayırmak için harbînin belirlenmesi gerekmektedir. Diğer taraftan fıkhın tedvin edildiği dönemlere denk gelen savaşlarda genellikle müslümanların galip gelmesi, fetihlerin süreklilik arzetmesi ve İslam idaresinin dünya siyasetini yönlendirir hale gelmesinin verdiği egemenlik duygusu, fakihlerin bu yöndeki düşüncelerinin kökleşmesine sebep olmuştur. Hal böyle olunca “…Onları yakaladığınız yerde öldürün! Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın!..”12, “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Elçisinin yasakladığını yasak saymayan ve hak dini din olarak benimsemeyenlerle, küçülerek kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!..”13 ; “Müşrikler sizinle nasıl topyekun savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekun savaşın!..”14 ; “Ey Peygamber! İnananları savaşa teşvik et!..”15; “Sakın gevşeyip de üstün olduğunuz halde barış çağrısında bulunmayın!..”16 gibi âyetler, bağlamları göz ardı edilerek öne çıkarılmış ve bunların af, bağışlama, aldırış etmeme ve barışa davet etme temalı âyetleri neshettiği ileri sürülerek de belli bir sistematik tutarlılık sağlanmaya çalışılmıştır. II. Buna karşılık bazı günümüz araştırmacıları, Kur’ân’ın sadece saldırıya uğranıldığında savunma amacıyla savaşa izin verdiğini, diğer durumlarda barış gönüllüsü olunması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.17 Bu görüşte olanlara göre savaş âyetleri, müşriklerin ya antlaşmaları bozdukları veya din aleyhine fitne çıkardıkları, bir başka anlatımla müslümanların din özgürlüklerini ellerinden alacak ölçüde onlara saldırdıkları durumlarla ilgilidir.18 Ne var ki, dönemlerinin galibiyetlerle dolu havasından etkilenen eski müellifler, bütün bu âyetleri fiilî ve hücuma dayalı savaş anlamında yorumlamışlardır.19 12 13 14 15 16 17 el-Bakara 2/191. et-Tevbe 9/29. et-Tevbe 9/36. el-Enfâl 8/65. Muhammed 47/35. Necîb Ermenâzî, eş-Şer’u’d-devlî fi’l-İslam, yy. Matbaa İbn Zeydûn, 1930, s. 74; Ebu Zehra, el-Alâkâtü’d-devliyye fi’l-İslam, Kahire ty. Dâru’l-Fikri’l-Arabî, s. 52; Ârif Ebu İyd, el-Alâkâtü’lHâriciyye fî Devleti’l-Hılâfe, Kuveyt 1983, s. 280; Vehbe Zühaylî, Âsâru’l-harb fi’l-fıkhi’l-islamî, Dımaşk 1992, s. 130 vd. 18 Şevki Saka, “Kur’ân’a Göre İnanç Hürriyeti”, Diyanet İlmî Dergi, 28 (1992), s. 130. 19 Reşîd Rızâ, el-Vahyü’l-Muhammedî, Beyrut 1979, s. 271; Ebu Zehra, age., ss. 11, 47, 78-79; Ali Mansûr, eş-Şerî’atü’l-islamiyye ve’l-kânûnü’d-devliyyü’l-âm, Kahire 1971, ss. 239, 313; Abdülhâlık Nevâvî, el-Alâkâtü’d-devliyye ve’n-nuzumu’l-kadâiyye fi’ş-şerî’ati’l-islamiyye, Beyrut 1974, ss. 56, 88, 108; Ahmed Özel, İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı, İstanbul 1982, s. 41. 102 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ III. Bize göre Kur’ân’ın ve onu tebliğ eden Peygamberin Sünnetini de katarsak genel anlamda İslam’ın ötekine yaklaşımı, ne birinci grubun söylediği gibi savaş, ne de ikinci grubun öne çıkardığı gibi pasif barış parantezine alınabilir. Esasen her iki anlayış da günümüz müslümanları için fazla bir anlam ifade etmemektedir. Hicazlı araştırmacı Ahmed Ebu Süleyman’ın diliyle söylersek, temeli sıcak ve sürekli savaş anlamında bir cihad anlayışına bağlamak günümüzün fikrî, siyasî ve teknolojik yönlerden geri kalmış müslüman toplumların durumuyla örtüşmemektedir. Aynı şekilde esası barış, müsamaha ve savunmaya bağlayan yaklaşım ise, siyasî, sosyal ve ekonomik özgürlük peşinde olan İslam dünyasının psikolojik alt yapı ve ideallerine ilgisiz kalmaktadır.20 Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in Sünneti kendi bütünlüğü içinde ele alınmaz, bağlamlarından soyutlanarak parça parça âyet ve hadislere tutunup bunlar öğretinin bütünü içinde düşünülmezse sağlıklı çıkarımlarda bulunmak mümkün olamaz. İşte bu metodolojik çerçevede Kur’ân’a ve Asr-ı Saâdet uygulamalarına bakıldığında, İslam’ın diğer dinler, toplumlar ve kültürlerle ilişkisinin belirgin stratejisinin dengeli barış siyaseti olduğu görülecektir. Dengeli barış siyasetinden kastımız, ilkesel olarak barışı tercih etmek, fakat sadece hayat hakkına kastedildiğinde ve saldırıya maruz kalındığında değil, İslam’ın insanlara doğru biçimde takdimine engel olunduğunda ve mukaddes değerlere saldırıldığında da savaşı göze alabilmektir. Kur’ân’ı Kerîm ve Resûl-i Ekrem’in Sünneti gibi ana kaynaklar ile Hulefâ-yı râşidîn dönemi uygulamaları ekseninde geliştirilen uluslararası ilişkiler kuramı, son tahlilde İslam’ın yüceliği ve dünya barışı şeklinde özetlenebilecek iki unsur üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla müslümanların uluslararası ilişkilerde takip edeceği siyaset, İslam’ın saygınlığından taviz vermemek duyarlılığıyla yeryüzünde barış ve huzurun sağlanmasına dönük olmalıdır. Böyle olunca Kur’ân’ın bir fıtrat kuralı olarak öngördüğü “teâruf”, yani farklı toplulukların, insanlığın ortak çıkarı için beraberce gayret etme hikmeti21 gerçekleşmiş olacaktır. Birçok âyet-i kerîme yanında özellikle “…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez”22 ;“Bu yüzden biz İsrailoğullarına bildirdik ki, bir cinâyetin veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olarak işlenmesi dışında, kim bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur; kim de bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur…”23 ; “Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de 20 Ahmed Ebu Süleyman, İslamın Uluslararası İlişkiler Kuramı (çev:. Fehmi Koru), İstanbul 1985, s. 103. 21 el-Hucurât 48/13. 22 en-Nisâ 4/90. 23 el-Mâide 5/32. Kur’an’ın “Öteki” ile İlişkilerde Öngördüğü DEngeli Barış Teorisi 103 barıştan yana ol ve Allah’a güven!..”24 ; “İçlerinden zulmedenler hariç, ehli kitapla en güzel şekilde mücadele edin!”25 ; “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz…Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zâlimler işte onlardır.”26 meâlindeki âyetleri, toplumlararası ilişkilerdeki ilkesel tavrın sulh yönünde olduğunu göstermektedir. Söz konusu barış çağrısına rağmen Kur’ân, savaşın da bir insanlık gerçeği olduğunu göz ardı etmez. “Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savuşturmasaydı dünyanın düzeni bozulurdu…”27 ; “…Eğer Allah bazı insanları diğerleriyle savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın ismi çokça anılan mescidler yıkılır giderdi…”28 gibi âyetleri onun bu gerçekçi yönünü göstermektedir. İnsanoğlunun birbirinden bağımsız topluluklar kurup yekdiğeriyle ilişkiye geçtiği andan itibaren ya çıkar çatışmaları ya da dînî-ideolojik sebeplerle hasmâne tutumlar gündeme gelmiştir. Bu durum, gerçekte, atamız Âdem ile annemiz Havvâ’nın (a.s.) Cennet’ten çıkarılırken genlerine yerleştirilen ve “birbirinin düşmanı olma”29 formülüyle ifade edilen kalıtsal niteliğin de bir sonucu olmalıdır. Gerçekten de rahmet temelli İlâhî mesajın insanlara ulaşmasını engelleme ve onlara zorla hâkim olup sömürme yönündeki faaliyetler tarih boyunca hiç eksilmemiştir. Kur’ân’ın ifadesiyle hakkın karşısında daima bâtıl buluna gelmiş30, bunların zararlarını gidermek ve insanlığın mutluluğunu temin için belli bir aşamadan sonra silahlı mücadele de söz konusu ola gelmiştir. İbn Haldûn’un (ö.808/1405) deyimiyle, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahip doğal bir süreç olan savaş gerçeği31 karşısında günümüzdeki durum da çok farklı değildir. İlkesel olarak artık savaşlara bir son vermek üzere kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Andlaşması daha ilk cümlesinde “Bir insan ömrü içinde iki kere32 insanlığa tarif olunamaz acılar yükleyen savaş belasından gelecek nesilleri korumaya… azmetmiştir.”33 denmesine rağmen acılar yaşanmaya devam etmektedir. 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 el-Enfâl 8/61. el-Ankebût 29/46. el-Mümtehine 60/8-9. el-Bakara 2/251. el-Hac 22/40. el-Bakara 2/36; el-A’râf 7/24. el-Enfâl 8/8; el-Kehf 18/56; el-Hac 22/62; Mü’min 40/5; Muhammed 47/3. İbn Haldûn, Mukaddime, (çev:. Zâkir Kâdiri Ugan), İstanbul 1989, c. II, s. 37. XX. Yüzyılın ilk yarısında çıkan iki dünya savaşına işaret edilmektedir. Bkz. Enver Bozkurt, Türkiye’nin Uluslararası Hukuk Mevzuatı, Ankara 1992, s. 502. 104 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İşte bu doğal ve tarihsel gerçekliği hem yaratan hem yöneten bir iradenin ürünü olan Kur’ân, Mekke’yi terk etmelerine rağmen müşriklerin baskılarından ve işgal girişimlerinden kurtulamayan müslümanlara “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir…” meâlindeki el-Hac Suresi’nin 39. âyetiyle hicretin ilk yılında savaş izni vermiştir. Verilen bu izin daha sonra inen şu âyetle yükümlülük haline dönüşmüştür: “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın; fakat haksız yere saldırmayın!...”.34 Saldırıya uğranılması halinde savaşı farz haline getiren bu emir, önceleri sadece Kureyşli müşriklere yönelikken daha sonra müslümanlar aleyhine onlarla işbirliği yapan ehl-i kitabı kapsamış35 ; Arap Yarımadası’ndaki diğer kabileler de bunlarla beraber olunca, et-Tevbe Suresi’nin 39. âyetiyle düşman niteliği taşıyan herkesi içermiştir.36 Açıkça anlaşılacağı üzere savaşa önce izin verilip sonra emredilmesinde, İslam’a ve ona bağlananlara karşı konulan hasmâne tavır belirleyici olmuştur. Dolayısıyla savaş, İslam inancını ve toplumlarını korumak için meşru savunma hakkının gerektirdiği bir zorunluluk olarak belirmektedir. “Antlaşmalarını bozan, o Peygamberi sürüp çıkarmak için durmadan çaba gösteren ve size ilk önce kendileri saldıran bir toplulukla savaşmaz mısınız?...”37 âyetiyle “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah’tan afiyet dileyin! Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”38 hadisi buna işaret etmektedir. Başta beden ve ruh bütünlüğü olmak üzere temel hak ve hürriyetleri korumak ve her türlü haksızlığı gidermek hedefine yönelen bu savaş anlayışı, müslümanlara, eğer içeride birlik ve emniyet sağlanmışsa ve zafer ümit edecek kadar güce sahip olunmuşsa, en yakından başlama üzere39 düşmanlarıyla savaşma hakkı ve görevini verir.40 Günümüzde de gerek Birleşmiş Milletler Antlaşması gerek ilgili diğer uluslararası konvansiyonlar, azınlıklara yönelik baskılar sebebiyle diğer ülkelere, insanlık değerlerini koruma çerçevesinde müdahale hakkı tanımaktadır.41 Kur’ân’ın dengeli barış siyaseti çerçevesinde yer verdiği bu savaş anlayışı, öteden beri oryantalistlerin ve onların sunduğu malzemeyi kullanan siyaset yapıcıların ısrarla takdim etmeye çalıştığı gibi terör içerikli bir kutsal savaş değildir. Batılıların cihad kavramı ekseninde, dârulislamın dârulharb karşısında sürekli genişlemesini sağlayan ve bütün dünya müslüman oluncaya 34 el-Bakara 2/190. 35 et-Tevbe 9/29. 36 Âyetlerin nüzûl süreci için bk. Şâfiî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Beyrut 1990, s. 351; Tirmizî, “Tefsir”, 22; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, İstanbul 1335-1338, c. I, .s. 257. 37 et-Tevbe 9/13. 38 Müslim, “Cihâd”, 20; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 89. 39 et-Tevbe 9/123. 40 el-Enfâl 8/72. 41 bk. Enver Bozkurt, Türkiye’nin Uluslararası Hukuk Mevzuatı, Ankara 1992, ss. 347-349; 387391; 502 vd. Kur’an’ın “Öteki” ile İlişkilerde Öngördüğü DEngeli Barış Teorisi 105 kadar etkinliğini koruyacak bir araç olarak takdim edegeldikleri bu yanlış imaj, aslında ortaçağlardan beri yürütülen İslam’ı yok etme siyasetinin etkili bir kamuflajıdır. “Kendilerini kesmeye gelen Asya’nın barbar kavmi Selçukluları durdurabilmek” bahanesiyle kutsal haçlı savaşlarını başlatan42 Papa II. Urban’dan, 11 Eylül’de haçlı seferleri ateşini körükleyen Amerika Başkanı II.Bush’a, oradan da “Muhammed şiddet, şer ve insanlık dışı şeylerin dışında ne getirdi?” diyen Papa XVI. Benediktus’a bu kamuflajın ne kadar kullanılabilir olduğunu izlemek mümkündür. Danimarka Kraliçesi II. Margrethe’nin 15 Nisan 2005’te sarfettiği şu cümle, bu kafalardaki asıl niyetlerin ipuçlarını yakalatacak vurgular taşımaktadır: “Günümüzde hem yerel hem de küresel düzeyde İslam’ın meydan okuyuşuyla karşı karşıyayız. Artık İslam’a karşı muhalefetimizi göstermenin zamanı geldi. Bunu yapmak zorundayız. Çünkü zamanında teşhis koymamaktan ötürü zor duruma düşeceğimiz bu tehdit riskinden kurtulmalıyız.”43 Oysa Kur’ân, en geniş anlamda din ve vicdan hürriyetini tanımış, imanın baskı altında gerçekleştirilmesini doğru bulmamıştır.44 Dolayısıyla İslam, esasen kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ aracı olarak öngörmemiştir. Yine Kur’ân, sırf konjonktürel gerekler ve dünyevî yararlarla hasmâne duyguları tırmandırmayı doğru bulmamış; İslâm ülkesi ve müslüman varlığını korumak gibi meşru gerekçeleri bulunmayan savaşları kınamıştır.45 İnsanın yaratılış itibariyle mâsum ve dolayısıyla canına kastedilmesinin haram olduğu hükmünü ilke olarak benimseyen fakihler46 canlıları öldürmeyi, yerleşim yerlerini yıkmayı ve çevreyi tahrip etmeyi beraberinde getireceği için savaşın özü itibariyle güzel/hasen bir olgu olmadığını belirtmişlerdir.47 Onun içindir ki barış içinde özgürce yaşamak mümkün olduğu sürece savaş asla gündeme gelmemelidir. Kur’ân hükümlerinin amacı insanların yararını dengeli bir biçimde temin edip adaleti gerçekleştirmek olduğundan “…Bir topluma olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevketmesin!” âyetiyle48 uluslararası ilişkilerde de adalet idesinin hakim olmasını istemiştir. Bu açıdan bakıldığında savaşın, adalet ve insanlığa hizmet ideallerine dayandığı da söylenebilir. Dolayısıyla insanlığı ilgilendiren bir haksızlığı gidermek ve inanç özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak amacıyla yapılan sıcak müdahaleler, hedefe ulaşılınca sona erdirilir. İşte bu 42 Karen Armstrong, Holy War: The Crusades and their Impact on Today’s World, London 1992, s. 1. 43 İbrahim Karagül, “Hangi Medeniyet Kimlerin İttifakı?”, Yenişafak Gazetesi, 14.11.2006. 44 el-Bakara 2/256; Yûnus 10/99; el-Ankebût 18/29. 45 el-Bakara 2/205; el-Enfâl 8/47; en- Nahl 16/92. 46 Mevsılî, el-İhtiyâr, Mısır 1951, V, 28; İbnü’l-Kayyım, Ahkâmu ehli’z-zimme,Beyrut 1983, I, 11; İbn Receb, el-Kavâid, Beyrut 1992, s. 338. 47 İbn Abdisselâm, Kavâidü’l-ahkâm, Beyrut 1990, s. 44; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1976, c. III, s. 356. 48 el-Mâide 5/8. 106 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ çerçevede söz konusu olabilecek savaş, en genel ifadesiyle “yeryüzündeki fesadı gidermek” için meşru kılınmış49; herhangi bir savaş da bu amaçla uyumu oranında meşruiyet kazanmıştır. Temel insan haklarına ve onların kutsallarına saygı göstermeme anlamında yeryüzünde fesad olmadıkça, barış içinde yaşamak ve toplumlararası ilişkileri geliştirmek, aynı zamanda bu yazıdaki tezimizin de ana dayanağı olan ve ilk müslümanların yapmak zorunda kaldıkları büyük savaşlardan sonra inen şu âyetlerin bir gereğidir: “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz…Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zâlimler işte onlardır.”50 49 el-Bakara 2/251. 50 el-Mümtehıne 60/8-9. İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (107-124) AHKÂM-I HAMSENİN KÖKENİ VE İLK DÖNEM FIKIH USÛLÜ LİTERATÜRÜNDE GELİŞİMİ ÜZERİNE Adnan KOŞUM* Abstract THE ORIGIN OF AL-AHKÂM AL-KHAMSAH AND ITS DEVELOPMENT IN EARLY USUL AL-FIQH LITERATURE Josepht Schacht, a well-known orientalist claims in his studies that although Islamic law generally is based on Islam, it sometimes contains nonIslamic materials. It this direction, one of his claims is that al-ahkâm alkhamsah (in other words al-ahkâm al-taklifiyye) in Islamic Jurisprudence is receipted from stoic philosophy. In this study, the progress of al-ahkâm al-khamsah in early usul al-fıqh literature is studied. A process is observed in the definition and formation of concepts and its classification. In addition, having considered the difference of method between tradition of al-mutakallımun and fuqaha, it is observed that al-ahkâm al-khamsah has the originality. On the other hand, it is hard to find out the similarity of alahkâm al-khamsah and its prototypes in the works of general and special stoic philosophy and this also confirmed this conviction. Key Words: al-ahkâm al-khamsah, al-mutakallımun, fuqaha, stoa. Giriş Musevî asıllı ünlü oryantalist Joseph Schacht’ın (ö. 1969) kendisinden sonra gelen oryantalist akademik çalışmalar üzerinde etkisi, tartışılamaz bir gerçektir. Adı geçen bilim adamı ileri sürdüğü görüşleriyle sonraki çalışmaları etkilemiş, yeni ortaya konulan fikirlerin ve tezlerin oluşmasında önemli bir rolü olmuştur. Schacht’ın İslâm hukukuna ilişkin en başta gelen savlarından biri, İslâm hukukunun İslâm’a dayanmakla birlikte hammaddesi itibariyle önemli ölçüde İslâmî olmayan unsurlar içerdiğidir. Ona göre İslâm hukukundaki bir takım kavram, ilke ve fikirler başka kültürlerden alınmıştır. Bu düşünce temelinde onun öne sürdüğü iddialardan biri, fıkıh usûlünde beşerî fiil ve davranışların ilahi değer yargılarına göre nitelenmesinde başvurulan ahkâm-ı hamsenin, Helen kültürü almış Arap olmayan Müslümanlar kanalıyla İslâm hukukuna stoa felsefesinden aktarıldığıdır.1 * 1 Doç. Dr., SDÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, akosum@ilahiyat.sdu.edu.tr Schacht, Joseph, An Introduction to Islamic law, London 1966, Oxford University Press, s. 20. 108 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Çalışmamızın hedefi, ahkâm-ı hamse’nin bir diğer adıyla teklîfi hükümlerin2 ilk dönem fıkıh literatüründeki gelişimini ortaya koymak ve bu suretle diğer kültürlerden yararlanma veya iktibas ihtimalinin olup olmadığını, başka bir ifadeyle orjinaliteye sahip olup olmadığını araştırmaktır. Ahkâm-ı Hamse’nin İlk Dönem Literatüründe Gelişimi Yöntem olarak fıkıh usûlü her ne kadar Hz. Peygamber’e dayandırılabilirse3 de yazılı, gelişmiş ve müstakil bir ilim dalı olarak çok sonraları ortaya çıkmıştır. Ahkâm-ı hamse’yi gelişim açısından fıkıh usûlünün yazılı olarak ilk ortaya çıkışından itibaren ele almak gerekir. Ne var ki, fıkıh usûlü literatürünün oluşmaya başladığı zamanı tespit açısından önemli olan ilk fıkıh usûl eserinin kim tarafından telif edildiği konusu tartışmalıdır. Bazı kaynaklarda Ebû Câfer Muhammed el-Bâkır (ö. 110/729?), onun oğlu İmam Cafer es-Sâdık (ö. 148/765), Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Abdullah b. Lehî’a (ö. 174/790), Ebû Yûsuf (ö. 182/798) ve İmam Muhammed eş-Şeybânî (ö. 189/805) gibi kimi alimlerin ilk usûl eseri kaleme alan kişi olarak adları geçmektedir.4 Sözü edilen alimlere ait herhangi bir usûl eseri günümüze ulaşmadığı ya da tespit edilemediği için, usûl eseri yazmış olup olmadıkları kesinlik kazanmamıştır ve araştırmaya muhtaçtır. Bilindiği kadarıyla günümüze ulaşan usûl eserleri arasında en eski döneme ait olanı İmam Şâfiî (ö. 204/820)’nin er-Risâle’sidir. Buradan hareketle ilk usûl eserinin İmam Şâfiî tarafından telif edildiği tezi yaygın kanaat haline gelmiştir.5 Şâfiî’ye ait eserin muhtevasına bakıldığında, bir çok usûl konusunda dikkate değer bir gelişmenin var olması, daha önceki dönemlerden itibaren usûl konuları ile ilgili tartışmaların olduğunu ve Şâfiî’ye gelinceye kadar usûlün belli bir seviyeye getirildiğini göstermesi bakımından ilgi çeki2 3 4 5 Fıkıh usûlü alimleri tarafından kişinin (mükellefin) yükümlülüğünü bildiren ifadeler vâcip, mendup, mubah, haram ve mekruh kavramlarıyla belirtilir. Fıkıh usûlü literatüründe bunlara teklîfi hükümler veya ahkâm-ı hamse adı verilir. Hz. Peygamber’in ictihadlarıyla ilgili olarak bk. Adem Yerinde, “Hz. Peygamber’in İctihadı Meselesi”, Diyanet İlmi Dergi, (Peygamberimiz Hz. Muhammed (Sav) Özel Sayısı), 2000, s. 361-394. Zikredilen alimlere usûl eseri nisbet edildiğine dair ve konu ile ilgili değerlendirmeler için bk. İbn Nedîm, Ebu’l-Ferec Muhammed b. Ebî Yakub İshâk, el-Fihrist (nşr. Rıza Teceddüd), Tahran 1971, s. 256-258; Serahsî, Ebî Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebî Sehl, el-Usûl, thk. Ebu’l-Vefâ el-Afğânî, Beyrut ty., Dâru’l-Ma’rife, I, 3; Emin, Ahmed, Duha’l-İslâm, Beyrut 1935, II, 228-229; Ömer Nasûhi Bilmen, Hukûku İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmûsu, İstanbul 1985, I, 42; Menderes Gürkan, İslâm Hukuk Metodolojisinin Oluşumu ve Şafii’nin Yeri (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 1997, s. 20-23; Muhammed Hamidullah, “Usûl al-Fıkh’ın Tarihi”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, 2/1 (1957), ss.1-18, s. 2-3; George Makdisi, “Şâfiî’nin Hukukî Teoloji Anlayışı: Usûl-i Fıkhın Kökenleri ve Önemi”, (çev. Sami Erdem), Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 13-15 (1997), s. 264. İbn Haldun, Mukaddime, III, 1030; Emin, Duha’l-İslâm, II, 228-229; Hamidullah, “Usûl alFıkh’ın Tarihi”, s. 2-3; Adem Yığın, Fukaha Metoduna Göre Yazılan Usûl Eserlerinin Temel Özellikleri, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü., İstanbul 2004, s. 1. Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Litar 109 cidir. Şâfiî’nin er-Risâle’sinden sonra “meçhul dönem” olarak nitelenebilecek yüz elli yılı aşkın bir süreyi kapsayan zaman aralığına ait herhangi bir eserin günümüze ulaştığı tespit edilememiştir. Bilindiği kadarıyla Şâfiî’nin eserinden sonra günümüze ulaşan hacimli ve fıkıh usûlü konularının hemen hemen tamamına yer verilen ilk usûl eseri Cessâs (ö. 370/980)’ın el-Fusûl fi’l-Usûl’üdür. Cessâs’tan sonraki dönemlerde telif edilen usûl eserlerinin tümünün günümüze ulaştığı ya da tamamı ile ilgili bilgilerin elimizde mevcut olduğu iddia edilemese de, Cessâs’tan itibaren olmak üzere oldukça zengin bir literatürün günümüze ulaştığı söylenebilir. Bu nedenle bizim çalışmamızda ahkâm-ı hamseyi İslam hukukunun Hz. Peygamber’den ikinci yüzyıla kadar ortaya konmuş furû kaynakları ile, usûl alanında ilk eser olma özelliği itibariyle Şâfiî’nin (ö. 204/820 ) er-Risâle’si ve ilk dönem fıkıh usulü literatüründeki gelişimi açısından temsil kabiliyeti olan ve fukahâ ve mütekellimûn metoduna yönelik atıf ve açıklamalarda merkeze alınan eserleri dikkate alarak, Cessâs (ö. 370/980)’ın “el-Fusûl fi’l-Usûl”ü, Debûsî (ö. 430/1038)’nin “Takvîmü’l-Edille”si, Pezdevî (ö. 482/1089)’nin “elUsûl”ü ve Serahsî (ö. 483/1090)’nin “el-Usûl”ü, Ebu Bekr Muhammed b. Tayyib b. Muhammed Basrî Bakıllânî’nin, (ö. 403/1013) “et-Takrîb ve’l-İrşâd es-Sağîr”i, Ebu’l-Hüseyn el-Basrî’nin (ö. 436/1071) “el-Mu’temed”i, İmâmü’lHarameyn el-Cüveynî’nin (ö. 478/1084) “el-Burhân”ı ve nihayet Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) “el-Mustasfâ”sı çerçevesinde ele alınmıştır.6 Sözü geçen eserlerin, usûl ile ilgili çalışmalar açısından verimli bir dönemde telif edilmiş olmaları ve bu dönem itibariyle usûl konularının ve meselelerinin belli bir netliğe ulaşmış olması, kavramların önemli ölçüde gelişmiş ve kristalize olması ve konuların yavaş yavaş sistematik olarak ele alınmaya başlanması, çalışmamızda merkeze alınmalarında önemli etkenlerden olmuştur. Ahkâm-ı hamsenin ilk dönem literatürdeki tanımları, ele alınış biçimi ve tasnifi, gelişim seyrini görmek açısından önemlidir. Kuşkusuz, Hz. Peygamber döneminde kurumsallaşmış ve sistematik hale gelmiş bir hukuk biliminden söz etmek imkansız görünmektedir. Bu nedenle Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in norm bildiren hükümlerinde gelişmiş/tasnif edilmiş ve derecelendirilmiş haliyle ahkâm-ı hamse’nin mevcudiyetinden söz edilmesi mümkün görünmemektedir. Ancak Kur’an’daki emir ve yasaklar, Hz. Peygamber’in hadisleri ve sahabe uygulamaları üzerinde çalışan sonraki fukaha, söz konusu tasnifi ve derecelendirmeyi ortaya koymuşlardır. 6 İlk dönem eserlerinden olmasına rağmen Kâdî Abdülcebbâr el-Mu’tezilî’nin (ö. 415/1024) “el-Umde veya Umed”i müstakil olarak ele alınmamıştır. Zira Ebu’l-Hüseyn el-Basrî’nin (ö. 436/1071) el-Mu’temed’i söz konusu eserin şerhidir. 110 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Kur’an ve Sünnette Ahkâm-ı Hamse Kur’an’da ve hadislerde hükümler, en geniş haliyle haram ve helal kategorisine ayrılmışlardır.7 Ahkâm-ı hamse’nin kökünü bu iki terim oluşturmaktadır. Kur’an haram ve helalin derecelendirmesini yapmamıştır. Söz konusu taksimler, fıkhın bağımsız bir ilim dalı olarak gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Diğer yandan İlk dönem fakihlerin kullandıkları terminoloji de daha sonra geliştirilmiş olan beşli tasniften biraz daha farklı olup, daha geneldir. İlk dönem fıkıh çalışmaları böyle sabit bir tasnifin olmadığını gösterir. Farz ve vacip terimlerine bu döneme ait eserlerde rastlanmakla birlikte Hanefilerin eserleri dışındaki fıkıh kitaplarında bunların teknik anlamlarından ziyade sözlük anlamı olarak “zorunlu”, “gerekli olmak” manalarında kullanıldığı görülür.8 Hanefî ekolüne ait eserlerde ise, farz genellikle Kur’an emirlerine dayanan hükümler için kullanılır.9 Daha sonraları Hanefilerde açık bir şekilde görülen ve delilin zannî ve kat’î oluşu açısından yapılan farz-vacip ayırımının bu dönemde de mevcudiyetinden söz edilebilir. Furû Eserlerinde Ahkâm-ı Hamse Furû’u fıkha dair ilk dönem eserlerinde “lâ ba’se”, “ahabbü ileyye”, “estehıbbü” ve “hasen”10 gibi kavramlar yaygın olarak kullanılmaktadır.11 Söz konusu kavramlar vacipten daha alt derecede bir anlam ifade ederler. Daha sonraki dönemlere ait tasniflerde “mendup” ve “mubah” kavramlarının kapsamına dahil edilmişlerdir. 7 el-Bakara, 2/173, 228, 229, 275; en-Nisâ, 4/19; el-Mâide, 5/3, 5, 88, 96. Hadis külliyatında söz konusu lafızların geçtiği hadisler için bk. Wensinck, el-Mu’cem, “hll, ve “hrm” maddeleri. 8 Söz gelimi Malikî Muvatta’ında vacibi “zorunluluk” olarak ifade eder. O Cuma günü yıkanmanın vacip (zorunlu) olduğuna hadisten dayanak gösterir. I, 45, 101-2. 9 Şeybânî, Muhammed b. el-Hasen, el-Câmius-Sağîr , Beyrut 1406, Âlemü’l-Kütüb s. 93, 106107, 293; a.mlf, Kitâbü’l-Hucce alâ ehli’l-Medîne, (tahk. Mehdî Hasen el-Kîlânî el-Kâdirî), Beyrut 1403, Âlemü’l-Kütüb. Farzın teknik anlamda kullanımları için bkz. I, 19; II, 331; III, 473; IV, 368. Hanefilerde de özellikle Şeybânî tarafından vacip, teknik anlamında kullanılmıştır. Bununla birlikte kimi zaman teknik anlamından ziyade sözlük anlamı olan “gereklilik” manasında kullanıldığı da görülür. bk. Şeybânî, el-Câmius-Sağîr, s. 93, 334, 423, 439. Teknik anlamlarında kullanılışı için bk. s. 106, 160-1. 10 Hasen kavramı özellikle Şeybânî’nin eserlerinde kullanılmaktadır. Onun söz konusu kavramı “uygun görülen”, “tavsiye olunan”, kimi zaman “zorunlu” anlamlarında kullandığı görülür. Bk. Şeybânî, el-Câmiu’s-Sağîr, s. 83, 149, 182; a.mlf., Kitâbü’l-Hucce I, 279, 285, 484; IV, 163, 210; a.mlf., Kitabu’l-Asl (Mebsût), Karaçi, ty., (tahk. Ebû’l-Vefâ el-Afgânî), I, 130, 137, 142, 163, 203 384, 437, 439, 504; II, 97, 405, 491-2, 496, 498. 11 İmam Mâlik, Muvatta’, thk. Muhammed Fuâd Abdulbâkî, Mısır, ty., Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, I, 55, 304, 333-4; II, 613-4, 911; Ebû Yûsuf, Ya’kûb b. İbrâhîm el-Ensârî, er-Reddü alâ Siyer’ilEvzaî, thk. Ebû’-Vefâ el-Afgânî, Beyrut, ty, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 13, 15, 73, 85, 122-4; Kitâbu’l-Harâc, Beyrut ty., Dârü’l-Ma’rife, s. 88-89, 95, 104, 194, 196-7, 207; Şeybânî, , elCâmiu’s-Sağîr, örnek kabilinden s. 86, 89, 92, 96-97, 100, 107, 121, 183, 272, 324, 334, 369, 402, 472, 2476-9, 480-1; a.mlf., Kitâbü’l-Hucce, I, 21-3, 310-1; II, 268-270, 567-8; 589-590, 643-645; III, 7, 98; IV, 172-173, 186-187; a.mlf., Kitabu’l-Asl (Mebsût), I, 19, 21, 27-8, 30-32, 38-89,87-88, 134-5, 157-9, 206-8, 414-415, 450-451; II, 360-2; III, 50-2, 54-6; IV, 75-78; V, 57-8. Ebû Yûsuf, “ve hâze ahsenu mâ semi’nâ fî zâlik=bu, bu meselede işittiğimizin en iyisidir” gibi ifadeler de kullanır. Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s. 200. Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Litar 111 Yine söz konusu döneme ait eserlerde “mekruh” kavramının muhteva ve kapsamında bir netlik yoktur. Kimi zaman haram, kimi zaman ise; uygun, hoş görülmeyen manasında yani, sözlük anlamında kullanılmıştır.12 Genel olarak Irak ekolü nasların açıkça caiz kıldığı veya yasakladıkları konular dışında haram ve helal terimlerini kullanmaktan özellikle kaçınmışlardır. Bu durum Hanefî ekolünde özellikle niçin “lâ uhibbü” ve “yukrahu, ekrahu” “lâ hayra” terimlerinin sıklıkla kullanıldığını açıklar. Ebû Yûsuf, İbrâhim en-Nehaî’den naklen şu ifadeleri kullanır: “(Bizim ashabımız) bir şey hakkında fetvâ verdikleri ya da yasakladıklarında “hâzâ mekrûhun=bu mekruhtur” veya “hâzâ lâ ba’se bihi=bunda sakınca yoktur” ifadelerini kullanırlardı. Biz bu helal, bu haram dersek bu ne büyük bir söz olur.”13 Şâfiî’nin Eserlerinde Ahkâm-ı Hamse Teorik usûlün yazıya dökülüşünü temsil eden Şâfiî’nin er-Risâle’sine gelince, Şâfiî’de artık ahkâm-ı hamse’nin terimleşmesi konusunda önemli bir mesafe kaydedilmiştir. Bununla birlikte mekruh gibi kimi kavramlarda önceden gelen bulanıklık devam etmektedir. Farz-ı kifâye terimini ilk defa Şâfiî’de görmekteyiz. Farz-ı kifâye’yi, “Müslümanlardan yeteri kadar bir kısım onları yerine getirince, diğerlerinin günahtan kurtulduğu, şayet hepsi terk ederse gücü yeten herkesin günahkar olacağı” farz şeklinde belirtmekte ve buna cihada katılmayı, Müslümanlara selam vermeyi ve cenaze namazı kılmayı örnek vermektedir. Şâfiî, bu tür farza dayanak olarak et-Tevbe 9/5, 36, 41, 111, 122 ve en-Nisâ, 4/95 ayetlerini gösterir.14 Şâfiî’de farz-ı kifaye terimi açıkça görülmekle birlikte, farz-ı ayın teriminin kullanımını ona ait eserlerde tespit edemedik. Bununla birlikte fikir olarak farz-ı ayn’ı görebiliriz. Nitekim Şâfiî, er-Risâle’de fıkıh ilmini özel (hâssa) ve genel (âmme) olarak iki kısma ayırır. Özel olan ilim, her müslümanın bilmekle yükümlü olmadığı, insanlardan yeteri kadar kimse öğrenince diğerlerinin üzerinden sorumluluğun düştüğü ilimdir. Genel olan kısım her müslümanın bilmekle yükümlü olduğu beş vakit namaz, Ramazan orucu, hac, zekat gibi yükümlülükler; zina, adam öldürme ve içki yasağı gibi haramlardır. Her fert tek tek bunlara uymakla yükümlüdür. Söz konusu bu kısım, daha sonraları adı konulacak olan farz-ı ayn düşüncesinden başka bir şey değildir.15 12 İmam Mâlik, Muvatta’, II, 673, 682; Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s. 88-9, 199, 206; Şâfiî, İhtilâfu’lHadîs, (tahk. Âmir Ahmed Haydar), Beyrut 1985/1405, Messesetü’l-Kütüb es-Sekâfiyye, s. 202; a.mlf., el-Ümm, Beyrut 1393, Dârü’l-Ma’rife, III, 32. 13 Ebû Yûsuf, er-Reddü alâ Siyer’il-Evzaî, s. 73. 14 Şafiî, Muhammed İdrîs, er-Risâle, thk. Ahmed Muhammed Şâkir, Kahire 1939/1358, s. 361365, no: 981-997. 15 Şâfiî, er-Risâle, s. 356-369, no: 961-971. 112 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Şâfiî’nin yönteminde bilindiği üzere farz ve vacip ayrımı yoktur. Her ikisi de aynı anlamı taşımaktadır.16 Vacibi, aslî vacip, ihtiyârî vacip olarak ikiye ayırmıştır. Bu sınıflamaya göre genel temizlik amacıyla abdest almak ihtiyari vacip, cünüplükten (büyük abdestsizlikten) dolayı abdest almak aslî vacip olmaktadır. Öte yandan Şafiî’ye göre vacip terimi aynı nassta iki anlama da yorumlanabilir. O, “Cuma günü gusül abdesti almanın vacip”17 olduğunu ifade eden hadisteki “vacip” lafzının her iki anlama da muhtemel olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan birinci, zahirî anlama göre guslün (aslî) vacip olmasıdır. Nasıl cünüp kimse için gusül yaparak temizlenmek şart ise, Cuma namazı için de gusül abdesti alarak temizlenmek şarttır. İkinci anlam ise, söz konusu vacibin temizlikle ilgili, ahlâkî ve ihtiyarî bir vacip olmasıdır. Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın bu konudaki uygulamalarını gerekçe göstererek Cuma günü yıkanmanın ihtiyarî vacip olduğu kanaatine varır.18 Yine “mendup” kavramının çok açık olmamakla birlikte, verdiği örnekler göz önünde bulundurulduğunda ilk önce Şâfiî tarafından kullanıldığı söylenebilir. Nitekim o, müdâyene ayetindeki sözleşmelerde şahit tutulması emrini19 “nedb” zımnında görmektedir. Benzer şekilde cihada hazırlık olarak at beslenmesini de “nedb” kapsamında değerlendirmektedir.20 Daha önce Şeybânî’ye ait eserlerde görülmekle birlikte21, “Şâri’in sessiz kaldığı, serbest alanı bildiren hükümler/fiiller anlamında” “mubah” terimi, ilk defa Şâfiî’de görülür. Şâfiî, “mubah” terimiyle helal olan şeyleri kastettiğini ifade eder ve bir takım görgü kurallarından dolayı, mubah fiillere kısıtlama getirilebileceğini de ifade eder.22 Aynı şekilde nehiy, ona göre iki çeşittir. Birincisi, aslî sebeplerden dolayıdır ki bu “haram”dır. İkincisi, haricî sebeplerden dolayıdır (en-nehyü li’t-tenzîh). Bununla haramlığın dışında bir şey kastedilmiştir.23 Öte yandan mekruhun haram anlamında kullandığı da görülür. Söz gelimi “bâbu mâ yukrahu fî’r16 Gerçekten Şâfiî, beş vakit namazın hükmü için “vacip” terimini kullanmaktadır. Şâfiî, Ahkâmu’lKur’ân, (tahk. Abdulhâlık Abdulganî), Beyrut 1400, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, I, 56. Vâcibin terkinden dolayı da azap olacağını bildirir. Bk. Şâfiî, İhtilâfu’l-Hadîs, (tahk. Âmir Ahmed Haydar), Müessesetü’l-Kitâb es-Sekâfiyye, Beyrut 1985/1405, s. 171. Şunu da belirtmeliyiz ki, farzın aynî ve kifaî olarak açık bir şekilde kullanımı olmamakla birlikte, bu yaklaşım genel bir düşünce olarak Şâfiî’den önce de mevcuttur. Nitekim Şeybânî, cihadın Müslümanlara vacip olduğunu, ancak toptan terk etmelerinin günah olduğunu, diğer bir kısmının yerine getirmesiyle geri kalanlardan sorumluluğun ortadan kalkacağını ifade eder. Bk. Şeybânî, es-Siyerü’l-Kebîr (Serahsî şerhiyle birlikte), Kahire 1957, s. 187, 189. 17 Bazı lafız farklılıkları ile bk. el-Buhârî, “el-Ezan”, 161; “el-Cum’a”, 2, 3, 5, 12; Müslim, “elCum’a” 1, 2, 4, 7; Ebû Dâvûd, “et-Tahâret”, 127, 128; Nesâî, “el-Cum’a”, 7, 8, 11; İbn Mâce, “el-İkâme”, 80; Tirmîzî, “el-Cum’a”, 29. 18 Şâfiî, er-Risâle, s. 303-304, no: 841-844; a.mlf., İhtilâfu’l-Hadîs, s. 149. 19 el-Bakara, 2/282. 20 Şâfiî, Ahkâmu’l-Kur’ân, II, 124; a.mlf., el-Ümm, III, 87; IV, 144; VII, 337. 21 Şeybânî, el-Câmiu’s-Sağîr, s. 367, 498, 514-6. 22 Şâfiî, er-Risâle, s. 349, 352, 354, no: 947, 950, 956,. 23 Şâfiî, er-Risâle, s. 217; a.mlf., el-Ümm, VII, 291. Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Litar 113 ribâ mine’z-ziyâdeti fî’l-buyûı” başlığında mekruh lafzının bu anlamda kullanılması açıkça görülür.24 Ahkâm-ı hamse’nin tasnifi, Şâfiî’ye kadar olan dönemde çok açık olarak mevcut değildir. Ancak şunu ifade edebiliriz ki, söz konusu tasnif, Şâfiî sonrası kesin şeklini almaya başlamış ve zamanla yerleşik tasnif haline gelmiştir. Şâfiî’ye kadar olan dönemi ortaya koyduktan sonra, Şâfiî sonrası döneme geçebiliriz. Mütekellimûn ve Hanefî Ekolünde Ahkâm-ı Hamse Ahkâm-ı hamse’nin ayrı başlık altında müstakil olarak ele alınmasının mütekellimûn mesleği ile başladığı söylenebilir.25 Bakıllânî (ö. 403) et-Takrîb ve’l-İrşâd adlı eserinde haram hariç, diğer ahkâm-ı hamse’nin her birini bağımsız bir bâb altında ele almıştır.26 Hatta kimi kelam kitaplarında sözgelimi Abdulkâhir el-Bağdâdî’nin (ö. 429) “Kitâbu Usûli’d-dîn” adlı eserinde diğer bazı usûlü fıkıh konularıyla birlikte teklifi hükümler yani ahkâm-ı hamse, “el-Muharramât ve’l-mubâhât” başlığında ele alınmıştır.27 Ahkâm-ı hamse; Farz, vacip, mahzur, mendûb ve mubah şeklinde isimleri zikredilmekle birlikte farz-ı kifaye ve mubah hariç diğerleri, Hanefi usûlünde ilk kaleme alınan eser olarak telakki edilebilecek Cessâs’ın “Usûl”ünde tanımlanmış olarak yer almaz.28 İlk dönem usûl eserleri olarak kabul edilen diğer eserlerde ise, emir konularıyla bağlantılı olarak ve talebin olumlu ve bağlayıcı olup olmamasına göre ele alınır. Konu ile ilgili başlıkta farz, vacip, sünnet ve nâfileyi ele alan Debûsî, Pezdevî ve Serahsî, talebin olumsuz oluşuna göre teklîfi hükümlere (haram, mekrûh) yer vermezler.29 Cessâs’ta, emrin farzı kifâye şeklinde gerçekleşmesine yönelik başlık istisna edilirse, söz konusu hükümlere rastlanmaz. Eserlerde emir konusu çerçevesinde îfâ açısından emir (edâ-kazâ ve kısımları) ve edâ edileceği vakit açısından emirle (gayr-i muvakkat/mutlak emir-muvakkat 24 eş-Şâfiî, el-Ümm, III, 32. Benzerî kullanım için bk. a.mlf., İhtilâfu’l-Hadîs, s. 202. 25 Zira aşağıda görüleceği üzere, Hanefî ekolünde ahkâm-ı hamse’ye özel başlık tahsis edilmesi Debûsî (ö. 430/1039) ile başlar. 26 Ancak teklifi hükümlerin ayrıntısına girmeden sadece mubah, nedb, vacip ve mekrûh’un tanımlarını vermiştir. Bk. Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib b. Muhammed Basrî Bakıllânî, et-Takrîb ve’l-irşad : es-sağîr, (tahk. Abdülhamid b. Ali Ebû Züneyd), Beyrut, 1998/1418, Müessesetü’rRisâle. Mubah için bk. age., I, 288; nedb, I, 291; vâcip, I, 293; mekrûh, I, 299-300. 27 Bağdâdî, Ebî Mansur Abdulkâhir et-Temîmî, Kitâbu Usûliddîn, Beyrut 1401/1981, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, s. 199. Ahkâm-ı hamse tasnifini aynı müellifin el-Fark beyne’l-Firak, (tahk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamid), (Beyrut 1411/1990, el-Mektebetü’l-Asriyye), adlı eserinde s. 347 de görmek mümkündür. Bağdâdî, ahkâm-ı hamse’nin (teklifi hükümler) manası, kısımları, şartları üzerinde durmaktadır. 28 Mubahın tanımı için bk. Cessâs, el-Fusûl fi’l-Usûl, IV, (nşr. ‘Uceyl Câsim en-Neşemî), Kuveyt 1994, II, 89, (yapılmasında sevap, terkinde ceza olmayan fiil), farz-ı kifaye’nin tanımı için bk., II, 155, (hitabın bir topluluğa yöneldiği emr), ahkâm-ı hamse’nin taksimatı için bk., II, 164. 29 Debûsî ve Serahsî zikredilen konuları müstakil bir başlık altında işlerken, Pezdevî, azîmet ve ruhsât ile ilgili başlık altında azîmetin kısımları olarak ele alır. Bkz. Debûsî, Takvîmü’l-Edille, s. 77-80; Pezdevî, el-Usûl, II, 548-575; Serahsî, el-Usûl, I, 110-116. 114 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ emir ve kısımları) bağlantılı başlıklar, ahkâm-ı hamse ile yani teklîfî hükümlerle ilişkisi olan başlıklardır. Talebin genel olup olmayışına göre ya da mükellefi çevreleyen şartlar itibariyle çoğunluk tarafından teklîfî hükümlerin kısımlarından kabul edilen azîmet ve ruhsât, Cessâs haricindeki müelliflerce emir konularıyla bağlantılı bir şekilde işlenen diğer mevzulardır. Müellifler, -Debûsî’de açık olmamakla birlikte- yukarıda sayılan teklîfî hükümleri azîmetin kısımları olarak kabul etmişlerdir. Ruhsat konusunu ise, önce hakikat ve mecâz olmak üzere ikiye, daha sonra da her birini daha tam olanı ve olmayanı şeklinde ikişer kısma daha ayırarak işlemişlerdir.30 Zikredilen Hanefî ekolüne ait eserlerde müstakil olarak hüküm bahislerine yer verilmemiş, farz, vâcip, sünnet ve nâfile kavramları emir ve nehiyle bağlantı kurularak lafız bahisleri içinde ele alınmıştır. Emir kavramı içinde de ifası ve vakitle ilişkisi bakımından incelenmiştir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla mütekellimûn usûlcüleri arasında ilk defa Gazzâlî tarafından hükmün hakikati, hükmün kısımları, hükmün rükünleri ve hükmü doğuran şeyler şeklinde sistematize edilerek bir arada işlenen ve kelâm konuları ile de irtibatlı olan hüküm bahisleri31, muhtevasını verdiğimiz kitaplarda, eserler arası farklılıklar olmakla birlikte dağınık bir şekilde ve kısmen yer alır. Söz konusu eserlerde hâkim konusu ile ilgili bazı açıklamalara hüsün-kubuh açısından emir ile bağlantılı başlıklar başta olmak üzere, değişik yerlerde yer verilmekle birlikte, özellikle Debûsî’nin aklî huccetler çerçevesinde yaptığı açıklamalar dikkate değerdir.32 Hüküm ve kısımları bağlamında teklîfî hükümlerden talebin olumlu oluşuna göre teklîfî hükümler (farz, vacib, sünnet, nafile), azîmet, ruhsat ve bunların muvakkat ya da gayri muvakkat oluşu, edâ ve kazâ edilmeleri gibi bağlantılı konular yorum (lafız) bahisleri içinde ele alınırlar. Muhtevası verilen eserlerde talebin olumsuz oluşuna göre teklîfî hükümlere (haram, mekruh) açıkça yer verilmemekle birlikte nehy konuları içinde dolaylı olarak işlenirler.33 30 Azîmet ve ruhsat ile ilgili açıklamalar için bk. Debûsî, Takvîmü’l-Edille, s. 81-86; Pezdevî, elUsûl, II, 543-600; Serahsî, el-Usûl, I, 117-124. 31 Gazzâlî, Muhammed Ebû Hamid İdris, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, Bulak 1323, I, 55-100. Hüküm bahisleri, bazı eserlerde kelâm, dil ve hükümler olarak belirlenen usûlün yardımcı kaynaklarının üçüncüsünün tanıtılması ve açıklanması çerçevesinde ele alınmaktadır. Bkz. Âmidî, el-İhkâm, I, 76-145; İbn Hâcib, Osman b. Amr b. Ebû Bekir el-Mâlikî, Müntehe’l-Vusûl ve’l-Emel fî ‘İlmeyi’l-Usûli ve’l-Cedel, Beyrut 1985, s. 29-45; İsfahânî, Ebu’s-Senâ Şemseddin Mahmud b. Abdurrahman b. Ahmed, Beyânü’l-Muhtasar: Şerhu’l-Muhtasari İbni’l-Hâcib (nşr. Muhammed Mazhar Bekâ), Mekke 1986, I, 286-452. 32 Bkz. Debûsî, Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer, Takvîmü’l-Edille (nşr. Halil Muhyiddin el-Meys), Beyrut 2001, s. 34-47, 50-60, 442-464; Pezdevî, Ebu’l-Hasan b. Ali b. Muhammed b. el-Hüseyin b. Abdülkerim b. Mûsâ b. Îsâ b. Mücâhid Fahrü’l-İslâm el-Pezdevî, el-Usûl (Keşfü’l-Esrâr içinde), el-Usûl, I, 389-446, 453; IV, 379-391; Serahsî, el-Usûl, I, 60-73. 33 Hüküm ve kısımları ile ilgili konular için bkz. Cessâs, el-Fusûl, II, 123-131, 149, 156-157, 168, 171-189; IV, 9; Debûsî, Takvîmü’l-Edille, s.49, 67-93, 371-387; Pezdevî, el-Usûl, I, 304-392, 447-585; II, 543-618; IV, 283-391; Serahsî, el-Usûl, I, 26-59, 78-99, 110-124; II, 300-332. Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Litar 115 Mütekellimûn’ün ilklerinden olan Bâkıllânî et-Takrîb ve’l-İrşâd adlı eserinde ahkâm-ı hamseyi tanımlarıyla birlikte husun-kubh ana başlığının altında alt başlıkla ayrı ayrı incelemiştir. Onun tanımlarında yine mütekellimûn ekolünün karakteristik özellikleri hakim gözükmektedir. Sözgelimi, bahse konu kavramları, onlara bağlanan müeyyideler açısından tanımlama yoluna gider. Vacip, “terki halinde kınama (levm), ve kötüleme (zemm) gereken fiil”34dir. Nedb “Yapılmaması halinde kınama ve günah (me’sem) gerektirmeyen emr”dir.35 Mubah, “İşlenmesine Şari tarafından izin verilen, yapılması veya yapılmaması halinde zem ve medih gerekmeyen fiil”dir.36 Bâkıllânî’nin mekruh’u tanımlamasında ise tam bir netlik görülmemektedir. Zira o, mekruh için birkaç tanım vermektedir. Buna göre mekruh, a) “Yapılması yasaklanan bir fiil”dir. b) “Yapılması terkinden efdal olan ve yapılmasında sevap, terkinde sevap olmayan şey. Sözgelimi kuşluk namazının terkedilmesinin mekruh olması gibi”. Bu anlamda mekruh mendupla aynı anlamı taşımaktadır. Burada mekruhun olumlu anlam taşıması da ilginçtir. c) Hükmünde ihtilaf edilen vasıf. Kullanılmış suyla alınan abdestin vasfı gibi. Bu tür suyla abdest almanın cevazında ihtilaf olduğu için mekruhtur.37 Mütekellimûn ekolündeki ilk dönem müelliflerinden Ebû’l-Hüseyn el-Basrî38 (v. 436/1044) ahkâm-ı hamse konusunu “el-kelâm fi’l-ef’âl” ana başlığında ve “bâbu fî zikri fusûli’l-ef’âl”39 alt başlığında incelemektedir. Burada kelâmî ekolün sistematikleşme sürecine girdiği ve konuları daha alt başlıklar halinde incelemeye fukaha ekolünden önce başladıkları görülür. Zira ahkâm-ı hamse, fukaha geleneğinde teklifi hüküm (el-ahkâm et-teklîfiyye) başlığı altında daha sonraları ele alınmaya başlamıştır. Şunu da vurgulamak gerekir ki, Ebû’l-Hüseyn el-Basrî ahkâm-ı hamse’ye ilişkin sözü geçen kavramları hüsün-kubuh nazariyesi bağlamında ele almaktadır. Sözgelimi haram ve mekruh kavramları için “zekera’ş-şeyh Ebû Abdullah enne ehle’l-Irâk yukassimûne’l-kubha ile’lmuharram ve’l-mekrûh= Şeyh Ebû Abdullah Irak ekolünün kubhu haram ve mekruh şeklinde taksim ettiklerini söyledi” ifadelerini kullanmakta, olumlu olan teklîfî hükümleri “hasen” çerçevesinde mütalaa etmektedir.40 Ahkâm-ı hamse, Ebû Hüseyn el-Basrî den itibaren belli bir tasnif içinde ele alınmamakla birlikte tam olarak kullanılmaya başlamıştır. Basrî, günü34 35 36 37 Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-İrşâd, I, 293. Bâkıllânî, age., I, 291. Bâkıllânî, age., I, 288. Bâkıllânî, age., I, 299-300. Daha sonra görüleceği üzere, mekruhun tanımındaki bu bulanıklık Gazzâlî’ye (ö. 505/1111) kadar devam edecektir. 38 Ebû Hüseyn el-Basrî Aristo’dan yaptığı çeviri ve şerhlerle tanınan Yahyâ b. Adî’nin öğrencisidir. Ünlü Hıristiyan filozof İbnü’s-Semh’ten de felsefe, matematik, astronomi ve kimya okumuştur. Akgündüz, Ahmed, “Ebû’l-Hüseyn el-Basrî”, DİA, İstanbul 1994, X, 327. Eğer Schacht’ın tezi isabetli olsaydı, Basrî, gördüğü eğitim üzerine doğrudan ahkâm-ı hamse’ye ilişkin terimleri Grek felsefesinden bir bütün olarak aktarırdı. Ancak onun eserinde böyle bir şey görülmemektedir. 39 Ebû Hüseyn el-Basrî, Mu’temed, I, 334. 40 Ebû Hüseyn el-Basrî, Mu’temed, I, 335. 116 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ müze kadar ulaşan Mu’temed adlı eserinde Şeyh Ebû Abdullah’tan41 nakilde bulunarak, Irak ehli’nin kubhu (kötüyü) “muharram” ve “mekruh” kısımlarına ayırdıklarını,42 yine farz ve vacip ayırımı yaptıklarını43 haber vermekte, vacibin tahyir (vacip ale’t-tahyîr veya ale’l-bedel), aynî-kifâî (el-vâcib ale’l-a’yânel-vâcibât ale’l-kifâye) ayırımına gittiklerini ve kendi mensup oldukları ilmî gelenek ve mesleğin haricindeki alimlerin vacibi muvassa’-mudayyak (geniş vakitli-dar vakitli) şeklinde bir tasnife tabi tuttuklarını da belirtmektedir.44 Yine mubah, müstehab, nefl, tatavvu, nedb45 kavramlarını kullanmakta, vâcibi el-vâcib ale’l-muayyen ve’l-muhayyer (belli vacip-seçenekli, vacip) kısımlarına ayırmakta ve yer yer sözünü ettiği kavramların tanımlarını vermektedir. Söz gelimi, muharrem için “en lâ yuf”ale=yapılmaması”, mekruh için “mâ lâ be’se bi fi’lihi=yapılmasında beis olmayan”, nedb için “ve min hakkı’n-nedbi en yestehıkka’s-sevâbe ve’l-medha bi fi’ilihi=yapılması halinde sevap ve övgüye hak edilmesi nedbin özelliklerinden”46 tanımlarını vermektedir. Yine Ebû’l-Hüseyn el-Basrî, muhayyer vacibi “el-vâcib ale’l-bedel” diye adlandırmakta ve bu tür vacibi bir takım gerekçelerle kabul etmemektedir.47 İlk dönem mütekellimûn usûlcülerden olan İmamü’l-Harameyn Cüveynî ise, ahkâm-ı hamse’yi emir ve nehiy konusunu inceledikten sonra “fî ma’nâ’lahkâmi’ş-şer’iyye” başlığında ahkâm-ı hamseyi vücûb, hazr, nedb, kerahiyye, ibâha şeklinde sıralayarak vermiştir. Ne var ki onun burada verdiği tanımlar muhteva itibariyle ahkâm-ı hamsenin her birine bağlanan hukukî sonucu ifade etmektedir. Meselâ, vacip için “hüvellezî yestehıkku’l-mükellef el-ıkâba ale terkihî=mükellefin terk etmesi halinde cezayı hak ettiği şey” veya “ el-vacibü mâ tûadü’llahi Teâlâ ale terkihî bi’l-ıkâbı=vâcip, Allah Teâlâ’nın terk edilmesine ceza vereceği (amel)” tanımlarını nakletmekte ve kendisi bu tanımları problemli bulduğu için sonunda “el-vâcib ennehü’l-fi’lü’l-muktedâ mine’ş-şâriı’llezî yülâmü târikühû şer’an=vâcip, Şâri’ tarafından yapılması istenen, terk edenin şer’an kınanacağı fiil” biçiminde tarif etmektedir.48 Cüveynî, vacib-i muhayyer ve vacib-i mudayyak kavramlarını kullanmakla birlikte onların tanımlarını yapmamaktadır.49 Cüveynî mendubu “yapılması talep edilen, terkine kınama 41 Ebû Hüseyn Basrî’nin Şeyh Abdullah olarak zikrettiği kimse Ebû Abdullah el-Basrî (ö. 369/97980) olabilir. Fıkıh usûlüne ilişkin el-Usûl ve nakdü’l-fütyâ adlı eseri günümüze ulaşmamıştır. Hakkında bilgi için bkz. Şerafettin Gölcük, “Ebû Abdullah el-Basrî”, DİA, İstanbul 1994, X, 84. 42 Ebû’l-Hüseyn, el-Basrî, el-Mu’temed fî Usûli’l-fıkh, (tahk. Halil Meyyis), Beyrut 1403, Dârü’lKütübi’l-İlmiyye, I, 335. 43 Ebû Hüseyn el-Basrî, age., I, 340. 44 Ebû Hüseyn el-Basrî, age., I, 336. 45 Ebû Hüseyn el-Basrî, age., I, 337-339. 46 Ebû Hüseyn el-Basrî, age., I, 335. 47 Ebû Hüseyn el-Basrî, age., I, 84-85. Bilindiği üzere Ebû Hüseyn el-Basrî, aynı zamanda Mu’tezilî bir kelamcıdır. Genellikle Mutezilî usûlcüler muhayyer vacibi kabul etmezler. 48 Cüveynî, İmâmü’l-Harameyn Ebi’l-Meâlî Abdü’l-Melik, el-Burhân fî Usûli’l-fıkh, (talîk ve tahrîc, Salah Muhammed b. Uveyzah), Beyrut 1997/1418, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, I, 106-107. 49 Cüveynî, el-Burhân, I, 78-79. Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Litar 117 gerekmeyen fiil” olarak tanımlarken, mubahı “iktiza ve zecr olmaksızın Şâri’in yapılıp yapılmaması arasında serbest bıraktığı fiil” olarak tanımlamıştır. Mahzur (haram) ise, Şâri’in yasakladığı, işleyenin kınandığı fiil”dir. Mekruhun tanımının tartışmalı olduğunu ifade eden Cüveynî mekruhu “yasaklanan ancak işleyenin kınanmadığı fiil” şeklinde tarif etmiştir.50 Belirtmemiz gereken önemli bir husus, Mutezile’nin söz konusu kavramlardan muhayyer vacibi kabul etmemesidir.51 Dikkat çekici bir diğer nokta ise, terminolojideki inceliktir. Genelde mütekellimûn usûlcüleri “haram” ifadesi yerine “mahzur” kavramını kullanırlar. Ahkâm-ı hamse’ye ilişkin kavramların gelişimi ve kullanımı mütekellimûn ekolünde bu minvalde olmakla birlikte, içeriklerinin tam olarak doldurulmasının Gazzâlî ile başladığını söyleyebiliriz. Nitekim ahkâm-ı hamse’nin detaylı ve sistematik taksimatının, “hükmün kısımları” şeklinde müstakil bir başlık altında, tespit edebildiğimiz kadarıyla ilk olarak mütekellimûn mesleğine göre kaleme alınmış olan Gazzâlî’nin el-Mustasfâ adlı eserinde görmek mümkündür. Bu nedenle mütekellimûn yöntemine göre kaleme alınan usûl eserlerinde yapılan taksimatın temel kaynağının Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) el-Mustasfâ isimli eseri olduğu söylenebilir. Gazzâlî’nin zikredilen eserinde önemli ölçüde gelişmiş hale gelen söz konusu taksimat52, daha sonraki her iki metoda göre telif edilmiş eserlerde (farz-vacip taksimatı hariç) istikrar ve süreklilik arzeden bir kalıp haline dönüşmüştür. Görüldüğü üzere bu konuda belirleyici adım Gazzâlî tarafından atılmıştır.53 Hanefilerden elimize geçen ikinci usûl eseri olan Debûsî (ö. 430/1039), ahkâm-ı hamseyi azimet ve ruhsat başlıkları altında ele alan sonraki Hanefi alimlerinin aksine konuyu “el-kavlü fî menâzili’l-meşrûât hakkan lillâhi Teâlâ ve beyâni ahkâmihâ=Allah hakkı olarak ortaya konmuş hükümler ve açıklaması” şeklinde bağımsız başlık altında incelemiştir. Debûsî başlığında söz konusu hükümlerin Allah hakkı olduğuna vurgu yapmıştır. Debûsî burada farz, vacip, sünnet ve nafilenin tanım ve hükümlerini vermiş, olumsuz bildirimleri ele almamıştır. Burada dikkat çeken bir diğer husus, ahkâm-ı hamse için ne efâl-i mükellefîn ne de ahkâm-ı hamse kavramlarının kullanılmadığı, bunun yerine Bâkıllânî de de görüldüğü üzere “meşrûât” başlığının kullanılmış olmasıdır.54 Muhtemelen bu yüzden de, Debûsî’de ahkâm-ı hamse’nin tanım ve muhtevası tam olarak olgunlaşmamıştır. Farz için “Allah’ın bize gerekli kıldığı 50 Cüveynî, age., I, 107. 51 Ebû Hüseyn el-Basrî, el-Mu’temed, I, 330. 52 Bu taksimatın Gazzâlî gibi mütekellimûn metoduna mensup bir usulcü tarafından geliştirilmiş olması ile bu metoda mensup hukukçuların usulün teşekkülünde furudan değil, doğrudan naslardan hareket etmeleri arasında da bir bağlantı düşünülebilir. 53 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 66. 54 Debûsî, Takvîmü’l-Edille, s. 77. 118 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ve ölçüsünü belirlediği, bize levh-i mahfuzda yazılmış (farz kılınmış) şeylerdir” tanımını yapmıştır. Ona göre vacib, “kendisi ile amelin gerekliliği hususunda mektubât (farzlar) gibi olup, ilim ifade etmeyen haber-i vahidle bağlayıcılığı sabit olan şeydir” şeklindedir. 55 Sünnet ise, “”Yurâdu bihâ tarâiku’d-dîni immâ li’r-Rasûli bi kavlihî ev fi’lihi ev li’s-sahâbeti=Peygamber veya sahabenin kavlî ve fiîli din yolları(tarâiku’d-dîn)/hükümleridir”.56 Sünnet tanımında Debûsî ilginç bir şekilde sahabenin kavlî ve fiili tasarruflarını da sünnet kapsamı içine dahil etmiştir. Nafilenin tanımının ise diğer tanımlara göre gelişmiş tanım olduğu görülür. Nafileyi “kulun farzlara ve meşhur sünnetlere ilaveten yaptığı ibadetlerdir” şeklinde tanımlamıştır. Tatavvu’nun ise nafile ile benzer/ eşanlamlı olduğunu (nazir) söylemiştir.57 Debûsî olumlu bildirimlerin tanımlarını verdikten sonra hükümlerini bildirir. Farzın hükmü kalben kuşkusuz inanmak, bedenen amel etmektir. Aksi takdirde kul inkarı halinde küfre ve amelen terki halinde isyana düşmüş olur. Vacibin hükmü ise, “bedenen amel hususunda farzın hükmü, ilim (bilgi) konusunda ise sünnetin hükmü gibidir.”58 Sünnetin hükmü “kuldan yerine getirilmesinin istenmesi, farz ve vacip olarak telakki etmeksizin, küçümseyerek terk edenin kınanmasıdır. Zira onun en alt derecede olanı Rasûlüllah ve sahabenin yoludur.” Nafilede ise, işleyene sevap, terk edene kınama yoktur.59 Debûsî, olumsuz bildirimler olan haram ve mekruh ile mubahın tanımlarına yer vermemiştir. Diğer yandan Hanefî ekolünün ileri gelen usûlcülerinden Pezdevî’nin (ö. 482/1089) usûlü fukâha geleneğinde o zamana kadar kaleme alınan usûl eserleri içinde en güzeli ve en doyurucusu kabul edilmektedir.60 Pezdevî teklifî hükümlerden olumlu olan farz, vâcib, sünnet ve nâfileyi azimetin kısımları olarak azimet ve ruhsat bahsinde ele almaktadır. Pezdevî burada Debûsî ve Serahsî’den ayrılmaktadır. Halbuki bu iki alim konuyu “meşrûât=hükümler” başlığında ele almaktadırlar. Pezdevî burada sözü geçen terimlerin tanımlarını vererek hükümlerini anlatmakta ve bunları “usûlü’ş-Şer’=Şeriatın kökleri” olarak adlandırmaktadır. Pezdevî’de farz, “ziyade ve noksanlığa ihtimali olmayan, şüphe götürmeyen delille sabit olan mukadderat”61, vacip ise, “şüpheli bir delille gerekli olan şey”62 şeklinde tanımlanmıştır. Ancak talebin olumsuz olduğu teklifi hükümlerden “haram ve mekruh”tan söz etmemektedir. Diğer yandan Pezdevî, mudayyak vacip şeklinde zikretmeksizin “bâbu taksîmi’lme’mûru bih fî hükmi’l-vakt=hükmün vakti bakımından emredilen şeyin tak55 56 57 58 59 60 Debûsî, age., s. 77. Debûsî, age., s. 78. Debûsî, age., s. 78. Debûsî, age., s. 78. Debûsî, age., s. 79. Zekiyyüddîn Şa’bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l-fıkh), (çev:. İbrahim Kâfî Dönmez), Ankara 1990, s. 35. 61 Pezdevî, Usûl, II, 620. 62 Pezdevî, age., II, 621. Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Litar 119 simi” başlığında vacibi mutlak ve muvakkat kısımlarına ayırmaktadır.63 Yine başka bir vesile ile muayyen-muhayyer ve mutlak-mudayyak vacibe örnek vermekle birlikte, kavram olarak sözü geçen terimleri zikretmemektedir.64 Pezdevî, ibaha ve nedb kavramlarını masdar olarak kullandığı gibi, “mendub”, “mubah”, “îcâb” şeklinde de kullanmaktadır.65 Pezdevî sünnete, “dinde tutulan bir yolun ismi”, nafileye de “Şeriatın vaz ettiğine eklenen bir fazlalık”66 şeklinde tanım getirmiştir. Hanefi usulcülerinden Serahsî (v. 483 veya 490?/1090 veya 1097) usûlünde farz, vacip, sünnet ve nafile kavramlarını meşrûat (normlar/hükümler) (faslün fî beyâni’l-meşrûât mine’l-ıbâdât ve ahkâmuhâ=ibadet normlarının açıklaması ve hükümleri) başlığı altında konu edinmekte ve tanımları bu başlık altında vermektedir.67 Serahsî’nin bu hususta Debûsî’den etkilendiği söylenebilir. Emir başlığının altında emr’in mucebi (mûcebü’l-emr) konusunda ise mendup ve mubah kavramlarının tanımlarını vermektedir.68 Serahsî’nin farz tanımı Pezdevî’nin tanımıyla aynı ifadeleri taşımaktadır. Başka bir yerdeki farz tanımında onu “kesin bir delille sabit olan, amel etmeyi ve kesin bilgiyi gerektiren şey” olarak tanımlamaktadır. Vacibi ise, “Şer’an edası lâzım olan, haram ve helale ilişkin şeylerde terki gereken....ameli gerektiren bir delille sabit olmakla birlikte, rivayetinde şüphe olması itibariyle yakîn bilgi gerektirmeyen hüküm” şeklinde tanımlamaktadır. Onun bir diğer tanımı ise mütekellimûn ekolünün vacip tanımlarına benzemektedir. Bu tanımda vacip, “yapanın sevap aldığı, terkedenin ise cezayı hak ettiği şey” olarak belirtilmektedir.69 Sünneti ise “Şer’an, Rasûlüllah’ın ve kendisinden sonra Sahabe’nin koyduğu yol” olarak tanımlamaktadır.70 Mendup da “yapmakla sevap kazanılan, terkedilmesinde ceza olmayan şey” olarak ifade edilir. Serahsî de Pezdevî gibi haram ve mekruhun tanımlarından sözetmez. Fukahâ mesleğinde Serahsî’ye kadar olan dönemde kavramlar emir, nehiy, bazen Pezdevî’nin usûlünde olduğu gibi azimet-ruhsat bahislerinde incelenmekle birlikte, sistematik olarak teklifi hükümlere ilişkin müstakil başlık altında ayrıntılı olarak ele alınmadıkları gözlemlenir. Ahkâm-ı hamse’nin olumlu hüküm içerenleri fukaha geleneğinde “emr” konusu içinde incelenmekte, teklifi hükümlere ilişkin olarak müstakil bir başlık altında ele alınmamaktadır. Muhtemelen bize kadar ulaşmayan önceki eserlerde de durum bu şekildedir. Halbuki mütekellimûn ekolü, söz ko63 64 65 66 67 68 69 70 Pezdevî, age., I, 213. Pezdevî, age., II, 229-230. Pezdevî, age., I, 134, 138. Pezdevî, age., II, 622. Serahsî, Usûl, I, 110-115. Serahsî, age., I, 15, 17. Serahsî, age., I, 17, 111. Serahsî, age., I, 113. 120 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ nusu kavramları “aksâmu’l-hükm=hükmün kısımları”, “el-muharremât ve’lmubâhât=haramlar ve mubahlar”, “bâbu fî zikri fusûli’l-ef’âl=fiillerin kısımları” ve “fî ma’nâ’l-ahkâmi’ş-şer’iyye=şer’î hükümlerin anlamları” gibi müstakil başlıklar altında incelemektedir. Diğer yandan teklifi hükümlerin (ahkâm-ı hamse) muhteva ve tanımları ana iki ekole mensup hukukçular tarafından farklı bir şekilde açıklanmış ve tanımlanmıştır. Mütekellimûn mesleğine mensup alimler, iktiza kavramı çerçevesindeki hükümleri, talebin yerine getirilmemesine bağlanan yaptırımın niteliğini göz önünde bulundurarak tanımlarlarken, fukâha ekolü talebin bağlayıcılığını ve hükmün dayanağı olan delilin sıhhatini esas almışlardır. Mütekellimûne göre, mükellefin yerine getirmemesi halinde cezaya ve kınamaya (ıkâb ve zem) maruz kaldığı talebe îcab; talebe bağlanan sonuca vucûb ve talebin yöneldiği fiile vacib; yerine getirilmemesi halinde herhangi bir kınamanın söz konusu olmadığı fiile mendup, ilgili talebe ve bağlanan sonuca da nedb denilir. Yapılmaması talep edilen, fakat yapılması halinde kendisine ceza ve kınamanın yöneldiği talebe tahrîm, talebe bağlanan sonuca hurmet ve fiile harâm (mahzur); yapılmaması halinde de mükellefin kınanmadığı fiile mekruh, talebe ve talebe bağlanan sonuca da kerahet denilir.71 Fukaha mesleğini takip eden usulcüler ise, nasslardaki açıklık derecelerine uygun biçimde bağlayıcılığı esas alarak tanımlama yoluna gitmişlerdir. Bunun yanında onlar delillerin zannî olmasını da göz önünde bulundurduklarından, fukaha ekolünün tasnifi beşli olmak yerine yedili olmuştur. Fukaha mesleğinin meseleyi inanç noktasından değerlendirmesi, esas itibariyle inanç ekolüne dayanan mütekellimûnden gelmesi beklenirken fukaha ekolünden gelmesi de, ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bilindiği üzere Hanefî usûlcüler hükmün dayandığı delilin zannî ve kat’î oluşu yönünden de meseleye bakmakta ve terimleri bu açıdan farz-vacip, haram-mekruh taksimine tabi tutmaktadır. Şer’in hükmün dayanağının niteliği ile ilgili olan ve itikadî yönü de olan bu ihtilafın ise, ne zamandan beri başladığı ve böyle bir ayırıma gitmenin gerekçelerinin ne olduğu hususunda açık bilgilere ulaşamadık. Ancak bu konuda bir takım varsayımlarda bulunmak mümkündür. Buna göre Hanefilerin böyle bir ayırıma gitmelerinin temelinde, Ebû Hanife’nin aynı zamanda bir kelamcı olmasının etkin olduğu söylenebildiği gibi, genel olarak Hanefilerin kavram hukukçuluğu72 yapmalarının da bir 71 Bağdâdî, Ebî Mansur Abdulkâhir et-Temîmî, Kitâbu Usûliddîn, Beyrut 1401/1981, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, s. 199; a.mlf., el-Fark beyne’l-Firak, (tahk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamid), Beyrut 1411/1990, el-Mektebetü’l-Asriyye, s. 347; Şirâzî, Ebû İshak İbrahim Ali b. Yusuf, el-Luma’ fi Usûli’l-Fıkh, Beyrut 1405/1985, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, I, 159-160; Cüveynî, el-Burhân fî Usûli’l-Fıkh, I, 213-216. 72 Kavram hukukçuluğu, hukuk kavramlarının kesin bir biçimde tanımlanması ile hukukun ve hukuk dilinin kesinliği ve açıklığının sağlanmaya çalışıldığı bir yaklaşım şeklidir. Böylelikle sübjektif eğilimler ve ihtilaflar hukuk alanından uzaklaştırılmış olacaktır. Hukuk önermesi- Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Litar 121 rolünün olduğu söylenebilir. Onlar kelâmi açıdan zannî delillerle sabit olan vacip ve mekruhu inkar etmenin küfrü gerektirmeyeceğini ileri sürerek aslında şüphe ile imanın bir arada olamayacağını73, kat’î olmayan bir delil ile iman tesis edilemeyeceği gerçeğini vurgulamak istemiş olabilirler.74 Hanefîler usûle ilişkin bir çok konuda epistemolojik açıdan farklılığı göz önünde bulundurarak amel-itikad (iman) ayırımına gitmelerine karşın burada, itikâdî sonuçlarını dikkate alarak amel-iman ilişkisini kurmuşlardır. Aynı şekilde fıkıh kavramları konusunda kavram hukukçuluğu yapan Hanefîlerin, ahkâm-ı hamse söz konusu olduğunda da farz ve haram’ı kat’î delillere dayandırmaları, ayrıca vacip ve mekruh gibi iki farklı kavram geliştirmeleri, kavram hukukçuluğu ve kavramların tam olarak içinin doldurularak billurlaşması, noktasında kendi usûlleri açısından isabetli ve tutarlı bir tavır olmuştur. Çünkü belirli terimlerle düşünülmediği, kavramlar incelmediği takdirde, zannî delillerde olduğu gibi ihtilafların çoğalmasına zemin hazırlanmış olur. Öte yandan Hanefiler ortaya koydukları mekruh kavramıyla haramların alanını daraltmakta ve “Allah adına hüküm koyma”75 yasağını çiğnememiş olmaktadırlar. Beş değer hükümleri zamanla sınırları belirgin bir şekilde tanımlanıp her biri en ince ayrıntısına kadar incelenmiştir. Başlangıçta Bakıllânî’de görülen talebin olumsuz olduğu haram ve özellikle mekruh’ta içerik itibariyle muğlaklığın76 Gazzâlî’ye kadar sürdüğü söylenebilir. Söz gelimi Gazzâlî (ö. 505/1111) mekruh için şunları söylemektedir: “Mekruh lafzı fakihler arasında birkaç anlamda müştereken kullanılmakta olup, bu anlamlardan bazıları şunlardır: a) Haram (Mahzur): Şafii çoğu yerde “Bunu kerih görüyorum” demiş ve bununla ‘haram’ı kastetmiştir. b) Tenzihen yasaklanmış şey: 73 74 75 76 nin taşıyıcı temelleri olarak kavramların açıklanması ve kesinliğe kavuşturulması uygulama birliğinin sağlanması açısından, özellikle de hukuk güvenliği açısından ilgi gördüğü kadar hukukta standartlaşmayı sağlaması yönüyle de iş görmüştür. Kavram ve kurumların tanımlanıp belirginleşmesi hukuk uygulamalarındaki birlik kadar hukukun sistemleştirilmesi açısından da büyük önem taşımaktadır. Daha fazla bilgi için bk. Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Ankara 1996, s. 53-54; Işıktaç, Yasemin-Metin, Sevtap, Hukuk Metodolojisi, İstanbul 2003, s. 69-70. Hanefîlerin furu alanında diğer mezheplerde olmadığı şekliyle mülkiyeti, rakabe mülkiyeti (çıplak mülkiyet) ve menfaat mülkiyeti şeklinde kısımlara ayırmaları, benzer şekilde usul alanında da batıl kavramının yanı sıra fesad kavramı ve istihsan kavramlarını ortaya koymaları söz konusu özelliklerine verilebilecek diğer örneklerdendir. Hanefilerin şüpheye dayalı imanın kabul edilmeyeceği düşüncesi için bk. Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam Azam Ebû Hanîfe’nin İtikadi Görüşleri, (çev. İlyas Çelebi), İstanbul 1996, s. 113; Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturidî”, (İmam Mâturîdî ve Maturidîlik içinde), Ankara 2003, s. 37. Genel olarak Hanefîlerin kelamî görüşlerini fıkh ve usûl-i fıkhla ilgili eserlerde yansıttıklarına dair bk. Kutlu, age., s. 21. el-En’âm, 6/140; el-A’râf, 7/32; et-Tevbe, 9/29, 31, 37; Yûnus, 10/59-60; en-Nahl, 16/116. Bakıllânî, et-Takrîb ve’l-irşad, I, 299-300. 122 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Bu, yapılmasına ceza verilmediği halde, terk edilmesi yapılmasından daha hayırlı olduğu hissedilen şeydir. Bu anlamda mekruh, mendûbun mukabili olmaktadır. Nitekim mendub, yapılması terk edilmesinden daha hayırlı olduğu anlaşılan şeydir. c) Yasaklanmış bile olsa, evlâ olanı terketme (terkü’l-evlâ): Kuşluk namazının terk edilmesi böyledir…. d) Haramlığında şüphe ve tereddüt olan şey.77 Mekruh genelde, kesin delille yasaklanan diğer yasaklara nazaran dinî karakteri daha az, yer ve zamana bağlı yasaklardır. Dolayısıyla mekruhun fiilin/eylemin mahiyeti ve yer ve zamanla ile ilgili olması, ahkâm-ı hamse içinde kapsamının en geç belirginleşen bir kavram olmasına yol açmış olabilir. İnsanların ödevlerinin beş kategoride ele alınışını hicri V. asra78 kadar götürebilmekle birlikte ahkâm-ı hamse’nin daha detaylı ve sistematik taksimatının, “hükmün kısımları” şeklinde müstakil bir başlık altında tespit edebildiğimiz kadarıyla ilk olarak mütekellimûn mesleğine göre kaleme alınmış olan Gazzâlî’nin “Mustasfâ” adlı eserinde görmek mümkündür. Gazzâli’ye kadar olan dönemde Mütekellimûn mesleğine mensup alimlerin ahkâm-ı hamse kavramlarının bağımsız ve ayrıntılı olarak ele alınmaları hakkında fukaha mesleğine mensup alimlere bakarak önce davranmaları onların kural ve kavramların tespitinde fukaha mesleğinde olduğu şekliyle doğrudan fer’î çözümlere dayanmak yerine Kur’an ve Sünnet nasslarını esas almalarıyla açıklanabilir. Bilindiği üzere fukaha ekolünde usûl eserlerinin kaleme alınmasında amaç, öncelikli olarak bir yöntem ortaya koymak (usûl inşâsı) değil, yeni meseleler karşısında mezhep çizgisinde çözümlerin üretilmesinde kullanılacak usûlün belirlenmesi olmuştur. Mezhep görüşlerinin savunulması ve desteklenmesi de bahsi geçen ekolün gayeleri arasındadır. Dolayısıyla zikredilen hedeflerin öncelikli olması, Hanefîlerin söz konusu kavramları incelemelerinin -mütekellimûn mesleğine nazaran- gecikmesine yol açtığı söylenebilir. Genel Değerlendirme ve Sonuç İlk dönemlerden günümüze doğru gelindikçe ahkâm-ı hamse’ye ilişkin konular ve ayırımların daha sistematik hale getirilmesi, kavramların netleştirilmesi ve inceltilmesi şeklinde bir seyir takip ettiği görülür. Şayet Schacht’ın belirttiği gibi Stoa felsefesinden bir etkilenme söz konusu olsaydı, usûl alimlerinin felsefe tahsili görmüş olduğu kabulünden hareketle ilk dönemlerden itibaren kavramların ve sistemin netleşmiş, belirginleşmiş, incelmiş ve tepeden 77 Bazı tasarruflarla bk. Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 67. 78 Bakıllânî, et-Takrîb ve’l-İrşâd, I, 288-293; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Kitâbu Usûli’d-dîn, s. 199. Ahkâm-ı Hamsenin Kökeni ve İlk Dönem Fıkıh Usûlü Litar 123 inme olarak karşımıza çıkmış olması gerekirdi. Oysa biz söz konusu kavramların olgunlaşmış tanım ve ayırımlarını ancak Gazzâlî’de görebiliyoruz. Kavramların gelişmesi ve billurlaşması konusunda belli bir süreçten geçilmiş olması, Schacht’ın tezinin isabetini zedelemekte ve kuşkulu hale getirmektedir. Tabii ki burada Gazzâlî’nin felsefecilere karşı olan tepki ve tavrı da, dikkate alınması gereken bir diğer husustur. Gelişim süreci içinde ahkâm-ı hamse kavramlarının tanımlarında kısmî farklılıklar gözlemlenmektedir. Tarihi süreç içerisinde kavramların içerik ve formlarının bir seyir izlemesi ve V. asırda nihai formuna kavuşmaları, söz konusu kavramların başka bir kültürden iktibas edilmediğini açıkça göstermektedir. Bu nedenle ilk dönem alimlerinin Helen kültürüne aşina olmaları ve ‘Beytü’l-hikme’ yoluyla Grek felsefesi hakkında bilgi sahibi olmaları durumu ile ahkâm-ı hamseye ilişkin kavramların muhteva ve tasniflerinin belli bir seyir takip etmeleri arasında herhangi bir ilişki yoktur. Schacht’ın teziyle ilgili diğer bir problemli nokta, Stoa felsefesinde ahkâm-ı hamseye paralel ve uygun bir tasnifin olmayışıdır. Stoa’cılıkta öne çıkan en önemli husus, ödeve yapılan ahlaki vurgudur. Bu durum ise Kant felsefesiyle örtüşmektedir.79 Fıkıh usûlünde olduğu şekliyle veya onu çağrıştırır biçimde bir ödev anlayış ve taksimini ise, Stoacılık üzerine kaleme alınmış eserlerde ve Stoa felsefesini temsil eden felsefecilerin görüşlerinde ve bunun yanı sıra felsefe tarihi kaynaklarında yaptığımız araştırmalarda tespit etmek mümkün olmamıştır.80 Schacht’ın birkaç cümleyle ifade ettiği söz konusu tez, yalnızca varsayımlara dayanmakta, somut verilerle desteklenmemektedir. Burada vurgulanması gereken bir diğer husus, Grek kültürüyle İslâm bilginlerinin karşı karşıya geldikleri ilk dönemlerde, Yunan ilimlerine olan güvensizliklerinden dolayı Ehl-i sünnet alimleri söz konusu ilimleri tepkiyle karşılaşmış ve insanları bu ilimlerden sakındırmışlardır.81 Öte yandan usulcülerin klasik eserlerde vurguladıkları bir diğer konu, beşeri fiillere ilişkin söz konusu nitelemelerin (ahkâm-ı hamse) kaynağının Kitap ve Sünnet oluşudur. Başka bir ifadeyle, söz konusu bölümleme nasslardan ilham alınarak yapılmıştır. Nitekim Bakıllânî konuyla ilişkin olarak, beşerî 79 Bu konuda bir çalışma için bk. Adnan Koşum, “Ahkâm-ı Hamse ile Kant’ın Ödev Ahlâkını Ödeve Yaklaşımları Açısından Karşılaştırma Denemesi”, Marife, Yıl: 6, Sayı. 1, Bahar 2006, s. 77-95. 80 Stoa felsefesi ile ilgili çalışmalar için bk. Essential works of stoicism (edit. by Moses Hadas), New York, Bantam Books, 1965; Stoic and epicurean philosophers : the complete extant writins of Epicurus, Epictetus, Lucretius, Marcus Aurelius (ed. Whitney J. Oates), New York : The Modern Library, 1957; The Stoic Philosophy of Seneca, Lucius Annacus Seneca ; trc. Moses Hadas, New York : W. W. Norton & Company, 1968; Brun, Jean, Stoa felsefesi = La stoicisme, çev. Medar Atıcı, İstanbul 2003, İletişim Yayınları. 81 M. Süleymân Dâvûd, Nazariyyetü’l-Kıyâsi’l-Usûlî, Menhecün Tecrübiyyün İslâmî, Dirâse Mukârene, 1984/1304, y.y., Dâru’d-Da’ve, s. 237. 124 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ davranışlara yönelik nitelemelerin İlâhi iradeyle sıkı sıkıya bağlı olduğunu, Kitap, Sünnet ve icma gibi deliller Şâri tarafından nasbedilmemiş olsaydı, adı geçen hükümlerin bilinmelerinin mümkün olamayacağını82 belirtmektedir. İslâm alimlerinin Grek düşüncesinden etkilendikleri bir gerçektir ve bu etkilenmenin olması da bir noksanlık değildir. Zira kültür ve medeniyetler arası etkileşim normal karşılanan bir durumdur. Ancak bu etkilenme, salt bir etkilenmedir. İktibas/ reception şeklinde bir nakil söz konusu değildir. Daha da önemlisi iktibası gerektirecek bir durum da söz konusu değildir. Zira iktibastan söz edebilmek için Stoa felsefesinde ahkâm-ı hamseye benzer bir prototipin olması gerekir. Stoa felsefe ekolünde yer alan bazı felsefecilerde vacibe/teklife vurgu yapılmakta ise de yaptığımız incelemelerde ahkam-ı hamseye uygun düşen böyle bir sistematik şema tespit edebilmiş değiliz.83 82 Bakıllânî, et-Takrîb ve’l-irşad, I, 173. 83 Aster, Aster, Ernst Von, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, (çev. Vural Okur), İstanbul 1999, İm Yayın Tasarım, s. 275. İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (125-135) HZ PEYGAMBER (A.S)’İN SAHABE İÇTİHATLARI KARŞISINDAKİ TAVRI Sahip Beroje* The Prophet Muhammet’s Attitude Against the Sahabe’s İjtihats Abstract İjtihat is a foundation which win Muslim jurisprudence a dynamism. Because of this importance, the Prophet urged Ashab on ijtihat and he appreciated them when they found the truth, and praised even when they did wrong. İn this study it has been examined what we should understand from the Prophet’s attitudes against Ashab’s ijtihats in terms of religious-legal point by giving examples from Sahabe’s ijtihats. Key Words: Prophet, Sahabe, İjtihat, Nas, Interpretation. Giriş İçtihat müessesesinin İslâm fıkhının en hayati organlarından biri olduğundan şüphe yoktur. Zira İslâm fıkhının statikleşmesini, donuklaşmasını ve gelişmelerin gerisinde kalmasını önleyen; zaman, durum ve ihtiyaçlar doğrultusunda fıkha dinamizm kazandıran faaliyetin adıdır içtihat. İçtihat sayesinde nasların zaman ve mekân üstü bir anlayışla nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiğini öğreniriz. Bu açıdan içtihat müessesesi, İslâm’ın işleyen aklı, yürüyen ayağı ve iş gören eli gibidir. İçtihat olmazsa dini müesseseler yeni gelişme ve ihtiyaçların gerisine düşer ve işlemez hale gelirler. Bu önemli fonksiyonuna binaen Hz. Peygamber (a.s.) kendisi içtihat ettiği gibi, yeri geldikçe ashabını da içtihada teşvik etmiş ve onları bu konuda eğitmeye çalışmıştır. Bu açıdan İslâm hukuk tarihi boyunca içtihat olgusu son derece önemsenmiştir. Bu çalışmada temel amaç, hem Hz. Peygamber (a.s.)’in ashabını içtihada nasıl teşvik ettiğini göstermek, hem de ashabın kendi başlarına yaptıkları içtihatlar karşısındaki tavırlarından ne anlamamız gerektiğini irdeleyerek, onun içtihat müessesesine verdiği önemi ve bunun dinî-hukukî yönünü anlamaya çalışmaktır. I- Hz. Peygamber (a.s)’in İçtihadı Teşvik Eden Hadisleri Hz. Peygamber (a.s)’in birçok defa ashabını içtihada teşvik ettiği sahih hadislerle sabittir. Bu hadislerde genel olarak, “Hâkim hükmedip isabet ettiğin* Yard. Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Ünv. İlahiyat Fak. 126 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ de kendisine iki ecir, hata ettiğinde ise bir ecir vardır”1 müjdesinin verildiğini biliyoruz. Ayrıca bazı sahabilerine hitaben; “içtihat et, isabet edersen sana on ecir, hata edersen bir ecir vardır”2 şeklinde mevsuk rivayetler de vardır. Hz. Peygamber (a.s.) bu sözleriyle, İslâm’ın, sadece içtihatlarında isabet etmiş çalışmaları değil, yanlış bir sonuca ulaşılmış olsa bile doğruyu ve hakkı bulma yolunda sarf edilen her gayreti mükâfatlandırdığını bildirmektedir. Bu, İslâm’ın fikir ve düşünceye verdiği önemi gösterdiği gibi; doğruyu, adaleti ve hakkaniyeti bulma yolunda gösterilen her çabayı önemseyip mükâfatlandırdığını da göstermektedir. Hz. Peygamber (a.s.) içtihadın önemini kavratmak için, Amr b. As ve Ukbe bin Amir’e yaptırdığı gibi, ashabına zaman zaman kendi huzurunda içtihat ettirerek3 onları içtihat konusunda eğitmiştir. Vahiy inmeye devam ettiği ve kendisi tek dini otorite olarak ashabın arasında bulunduğu halde, Hz. Peygamber (a.s.)’in ashabını içtihada teşvik etmesi, içtihat ameliyesini öğretmeye yönelik bir eğitim olmasının yanında; Hz. Peygamber (a.s.)’in varlığında bile içtihadın vazgeçilmez bir müessese olduğunu ümmetine kavratmaya yönelik bir mesaj olarak algılanmalıdır. Zira hayatta olaylar çok dinamik gelişir ve bir problem, vahiy beklentisine girilip zamanında çözülmediği takdirde daha büyük problemlerin doğmasına sebep olabilir. Örneğin belli bir vakitte eda edilmesi gereken ibadetle ilgili bir problem veya iki kişi arasında meydana gelen bir anlaşmazlığın çözümü için vahiy beklenmesi, ibadet vaktinin geçmesi, bir hakkın zayi olması veya geciktirilmesi sonucunu doğurabilir. Kaldı ki karşılaşılan her problemle ilgili bir vahiy inip inmeyeceği bilinemeyeceğinden boşuna da beklenmiş olabilir. Bu açıdan Hz Peygamber (a.s.) bile zaman zaman vahiy beklemeden içtihatta bulunmuştur. Hz. Peygamber (a.s.)’in Bedir savaşı esirleri konusunda vahiy beklemeden ashabına danışarak bir karar vermesi bunun en açık örneğidir.4 İçtihadın her zaman ne kadar hayati bir önemi haiz olduğu ile ilgili değinmemiz gereken ikinci bir hadis de, Hz. Peygamber (a.s.)’in, Muaz b. Cebel’i 1 2 3 4 Buhârî, “İ‘tisam”, 21; Müslim, “Akdiye”, 7; Ebû Dâvud, “Ahkâm”, 2; İbn Mâce, “Ahkâm”, 3. Darekutnî’deki rivayet şöyledir: “İki adam bir dava için Hz. Peygamber (a.s)’e geldi. Hz. Peygamber, Amr İbnu’l-As’a “Bu ikisi arasında hükm et” diye buyurdu. Amr, “Ya Resulullah; siz burada olduğunuz halde mi? O da, “Evet”, dedi. “Eğer içtihat edip isabet edersen sana on ecir, hata yaparsan bir ecir vardır.” Hz. Peygamber başka bir davada Ukbe bin Amir’e aynı şeyi söylemiştir. Ebû Hureyre’den gelen iki rivayetin birinde, on ve iki ecir geçer, diğerinde iki ve bir ecir geçer. Bk. Darekutnî, Sunenu’d-Darekutnî, Beyrut 1986, IV, 203-4. Bk. Darekutnî, IV, 203. Abdülcelil İsa, Ebu’n-Nasr, İctihadu’r-Resûl, Kuveyt 1969, 146-150. Usûl bilginleri arasında Peygamberlerin içtihat edip etmeyeceği konusunda bir ihtilaf var ise de, büyük çoğunluk güçlü deliller sunarak peygamberlerin içtihat ettiklerinin şer’an vaki olduğunu savunmuşlardır. Deliller için bk. Amidî, Seyfuddin Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi’l-Ali, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Daru Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1985, III-IV, 398-406; Abdülcelil İsa, age, 37-64. Bir rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.) “Bana vahy olunmayan konularda aranızdaki davalarda re’yimle hükmederim” buyurmuştur. Bkz. Ebû Davud, “Akdiyye”, 7. Hz. Peygamber (a.s)’in Sahabe İçtihatları Karşısındaki Tavrı 127 Yemen’e gönderirken, neyle hükmedeceksin sorusuna; Muaz’ın sırasıyla Allah’ın kitabı, Resûlullah’ın sünneti, bu ikisinde bulamazsam, “Re’yimle içtihat ederim” demesi üzerine, Hz. Peygamber (a.s.)’in memnuniyetini, “Resulünün elçisini, onun istediği şekilde muvaffak kılan Allah’a hamdolsun,”5 şeklinde izhar etmesidir. Bilindiği gibi Yemen Mekke’ye çok uzak bir bölgedir. Muaz’ın karşılaştığı meselelerin hükmünü öğrenmek için iki de bir Hz. Peygamber’e adam göndermesi mümkün değildir. Mümkün olsa bile her meselenin beklemeye tahammülü yoktur. İşte buna binaen Muaz’ın önüne gelen meseleleri kendi içtihadıyla çözeceğini mi, yoksa bu konuda bir ayet veya Hz. Peygamber (a.s.)’den bir şey bilmiyorum, deyip problemleri çözümsüz bırakacağını mı öğrenmek için Hz. Peygamber (a.s.)’in yukarıdaki soruları özellikle sorduğu anlaşılmaktadır. Burada dikkat çeken başka bir husus şudur: Muaz’ın, Hz Peygamber’in o güne kadar varid olan bütün sünnetini bilmesi mümkün olmadığı gibi, o zamana kadar nazil olan Kur’an’ın tümüne vakıf olmama ihtimali de vardır. Buna rağmen Hz. Peygamber (a.s.), “Ey Muaz, bilmediğin şeyler olabilir, senden sonra yeni ayetler inebilir, bilmediğin sünnet olabilir, sakın önemli meseleler hakkında bize sormadan kendi görüşünle hükmetme” benzeri bir tavsiyede bulunmak şöyle dursun; tam aksine, Kur’an ve Sünnetle hükmetmesi, bu ikisinden bir şey bilmiyorsa kendi görüşüyle hükmetmekten asla çekinmemesi yönünde tavsiyede bulunmuştur. Onun için Muaz’ın, “kendi görüşümle hükmederim” şeklindeki cevabından son derece memnun kalmıştır. Muaz’ın Yemen’de iken verdiği bazı hükümler bize kadar ulaşmıştır.6 II-Hz. Peygamber (a.s.)’in Sahabe İçtihatları Karşısındaki Tavrı a) Kendi Huzurundaki Sahabe İçtihatları Her ne kadar bazı âlimler Hz. Peygamber (a.s.)’in huzurunda içtihadın câiz olmadığını, böyle bir içtihadın belli olaylara ve şahıslara münhasır olduğu görüşünde olsalar da;7 bilginlerin çoğunluğu Hz. Peygamber (a.s.) zamanında ashabın mutlak içtihadını câiz görmüşlerdir.8 Ashabın Hz. Peygamber(s.a.s) ‘in huzurunda içtihat ettiğine dair şu örnekler verilebilir: 5 6 7 8 Dârimî, Sunenu’d-Dârimî, Neşadabad 1984, “Mukaddime”, I, 20; İbn Abdilberr, Câmiu Beyani’lİlm ve Fedlihi, Müessesetu Kutubi’s-Sikafiyye, Beyrut, ts., II, 55-56; İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye, ‘İlamu’l-Muvakkiîn an Rabbi’l-Alemin, Daru’l-Cîl, Beyrut 1973, I, 202. Örneğin Muaz’ın, irtidat edip daha önceki dini olan Yahudiliğe dönen bir şahsın öldürülmesine hükmettiği meselesi bunlardan biridir. Bkz. Ebû Davûd, “Hudûd”, 1; Nesaî, “Muhârebe”, 14; İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, (tahk. Said M. el-Lahham,), Beyrut 1989, VI, 584. Gazâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfâ, Bulak 1322, II, 354. Âmîdî, age, III-IV, 406. Subkî, Tacuddin Abdilvahhap, Cemu’l-Cevami’, (Celâluddin el-Mahallî Şerhî ile birlikte), Dârü’l-Fikr, yy., 1982, II, 387. 128 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Hz. Peygamber (a.s.), Amr İbnü’l-As’a bazı davalarda, “Hükmet et” diye buyurmuştur. Ukbe bin Âmir ve bir sahabîye, “İçtihat ediniz, isabet ederseniz sizin için on hasene, hata ederseniz bir hasene vardır”9 demiştir. Bu rivayetler Hz. Peygamber (a.s.)’in ashabını kendi huzurunda içtihada teşvik ettiğinin açık delilleridir.10 Şimdi burada Hz. Peygamber (a.s.)’in huzurunda yapılan bazı içtihatlarla ilgili tavrını değerlendirmeye çalışacağız. Bilindiği gibi Kurayza Yahudileri, Hendek Savaşı esnasında yaptıkları ihanetten dolayı kuşatılmış ve toptan esir alınmışlardı. Hz. Peygamber (a.s.)’in kendileri hakkında adil davranmayacağı kanaatinde olduklarından, Sa’d b. Muaz’ın kendileri hakkında hükmetmesini istediler. Resulullah onların bu isteğini kabul etti. Sa’d, Kurayza Yahudileri hakkında, kadın ve çocukların esir edilmesi, eli silah tutan erkeklerin de öldürülmesi şeklinde hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s), Sa’d’a, “onlar hakkında Allah’ın istediği şekilde hükmettin”,11 buyurmuştur. Burada dikkat çeken husus şudur: Hz. Peygamber (a.s.), Yahudilerin isteğini, bir peygamber dururken bir başkası hükmedemez deyip, geri çevirebilirdi. Oysaki bunu yapmamış ve ne hüküm vereceğini bilmediği halde Sa’d’ın hükmüne rıza göstermiştir. Her ne kadar Hz. Peygamber (a.s.), Sa’d’ın vermiş olduğu hükmün, Allah’ın onlar hakkındaki hüküm olduğunu memnuniyetle bildirmiş ise de; acaba Sa’d, Hz. Peygamber (a.s.)’in doğru bulmadığı başka bir hükme varsaydı tavrı ne olacaktı? Kanaatimizce böyle bir durumda bile memnuniyetsizliğini izhar etmez, sahabe içtihatlarında çoğunlukla yaptığı gibi büyük bir ihtimal onu taltif ederdi. Diğer bir örnek şudur: Bir gaza esnasında Hz. Katade müşriklerden birini öldürmüştü, fakat öldürdüğü müşrikin eşyasını bir başkası almıştı. Hz. Peygamber (a.s.)’in huzurunda Hz. Ebû Bekir eşyayı alan adama; “Allah ve Resul’ü yolunda kendini ölüme atarak, aslanlar gibi savaşan bir kimsenin eşyasını sana vermeyiz” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s), “Doğru söyledi, fetvasında doğru söyledi”, diyerek onu tasvip etti.12 Oysaki Hz. Ebû Bekir bunu, kendi re’y ve içtihadıyla söylemişti.13 Üstelik Hz. Peygamber (a.s.)’den izin almadan bu içtihatta bulunmuştu. Hz. Peygamber (a.s.)’in huzurunda ashabın içtihadı, prensip olarak onun izniyle olmakla beraber, Hz. Peygamber (a.s.) nezdindeki müstesna konumun9 10 11 12 13 Hadîsler için bk. Buhârî, “İ‘tisam”, 21; Müslim, “Akdiye”, 7; Ebû Dâvud, “Ahkâm”, 2; Darekutnî, IV, 203-4. Gazâlî, age, II, 355; Âmîdî, age, III-IV, 406. Buhârî, “Cihad”, 168, “Menâkıbu Ansar”, 12; Müslim, “Cihad”, 65. Buhârî, “Humus”, 18; Müslim, “Cihad”, 42. Âmîdî, age., III-IV, 407. Başka örnekler için bk. Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İctihad, DİB Yayınları, Ankara 1985, 47-48. Hz. Peygamber (a.s)’in Sahabe İçtihatları Karşısındaki Tavrı 129 dan dolayı Hz. Ebû Bekir’in bu konuda daha serbest hareket ettiği anlaşılmaktadır. Ancak bundan hareketle Hz. Peygamber (a.s.)’in huzurunda izinsiz içtihat etmenin, Hz Ebû Bekir’e has bir ayrıcalık gibi düşünmek de isabetli değildir. Çünkü onun gibi dinin ruhunu kavramış ehil sahabenin, içtihatlarına güvendikleri durumlarda Hz. Peygamber (a.s.)’in huzurunda görüş beyan etmede bir mahzur görmediklerine dair başka örnekler de vardır.14 b) Hz. Peygamber(s.a.s) ‘den Ayrı İken Sahabe İçtihatları Hz. Peygamber (.a.s) zamanında savaş, emirlik, öğretmenlik gibi çeşitli vesilelerle kendisinden uzakta bulunan sahabe de zaman zaman içtihatta bulunmuşlardır.15 Bu içtihatlarla ilgili rivayetlerin hiç birinde Hz. Peygamber(s. a.s)’in, içtihat ettiklerinden dolayı ashabını, uyardığı veya onları menettiği ile ilgili bir bilgiye rastlanmamaktadır. Aksine ashabının bu tür içtihatlarını memnuniyetle karşılamış ve takdir etmiştir. İbn Mâce’de rivayet edilen bir olayda; “Hz. Ali Yemen’de iken tek temizlik müddeti içerisinde bir kadınla beraber olan üç adam kendisine getirilir. Bu adamların her birisi kadının doğurduğu çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ediyordu.16. Hz. Ali onlardan iki kişiye: “Çocuğun buna ait olduğunu ikrar ediyor musunuz?” dedi, onlar, “hayır” dediler. Tekrar iki kişiye: “Çocuğun buna ait olduğunu ikrar ediyor musunuz?” dedi, onlar da, “hayır” dediler. Hz. Ali’nin her defasında iki kişiye aynı soruyu sorması ve onların da “hayır” cevabı vermeleri üzerine, aralarında kura çekti ve çocuğu kura isabet edene verdi. Diyetin üçte ikisini de kura isabet eden adama yükledi. Bu olay Hz. Peygamber (a.s.)’in huzurunda zikredilince, azı dişleri gözükünceye kadar gülümsedi.17 Görüldüğü gibi burada bir neseb davası vardır ve sonuçta bir insanın nesebini diğer birine isnad etmek gibi nazik bir durum söz konusudur. Böyle olunca nesep iddiasında bulunanın davayı kazanması için güçlü deliller sunması arzu edilir. Ancak bu olayda her üç davacının da delili yoktur. Böyle hassas bir davada Hz. Ali’nin davayı reddetmesi ya da meselenin doğru çözümünü öğrenmek üzere durumu Hz. Peygamber (a.s.)’e bildirmesi beklenirdi. Oysa o, davanın ertelenmesini bile uygun görmemiş, en son çözüm olan kuraya başvurmak suretiyle hükmetmiştir. Bu olay Hz. Peygamber (a.s.) hayattayken bile Ashabtan ehil olanların içtihatta ne kadar serbest davrandıklarını göstermesi bakımından önemlidir. Hz. Peygamber (a.s.)’i tebessüm ettirecek kadar sevindiren de bizce böyle zor bir davada bile Hz. Ali’nin çekinmeden kendi başına içtihat etme cesaretini göstermiş olmasıdır. 14 15 16 17 Örnekler için bk. Karaman, İctihad, 43-44. Bk. Karaman, age., 47-8. Parantez içi için bkz. İbnü’l-Kayyım, I, 203. İbn Mâce, “Ahkam”, 20. 130 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Ashap zaruri durumlarda her zaman akılla bilinmeyen ibadet meselelerinde de içtihatta bulunmuşlardır. Ebû Said el-Hudrî’nin rivayetine göre; ashaptan iki adam sefere çıkmıştı. Namaz vakti gelince su bulamadılar ve teyemmüm edip namazlarını kıldılar. Daha sonra namazın vakti çıkmadan suya rastladılar. Biri tekrar abdest alıp namazını iade etti. Diğeri namazını iâde etmedi. Resulullah’ın yanına gelince, durumu anlattılar. Resulullah, namazını iâde etmeyene: “Sünnete uygun davrandın, namazın sana yetmiştir” buyurdu. İade edene ise, “sen de iki defa ecir kazandın” deyip onu taltif etti.18 Bu olaydan iki önemli sonuç çıkarılabilir. 1- Burada iki sahabe salt ibadetle ilgili bir meselede içtihat etmişlerdir. Oysa ibadet meseleleri tabbudi olduğundan, bunlar genellikle içtihada medar olmazlar. Buna rağmen Hz. Peygamber (a.s.) onların içtihatlarını normal karşılamış ve onları taltif etmiştir. 2- Hz. Peygamber (a.s.) iki içtihattan kolay olanını kendi sünnetine uygun bulmuş ve dini sorumluluğun yerine getirilmesi açısından yeterli görmüştür. Ancak ihtiyata muvafık hareket eden diğer sahabiye de, katlandığın zahmete gerek yoktu, boşuna böyle davrandın gibi bir şey söylememiş, aksine gösterdiği dinî hassasiyetinden dolayı iki kat sevap kazandığını kendisine haber vermiştir. Bundan, dinde kolaylığın esas olduğu, fetvada da kolaylık prensibinin esas alınması gerektiği; ancak Allah korkusundan dolayı ihtiyatı elden bırakmayan insanların ayıplanamayacağını, tam aksine övülmesi gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. İbadet konusundaki bir başka içtihatta ise Ammar bin Yasir’den rivayet edilmiştir. Ammar’dan, “Ben cünüp olmuştum. Fakat su bulamadım. (Bütün vücudumla) temiz toprakta yuvarlandım ve namazımı kıldım. Bunu Resulullah (a.s.)’a anlattığımda bana: “Şu şekilde yapman yeterliydi” deyip, teyemmümü tarif etti”19 şeklinde bir rivayet gelmiştir. Bu olaydan öncelikle ibadet meselelerinin her zaman içtihatla bilinemeyeceği sonucu çıkmaktadır. Ammar, burada teyemmümü abdest ve gusle kıyas etmiş, teyemmüm yapmak yerine gusle kıyas ederek bütün vücudunu toprağa sürmek suretiyle cünüplüğünü kaldırmaya çalışmıştır. Hz. Peygamber (a.s.), bunun yanlış bir içtihat olduğunu kendisine bildirip doğrusunu öğretmiş, ancak yanlış içtihadından dolayı onu ne kınamış, ne de tepki göstermiştir. Konumuz açısından yorumlanmaya değer önemli örneklerden biri de şudur: Bilindiği gibi Hendek Savaşı’nda Kurayza Yahudileri Müslümanlarla antlaşma yapmış olmalarına rağmen, savaşın en şiddetli anında Mekke müş18 Darakutnî, age, I, 189-190. Bk. Şevkânî, Muhammed b.Ali, Neylü’l-Evtar, yy., ts., I, 265. 19 Buhârî, “Teyemmüm”, 4, 7, 8; İbn Mâce, “Teyemmüm”, 91; Darekutnî, I, 188-189. Hz. Peygamber (a.s)’in Sahabe İçtihatları Karşısındaki Tavrı 131 rikleriyle iş birliği yaparak, Müslümanları arkadan vurma planları yapmaya başladılar. Sonuçta Mekke müşrikleri hüsran içerisinde çekip gitmek zorunda kalınca, Cenab-ı Hak yaptıkları ihanete karşılık Benu Kurayza’nın cezalandırılması emrini verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.) ashabına evlerine bile uğramadan derhal Kurayza yurduna hareket etmelerin emretmiş ve “Oraya varıncaya kadar hiç kimse ikindi namazını kılmasın” buyurmuştur. Sahâbîler hemen yola çıkmış, fakat daha yolda iken ikindi namazının vakti daralmaya başlamıştır. Ashabın bir kısmı, “Resûlullah Kurayza yurduna varmadan namaz kılmamamızı emretti” diyerek namazlarını kılmadan yollarına devam etmişlerdir. Sahabenin diğer bir kısmı ise, “Hz. Peygamber (a.s.) bizim hızlı gitmemizi sağlamak ve işin ehemmiyetini vurgulamak için böyle emretti, yoksa namazı kasden geçirmemizi emretmemiştir” şeklinde içtihat edip, ikindi namazını kıldıktan sonra yollarına devam etmişlerdir. Bu durum Hz. Peygamber (a.s.)’e intikal edince o, her iki tarafın da isabet ettiğini buyurmuştur.20 Burada ilk dikkat çeken husus, Hz. Peygamber (a.s.)’in kesin emrine rağmen sahabenin içtihat etme gereği duymuş olmasıdır. Zira burada Hz. Peygamber (a.s.)’in emrinin yerine getirilmesi halinde, Allah’ın emriyle farz kılınan namazın kaçırılması, aksi durumda peygamberin emrinin çiğnenmesi söz konusudur. Kısacası her iki taraf da gerekçelerinde haklı görünmektedirler. Hz. Peygamber (a.s.) oraya bir an önce varmak için namazı kılmamalarını kast etmiş olamaz. Ancak onun kesin emrine uyulduğunda da namazın kaçırılması kaçınılmaz oluyor. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber (a.s.) her iki tarafın da içtihatlarında isabet ettiklerini ifade buyurarak onları rahatlatmıştır. Bu olaydan iki önemli sonuç çıkmaktadır. 1- Sahabe, Resûlullah (a.s.)’ın emri ile Allah’ın emri arasında fark gözetmemiştir. Zira bu olayda, “Allah’ın emri Hz. Peygamber (a.s.)’in emrinden önemlidir, öyleyse önce namazı kılalım” şeklinde bir tartışmanın yaşandığına dair kaynaklarda her hangi bir bilgi geçmemektedir. Tartışma sadece Hz. Peygamber (a.s.)’in maksadını anlamaya yönelik yapılmıştır. Bu da sahabenin, sonraki dönemlerde, şerî hükümlerde asl olan Şarî’in maksadını anlamaktır şeklinde ifade edilen şer’i esasın ne denli şuurunda olduğunun bir göstergesidir. 2- Bu olayda asıl irdelenmesi gereken nokta, Hz. Peygamber (a.s.) neden her iki tarafa da içtihatlarında isabet ettiğini söylediği hususudur. Acaba Hz. Peygamber (a.s.) onların içtihada karşı olan cesaretlerini kırmamak veya üzülmemeleri için mi böyle söyledi; yoksa gerçekten her iki taraf da isabetli bir içtihatta bulundukları için mi böyle söyledi? Şayet öyle ise bir konuda iki farklı doğru olabilir mi? Bilindiği gibi sonraki dönemlerde usulcüler bir konuda iki 20 İbnü’l-Kayyım, age., I, 203; Şevkânî, age., I, 265. 132 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ doğrunun olup olamayacağını ciddi bir şekilde tartışmışlardır.21 Çünkü eğer her iki taraf da Şarî’in maksadını anlamada isabet etti ise; bu durumda Hz. Peygamber (a.s.)’in, bu emriyle hem “öyle bir hızlı gidin ki oraya varmadan ikindi namazı geçse de kılmayın, hem de öyle bir hızlı gidin ki ikindi namazı çıkmadan oraya varın demek istemiş, fakat bununla yolda iken namaz geçse de kılmayın” demek istememiştir, şeklinde birbirine zıt iki anlamı da içeren bir emir verdiğini kabul etmemiz gerekir. Halbuki bu muhaldir ve Hz. Peygamber (a.s.) mutlaka tutarlı bir amacı gözeterek böyle bir emir vermiştir. Öyle ise Hz. Peygamber (a.s.), her iki tarafın da isabet ettiğini söylerken, her iki tarafında da kendi maksadını doğru anladığını kastetmiş olamaz. Belki sözünün her iki şekilde de anlaşılmaya müsait olduğunu, dolayısıyla her iki tarafın da içtihatlarında haklı nedenlere dayandığını, bu açıdan metodolojik olarak isabetli hareket ettiklerini söylemek istemiştir. Zaten şer’i nasları yorumlamada önemli olan da yöntemin doğru seçilmiş olmasıdır.22 Meselelerin teferruatında ihtilaftan kaçınmak ise çoğu zaman mümkün değildir. Kaldı ki Hz. Peygamber (a.s.) gerçek maksadını söylemiş olsaydı, muhtemelen isabet etmemiş olan taraf üzülecek ve içtihada karşı olan cesaretleri kırılacaktı. Esasen Hz. Peygamber (a.s.)’in asıl maksadını açıklamaması içtihat müessesesinin evrenselliği ve amacı açısından da önem arz etmektedir. Zira Şari’ hüküm içeren bir nassı va’z ettikten sonra, onun yorumlanması ve uygulanması artık tamamen müçtehidin görev alanına girmektedir. Her ne kadar bu olayda Şari’ olarak Hz. Peygamber (a.s.)’in maksadını anlama imkânı varsa da, bu sadece belli olaylarda ve o günkü insanlar için mümkün olabilecek bir husus olarak kalırdı. Hâlbuki nasları yorumlama işi kıyamete kadar devam edecek bir olgudur. Bu açıdan naslar yorumlanırken her ne kadar gaye Şarî’in maksadına uygun hükmü bulmak ise de, bunda isabet edilip edilmediğinin yüzde yüz tespiti mümkün olmayacağından, şer’î hukukta müçtehit Şari’in gerçek maksadını bilmekle yükümlü tutulmamıştır. Esasen nasların metodolojik olarak doğru yorumlanması, Şari’in maksadını anlamada ve şer’î nasların konuluş gayesini gerçekleştirmede büyük oranda yeterli olduğundan, Şari’in maksadını, bizzat Şari’den öğrenme arayışına gitmeye gerek de yoktur. Her merî anayasada aynı oranda gözetilmese de, modern Anayasa hukukun da, mantık aşağı yukarı böyle işlemektedir. Kanun koyucu konumundaki 21 Bu mesele usûl kitaplarında, her müçtehdin içtihadında isabat edip etmeyeceği şeklinde tartışılmaktadır. Genel kanaat aynı meselede birbirine zıt iki farklı doğrunun olamayacağı, bu açıdan her müçtehidin içtihadında isabet etmesinin mümkün olmayacağı yönündedir. Meselenin geniş bir tartışması için bk. Şirazî, Ebû İshak b. İbrahim, Şerhu’l-Luma’, (tahk. Abdulmecid et-Turkî), Daru’l-Garbi’l-İslamî, Beyrut 1988, II, 1043-1071; Amidî, age, III-IV, 409-423; Subkî, age, II, 388-390; Hudri Beg, Muhammed, Usûl’l-Fıkh, Daru’l-Kalem, Beyrut 1987, 373-78. 22 İbnu’l-Kayyım, namazı geciktirmeyip kılanların sözün manasına baktıklarını, yani gaî yorum yaptıklarını; Kurayza’ya vardıktan sonra kılanların ise lafzî anlama göre hareket ettiklerine dikkat çekmektedir. Ona göre birinciler mana ve kıyas ehlinin selefi, ikinciler ise zahirilerin selefidirler. İbnu’l-Kayyım, age., I, 203. Hz. Peygamber (a.s)’in Sahabe İçtihatları Karşısındaki Tavrı 133 yasama Meclisi bir kanunu yaptıktan sonra, onu yorumlamak tamamen mahkemelerin görev alanına girer. Hâkim bir kanunu yorumlarken Meclis’e, ilgili kanunu hangi maksada binaen çıkardığını sormaz. Kanunun amacını doğru anlayabilmek için Meclisin gerekçeli kararlarına müracaat edilmesi tavsiye edilse de, buna uyma zorunluluğu yoktur. Kısaca hâkim bir kanunu, o kanunun çıkarılma gerekçesi, diğer ilgili kanunların bütünlüğü, hukuk mantalitesi ve hukuki gaye doğrultusunda yorumlamaya çalışır. Meclis de bir kanunun nasıl yorumlanacağı hususunda bir hâkimin kararına müdahale edemeyeceği gibi, yorum da empoze edemez. Hz. Peygamber (a.s.)’in tepki gösterdiği sahabe içtihatları da vardır. Bu konuda Cabir b. Abdillah, şahit olduğu bir olayı şöyle anlatıyor: “Bir sefere çıkmıştık. Bizden bir adamın başına taş isabet etti ve başını yardı. Adam sonradan ihtilam oldu. Arkadaşlarına, “Bu durumda teyemmüm yapmama ruhsat var mıdır?” diye sordu. Onlar da, “Suyla yıkanabildiğine göre senin için ruhsat yoktur” dediler. Adam yıkandı ve yıkandıktan sonra öldü. Resulullah (a.s)’ın yanına geldiğimizde bunu kendisine haber verdik. Resûlullah, “Onu öldürdüler, Allah da onları öldürsün. Bilmediklerinde sorsaydılar ya, bilmemenin ilacı sormaktır. Ona teyemmüm etmek veya yarasını sıkıca sarıp vücudunun sair yerlerini yıkaması yeterliydi” buyurdu.23 Burada Hz. Peygamber (a.s) diğer örneklerin aksine, ashabını çok şiddetli bir şekilde azarlamış ve yaptıkları içtihada tepki göstermiştir. Bunun sebebi de insan hayatının söz konusu olduğu bir durumda ashabın gerekli araştırmayı yapmadan hükmedip, bir canın telef olmasına sebep olmalarıdır. Yanlış bir içtihat telafisi mümkün olmayan vahim bir sonuca yol açmıştır. Hz. Peygamber (a.s.)’in çok kızmasının sebebi de budur. Oysa bu mesele ile karşılaşanlar olayı kendilerinden daha fakih sahabîlere sorsaydılar –ki aralarında birçok bilgin sahabî vardı- onlar mutlaka o şahsı teyemmüm ruhsatından faydalandıracak ve belki de böyle bir sonuç doğmayacaktı. Hâlbuki daha az bir hayat tehlikesinin bulunduğu bir olayda Amr ibnü’l-As teyemmüm ruhsatını kullanmış, buna rağmen Hz. Peygamber (a.s.) onun içtihadını makul karşılamıştır. Amr olayı şöyle anlatıyor: Zatu’s-Selâsil Gazve’sinde çok soğuk bir gecede cünüp oldum. Yıkanırsam hastalanıp öleceğimden korktuğum için teyemmüm yaptım, sonra da arkadaşlarıma sabah namazı kıldırdım. Dönüşte arkadaşlar bunu Hz. Peygamber (a.s.)’e haber verdiler. Hz. Peygamber (a.s.): “Ey Amr, cünüp olduğun halde arkadaşlarına namaz mı kıldırdın?” diye sordu. Bunun üzerine, “Kendi nefislerinizi öldürmeyin, şüphesiz Allah’a size karşı merhametlidir” ayetini okudum ve 23 İbn Mâce, “Teyemmüm”, 93; Şevkânî, I, 257. 134 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ “Buna binaen ben de teyemmüm edip arkadaşlarıma namaz kıldırdım, dedim. Hz. Peygamber (a.s.) güldü ve başka bir şey söylemedi.24 Görüldüğü gibi Amr sadece bir endişeye binaen suyla gusl etmeyi terk ettiği halde Hz. Peygamber (s.a.s) bunu makul karşılamıştır. Ancak Amr, içtihadını mesele ile ilgili bağlantısı zayıf da olsa bir delile dayandırmıştır. Yukarıdaki gibi vahim bir sonuca yol açmadığı ya da şer’i bir nassa ve esasa açıkça aykırı olmadığı müddetçe Hz. Peygamber (s.a.s) en zayıf içtihatları bile memnuniyetle karşılamıştır. Bu durum Hz. Peygamber (s.a.s)’in içtihada ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Bir başka örnek ise şu olaydır: Bilindiği gibi Hz Ömer, oruçlu iken hanımını öper, fakat bu davranışının orucunu bozabileceği telaşına kapılıp, hemen Hz. Peygamber (a.s.)’e koşar. Hz. Peygamber (a.s.), “Ya Ömer! Şayet oruçlu iken ağzını su ile çalkalasaydın, orucun bozulur muydu? O’nun, “Hayır bozulmazdı” demesi üzerine; “Öyleyse bu telaşın niye?”25 diye cevap verir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Ömer’e, içtihadın en bilinen şekli olan kıyas yoluyla doğru hükme nasıl ulaşılacağının yolunu göstermiştir. Bir peygamberin dinî meselelerin yorumunda bu kadar detaya girmesi, ümmetine içtihat müessesenin önemini kavratmaktan başka bir şeyle izah edilemez. Bunlar ve benzeri daha pek çok örnek, Hz. Peygamber (a.s.)’in içtihat konusuna ne kadar çok eğildiğini göstermektedir. Sonuç Dinî nasların her zaman ve zeminde tatbik edilebilmesi için içtihat o kadar zaruri bir müessesedir ki, peygamberler bile zaman zaman içtihat etmek durumunda kalmışlardır. Bu sebeple, Hz. Peygamber (a.s) daha hayattayken ashabını, hem huzurunda hem de gıyabında içtihata teşvik etmiş ve onları içtihat konusunda eğitmeye çalışmıştır. Cesaretlerini artırmak ve önemini kavratmak için, Cenab-ı Hakk’ın içtihadında isabet edene on veya iki sevap, isabet etmeyene ise bir sevap vereceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber (a.s.)’in bu konudaki söz ve davranışlarından şu mesajları çıkarmak mümkündür: Risalet döneminde bile içtihattan vazgeçilemediğine göre, ümmetin içtihat müessesinden müstağni kalabileceği bir zaman dilimi düşünülemez. İçtihat olmadan nasları doğru anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Zira gerektiği halde içtihattan kaçınmak, dinin hayattan uzaklaşması sonucunu doğurur. 24 Darekutnî, age., I, 178; Şevkânî, age., I, 259. Buhârî hadisi, ta’liken vermiştir. Buhârî, “Teyemmüm”, 7. 25 Ebû Davûd, Savm, 33. Hz. Peygamber (a.s)’in Sahabe İçtihatları Karşısındaki Tavrı 135 Ortaya çıkacak problemleri çözmek üzere müçtehit yetiştirmek, ümmetin aslî görevlerinden biridir, bunun ihmal edilmesi büyük bir vebaldir. “Hata yaparım”, korkusuyla içtihat terk edilemez. Çünkü bu doğruyu bulma ihtimalini de ortadan kaldırır. Kaldı ki, yanlış bir içtihat bile faydasız değildir. Zira bu en azından yanlışı görenlerin doğruyu bulma arzularını tetikleyecek ve doğru içtihadın yolunu açacaktır. Ve nihayet, içtihat müessesesi gereği gibi işlemezse, dinî naslar zaman ve zeminin ortaya çıkaracağı problemlere göre doğru yorumlanamayacağından, fıkıh bilimi sosyal gelişmelerin gerisinde kalacağından, dinî hükümleri tatbik etmek imkânsız hale gelebilir. İslâm’ın, sadece isabet etmiş içtihatları değil, yanlış bir sonuca ulaşılmış olsa bile doğruyu ve hakkı bulma yolunda sarf edilen her çabayı mükâfatlandırması, fikir ve düşünce hürriyetine verdiği önemi gösterdiği gibi; esasen doğruyu, adaleti ve hakkaniyeti bulma yolunda yapılan çalışmalara ne kadar önem verdiğinin de bir göstergesidir. Kişisel ve kurumsal düşüncelere önem vermeyen bir müessesenin, kendini yenilemesi, gelişmelere ayak uydurması, zaman ve gelişmelerin ortaya çıkardığı ihtiyaçlara cevap vermesi mümkün olmayacağından tarih sahnesinden çekilmesi mukadderdir. İşte İslam, genelde dinî müesseselerin, özelde ise fıkıh ilminin böyle bir akıbete uğramaması için içtihat olgusuna büyük önem vermiştir. İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (137-154) ZARÛRİYYÂT DÜZEYİNDEKİ GÂÎ DEĞERLERİN MAHİYETİ VE EVRENSEL NİTELİĞİ ÜZERİNE1 Ali Pekcan* ON UNİVERSAL CHARACTERİSTİC OF PURPOSEFUL VALUES IN THE RANK OF NECESSİTY Islam has set various rules in order to make human being happy. As setting the rules it observes some purposes and objectives provided that they are absolutely to the benefit of human being and it has not established any non-justified and purposeless rule. If Islamic rules are necessarily studied in view of source and method, it is possibly said that the source means evidences (dalil) which are the bases of the rules and the method means the procedure of deducting these rules from the evidences. To perform ijtihad by observing purposes of the law is a procedure signifying that mujtahid considers basic inherent (natural)necessary (indispebsable) needs and bases rules on them when he deducts the rules from evidences. Thanks to this procedure, not only would the capability and being binding of the source turn out, but the cause and the divine wisdom behind his act also would be understandable for the sane adult (mukallaf). Key words: 1- Islamic Law 2- The purpose in law 3- Public benefit 4- Universal jurisprudence values 5- Natural law İslâm, insanın mutlu olmasını sağlamak amacıyla çeşitli hükümler koymuştur. Hükümleri vaz’ ederken mutlaka insanın yararına olmak üzere birtakım gaye ve hedefleri gözetmiş, gerekçesiz ve amaçsız hiçbir hüküm bina etmemiştir. İslâmî hükümleri, kaynak ve metot açısından incelemek gerekirse, kaynağın, hükümlere dayanak olan delilleri, metot’un ise bu hükümleri delillerden çıkarma yöntemini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Hukukun gayelerini dikkate alarak içtihat faaliyetinde bulunmak, müçtehidin delillerden hüküm çıkarırken, temel fıtrî (doğal) - zarûrî (zorunlu) ihtiyaçları dikkate almasını ve hükümleri buna bina etmesini ifade eden bir yöntemdir. Bu yöntemle hem kaynağın gücü ve bağlayıcılığı ortaya çıkmış olur, hem de mükellef açısından, işlediği fiilin sebep ve hikmeti anlaşılmış olur. Böylece dînen ve hukûken mükellef sayılan kimse, yaptığı işi ve eylemlerini bilinçli ve tatmin olmuş bir gönülle yapar. Ayrıca hükümlerin maksat ve gayelerini araştırmak, hükümlerin delil1 * Bu yazı, ‘İslâm Hukukunda Gaye Problemi’ adlı çalışmamızın (Rağbet yy. İstanbul 2003) ss.130– 153 arasının yeni bilgi ve verilere dayalı olarak güncelleştirilmesi ile oluşturulmuştur. Dr., DİB. Konya Selçuk Eğitim Merkezi pekalisait@mynet.com 138 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ lerle münasebetini sağlayan ve o hükmün delile uygunluğunu ortaya koyan bir sağlama mekanizmasıdır. İslâm hukuk literatüründe, kanun koyucunun, vaz’ ettiği hükümlerde gözettiği bu hedef ve gayelere “Makâsıdu’ş-Şerîa” denilmektedir. Biz bu yazımızda, İslam hukuk bilginlerince, zarûrî (zorunlu), hâcî (gerekli) ve tahsînî (tamamlayıcı) diye üç kategoride ele alınan makâsıd düşüncesinin ana ekseni sayılan zarûriyyât düzeyindeki tümel değerlerin, İslâm dinini de aşan evrensel bir nitelik taşıyıp taşımadığını değerlendirmek istiyoruz. Bu hususu incelemeden önce konuya genel bir zemin olması amacıyla zarûrî nitelikli değerlerin dini ve düşünsel arka planına kısaca temasta fayda mülahaza ediyoruz. I. ZARÛRİYYÂT HAKKINDA GENEL BİLGİLER “Zarûriyyât” diye bilinen, insanın kendisine zarûret derecesinde ihtiyaç duyduğu maslahatlar, maslahatların en önemli ve vazgeçilmez kısmını oluştururlar. Şimdi biz zarûrîyyâtın tanımından başlayarak konumuzu açıklamaya geçebiliriz. A.Tanım: Zarûriyyât sözcüğü, lügatte ‘darûrî’ kelimesinin çoğulu olup, anlam olarak ‘zarûret’e nispet edilen şey’i ifade eder. ‘Zarûret’ ise, “zorunlu, gerekli, kaçınılmaz” gibi anlamlara gelir.2 Usûlcülerin terminolojisinde zarûriyyât, çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Örneğin Cüveynî (v.478/1085) zarûriyyât’ı şöyle tarif eder: “Manası ve gerekçesi”, akılla kavranabilen hükümlerdir (ki bu manâ, kıyastaki “asl”ı oluşturur.) Asıl’daki kavranabilir bu mana (gerekçe); son tahlilde, toplumsal siyaset ve genel yönetim amacını da gerçekleştirerek “zarûrî bir şey”e dönmektedir.” 3 Cüveynî’nin tarifi, “makâsıdü’ş-şeriâ” konusunun müstakil bir biçimde ele alıp incelemeye konu edilmesinden çok daha önceleri yapıldığı için, gaye probleminden ziyade kıyas konusunda “illet” olmaya elverişli hususların neler olduğu konusuyla daha yakından ilgilidir. Bir diğer söyleyişle; Zarûrî maksatların tanımında, sonraki dönemlerde sistemli olarak yapılan tariflerdeki unsurların bulunmamasını doğal karşılamak gerekir. Zira “makâsıd” düşüncesi de diğer hukûk teorileri gibi, zamanla gelişmiş, olgunlaşmış ve sistemli hale gelmiştir. Gazzâlî (v.505/1111) de hocası Cüveynî gibi bu kavram hakkında sadece ‘zarûret derecesine (ulaşmış) maksat’4 diye genel bir ifâde kullanırken, F. Râzî 2 3 4 Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-muhît, (darara md.); İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, (darara md.); Heyet, el-Mu’cemü’l-arabî el-esâsî, Tunus 1988, ss. 769 -770. Cüveynî, Ebû’l-Meâlî Abdûlmelik b. Abdillâh, el-Bûrhân fî usûli’l-fıkh, (tahk. Abdülazîm Mahmûd ed-Dîb), Katar 1992, III. Baskı, II/602. Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-Mustasfâ min ilmi’l-usûl, Bulak 1322, I/286; A. Müellif, Şifâü’l-ğalîl fî beyâni’ş-şebeh ve’l-muhîl ve mesâliki’t-ta’lîl, [ tahk. Hâmid Abîd el-Kubeysî ], Bağdad 1971, s.161. Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine 139 (v.606/1209)5, Âmidî (v.631/1233)6, İbnü’l-Hâcib (v.646/1249)7, İzz b. Abdisselâm (v.660/1262) ve usulcü öğrencisi Şihâbûddîn Karâfî (v.685/1286) de8 zarûriyyât’ın herhangi bir tanım yapmazlar. Tespit edebildiğimiz kadarıyla zarûriyyât’ın kapsamlı tarifini, Şâtıbî ile, Tahir b. Âşûr yapmaktadır. Şimdi onların yaptıkları tanımları ve dayandıkları unsurları görelim: Şâtıbî’nin tanımı şöyledir; “Zarûriyyât; Onsuz olmayan, din ve dünya işlerinin ayakta durması kendilerine bağlı bulunan hususlardır. Eğer bunlar bulunmayacak olsa, dünya işleri (normal işleyen) seyrinden çıkar, fesat ve kargaşa doğar, hayat son bulur. Kezâ, bunların bulunmaması durumunda ahirette de kurtuluşa erme ve cennet nimetlerine kavuşma imkânı ortadan kalkar, apaçık bir hüsrâna mâruz kalınır.”9 Şâtıbî’nin yaptığı tarifle ilgili şunları söylemek mümkündür. Şâtıbî, tarifine, (...ennehâ lâ büdd minhâ...) diyerek başlamıştır ki, bu ifâde, zarûriyyât’ın ‘varlığı zorunlu maslahatlar’ olduğunu gösterir. Bu maslahatlar, sadece dine ya da yalnızca dünyaya yönelik olmayıp, her iki hayatı da içine alır. Dolayısıyla bu tür maslahatlar korunup gözetilmezse, bunun olumsuz sonuçları, dünya hayatının düzgün gitmemesi, kargaşa ve bozgunun ortaya çıkması şeklinde tezahür eder. Âhiret hayatında ise, nimetleri elde etmek şöyle dursun, kurtuluş bile mümkün olmadığı gibi tam bir zarar ve ziyan söz konusudur. Bu nitelikleri içerisinde barındıran Şâtıbî’nin tarifi, açık ve kapsamlı olup bir bütünlük arz etmekte, bunun yanında maslahata yapılan vurgu daha belirgin bir biçimdedir. Tahir b. Aşûr ise zarûriyyât’ı şu şekilde tarif eder; “Zarûrî maslahatlar: Çiğnenmeleriyle var olan düzenin sağlanamayacağı şekilde, ümmetin birey ve toplum olarak, elde edebilmesine zorunlu olarak ihtiyaç duydukları yararlardır. Öyle ki bu maslahatlar ortadan kaldırıldığında ümmetin hali bozulmaya ve dağılmaya yüz tutar.” 10 İbn Âşûr, yaptığı bu tanımdaki, ‘ümmetin düzeninin bozulmasıyla...’ ifadesiyle, fizik olarak yok olmalarını ve ortadan kalkmalarını kastetmediğini, zira putperestlik ve ilkellik açısından en aşağı milletlerin başına bile böyle bir şeyin gelmediğini söyler11. Bundan kastının, ‘ümmetin durumunun, şâriin arzularına aykırı olacak bir biçimde hayvanların durumuna benzeyeceğini’ belirtmek olduğunu, ‘Bu bozukluğun bir kısmının, birbirlerini yiyerek veya kendisine düşman ya da onu istila etme emeli bulunan milletlerin hedefi olduğunda düşmanın musallat olmasıyla, zamanla fizik olarak da yok olmaya götüreceği5 6 7 Râzî, Fahruddîn, el-Mahsûl fî usûli’l-fıkh, Beyrut 1988, I/320. Âmidî, Seyfüddîn, el-İhkâm fî usûli’l-ahkam, Beyrut 1985, III/239–240. İbnü’l-Hâcib, Ebû Amr Cemâlüddîn Osman b. Ömer, Münteha’l-vüsûl ve’l-emel fî ilmeyi’l-usûl ve’l-cedel, Beyrut 1985, I. Baskı, s.182 8 Kârâfî, Şihâbüddîn, Şerhu Tenkîhi’l-füsûl fi’l-usûl, Mısır 1306, I. Baskı, s.169–170; A. Müellif, Muhtasaru tenkîhi’l-füsûl, s. 90. 9 Şâtıbî, Ebû İshâk İbrahim, el-Muvâfakât fî usûli’ş-şerîa, [ nşr. Abdullah Dıraz ], Lübnan, ts., II/7. 10 İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir, Makâsıdü’ş -şerîati’l-İslâmiyye, Tunus 1978, s. 79. 11 İbn Âşûr, age., s.79. 140 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ni’ vurgulayarak, Cahiliye dönemindeki Arapların durumunun neredeyse bu şekli aldığına işaret eder.12 İbn Âşûr’un tarifindeki en belirgin özellik, ‘ümmet’, ‘ümmetin tamamı’ ‘ümmetin tek tek fertleri’ gibi sözcüklere yer vermesidir ki, bu sözcükler, bu maslahatların son tahlilde ‘İslam bağlılarının toplumsal düzeninin’ korunmasına yönelik sosyolojik ve siyâsî anlamları hatırlatmaktadır. Bu nedenle bu düzeydeki maslahatların bireysel ölçekte korunması neredeyse imkânsız olduğundan bunların korunması için ‘siyâsî bir otorite’nin zorunlu olarak varlığından söz etmek gerekmektedir13. B. Zarûriyyât’ın Dînî ve Düşünsel Dayanakları ‘Zarûriyyât’ dediğimiz beş unsurun tespitinde ise, hem istikrâ yöntemi kullanılmış hem de bu beş ilkeyi bir arada ya da ayrı ayrı bir biçimde zikreden Kitap ve Sünnet nasslarından söz edilmiştir. Burada biz sırasıyla, Kur’ân ve Sünnet’te bu beş unsurun tamamına yer verdiği belirtilen âyet ve hadislerle bunlarla ilgili yorumlara değinecek, daha sonra istikrâ (tümevarım) yönteminin rolünden en son olarak ta diğer dinî ve ahlâkî öğretilerde ‘beş unsur’ nasıl yer almıştır, bunlardan bahsedeceğiz. 1. Kur’an-ı Kerim’de Zarûriyyât 14 Biz bu bölümde bu unsurlara ilişkin bütün âyetlere değil, sadece hepsinin ya da çoğunluğunun birlikte zikredildiği âyetlere temas edeceğiz. a) Bazı usûl bilginleri15, zarûriyyât’a işaret eden âyetin, peygamberimizin ashabından bey’at alırken onlarla bir takım ilkelere bağlı kalacaklarına dair söz aldığından bahseden bey’at âyeti olduğunu söylemişlerdir. “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana bey’at etmeye geldikleri zaman, bey’atlarını kabul et!...”16 Âyetteki “bey’at” yapılan unsurlara baktığımızda beş temel zarûrî ilkeden “aklın korunması” dışında dört zarûrî esası içine aldığını görüyoruz. Bunlar: a. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak (Din’in korunması), b. Hırsızlık yapmamak (Mal’ın korunması), c. Zinâ etmemek (Neslin korunması), 12 İbn Âşûr, age., s.79. 13 Hasenî, İsmail, Nazarriyyetü’l-makâsıd inde’l-İmâm Muhammed et-Tâhir b. âşûr, U.S.A. 1995, I. Baskı, s.298. 14 Kur’ân’ın önem atfettiği temel ve ikincil düzeydeki değerlerin genel bir özeti için bkz. Hasan Güleç, İslâm Hukukunun Kur’ân’daki Genel Prensipleri, İzmir 1996; Mustafa Yıldız, Kur’ân ve İnsan Hakları, Gaziantep 1997; Ali Kaytancı, Kur’ân’daki Hukûkî Hükümler, Niğde 1995. 15 İbn Âşûr, age., s.80 (İbn Âşûr, bunların kimler olduğunu belirtmez.) 16 Mümtahine, 60/12 Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine 141 d. Çocuklarını öldürmemek (Hayatın korunması), e. İftira etmemek (Irzın korunması)tir. Bu âyetin zahirinin de açıkça delalet ettiği üzere Mekke döneminde İslâm’ın genel ilkelerinin temelleri atılmış, Medine döneminde ise bu ilkeler tafsilatlı olarak işlenmiştir.17 b) İbn Âşûr’un da belirttiği gibi18, İslâm Hukukunun temel hedefleri, bu dinin en önemli niteliği sayılan ‘fıtrat’a dayanır. Allah Teâlâ, insanın doğal yapısından bahsettiği “fıtrat” âyetinde şöyle buyuruyor: “(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur...”19 İbn Âşûr, bu âyeti, dil ve gramer açısından tahlilini verdikten sonra, âyet-i kerimedeki “din”den maksadın, Râzî (v.606/1209) ve Beydâvî (v.685/1286), gibi tefsircilerin aksine, -‘akâid olsun, ahkam olsun- “din” diye isimlendirilen şeylerin bütünü’ olduğunu söyler20. Âyette geçen “fıtrat”tan kastedilenin de “dinin âyetteki anlamıyla aynı olduğunu” belirtir. İbn Atıyye (v.546/1151) ve Zemahşerî (v.538/1143)’nin de bu görüşte olduklarını ekler21. Daha sonra İslâm’ın “fıtrat” oluşunu açıklar ve şöyle der: “Burada İslâm’ın “fıtrat” oluşunu açıklamamız gerekir; Çünkü bu, tam olarak açıklayanını görmediğim bir mânâdır; Fıtrat, yaratılıştır, yani, Allah’ın her yaratıkta ortaya koyduğu düzendir. “İnsan fıtratı” yaratıldığı yani insanın zâhiren ve bâtınen (yani vücut ve akıl olarak) üzerinde yaratıldığı durumdur. İnsan vücuduyla ilgili bir fıtrat olarak iki ayağıyla yürür, eşyayı ayaklarıyla kullanmaya girişmek “fıtrat’a aykırıdır”. Sonuçların sebeplerinden ve vargıların öncüllerinden çıkarılması, “aklî bir fıtrat”tır. Bir şeyin, mantık biliminde “fesâdü’l-vad´” (=bozuk kurgu) olarak isimlendirilen, sebebi dışına çıkarılması “aklî fıtrata” aykırıdır. Gördüğümüz eşyanın gerçekte var olan gerçeklikler olduğunu kabul etmek “aklî fıtrattır”. Sofistlerin bunun varlığını inkar etmeleri “aklî fıtrata” aykırıdır. İslâm’ın fıtrat olarak nitelendirilmesi, “aklî fıtrat” anlamındadır. Çünkü İslâm, inanç ve normlardan oluşur. Bütün bunlar ise “aklî”dir veya aklın idrak ve kabul ettiğine uygun olarak cereyan eder.”22 İbn Âşûr, daha sonra İbn Sinâ (v.428/1037)’nın fıtratın mahiyetine ilişkin sözlerini nakleder, onun görüşlerine aynen iştirak eder23. Devamla şöyle der:. “İslâm’ın, “Allah’ın fıtratı” şeklinde nitelenmesinin anlamı, getirdiği esasların fıtrata uygun olmasıdır.”24 İbn Âşûr, “fıtrat’a” ilişkin sözlerini şöyle tamamlar; 17 Şâtıbî, age., c. III. s. 304. vd, Kattân, Mennâ’, “Târihü’t-teşrîi’l-İslâmî”, Beyrut, 1993, XI. Baskı, ss. 61-63; Hudarî, Tarîhu’t-teşrîi’l-İslâmî, ss.12-13; Hallâf, Abdülvehhâb, Hulâsatü târihit-teşrîi’lİslâmî, Kahire, 1956, VII. Baskı, s. 283 [Aynı müellifin İlmü usûli’l-fıkh adlı eseriyle birlikte.] 18 İbn Âşûr, age., s. 56 19 Rûm, 30/30. 20 İbn Âşûr, age., s. 57; Tefsîru’t-tahrîr ve’t-tenvîr, Tunus, ts., XXI/91-93 21 İbn Âşûr, age., s. 57. 22 İbn Âşûr, age., s. 57; Tefsîru’t-tahrîr ve’t-tenvîr, c.XXI, s. 90 23 İbn Âşûr, Tefsîru’t-tahrîr ve’t-tenvîr, XXI/91; Makâsıd, s. 57 24 İbn Âşûr, age., s. 58 142 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ “İslâm dini, mensuplarını fıtrata ve onun gereklerini yapmaya, kapsamına gireni veya onunla birlikte olanı yaşatmaya çağırır. Evlenme ve çocuğu emzirme, fıtrattandır. Ve tanıkları yaratılışta apaçıktır. Yardımlaşma ve görgü kuralları fıtrattandır. Neslin ve nesebin korunması fıtrattandır. Gerçek medeniyet, fıtrattandır. Çünkü bu, fıtrattan olan aklın faaliyetinin sonuçlarıdır. İyi bilgi türleri fıtrattandır. Çünkü bunlar, akılların karşılaşmasından ve tartışmasından doğar. Yaratılan güzel eserler fıtrattandır. Çünkü bunlar, düşünceden doğmuştur. Fıtratta, yaratılıştan, doğanı sevme duygusu vardır. (…) (İslâmî) teşrîin genel gayesini dikkatle gözden geçirdiğimizde, fıtratı korumaya ve çiğnenmesinden sakındırmaya yöneldiğini görürüz. Belki de, fıtratı önemli ölçüde çiğnemeye götürenler hukukta yasak ve sakıncalı, fıtratı korumaya götürenler de vacip sayılır. Her iki durumda bundan aşağı derecede olanlar genelde emredilmiştir ya da yasaklanmıştır. Fıtrata dokunmayanlar ise mubahtır… Ayrıca, fıtratın gerekleri çatışır ve yapılan işte ikisini birlikte uygulamak mümkün olmazsa, fıtrat doğrultusunda daha üstünü ve kalıcısını tercih yoluna gidilir. Bunun için, adam öldürmek, şirkten sonra günahların en büyüğü sayılmıştır. Ruhbanlık yasaktır, insanın erkeklik özelliği giderilmek suretiyle iğdiş edilmesi de en büyük suçlardandır. Gözünü yok ederek veya görev yapamayacak duruma getirerek –meselâ, köleye işkence gibi- insanlardan yararlanmak caiz olmazken, yeme amacı dışında bir sebeple hayvanların itlâfı yasaktır…” 25 İbn Âşûr ve diğer bilginlerin ‘fıtrat’ değerlendirmelerinden de anlaşılan şudur ki, İslâm Hukukunda ‘zarûriyyât’ dediğimiz beş temel ilkenin bütünüyle ‘insan doğasına’ uygun olduğudur. Bu yüzden zarûrîyyât’a, “tabîiyyât” (İnsan doğasına ve yapısına uygun değerler) da denilmiştir.26 Bütün bu izahlardan çıkan neticeye göre zarûriyyât’ı, ‘insanın doğasına ve yapısına uygun zorunlu temel ihtiyaçlar ve maslahatlar” diye tanımlayabiliriz. Sünnet’te Zarûriyyât Âyet-i kerimelerde, beş zarûrî ilkeye yapılan atıfları gördükten sonra şimdi de peygamberimiz (as)’ın hadislerinde konu nasıl ele alınmıştır? Bunlardan bahsedeceğiz. Kur’an-ı Kerim’de zarûriyyât’ın nasıl toplu halde anıldığı ayetleri zikrettiysek, sünnet konusunda da aynı yolu izleyeceğiz. Yani beş zarûrî ilkeden tek tek ya da bir kaçı bir arada anılan hadislerden kendi bölümlerinde genişçe bahsedeceğimizden burada bu beş hususun -varsa- hep birlikte yer aldığı hadislere yer vereceğiz. Nasıl ki medenî âyetler, mekkî âyetlerin küllî esasları detaylandırarak ve pekiştirerek hükümler getiriyorsa, sünnet de Kur’an-ı Kerim’in getirdiği genel ilke ve prensipleri ayrıntılı olarak beyân etmektedir. Beş zarûrî ilke mekkî âyetlerde, farklı yerlerde ve bağlamlarda yer alırken, medenî âyetlerde ise, mekkî âyetlerde temeli atılan bu esaslar, teferruatlıca ele alınmaktadır. Bu konuda Şâtıbî, “Nasıl ki beş zarûrî esas kitapta genel ilkeler halinde yer almışsa, sünnette de detaylarıyla açıklanmıştır.” der27. Daha sonra bu konudaki örneklerini sıralar. 25 İbn Âşûr, age., s.59, 60. 26 Uludağ, Süleyman, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara 1989, s.42. 27 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/20. Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine 143 Sünnet’te beş zarûrî esasın korunmasını ifade eden birçok hadis bulunmaktadır. Ancak çoğunlukla bu ilkelerin hepsi bir arada anılmazlar, bir ya da birkaçı hadislerde geçmektedir. Bu ilkelerin hepsinin bir arada zikredildiği hadisleri, incelediğimizde Kuran’da olduğu gibi hadislerde de beyat konusunda verilen “sözleşme ilkeleri” göze çarpmaktadır. Ayrıca, ünlü evrensel prensiplerin bildirildiği Vedâ hutbesi’nde de bu unsurların hemen hemen tamamı yer almaktadır. Buhârî28, Müslim29, Tirmizî30, Nesâî 31 ve Ahmed b. Hanbel 32’in, Ubâde b. Sâmit (r.a)den rivâyet ettikleri hadise göre o şöyle demiştir; “Bir gün Rasûlullah (s.a.v.), etrafında ashabı olduğu halde otururken (Kadınlara;) “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık etmeyeceğinize, zinâ etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, elleriniz ve ayaklarınız arasında bir iftira uydurup getirmeyeceğinize, iyi işlerde bana isyan etmeyeceğinize” dair beya’t ediniz!” demiştir. İmâm Mâlik ise el-Muvatta’da33 yukarıdaki hadisin bir benzerini rivâyet eder. “Ümeyme binti Rukayka şöyle demiştir; “Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanına gittiğimde etrafında kadınlar vardı ve İslâm üzerine kendisine bey’at ettiler ve şöyle dediler; Yâ Rasûlallah! sana, Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamak, hırsızlık etmemek üzere bey’at ediyoruz.” Rivâyetlere baktığımızda, Rasûlullah (s.a.v.), en temel prensipler olan zarûrî ilkelerin de arasında bulunduğu hususlara bağlılık konusunda, kadınlardan ve erkeklerden söz almaktaydı. Bey’at âyetindeki atıf yapılan hususlar aynen, Rasûlullah (s.a.v.)’ın hadislerinde de yer almaktadır. Bu prensipler, dinin, canın, malın, ırzın, neslin korunmasına öncelik verme şeklinde ortaya çıkmaktadır. İslâm Hukukunun geçerli kabul ettiği maslahatların üç kısımda ele alınışı, tamamen ictihadî olduğunu nass’lardan hiçbir delile dayanmadığını söylemiştik. Beş temel unsurun zarûrî olarak korunması gerektiği hususuna gelince, bazı âlimler Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’te bu unsurların hepsinin bir arada anıldığını dolayısıyla bunların konunun şer’î dayanakları olabileceğini belirtmişlerdir. Kanaatimize göre, adı geçen âyet ve hadisler, konunun nass’larla da sabit olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir. Zarûriyyât’ın Tespitinde İstikrâ’ (=Tümevarım) Yönteminin Rolü Beş zarûrî unsurun nass’la sâbit olduğunu söyleyen bilginler, ayrıca bu konuda istikrâ yönteminin de konunun temellendirilmesinde önemli bir rol oynadığını söylerler. Gazzâlî, münâsib vasfın açıklıkta ve kuvvette üç mertebe yer 28 29 30 31 32 33 Buhârî, , el-Câmiu’s-sahîh, İlim, 49, İstanbul 1992, VIII/124. Mûslim, , es-Sahîh, Hudûd, hd. 41, İstanbul 1992, II/1333. Tirmizî, Hudûd, 12, es-Sünen, İstanbul 1992, IV/44. Nesâî, es-Sünen, Bey’at, 9, İstanbul 1992, VII/140. İbn Hanbel, el-Müsned, İstanbul 1992, V/314. Mâlik b. Enes, el-Muvatta, Bey’at, hd. 2, İstanbul 1992, II/982. 144 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ aldığını belirttikten sonra, bu mertebelerin en üstünde beş zarûrî ilkenin bulunduğunu söyler ve canın korunmasını örnek olarak verir34. Sonra da şöyle der: “Hayatın korunması, şâri’in amaçlarından biridir. Ayrıca bu, insanların zorunlu ihtiyaçlarındandır. Hakkında bir şerî hüküm bulunmasa bile akıl buna işaret eder, böyle hükmeder. Aklın eşyadaki husûn ve kubûhu bilebileceğini söyleyenlere göre (Mu’tezile), şeriatın aklın verdiği bu hükümden ayrı olması düşünülemez. Fakat biz şöyle deriz; Allah Teâla kullarına dilediğini yapabilir. Maslahatı gözetmek ona vacip değildir. Ancak aklın, mefsedetlere ve maslahatlara işâret edebilmesini, helâk edici şeylerden sakındırmasını, makâsıd ve menafî’i elde etmeye teşvikini inkar etmiyoruz. Öte yandan peygamberlerin, Allah’ın üzerine bir zorunluluk olmaksızın sırf rahmet ve fadl olarak insanların dünya ve ahiretteki maslahatlarını temin için gönderildiklerini de inkar etmiyoruz. Zirâ Allah Teâla; “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”35 buyurur.”36 Gazzâlî, bu açıklamaların sonunda “...Mu’tezile inancına nisbet edilmemek için, (şimdilik) bu kadarla yetiniyoruz...”37 şeklinde ilginç bir ifade kullanır. Gazzâlî, bu unsurların ‘aklen’ kavranabilirliğini ve düşünmekle tespit edilebileceğini söyledikten sonra, yani zarûriyyât’ın unsurlarını aklın da kabul ettiğini ve bunun kesin olarak böyle bilindiğini belirttikten sonra, konuyu bu noktada ‘mu’tezilî’ görüşe meyletmekle suçlanacağı endişesiyle kesmektedir. Gazzâlî’nin bu sözünde, ‘aklın’ bu unsurların tespitinde önemli rol oynadığını görüyoruz. Ancak bu sözde ‘aklın’ hangi metotla bu sonuca vardığı pek açık değildir. Bütün aklî ve zihnî faaliyetlerinde istikrâ yöntemine, son derece önem veren Şâtıbî, beş unsurun temellendirilmesinde de bu metoda sıkça başvurur. Öyle ki ona göre istidlâl biçimlerinden kesin bilgiyi sağlayan biricik metot ve yöntem istikrâ (tümevarım)dır.38 Şâtıbî, beş zarûrî ilkenin nasıl sabit olduğu sorusuna şöyle cevap verir. “İslâm ümmeti ve diğer milletler, şeriatın zarurî beş esasın korunması için konulduğunda birleşmişlerdir. Bunlar; din, nefis, nesil, mal ve akıldır. Bütün ümmete göre bunlar, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeylerdendir. Hâlbuki bunlar, ne belli bir delil ile sabit olmuşlardır, ne de kendisine dönülebilecek bir asıl bize şahitlik etmektedir. Ancak, bunların şeriate uygunluğu, tek bir konuya sığmayacak kadar çok delillerin toplamından çıktığı bilinmektedir...” 39 Şâtıbî, zarûriyyât’ın sabit oluşunu, bir çok delilin ortak bir manaya ve konuya işaret ettiğini bunun ise kesin bilgi ifade eden bir tür ‘manevî tevâtür’ olduğunu böyle bir metotla elde edilen bilginin ise esas alınacak kesin bir bilgiyi ifade ettiğini söylemektedir.40 34 35 36 37 38 39 40 Gazzâlî, Şifâü’l-ğalîl, s.162. Enbiyâ, 21/107. Gazzâlî, age., s.162. Gazzâlî, age., s.163. Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/19; Raysûnî, age., s.284. Şâtıbî, age., I/26. Şâtıbî, age., 1/26. Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine 145 C. Zarûriyyât’ı Oluşturan Unsurların Mahiyeti hakkında Zarûrî düzeydeki tümel maksatların tanımını ve dini/düşünsel temellerini gördükten sonra şimdi de, bu unsurların mahiyeti üzerine yapılan değerlendirmeler yer vereceğiz. İslâm hukukçularının genel uzlaşısına göre zarûriyyât, -hepsinin korunması zorunlu ve gerekli- beş tümel ve genel unsurdan meydana gelmektedir. Usulcüler arasında ‘ed-darûrâtu’l-hamse=Beş zorunlu ilke’41, ‘el-usûl el-hamse=Beş tümel ilke’42 şeklinde ifade edilen korunması öncelikli amaçlar şunlardır. 1. Dinin korunması 2. Hayatın korunması 3. Aklın korunması 4. Neslin korunması 5. Malın korunmasıdır. Örneğin Gazzâlî, ‘el-Mustasfâ’ adlı usûl eserinde43, ‘şeriatın maksadının; İnsanın, dinini, hayatını, aklını, neslini ve malını korumak’ olduğunu belirterek, maslahat ve mefsedeti de bu beş temel değeri göz önünde tutarak şöyle tarif der; “Beş temel ilkenin korunmasını içeren her şey maslahat; Bu beş temel unsuru ortadan kaldıran her şey de mesfedet olup, bu mefsedetin giderilmesi de maslahattır.”44 Yaptığı tanım ve açıklamalardan da açıkça anlaşıldığı üzere, bu beş ilkeden derli-toplu bir biçimde ilk söz eden kimsenin Gazâlî olduğu görülür. Onun belirlediği bu beş temel unsur, ‘makâsıd’ konusunda, günümüze kadar yapılan bütün çalışmalarda göz önünde tutulmuş, beş temel unsurdan herhangi birinin zarûriyyât’tan sayılamayacağını söyleyen hiçbir usûlcü olmamıştır. Dolayısıyla beş zorunlu değerin korunup geliştirilmesinde genel bir ittifaktan söz etmek mümkündür. Konu hakkında ihtilafa neden husus ise, ‘zarûrîyyâtın sınırlarının genişletilip genişletilemeyeceği, bir başka deyişle, zarûriyyât düzeyindeki bu değerlerin sadece bu beş ilke ile mi sınırlı olduğu’ hususudur. Gazzâlî’nin sözlerinden anlaşılan, zarûriyyât’ın sadece bu beş unsurdan oluştuğudur. Dolayısıyla bunların sayısı beşi geçmez. (Din, can, akıl, nesil ve mal’ın korunması) Ayrıca ona göre bu maslahatların elde edilmesi sadece İslâmiyetin değil, diğer din ve ahlâkî öğretilerin de ulaşılması gereken hedefleri arasında yer alır.45 Râzî, Âmidî, İbnü’l Hâcib, Izz b. Abdisselâm ve Karâfî gibi usul bilginleri de -Gazzâlî gibi- zarûrîyyât’ı, beş temel unsurla sınırlı tutarlar. Âmidî, zarûri nitelikli temel değerlerin niçin beş ilkeyle sınırlı olduğu sorusuna; “Zarûriyyât’ın beş temel unsurla sınırlı olması, ‘vakıaya (realiteye)’ ve ‘beş unsurun dışında 41 42 43 44 45 Mes. Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, I/287; İbn Âşûr, age., s.79. Mes. Bkz. Âlim, age., s.163. Gazzâlî, age., I/287. Gazzâlî, age., 1/287. Gazzâlî, age., 1/288. 146 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ zorunlu bir maksadın bulunmadığı şeklindeki tümevarım bilgisine dayanır.” diyerek yanıt verir.46 Çağdaş Müslüman düşünürlerden Fazlurrahman’a göre, İslâm hukukçularının nassların tümünden çıkarım yoluyla elde ettikleri beş tümel değer, aynı zaman da İslâm’ın ‘insan hakları teorisi’nin zemini oluşturan hak ve hürriyetleri de ifade eden son derece yerinde bir belirlemedir. Ona göre bu tümel değerler, İslâm geleneğinde bireyden daha ziyade ‘devletin sorumlulukları’ olarak adlandırılmışsa da meseleye tersinden bakıldığında bunlar, insanın temel hak ve hürriyetlerini ifade ederler.47 Bu değerler çerisinde en kuşatıcı olanı, insanlık haysiyet ve onurunu korumak demek olan ırz’ın korunmasıdır. Ona göre bu değer, daha önceden de ahlâkî bir erdem olarak bilinmesine rağmen Kur’ân bunu alarak dînî bir içerik kazandırmıştır. Dolayısıyla hayata, mala, dine ve akla karşı tehdit ve tehlike, yani diğer dört temel hakkın ihlali, aslında ‘insan onuru ve varlığı’na yönelik bir ihlaldir!48 D. Zarûriyyât’ın Alanı Genişletilebilir Mi? Zarûrî değerlerin oluşturdukları alanın genişletilmeye gereksinim duyup duymadığı hakkında kısaca şunları belirtmekte yarar vardır. Bazı usûlcülerin belirttiğine göre49, kimi usûlcüler, zarûriyyât’ın beş değil, altı esastan oluştuğunu ileri sürmüşlerdir. Bu altıncı değer ‘ırzın (insan onuru) korunması’ olup, Tâcûddîn Sübkî, Tûfî ve Şevkânî gibi bilginlerin de içinde yer aldığı bir kısım usulcüler bu görüşü benimserler. Örneğin Sübkî, ünlü eseri “Cem’u’l-Cevâmî”de münâsip vasfın, zarûrî, hâcî ve tahsînî olmak üzere üçe ayrıldığını belirttikten sonra zarûrî maksatların; dinin, nefsin, aklın, nesebin, malın ve ırzın korunmasından ibaret olduğunu söylerken50, maslahat konusunda farklı ve sıra dışı olarak değerlendirilen görüşüyle birçok eleştirilere maruz kalan Necmüddin Tûfî (v.716/1316) de51 aynı yönde görüş belirtir. Şevkânî (v.1250/1834) de aynı görüşü paylaşan usulcüler arasındadır. Ona göre hakkında had cezası bulunduğun dolayı ırz’ın korunmasının da zarûrî maksatlara katılması gerekir.52 ‘Irzın korunması’nı zarûrî maslahatlardan sayan Çağdaş İslam hukukçularından birisi de Yusuf el-Karadâvî’dir. O bu konuda şöyle demektedir: 46 Âmidî, age., II/240. 47 Fazlurrahman, Ana konularıyla Kur’ân, [çev:. Alparslan Açıkgenç ], Ankara Okulu y. Ankara 1998, s.89 vd.; A. müellif, İslâm Geleneğinde Sağlık ve Tıp, [çev:. A.Bülent Baloğlu-Adil Çiftçi ], Ankara 1997, s.147 vd.; Adil Çifçi, Fazlurrahman ile İslâm’ı Yeniden Düşünmek, Ankara 2000, s.241 vd.; Ayrıca bkz. Fazlurrahman, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu, [çev:. Salih Akdemir], Ankara 1995, s.155 vd. 48 Fazlurrahman, İslâm Geleneğinde Sağlık ve Tıp, s.147; Çiftçi, age., s.242 vd. 49 Karâfî, Şerhu tenkihî’l füsûl, s.169; Muhtasaru tenkihî’l-füsûl, s.90 ; İbn Âşûr, age., s.79; Emîr-i Pâdişâh, Muhammed Emin , Teysîru’t- tahrîr alâ Kitâbi’l-Tahrîr, Beyrut, ts., III/306 50 Sübkî, Tâciddîn, Cem’u’l-cevâmi’ [el-Bennânî hâşiyesiyle birlikte] Daru’l-Fikr 1982, II/280. 51 Tûfî, Necmüddîn, Şerhu muhtasari’r-ravda, [ tahk. Abdülmuhsin et-Türkî ], Beyrut 1990, I. Baskı, III/209. 52 Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdü’l-fühûl ilâ tahkîki ilmi’l-usûl, Beyrut 1992, I. Baskı, s.367. Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine 147 “…Karâfî ve başkaları bu külliyyât-ı hamse’ye altıncı bir unsur olarak hıfzu’l-ırz’ı eklemişlerdir ki,53 ırz, bizim tabirimize göre, kerâmet (insanlık haysiyeti ve onuru) demektir. Bu yüzden şeriat, iftira, gıybet vb. kötü davranışları yasaklamış, özellikle zinâ iftirası hakkında had belirlemiştir. Kazf’in dışındaki fiillerde ise, ta’zîr cezasını ön görmüştür. Bu nedenle hıfzu’l ırz’ın, altıncı bir unsur olarak beş zorunlu değere ilave edilmesi uygun olup, mutlaka gözetilmesi gerekir.”54 Son devrin Müslüman düşünürlerinden Musa Cârullah Bigiyef ile günümüz fıkıhçılarından Hayrettin Karaman da, aynı yönde görüşe sahiptir.55 Tahir b. Âşûr ise, “ırzın (namus ve şerefin) korunmasının zarûrî maslahatlar çerçevesinde ele alınması doğru olmadığı söyleyerek aksi görüşte olanları eleştirir. Ona göre doğru olan, onun, –zarûrî değil de- hâcî düzeydeki maslahatlar arasında yer alması gerektiğidir.56 Bu tezini temellendirmek için; ‘Sübkî’yi ve diğer bazı bilginleri bu maslahatı zarûriyyâttan saymaya iten sebep, hakkında kazif haddinin bulunduğunu görmeleridir”57 der. Kendi görüşünü ise, “Biz zarûrî yarar ile onun çiğnenmesi halinde haddin gerekmesi arasında bir bağlantı kurulmasını benimsemiyoruz. İşte bu yüzden Gazzâlî ve İbnü’l-Hâcib onu zarûrî (zorunlu) maksatlardan saymamışlardır”58 diyerek açıklar. Bütün bu görüşleri ve dayanaklarını incelediğimizde, ırz’ın korunmasının zarûri değerlerden sayılıp sayılmamasının, tamamen ictihadî bir faaliyetin konusu olduğu anlaşılır. Hakkında had cezasının bulunması, Hz Peygamberin bey’at aldığı unsurlardan birisi olması gibi gerekçelerle zarûrîyyat’tan sayılması mümkündür. Ancak, zarûrîyyât’ın tarifindeki, ‘Bu unsurlara riayet edilmediğinde, toplumun tümüyle yok olma tehlikesiyle yüz yüze geleceği’ olgusuna pek de uymamaktadır. Dolayısıyla, ‘onursuz’ hayat sürenlerin çoğalmasının, insanlığın bütünüyle yok olmasına yol açıp açmadığı sorusuna verilecek cevabın, bu değerin korunmasının hangi kategoride yer alacağını belirleyen temel bir ölçüt olacağını düşünüyoruz. Makâsıd konusundaki yazılarıyla tanınan araştırmacılardan Ahmed Raysûnî, zarûriyyât’ın beş esasla sınırlandırılması konusunda bir başka araştırmacının görüşlerini de nakil sadedinde şunları ifade eder; “Dinin üstün saydığı kapsam ve önem bakımından beş zorunlu maslahattan hiç de eksik olmayan bir takım unsurları zarûriyyât kapsamına sokmamızda bir sakınca yoktur. Zira, zarûrî maslahatların sadece bu beş ilke sınırlandırılması tamamen ictihadî bir faaliyetin ürünüdür. Kaldı ki, öteden beri beş ilkeye ilave yapan bazı (usûlcülerin) varlığı da bilinmektedir. Nitekim günümüzde üstad 53 Karadâvî ve bazı usulcülerin Karâfî’nin “hıfzu’l-ırz’ı” zarûrîyyât’tan saydığı şeklindeki tespitleri doğru değildir. 54 Karadâvî, Yûsuf, Medhal li dirâsâti’ş-şerîati’l-İslâmiyye, Kahire 1990, s.60 55 Bigi, Musâ Cârullah, İslâm Şeraitinin Esasları –Değişkenler ve Sâbiteler-, [yy.hz. Hatice Görmez], Ankara 2002, s.26 vd.; Karaman, Hayrettin, İslâm Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1992, III/184. 56 İbn Âşûr, Makâsıd, s.81. 57 İbn Âşûr, age., s.81, 82. 58 İbn Âşûr, age., s.82. 148 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Ahmed el-Hamlîşî gibi âlimleri, adaleti, insan hak ve hürriyetlerini zarûrîyyâtın kapsamına dahil etmeye çağırmaktadır...”59 Sözlerine devamla, “...Ben bununla zamansız ve yerinde olmayan bir takım şeyler söylemek niyetinde değilim, ancak ilmi ölçüler ve delillere bağlı olarak bu konuyu (tartışmaya) açmak istedim”60 demek suretiyle, bu konuda ilim adamlarını araştırma yapmaya ve yeniden düşünmeye çağırmaktadır. Çağımız Müslüman düşünürlerinden Muhammed Âbid el-Câbirî, çağın problemlerine İslâmî pencereden çözüm üretebilmek için, usûl-ı fıkıh alanında geleneksel anlayışın yanı sıra yenileştirmeye (tecdîd) de ihtiyaç duyulduğunu, bunun ise fıkhî metodolojiyi, ‘kıyas’ ve ‘ta’lîl’ odaklı değil de ‘makâsıd’ ve ‘hikmet’ odaklı olarak dizayn etmekle yenileşmenin gerçekleşebileceğini belirtir.61 Geleneksel anlayışın, Şafiî (v.204) ile başladığını, ancak modern zamanlarda bu yöntemin tek başına yetersiz kaldığını söyleyen Câbirî, bu yönteme alternatif olarak Şâtıbî (v.790)’nin sistematik hale getirdiği ‘makâsıd’ merkezli anlayışın fıkıh mantığına hakim olması gerektiğini savunur. Bunu yaparken amacının, geleneği tümüyle dışlayan bir tutum takınmak değil ‘geleneğe bağlı kalarak çağdaşlaşmayı gerçekleştirmek’ olduğu özellikle vurgular.62 Câbirî, önceki fakihlerin tümevarım yöntemiyle elde ettikleri bu beş ya da altı unsurun, kendi dönemleri için çok değerli olduğunu ancak bugün durumun çok değiştiğini, dolayısıyla bu belirlenen unsurlara ilave ‘yeni değerler’in varlığına ihtiyaç duyulduğunu şu sözleriyle açıklar: “…Bu gün biz (Müslümanlar), peşinden gidilenler değil, başkalarını peşinden gidenler haline geldiğimiz bir dünyada yaşıyoruz ki, bu dünyada, durumlar değişmiş, hak ve sorumluluklarda bir gelişme olmuş, rekabet ve tehditler çoğalmıştır. Öyleyse, reform konusunda, yani içtihat kapısının açılması ve geleneğe bağlı olarak çağdaşlaşmayı gerçekleştirme konusunda ciddi olarak kafa yormak isteyen herkesin, meydana gelen dönüşümleri –ki bunlar çok ve derindir- hesaba katılması lazımdır. Gerçekten önceki fakihlerimizin ‘zarûriyyât’ adı altında sınırladıkları bu beş kategori, ‘zarûriyyât’ olarak kalmaya bilfiil devam edecektir… Ne var ki, bugün ‘kulları maslahatları’, sadece, bu beş unsurun korunması ile ilgili değildir. Aksine bunlara ilave edebileceğimiz ifade, siyaset, yöneticileri seçme ve değiştirme, çalışma, iş, barınma, eğitim, sağlık vb. özgürlükler ile çağdaş toplumlarda vatandaşların temel haklarından olan diğer özgürlükler gibi başka bir takım hususlar vardır…” 63 Câbirî’ye göre, hâcî ve tahsînî düzeydeki maslahatların sınırları, -zarûrîlerdeki gibi- oldukça genişlediğinden dolayı, çağın gerektirdiği yani ihtiyaç ve özgürlük alanlarının da bu kategorilerin alanları içerisine eklemlenmesi gerekir. Öte yandan şu hususun da göz ardı edilmesi gerekir ki, ‘her çağ ve dö59 Raysûnî, age., s.358. 60 Raysûnî, age., s.358. 61 Câbirî, Muhammed Âbid, Çağdaş Arap-İslâm Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, [çev:. Ali İhsan Pala-Mehmet Şirin Çıkar], Ankara 2001, s..51 vd. 62 Câbirî, age., s. 64, 65. 63 Câbirî, age., s. 66, 67. Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine 149 nemin kendisine göre zarûrîyyât’ı, hâciyyât’ı ve tahsîniyyât’ı vardır. İşte çağın sorunlarına çözüm ararken bu yeni gelişmeleri de göz önünde bulundurmak zorunluluğu açıkça ortaya çıkmaktadır.64 Çağımız araştırmacılarından Nasr Hâmid Ebû Zeyd ise, Kuveyt’te yayınlanan ‘el-Arabî’ dergisinde yayınlanan ‘Şeriat’in Tümel (küllî) maksatları’ adlı makalesinde65, zarûrî değerlerin sınırlarını genişletilmesi görüşlerinin yanı sıra bu değerleri daha az sayıdaki şemsiye kavramlarla karşılama çabasına girerek, İslâm’ın genel/tümel ilke ve değerlerinin yeniden ele alınması gerektiğini, bunu yaparken de kendisinin ileri sürdüğü bir yöntemden söz eder. Ona göre bu metotla ulaşılan sonuçlar, bilimsel olarak daha kuşatıcı bir nitelik taşımaktadır. Kendisinin bu metodu izleyerek akıl, özgürlük ve adalet şeklinde üç tümel (küllî) ilkeye ulaştığını, bunların, usûlcüler arasında yaygın olan beş zarûrî ilkenin de üstünde ‘en üst nitelikteki’ değer ve ilkeler olduğunu savunarak görüşlerine şöyle bir temellendirme yapar: “(Akıl, özgürlük ve adalet şeklinde) önerilen bu üç temel ilke, bir taraftan birbirleriyle son derece sıkı ve bağlı bir dizi kavramı yansıtırken diğer taraftan da fıkıh metodolojisi âlimlerinin çıkarımda bulundukları beş tümel maksadı da içine almaktadır. Aslında nefsin, aklın, ırzın ve malın korunması, önerilen bu üç temel ilkeye göre, tikel prensipler durumundadır. Dolayısıyla bu prensiplerin ikincil olarak, söz konusu üç temel ilkenin kapsamı altında değerlendirilmesi mümkündür. Buna ek olarak metodoloji âlimleri, söz gelimi istihsân, mesâlih-i mürsele, istishâbü’l-hâl, zarûretler yasakları mübah kılar gibi çıkarımda bulundukları ictihadî kâidelerin tümünü de önerdiğimiz bu üç tümel ilkenin kapsadığını söylemek mümkündür.” 66 II. ZARÛRÎ DEĞERLERİN EVRENSEL NİTELİĞİ Usûlcüler, beş zarûrî temel ilkenin sadece İslâm dini tarafından değil, diğer din ve toplumlarda da var olduğunu, bu yüzden, bu unsurların İslâm’ın hedefleri ve idealleri olmaktan da öte “evrensel” bir nitelik taşıdığını söylemişlerdir. Bu ilkelerin diğer milletlerce de kabul edildiğini ilk ileri süren -araştırdığımız kadarıyla- Gazzâlî (v.505/1111) dir. O şöyle der; “...Bu beş temelin ortadan kaldırılmasının yasaklanması ve bu yönde önleyici cezâlar konulması her dinde her şeriatte vardır. İnsanların iyiliğini amaçlayan din ve şeriatlerde bunların yokluğu düşünülemez...”67 ve devamında şunları söyler; “...Bunun içindir ki, küfrün, adam öldürmenin, zinanın, hırsızlığın, sarhoş edici maddeleri kullanmanın haramlığı konusunda şeriatler değişme göstermemiştir...”68 64 Câbirî, age., ss. 67-68. 65 Ebû Zeyd, Nasr Hâmid “Şeriatın Tümel (Küllî) Maksatları”, el-Arabî Kuveyt 1994, Mayıs, sayı 426, ss.112-116, [çev:. Mustafa Ünver ], İslâmî Araştırmalar Dergisi, Ankara, (Bahar dönemi) 1995, s.139–143. 66 Ebû Zeyd, a.g. makale, s.143. Ebu Zeyd’in buna benzer görüşlerini öğrenmek amacıyla şu eserine de bakılabilir. Dinsel Söylemin Eleştirisi, Ankara 2002, s.150 vd. 67 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I/288. 68 Gazzâlî, age., I/288. 150 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Şâtıbî, yukarıda zikrettiğimiz ifadesinde de görüldüğü üzere, beş zarûrî ilkenin diğer din ve toplumlarca da benimsendiğini söyleyerek, istikrâ yaptığı alanın sınırını sadece İslâm şeriatı ile sınırlı tutmaz, bunun sınırını diğer toplumları ve dinleri de içerecek şekilde genişletir. Yani ona göre bu beş temel ilke, İslâm’ın sınırlarını da aşan “evrensel” nitelikli “genel-geçer” ilkelerdir. Şâtıbî, Muvâfakât’ında bu hususu, “Zarûriyyât’ın tamamı beştir, onlar; Dinin, nefsin, neslin, malın ve aklın korunmasıdır. Âlimler bu beş unsurun bütün din ve toplumlarda korunduğunu belirtmişlerdir.”69 Seyfüddîn el-Âmidî70, İbnü’l-Hâcib71, İzz b. Abdisselâm da bu hususu açıkça dile getirmişlerdir. İzz b. Abdisselâm bu konuda şunları söyler. “...Eğer bir olayda maslahat yönü ağır basarsa, Allah Teala, onu bütün şeriatlerde vacip kılmıştır. Yine bir konuda mefsedet yönü fazla olursa onu da bütün şeriatlerde haram kılmıştır. Şâyet, maslahat ve mefsedetlerin mertebeleri farklı farklı olursa, şeriat bazı maslahatları önceleyebilir. Diğer şeriatlerde ise diğer bir takım maslahatları öne alabilir. Bu husus mefsedetlerde de aynen geçerlidir. Meselâ, kısas cezası, Mûsa (as)’ın şeriatinde, zina ve hırsızlık haddlerinde olduğu gibi sırf Allah’ın hakkı olarak vacip idi. Bize göre ise, kısas, kul hakkına Allah hakkından daha yakın bir durumdadır. Yine İsâ (as)’ın şeriatinde birden fazla kadınla evlenmek yasaklanmıştı... Fakat Mûsâ (as)’ın şeriatinde herhangi bir kısıtlama söz konusu değildi... Bizim şeriatimizde ise, erkekler göz önüne alınarak birden fazla evliliğe izin verilmiştir. Ancak kadınların durumu gözetilerek dörtten fazlası haram kılınmıştır.” 72 Karâfî, ‘el-Fürûk’ adlı eserinde iki yüz on dokuzuncu farkı açıklarken bu konuya ilişkin şu kaideyi verir; “Can, akıl, ... gibi beş temel ilkenin korunmasının zorunlu olduğu konusunda Muhammed (a.s.)’in ümmeti ile birlikte diğer ümmetler de ittifak etmişlerdir” der ve onu açıklar “..sarhoş etmeyecek miktarın içiminde farklı değerlendirmeler varsa da bütün şeriatlarda sarhoş edici içkiler haramdır. Bu dinde -sedd-i zerâî- türünden bütün (miktarlar) yasaktır. Fakat diğer dinlerde (az bir miktar) mefsedete yol açmadığından serbest kılınmıştır. Irzın korunması için, iftira etmek nesebin korunması için zinâ etmek, yine malın korunması için hırsızlık vb. fiiller bütün dinlerde yasaklanmıştır. Yine bu kaideye göre, buluntu malların korunması gerekli kılınmıştır.”73 Karâfî de bu konuya değinir ve beş temel ilkenin bütün şeriatlerce korunmasının amaçlandığını belirtir.74 Şâtıbî’nin bu konuda ittifakın bulunduğuna dair sözlerine75 daha önce değinmiştik. Burada onları tekrar zikre gerek görmüyoruz. Tahir b. Âşûr da bu hususa şöyle diyerek katılır. “Hukuk normlarında zarûrî yararlara değinilmesi pek azdır. Çünkü insanlar, kendileri için gerekli ihtiyatı eskiden beri göstermişler, bunlar insanların tabiatlarında yer 69 70 71 72 73 74 75 Şâtıbî, age., II/8. Âmidî, age., III/240. İbnü’l-Hâcib, age., s.182. İzz b. Abdisselâm, Ebû Muhammed, Kavâidü’l-ahkâm, Beyrut, ts., I/38. Karâfî, Şihâbüddîn, Envâru’l-bürûk fî envâi’l-fürûk, Beyrut, ts, IV/33. Karâfî, Şerhu Tenkîhi’l-füsûl, s.169. Şâtıbî, age., I/26. Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine 151 etmiştir. Hiçbir medenî toplum yoktur ki bu konuda duyarlı olmasın. Dinlerin/hukukların (şerâî) farklılığı, yalnızca araçların niteliğiyle ilgilidir.” Şevkânî (v.1250/1834), şeriatlerin beş unsur üzerinde ittifak ettiği, görüşüne itiraz edildiğini76 naklederek iki karşı görüşün sözlerine yer verir77. Sonra kendi görüşünü şöyle açıklar; “Tevrat ve İncili inceledim mutlak olarak içkinin mubah olduğunu gördüm. ‘Sarhoş etmeyen miktarda içilirse’ kaydını görmedim. “Üstelik mubahlığı çok açık idi” der ve “bu konuda ittifak bulunmaktadır” davasının yerinde olmadığını söyler.78 Tahrif edilmiş ilâhî kitaplardan Tevrat’ta bu husus çelişkili olarak ifade edilmektedir. Bir yerde yerilirken, diğer bazı yerlerde onun içimine izin verilmektedir79. İncil’de de konu çelişkili olarak yer almaktadır.80 A. Semâvî Dinlerde Beş Zarûrî İlkenin Yeri Beş temel unsurun çoğunluğunun “Mûsa” (a.s.)’ın “on emir”inde de yer aldığını görmekteyiz. Hz. Mûsa’ya yönelik on emir şunlardır. “…Ve Allah bütün bu sözleri söyleyip, dedi; 1. Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah’ın “Yehova” benim! 2. Karşında başka ilâhların olmayacaktır! 3. Kendin için oyma put, yukarıda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın. Onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibâdet etmeyeceksin! 4. Allah’ın Rabb’in ismini boş yere ağzına almayacaksın! 5. Sebt (Cumartesi) gününü takdis etmek için onu hatırında tut! 6. Babana-anana hürmet et! Tâki, Allah’ın rabbin sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun. 7. Katletmeyeceksin! 8. Zinâ etmeyeceksin! 9. Çalmayacaksın! 10. Komşuna karşı yalan yere şahâdet etmeyeceksin!”81 İncil’de ise, Hz. İsa (as), Hz. Mûsa (as)’ın on emrinden bazılarını sayar; mesela; 76 77 78 79 İbn Âşûr, age., s.82. Şevkânî, age., ss. 366-367. Şevkânî, age., s. 367. Ateş, Ali Osman, İslâm’a Göre Câhiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Âdetleri, İstanbul 1996, s.474– 476. 80 Ateş, age., ss.477-479. 81 Eski Ahit (Tevrat), Çıkış, Bab/20; Tesniye, Bab/5; Levililer, Bab/19; Kitab-ı Mukaddes Şirketi İstanbul 1969, ss.73–74. 152 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ 1. Babana-anana hürmet et! 2. Katletmeyeceksin! 3. Zinâ etmeyeceksin! 4. Yalan yere ant içmeyeceksin! 5. Komşunu seveceksin...”82 Tevrat ve İncil’deki bu hususları değerlendirdiğimizde, iki dinin kutsal kitaplarının ilk orijinal biçimlerinde “zarûriyyât” dediğimiz unsurların hepsinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu unsurların her birine geniş ifadeler şeklinde rastlamak mümkündür83. Usûlcülerin “el-Milel” ve “el-Ümem” ifadelerinden kastettiklerinin, önceki peygamberlerin şeriatleri ve toplumları olduğu böylece yapılan açıklamalardan da anlaşılmaktadır. B. Diğer Dinî ve Ahlâkî Öğretilerde Aslî olarak İlâhi vahye dayalı dinlerin dışındaki “dinler” ve “ahlâkî öğreti”lerden bazılarında da bu temel zorunlu beş temel ilkeye temas edildiğini görüyoruz. Şimdi bu “dinî” ve “ahlakî öğretiler”den bazılarının temel prensiplerine kısa da olsa değinmek istiyoruz. Budizm Budizm’in kurucusu Gotamo Şakyamoni, M.Ö.560’ta doğmuş M.Ö. 483 te de ölmüştür. Lâkabı “Buddha” dır. Rivayete göre O, bir gün ormanda gezerken bir “incir” ağacından kendisine bazı sözler ilhâm edilmiştir. İşte bu sözler onun ahlâki esaslarını oluşturmaktadır. Bu esaslar şunlardır; 1. Canlı hiçbir yaratığı öldürmemek, 2. Başkalarının malına, canına ve karısına göz dikmemek, 3. Yalan söylememek, 4. Sarhoşluk veren içkilerden sakınmak, 5. Küfür ve dedikodu yapmamak, 6. Şehevî arzulardan vazgeçmek.84 Jainizm Hindûizm’e karşı doğmuş dînî bir cereyan olan jainizm, kurucusu kesin bilinmemekle beraber, bazı kaynaklarda “Mahavir” olduğu kaydedilir. Bu kaynaklara göre o, M.Ö.599’da doğmuş, M.Ö. 522’de ölmüştür. Onun ahlakî öğretilerinden bazıları şunlardır; 82 Mattâ, Bab/5; Markos, Bab/7. 83 Bkz. Ateş, age., İslâm’a Göre Câhiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Âdetleri, İstanbul 1996. 84 Kumeyr, Y., İslâm Felsefesinin Kaynakları, [çev:. Fahrettin Olguner ], İstanbul 1992, ss. 68-69; Waller, P., Budizm Tarihi, Ankara 1946, s. 36; Günay Tümer, - Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1993, II. Baskı, s.166; Ahmet Kahraman, Mukayeseli Dinler Tarihi, İstanbul 1993, s.111. Zarûriyyât Düzeyindeki Gâî Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine 153 1. Hayvan öldürmemek, 2. Yalan söylememek, 3. Ne olursa olsun verilmeyen şeyi almamak, 4. Bütün şehevî arzuları terk etmek, 5. Hırsızlık etmemek, 6. Hiçbir canlıyı öldürmemek, 7. Az cinsel ilişkide bulunmak, 8. Dünya nimetlerinden ölmeyecek kadar yemek.85 Zerdüştlük M.Ö. 570’li yıllarda yaşayan Zerdüşt’e göre, Allah tektir ve bir takım ahlâkî esaslara uymak gereklidir. Bunlardan bazıları şunlardır; Doğru yaşama ve ahlâkî emirlere bağlılık, Temiz hayvanları özellikle köpeği öldürmemek, Zina etmemek,86 C) Doğal Hukuk Düşüncesinde Hukuk felsefesi tarihinde önemli ve sürekli rolü ile dikkatleri üzerine çeken hukuk düşüncelerinden birisi de kuşkusuz doğal hukuk akımıdır. Tarih olarak ta eski Yunan düşüncesine kadar giden bu akıma göre, ‘akıl’ ve ‘insan doğası’ kavramları, doğal hukuk düşüncesinin iki önemli hareket noktasını oluşturur. Orta çağda da oldukça etkili olan bu düşünsel akım, yeniçağda ise, ‘insan haklarına’ yaptığı vurgu ile öne çıkmıştır. Örneğin bu akımın ve özellikle liberal düşüncenin ateşli savunucularından John Locke, Frederic Bastiat gibi düşünürler, insanın en temel hakkının hayat, hürriyet, mülkiyet ve adalet olduğunu belirtmişlerdir.87 Bu akımın kendilerine temel referans olarak kabul ettikleri bu değerler, İslâm hukuk düşüncesi mensuplarınca da benimsenmiştir. Beş zorunlu değeri üç temel değerde toplamak pekâlâ mümkündür.88 Buradan çıkan sonuca göre, doğası bozulmamış sağduyulu bir aklın vardığı sonuçlarla, ilâhî kaynaklı değerler son tahlilde aynı gerçeğe işaret etmektedir. Bu da ‘insan merkezli’ bir hukuk düşüncesinin varlığıdır. Bu hususu özellikle vurgulayan Hasan Hanefî’ye göre, İslâm şeriatı, özü itibariyle kamunun menfaatlerini (el-mesâlihu’l-âmme) 85 Osman Cilâcı, Dinler ve İnsanlar, Konya 1990, ss. 234-235; Kahraman, age., s. 111; TümerKüçük, age., ss. 98-99. 86 Tümer-Küçük, age., s.110; Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, Ankara 1983, s.436. 87 Bastiat, Hukuk, (çev:. Yıldıray Arsan), Ankara 1997, ss.2-5; John Locke, Hoşgörü Üzerine bir Mektup, (çev:. Melih Yürüşen), Ankara 1998; Hardy Bouillon, John Locke, (çev:. Ali İbrahim Savaş), Ankara 1998, s.30 vd.; Bkz. Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Ankara 1992, III.b, s.149 vd. ; Niyazi Öktem, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, İstanbul 1988, ss.52-175 vd.; Atilla Yayla, Liberalizm, Ankara 1998, s.26 vd. 88 Konuya ilişkin şu eseri de bu bağlamda gösterilen bir çaba olarak değerlendirmek mümkündür. Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, İslâm’da Şahsiyet Hakları, TDV. yy. Ankara 1996. 154 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ gerçekleştirmek üzerine kurulmuş pozitif bir şeriat olup, bu hukuk düşüncesinde korunması amaçlanan beş zarûrî değer sadece İslam bağlılarının değil, laik düşünceyi savunanlarca da benimsenen hususlardır. Fakat onlar bu düşünceyi, İslâm şeraitinden değil de Batı medeniyet ve kültüründen bir yaratıcı düşünceyle değil, sadece körü körüne taklit yoluyla almışlardır.89 Bir başka düşünce adamı Muhammed Arkoun da sabitlik ve değişkenlik bağlamında Şâtıbî’nin sistematize ederek yeniden gündeme getirdiği ‘makâsıdü’şşeria’ olgusuna vurgu yaparak bu değerlerin, ilâhî şeriatin sabiteleri olup, evrensel bir karakter arz ettiğini söyler.90 İslâm hukukçularına göre bu beş temel değerin korunması, sadece Müslümanlar bakımından değil, diğer din mensuplarını da içine alacak biçimde bir genişliğe sahiptir.91 Sonuç olarak söylemek gerekirse, kaynağı ilâhî vahye dayalı tevhîdî (monoteist) nitelikli dinlerde bu beş unsura özellikle riâyet edilmiştir. Bazı görüşlerini verdiğimiz dînî ve ahlâki öğretilerde de bu ilkelere vurgunun yapılması oldukça dikkat çekicidir. ‘Zarûriyyât’ denilen bu değerler, insan doğasının doğuştan sahip olduğu “zorunlu” temel değerleri olarak, “Modern İnsan Hakları Teorisi”nin yaklaşık on iki asır öncesinde ortaya konmuş, evrensel, genel-geçer ve “insan” merkezli bir değerler sistemi biçiminde önümüzde durmaktadır. Bu yüzden bazı düşünürlerin İslâm hukuku için, “tabiî- ilâhî hukuk”92 biçiminde özetlenebilecek bir adlandırmayı ve nitelemeyi biz de yerinde buluyor, bu değerlerin bütünüyle korunup geliştirilmesi demek olan “ideal” hukuk zemininin, bütün insanların mutluluğunu sağlayacak bir referans olduğunu düşünüyoruz.93 Kanaatimize göre evrensel ölçekteki barış ve esenliğin sağlanması, her ne pahasına olsun bu değerlerin kayıtsız şartsız olarak korunmasına bağlıdır. 89 Hanefî-Câbirî, Hıvâru’l-maşrık ve’l-mağrib, Kahire 1990, s.44 vd. Hasan Hanefî’nin benzer değerlendirmeleri için ayrıca şu eserine de bakmak mümkündür. İslâmî ilimlere Giriş, (çev:.Muharrem Tan), İstanbul 2000, s.147 vd. 90 Arkoun, Muhammed, el-İslâm: el-ahlâk ve’s-siyâse, Beyrut 1986, s. 33, 34. 91 Bu hususu derli-toplu bir şekilde ele alan şu eserlere bakmak yeterlidir. Muhammed Umâra, İslâm ve İnsan Hakları, (çev:. Asım Kanar), İstanbul 1992; Osman Şekerci, İslâm ülkelerinde Gayr-i Müslimlerin Temel Hakları, İstanbul 1996; A. Müellif, İnsan Hakları Alanında Temel Bilgiler ve İslâm, İstanbul 1996; Hayrettin Karaman, İslam’da İnsan Hakları, İstanbul 1996; İslâm ve İnsan Hakları (çev:. ve derleme: T.Yücel-Şennur K.) Endülüs yy. İstanbul 1995; Muhammed Hâşim Kemâlî, İslâm’da İfade Hürriyeti, (çev:. Muhammed Şeviker), İstanbul 2000; Saffet Köse, Din Özgürlüğü ve Barış yolunda İki Farklı Tecrübe [Dinsel şiddet süreci –Hıristiyanlık; Farklılıklarla bir arada Yaşama Örneği-Müslüman toplumlar], İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, Konya 2005, sayı:5, s.13-48. 92 Hâtemî, Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul 1988, ss.64-66; Erdoğan Mustafa, İslam ve Liberalizm, Ankara 1999, s.22 vd.; Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, III/254-257. 93 Nitekim son dönemde böyle bir arayışın sonucu olarak bir takım olumlu girişimlerin olduğunu görmekteyiz. Buna örneklik teşkil etmesi bağlamında şu eserleri zikretmek yeterlidir. Hans Küng-Karl-Kosef Kuschel, Evrensel Bir Ahlâk’a Doğru, [takdim yazısı; Beyza Bilgin, (çev:. Nevzat, Y. Aşıkoğlu – Cemal Tosun-Recai Doğan) Ankara 1995.; Henry Shue, Temel Hakların Evrenselliği, [İnsan Haklarının Felsefi Temelleri adlı eser içerinde.] Yayıma hazırlayan: İoanna Kuçuradi, Ankara 1982, s.25 vd. (Hacettepe Ü. yy.); Mehmet Semih Gemalmaz, Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine Giriş, İstanbul 1992; Jack Donnelly, Teoride ve Uygulamada Evrensel İnsan Hakları, (çev:. Mustafa Erdoğan-Levent Korkut), Ankara 1995; Johan Galtung, Bir Başka Açıdan insan Hakları, (çev:. Müge Sözen), İstanbul 1999: Jean-Luc Mathıeu, Uluslararası Alanda İnsan Hakları, (çev: Galip Üstün), İstanbul 1994. İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (155-173) İSLAM HUKUKUNDA ÇAĞDAŞLAŞMA ARAYIŞLARININ ARKA PLANI: SON DÖNEM OSMANLI DÜŞÜNCESİNDEN GÜNÜMÜZE UZANAN SÜREÇ* Kaşif Hamdi OKUR** The Backround of Modernisation in Islamic Law : A Perspective From the Later Ottoman Period to Modern Times ABSTRACT This study contains the attempts of modernisation in Islamic law from the later Ottoman period to modern times. In addition that it analyses the arguments about the reformation of Islamic law in historical period. Moreover it contains some individual suggestions about the modernisation of Islamic law in modern times. Key Words: Islamic law, Turkhis Modernisation, Social Cahange. Modernleşme, muasırlaşma/çağdaşlaşma, garplılaşma/batılılaşma kavramları uzun zamandır İslâm dünyasında üzerinde yaşanan değişim ve dönüşümler için işaret taşı niteliğini haiz, kritik ve biraz da muhataralı kavramlardır. Bilindiği üzere modernlik (modernite), yaklaşık üç yüz yılı aşkın bir süredir bilim, siyaset, teknoloji ve kültür alanında yaşanan değişimler sonucu dünyanın merkezinin batıya kaymasını sağlayan durumu ifade etmek için kullanılmaktadır1. Batının dünyanın merkezinde sürükleyici ve belirleyici bir güç olarak yer alması neticesinde, Batılı olmayan toplumlarda yaşanan değişim süreci ise modernleşme, çağdaşlaşma ve batılılaşma terimleriyle ifade edilmektedir.2 Modernite ile birlikte artık, eşit güce sahip kültürlerin birbiri ile alış verişi söz konusu değildi. Bundan sonra yaşanacak süreç, bütün de * ** 1 2 Bu yazı, Din-Kültür ve Çağdaşlık Sempozyumu’nda (İzmir 2004) sunulan “İslam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı: Son Dönem Osmanlı Düşüncesindeki Arayışlar” başlıklı tebliğ ile Gazi Üniversitesi desteğinde hazırlanan “Türk Modernleşmesi Sürecindeki Metodolojik Yaklaşımların Temel İslam Bilimlerine Yansımaları” (Çorum, 2007-04-30) isimli projede yer alan metnin gözden geçirilerek geliştirilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Dr., Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, e-mail : kasifokur@hotmail.com Mümtazer Türköne, “Osmanlılarda Islahat ve Teceddüt”, Osmanlı Ansiklopedisi, İstanbul 1996, c. VI, s. 9; Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, (çev. E. Kuşdil), İstanbul 1994, s. 9. Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul 1986, s. 87; Türköne, “Osmanlılarda Islahat ve Teceddüt”, s. 9. Vakıa bu terimlerin etimolojileri ve medlûllerinden hareketle birbirleriyle olan ilişkileri ve anlam haritaları konusunda sosyal bilimcilerin farklı tercihleri bulunmaktadır. Batılılaşma ve modernleşmeyi aynı anlamda kullanan düşünürler olduğu gibi (bk. Mümtaz Turhan Garplılaşmanın Neresindeyiz?, İstanbul 1961, s. 61, 62, 64, 70) bu kavramların mahiyet itibarıyla birbirinden farklı olduğunu savunanlara da vardır. Bk. M. Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma”, DİA, İstanbul 1992, c. V, s. 148. 156 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ğerler alanında bir “dünya görüşü” teşkil edecek derecede hakim olan gücün, referans merkezi olarak kabul edilmesi tarzında gelişecekti.3 Batı dışı toplumlarda yenileşme hareketleri, “kendi başlarına ayakta kalabilmek” ve “dünya üzerinde bir yer bulabilmek” için yaşanan zorunlu değişmelerdi. Osmanlı modernleşmesi ya da Türk Modernleşmesi olarak adlandırılan olgu da benzeri zorunlu şartlar neticesinde ortaya çıkmıştır.4 Esasen değişim, toplumların hayatında sürekli olarak görülen bir olgudur.5 Bu genel kuralın istisnası olan bir topluluk düşünülemez. Ancak modernleşme dediğimiz olguda “var olan değişmenin” değişmesi, bir ölçüde değişen toplumun ani ve hızlı bir değişim dönemine girmesi, yeni bir ivme kazanması söz konusudur.6 Osmanlı toplumu da duraklama döneminden itibaren kendi mekanizmalarının işleyişindeki problemleri gidermek için ıslahat yapma ihtiyacı hissetmiştir. Ancak bu dönemdeki ıslahatlar için öne sürülen reçete, “kanun-ı kadim”e dönmektir. Fakat belli bir dönemden sonra, özellikle askeri yenilgiler ve toprak kaybı sonrası batının öncelikle askeri sahadaki üstünlüğü kabul edilmiş, daha sonra bu üstünlüğün diğer alanlardaki yansımalarının farkına varılmış ve “nizam-ı cedit” arayışı içerisine girilmiştir. Modernleşme, garplılaşma ya da çağdaşlaşma olarak adlandırılan değişim süreci bu noktada başlamaktadır.7 Önceki dönemlerdeki ıslahat hareketlerinde Osmanlı devletinin kendi tarih ve kültüründen ilham alındığı halde, yeni ıslahat hareketleri referans olarak batıyı alıyordu.8 İşte Modernleşmenin “değişimin değişimi” olması, eski anlayıştan köklü bir farklılaşmayı deyimlemesi burada ortaya çıkmaktadır. Bir kronoloji vermek gerekirse II. Viyana bozgunundan Tanzimat’a kadar olan dönem modernleşmenin gerekliliğinin ve koşullarının hazırlandığı dönem, Tanzimat dönemi ise modernleşme hareketlerinin bilinçli bir şekilde otokratik yolla uygulanmaya başlandığı dönem olarak değerlendirilebilir. 9 Son dönem Osmanlı düşüncesinde İslam hukuku alanındaki faaliyetleri çağdaşlaşma açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir tespit yapabiliriz: Fıkıh literatüründen çağın ihtiyaçlarını karşılayacak hükümler elde edebilmek için 3 4 5 6 7 8 9 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1992, s. 20. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun yüzyılı, İstanbul 1983, ss. 9-10. Her toplumun değişim köprüsünden geçtiğine, hükm-i zamanı idrak edemeyip eski tavrı inatla sürdürmek isteyenlerin diyâr-ı ademe göçtüğüne dikkat çeken Cevdet Paşa’ya göre “tegayyürden masûn olmak hassa-i nevamis-i ilâhiye olup, kavânîn-i beşeriye hükm-i zamân ile mütagayyir” bir karakter taşımaktadır. Bk. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul 1302, c.I, s. 71. Cevdet Paşa, değişimin evrenin tümü için taşıdığı önemi ve insan topluluklarının değişime ayak uydurmasının gereğini şu ifadelerle dile getirmektedir: “Bu alem-i dünyâya nazar olunsa teceddüdât-ı yevmiyeden ibâret bir hengame-i ibret olduğu rûnüma bulunur…Hangi devlet olursa olsun bir tavırdan tavr-ı âhara nakledegeldiği cihetle her devirde bir tavr-ı mahsûsda bulunur. Ve her tavırda bir türlü davranmak ve her devrin mizâcına göre çare ve ilaç aranmak lazım gelir.” Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c.I, s. 15. Ortaylı, ss. 9-10; Giddens, s. 13. Kemal Karpat, “Türkler (Osmanlılar)”, İA, c. XII/2, s. 343. A. Cevad Eren, “Tanzimat”, İA, c. XI, s. 710. Ortaylı, s.11. İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 157 takip edilmesi gereken usuller, yenileşmeyi temin edebilecek araçlar, değişimi fıkhın içerisinde ve kontrolünde tutabilme düşüncesi bu sahadaki çalışmaların genel çerçevesini oluşturmaktadır. İlgili arayışların başlangıcı olarak da İslam hukukunun yetkinliğinin tartışılmaya başlandığı Tanzimat dönemini verebiliriz. Askerlikten eğitime, kamu yönetimi ve mahalli idarelerden hukuka kadar pek çok alanda yapısal ve kurumsal olarak köklü değişikliklerin yapıldığı Tanzimat dönemi, klasik Osmanlı hukuk anlayışından10 belirgin bir ayrılışa da sahne olmuştur. Bu dönemde hukuk alanında en göze çarpan yenilik batı tarzı kanunlaştırma (kodifikasyon) uygulamalarıdır11. Bu kanunların bir kısmı, Mecelle’de (1868-1876) ve Arazi kanununda (1858) olduğu gibi, yerli kaynaklara dayanmakla beraber bir kısmı batı kanunlarından muktebestir. Hukuki düzenlemelerde batı kökenli mevzuatın esas alınması batılı devletler tarafından teşvik edilmiş, bu konudaki etkiler zaman zaman siyasi baskıya kadar varmıştır.12 Özellikle Mecelle’nin hazırlanma safhasında, yerli hukuka dayanılarak kanun yapılmasını savunanlarla batı kanunlarının alınmasını savunanlar arasındaki mücadele iyice belirginleşmiştir.13 Mamafih batı kökenli ceza (1858), ticaret (1850), ceza muhakemeleri usulü (1879) ve hukuk muhakemeleri usulü (1879) kanunları uygulamada İslam hukukunun etkinliğini iyice sınırlandırmıştır. Bu hususu Yeni Osmanlılar Hareketinin önde gelen temsilcilerinden Ziya Paşa ve Namık Kemal’in dönemin idarecilerini eleştiren ifadelerinden takip etmek mümkündür. Ziya Paşa’ya göre İslam hukukunun etkinlik sahası azaltılarak şer’iye mahkemelerinin yetki alanına “yalnızca karı koca kavgasıyla talak ve nikah gibi sırf umur-ı mezhebiyeye dair hususat” bırakılmış;14 Namık Kemal’e göre ise ahkam-ı fıkhiyenin meriyeti, “münâkehât cihetine ve ukubattan veraset intac eden katil ve diyet mürafaatıyla 10 Klasik Osmanlı Hukuku, Hanefi fıkhına dayalı şer’i hukuk ile hükümdarın iradesiyle hukuki karakter kazanan kurallardan oluşan örfi hukuk olmak üzere iki ana unsura dayanmaktaydı. Şer’i hukuk-Örfi hukuk ilişkisi üzerinde çok tartışma olmakla beraber bu iki hukukun birbiriyle uyum içerisinde uygulanmaya çalışıldığı; örfi hukukun şer’i hukukun alternatifi değil tamamlayıcısı olarak değerlendirildiği söylenebilir. Bk. M. Akif Aydın, “Osmanlı’da Hukuk”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti, ed. Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul 1994, c.I, s. 348. Şer’i hukuk alanında “taklid” anlayışı çerçevesinde Hanefi fıkhına bağlılık söz konusuydu. Bu anlayışla bağdaşmayan yaklaşımlar ciddi tepki almaktaydı. Nitekim Hanefi mezhebinin diğer mezheplerden üstün olduğu düşüncesinin rasyonel bir temele dayanmadığını, bunun inanç haline getirilmiş bir kanaatten ibaret olduğunu ifade eden Şeyh Bedreddin’in (Câmiu’l-fusûleyn, Mısır 1300, c. I, s. 15) bu tavrı “cüret ve cehalet eseri” olarak nitelendirilmiş ve sert tenkitlere uğramıştır. Bk. Mehmed Şerafüddin, Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrüddin, İstanbul 1341-1925, ss. 48-51. 11 Tanzimat dönemindeki kanunlaştırma uygulamaları için bk. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, Tanzimat, İstanbul 1999, c. I, ss. 175-199. 12 M. Akif Aydın, “Batılılaşma (Hukuk)”, DİA, İstanbul 1992, c. V, s. 162. 13 Bu husus için bk. Cevdet Paşa Tezakir, (1–12), Ankara 1991, ss. 62–64; Cevdet Paşa, Maruzat, İstanbul 1980, ss. 199–201; Ebul-ulâ Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, Ankara 1996, ss. 61–65; Velidedeoğlu, “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, ss. 199–202; M. Akif Aydın, “Mecelle’nin Hazırlanışı”, İslam ve Osmanlı Hukuku Araştırmaları, İstanbul 1996, ss. 75–78. 14 İhsan Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat, İstanbul 1999, c. II, s. 801, 158 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ muamelattan Mecelle’de neşrolunan bazı mesaile inhisar etmiştir.”15 Avrupa kanunlarının iktibas edilmesini şiddetle eleştiren Yeni Osmanlılar fıkhın devletin hukuki ihtiyaçlarını karşılayabilecek nitelikte olduğunu ısrarla vurgulamışlardır.16 Fıkhın yeterliliğini temellendirmek için tabii hukuk düşüncesi ile fıkhın dayandığı esaslar arasında bir paralellikten söz etmişlerdir.17 Vakıa içtihat kapısı kapanalı hayli zaman geçtiği için fıkhın mevcut hali ile asrın ihtiyaçlarına yeterli olamayacağını teslim eden Ziya Paşa, bu ihtiyacın “deryâ-i bî pâyân-i şeriattan” mukteza-yı asr üzere ahkam elde edilmesi suretiyle karşılanabileceğini ifade etmekle beraber18, bu uygulamanın çerçevesi ve metoduna dair bir açıklama getirmiyordu. Namık Kemal’e göre ise fıkha dayalı kanun yapılırken takip edilmesi gereken yol, mevcut fıkıh ve hukuk kitaplarındaki mesailden zaman ve mekanın haline tatbiken hüküm iltikat etmek (toplamak) olmalıydı.19 Nitekim bu yol Mecelle’de takip edilen yoldur. Mecelle cemiyeti mazbatasında fıkıh kitaplarındaki görüşleri kanunlaştırırken göz önüne alınan hususlar “nâsa erfak ve maslahat-ı asra evfak”, “muamelat-ı nâsı teysir etmek”, “hâl ü maslahata evfak görülmek”, “maslahat-ı nâsa evfak olmak”, “maslahat-ı asra nazaran” gibi ifadelerle dile getirilmiştir.20 Zamanın değişmesiyle değişen hükümlerin tali ve istisnai hükümler olduğunu ifade eden Namık Kemal’in21 fıkıhtan hüküm elde etme metotları üzerinde bir yenileşme ihtiyacını ciddi boyutta gündemine almadığı anlaşılmaktadır. Yeni Osmanlılar içerisinde bu konuya dikkat çeken Ali Suavi olmuştur. Ali Suavi, “İlm-i fıkıh eski bir vakit[te] yapılmış olup zamanımızca kafi değildir.” inancının yanlış olduğunu, çünkü zamanların değişmesiyle hükümlerin de değişeceğini söylemektedir.22 Bu değişimin hangi çerçevede ve hangi araçlarla gerçekleştirilebileceği konusunda Suavi çok genel değerlendirmelerde bulunmuştur. Fıkhın ibadetle ilgili hükümleri ve muamelatla ilgili hükümlerinin ayrı ayrı tasnif edilerek mahiyetlerine uygun usullere dayandırılması gerektiğini ifade etmiş, bu bağlamda naslardan dil kuralları çerçevesinde hüküm istinbatını öngören klasik fıkıh usulü anlayışının muamelatla ilgili konularda uygulanmasını eleştirmiştir. Muamelatla ilgili meselelerin çözümü için örf ve âdetle ilgili fıkhi kaideleri ön plana çıkarmış, “âdet muhakkemdir” aslı ışığında yeni ortaya çıkan birçok “muamelât-ı nâfia”nın hükme bağlanabileceğini 15 Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, s. 805; Mustafa Nihat Özön, Namık Kemal ve İbret Gazetesi, İstanbul 1997, s. 159. 16 Yeni Osmanlılar’ın bu husustaki beyanları için bk. Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, ss. 800– 816; Mümtazer Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İstanbul 1991, ss. 127–131. 17 Bk. Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, ss. 802-803; Türköne, age., ss. 135–142. 18 Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, s. 800. 19 Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, s. 806. 20 Bk. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, İstanbul 1286, ss. 7-9. Mecelle Cemiyeti mazbatasının yeni harflerle yayınlanan metni için bk. Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, ss. 271-277. 21 Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, s. 813; Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, s. 296. 22 Türköne, age., s. 128. İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 159 ileri sürmüştür.23 Suavi örfe vurgu yapmakla beraber, fıkhi hükümlerde örfe dayalı bir yenilenme anlayışını yeterince açığa kavuşturmamıştır. Görüldüğü üzere Tanzimat döneminde fıkhın hukuki ihtiyaçları karşılayabilecek düzeyde olduğu savunulmuş, bunun için hal ve zamana uygun görüşlerin seçilmesi ve örfe başvurulması başlıca yöntem olarak dile getirilmiştir. Mamafih Hanefi mezhebi içerisinden Ebu Yusuf’un görüşü yerine Züfer’in görüşünün tercih edilmesine tahammül edemeyen ve Cevdet Paşa’nın “zeyy-i ulemada bulunan cehele güruhu” olarak nitelediği mutaassıpların henüz etkin olduğu bu devrede,24 diğer mezheplerden istifade etmek ciddi anlamda gündeme gelmemiştir. İslam hukuk düşüncesinde yenilenmeyle ilgili metodolojik tartışmaların ağırlıklı ve gündemi belirleyici tarzda ortaya çıkması, II. Meşrutiyet döneminde gerçekleşmiştir. II. Meşrutiyet dönemi, Türk çağdaşlaşması ile ilgili birçok sorunun oldukça yoğun ve çok sesli bir tarzda tartışıldığı bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde devletin bekasını sağlayabilmek için farklı düşünce gruplarına mensup kalemler kendi dünya görüşleri çerçevesinde çeşitli reçeteler sunmuşlardır. Devleti kurtarmak için zaruri görülen yeniden yapılanma hareketi içerisinde “İslam’ın konumunun ne olacağı?” sorusu gündemi tayin eden ana maddeler arasında yer almıştır. Bu soru ile bağlantılı olarak İslam hukukunun yenilenme taleplerine cevap verip veremeyeceği, hukuk içerisinde bir yenilenmenin hangi çerçevede yapılacağı hususları etrafındaki tartışmalar da geniş bir literatür oluşturmuştur. Bu dönemde İslam hukuku sahasında imal-i fikir edenlerin cevap vermeye çalıştığı ana soru, fıkıh literatüründen asr-ı hazırın icaplarına uygun hükümler elde edilip edilemeyeceği olmuştur. Böyle bir hüküm üretimi mümkünse bunu sağlayabilecek araçların ve yöntemlerin neler olabileceği de tartışmanın ana eksenini oluşturmaktadır. Bu arayışlar bağlamında zuhur eden eğilimler içerisinde metodoloji açısından dikkati çeken iki eğilime işaret etmek istiyoruz. a. Bir kısım aydınlar klasik fıkıh literatürünün kavramlarına mevcut geleneğin sınırlarını aşacak tarzda sosyolojik içerikli yeni anlamlar yükleyerek değişimi sağlayabilecek bir zemin oluşturmaya çalışmıştır. Ziya Gökalp’in önderliğini yaptığı içtimâî usûl-i fıkıh akımı bu grubun başlıca temsilcisidir. Bu grubun yaklaşım tarzını Gökalp’ın çalışmalarından hareketle şöyle özetleyebiliriz: Fıkıh bir taraftan vahye diğer taraftan içtimaiyata dayanır. Yani İslam şeriatı hem ilahi hem de içtimaidir. Fıkhın nakli esasları mutlak ve değişmezdir. Fıkhın içtimai esasları ise toplumsal şekillerin ve bünyelerin değişimine 23 Ali Suavi’nin yaklaşımları ile ilgili olarak bk. Ali Suavi, “Yarım Fakih Din Yıkar”, Ulûm Gazetesi, 1286-1870, ss. 1027-1034, ss. 1047-1048; a.mlf., Arabî İbâre Usûl-i Fıkıh Nâm Risâlenin Tercümesi, London 1868, ss. 2-8; Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İstanbul 1994, ss. 591-592. 24 Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, ss. 78-85. 160 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ bağlıdır.25 Fıkhı bu şekilde değişen ve değişmeyen kısımlarına ayıran Gökalp, değişen kısmın sınırlarını genişletmeye başlamıştır. Hanefi fakihi Ebu Yusuf’a izafe ettiği, “örf ile nassın çatışması halinde nas örften mütevellit ise örfe itibar edilir” görüşünden hareket ederek, “Acaba dünyevi işlere ve içtimai hayata taalluk eden nassların hemen kâffesi örften mütevellittir denilemez mi?” sorusunu gündeme getirmiştir.26 Bu suretle ibadet konuları dışındaki hükümleri tanzim eden naslar için değişim kapısı açılmış oluyordu. Toplumsal değişmelerin meşîet-i ezeliye tarafından takdir edilmiş, ferdi iradeden bağımsız ve ona hakim olan kanunlar tarafından belirlendiğini ileri süren Gökalp’e göre örf, nas gibi hakiki ve sarih bir surette olmasa da mecazi itibarla ilahi mahiyeti haizdir.27 Örfün içeriği ise, cemaatin amelî siret ve maişetinde tecelli eden içtimai vicdandır.28 İctihad da örfe uyum sağlama ihtiyacından doğmuştur.29 Böylece toplumsal değişmeleri ilahi iradeye bağlayan Gökalp, toplumun değişimi karşısında -nassa dayansa bile- hukuku değiştirmeyi meşru bir zemine oturtmuş oluyordu. Bu değişimin teorik açıdan temellendirilmesi için fıkıhçılar ve sosyologların ortak çabalarıyla şekillenecek içtimai usul-i fıkıh adlı bir disipline ihtiyaç duyulduğunu ifade ediyordu.30 Gökalp yine klasik fıkhın diyanet ve kaza kavramları üzerinde yaptığı bir çalışmasıyla,31 meşihatın kabine (hükümet) dışında bırakılarak yasama ve yargı alanındaki yetkilerinin siyasi otoritenin emrine verilmesinin zeminini oluşturuyordu. Nitekim bu alanda 1916 yılında kanuni düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler neticesinde Berkes’in ifadesiyle din; devlette, yasamada, adliyede, maliyede dünyasal yetkilerini yitiriyor, fonksiyonu diyanet alanına daraltılıyordu. Cumhuriyet döneminde gerçekleşen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yolu o zaman açılmıştı.32 Gökalp’in görüşlerinin uzun vadede din-hukuk ayrılığını gündeme getirmesi kaçınılmazdı.33 Görüldüğü üzere Gökalp’in içtimai usul-i fıkıh ekseninde ön25 26 27 28 29 30 31 32 33 Gökalp, “Fıkıh ve İçtimâiyyât”, İslâm Mecmuası, 1329-1332, c. I/2, ss. 42-43. Gökalp “İçtimâî Usûl-i Fıkıh”, İslâm Mecmuası, 1329-1332, c. I/3, s. 85, s. 87. Gökalp “İçtimâî Usûl-i Fıkıh”, s. 87. Gökalp, “Fıkıh ve İçtimâiyyât”, s. 42. Bu konuda bk. Gökalp, “İçtimâî Usûl-i Fıkıh”, s. 85. Gökalp’in ortaya attığı içtimaî usul-i fıkıh düşüncesi İslam Mecmuası yazarları tarafından desteklenerek temellendirilmeye çalışılmıştır. Bu konuda bk. Halim Sabit, “İçtimâî Usûl-i Fıkıh (Gökalp Bey’in Makalesi Münasebetiyle)”, İslâm Mecmuası,1330-1332, c. I/5, ss. 145-150; Mustafa Şeref, “İçtimâî Usûl-i Fıkıh Nasıl Teessüs Eder?”, İslâm Mecmuası,1330-1332, c. I/6, ss. 162-166; Halim Sabit, “Örf-Maruf (İçtimâî Usûl-i Fıkıh Makalesi Münasebetiyle)”, İslâm Mecmuası, 1330-1332, c. I/10, ss. 304-311; c. I/11, ss. 322-325; c. I/12, ss. 354-357; c. II/14, ss. 418-425. Gökalp “İçtimâî Usûl-i Fıkıh”, ss. 84-87. Gökalp, “Diyanet ve Kaza”, İslâm Mecmuası, 1331-1333, c. III/35, ss. 756-760. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, ss. 451-452. Gökalp’in meşihat projesi hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Seyfettin Erşahin, “Meşihat-i İslâmiye’den Diyanet Riyasetine (Gökalp’in Şeyhülislamlık Tasarısı)”, AÜİFD, c. XXXVIII, Ankara 1998, ss. 333-359. Bunu Devlet adlı şiirinde açıkça görmek mümkündür. Bk. Fevziye Abdullah Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı I, Ankara 1989, ss. 116-117. İbadetle itikadda daima Lakin hukuk dinden ayrı bir iştir, Kitap ile sünnet benim rehberim; Bırakılmış ûlû’l-emre, devlete. Bu işlerde şüphem varsa mutlaka, Hukuk örfe uymayınca değiştir, Müftülerin fetvasını dilerim… Örfe uydur demiş Tanrı millete! İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 161 celikle fıkıhta yenileşme çizgisinde başlayan arayış giderek din-hukuk ayrılığı çizgisine ulaşmıştır.34 b. Görüşleri üzerinde durmak istediğimiz ikinci grup düşünürler ise asrın ihtiyaçlarına uygun hükümler vazetmek için fıkhın kendi kavram ve araçlarının işletilmesini yeterli görmekteydiler. Bunlara göre hukuki düzenleme yapılırken yalnız Hanefi mezhebi içerisinde kalınmamalı, diğer mezheplerden de asrın icaplarına uygun olan hükümler alınmalıdır. Hukuki ihtiyaçların giderilmesinde Avrupa kanunlarından resepsiyon cihetine gidilmemeli, problemler kendi “kavaid-i felsefe-i şer’iyemizle” çözülmelidir.35 Fıkhın kendi dinamikleri çağın ihtiyacını karşılamak için yeterlidir. Söz gelimi Hanefilerin istihsan, Malikilerin istislah, Şafiilerin istishab, Zahirilerin ibaha konusundaki yaklaşımları; ref-i harac, umum-i belva, sedd-i zerai gibi fıkhi delillerle halledilemeyecek mesele yoktur.36 Bütün mezheplerin görüşlerinden istifade etmeyi savunan bazı yazarlar, inisiyatif fıkıhta olmakla beraber Avrupa hukuk kültüründen yaralanmakta da bir beis görmemişlerdir. Ancak bu yararlanma fıkhın tamamen terk edilerek Avrupa hukukuna dayalı bir resepsiyon sürecine dönüşmemelidir.37 Fıkhın kendi dinamiklerine güvenen bu yaklaşım sahiplerinin, içtimai usul-i fıkıh akımında olduğu gibi, fıkhî kavramlara sosyolojik yönü ağır basan anlamlar yüklenmesini tasvip etmeyecekleri âşikârdır. Nitekim İzmirli, Gökalp ve takipçilerini eleştirmiş, usul-i fıkıhta yenilenmenin ancak örneklerin güncel hayattan ve kanun maddelerinden seçilmesi noktasında gerçekleşebileceğini ifade etmiştir. İzmirli, şer’î deliller ve örf konusunda klasik fıkhın çerçevesini aşacak yaklaşımlara sıcak bakmamıştır.38 II. Meşrutiyet döneminde İslam hukuku ile ilgili yaklaşımların çağdaşlaşma arayışları açısından dikkat çeken genel özellikleri ile ilgili olarak şu değerlendirmeleri yapabiliriz: Tanzimat’tan itibaren gerek Batı kökenli kanunların gerekse Nizamiye ve Ticaret mahkemelerinin uygulamada yerini almasıyla 34 Gökalp’in görüşleri ile ilgili olarak bk. Kaşif Hamdi Okur, “II. Meşrutiyet Dönemi İslâm Hukuku Tartışmalarından Bir Kesit: Mansurizâde Said ve Seyyid Bey Örneği”, Dini Araştırmalar, c. II/5, Ankara 1999, ss. 259-263. İçtimai usul-i fıkıh projesiyle ilgili kapsamlı bir değerlendirme, Gökalp’in takipçilerinin ve muhaliflerinin yaklaşımlarının ayrıntılı bir tahlili için bk. Sami Erdem, Tanzimat Sonrası Osmanlı Hukuk Düşüncesinde Fıkıh Usulü Kavramları ve Modern Yaklaşımlar, MÜSBE, İstanbul 2003, ss. 116-230 (yayımlanmamış doktora tezi). 35 Sözkonusu yaklaşımlar hakkında bk. Seyyid Bey, Medhal, İstanbul 1333, s. 149; Şeyh Muhsini Fânî [Hüseyin Kazım Kadri], İslâm’ın Avrupa’ya Son Sözü, İstanbul 1328, s. 40, s. 42; Küçük Hamdi [Elmalılı M. Hamdi Yazır], “Makâle-i Mühime”, Beyânülhak, 1324-1327, c. I/18, s. 403; İbrahim Çalışkan, “Muhammed Hamdi Yazır’ın Hukukçuluğu”, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Ankara 1993, s. 192. 36 İsmail Hakkı İzmirli, “İçtimâî Usûl-i Fıkha İhtiyaç Var mı?”, Sebilürreşâd, 1330-1332, c. XII/298, s. 215. 37 Seyyid Bey, Medhal, ss. 161-162. 38 Konuyla ilgili bk. İzmirli , “İçtimâî Usûl-i Fıkha İhtiyaç Var mı?”, ss. 215-216; Abdülkadir Şener “İçtimaî Usul-i Fıkıh Tartışmaları”, Makaleler, İzmir 2001, ss. 253-269; Sami Erdem, Tanzimat Sonrası, ss. 213-230. 162 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İslam hukukunun etkinliği kısıtlanmış, çift karakterli bir yapı ortaya çıkmıştır. Hukuki alanda yeni düzenlemelere duyulan ihtiyaç sürmekteydi. İslam hukukuna dayanılarak tedvin edilen Mecelle, Hanefi mezhebi çerçevesinde kaldığı için bazı maddeleri zamanın ihtiyaçlarına cevap vermediği konusunda eleştirilmekte, bunların diğer mezheplerin görüşleri çerçevesinde değiştirilmesi, bizzat fıkıh uzmanları tarafından teklif edilmekteydi.39 Hatta dönemin ihtiyaçlarına cevap verecek düzenlemelerin yapılabilmesi için, yani bir Mecelle Cemiyeti oluşturulması gündemdeydi.40 Fıkha gerekli esneklik kazandırılmazsa ceza, ticaret ve usul-i muhakeme kanunlarında olduğu gibi diğer sahalarda da hükümetin “ilcâ-i zaruretle Avrupa kanunlarını bitterceme tatbika mecbur olacağı”na dikkat çekiliyordu.41 Bu nedenle hukuki alanda yaşanması muhakkak olan değişimi fıkhın çerçevesinde tutabilmek, meşru bir zemine oturtabilmek için yenilenme ve değişmeyi sağlayıcı unsurların ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Bu ameliye esnasında yapılan temellendirmelerde “otantiklik” ve “tutarlılık”tan ziyade “işlevsellik” ön plana çıkmaktaydı. Mevcut düzenlemelere fıkhi bir temel sağlayabilecek her “kavil”, “kavram” ve “tevil” argüman olarak kullanılabiliyordu. Dönemin kalemlerinden birinin ifadesiyle dile getirecek olursak42 “…Bir hükm-i şerîye raptedilmeksizin din kardeşlerimiz tarafından yapılagelmekte olan ve âmillerince daima ihtiyaç ve zaruretinden bahis olunan efâl-i muâmelâtın imkan varsa, velev ki bir kavl-i zaîfe mübteni bulunsun, hükm-i şerîye raptolunması” İslam hukuk düşüncesi açısından ifa edilebilecek en önemli hizmet telakki ediliyordu. Hadiseyi somutlaştırmak için iki örnek vermekte fayda görüyoruz. 1858 tarihli ceza kanunuyla hırsızlık ve zina suçları için fıkıhta öngörülen had cezalarından farklı müeyyideler getirilmesi hususu, Mahmud Esad Efendi tarafından had cezalarıyla ilgili nassların örf ve adete dayanması, örf ve adetin değişmesi hasebiyle yerlerine yeni ahkam ikame edilmesiyle açıklanıyordu. Mahmud Esad Efendi’nin değerlendirmesine göre, hırsızlık hakkında eski örf ve adetin değişmediği bazı yerler müstesna olmak üzere bir hırsızın elini kesmeye kalkan bir Osmanlı kadısı, İslam hükümetinin hayat damarlarından birini kesmiş demektir.43 Mahmud Esad Efendi’nin açıklamasının kaynağını Ebu Yusuf’a atıfla kurgulanan “örfe dayalı nas” kavramı oluşturuyordu. Manastırlı İsmail Hakkı ise, had cezaları ile ilgili uygulamaların ve hadlerin şüphe ile düşürülmesini öngören nasların birlikte değerlendirilmesi neticesinde “Şâriin teşrî-i hudûddan maksadı[nın] mahz-ı zecr olmasını fehm etmek de 39 Seyyid Bey, Medhal, ss. 146-162. 40 Bu konuda bk. Halim Sabit “Mecelle Cemiyeti Hakkında Bir Muhtıra-i Âcizane”, Sırat-ı Müstakim, 1325-1327, c. II/33, ss. 102-106; c. II/35, ss. 131-133; Mardînîzâde Ebülulâ, “Şeriata Hizmet: Mecelle Cemiyeti”, Sırat-ı Müstakim, 1325-1327, c. III/55, ss. 42-44. 41 Seyyid Bey, Medhal, ss. 330. 42 Mardînîzâde Ebülulâ, “Şeriata Hizmet: Mecelle Cemiyeti”, s. 42 43 Mahmud Esad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331, s. 232, ss. 233-234. İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 163 bâis-i teennî olabilir” yorumunu yapmaktaydı. Manastırlı’ya göre devletin eski gücüne sahip olamaması, yaptırımları tüm tebaaya eşit olarak uygulayamaması da had cezalarının tatbiki konusunda tabii bir engel teşkil ediyordu.44 Diğer bir örnek olarak faiz konusunu verebiliriz. Ticaret Kanunu ve Usûl-i Muhâkemât-ı Hukûkiye kanunu faiz uygulamasını benimsemişti. Ayrıca faizin kanuni sınırını belirlemek için murabaha nizamnameleri çıkarılmıştı. Ancak fıkıh açısından –hile-i şer’iyeye başvurmaksızın- faizi meşru kabul etme imkanı bulunmadığından meselenin halli için birtakım görüşler ileri sürülmüştür. Bu bağlamda paranın satılması ile kiralanması arasında ayrım yapan Mansurizade Said’e göre tefecilik, “paranın fazla bir parayla satılması” demek olduğundan haram kılınmıştır. Kanun ile tayin edilen faizler, şer’an yasak değildir. Kanuni faiz, paranın miktarına ve müddete göre belirlendiğinden “paranın kira bedeli”nden başka bir şey değildir.45 İsmail Hakkı İzmirli’ye göre ise, mali muameleler için faiz bir ihtiyaç ve zaruret haline gelmişse, Kur’an’da haram kılınan kat kat Cahiliye ribası istisna edilerek diğer faiz türleri “zaruretler mahzurları mubah kılar” ve “sedd-i zerai için haram kılınan bir şey, racih maslahat için caiz olur” fıkhi kaideleri ışığında caiz görülebilir. Böylece faiz meselesi İslam fıkhına uygun bir çözüme bağlanmış olur. Bu çözüm ışığında bir kanuni düzenleme yapmak da mümkündür. İzmirli’ye göre bu yaklaşım, hile-i şer’iyeye başvurmak ya da dini bir kaygı duymaksızın faizli işlem yapmak alternatiflerine nazaran daha sağlıklı bir yaklaşımdır.46 Bu iki örnek, biraz uç örnekler olmakla beraber, fıkha esneklik kazandırma çabalarının boyutlarıyla ilgili fikir verebilecek niteliktedir. Bu esnekliği sağlayabilmek için başvurulan fıkıh orijinli yöntemlerden bazılarına dikkat çekmek istiyoruz. Değişim araçları içerisinde ictihad kavramının neredeyse bütün kapıları açacak sihirli bir anahtar gibi telakki edildiği görülmektedir. Dönemin en çok konuşulan, dillerden düşmeyen mevzuu olan ictihada47 zamanın gereklerine uygun yenilikleri sağlayacak ve Müslümanlığı her asrın ihtiyacına göre hazırlayacak bir formül olarak bakılıyordu.48 Bu bağlamda ictihad hareketinin durması Müslümanların geri kalmasının başlıca amili olarak değerlendirilmiştir. İtikat ve ibadet konuları hariç tutularak özellikle dünyevi muamelat sahasında yeni ictihadlara ihtiyaç duyulduğu ifade edilmiş, verimli sonuçlar alınabilmesi için ictihad faaliyetinin bir heyet tarafından yapılması gün44 Manastırlı İsmail Hakkı, “Ahkâm-ı İslâmiyye ve İctihad”, Sırat-ı Müstakim, 1325-1327, c. II/30, s. 51. 45 Mansurizâde Said, “İctihad Hataları”, İslâm Mecmuası,1330-1333, c. II/28, s. 650. 46 İzmirli İsmail Hakkı, Usul-i Fıkıh Dersleri (Darülfünun Hukuk Şubesi VI. Sene), İstanbul 1329, s. 167. Abdullah Cevdet’in faiz konusunda ulemanın takınabileceği tavrı “ya bir amel-i hayatiyi meşru kılmak ya da kavmi helak olmaya yahut dinini ihmal etmeye mahkum etmek” tarzında değerlendirmesi, İzmirli’nin görüşlerinin şekillendiği bağlam hakkında fikir verecek niteliktedir. Bkz. Abdullah Cevdet, “Tekmile”, Tarih-i İslâmiyet, çev. Abdullah Cevdet, Mısır 1908, c. II, ss. 711-712. 47 Aksekili Ahmed Hamdi, “Lâhika”, Mezâhibin Telfîki ve İslâm’ın Bir Noktaya Cemi, İstanbul 1332, s. 369 48 Şeyh Muhsin-i Fânî [Hüseyin Kazım Kadri], İslâm’ın Avrupa’ya Son Sözü, s. 32. 164 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ deme getirilmiştir.49 Mamafih “Bize eslafımızım vedîa kıldığı mesâil-i feriyye ve kavâid-i usuliyye ahîran zuhur eden havadis[in] ahkamını beyana kâfî ve kâfildir.”50 mülahazasıyla ictihadın aleyhine tavır sergileyenler de olmuştur. Fakat böylesi tavırların ictihadı her derde deva görenlerin ilginç ironilerine muhatap olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Halim Sabit’in şu ifadeleri oldukça dikkat çekicidir: “Frenk hukukşinâsânınca bab-ı ictihad mesdud değildir. Binaenaleyh onlardan fıkh-ı İslâma dahi vukufu olan bir müctehid davet olunup da ictihada taalluku olan cihetlerin düşünülmesi ona havale olunursa iş kesb-i suhulet eder. Hele ulemâ-yı kiram hazerâtı da caiz görülmeyen bir işi –ictihadı- irtikaptan kurtulurdu…Ey “Bab-ı ictihad mesduddur” diyen ulemâ-yı kiram! İşte sizi böyle müşkil bir zahmetten kurtarırlarsa iyi edilmiş olur değil mi? Ne dersiniz?”51 Ancak bu kadar öne çıkarılmasına rağmen, ilgili dönemde ictihadın fonksiyonel bir hüküm üretme aracından ziyade “olması gereken”i deyimleyen bir ideal mahiyeti taşıdığını söyleyebiliriz. İdealde ictihad “hayatlı bir din” ile “dinli bir hayat”ı gerçekleştirebilecek bir keramet, müctehidler de bu kerametin velileri olarak nitelenmiştir.52 Bununla birlikte pratikte hukuki alanda yeni ictihadlar ortaya konamamış, yapılabilen en geniş perspektifli düzenleme Hukuk-ı Aile Kararnamesi hazırlanırken bie sadece diğer Sünni mezheplerin görüşlerinden yararlanmakla sınırlı kalmıştır.53 Öte yandan değişimi sağlayacak argümanlar içerisinde geçmiş ulemanın görüşlerine yapılan kimi atıflar da hayli ilgi çekicidir. Örnek olarak ibadetler ve nasla belirlenmiş miktarlar konusunda nas ve icmâı; muamelat konusunda ise maslahatı esas almayı öngören Necmüddin et-Tûfî’nin yaklaşımı54 oldukça 49 İctihadla ilgili yaklaşımlar için bk. Manastırlı İsmail Hakkı, “Ahkâm-ı İslâmiyye ve İctihad”, Sırat-ı Müstakim, 1324-1327, c. II/28, ss. 17-18; c. II/29, ss. 33-34; a. mlf., “Ahkâm-ı İslâmiyye ve İctihad”, Sırat-ı Müstakim, 1325-1327, c. II/30, ss. 50-52; a.mlf., “Bab-ı İctihad Mesdûd mudur?”, Sırat-ı Müstakim, 1325-1327, c. II/31, ss. 65-66; c. II/32, ss. 81-82; c. II/33, ss. 97-98; Manastırlı İsmail Hakkı, “Bab-ı İctihad Daima Kuşâde Bulunmaktadır”, Sırat-ı Müstakim, 1325-1327, c. II/34, ss. 115-117; Şeyh Muhsin-i Fânî [Hüseyin Kazım Kadri], İslâm’ın Avrupa’ya Son Sözü, ss. 32-42; M. Şemseddin [Günaltay], “İctihad Ne Demektir ve Ne Gibi Ahkamda İctihad Olunabilir?”, Sebîlürreşâd, 1329-1331, c. X/246, ss. 193-195; Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, haz. Ziya Nur, İstanbul 1982, ss. 645-647; İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık, İstanbul 1995, ss. 71-76. İctihad konusunda özellikle Halim Sabit’in Sırat-ı Müstakim mecmuasının ikinci cildinde “İctihâda Dair” başlığı altında kaleme aldığı, ictihadın tarihi seyrini inceleyen yazı dizisi önem taşımaktadır. Sözkonusu yazılar için bk. Sırat-ı Müstakim, c. II, sy.58, ss.87-89; sy.59, ss.97-99; sy.63, ss.166-167; sy.64, ss.180-182; sy.65, ss.193-195; sy.66, ss.209-210; sy.67, ss.225-226; sy.68, ss.243-244; sy.69, ss.259-260; sy.70, ss.275-277; sy.71, ss.295-297; sy.72, ss.309-310; sy.73, ss. 325-327; sy.74, ss.341-343; sy.77, ss,391-393; sy.78, ss.413-414. 50 Yunus-zade Ahmed Vehbi, “İctihâda Dair”, Sırat-ı Müstakim, 1325-1327, c. III/75, s. 74. 51 Halim Sabit, “İctihâda Dair”, Sırat-ı Müstakim, 1325-1328, c. III/77, s. 393.. 52 İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Din ve Hayat, (haz.: Abdullah Özbek), Konya ty., s. 48. 53 Bu hususta bk. M. Akif Aydın, “Osmanlı Aile Hukukunun Tarihi Tekamülü”, İslam ve Osmanlı Hukuku Araştırmaları, İstanbul 1996, s.181. 54 Tufi’nin görüşleri için bkz. Tûfî, “Nass ve Maslahat (Risâle fi’l-masâlihi’l-mürsele)”, (çev:. Kaşif Hamdi Okur), Makâsıd ve İctihâd, (haz. Ahmet Yaman), Konya 2002, ss. 275-291. Tûfi ile ilgili değerlendirmeler için bk. Ferhat Koca, “Necmüddin et-Tûfî’nin Maslahat-ı Mürsele Konusundaki Görüşlerinin Değerlendirilmesi”, Makâsıd ve İctihâd, haz. Ahmet Yaman, Konya 2002, ss. 293-316. İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 165 ilgi görmüştür. Seyyid Bey Tûfî’ye atıfla, maslahat ile Kur’an çatışırsa maslahatın tercih edileceğini, zira Şâriin muamelat konusundaki asıl maksadının insanların maslahatını gözetmek olduğunu söylüyordu.55 Gökalp’ın örf ile ilgili yaklaşımlarını eleştirerek şer’i deliller konusunda klasik usulün çerçevesinin aşılmasını kabul etmeyen İzmirli bile Tufi’nin görüşlerinin “pek çok mesaili müşkilenin hallini teshil edeceğini” ifade etmekten kendisini alamıyordu.56 Geçmiş ulema arasında değişim sağlayıcı bir argüman olarak görüşlerine atıf yapılanlar arasında Ebu Yusuf da yer almaktaydı. Ebu Yusuf’un riba bahsinde bazı maddelerin hacim ölçüsüyle, bazı maddelerin ağırlık ölçüsüyle mübadele edilmesi gerektiğini ifade eden hadisi zamanın örfüyle bağlantılı olarak değerlendirmesi, kendisine izafeten “örf ile nas çatışırsa, nas örfe dayanıyor ise nassa değil değişen örfe itibar edilir” tarzında bir kural ortaya çıkmasına gerekçe gösterilmiştir.57 Meşrutiyet döneminde bu kural bağlamını oldukça aşarak naslara rağmen değişimi temin edecek bir araç olarak değerlendirilmek istenmiştir. Kimi yazarların Ebu Yusuf ve Tufi’nin görüşlerini birleştirerek yaklaşımlarına temel aldıkları görülmektedir.58 Diğer bir değişim aracı olarak fıkhın külli kaidelerine yapılan vurgu da ilgi çekici bir akıl yürütme tarzı sergilemektedir. Mecelle’nin külli kaideleri ile tabii hukukun temel ilkeleri arasında bir ilgi kuran Mansurizade Said’e göre külli kaideler gerek şer’i nassların gerekse ictihadi hükümlerin dayandığı temel esaslardır. Bunlar aynı zamanda tabii ve fıtri esaslardır. Dolayısıyla günümüzde şer’i hüküm ortaya koyabilmek için akla, tabiata, çağın gereklerine uygun hükümler koymak yeterlidir.59 Bu hükümlerin nassların literal anlamlarına ve formlarına uymaları da şart değildir. Çünkü hakiki anlamda şeriat, meselelerin şekil ya da biçimleri değildir. Şeriat, Kur’an naslarının bile istinat ettiği temel esasları koruyup gözetebilmek demektir. Dolayısıyla fıkhın hatta nasların geleneksel yapı ve kavramları bir tarafa bırakılıp külli kaideler ışığında hüküm konulursa, İslam’ın özü itibarıyla asr-ı saadete, tatbikat itibarıyla da yaşanan çağa uygun bir şekilde yorumlanması mümkün olur.60 55 Seyyid Bey, Usûl-i Fıkıh Dersleri Mebahisinden İrade Kazâ ve Kader, İstanbul 1338, s. 91. 56 İsmail Hakkı İzmirli, İlm-i Hilâf, İstanbul 1330, ss. 100-105. 57 Ebu Yusuf’un görüşünün fıkhi bağlamı için bkz. Serahsi, el-Mebsût, İstanbul 1983, c. XII, s. 142; İbnü’l-Hümam, Fethü’l-kadîr, Beyrut 1986, c. VI, ss. 157-158; İbn Abidin, Reddü’l-muhtâr, Beyrut 1987, c. IV, ss. 181-182; Güzelhisârî, Menâfiu’d-dekâik, İstanbul 1273, s. 220; Abdüssettar Efendi, Teşrîhu’l-kavâidi’l-külliyye, İstanbul 1297, ss. 29-30. Ebu Yusuf’un görüşünün fıkhi bağlamı aşılarak aşırı yorumlanmasının eleştirisi için bk. İbn Abidin “Şifâü’l-alîl”, Mecmûatü resâili İbn Abidin, Dersaâdet 1325, c. I, ss. 187-188; a. mlf., “Neşrü’l-arf”, Mecmûatü resâili İbn Abidin, Dersaâdet 1325, c. II, s.118. 58 Bk. Seyyid Bey, Usûl-i Fıkıh Dersleri Mebahisinden İrade Kazâ ve Kader, s. 294; Şerafüddin, “Cevâzın Ahkâm-ı Şeriyyeden Olmadığı Makalesi Münasebetiyle”, İslâm Mecmuası, 1330-1332, c. I/12, s. 360. 59 Mansurizâde Said, Usûl-i İctihâd, İzmir ty., ss. 14-15. 60 Mansurizade Said, Hakikat-i İslâm, Aydın 1329, s. 16. Mansurizade Said’in yaklaşımlarının tahlili ve ilgili risalelerin Latin harfleri ile neşri için bk. Kaşif Hamdi Okur, “İslam Hukuku Alanında Yenileşme Manifestolarından Bir Kesit: Hakikat-i İslâm ve Usûl-i İctihâd”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Konya 2004, c. II/3, ss. 35-54. 166 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Osmanlı’nın son dönemindeki bütün bu çabaların arkasındaki saikin, fıkıh çerçevesinde meşru bir zemine oturarak değişimi sağlama düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz. Geçerli en temel referans kaynağını dinin teşkil ettiği o dönemde tüm yaklaşımlar dini terimlerle ifade ediliyordu. “Vicdana ait olan şeyleri vicdana, muamelatla ilgili hususları her zaman ıslahı ve tadili mümkün olan kanunlara terk etme” teklifi bile “ictihad” adı altında ileri sürülüyordu.61 Din-değişim ilişkisi ile ilgili olarak dönemin hakim bakış açısının ip uçlarını İttihat ve Terakki’nin 1913 kongresinde okunan raporda görmek mümkündür. Raporda bir yandan Batının müspet değerlerinin alınması, diğer yandan kendi müspet değerlerimizin korunması vazgeçilmez iki esas olarak takdim edilmektedir. Müslümanlar Batı medeniyetini özümsemek zorunluluğu ile karşı karşıyadırlar. Ancak bu durumun bir inhitat vesilesi olmaması için İslam’ın ana ilkeler açısından asr-ı saadete, tatbikat açısından ise yaşanan çağa uygun bir tarzda yorumlanması zorunludur.62 Yukarıda zikrettiğimiz yaklaşımlar, bir bakıma bu raporda dile getirilen ihtiyaçlara cevap teşkil etmekteydi. Bu arayışlar imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesine kadar sürmüştür. Fıkha duyulan inancın Cumhuriyet’in ilanından sonra da sürdüğünü görüyoruz. Bu bağlamda hukuki ıslahat için acele edilmemesi, memleketin hukuk geleneğinin, örf ve âdetlerinin gözetilmesi gerektiği vurgulanmış63; aile hukuku ve borçlar hukuku sahasında Avrupa hukuk kültüründen de yaralanmakla birlikte fıkhı esas alan kanun tasarıları hazırlamak için komisyonlar kurulmuştur. Ancak bu çalışmalardan verimli bir sonuç elde edilememiştir.64 1926 yılında 743 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun kabulü eski hukukun yenileştirilip yenileştirilemeyeceği konusundaki tartışmalara son vermiştir. Kanunun adliye vekili Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alınan esbab-ı mucibe layihasında dile getirildiği gibi, “muasır medeniyetin bila kaydü şart tekmil prensipleriyle kabul edilmesi” hedefleniyordu. Bu hedefin halihazır hukuk kültürüne eklemlenerek gerçekleştirilmesi mümkün görülmemiş, farklı bir hukuk geleneğinin inşası için resepsiyon sürecine gidilmişti.65 Böylece hukuk alanında yaşanan yenilikler toplumsal değişmeyi sağlamak, hedeflenen 61 Celal Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye, İstanbul 1331, s. 164. 62 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Ankara 1991, c. II/IV, s. 375. 63 Bu hususla ilgili bk. Seyyid Bey, Hilafetin Mahiyet-i Şeriyyesi, Ankara ty., ss. 62-63; Berkes, s. 518 vd. 64 Söz konusu çalışmalar için bk. H. Veldet Velidedeoğlu, Türk Medeni Hukuku (Umumi Esaslar), İstanbul 1959, c. I/1, ss. 70-79; Berkes, ss. 518-523; Gülnihal Bozkurt, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara 1996, ss. 183-189; Halil Cin, İslam ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Konya 1988, ss. 306-310. 65 Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesinin arka planındaki Batı medeniyetini bir bütün olarak benimsemek saiki hakkında bk. Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Medeni Kanunu Nasıl Hazırlandı?”, Medeni Kanunun XV. Yıl Dönümü İçin, İstanbul 1944, ss. 7-20. İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 167 toplumsal değerleri yaşama geçirmek için bir araç vazifesi görmüştür.66 Son dönem Osmanlı düşüncesinde İslam hukukunun yenilenmesine ilişkin ortaya konan yaklaşımlara ise Cumhuriyet sonrası dönemde “saygı ve övülmeye layık, ancak esaslı ve etraflı bir sonuca ulaşamayan çabalar” tarzında not düşülmüştür.67 Hukuk inkılabıyla birlikte fıkhın kazâî (müeyyidesi dünyevi olan) hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Mamafih Cumhuriyet dönemi hukukçuları içerisinde, “salt din kuralları” ve “dine dayalı hukuk kuralları” ayrımını yaparak, Türk hukuk devriminin “dine dayalı hukuk kuralları” sahasında gerçekleştiğini ifade edip, söz konusu değişikliğin Mecelle’nin 39. maddesinde dile getirilen “Ezmanın tegayyürü ile ahkamın tebeddülü inkar olunamaz” kuralı çerçevesinde olduğunu, dolayısıyla İslam hukuk geleneği ile ters düşmediğini savunanlar da olmuştur.68 Fıkhın kazâî hükümleri ile ilgili araştırmalar ağırlıklı olarak hukuk tarihi ve mukayeseli hukuk disiplinleri çerçevesinde yapılmaktadır. Fıkhın diyânî (müeyyidesi uhrevi olan) hükümleri69 konusunda toplumu aydınlatma görevi de Diyanet İşleri Başkanlığına verilmiştir.70 Dini konularda inceleme ve araştırma yapmak ve dini soruları cevaplandırmak ilgili kanun uyarınca (mad. 5) başkanlık bünyesinde oluşturulan Din İşleri Yüksek Kurulu’nun uhdesine terettüp etmektedir. Kurul kendisine yapılan başvurular neticesinde yalnız dar anlamda ibadetler sahasında değil, hayatın her alanından bir çok konunun dini/diyani hükmü ile ilgili soruları cevaplandırarak görevini yerine getirmeye çalışmaktadır.71 İslam hukuku günümüzde pozitif hukuk olarak geniş bir uygulama sahasına sahip değildir. Ancak fıkhın salt bir hukuk olmayı aşan boyutu ve İslam toplumu üzerindeki karizması nedeniyle olsa gerek yoğun bir araştırma konusu olmuştur. Bilindiği üzere fıkıh, Ebu Hanife’ye nispet edilen tanım çer66 Hukukun toplumu dönüştürücü bir araç olarak fonksiyonu için bk. M. Tevfik Özcan, Hukuk Sosyolojisine Giriş, İstanbul 2001, ss. 182-188; İştar B. Gözaydın, “Türkiye Hukuku’nun Batılılaşması”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce (Modernleşme ve Batıcılık), İstanbul 2002, c. III, ss. 296-297. “Osmanlı Modernleşmesiyle Cumhuriyet modernleşmesi arasındaki çarpıcı fark, Osmanlı’da üst yapı kurumlarının yeniden düzenlenmesiyle istenen sonuçlara varılması beklenirken; Cumhuriyet’in, salt bu kurumlarla yetinilmesiyle sınırlı kalmayan, amaç olarak alınan ‘çağdaşlaşma’ için bütün bir toplumsal yapının dönüşümünün de gerek görüldüğü bir modernleşme projesi olmasıdır. Bu nedenle Cumhuriyetin kurucu kadroları aile ve miras gibi yaşam tarzının yapılanmasında büyük etkileri olan hukuk alanlarında farklı bir toplumun normlarını benimsemekte tereddüt göstermediler; zira zaten amaçlanan Batı tarzı bir toplumsal yapının sağlanabilmesiydi.” Bk. Gözaydın, ss. 290-291. 67 Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet, Ankara 1972, s. 36. 68 H. Veldet Velidedeoğlu, Toplumsal Yaşam ve Hukuk, İstanbul 1983, ss. 88-90. 69 Diyânî ve Kazâî hükümler ve kapsamları hakkında bk. İsmail Hakkı İzmirli, Kitâbü’l-iftâ ve’lkazâ, İstanbul 1336-1338, ss. 22-26; Davut Yaylalı, “İslam Hukukunda Kazâî-Diyânî Hüküm Ayırımı”, Dini Araştırmalar, Ankara 2003, c. V/15, ss. 29-36. 70 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, mad. 1. 71 Kurul kararları esas alınarak hazırlanmış olan çalışmaların incelenmesi, dini hükmü araştırılan meselelerin çerçevesi hakkında bir fikir verebilir. Bk. DİB, Fetvalar, Ankara 1995; TDV, Günümüz Meselelerine Fetvalar, Ankara 1996. 168 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ çevesinde insanın kendisine faydalı ve zararlı olan hususları kavrayabilecek bir melekeyi haiz olmasını ifade etmekte olup inanç, ibadet, hukuk ve ahlak sahalarını kapsayan geniş bir muhtevaya sahiptir.72 Bugün İslam hukuku olarak adlandırılan fıkıh kurallarının yargı ve yaptırıma bağlanmış olan kısımları, bütünün bir parçasını temsil etmektedir.73 Diğer bir açıdan fıkıh bir müslümanın uyması gereken doğru davranış formlarını öğrenme, kavramsal düzeyde derinlemesine nüfuz ederek içselleştirme ve uygulama safhalarından oluşan, netice itibarıyla insanı hikmete ulaştıran bir süreci ifade etmek için kullanılmıştır.74 Bu açıdan yaklaşıldığında fıkıh, kazai bir meriyeti olmasa da hayatını dinin onayladığı doğru davranış formlarına riayet ederek sürdürmek isteyen herkes için vazgeçilmez bir referans kaynağı olmaya devam edecektir. İslam hukukunun, orijinal tabiriyle fıkhın, günümüz ihtiyaçlarına cevap verebilme imkanına sahip olup olmadığı problemi, bu disiplinin çeşitli şartlara uyum sağlayabileceğini ispata yönelik bir çok çalışmanın sâiki olmuştur. Genelde ictihad kavramına, İslam hukukunun esnekliğini temin edecek enstrümanlar olarak görülen maslahat, istihsan, örf vb. unsurlara vurgu yapan çalışmalar oldukça yaygınlık kazanmıştır. Bu bağlamda İslam hukuk düşüncesi çerçevesinde hükümlerin değişip değişmeyeceğini, değişim kabul edilecekse bunun kapsam ve sınırını tartışan etütler yapılmıştır.75 Özellikle naslara dayalı hükümlerin değişimi bağlamında bu hükümlerin tarihselliği ile ilgili yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Prensip olarak somut çözümlerin arka planındaki ilkelerin evrenselliği kabul edilmekle birlikte, çözümlerin formu tarihsel olarak değerlendirilmiş, söz konusu ilkelerin farklı bir tarihsellikte farklı formlarla da gerçekleştirilebileceği ifade edilmiştir. Bu arada tarihsellik olgusunu subjektif bir mahiyetten çıkarmak için tarihsel ve evrensel hükümleri birbirinden ayırabilecek kriter arayışlarına yönelik denemeler de yapılmıştır.76 72 Ebu Hanîfe’ye nispet edilen tanıma teknik bir sınırlama getirmek amacıyla (“ )المعdışa yönelik eylemler açısından” kaydı getirilerek tanım bugünkü fıkıh disiplinini ifade etmek için kullanılmaya başlanmış, kelam ve tasavvuf disiplinleri tanımın dışında bırakılmıştır. Fakat tanımın orijinal şekli esas alındığında bugünkü fıkıh disiplini fıkh-ı amelî, kelam disiplini fıkh-ı itikadî, tasavvuf disiplini ise fıkh-ı vicdanî terimleriyle ifade edilmiştir. Ayrıca kelamı ifade etmek için fıkh-ı ekber nitelemesi de yapılmıştır. Bu hususlar için bk. Sadruşşeria, et-Tavdîh, İstanbul 1310, c. I, ss. 19-20; Molla Husrev, Mirâtü’l-usûl, İstanbul 1310, c. I., ss. 18-20; Güzelhisârî, ss. 17-18; Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, İstanbul 1326, ss. 10-11; Mahmud Esad, Telhîs-i Usûl-i Fıkıh, İzmir 1313, ss. 6-7; [İzmirli] İsmail Hakkı, Darülfünûn Dersleri: Usûl-i Fıkıh Dersleri, İstanbul 1328, ss. 2-3. 73 Bu husus için bk. Ali Fuad Başgil, Esas Teşkilat Hukuku, İstanbul 1960, c. I/1, ss. 71-72. 74 Bu hususta bk. Pezdevî, Kenzü’l-vusûl ilâ ilmi’l-usûl, Beyrut 1991, c. I., ss. 46-50 (Keşfü’l-esrâr ile birlikte); Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, Beyrut ty., c. I, 9-10. 75 Konuyla ilgili olarak bk. Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İstanbul 1990; Hamdi Döndüren, “Sosyal Değişme Karşısında İslam Hukuku ve Yeni Yaklaşımlar”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Konya 2003, c. I/1, ss. 29-50; Ferhat Koca, “İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi Üzerine Bazı Düşünceler”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Konya 2003, c. I/1, ss. 51-78. 76 Bu hususta örnek bir çalışma olarak bk. Ferhat Koca, “Kurân-ı Kerim’deki Fıkhi Hükümlerin Evrensellik ve Tarihselliğini Tespit Konusunda Bir Deneme”, İslâm Düşüncesinde Yeni Arayışlar I, (haz. İlyas Çelebi), İstanbul 1998, ss. 73-163. İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 169 Öte yandan tarihsellik paradigmasının belli bir kültürün ürünü olduğu, bunu özellikle Kur’an üzerinde uygulamanın çok ciddi problemlere yol açacağını ifade eden çalışmalar da yapılmıştır. Bu görüşü savunanlar, Kur’ani değerlerin etkin kılınması için İslam düşüncesinin mirası olan ictihad kavramını ve bu kavramın maslahat, istihsan ve gaî yorum çerçevesinde uygulanmasını öne çıkarmışlarıdır.77 Tüm bu tartışmalar bir hususu ortaya koymaktadır. Ufukların kesiştiği nokta, fıkhî düşüncenin içinde bulunduğumuz vasatta işlevsel olması için bir yenilenme gerektiğidir. Esasen naslardaki somut çözümlerin form itibarıyla tarihsel kabul edilmesini içtihat çizgisini zorlayan modernist yaklaşımlar tarzında telakki eden78 ilim adamları da, fıkıh geleneğinde gaî yorumdan hareketle nasların literal anlamlarını aşan ictihadların yapıldığını teslim etmektedirler.79 Ancak gelenekteki misaller hayatı bilfiil inşa edenlerin nasları hayata müdahil kılmak için gerçekleştirdikleri bir eylem olarak değerlendirilmekte, günümüzde tarihselliği gündeme getirenlerin ise mevcut durumu meşrulaştırmak, hâlihazırda uygulanmayan nasların tarihselliğini ortaya koyarak “din” ve “hayat” arasındaki gerilimi gidermek gibi bir amaç taşıdıkları ileri sürülmektedir. Nasların öngördüğü pratik çözümlerde, tarihi ögelerin dikkate alındığının İslam hukuk geleneğinin kendi referansları ile yeterince temellendirilememesi, bu düşüncenin günümüz toplumunda hakim olan değer yargılarıyla bağdaşmayan hükümlerin törpülenmesi gibi oldukça indirgemeci bir tarzda anlaşılmasına neden olmaktadır. Haddizatında naslardan elde edilen hükümlerin belirli tarihi şartlarda çeşitli uygulama tarzlarına tabi tutulması anlamında tarihsel ögeler, İslam hukukunun kronolojik seyri içerisinde yaşanmıştır.80 Bu hususu ortaya koyacak çalışmaların yapılmasını günümüzde metodoloji ile ilgili tartışmaların İslam hukukunun kendi zeminine taşınması açısından önemli buluyoruz. İslam hukuk geleneği bu açıdan incelenirse çeşitli toplumsal vasatların ihtiyacına cevap verebilecek refleksleri ön plana çıkarılabilecek, yeni enstrümanlar elde edilebilecektir. Bu çabalar esnasında tarihsellik vb. gibi farklı kültür havzalarına ve referans çerçevelerine vurgu yapan kavramlar yerine, İslam kültürünün ve geleneğinin kendi kavramlarının kullanılmasının, 77 Bu hususta bk. Şevket Kotan, Kur’ân ve Tarihsellik, İstanbul 2001. Tarihsellik ve evrensellik tartışmaları ile ilgili olarak bk. Mevlüt Uyanık, “Çağdaş İslam Düşüncesinde Tarihsellik ve Evrensellik Sorunu”, Kur’ân’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, (haz. Mevlüt Uyanık), Ankara 1997, ss. 125-186. 78 Hayreddin Karaman, “Modernist Proje ve İctihâd”, Makâsıd ve İctihâd, (haz. Ahmet Yaman), Konya 2002, ss. 429-439. 79 Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihâd, Ankara ty., s. 151. 80 Nassların çeşitli şartlar müvacehesinde yorumlanması ile ilgili örnekler için bk. Subhi Mahmasânî, “Hükümlerin Değişmesi İlkesi”, Kur’ân’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, (haz. Mevlüt Uyanık), Ankara 1997, ss. 108-124. Konuyla ilgili tartışmalar için ayrıca bk. Kaşif Hamdi Okur, İslam hukuk Metodolojisinde Münasebet Kavramı, AÜSBE, Ankara 1997, ss. 91-101 (yayımlanmamış yüksek lisans tezi). 170 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ıstılah tartışmalarının ve kavram kargaşasının aşılması noktasında faydalı olabileceğini düşünüyoruz. İslam hukuk düşüncesinde yenileşme arayışları bağlamında dikkat çekilmesinde fayda mülahaza ettiğimiz iki nokta daha bulunmaktadır. Öncelikli olarak teslim edilmelidir ki, Zâhirîler hariç tüm Müslümanlara göre muamelat konuları mahiyet itibarıyla ibadet konuları gibi değildir. İbadette asıl olan teabbüd iken, muamelatta asıl olan talil ve illetin akılla kavranabilir olması (makuliyet)tir.81 Dolayısıyla bu sahada, hukukçunun daha esnek bir yorum ve değerlendirme imkanı olduğu dikkate alınmalıdır. Bu sahada yapılan tartışmalarda “Allah adına konuşmak” gibi bir söylemin muhalifi sindirecek bir argüman şeklinde kullanılması uygun bir yaklaşım olarak gözükmemektedir.82 Nasların belirli illetleri olabileceğini, bu illetlerin insan aklı tarafından tespit edilerek kıyasa temel teşkil edebileceğini kabul ettikten sonra, bazı nasların içinde bulunduğu vasat ile talil edilmesini “Allah adına konuşmaya cüret etmek” şeklinde nitelemek, pek anlamlı görünmemektedir. Eğer insan aklının nassların illetlerini kavrayamayacağı düşünülüyorsa, bu düşüncenin en tutarlı uygulanışının Zâhiriyye çizgisi olduğu dikkate alınmalıdır.83 Şayet aklın böyle bir yetisi kabul edilecekse, bunun temellendirilmesi ve çerçevesinin belirlenmesi üzerinde durulmalıdır. Ancak tüm bu faaliyetlerin inanç ve ibadet alanında değil, belirli bir esnekliğe sahip muamelat alanı içerisinde olduğu dikkatten kaçmamalıdır. Nitekim İslam hukuk geleneğinde ibadetlerde nas ve icmânın; muamelatta maslahatın esas alınmasını savunarak uç bir konumda yerini alan Tûfî de kendi görüşünü mutlak doğru olarak nitelememiş, yaklaşımının legal ve meşru fıkhî tefekkür çeşitlerinden birisi olarak kabulünü talep etmiştir.84 Günümüzdeki tartışma ve arayışlar için bu tutumun örnek teşkil edebileceğini düşünüyoruz. Sağlıklı bir tartışma ortamının tesis edilmesi, örnekleri fıkıh tarihinde de görüldüğü gibi, zıt yaklaşımlar arasında “doğru, uygun ve orta” yolun bulunması için uygun bir zemin oluşturabilecektir.85 Dikkat çekilmesi gereken ikinci nokta da yapılacak yorum faaliyetlerinin sosyo-politik bağlamı ile ilgili olacaktır. Günümüzde, güç dengelerinin yeniden 81 Şâtıbî, el-Îtisam, Beyrut 1987, c. II, s. 367; a. mlf., el-Muvâfakât, Beyrut ty., c. II. s. 300 vd. 82 Bu argümanın gelenekte Zâhirîler tarafından muhaliflerine karşı kullanılması dikkat çekicidir. Bk. İbn Hazm, Mullahasu İbtâli’l-kıyas ve’r-rey ve’l-istihsân ve’l-taklîd ve’t-talîl, Dımaşk 1960, ss. 47-48; a. mlf., en-Nübez, Kahire 1981, ss. 65-69; a. mlf., el-İhkâm, Beyrut 1985, c. VIII, s. 596, 602; a. mlf., el-Muhallâ, Beyrut 1989, c. I, s. 79. 83 Davud ez-Zâhirî’nin, Şafiî’nin İstihsanı iptal için kullandığı argümanların kıyası da iptal edeceğini söylemesi bu bakımdan önemlidir. Bk. Ebu Zehra, Tarihu’l-mezâhibi’l-İslâmiyye, yy. t.y, s. 507. 84 Tûfî, “Nass ve Maslahat (Risâle fi’l-masâlihi’l-mürsele)”, s. 286. 85 Bk. Karaman,“Modernist Proje ve İctihâd”, s. 439. Türkiye’de İslam hukuku alanındaki metodoloji tartışmalarının mevcut durumunun genel bir perspektifi için bk. İlahiyat Fakülteleri I. İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyon Toplantısı ve İslam Hukuk Usulünün Problemleri Sempozyumu, (haz. Ferhat Koca- Kaşif Hamdi Okur), Çorum 2005, ss. 19-80, ss. 113-127. İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 171 kurulmasına ve dünya üzerinde küresel ölçekte bir hakimiyetin sağlanmasına yönelik çabalardan kaynaklanan, oldukça sıcak gelişmeler yaşanmaktadır. Bu bağlamda demokrasi, insan hakları, küreselleşme vb. kavramlar neredeyse mistik bir değer atfedilerek adeta meşruiyetin yegane kriteri olarak yüceltilmektedir.86 Dünya nüfusunun önemli bir kesimini temsil eden Müslümanların, dolayısıyla Müslümanların hayat tarzını belirleyen İslâm Dini’nin bu kavramlar karşısındaki tutumu birçok araştırmaya hatta sorgulamaya konu olmaktadır. Şüphesiz bu kavramları “bugünün mârûfu” ilan ederek onlara kayıtsız şartsız ittibâ istemek mümkündür.87 Ancak söz konusu kavramların hayata geçirilmesiyle ilgili pratiklere baktığımızda hiç de iç açıcı bir manzara ile karşılaşmıyoruz. Demokrasi, insan hakları, özgürlük vb. kavramların küresel ölçekte hakimiyet kurmaya çalışan hegemonik karakterdeki gücün/ güçlerin politik çıkarlarına maske yapıldığı bir ortamda bu kavramlara ayet, hadis ve İslam birikiminin verilerinden alelacele bir elbise biçivermek, İslam adına yorum yapma konumunda olanları, ilgili gücün/güçlerin, Althusser’in tabiriyle,88 “ideolojik aygıtı” haline gelme tehlikesi ile karşı karşıya bırakacaktır. Bu bağlamda İbn Haldun’un ilim adamlarının siyasi performansı ile ilgili değerlendirmeleri hatırlanmaya sezâdır. “Sunûf-ı beşer içinde ulemânın emr-i siyasetten eb‘ad” olduğunu ifade eden İbn Haldun’un bu konudaki düşüncelerini Cevdet Paşa’nın Türkçesiyle takip edelim: Bunun sırrı ve sebebi oldur ki ulemâ ve fukahâ nazar-ı fikrî ve bahri meânîde sebh u şinâverî ile melûf ve mûtâd olub bir madde ve bir şahıs ve bir asır ve ümmetin ve nâsdan bir sınıfın hususiyyetiyle olmayarak belki umûm ve külliyet vechile meânînin ahvâlinden bahis etmek üzere ol meânîyi mahsusâtdan intizâ ve onları umûr-ı külliye-i âmme olarak zihinden tecrîd ve tasavvur ile meşgûl olagelirler ve badehu umûr-ı hâriciyeye tatbik ederler…elhasıl fukahâ kâffe-i hüküm ve nazarlarında enzâr-ı fikriye ve umûr-ı zihniye ile melûf olub başka şey bilmezler. Emr-i siyaset ve idare-i umûr-i memleket maslahatı ise sahibinin mevâdd-i hariciye ve cüziyeye ve ol mevâddin ahvâl-i lâhika ve tâbiasına mürâat eylemesine muhtacdır. Zira umûr-i mezkûrede teşbîh ve tanzîr ile ilhâka mânî ve kendilerine tatbîki matlûb olan emr-i küllîye muhâlif ve mümânî bazı hususiyet olmak ihtimali vardır. Halbuki ahvâl-i umrândan hiçbir şey diğerine kıyas olunamaz. Zira emr-i vâhidde müteşâbih oldukları gibi umûr-i adîdede ihtimal ki muhtelif olurlar. Ulema ve fukaha dahi ber-minvâli sâbık ahkamı tâmîm ve umûrun bazısını bazısına kıyas etmeğe melûf olduklarından siyasete nazar ettiklerinde anı dahi ekser-i enzârları ka86 Söz konusu yaklaşımın mahiyetine ışık tutabilecek bir değerlendirme için bk. Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul 1968, s. 288. 87 Suheyb bin Şeyh, Laik Dünyada İslam, (çev:. Doğan Yurdakul), İstanbul 1998, s. 112 88 İdeolojik aygıt kavramsallaştırması için bk. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, (çev:. Yusuf Alp-Mahmut Özışık), İstanbul 1994, ss. 33 vd. 172 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ bilinden ve kendi istidlâlleri nevinden bir kalıba ifrağ etmeleriyle ekseriya galat ve hatada vâkî olup bu bâbda reylerine emniyet ve itimad olunmaz. Tavâif-i mütemeddineden ashab-ı kiyâset ve zekâvet olanlar dahi bu bâbda ulemâya mülhaktır. Zira onlar dahi ezhân-ı sâkıbeleriyle ulemâ gibi lücce-i meânî ve kıyas ve temsîlâta dalmalarıyla girdab-ı galat u hataya düşerler. Amma avâmdan tab’ı selîm ve zekâveti mütevassıt olan kimse böyle külliyât ve kıyâsâtda teammuk ile manalar intizâından fikri kâsır olub bununla îtiyâdı dahi olmadığından her maddenin hükm-i mahsûsuna ve ahvâl ve eşhâsdan her sınıfın hususiyetine hasr-ı nazar idüb ةمالسلا ناف – تحبس ام اذا نلغوت ال و müeddâsınca ‘indelmevc çendan karadan ayrılmayan yüzgeç gibi mevâdd-ı mahsûsadan ayrılıb da zihne tecâvüz ü teaadî ve kıyas ile hükme tesaddî etmediğinden emr-i siyâsette galattan emîn ve ebnâ-yı cinsiyle muâmele ve muâşerette nazarı müstekîm olur. 89 Cevdet Paşa’nın oldukça vukufla Türkçeye aktardığı bu ifadeleri günümüzün diliyle özetlemeye çalışırsak, ilim adamı ve entelektüeller, akıl yürütme sürecini soyut bir tarzda yerine getirirler. Bu işlem sırasında, hayatın ve siyasetin işleyişine dair somut durum ve ayrıntıları göz ardı edebilirler. Çoğunlukla kıyas metodunu kullanarak karar vermeye çalışırlar. Halbuki toplumsal olayları birbirine kıyasla anlamaya çalışmak, sağlıklı bir yol değildir. Çünkü her olay, diğerlerine benzer yönlerinden ziyade, kendisine bağımsız bir karakter kazandıran farklılıklar taşır. Fakat sağduyu sahibi, gözlem yapabilen vasat bir insan, soyut bir düşünce tarzına bağlı olmadığı için her olayın hususiyetlerini fark edebilir. Dolayısıyla hemcinsleriyle olan münasebetlerini düzenlemede ilim adamı ve entelektüellere nazaran daha başarılı olur. İbn Haldun’un belirttiği hususu bir cümleyle ifade edecek olursak, ilim adamı ve entelektüeller “olması gereken” üzerinde yoğunlaştıklarından dolayı “olan”ı idrak edip çözümlemede yanılabilirler. Genel olarak İbn Haldun’un tespitlerine katılan Cevdet Paşa, hikmet-i nazariyenin, hikmet-i ameliyeye münâkız ve mümâni olmadığı noktasından hareketle, İslam aleminde ilmî birikim ile siyasî basireti birleştiren, diğer bir ifade ile hikmet-i nazariye ile hikmet-i ameliyeyi cem eden şahsiyetlerin yetiştiğine dikkat çeker. Nitekim İbn Sînâ, İbn Bâcce, İbn Rüşd, İbn Haldun, İbnü’l-Hatîb, Kemal Paşa-zade, İdris Bitlisî, Ebussuûd Efendi gibi ilim adamlarının görüşlerinden “müşir ve müsteşar-ı devlet” olarak selatin-i sâlife, idare-i hükümette istifade ve istiâne etmişlerdir. Cevdet Paşa’ya göre, hikmet-i nazariye ve ameliyede maharet kesb edenlerin, hayat tecrübesiyle birleşen yaklaşımlarının “her halde mevsuk ve muteber olacağı emr-i aşikardır”. Ancak bu performansı gösterebilenler azınlıkta olduğundan İbn Haldun’un ilim adamı ve entelektüellerin siyasi basiretiyle ilgili 89 Cevdet Paşa, Mukaddime-i İbn Haldun’un Fasl-ı Sâdisinin Tercümesi, İstanbul 1277, ss. 234235. İislam Hukukunda Çağdaşlaşma Arayışlarının Arka Planı 173 tespitleri genel anlamda geçerliliğini korumaktadır.90 İbn Haldun ve Cevdet Paşa ile yaptığımız muhavereden günümüze gelecek olursak, fıkıh ile iştigal edenler, yeni yorumlar ve arayışlar çerçevesinde ortaya konacak yaklaşımların –makâsıd-ı Şârî’ye uygunluğun yanı sıra-91 sosyo-politik bağlamını da dikkate almalı, hikmet-i nazariye ile birlikte hikmet-i ameliyeyi de gözetmelidirler. Nasların sınırlı, olayların ise sınırsız olduğu vurgusu, fıkıh ulemasının çeşitli vesilelerle atıfta bulunduğu bir husustur. Sınırlı naslar, sınırısız olayları ihata edemeyeceği için, nasların beşeri düşünce ışığında yorumlanması bir zorunluluktur. Bu bağlamda Buhârâ’lı Hanefi fakîh Sadrüşşerîa şu dikkat çekici değerlendirmeyi yapmaktadır: “Hz. Muhammed (sav) peygamberlerin sonuncusudur. O’ndan sonra vahiy gelmeyecektir. Allah Teâlâ “Bugün dininizi tamamladım” (Maide, 5/3) buyurmaktadır. Şüphe yok ki vahyin sarih olarak ortaya koyduğu hükümler, karşılaşılan olaylarla kıyaslanınca, oldukça azdır. Bu olayların hükümleri sarih vahiyden tespit edilemeyip mühmel kalırsa din tamamlanmış olmaz. Bundan dolayı müctehidlerin olayların hükmünü vahiyden yorumlayarak çıkarma konusunda bir yetkiye sahip olmaları bir zorunluluktur.”92 Sadrüşeria’nın altını çizdiği gibi, İslâm’ın bir din olarak yaşanabilmesi için sürekli bir yorumlama faaliyetinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Fıkıh geleneğinde yer alan, peygamberlerin yanı sıra fakîhlerin de Allah’ın muradını bilen kimseler oldukları,93 müftîlerin de “peygamber varisi” ve “Allah adına imza atan kişi” niteliğini taşıdıkları94 gibi vurgular, vahyin yorumlanarak olayların hükmünün tespiti ve bu suretle dinin yaşanmasının temini bağlamında değerlendirilmelidir. Bu noktadan hareketle, fakîh ve müftînin büyük bir sorumluluk altında olduğunu ifade edebiliriz. Bir yandan dini yaşayışın murâd-ı ilâhîye uygun, doğru davranış formları çerçevesinde sürdürülmesi için imâl-i fikir edecek, diğer yandan da bu süreçte hikmet-i nazariye ile hikmet-i ameliye dengesini gözetecektir. “Uğrumuzda çaba gösterenleri yollarımıza ileteceğiz. Allah hiç kuşkusuz iyilik edenlerle beraberdir.” (Ankebût, 29/69) ayetinde dile getirilen ilahi yardım, bu meşakkatli ve mesuliyetli yolun yolcuları için güç kaynağı olma niteliğini taşımaktadır. 90 Cevdet Paşa, age, s. 236. 91 Makâsıd içtihadı bağlamında göz önüne alınması gereken ilkeler için bk.: Ahmet Yaman, “İslam Hukuk İlmi Açısından Makâsıd İctihâdının Ya Da Gâî/Teleolojik Yorum Yönteminin İlkeleri Üzerine”, Makâsıd ve İctihâd, (haz.: Ahmet Yaman), Konya 2002, ss. 159-195. 92 Sadrüşşeria, et-Tavdîh, c. II, s. 513. 93 İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-nazâir, Beyrut 1985, s. 389. 94 Nevevî, Âdâbü’l-fetvâ ve’l-müftî ve’l-müsteftî, Dımaşk 1988, ss. 13-14 İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (175-197) ZAHİRİLİĞİN BÜYÜK İMAMI İBN HAZM: HAYATI VE ESERLERİ* Şahabettin Ergüven** The Greatist İmam of Zahiri Sect İbn Hazm: His Life and Works Abstract Ibn Hazm lived in the period of time years during the falling down of Andalus-Amawian State (765-1031). He wrote alot of of books on different fields such as Fıgh, Hadith, History of Religion, Islamic theology, Philosophy, Logic, Genealogy, Language and Literatury. More over he had systematized of the Zahiri sect in the Islamic jurisprudence. Works on Zahiri sect written by Hazm made him one of the famous person among the scholars in the world. In this article ıt is dealt with the life and Works of Ibn Hazm al-Andalusian Key words: Ibn Hazm, Zahiri Sect, Andalus, Fıgh, Language, Literature, Administration, Politics and Work Giriş İbn Hazm (384/456-994/1064), yaşadığı çağın sınırlarını aşmış İslam âleminin yetiştirdiği dâhi bilginlerden birisidir. Çok yönlü bir kültüre, ansiklopedi hacminde bir bilgi birikimine sahiptir. Naklî ve aklî ilimlere ihtisas derecesinde vâkıftır. Onun çeşitli alanlarda kaleme aldığı eserlerinden birisini okuyan, onun sadece bu alanda uzman olduğunu zanneder. Oysa İbn Hazm, görüş bildirdiği her alanda uzman bir kişidir. İbn Hazm, çağında egemen olan doğu kültürüne alternatif olması için mantıkî temellere oturan, bilimsel düşünceyi esas alan bir ekol kurmaya çalışmıştır. Çok sayıda düşünür, tarihçi, usulcü ve siyasetçi mezhebinin etrafında toplanmıştır. Bu mezhep gücünü burhân mantığından alan nas merkezli bir mezhep olmuştur. İbn Hazm, sahip olduğu vizyon ve temsil ettiği misyonla bilimsel düşünce özgürlüğünü sağlayarak içtihat kapısını yeniden aralamayı hedeflemiştir. Bu da İslam düşünce kültürünün üzerine bina edildiği usûlün yeniden okunmasını ve yorumlanmasını gerekli kılıyordu. İbn Hazm, bu çabasında tevârüs eden kültürün sunduğu hazır anlayış ve egemen düşünce kalıplarından kurtulmanın gerekli olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden, İslam ∗ ∗ Bu makale, “Arap Dili ve Edebiyatı Açısından İbn Hazm” adlı doktora tez çalışmamızın “İbn Hazm’ın Hayatı ve Eserleri” başlıklı bölümünün bir özetidir. Bk.: Şahabettin Ergüven, Arap Dili ve Edebiyatı Açısından İbn Hazm, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2007. Öğr. Gör. Dr., Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Arap Dili ve Belâgatı Anabilim Dalı. 176 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ düşünce kültürünün, sağlam temellerden yoksun olduğuna inandığı kıyas, illet ve istidlâl yerine, burhân mantığını temel alan yeni araçlarla bilinçli bir şekilde tekrar okunmasını savunuyordu. Onun bu zor göreve soyunmasında, yaşadığı dönemdeki siyasî, kültürel ve ekonomik koşulların etkisi büyük olmuştur. Zira Endülüs Emevî Hilâfeti’nin yıkılmasına, akabinde ülkenin bir birleriyle savaşan onlarca emirliğe bölünmesine, iç mücâdeleler sonucu müslümanların birlik ve bütünlüğünün yok olma noktasına geldiğine tanık olmuştur. İbn Hazm, bir yandan siyâsî birliği sağlamaya çalışırken, diğer yandan müslümanları düşünce birliğine çağırmaktaydı. Müslümanları tek çatı altında toplayacak çareyi ise sağlam temelleri olduğuna inandığı Zâhirî Mezhebinde görmekteydi. Zira ister fıkhî ister îtikâdî olsun diğer mezhepler müslümanları birleştirmek yerine daha fazla ayrılmalarına yol açmaktaydı. İbn Hazm’ın gerçekleştirmeye çalıştığı proje dar kapsamlı bir proje değildi. Aksine fıkıh, felsefe, mantık, kelam, dinler ve mezhepler tarihi, dil ve edebiyat gibi farklı alanları kapsayan geniş bir yelpazeye sahipti. İbn Hazm temel dayanak aldığı Zâhirî Mezhebi’nin ilkelerini tüm bu alanlara yansıtmıştır. Örneğin taklit illet ve kıyasa karşı çıkarken sadece fıkıh ve kelam gibi dînî içerikli ilimlerle sınırlı kalmamış, aksine bu görüşlerini dil ve edebiyata da taşımıştır. Fıkhî kıyas, illet ve istidlâli kabul etmediği gibi nahiv ve lugat ilimlerindeki kıyas ve illetleri de reddetmektedir. Fıkıhta ilk kaynaklar olan nasları temel aldığı gibi nahiv ve lugat ilimlerinde semâ‘ı temel almakta, gramer krallarının konulmasında Araplar’dan işitilenlerin temel alınması gerektiğini söyleyerek iştikâk, lugavî kıyas ve illetleri reddetmektedir. Aynı durum edebiyat için de geçerlidir. Şiire İslâmî bakış açısından yaklaşmakta, şiiri ahlâkî ilkeleri temel alarak tasnif etmektedir. Diğer taraftan şiirlerinde fıkıh, felsefe, mantık ve kelam ilimlerine âit çok sayıda terim kullanmaktadır. Zâhirî Mezhebi’nin ilkelerini şiirlerine yansıtmakta, görüş ve düşüncelerini manzûm ve mensûr olarak anlatmaktadır. Bu çalışmamızda Zâhirî Mezhebi’ni sistemleştiren kişi olarak tanınan İbn Hazm el-Endelüsî’nin hayatını, eserlerini, ahlak ve kişiliğini ele alarak ülkemizde daha yakından tanıtılmasını amaçlamaktayız. I- HAYATI A- ADI, KÜNYESİ, LAKAP VE NİSBELERİ İsmi, Ali b. Ahmed b. Sa‘îd b. Hazm b. Gâlib b. Sâlih b. Süfyân b. Yezîd, künyesi, Ebû Muhammed olup1, kitaplarında genelde bu künyesini kullan1 İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed b. Saîd ez-Zâhirî, el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, (nşr: Lecne/komisyon), 2.basım, Kahire 1992, Dâru’l-hadîs, I, 3; İbn Hallikân, Ebü’l-Abbas Şemseddin Ahmed b. Muhammed, Vefeyâtü’l-a‘yan ve enbâü ebnâi’z-zamân, (nşr. İhsan Abbas), Dâru sâdır, Beyrut, ts., III, 325. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 177 mıştır. Tabakât kitaplarında ise, İbn Hazm el-Endelüsî veya Ali b. Hazm şeklinde geçmektedir. Fakat o, İbn Hazm olarak meşhurdur. İbn Hazm’ın birkaç tane nisbesi vardır. Bazı tarihçiler yaşadığı ülkeye nisbet ederek el-Endelüsî2nisbesini kullanırken, bazıları da doğup büyüdüğü, çocukluğunun geçtiği Kurtuba’ya nisbet ederek el-Kurtubî3 nisbesini kullanmışlardır. İbn Hazm’ı atalarının memleketi Fâris’e nisbet ederek el-Fârisî4 nisbesini kullananlar da vardır. B- NESEBİ VE DOĞUMU İbn Hazm, çağdaşı Sâ‘id b. Ahmed’e (ö.462/1069) yazdığı bir mektuptan anlaşıldığına göre, Kurtuba’nın doğu kesmindedeki Rabaz-ı Minyetü’l-Muğîre’de 384 (994) yılı Ramazan ayının son gecesi imam sabah namazına selam verdikten sonra, güneş doğmadan biraz önce dünyaya gelmiştir.5 Kaynakların büyük çoğunluğu İbn Hazm’ın Fars asıllı olduğunu kaydetmektedir.6 İbn Hazm’ın çağdaşı tabakât yazarlarından Ebû Mervân İbn Hayyân ise onun İspanyol asıllı hıristiyan bir aileden geldiğini iddia etmektedir.7 Ne varki İbn Hayyân’ın bu sözlerine genel olarak itibar edilmemiştir. İbn Hayyân’dan etkilenen Tâhâ el-Hâcirî8, İgnace Goldziher9 ve Dozy10 gibi bazı çağdaş yazarlar onun Fars asıllı olmadığını, aksine İspanyol asıllı hıristiyan bir aileden geldiğini söylemektedirler.11 İbn Hazm’ın ailesinin ne zaman müslüman olduğu ve Endülüs’e ne zaman geldikleri konusu da tartışılmıştır. Ancak yaygın kanı, tabakât müelliflerinden İbn Hallikân’ın da rivayet ettiği gibi İbn Hazm’ın atalarından İslamiyet’i ilk kabul eden kişi Yezîd b. Ebû Süfyân’ın Fars asıllı azatlı kölesi Yezîd; atalarından Endülüs’e ilk gelenin ise Halef b. Ma‘dân olduğu şeklindedir.12 Daha sonraki dedelerinden Sa‘îd ise Kurtuba’ya yerleşmiş, devrinin önde gelen alimlerinden olan babası Ahmed b. Sa‘îd de Halife Mansur ve oğlu Muzaffer zamanında ve2 Muhammed Rıdvân ed-Dâye, Târîhu’n-nakdi’l-edebî fi’l-Endelüs, 2.basım, Müessesetü’r-risâle, Beyrut 1981, 307. 3 İbnü’l-‘İmâd, Şezerâtü’z-zeheb fî ahbâri men zeheb, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabi, Beyrut ts., III, 299. 4 ez-Zehebî, Ebû Abdillah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Kitâbu tezkireti’l-huffâz, (nşr: Zekeriyyâ ‘Umeyrât), Dâru’l-kütübi’l-‘ilmiyye, Beyrut 1998, III, 1146. 5 İbn Beşküvâl, Ebü’l-Kâsım Halef b. Abdülmelik b. Mes‘ûd, es-Sıla, (nşr: İzzet el-Attar Hüseyni), Mektebetü neşrü’s-sekâfeti’l-İslâmiyye, Kahire 1995, II, 396. 6 el-Humeydî, Cezvetü’l-muktebes fî zikri vülâti’l-Endelüs, nşr. Muhammed b. Tâvit et-Tancî, Mektebetu neşri’s-sekâfeti’l-İslâmiyye, Kahire 1953, 290. 7 İbn Bessâm eş-Şenterînî, ez-Zahîre fî mehâsini ehli’l-cezîre, (nşr. İhsan Abbas), Dâru’s-sekâfe, Beyrut 1979, I, 142. 8 Muhammed Tâhâ el-Hâcirî, İbn Hazm sûre Endelüsiyye, Dâru’n-nahdati’l-Arabiyye, Beyrut 1982, 17. 9 İgnace Goldziher, Klasik Arap Literatürü, (çev:. Azmi Yüksel-Rahmi Er), Ankara 1993, 147. 10 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm el-Endelüsî hayâtuhu ve edebuhu, Dâru’l-ârabiyye, Beyrut ts., 11. 11 Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm el-Endelüsî ve cühûduhû fi’l-bahsi’t-târîhî ve’l-hadârî, Dâru’li‘tisâm, Kahire ts., 53. 12 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yan, III, 325. 178 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ zirlik yapmıştır.13 Bu bilgileri esas alan kaynaklar İbn Hazm’ın ailesinin müslümanlığını çok eskilere götürürken, özellikle müsteşrikler14 onun ailesinin İspanya hıristiyanlarından olduğunu ve dedesinin geç dönemde müslüman olduğunu ileri sürmüşlerdir. C- ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ İbn Hazm, Endülüs’ün siyasi hayatında aktif bir şekilde yer alan zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğuydu. Babası Ahmed b. Sa‘îd b. Hazm, Amiri devletinin kurucusu el-Mansûr lakaplı Muhammed b. Abdullah b. Ebî Âmir’in (ö.392/1002) seçkin vezirlerindendi.15 Kaynaklarda İbn Hazm’ın annesi hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. İbn Hazm da ne çocukluğunda ne de daha sonraki dönemlerde annesinden bahsetmemiştir. İbn Hazm’ın Ebû Bekr adında kendisinden bir yaş büyük bir ağabeyi vardı. Ağabeyi ile birlikte vezir babalarının Kurtuba’nın doğu kesminde bulunan sarayında müreffeh bir çocukluk geçirmiştir.16 İbn Hazm çocukluğunu Endülüs’ün seçkin ailelerinin oturduğu ve İbn Ebî Amir’in sarayının da bulunduğu ez-Zâhire semtinde aristokrat bir çevrede geçirmiştir. Çocukluğunda dini ve ahlaki kuralların hakim olduğu sıkı bir gözetime tabii olmuştur.17 Çocuğunun en güzel şekilde yetişmesi için tüm imkanları sağlayan Ahmed b. Sa‘îd b. Hazm, İbn Hazm’ın eğitimini bilgi ve kültür düzeyleri oldukça yüksek cariyelere tevdi etmişti. On iki yaşına kadar ilk eğitimini babasının sarayında cariyelerden alan İbn Hazm, mürebbiyelerinin kendisine yazı yazmayı ve Kur’ân’ı öğrettiklerini, ayrıca çok sayıda şiir ezberlettiklerini söylemektedir. 18 Babasının sarayında özel olarak tutulan mürebbiyelerden ilk eğitimini alan İbn Hazm on iki yaşına geldiğinde düzenli olarak mescitlerde düzenlenen ders halkalarına katılmaya başlamıştır. Bu ders halkalarında zamanın büyük alimlerinden hadis, fıkıh, nahiv, lugat, edebiyat, mantık, kelam ve tarih dersleri almıştır. Aynı dönemlerde şair ve edip olan vezir babasıyla birlikte Amirîler sarayında tertip edilen edebi meclislere de katılmaya başlamıştır. İbn Hazm bu meclislerde çağındaki alim ve ediplerin çoğuyla tanışma fırsatı bulmuştur.19 D- İLİM TAHSİLİ, HOCALARI VE TALEBELERİ İbn Hazm ilim tahsilinde belli bir sınırda durmamış, aksine çağında revaçta olan naklî ve aklî ilimlerin hemen hepsini tahsil etmiş ve bu ilimlerde 13 14 15 16 17 18 19 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 21, 22. a.g.e., 11. a.g.e., 22. a.g.e., 27, 28. a.g.e., 33, 34. a.g.e., 111, 112. el-Humeydî, Cezvetü’l-muktebes, 224. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 179 yüksek derecelere ulaşmıştır. İhsan Abbas, İbn Hazm’ın tahsil ettiği ilimlere ilişkin şunları söylemektedir: “Çağındaki bilgi çeşitlerinin tümünü kuşattığı için İbn Hazm’ın çok yönlü olan kültürünün sınırlarını belirlemek oldukça zordur.”20 İbn Hazm on iki yaşına geldiğinde zamanın büyük alimlerinden düzenli olarak dersler almaya başlamıştır. Kur’ân’ı ezberleyip, lugat ve şiir dersleri aldıktan sonra ilk olarak hadis dersleri almaya başlamıştır. İlk hadis derslerini Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed b. el-Cesûr’dan (ö.401/1010) almıştır.21 Ayrıca Abdurrahman b. Abdullah b. Hâlid el-Hemezânî22, Abdullah elEzdî,23Yahya b. Abdurrahman b. Mes’ud b. Vechi’l-Cenne24 (ö.402/1011) ve Ebû Muhammed b. Benûş el-Kâdî’den de hadis dersleri almıştır25 İbn Hazm’ın hadis dersleri aldığı diğer hocaları şunlardır; Muhammed b. Sa‘îd b. Nebât, Yûsuf b. Abdullah el-Kâdî, Ebû Bekr Hammâm b. Ahmed el-Kâdî, Abdullah b. Muhammed b. Osmân, Ebû Ömer et-Talemenkî (ö.428/1036) ve Abdullah b. Yûsuf b. Nâmî .26 İbn Hazm’ın öğrenim gördüğü diğer bir ilim dalı fıkıhtır. Ebu’l-Hıyâr Mes‘ûd b. Süleyman b. Müflit27 (ö.425/1034) ve Ebû Abdullah b. Yahyâ b. Ahmed b. Dahhûn28 gibi hocalardan fıkıh dersleri almıştır. Cedel ve kelam derslerini İbnü’l-Faradî olarak tanınan Ebu’l-Kâsım Abdurrahman b. Ebî Yezîd elMısrî’den (ö.410/1019) okumuştur.29 Mantık derslerini İbnü’l- Kettânî olarak tanınan Muhammed b. Hasen el-Mezhacî30 ve Ebu Ömer Ahmed b. Muhammed b. Abdu’l-Vâris’ten31 almıştır. İbn Hazm’ın aldığı dersler arasında nahiv, lugat ve edebiyat dersleri de vardır. Nahiv, lugat ve edebiyat derslerini el-Vezîr Ebû Abede Hassân b. Mâlik b.Ebî Abdullah el-Kâdî en-Nahvî’den almıştır.32 Ebû Alî el-Kâlî’nin öğrencisi Ebû Muhammed Abdullah b. er-Rebî’ et-Temîmî’den (ö.415) el-Kâlî’nin Faaltü ve Ef‘altü ve Kitâbu’n-nevâdir gibi bazı eserlerini okumuştur.33 Ayrıca Ebu’s-Said el-Fetâ el-Ca’ferî’den de şiir ve edebiyat dersleri almıştır. İbn Hazm 20 İhsan Abbas, Târîhu’l-edebi’l-Endelüsî, ‘asru siyâdeti Kurtuba, Dâru’s-sekâfe, Beyrut 1985, 314. 21 el-Humeydî, Cezvetü’l-muktebes, 290. 22 a.g.e., 256. 23 İbn Hazm, Tavku’l-hamâme fi’l-ülfeti ve’l-üllâf, (nşr:. Nizâr Vecîh Fellûh), el-Mektebetü’l-‘asriyye, Beyrut 2001, 202. 24 İbnü’l-‘İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, III, 161. 25 İbn Beşküvâl, es-Sıla, II, 395. 26 ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 1146. 27 İbn Hazm, Tavku’l-hamâme, 105; el-Humeydî, Cezvetü’l-muktebes, 328. 28 Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdillah Şihâbuddîn Yâkût b. Abdillah, Mu’cemu’l-üdebâ, (nşr:. İhsan Abbas), Dâru’l-ğarbi’l-İslâmî, Beyrut 1993, XII, 242. 29 İbn Hazm, Tavku’l-hamâme, 140. 30 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yan, III, 326. 31 Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 67. 32 el-Humeydî, Cezvetü’l-muktebes, 225. 33 a.g.e., 243. 180 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Tavku’l-hamâme adlı eserinde bu hocasından Kurtuba camisinde Tarafe b. el-Abd’ın muallakasını okuduğunu belirtmektedir.34 Ahbâr ve tarih derslerini el-Kâdî Ebu’l-Velîd Abdullah b. Muhammed b. Yûsuf el-Kurtubî’den almıştır.35 İbn Hazm, babası Ahmed b. Sa‘îd’den de tarih dersleri almıştır. Zira babası Amirî devletindeki vezirliği sırasında tanık olduğu olayları oğluna anlatıyordu.36 İbn Hazm ilim öğrenmek için ilim merkezi Kurtuba’nın yanısıra Elmeriye, Şâtibe, Balensiya ve İşbîliye gibi Endülüs’ün çeşitli şehirlerini dolaşmış, ilim yolculukları esnasında kendi özel metodu ve ansiklopedik bilgi birikimi oluşuncaya kadar ilim okumuş ve okutmuştur. İbn Hazm’dan en çok rivayette bulunan öğrencileri oğlu Ebû Rafi’ el-Fadl37 ve Ebû Abdullah el-Humeydî’dir.38 Diğer oğulları Ebû üsâme Ya‘kûb ve Ebû Süleymân el-Mus‘ab da babalarından rivayetlerde bulunmuşlardır.39 İbn Hazm’ın hocalarından Ali b. Sa‘îd el-Adberî kendisinden zahirî mezhebinin ilkelerini öğrenerek zahiriliği benimsemiş, ancak hac farîzasını edâ etmek için doğuya gidince zahirî mezhebini terkederek Şafiî mezhebine intisab etmiştir.40 Ayrıca İbn Hazm’ın öğrencilerinden olan el-Vezîr Ebû Muhammed b. elArabî’nin İbn Hazm’a yedi yıl arkadaşlık ettiği, İbn Hazm’ın te’lifâtını inceleyip onun gözetimi altında tartışmalar yaptığı rivayet edilmektedir.41 Muhammed b. el-Velîd b. Muhammed el-Fehrî et-Tartuşi42, Abdulbâkî b. Muhammed b. Sa‘îd el-Ensârî43 de İbn Hazm’ın öğrencilerindendir. Ebû Bekr Muhammed b. Muhammed el-Velîd et-Tartûşî İbn Hazm’dan ilim almış, doğuya giderek Irak fakihleriyle tartışmalar yapmıştır.44 İbn Hazm’dan icâzetli olarak rivayette bulunan son öğrencisi Ebu’l-Hasen Şüreyh b. Muhammed el-Mukri’dir.45 E- AHLAKI VE KARAKTERİ İbn Hazm, kendi ahlâk ve karakterinden açık sözlülükle bahsetmekte, sahip olduğu güzel hasletlerle övünürken, kendisinde olmasını arzulamadığı bazı ayıp ve kusurlarının olduğunu da itiraf etmektedir. İbn Hazm, riyâzette 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 İbn Hazm, Tavku’l-hamâme, 138. el-Humeydî, Cezvetü’l-muktebes, 254, 255. Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 96. ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 1146. a.g.e., III, 1146. Vedî‘ Vâsıf Mustafa, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-felsefe ve’l-mantık ve’l-ahlâk, el-Mecma‘u’ssekâfî, Abudabi ts., 56. İbn Beşküvâl, es-Sıla, II, 401, 402. ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, (nşr:. Şu‘ayb el-Arnaût ve Muhammed Na‘îm el-Araksûsî), 9.basım, Müessesetü’r-risâle, Beyrût 1993, 37; ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 1151; Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, XII, 242. İbn Beşküvâl, es-Sıla, II, 545. Ahmed b. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, Câmi‘âtu Ümmi’l-Kurâ, Mekke 1986, 67. Vedî‘ Vâsıf Mustafa, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-felsefe ve’l-mantık, 55. ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, 22-23; İbnü’l-‘İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, IV, 122. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 181 bulunarak, Hz. Peygamberin sözlerini hayatına tatbik ederek ve nefis terbiyesinde mütehassıs olan kişilerin tavsiyelerine uyarak tedavi ettiğini söylediği ayıp ve kusurlarının neler olduğunu sebepleriyle birlikte anlatmaktadır.46 İbn Hazm bu kusurların; doğru bir iş yaptığında aşırı memnuniyet, yanlış bir şey yaptığında aşırı kızgınlık duymak, alay tarzında şaka, böbürlenme, gençlik gafleti ve sabırsızlıktan kaynaklanan yanlış davranışlar, başkalarına üstün gelme isteği, şan ve şöhret arzusu, aşırı gurur, kin tutma ve sû-i zan olduğunu söylemektedir. İbn Hazm sû-i zannın bazılarının zannettiği gibi mutlak olarak kötü bir huy olmadığını, insânî davranışlarda kötü sonuçlar doğurmayan veya dini konularda insanı günaha sokmayan bir su-i zannın kararlılık anlamına geldiğini, kararlılığın ise erdem olduğunu söylemektedir. Kin ve nefret duygusunu ise büyük oranda bastırmasına rağmen tamamen yok edemediğini, bu yüzden kendisine uzun süre açıktan düşmanlık eden birisiyle arkadaşlık kurma konusunda aciz kaldığını ifade etmektedir.47 İbn Hazm kibir, kıskançlık, yalan ve ihanetten tabiatı gereği nefret ettiğini, bunları hayatında hiç tanımadığını, dolayısıyla bu kötü huyları tedavi etme durumunda kalmadığını söylemektedir.48 Yalandan nefret eden İbn Hazm’ın doğruluktan ayrılmaması sahip olduğu önemli hasletlerdendir. Hak sözü söylemede hiç kimseden çekinmeyen, muhaliflerinin çokluğuna, makam ve mevkilerine aldırmayan49 İbn Hazm, doğruluktan ayrılmama konsunda şunları söylemektedir: “İnsanları ya da Allah’ı kızdıracak, hakka ya da mahlukata ters düşecek bir durumda kalırsan, insanları kızdır, onlara ters düş, Allah’ı kızdırıp hakka ters düşme”.50 İbn Hazm’ın önemli özelliklerinden birisi sert mizaclı ve keskin dilli olmasıdır. Özellikle rakipleriyle tartıştığı hilaf kitaplarında sert mizacının etkileri açıkca görülmektedir. Onun bu sert mizaca sahip olmasında küçük yaşta yakalandığı hastalıkların yanı sıra, çağındaki insanlardan gördüğü kötü muamelenin, yaşadığı sıkıntılı ve çileli hayatın büyük etkisi olmuştur. Zehebi, İbn Hazm’ın sert mizacı ve keskin dili hakkında şunları söylemektedir: “Dilinin uzun olması, büyük alimleri küçük görmesi, müçtehid imamları pervasızca eleştirmesi, sert tartışmaları ve keskin cevapları yüzünden başına birtakım olaylar gelmiştir. Hatta İbnü’l-Arîf’in İbn Hazm hakkındaki şu sözü darbı mesel olmuştur. “İbn Hazm’ın diliyle, Haccâc’ın kılıcı kardeştir”. Bu söz, İbn Hazm’ı nereye gittiyse peşini bırakmamıştır.51 46 İbn Hazm, “Mudâvâtu’n-nüfûs”, Resâilu İbn Hazm el-Endelüsî, (nşr: İhsan Abbas), 2.basım, elMüessesetü’l-Arabiyye li’d-dirâsât ve’n-neşr, Beyrut 1987, 353, 354. 47 a.g.e., 353-355. 48 a.g.e., 358. 49 Muhammed Ebû Zehra, İbn Hazm hayâtuhu ve ‘asruhu, ârâuhu ve fıkhuhu, Dâru’l-fikri’l-Arabî, Kahire ts., 73. 50 İbn Hazm, Mudâvâtu’n-nüfûs, 383. 51 ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 1154. 182 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İbn Hazm’ın sahip olduğu ahlâki meziyetlerden en bariz olanları vefâ ve izzet-i nefse düşkünlüktür. Tavku’l-hamâme’sinde kendisinin dostlarına ve tanıdıklarına karşı dâima vefâlı olduğundan, kim olursa olsun aralarında bir hukuk oluşan insanı asla unutmadığından bahsetmektedir.52 Vefalı olduğu kadar izzet-i nefsine son derece düşkün onurlu bir kişidir. Şerefli bir ailede onurlu ve şerefli olarak yetişti. Aşağılık duygusundan uzak bir kişiydi. Başına gelen sıkıntı ve belalar, hapis ve sürgünler onurundan bir şey kaybettirmedi. Kimseye yağcılık ve yaltaklık yapmadı, dünyevi menfaatler için asla alçalmadı, kimsenin önünde eğilmedi. Çocukluğu ve gençliğinin ilk yılları babasının sarayında lüks ve refah içerisinde cariyelerle birlikte geçmesine rağmen onurunu zedeleyecek bir davranışta bulunmadı. İbn Hazm şerefi mal ve makamda değil ilimde ve takvada bulmuştur. Yetiştiği ortama rağmen zâhid, mütevazi ve ilmiyle âmil biri olmuştur.53 İbn Hazm keskin bir zeka, kuvvetli bir hafıza ve üstün bir kavrama gücüne sahipti.54 Bu nitelikler sayesinde zamanındaki hemen hemen tüm ilimlerde yüksek bir konuma gelmiştir. Kıvrak zekasının yanı sıra, aynı zamanda hazır cevaplı bir alim olan İbn Hazm, bu özelliği sayesinde konuyu çabucak kavrar ve gerekli cevabı en uygun bir şekilde verir, deyim yerindeyse taşı gediğine koyardı. Onun bu özelliği özellikle tartışmalarında çok işine yarardı.55 İbn Hazm sahip olduğu tüm meziyetlerin Allah vergisi olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden bunların şükrünün eda edilmesinin gerektiğine inanır, asla kibre kapılmazdı. Allah’ın bahşettiği nimetlere şükretmemeyi nankörlük olarak gören İbn Hazm, bu hususta şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Şayet ilminle gururlanırsan bil ki bu senin kendinden değildir, onu sana veren Allah’tır. Öyleyse şükrünü öde, Allah’ın rızasına aykırı bir şey yapma. Aksi takdirde elinden alıverir, bildiklerini, ezberlediklerini unutturarak seni imtihan eder… Birçok ilim meraklısı tanırım, yıllarca okurlar, çalışıp gayret ederler, fakat ilimden nasiplerini alamazlar. İlim talibi şunu bilsin ki, eğer bu iş çok çalışmakla olsaydı, herkes alim olurdu. Demek ki bu Allah vergisidir, kendini beğenip gururlanmaya yer yoktur. Bunda tevazu gösterip Allah’a şükretmek lazımdır.”56 İbn Hazm’ın sahip olduğu seçkin meziyetlerden birisi de sabırlı ve tahammüllü olmasıdır. Yakalandığı hastalıklara tahammül göstermiş, başına gelen sıkıntı ve belalara sabretmiş, maruz kaldığı eziyet ve kötü muameleler onu 52 53 54 55 56 İbn Hazm, Tavku’l-hamâme, 195. M. Ebû Zehra, İbn Hazm hayâtuhu ve ‘asruhu, 77, 78. Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 73. M. Ebû Zehra, İbn Hazm hayâtuhu ve ‘asruhu, 66, 67. İbn Hazm, Müdavatu’n-nüfus, I, 388. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 183 doğru bildiği yoldan çevirememiştir.57 Onun sahip olduğu hasletlerden birisi de açık sözlü olmasıdır. Açık sözlü olması ihlas ve samimiyetinden kaynaklanmaktaydı. Doğruluğuna inandığı şeyleri kimseden çekinmeden açık yüreklilikle söylerdi. Yapmadığını söylemez, söylediğini ise önce kendisi yapardı. Söylenmesi gerekenleri saklamaz, insanların övmesine veya yermesine aldırış etmezdi. Bu yüzden kendisi için ilmi biliyor ancak ilm-i siyaseti bilmiyor denilirdi. Açık sözlü ve keskin dilli olması yüzünden başına bir çok sıkıntılar gelmiştir.58 Bir diğer özelliği hassas bir kalbe ve ince duygulara sahip olmasıdır. Sevgiye ve sevenlere dair kaleme aldığı Tavku’l-hamâme adlı eseri nesir ve şiiriyle onun ince duygularını yansıtmaktadır. Bu eser, aşık olduğunu açıkça söyleyen hassas bir kalbin kaleminden çıkmıştır. İbn Hazm’ın sahip olduğu güzel hasletlerden birisi de züht ve takva sahibi olmasıdır. Dini öğretilere bağlı bir alimdi, züht ve takvasıyla tanınıyordu, tevazu sahibiydi, Allah’ın nimetlerine devamlı şükrediyordu. Hemen hemen her eserinde züht ve takvâsına delalet eden ifadeler yer almaktadır. Hatta züht ve hikmet konulu kasîdeleri vardır. F- İLMÎ VE EDEBÎ KİŞİLİĞİ Endülüs medeniyetinin en önemli şahsiyetlerinden olan İbn Hazm’ın ilmi kişiliğine denk edebi bir kişliği vardır. Akâid, usûl, furû‘, fıkıh, hadis, tefsir, dinler tarihi, mezhepler tarihi, felsefe, mantık, tıp ve soybilim alanlarında seçkin bir alim, güçlü bir cedelci ve büyük bir düşünür olarak meşhur olduğu kadar, edip, eleştirmen ve soylu bir şair olarak da meşhurdur. Sanat inceliğiyle düşünce gücünü bir arada toplayan nadir şahsiyetlerdendir. İlmi araştırma ruhuna sahip olan İbn Hazm, çağında revaçta olan ilim dallarının hemen hepsinde çok sayıda ürün ortaya koymuştur. Ebû Mervân b. Hayyân (ö.469/1076), İbn Hazm’ın, hadis, fıkıh, cedel, soybilim, edebiyat, mantık ve felsefe ilimlerinde geniş bir birikimi olduğunu ve bu ilimlerin hepsinde çok sayıda eserinin olduğunu söylemektedir.59 Ebu’l-Kâsım Sâ‘id b. Ahmed el-Endelüsî, İbn Hazm’ın eserlerinin sayısı konusunda şöyle bir rivayet nakleder: “İbn Hazm’ın oğlu Ebû Râfi‘ el-Fadl’ın (ö.479/1086) bana söylediğine göre, babasının yaklaşık 80.000 varak tutan 400 cilt telifi vardır ki böyle bir başarı Taberî hariç kimseye nasip olmamıştır”60 Zira İbn Hazm, Sâ‘id b. Ahmed el-Endelüsî’nin de dediği gibi Endülüs halkı içerisinde en geniş bilgiye sahip olan, İslami ilimleri en çok tahsil eden; lugat, belagat, şiir, siyer 57 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 73; M. Ebû Zehra, İbn Hazm hayâtuhu ve ‘asruhu, 70. 58 M. Ebû Zehra, İbn Hazm hayâtuhu ve ‘asruhu, 73, 74. 59 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1654. 60 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yan, III, 326; ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 187; Yâkût elHamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1651. 184 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ ve ahbâr ilimlerinde derin vukûfiyeti olan bir alimdir.61 Ebû Hâmid el-Ğazâlî (ö.505/1111), İbn Hazm’ın güçlü bir hafıza ve kıvrak bir zekaya sahip olduğunu gösteren Allah’ın isimlerini konulu bir kitabını incelediğini söylemektedir.62 İbn Hazm’ın öğrencilerinden Cezvetü’l-mutbebes’in sahibi el-Humeydî, hızlı ezberleme, keskin zeka, asâlet ve dindarlıkta İbn Hazm gibisini görmediğini söylemektedir.63 İbn Hazm’ın eserlerini incelediğimizde bu eserlerin iki farklı üslupla yazıldığını görmekteyiz: Birincisi; el-Fasl gibi akîde, el-Muhallâ gibi fıkıh ve el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm gibi usul kitaplarında görülen ilmî üsluptur. İbn Hazm’ın eserlerinin çoğu bu tarzda kaleme alınmıştır. İbn Hazm’ın bu üslûbunda îcâz yerine itnâb hâkimdir. Kısa değil uzun cümleler kullanır. Bazı manaları gerekli gördüğü yerde tekrarlar. Bu tekrarlar sözün parlaklığından ifadenin güzelliğinden bir şey eksiltmez. Önceden geçen bir mananın başka bir bölümde zikredilmesi gerektiğinde önceki yere havale etmez, orada da özetle anlatır. Bu yüzden ifade etmek istediği bir manayı, bir kitapta birçok yerde zikrettiği olur. Böyle uzun boylu yazması ve gerekli gördüğü yerlerde manaları tekrarlaması yüzünden kitapları açık ve anlaşılırdır, kapalı ve müphem yeri yoktur. Manalar bütün açıklığı ile sıralanmıştır, en derin bahislere dalsa dahi anlaması kolaydır. Bu uzatma nedeniyle istediği manayı okuyucunun kalbine usta bir hatip maharetiyle yerleştirmektedir.64 İkincisi ise, Tavku’l-hamâme örneğinde olduğu gibi sanatlı nesrin hâkim olduğu edebî üsluptur. İbn Hazm’ın edebî üslûbu ilmi üslûbundan daha üstündür. Bu üslup lafız, terkip ve mana bakımından kalite derecelerinin en üst düzeyini temsil etmektedir. Üslup parlak ve akıcıdır, kelimeler yerli yerindedir. Müfret lafızlar güzel bir şekilde titizlikle seçilmiştir. Kelimelerin bir biriyle kaynaştığı bu üslupta lafızla mana tam olarak örtüşür. Eğreti durmayan kelimeler müzik sesi verir, bu ses ruhu okşar, hayali besler, tatlı nağmeler şeklinde gönle akar, fikrin önünde geniş ufuklar açar. Perçinlenmiş üslup pürüzsüzdür, adeta bir kusuru olmayan sehl-i mümtenî kabilindendir. 65 İbn Hazm’ın yüksek edebî üslûbuna ilişkin bir fikir vermesi açısından, âşık olan birisinin devamlı yanında olmasını arzuladığı vefakâr bir dostun sıfatlarını zikrettiği şu satırları burada örnek olarak aktarabiliriz: 66 61 62 63 64 65 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 187. a.g.e., XVIII, 187. el-Humeydî, Cezvetü’l-muktebes, 291. M. Ebû Zehra, İbn Hazm hayâtuhu ve ‘asruhu, 197. Mustafa Muhammed Ahmed Alî es-Seyyûfî, Melâmihu’t-tecdîd fi’n-nesri’l-Endelüsî, Âlemu’l-kütüb, Beyrut 1985, 522. 66 İbn Hazm, Tavku’l-hamâme, 109. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 185 “Aşkta arzulanan şeylerden birisi de Allah’ın (c.c.) insana hoş sözlü, geçimi özlü, tuttuğunu koparan, başladığını yarım bırakmayan, beyanda bilgili, tatlı dilli, hilmi engin, ilmi zengin, muhalefeti az, yardımı çok, zorluklara dayanıklı, arkadaşın nazına sabırlı, ahlakı övülen, kötülüğü görülmeyen, sırları saklayan, iyilikleri çok yayan samimi bir dost vermesidir.” G- RESMÎ GÖREVLERİ VE YÖNETİMLE İLİŞKİLERİ Endülüs’ün sayılı zengin ve ileri gelenlerinden olan İbn Hazm’ın babası Ahmed b. Sa‘îd, II. Hakem el-Müstansır’ın ölümü üzerine küçük yaşta tahta geçen II. Hişâm’ın hâcibi el-Mansûr lakaplı İbn Ebî Âmir’e ve onun oğlu Abdülmelik el-Muzaffer’e vezirlik yapmıştır.67 Babasının devlet ricâlinden olması sayesinde İbn Hazm, ilk zamanlarda aristokrat ve kültürlü bir çevrede müreffeh bir hayat yaşadıysa da Muzaffer’in ölümünden sonra baş gösteren ve giderek şiddetlenen taht kavgalarının doğurduğu kargaşa ortamı onun ailesinin de sıkıntılı bir dönem yaşamasına yol açtı. Emevî Hilâfeti’nin ardından Mulûku’t-tavâif68 döneminin ortaya çıkmasıyla neticelenen süreç başladığında İbn Hazm henüz on beş yaşındaydı.69 İbn Hazm kendisini daha gençliğinin baharında Endülüs’te patlak veren siyasi kargaşa ve fitne olaylarının içinde bulmuştur. Bir tarafta Kurtuba halkı, diğer tarafta berberîler kıyasıya bir mücedeleye girmişlerdi. Bu mücadeleden galip çıkmak için kuzeydeki hıristiyan kırallardan yardım istemekten dahi geri durmuyorlardı.70 Bu sırada Kurtuba, Emevî Hilâfeti’nin daha güçlü bir şekilde geri getirilmesini hedefleyen siyasi faaliyetlerin merkezi durumundaydı. Endülüs’te cereyan eden tehlikeli siyasi çöküşü gören İbn Hazm, Emevî Hilâfeti’nin tekrar getirilmesine çağrıda bulunmuş, bunun gerçekleşmesi için kendisi de bilfiil siyasetin içinde yer almıştır. Ancak İbn Hazm’ın diğer bazı alimlerle birlikte 67 ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 1148. 68 Mülûku’t-tevâif dönemi: Endülüs Emevi Devleti’nin 422/1031 yılında yıkılmasıyla Endülüs Emevi devletinin enkazı üzerine irili ufaklı bir çok devlet kuruldu ve Endülüs tarihinde “Mülûku’t-Tevâif” adıyla bilinen yeni bir dönem başladı. Altmış yıldan fazla devam eden bu dönem, Endülüs tarihinin siyasi açıdan en çalkantılı dönemini oluşturmaktadır. Bk.: Mehmet Özdemir, “Endülüs” (siyâsî tarih), DİA, XI, 214. 69 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 43, 44. 70 Fâyiz Abdunnebî, Edebü’r-resâil fi’l-Endelüs fi’l-karni’l-hâmisi’l-hicrî, Dâru’l-beşîr, Amman 1989, 17; Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 38. 186 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ hilafetin tekrardan getirilmesi için harcadığı samimi çabalar bir sonuç vermemiştir. Bir zamanlar tek vucut olan Endülüs hilafeti bir birleriyle savaşan yirmi kadar memleket ve imarete bölünmüştür.71 Halife II. Hişam’ın hâcibi ve Âmiriler Devleti’nin kurucusu el-Mansûr lakaplı Ebû Amir 392 yılında vefat edince yerine el-Muzaffer lakaplı oğlu Abdulmelik b. el-Mansûr b. Ebî Amir geçti. Muzaffer’in karmaşık koşullarda hicri 399 yılında vefat etmesinden sonra kardeşi Abdurrahman b. el-Mansur yönetime gelmiştir. Babası ve kardeşinin özelliklerini taşımayan Abdurrahman câhil ve siyasetten anlamayan birisiydi. Bu yüzden devlet yönetiminde fahiş hatalar işledi.72 Bu hataların belki de en önemlisi II. Hişâm’a yaptığı baskılar sonucu kendisini veliaht ilan ettirerek el-Me’mûn lakabını almasıdır. Hilafetin ellerinden çıktığını gören Mervân oğulları bu gelişmelere seyirci kalmamış, nitekim el-Mehdî lakaplı Muhammed b. Hişâm b. Abdulcabbâr büyük bir ayaklanma başlatarak Abdurrahman b. el-Mansûr’u öldürerek Âmirîler yönetimine son vermiştir.73 Bu isyandan sonra Endülüs ve özellikle baş şehir Kurtuba tam bir karışıklık içine düşmüştür. Kurtuba halkının sonucunu düşünmeden destek verdiği bu ayaklanma Amiriler devletine son verdiği gibi, merkezi otoritenin kaybolmasına, milli birliğin parçalanmasına, tüm ülkeyi saran fitne ve kargaşa olaylarına da sebebiyet vermiştir. İbn Hazm’ın ailesi de bu gelişmelerden son derece olumsuz bir şekilde etkilenmiştir. Tüm bu gelişmelere kayıtsız kalmayan İbn Hazm, Kurtuba’da yaşanan fitne döneminde bir taraftan toplumun ıslahı için fikri, diğer taraftan Emevî yönetiminin tekrardan ikâme edilmesi için siyasi faaliyetlerde bulunmuştur.74 Ayaklanmayı başlatan Muhammed b. Hişâm b. Abdulcabbar Halife II. Hişâm’ı hilafetten azlederek kendisini halife ilan etmiş,75 hilafetinin ikinci gününde emrindeki kuvvetlere Âmirîler’in saraylarının bulunduğu Medinetü’zzâhire’ye saldırmalarını emretmişti. Karşı koyamayacaklarını anlayan şehir halkının canlarının bağışlanması karşılığı şehri teslim etmeleri üzerine, ezZâhire sarayı dahil şehir büyük bir yağmalamaya maruz kalmıştır. el-Mehdî lakaplı Muhammed b. Hişâm b. Abdulcabbâr’ın iktidarı fazla sürmemiş, zira Amirî taraftarları bir komplo düzenleyerek el-Mehdî’nin yönetimine son vermiş, azledilen Halife II. Hişâm el-Müeyyed’i hapisten çıkararak tekrar halife 71 Mutasem Najib Tel, The Concept of Love in İbn Hazm’s Treatise Tawq al-Hamama, Georgetown University, Graduate School of Arts and Sciences, Washington DC 2000, 68, 69. 72 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 41. 73 İbn Sa‘îd el-Mağribî, Ebü’l-Hasen Nureddin Ali b. Musa, el-Muğrib fî hulel mağrib, (nşr:. Şevki Dayf), Darü’l-Maârif, Kahire 1978, I, 213. 74 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 43. 75 Fâyiz Abdunnebî, Edebü’r-resâil, 15. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 187 ilan etmişlerdi. İbn Hazm’ın bitmek bilmeyen çileleri II. Hişâm el-Müeyyed’in yeniden iktidara gelmesiyle daha da artmıştır. Zira II. Hişâm el-Müeyyed, İbn Hazm’ın babasını Amiriler devletine son veren Muhammed el-Mehdî ile işbirliği yaptığı suçlamasıyla tutuklatmış ve mallarına el koydurmuştur.76 İbn Hazm’ın ailesi baskı ve tutuklamaların acısını yaşarken, Süleymân el-Müste‘în liderliğindeki Berberî ordusu Kurtuba’yı kuşatma altına almıştır. Kuşatma sonucu bir taraftan yiyecek ve içeceğin azalması, diğer taraftan baş gösteren salgın hastalıklar yüzünden şehir halkı çok kötü günler yaşamıştır. Nitekim veba hastalığına yakalanan İbn Hazm’ın ağabeyi Ebû Bekir Ömer 401/1010 yılında vefat etmiş, aradan bir yıl geçmeden İbn Hazm babasını kaybetmiştir.77 İbn Hazm yaşadığı bu acılara ve kargaşa ortamına rağmen Kurtuba’da kalmayı tercih etmiş, ancak Berberîler’in Kurtuba’yı ele geçirip evlerini yağmalaması üzerine h.404 yılında en güzel yıllarının geçtiği Kurtuba’dan ayrılarak Elmeriye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.78 El-Meriye’de sükûnet ortamına kavuşan İbn Hazm bazı arkadaşlarıyla manzûm ve mensûr yazışmalarda bulunmuştur.79 O sıralar el-Meriye’nin vâlisi Hayrân el-Amirî, İbn Hazm ve arkadaşı Muhammed b. İshâk’ı Emevî hanedanını diriltmeye çalışmakla suçlayarak tutuklattırmıştır. İbn Hazm birkaç ay gözaltında bulundurulduktan sonra Hısnulkasr’a sürülmüştür.80 İbn Hazm hapisten çıktıktan sonra Belensiye’de Emevî taraftarı Abdurrahman b. Muhammed el-Murtazâ’nın Berberîler’i Kurtuba’dan atmak için bir ordu teşkil ettiğini öğrenince bu orduya katılmak için Belensiye’ye gitmiştir.81 İbn Hazm’ın Murtazâ’ya vezirlik yapıp yapmadığı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda İbn Hazm’ın Murtazâ’ya vezirlik yaptığı kaydedilirken,82 diğer bazı kaynaklarda Murtazâ’nın üst düzey danışmanlarından olduğu zikredilmektedir.83 Murtazâ’nın komutasındaki ordu Gırnata önlerinden geçerken, Gırnata’ya hakim olan Berberîlerle savaşmış, İbn Hazm’ın da katıldığı bu savaş Emevîler’in hezimetiyle sonuçlanınca İbn Hazm Berberîler tarafından 412/1022 yılında esir alınmış, ancak kısa bir müddet sonra tekrar serbest bırakılmıştır.84 O sıralar Kurtuba emiri el-Kâsım b. Hammûd’un şiddet ve baskı politikasını bıraktığı haberini alan İbn Hazm h.405 yılında yirmi beş yaşlarında iken 76 77 78 79 80 81 82 83 84 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 43, 44. a.g.e., 46, 47. Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 65; Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 50, 51. İbn Hazm, Tavku’l-hamâme, 118. Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 53. İbn Hazm, Tavku’l-hamâme, 202. Dâiretü’l-me‘ârifi’l-İslâmiyye, I, 137. Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 70. Muhammed Tâhâ el-Hâcirî, İbn Hazm sûre Endelüsiyye, 103, 104. 188 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Kurtuba’ya geri dönmüştür. Ancak eski dostlarını, ailesini ve çocukluğunun geçtiği evlerini bıraktığı gibi bulamamıştır. Kurtuba’ya dönen İbn Hazm bir taraftan ilim tahsiline devam ederken, diğer taraftan Emevi yanlısı cemaatlerle irtibata geçerek siyasi faaliyetlerini sürdürmüştür.85 Emevî yanlılarının gayretli çalışmaları sonunda meyvesini vermiş, Berberî yönetimine başkaldıran Kurtuba halkı, el-Kâsım b. Hammûd’u azlederek Müstazhir-Billah lakaplı Ebu’l-Muttarif Abdurrahman b. Hişâm’ı halife ilan etmişlerdir.86 Hilafeti eski günlerine döndürmeye çalışan yüksek ahlâk ve ilim sahibi Müstazhir-Billah (ö. 414), vezirlerinden bir kısmını eski Emevî vezirlerinden seçerken, diğer bir kısmını İbn Hazm, İbn Şüheyd (ö. 426/1034) ve İbn Hazm’ın amcasının oğlu Ebû Muğire Abdulvehhâb (ö.438) gibi zamanın yetenekli genç ediplerinden seçmiştir. Milletin birliğini, devletin bütünlüğünü ve hıristiyan düşmanlara karşı yek vücut olmayı Emevî iktidarında gören İbn Hazm dinine, vatanına ve ulusuna karşı sorumluluklarını yerine getirmek için vezirlik görevini kabul etmiştir.87 Ancak ne Halife Müstazhir-Billah’ın hilafeti ne de İbn Hazm’ın vezirliği fazla sürmemiş, halifeliği kırk yedi gün süren Müstazhir-Billah, amcasının oğlu el-Müstekfî Muhammed b. Abdurrahman b. Ubeydullah b. en-Nâsır’ın h.414 yılında ayaklanmasında öldürülmüş, İbn Şüheyd el-Müstekfî’nin zulmünden kurtulmak için Mâlika’ya kaçarken, İbn Hazm tutuklanarak hapse atılmıştır.88 İbn Hazm zalim ve zorba olarak nitelediği Müstekfî’nin kendisini tutuklatmasına sebep olarak Müstazhir-Billah ile olan arkadaşlığını göstermektedir.89 Bu tutukluluk, Endülüs’ün son Emevî halifesi olan III. Hişâm el-Mu‘ted-Billah’ın halife olmasına kadar sürmüştür. İbn Hazm’ın, III. Hişâm devrinde de kısa bir müddet vezirlik yaptığı belirtilmektedir.90 Emevî hilafetinin yeniden ikame edilmesi için harcadığı siyasi çabalarının bir sonuç vermediğini gören İbn Hazm, siyasetten el çekerek hayatının geri kalan kısmını dinî ve toplumsal ıslahı sağlamayı amaçlayarak ilim ve telif çalışmalarıyla geçirmiştir.91 ez-Zehebî, İbn Hazm’ın siyaseti bırakarak kendisini ilme verdiğini, mantık ilminde büyük mesafe katettiğini, daha sonra mantık ilmini bırakıp İslami ilimlere yöneldiğini, bu ilimlerde kimsenin ulaşamadığı bir konuma geldiğini söylemektedir.92 85 86 87 88 89 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 55, 56. a.g.e., 57. a.g.e., 57. a.g.e., 57, 58. İbn Hazm, et-Takrîb haddi’l-mantık, nşr. İhsan Abbas, el-Müessesetü’l-Arabiyye, Beyrut 1983, 346. 90 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, XII, 237; Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 71. 91 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, XII, 237. 92 ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 1148. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 189 H- VEFATI Tüm hayatı siyasi ve fikri mücadelelerle geçen İbn Hazm inandığı değerler uğruna büyük sıkıntılara katlanmış, bir kaç kez hapse atılmasına, eserlerinin gözünün önünde yakılmasına rağmen savunduğu fikirlerden asla ödün vermemiştir. Son günlerinde dahi ilmi faaliyetlerini sürdüren İbn Hazm içlerinde tarihçi el-Humeydî’nin de bulunduğu küçük bir öğrenci grubuna ders verirken arkasında çok sayıda kıymetli eserler bırakarak 72 yaşında 28 Şaban 456’da (15 Ağustos 1064) atalarının köyü Mente Lişem’de vefat etmiştir.93 el-Mansûr el-Muvahhidî’nin bir gün İbn Hazm’ın kabrinin yakınlarından geçerken kabrin başında durduğu ve hayatta iken kadri ve kıymeti bilinmeyen bu büyük alime duyduğu saygısını; “Tüm alimler İbn Hazm’ın çocukları mesabesindedir” sözleriyle ifade ettiği rivayet edilmektedir. İbn Hazm vefat ettikten sonra ilminin yayılmasında oğulları Ebû Râfi‘ el-Fadl, Ebû Üsâme Ya‘kûb ve Ebû Süleymân el-Mus‘ab’ın büyük rolleri olmuştur.94 II- ESERLERİ İbn Hazm, İslâm dünyasında çok sayıda eser vücûda getiren âlimler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Fıkıh, hadis, dinler tarihi, kelam, felsefe, mantık, soybilimi, dil ve edebiyat gibi çeşitli alanlarda yüzlerce eser vücuda getirmiştir. Oğlu Ebû Râfı‘ Fazl b. Alî babasının yazdığı yaklaşık 80.000 varak tutan 400 cilt kitabın kendisine kaldığını haber vermektedir.95 Bu eserlerden 150 kadarının adı kaynaklarda geçmektedir. Biz burada İbn Hazm’ın eserlerini; basılan eserleri, yazma eserleri ve bize ulaşamayan eserleri şeklinde üç grupta ele aldık. Bu eserlerin neşredilmiş olanlarından önemli gördüklerimizi muhtevâlarına dair kısa bilgilerle konu tasnifi ve önem sırasını gözeterek vermeyi uygun gördük. Yazma eserleri ile bize ulaşamayan eserlerini ise mümkün oldukça konularına göre tasnif ederek isimlerini vermekle yetindik. A- BASILAN ESERLERİ 1- Fıkıh ve Usûlü 1-1. el-İhkâm fi usûli’l-ahkâm. Zâhirî düşüncesi ve fıkıh usûlüne dair bir eser olup, Zâhirî fıkhının metodolojisini ayrıntılı bir şekilde ortaya koymaktadır. İbn Hazm eserinde kendi usul anlayışını diğer mezheplerin usul anlayışlarıyla mukâyese etmekte ve kendi görüşlerinin doğruluğunu aklî ve naklî delillerle ispatlamaya çalışmaktadır. Eserde ayrıca âyet ve hadislerde 93 İbnü’l-‘İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, III, 299. 94 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 87. 95 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemü’l-üdebâ, IV, 1651; İbn Hallikân, Vefeyâti’l-a‘yân, III, 326; ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 187. 190 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ yer alan lafızlar, emir-nehiy, umum-husus, nâsih-mensûh, icâzu’l-Kur’ân, istisnâ, kinâye, mecâz, muhkem-müteşabih, icmâ ve delil gibi meseleleri ele almaktadır. Eserin farklı baskıları vardır. Mahmûd Hâmid Osmân’ın neşri ile 1998 yılında Dâru’l-hadîs yayınevi tarafından Kâhire’de yayımlanan eser bunlardan birisidir. 1-2. el-Muhallâ bi’l-âsâr fî şerhi’l-mücellâ bi’l-ihtisâr. İbn Hazm’ın Zâhirî fıkhına dair en önemli eserlerinden olup el-Mücellâ adlı kitabının şerhidir. Eserin farklı baskıları vardır. Abdulgaffâr Süleymân el-Bendârî’nin neşri ile 1995 yılında Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye yayınevi tarafından 12 cilt halinde Beyrut’ta yayımlanan eser bunlardan birisidir . 1-3. Mülahhasu ibtâlî’l-kıyâs ve’r-re’y ve’l-istihsân ve’t-taklîd ve’tta‘lîl. Fıkıh usûlüne dair muhtasar bir eserdir. Sa‘îd el-Afğânî’nin neşrettiği eser, 1969 yılında Dâru’l-fikri’l-‘Arabî yayınevi tarafından Dımaşk’ta yayımlanmıştır. 1-4. Ashâbü’l-fütyâ mine’s-sahâbe ve men ba‘dehüm ‘alâ merâtibihim fî kesreti’l-fütyâ. Eser Cevâmi‘u’s-sîre’nin zeylinde yayımlanmıştır. 1-5. en-Nübez fî usûli’l-fıkh. Fıkıh usûlüne dair muhtasar bir eserdir. Ahmed Hicâzî es-Sakâ’nın neşrettiği eser, 1981 yılında Mektebetü’l-külliyâti’lEzheriyye tarafından Kahire’de yayımlanmıştır. 2- Dil ve Edebiyat 2-1. Tavku’l-hamâme fi’l-ülfeti ve’l-üllâf. İbn Hazm eserinde platonik aşkın muhtelif safhalarını psikolojik tahlillerle anlatırken, kendi hayatından ve muasırlarının tecrübelerinden örnekler vermektedir. Eserinin sanatlı nesrini yer yer büyük çoğunluğu kendisine ait olan şiirlerle süslemektedir. Eserinde; aşkın mahiyeti, belirtileri, düşünde sevenler, ilk bakışta aşık olanlar, uzun görüşmeler sonucu aşık olanlar, sözle îma, gözle îma, mektuplaşma, aşkta aracı kullanma, sır saklama, sır söyleme, kavuşma, ayrılma, teselli, vefâ ve ihanet gibi aşkla ilgili konuları şık bir üslupla sürükleyici bir tarzda anlatmaktadır. İhsan Abbas’ın neşrettiği eser, el-Müessesetü’l-Arabiyye li’d-dirâsât ve’n-neşr yayınevi tarafından Resâilu İbn Hazm serisinin I. cildi içerisinde 1983 yılında Beyrut’da yayımlanmıştır. Birçok dile tercüme edilen eseri Mahmut Kanık “Güvercin Gerdanlığı-Sevgiye ve Sevenlere Dair” şeklinde Türkçe’ye çevirmiştir. Bu çevirinin son baskılarından birisi 1998 yılında İnsan Yayınları tarafından yapılmıştır. 2-2. Kasîde fi’r-red ‘alâ Nikfûr Meliki’r-Rûm. İbn Hazm bu kasideyi, Bizans imparatoru Nicephores’in bazı İslam beldelerini aldığı zaman Abbâsî Halifesi el-Mutî‘-Lillah’a (ö.363/974) hitâben İbnu’l Kaffâl adında bir mürtede Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 191 nazmettirdiği kasideye cevap olarak irticâlen inşâd etmiştir. 137 beyitten oluşan kasîde Abdulkerim Halife’nin İbn Hazm el-Endelüsî hayâtuhu ve edebuhu adlı eserinin 251-258’inci sayfalar arasında yer almaktadır. 2-3. Manzûme fî kavâ‘idi usûli fıkhi’z-Zâhiriyye. Zâhiriyye Mezhebi’nin fıkıh usullerinin manzûm olarak anlatıldığı kasîde, Kahire’de yayımlanan Mecelletü ma‘hadi’l-mahtûtâti’l-Arabiyye dergisinin; yıl 1975, sayı I, cilt XXI, 149-151’inci sayfalar arasında yer almaktadır. 2-4. Risâle fî enne’l-Kur’ân leyse min nev‘i belâğati’n-nâs. Kur’ân’ın i‘câzını belâgat zâviyesinden ele alan risâle, Muhammed İbrâhim Nasr ve Abdurrahman Umeyra tarafından neşredilen el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehvâi ve’n-nihal adlı eserin III. cildinde 25-31’inci sayfalar arasında yer almaktadır. 3- Kelam, Felsefe Ve Mantık 3-1. el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehvâ’i ve’n-nihal. Dinler ve mezhepleri konu alan önemli bir eserdir. İbn Hazm eserinde çeşitli İslâmî fırka ve mezheplerinin yanı sıra Yahûdilik ve Hıristiyanlık dinlerinin yanlış görüşlerini aklî ve naklî delillerle eleştirmektedir. Muhammed İbrahim Nasr ve Abdurrahman Umeyre’nin neşrettiği eser beş cilt halinde Dâru’l-cîl yayınevi tarafından Beyrut’da yayımlanmıştır. 3-2. et-Takrîb li-haddi’l-mantık ve’l-medhal ileyhi bi’l-elfâzi’l-‘âmmiyye ve’l-emsileti’l-fıkhiyye. Eser, Aristo mantığı ekseninde mantık ilmini konu almaktadır. İbn Hazm eseri kaleme alırken; mantık ve felsefe hakkındaki yanlış kanaatleri gidermek ve doğru düşünmenin ilkeleri olduğunu belirttiği mantık ilminden herkesin faydalanması için mantık ilmini kolaylaştırma gayesi gütmüştür. Bunun için mantık meselelerini ele alırken anlaşılması zor mantık ve felsefe terimleri yerine dînî terimler kullanmış, örneklerini de fıkhî meselelerden getirmiştir. İhsan Abbas’ın neşrettiği eser, el-Müessesetü’l-Arabiyye li’d-dirâsât ve’n-neşr yayınevi tarafından Resâilu İbn Hazm serisinin dördüncü cildi içerisinde 1983 yılında Beyrut’ta yayımlanmıştır. 3-3. Risâle fî müdâvâti’n-nüfûs ve tehzîbi’l-ahlâk ve’z-zühd fi’rrezâ’il. Eseri insanların bozulan ahlaklarını düzeltme ve nefis hastalıklarını tedâvî etmek amacıyla kaleme almıştır. İbn Hazm eserinde hayata ilişkin tecrübelerinden hareketle insanlara hikmetli sözler şeklinde ahlâkî tavsiyelerde bulunmaktadır. Eser el-Ahlâk ve’s-siyer fî müdâvâti’n-nüfûs adıyla da anılmakta olup, Resâilu İbn Hazm serisinin birinci cildi içerisinde yer almaktadır. 3-4. el-Usûl ve’l-Furû‘. Çeşitli kelam konularını ele almaktadır. Muhammed Âtıf el-Irâkî, Süheyr Fazlullah ve İbrâhim Hilâl’in birlikte neşrettikleri 192 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ eser, 1978 yılında Dâru’n-nehdati’l-Arabiyye yayınevi tarafından Kahire’de yayımlanmıştır. 3-5. İzhâru tebdîli’l-Yehûd ve’n-Nasârâ li’t-Tevrâti ve’l-İncîl ve beyânu tenâkuzi mâ bi-eydîhim minhâ mimmâ lâ yahtemilu’t-te’vîl. İbn Hazm’ın el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehvâ’i ve’n-nihal adlı eserinin birinci cildinde 201-202’inci sayfaları arasında yer almaktadır. 3-6. el-Nesâihu’l-münciye mine’l-fedâihi’l-muhziye ve’l-kabâihi’l-mürdiye min ekvâli ehli’l-bida‘. el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehvâ’i ve’n-nihal adlı eserinin beşinci cildinde 33-73’üncü sayfalar arasında yer almaktadır. 4- Tarih ve Biyografi 4-1. Cemheretu ensâbi’l-‘Arab. Adından da anlaşılacağı üzere Araplar’ın nesepleriyle ilgili bir eser olup daha sonraki çalışmalara da kaynaklık etmiştir. Abdusselâm Muhammed Hârûn’un tahkik ettiği eser, Dâru’l-me‘ârif yayınevi tarafından 1962 yılında Kâhire’de yayımlanmıştır. 4-2. Cevâmi‘u’s-sîre. Muhtasar bir siyer kitabı olan eser es-Sîretü’n-Nebeviyye adıyla da anılmaktadır. İhsân Abbâs ve Nasuriddîn el-Esed’in neşrettiği eser, 1956 yılında Dâru’l-me‘ârif yayınevi tarafından Kâhire’de yayımlanmıştır. 4-3. Haccetu’l-vedâ‘. Memdûh Hakkı’nın tahkik ettiği eser, 1966 yılında Dâru’l-yakaza yayınevi tarafından Beyrut’ta yayımlanmıştır. 4-4. el-Kırââtü’l-meşhûra fi’l-emsâri el-âtiye mecîe’t-tevâtur. İhsân Abbâs ve Nasuriddîn el-Esed’in neşrettiği, İbn hazm’ın Cevâmi‘u’s-sîre adlı eserinin zeylinde yayımlanmıştır. 4-5 Esmâu’s-Sahâbeti’r-ruvât ve mâ li kullin mine’l-‘aded. Cevâmi‘u’ssîre’nin zeylinde yayımlanmıştır. 4-6. el-Mufâdale beyne’s-sahâbe. Sa‘îd el-Afğânî’nin tahkik ettiği eser, 1940 yılında el-Matba‘atu’l-Hâşimiyye tarafından Dımaşk’ta yayımlanmıştır. RİSALELERİ İbn Hazm’ın ayrıca farklı konularda kaleme aldığı risaleleri de vardır. İhsan Abbas bu risalelerden bir kısmını neşretmiştir. İhsan Abbas’ın neşrettiği risâleler, 1981, 1983, 1987 yıllarında el-Müessesetü’l-Arabiyye li’d-dirâsât ve’nneşr yayınevi tarafından Resâilu İbn Hazm adıyla dört cilt halinde Beyrut’ta yayımlanmıştır. Biz bu risaleleri, İhsan Abbas’ın tasnif ettiği şekilde vermeyi uygun gördük. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 193 I. ciltte yer alan risaleler 1. Tavku’l-hamâme fi’l-ülfeti ve’l-üllâf. 2. Risâle fî müdâvâti’n-nüfûs. 3. Risâle fi’l-ğınâi’l-mülhî e mübâhun hüve em mahzûr. 4. Faslun fî ma‘rifeti’nnefs bi-ğayrihâ ve cehlihâ bi-zâtihâ. II. ciltte yer alan risaleler 1. Risâletu nakti’l-‘arûs fî tevârîhi’l-hulefâ’. 2. Risâle fî ümmehâti’l-hulefâ.’ 3. Risâle fî cümeli fütûhi’l-İslâm ba‘de Rasûlillâh. 4. Risâle fî esmâi’l-hulefâ’ ve’l-vülât ve zikri müdedihim. 5. Risâle fî fadli’l-Endelüs ve zikri ricâlihâ. 6. Zikru evkâti’l-ümerâ’ ve eyyâmihim bi’l-Endelüs. III. ciltte yer alan risaleler 1. Risâle fi’r-red ‘alâ İbni’n-Nağrîle el-Yehûdî. 2. Risâletâni ecâbe fîhimâ ‘an risâleteyni süile fîhimâ süâle’t-ta‘nîf. 3. Risâle fi’r-red ‘ale’l-hâtif min bu‘d. 4. Risâletü’t-tevkîf ‘alâ şâri‘i’n-necât bi-ihtisâri’t-tarîk. 5. Risâletü’t-telhîs li-vücûhi’ttahlîs. 6. Risâletü’l-beyân ‘an hakâiki’l-îmân. 7. Risâle fi’l-imâme. 8. Risâle fî hükmi men kâle inne ervâhe ehli’ş-şekâ’i mu‘azzebetün ilâ yevmi’d-dîn. IV. ciltte yer alan risaleler 1. Risâletü merâtibi’l-‘ulûm. 2. et-Takrîb li-haddi’l-mantık. 3. Risâle fî elemi’l-mevt ve ibtâlihi. 4. er-Red ‘ale’l-Kindî el-Feylesûf. 5. Tefsîru elfâzin tecrî beyne’l-mütekellimîne fi’l-usûl. B- YAZMA ESERLERİ Dîvânü İbn Hazm.96 ed-Durre fî mâ yelzemu’l-insane i‘tikâduhu ve’l-kavlu bihî fi’l-mille ve’n-nihle bi-ihtisâr ve’l-beyân.97 Cüz’ün zekere fîhi hadîseyni ehaduhumâ fî sahîhi’l-Buhârî ve sânîhima fî sahîhi Müslim zu‘ime ennehumâ mevzû‘âni.98 Hel li’l-mevti âlâmun em lâ.99 Merâtibu’l-‘ulûm ve keyfiyyetü talebihâ ve te‘alluku ba‘dihâ bi-ba‘d. el-Mesâi’lü’l-yakîniyyetü’l-müstahrace mine’lâyâti’l-Kur’âniyye.100 Mes’eletü’l-kelb.101 Nebze fi’l-buyû‘.102 er-Risâletü’l-bâhire fi’r-reddi ‘alâ ehli’l-ehvâi’l-fâside.103 Ma‘rifetü’n-nâsih ve’l-mensûh.104 96 Binğazî Üniversitesi’nde bir nüshası bulunmaktadır. Bkz: Ahmed Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 82; İhsan Abbas, Târihu’l-edebi’l-Endelüsî ‘asru siyâdeti Kurtuba, 304. 97 Şehit Ali Paşa Kütüphanesi, No: 2704, İstanbul; Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 119; A. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 81. 98 Ramazan Şeşen, Nevâdiru’l-mahtûtâti’l-‘Arabiyye fi mektebâti Türkiyyâ, Dâru’l-kitâbi’l-cedîd, Beyrût 1975, I, 74; A. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 81. 99 A. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 92. 100 Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 121. 101 A. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 90. 102 Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 121. 103 a.g.e., 121. 104 Ramazan Şeşen, a.g.e., 75. 194 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ C- GÜNÜMÜZE ULAŞAMAYAN ESERLERİ 1- Dil ve Edebiyat Beyânü’l- fesâha ve’l- belâğa.105 Kasîde fi’l-ictihâd.106 Müellefün fi’d-dâd ve’z-zâ’.107 Risâletü’t-te’kîd.108 Şey’ün fi’l-‘arûz.109 el-Te‘akkub ‘ale’l-İflîlî fî şerhihi li-dîvâni’l-Mütenebbî.110 Tesmiyetü’ş-şu‘arâi’l-vâfidîn ‘alâ İbni Ebî ‘Âmir.111 2- Fıkıh ve Usûlü Dürrü’l-kavâ‘id fî fıkhi’z-zâhiriyye.112 İhtilâfu’l-fukahâ’i’l-hamse Mâlik, Ebî Hanîfe, eş-Şâfiî, Ahmed ve Dâvûd.113 el-İmlâ’ fî kavâ‘idi’l-fıkh.114 el-Îsâl ilâ fehmi kitâbi’l-hisâli’l-câmi‘a li-cümeli şerâi‘i’l-İslâm fi’l-vâcib ve’l-helâl ve’l-harâm ve’s-sünne ve’l-icmâ‘.115 Kasru’s-salât.116 Kitâbu enne târike’s-salâti ‘amden hattâ yahruce vaktuhâ lâ kazâ’e ‘aleyhi fîmâ kad harace min vaktihi.117 Kitâbu’lferâiz.118 Mâ hâlefe fîhi Ebû Hanîfe ve Mâlik ve’ş-Şâfiî cumhûre’l-‘ulemâ ve mâ inferede bihî küllü vâhidin.119 Kitâbu’t-tasaffuh fi’l-fıkh.120 Merâtibü’d-diyâne.121 el-Nüketü’l-mûceze fî nefyi’l-umûri’l-muhdese fi’d-dîn mine’r-re’y ve’lkıyâs ve’l-istihsân ve’t-taklîd.122 Risâle fî ma‘ne’l-fıkh ve’z-zühd.123 el-Telhîs fî a‘mâli’l-‘ibâd.124 3- Hadis ve Usûlü ‘Adedu mâ li-külli sâhibin fî müsnedi Bakiy b. Mahled.125 Beyânu ğalati Osmân b. Sa‘îd el-A‘ver fi’l-müsned ve’l-mürsel.126 el-Câmi‘ fî sahîhi’l-hadîs bi’h-tisâri’l-esânîd ve’l-iktisâri ‘alâ esahhihâ ve’c-tilâbi ekmeli elfâzihâ ve esahhi me‘ânîhâ.127 Ecvibe min sahîhi’l-Buhârî.128 Evhâmu’s-sahîhayn.129 el-İmlâ’ fî 105 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 197. 106 Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 113. 107 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 197. 108 a.g.e., aynı yer. 109 a.g.e., aynı yer. 110 a.g.e., aynı yer. 111 a.g.e., aynı yer. 112 a.g.e., XVIII, 194. 113 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 195. 114 a.g.e., aynı yer. 115 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1657; ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 227. 116 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 196. 117 a.g.e., XVIII, 195. 118 a.g.e., aynı yer. 119 İbn Hazm, el-Muhallâ bi’l-âsâr, nşr: Abdulgaffâr Süleymanel-el-Bendârî, Beyrut ts., X, 349. 120 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 194. 121 A. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 89. 122 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 196. 123 a.g.e., aynı yer. 124 a.g.e., aynı yer. 125 a.g.e., aynı yer. 126 a.g.e., aynı yer. 127 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1657; ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 194. 128 Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 112. 129 A. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 76. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 195 şerhi’l-muvattâ’.130 Kitâbun muhtasar fî ‘ileli’l-hadis.131 Şerhu hadîsi’l-muvatta’ ve’l-kelâmu ‘alâ mesâilihi.132 Tertîbu süâlâti Osmân ed-Dâremî li-İbn Ma‘în.133 4- Tarih ve Biyografi Esvâku’l-‘Arab.134 Fihristü şuyûhi İbn Hazm.135 Gazevâtu’l-Mansûr b. Ebî ‘Âmir.136 Merâtibu’l-‘ulemâ ve tevâlîfihim.137 Nesebü’l-Berber.138 el-Risâletü’llâzime li-üli’l-emr.139 el-Sîretü’n-Nebeviyye.140 Tesmiyetü şüyûhi Mâlik141 5- Kelam ve Felsefe Esmâullahi’l-Hüsnâ’.142 el-Hadd ve’r-resm.143 el-Telhîs ve’t-tahlîs fi’lmesâili’n-nazariyye ve furû‘ihâ.144 el-İ‘râb ‘ani’l-hîreti ve’l-iltibâsi’l-vâki‘ayn fî mezhebi ehli’r-re’y ve’l-kıyâs.145 el-İ‘tikâd.146 el-İmâme ve’s-siyâse.147 Kitâbu’ssâdi‘ ve’r-râdi‘ ‘alâ men keffere ehle’t-te’vîl min firaki’l-müslimîn ve’r-reddu ‘alâ men kâle bi’t-taklîd.148 Kitâbu’t-tahkîk fî nakdi kitâbi’l-‘ilmi’l-İlâhî li-Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî et-Tabîb.149 Kitâbu’t-terşîd fi’r-reddi ‘alâ kitâbi’l-ferîd li-İbni’r-Râvendî fî i‘tirâdihi ‘ale’n- nübüvvât .150 Mâ vaka‘a beyne’z-zâhiriyye ve ashâbi’l-kıyâs.151 Mes’ele fi’r-rûh.152 Mes’eletü’l-îmân.153 Muhtasaru’l-milel ve’n-nihal.154 Mürâkabetü ahvâli’l-imâm.155 el-Red ‘alâ enâcîli’n-Nasârâ.156 elRed ‘alâ men i‘teraza ‘ale’l-fasl.157 Reddun ‘alâ İsmâîl b. İshâk.158 Risâletü’lmu‘ârâda.159 Şerhu fusûli Epikrât160 130 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 194. 131 a.g.e., XVIII, 195. 132 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1657. 133 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 196. 134 A. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 74. 135 Abdulkerîm Halîfe, İbn Hazm hayâtuhu ve edebuhu, 133. 136 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 197. 137 a.g.e., XVIII, 196. 138 a.g.e., XVIII, 195. 139 a.g.e., XVIII, 196. 140 ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 230. 141 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 197. 142 ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 228. 143 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 197. 144 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1657. 145 ez-Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, III, 230. 146 a.g.e., III, 229. 147 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1657. 148 a.g.e., aynı yer. 149 İbn Hazm, el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehvâ ve’n-nihal, (nşr: Muhammed İbrahim Nasr; Abdurrahman Umeyra), Dâru’l-cîl, Beyrut ts., I, 34. 150 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 195. 151 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1657. 152 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 196. 153 a.g.e., XVIII, 196. 154 a.g.e., aynı yer. 155 a.g.e., XVIII, 195 . 156 a.g.e., aynı yer. 157 a.g.e., aynı yer. 158 a.g.e., aynı yer. 159 a.g.e., aynı yer. 160 a.g.e., XVIII, 197. 196 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ 6- Muhtelif Alanlara Ait Eserleri el-Edviyetü’l-müfrede.161 Fadlu’l-‘ilm ve ehlihi.162 el-İnsâf.163 el-İstiksâ’.164 el- ‘İtâb ‘alâ Ebî Mervân el-Havlânî.165 Zecrü’l-ğâvî.166 Kitâbu ahlâki’n-nefs.167 Kitâbu bulğati’l-hakîm.168 Kitâbu haddi’t-tıb.169 Kitâbu ihtisâri kelâmi Gâlînûs fi’l-emrazi’l-hâdde.170 Kitâbu’l-fedâih.171 Kitâbu’l-isticlâb.172 Kitâbu’l-kırâât.173 Mes’eletü heli’s-sevâdu levnün em lâ.174 el-Muhâkeme beyne’t-temr ve’z-zebîb fi’t-tıb.175 Muhtasaru kitâbi’s-sâcî fi’r-ricâl.176 Risâle fi’l-va‘z ve’l-va‘îz.177 Risâle fi’t-tıbbi’n-Nebevî.178 Sonuç İbn Hazm, Endülüs’ün siyasi hayatında aktif bir şekilde yer alan zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğudur. İlk eğitimini babasının sarayında cariyelerden alan İbn Hazm, on iki yaşına geldiğinde mescitlerde düzenlenen ders halkalarına düzenli olarak katılmaya başlamıştır. Bu ders halkalarında zamanın büyük alimlerinden hadis, fıkıh, nahiv, lugat, edebiyat, mantık, kelam ve tarih dersleri almıştır. Aynı dönemlerde Amirîler sarayında tertip edilen edebi meclislere de katılmaya başlamıştır. İbn Hazm ilim tahsilinde belli bir sınırda durmamış, aksine çağında revaçta olan naklî ve aklî ilimlerin hemen hepsini tahsil etmiş ve bu ilimlerde yüksek derecelere ulaşmıştır. İbn Hazm, Endelüs’te Zahirî Mezhebi’ni sistemleştirmiş ve bu mezhebin tartışmasız en büyük temsilcisi olmuştur. İlmi araştırma ruhuna sahip olan bu büyük bilgin, İslâm dünyasında çok sayıda eser vücûda getiren âlimler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Fıkıh, hadis, dinler tarihi, kelam, felsefe, mantık, soybilimi, dil ve edebiyat gibi çağında revaçta olan farklı ilim alanlarda yüzlerce eser vücuda getirmiştir. 161 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 197. 162 A. Nâsır el-Hamd, İbn Hazm ve mevkifuhu mine’l-ilâhiyyât, 87. 163 a.g.e., 76. 164 a.g.e., 73. 165 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 196. 166 a.g.e., aynı yer. 167 Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-üdebâ, IV, 1657. 168 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 197. 169 a.g.e., aynı yer. 170 a.g.e., aynı yer. 171 Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-büldân, nşr: Ferîd Abdulazîz el-Cündî, Dâru’l-kütübi’l-‘ilmiyye, Beyrût 1990, I, 439. 172 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 195. 173 Abdulhalîm Üveys, İbn Hazm, 112. 174 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 197. 175 a.g.e., XVIII, 197. 176 ez-Zehebî, Mîzânu’l-i‘tidâl fî nakdi’r-ricâl, (nşr: Alî Muhammed el-Bicâvî), Dâru’l-fikr, Beyrût ts., III, 90. 177 ez-Zehebî, Siyerü a‘lâmi’n-nübelâ, XVIII, 196. 178 a.g.e., XVIII, 197. Zahiriliğin Büyük İmamı İbn Hazm: Hayatı ve Eserleri 197 Endülüs Emevî Hilâfeti’nin yıkılmasına tanık olan İbn Hazm gelişmelere kayıtsız kalmamış, bir taraftan toplumun ıslahı için fikri, diğer taraftan Emevî yönetiminin tekrardan ikâme edilmesi için siyasi faaliyetlerde bulunmuştur. Ancak siyasi çabalarının bir sonuç vermediğini görünce siyasetten el çekmiş, hayatının geri kalan kısmını dini ve toplumsal ıslahı sağlamayı amaçlayarak ilim ve telif çalışmalarıyla geçirmiştir Tüm hayatı siyasi ve fikri mücadelelerle geçen İbn Hazm inandığı değerler uğruna büyük sıkıntılara katlanmış, bir kaç kez hapse atılmasına, eserlerinin gözünün önünde yakılmasına rağmen savunduğu fikirlerden asla ödün vermemiştir. Son günlerinde dahi ilmi faaliyetlerini sürdüren bu büyük âlim arkasında çok sayıda kıymetli eserler bırakarak 72 yaşında 28 Şaban 456’da (15 Ağustos 1064) atalarının köyü Mente Lişem’de vefat etmiştir. İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (199-219) 200 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 201 202 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 203 204 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 205 206 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 207 208 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 209 210 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 211 212 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 213 214 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 215 216 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 217 218 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Prof. Dr. Hayrettin Karaman ile İslam Düşüncesi Üzerine Konuşma 219 İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (221-223) ULUSLARARASI İBN HAZM SEMPOZYUMU Ferhat KOCA Düzenleyen: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Bursa İl Müftülüğü Tarih: 27–28 Ekim 2007, Bursa/TÜRKİYE İbn Hazm (ö. 456/1064), Endülüs’te (İspanya) Emevî Devleti’nin hem yükseliş hem de çöküş dönemlerini yaşamış, fakih, muhaddis, usulcü, tarihçi, edip, dilbilimci ve şairlerden biridir. Onun fıkıhta el-Muhallâ, usulde el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, tarihte Cemheretü ensâbi’l-Arab, dinler tarihinde el-Fasl fi’lmilel ve’l-ehvâ ve’n-nihal, felsefe ve mantıkta et-Takrîb li-haddi’l-mantık, ahlakta Müdâvâtü’n-nüfûs ve edebiyatta Tavku’l-hamâme adlı kitapları tam anlamıyla alanlarında klasik ve orijinal eserlerdir. İbn Hazm yaşadığı dönemin siyasî ve dinî hayatında görülen tartışma ve ayrışmaların etkisi ve Arap dili ile mantık ilimlerindeki derin bilgi birikimiyle, dinî nasların anlaşılması ve yorumlanması sırasında ihtilafları ortadan kaldırmaya ve tek bir veçhe ihtimali bulunan bir hükme ulaşmaya çalışmış; bunun için de söz konusu nasların yorumlanmasında zahirîliğe ve lafzî delâletlere aşırı derece önem atfederek rey, kıyas, istihsan ve maslahat gibi aklî istidlâl yollarını kesin bir biçimde reddetmiştir. İslam tarihinde Zahirî mezhebinin en büyük temsilcisi olarak kabul edilen bu ilim ve mücadele adamı hakkında, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ile Bursa İl Müftülüğü Uluslararası Katılımlı İbn Hazm Sempozyumu düzenlemişlerdir. 222 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ 26–28 Ekim 2007 tarihleri arasında Bursa - Nilüfer Diyanet Eğitim Merkezi Müdürlüğünde gerçekleştirilen sempozyum, 26 Ekim 2007 Cuma günü saat 14.00’te sempozyum tertip heyeti adına Dr. Muhammet Tarakçı’nın konuşmasıyla başladı. Bursa İl Müftüsü Mahmut Gündüz ve Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Saim Kılavuz yaptıkları selamlama konuşmalarında, sempozyum hakkında bilgiler vererek bu programın gerçekleştirilmesinde emeği geçenlere teşekkür ettiler. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Ali Bardakoğlu bir konuşma yaptı. Konuşmasına İslam hukuk tarihinde yoruma duyulan ihtiyaç ve ortaya çıkan yorum ekolleri hakkında genel bilgiler vererek başlayan Bardakoğlu, zahirî ve lafızcı/literal yorum geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olan İbn Hazm’ın hayatı ve görüşleri hakkında bazı değerlendirmelerde bulundu ve bu programın yararlı olmasını temenni etti. Sempozyumun açılış bildirisini Prof. Dr. Mehmet Özdemir sundu. “İbn Hazm’ın Yaşadığı Endülüs” adını taşıyan bu tebliğde Prof. Dr. Özdemir, Endülüs Emevî Devleti’nin kuruluşundan İbn Hazm’a kadar geçen sürede Endülüs’te yaşanan siyasî, sosyal ve kültürel olayları, medeniyet tarihi perspektifinden anlattı. Birinci günün son programı İbn Hazm’ın Felsefî Görüşleri başlıklı oturum oldu. Oturum Başkanlığını Prof. Dr. Ahmet Cevizci’nin yaptığı bu oturumda, sempozyuma Mısır’dan katılan Prof. Dr. Muhammed Ebu Leyle, “Ibn Hazm al‐ Andalusi as a Thinker and Critic”; Yard. Doç. Dr. Hidayet Peker, “İbn Hazm’ın İlimleri Sınıflandırması”; Doç. Dr. İbrahim Çapak, “İbn Hazm’ın Mantık Anlayışı”; Yard. Doç. Dr. Enver Uysal, “İbn Hazm’ın Ahlâk Felsefesi” adlı tebliğler ile katıldılar. Bu tebliğleri Prof. Dr. Yaşar Aydınlı, Prof. Dr. Zeki Özcan, Doç. Dr. İsmail Çetin müzakere ederek tartıştılar. 27 Ekim 2007 Cumartesi 09.00’da başlayan ikinci oturum, İbn Hazm’ın Kelamî Görüşleri başlığını taşımaktaydı. Bu oturumda Dr. Murat Serdar, “İbn Hazm ve Ulûhiyet”; Dr. U. Murat Kılavuz, “İbn Hazm’ın Nübüvvet Görüşü”; Dr. Orhan Koloğlu, “İbn Hazm’ın Tabiat Görüşü”; Doç. Dr. Mehmet Dalkılıç, “İbn Hazm’ın İslam Mezheplerini Sınıflandırmadaki Metodu ve Galiyye” ve Doç. Dr. Cağfer Karadaş, “İbn Hazm’ın Eş’arîlik Eleştirisi”; adlı tebliğlerini sundular. Bu tebliğleri Prof. Dr. İlyas Çelebi ile Doç. Dr. Tevfik Yücedoğru müzakere ettiler. Sempozyumun üçüncü oturumu İbn Hazm’ın Fıkhî Görüşleri ile ilgiliydi. Oturum başkanlığını Prof. Dr. Hamdi Döndüren’in yaptığı bu bölümde Doç. Dr. Muharrem Kılıç, “İbn Hazm ve Zahirîlik”; Prof. Dr. Vecdi Akyüz, “İbn Hazm’ın Fıkhî Görüşleri”; Prof. Dr. Bilal Aybakan, “İbn Hazm’a Göre İcma”; Prof. Dr. Zekeriya Güler, “İbn Hazm’ın Hanefî Fakihlere Yönelttiği Eleştiriler”; Uluslararası İbn Hazm Sempozyumu 223 Prof. Dr. Yunus Apaydın, “İbn Hazm’a Göre Taklit, İctihad ve Re’y”; Arş. Gör. Oğuzhan Tan ise “İbn Hazm’a Göre Kıyas’ın Karşısında Delil” adlı tebliğlerini sundular. Bu tebliğleri ise Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz, Prof. Dr. Mehmet Erdoğan, Prof. Dr. Ferhat Koca ve Doç. Dr. H. Mehmet Günay tartıştılar. Programın dördüncü oturumu “İbn Hazm Ve Diğer Dinler” hakkındaydı. Başkanlığını Prof. Dr. Mustafa Kara’nın yaptığı bu oturumda Yard. Doç. Dr. Süleyman Sayar, “İbn Hazm’ın Dinler Tarihçiliği ve Metodolojisi”; Prof. Dr. Nurşif Rif’at, “İbn Hazm ve Yahudilik”; Prof. Dr. Muhammed Ebu Leyle, “İbn Hazm ve Hıristiyanlık”; Prof. Dr. Ali Erbaş, “İbn Hazm’a Göre Mecûsîlik ve Sabiîlik”; Doç. Dr. Bülent Şenay, “İbn Hazm ve Hint Dinleri: Berahime” ve Dr. Tahir Aşirov, “İbn Hazm’ın Yeni Ahit Mektuplarına Bakışı” adlı tebliğlerini sundular. Ancak Mısırlı Prof. Dr. Nurşif Rif’at programa katılamadığı için tebliğini Prof. Dr. Muhammed Ebu Leyle özetledi. Bu tebliğleri Prof. Dr. Ahmet Güç, Doç. Dr. Hidayet Işık ve Dr. Muhammet Tarakçı müzakere ettiler. Oturum başkanlığını Prof. Dr. Hayati Hökelekli’nin yaptığı beşinci oturum 28 Ekim 2007 Pazar günü saat 09–12.30 arasında yapıldı. İbn Hazm’ın Diğer Görüşleri adını taşıyan bu oturumda Dr. M. Emin Maşalı, “İbn Hazm’ın Kur’an’a Bakışı ve Tefsir Metodu”; Dr. Abdullah Karahan, “İbn Hazm’ın Hadise Bakışı ve Hadisi Kullanma Metodu”; Prof. Dr. Abdulhalim Uveys, “İbn Hazm’ın İslam Tarihçiliği”; Doç. Dr. Mehmet Yalar, “İbn Hazm’ın Edebi Kişiliği”; Doç. Dr. İsmail Güler, “İbn Hazm’ın Dil Teorisi”; Dr. Aliye Çınar ise “İbn Hazm’da Kendini Bilme ve Aşk” adlı tebliğlerini sundular. Bu tebliğleri Prof. Dr. Hüseyin Algül, Prof. Dr. Erol Ayyıldız, Prof. Dr. İsmail Durmuş, Prof. Dr. Ahmet Yücel, Dr. Muhammed Abay ve Mahmut Kanık tartıştılar. Sempozyumun son oturumu olan değerlendirme oturumunda ise, Prof. Dr. Süleyman Uludağ genel bir değerlendirme konuşması yaptı. Nilüfer Diyanet Eğitim Merkezi Müdürlüğü’nün geniş konferans salonunda, doğrudan doğruya konuyla ilgili olan tebliğci ve müzakereci ilim adamları tarafından gerçekleştirilen ve geniş bir dinleyici topluluğunun bulunduğu Uluslar arası İbn Hazm Sempozyumu, gerçek bir ilim ve düşünce şöleni niteliğinde idi. Birçok ilim adamı sempozyum sırasında, program içi ve dışı tartışmalarda İbn Hazm ve onun çeşitli görüşleri üzerinde hararetli tartışmalar yaptılar. Bu sempozyumun gerçekleştirilmesinden dolayı başta sempozyum komitesi üyeleri olmak üzere, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı’na, Bursa İl Müftülüğü’ne ve sempozyumda emeği geçen herkese teşekkür ederiz. İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008 (225-234) KİTAP TANITIMI Muhammed İkbal İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, (Çev. Dr. N.Ahmet Asrar), Bir Yayınları, 262 s. Gülhan ÇİL* Muhammed İkbal’in İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu adlı eseri önemli kılan şey İkbal’in bütün eserlerinden daha kapsamlı ve İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu daha açık bir şekilde tasvir eden bir kitap olmasıdır. Ayrıca bu kitap çağımızda İslam’ın metafizik sisteminin tümüyle ele alındığı yegâne eser olarak da kabul edilebilir. Kitabın ilk başlığı dini tecrübe ve ilim hakkındadır. Burada İkbal, adı geçen konu hakkında çeşitli sorular sorarak ilim ve dinin bu sorulara verdiği cevapları inceler. İkbal, bu bölümde din ve bilimi belirgin bir şekilde birbirinden ayırmış, felsefenin temelini araştırmaya; dinin temelini ise imana dayandırmıştır. Bu ayrımla birlikte İkbal imanın salt duyguya değil, akli temellere de dayandığını kabul etmiştir. O bu görüşünü temellendirmek için Hz. Peygamberin şu duasına hatırlatır: “Ey Rabbim, bana eşyanın hakikati ve mahiyeti hakkında bilgi ver.” İkbal’e göre bu hadis, akli temelleri araştırmanın bizzat Hz. Peygamberle başladığının kanıtı olarak gösterilebilir. Aynı bölümde İkbal birtakım ayetler ışığında tecrübî bilginin önemini vurgular ve rasyonel düşüncenin bu tecrübî bilgiyi bir bilgi kaynağı olarak görmemesini eleştirir. Tecrübî bilginin bir hayal olmadığını aksine her tecrübenin insanı ilme’l-yakıne götürdüğünü söyler. Modern psikolojinin mistik şuurun muhtevasını ve önemini yeni anlamakta olduğunu ve akıl üstü şuuru inceleyecek bir bilimsel yöntemin de henüz bulunamadığını söyler. İkbal, dini tecrübenin fizik ve kimya gibi ilimlerden farklı olarak sebep sonuç ilkesine dayanmadığına işaret eder. Ona göre bu tecrübe, insanın farklı bir yönünü ifade etmektedir. Diğer bir bölümde ise delillerden bahsederek bunlara karşı birtakım eleştiriler yöneltir. Mesela: “Kozmolojik delile göre evren sonlu bir maluldür. Sonlu * Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 4.sınıf öğrencisi 226 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ bir malul ancak sonlu bir illet ya da olsa olsa böyle bir illetten oluşan sonsuz bir dizi meydana getirebilir.” diyerek kozmolojik delilin ayaklarının yere basmadığını tespit eder ve tutarsızlığına eleştiri getirir. İkbal, hürriyeti ve ölmezliği adını verdiği bölümde (s. 91–133) insanın benliğe kazandırdığı özgürlüğün Müslümanlar tarafından anlaşılmaması ve kaderciliğin tüm İslam dünyasını sarmasından yakınır. İkbal, Kuran’a göre üç hususun apaçık olduğunu söyler. Birincisi; insan, Tanrının seçip yarattığı en iyi varlıktır. İkincisi; noksanlarına rağmen insan Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Üçüncüsü; insan her türlü zorluk ve riski göze alarak emaneti üstlenmiştir ki, insandan başka hiçbir varlık bu emaneti üstlenmeye yanaşmamıştır. İnsan, benliğini Mutlak Zat olan Yüce Ben’den almasından dolayı özgürlüğe daha layık bir varlıktır. İkbal “Ego ve benlik zaman-mekân düzeni içinde nasıl ortaya çıkar?” sorusuna da ruh-beden ilişkisi bağlamında cevap arar. Vardığı sonuç ise ruh ile bedenin kendi başlarına birer varlık olmalarına rağmen esrarlı bir şekilde birbirlerine bağlı olmalarıdır. Bu düşüncesini şu şekilde formüle eder: “Beden, ruhun birikmiş fiil veya alışkanlıklarıdır. Dolayısıyla ruhtan ayırt edilemez.” İkbal’e göre kader insanın özgürlüğünü engelleyen bir şey değil, aksine bir hayattır ve hiçbir engel tanımayan sonsuz bir güçtür. Oysa İslam Dünyası asırlardır devam eden küçük düşürücü bir kaderciliğin kıskacındadır. Kabul edilmez olan bu anlayış geçmişte kendi zulümlerini örtbas etmek için, Emevi hükümdarları tarafından yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Daha sonra ölümsüzlük kavramına açıklık getirmeye çalışan İkbal, bunu Nietzsche’nin “ebedi dönüş” teorisi üzerine inşa eder. Sürekli faaliyet içinde olan bir enerji vardır ve bu enerjinin başı sonu yoktur; zaman sonlu ise evrende yeni bir olay da yoktur. Olan her şey tekerrürden ibarettir. İkbal, ölümsüzlüğü Kuran’a göre açıkladığında üç noktaya dikkat çeker: Birincisi, benlik zaman içinde doğar ve zamana karşı bir önceliği yoktur. İkincisi, Kuran’a göre bu dünyaya yeniden gelmek imkânsızdır. Üçüncüsü, fânilik bir talihsizlik değildir. İkbal, ölüm ve sonrası ile ilgili olarak “tekâmül” teorisini savunur. Buna göre insan nasıl ki maddeden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana evrim geçirmişse; ölümden sonra da başka bir halde yaratılışına devam edecektir. İslam düşüncesinde tekâmülü kabul eden yazarlar arasında yer alan İkbal, ulaştığı son nokta olarak bu düşünceyi savunur. İkbal, ‘İslam Kültürünün Ruhu ve Canlılığı’ adını verdiği bu bölümde önce peygamber kavramını analiz eder. Peygamberin en büyük amacı kendi dini yaşantısını tüm dünyaya hâkim bir güç haline getirmektir. Mevcut düzeni Kitap Tanıtımı 227 yıkar, yenilik ve dinamizm getirir. İslam Peygamberi, bildirmiş olduğu vahiy bakımından eski dünyayla, bu vahyin kaynağının evrenselliği bakımından da modern dünyayla ilişkilidir. İkbal bilgi kaynaklarının Kuran’da “enfüs” (benlik) ve “afak” (dünya) olarak verilmesine dikkat çeker. İç tecrübenin tasavvufla, dış tecrübenin ise doğa bilimi ve tarihle elde edilebileceğini savunur. Bundan sonra İkbal, Batının sahip olduğu ilim ve kültürün kaynaklarının İslam dünyasından alındığını, çeşitli delillere başvurarak temellendirmeye çalışır. İkbal, İslam bünyesinde hareket prensibi (s. 171–199) başlıklı bölümde içtihat kavramına açıklık getirir ve onun güçlü bir prensip olduğuna dikkat çeker. Bu bağlamda Kuran’dan ve sünnetten deliller getirir. Bu tür delillere karşın İslam dünyasının hareketsizliğe mahkûm olduğunu söyler. Ona göre İslam hukukunun sabit ve hareketsiz olması üç nedene bağlıdır: Birincisi Abbasi Devleti’nin ilk dönemlerinde İslam içersinde ortaya çıkan Rasyonalizm hareketi, kısmen yanlış anlaşılması kısmen de bir takım rasyonalistlerin aşırı ve kontrolsüz düşünceleri yüzünden, muhafazakârlar tarafından yıkıcı bir tehlike olarak görülmüş ve İslam’ın sosyal bütünlüğünü korumak adına İslam hukukunda sağlam ve katı kurallar koyma yoluna gidilmiştir. İkinci sebep, gayr-i İslami etkilerin altında sadece zanna dayanan nitelikteki bir düşünce sistemi olarak gelişen ruhbani (zühdi) tasavvufun doğuşu ve yayılmasıdır. Bu düşüncede sadece öte dünya ruhunun hâkim olması, İslam’da mevcut olan dünyevi yönü yok etmekte ve onun iki yönlü ruhunu teke indirmekteydi. Ayrıca yeterli bilgi ve kıyas yeteneği olmayan kişilerin, mezhepleri körü körüne taklit etmelerinden yakınıyordu. Üçüncü sebep ise, Bağdat’ın 13. yy.da yerle bir edilmesi, bölünme ve parçalanma korkusuna düşen bir takım muhafazakâr İslam düşünürlerini, toplumsal düzeni korumak konusunda dikkatli davranmaya sevk etmiş olmasıdır. Müslüman halkı aynı tarzda bir içtimai hayat içinde birleştirmek ve ilk devir Müslümanlarının bidat olarak saydıkları bütün yenilikleri Şeriat kanunlarından çıkarıp atmak temel hedefleri oldu. İkbal, Ziya Gökalp’ı, Türk düşüncesinin oluşumunda en etkili kişilerden görür ve onun birkaç şiirini sunarak bazı görüşlerinin doğruluğuna dikkat çeker. Gökalp’ın Türkçe ibadet ve kadın-erkek eşitliği konusundaki görüşlerini ise sadece nakleder. (Daha sonra bu görüşlerden bazısını eleştirecektir.) İkbal Kur’an, Sünnet, icma ve kıyas’ın etkilerini uzun uzun aktarır. Temel olarak üzerinde durduğu konu, tüm İslam kaynaklarının Müslümanları hareket ve dinamizme götürmesi gerektiğidir. 228 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ İkbal, ‘Din Mümkünattan mıdır?’ (s. 199–241) başlıklı bölümde ise dini tecrübe üzerinde durmuştur. Dini hayatı, iman, düşünce ve marifet olarak üç aşamada değerlendirir. O’na göre “Din, hayat tecrübesidir ve müspet bilimden çok daha önce tecrübenin kendi temeli olarak gereğini kabul etmiştir.” Buradan siyasete de değinen İkbal, Batı’ya özenerek dini, tehlikeli görüp hayatın dışına iten Türkiye gibi ülkelerin, dinin yerine koydukları milliyetçiliğin insan ruhunu fakirleştiren ve onun gizli ve manevi kaynaklarını tıkayan, olumsuz bir unsur olduğunu vurgular. Son tahlilde İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu isimli eser Muhammed İkbal’i anlamak isteyen, hakikati arayan ve düşünmeyi sevenlerin okuması gereken bir kitaptır. İkbal bu eserinde hem insan hem de İslam âlemi üzerinde analizlerde bulunmuş ve kitabında büyük bir bölümünü tecrübî bilgiye ayırmıştır. Okuyanlara çok şey katacağını düşündüğüm bu eser, İslam düşüncesinin tarihsel serüvenini irdelemesi, bilimsel ve düşünsel sorunlara açılım getirmesi açısından yeni ufukların habercisi olma niteliği taşımaktadır. Kitap Tanıtımı 229 Ahmet Hassan İslam Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi, (Çev. Ali Hakan Çavuşoğlu-Hüseyin Esen), İz yayınları İstanbul 1999, 248 s. Şehriban ALTINOK* Ahmet Hassan’ın hazırlamış olduğu İslam Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi isimli eser, İslam hukuk ilmi ve İslam hukuk teorisinin ortaya çıktığı ilk dönemi inceleyen bir doktora tezidir. Hassan, kitabında İslam hukuk metodolojisinin hicri I. ve II. yüzyıllardaki tarihi gelişimini ortaya koymaya çalışmıştır. Kitap sekiz böalümden meydana gelmektedir. Her bölümün sonunda konuyla ilgili kısa bir değerlendirme yapılmıştır. Kitabın giriş bölümünde modern hukuk kavramı tanımlanmaktadır. Sonrasında ise, fıkıh denilen İslam hukukunun kendine has bir tanımı ve kapsamı olduğu anlatılmıştır. Bu bağlamda İslam fıkhının hayatın dinî, siyasî, ahlakî ve ekonomik tüm alanlarını kuşattığı belirtilir. Birinci bölümde, ‘fıkıh’ terimi üzerinde durulmuştur. Yazar, terimin, “bir şey hakkındaki bilgi ve anlayış” manasına geldiğini ve Hz. Peygamber zamanında sadece hukûkî alanı değil, itikadî siyasî vb. birçok alanı anlatmak için kullanıldığını söylemiştir. Ebû Hanîfe’ye nispet edilen el-Fıkhu’l-ekber isimli kitabın itikadî konular içermesi buna örnek olarak verilebilir. Yazar, ayrıca bu terimin hicri I. yy’ın sonlarına doğru akıl ve re’y için kullanılmaya başladığını da tespit etmiştir. Eserin ikinci bölümünde ilk hukuk ekollerinin doğuş ve gelişim süreçleri ele alınmıştır. Öncelikle Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîn dönemindeki hukuki arka plan incelenmiştir. Hadis toplama faaliyetlerinin Şafii ile başladığı, bununla beraber hicri ilk iki asırda bir mezhep taassubunun bulunmadığı ve fakihlerin görüşlerinin benzerlik arzettiği belirtilmiştir. Fakihler arasındaki görüş ayrılıkları ise Hz. Peygamber ve sahabeden gelen haberlerin farklı olmasına ve re’yin kullanılmasına bağlanmıştır. Hassan üçüncü bölümde, İslam hukukunun ana kaynaklarının Kur’an ve Sünnet olduğunu, icmâ ve kıyasın ise bunlara yardımcı birer yan dal olduklarını belirtmiştir. Kuran’ı insanların bir takım sorunlarla karşılaştıklarında başvuracakları ilk kaynak olarak göstermiş, sünneti ise ‘Kur’anî öğretilere so- ♣ Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 4. sınıf öğrencisi 230 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ mut şekil verilmesi’ olarak tanımlamıştır. Kıyasın gerçekte, “reyin sistematik ve gelişmiş bir biçimi” olduğunu belirtmiştir. Reyin “farklı durumlara uyum sağlamaya ve Müslümanların, ihtiyaçlarına göre yeni tanım yapmalarına imkân veren bir araç” olduğunu söylemiştir. İcmâyı ise “bir bölgedeki pozitif hukuka ilişkin genel kanaatin temsil edilmesi” şeklinde açıklamıştır. Dördüncü bölümde nesh teorisi üzerinde durulmuştur. Yazar, bu konuyu enine boyuna incelemiş ve Kur’an’dan hiçbir ayetin yürürlükten kaldırılmadığını, eğer böyle bir durum olsaydı, Hz. Peygamberin bunu sahabeye bildireceği tespitini yapmıştır. Ayrıca ne sünnetin Kur’an’ı ne de Kur’an’ın sünneti nesh etmediğini, ikisinin birbirinin tamamlayıcısı olduğunu ve sünnetin Kuranı açıkladığını belirtmiştir. Sahabenin ise neshi, bir ayetin veya ayetler grubunun kapalı kalan noktalarını açıklamak olarak anladığını ifade etmiştir. Ayrıca, nesh düşüncesinin Mu’tezile tarafından Kuran’ın yaratılmışlığı düşüncesine dayanak yapıldığını söylemiştir. Onlara göre, Kuran neshe muhataptır ve bu düzeltmeler yüzünden ebedi olamaz. Beşinci bölümde sünnet anlayışı ve gelişimi konusu ele alınmıştır. Sünnetin, İslam ilimlerinde Hz. Peygamber tarafından ortaya konulmuş olan ve kural niteliği taşıyan uygulamaları ifade ettiğine, ancak Arapların bu terimi atalarından kalan davranışlar, örf ve adet hukuku için de kullandıklarına değinilmiştir. Sünnetin gelişim süreci de ele alınarak, bazı imamların sünnet anlayışlarına yer verilmiştir. Batılı yazarların, Peygamber’in sünneti kavramını, “İslam öncesi geleneğe ait davranış şekillerinin Hz. Peygamber tarafından bir kısmı düzeltilip bir kısmının da yeni bir forma sokulması” olarak anladıkları ifade edilmiştir. Altıncı bölümde ilk içtihat şekillerinden ve bunların âlimler tarafından nasıl ele alındığından bahsedilmiştir. Yazar, ilk içtihat şekillerinden birinin re’y olduğunu, sahabe döneminde re’ye çokça başvurulmadığını, ancak Hz. Ömer’in bunu sıklıkla kullandığını söylemiştir. Onun, önce Kuran ve sünnete başvurduğuna, bunu yaparken de mevcut durumu göz önüne aldığına değinmiştir. Kıyas ve istihsanın da hicri I. asırda kullanıldığı üzerinde durmuş ve bunlara dair birçok örnek vermiştir. Ebu Hanife’nin istihsanı kullanan ilk âlim olduğunu belirtmiştir. Eserin yedinci bölümünde, ilk ekollerde icma konusu ele alınmıştır. Bu çerçevede İcma’ın tanımı yapılarak, tarihi gelişimi üzerinde durulmuştur. İcma fikrinin ilk defa Müslümanların yeni meselelerle karşı karşıya kaldıklarında ortaya çıkmış olabileceği ve icmanın bütün bölgelerin genel icması değil, her bölgedeki hukukçuların ortak görüşünü ifade ettiğine değinilmiştir. Bölümün sonunda Şafii’nin icma anlayışı incelenmiştir. Kitap Tanıtımı 231 Sekizinci bölümde ise Şâfiî’nin fıkıh usulüne katkıları ele alınmıştır. Şafiî’nin hukuki faaliyet bölgelerinden herhangi birine bağlı olmadığından sözedilmiştir. Onun ilk sistematik usûlü’l-fıkh eseri olan er-Risale’nin sahibi olduğu, bununla beraber bu ilimden bahseden ilk âlim olmadığı ifade edilmiştir. ŞafiÎ’nin hukukun kaynakları olan Kur’an, sünnet, icma ve kıyasa bakışı ve onun bu kaynakları nasıl tanımladığı üzerinde durularak konuya son verilmiştir. Sonuç olarak, Ahmed Hassan’ın telif ettiği İslam Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi adını taşıyan bu eser, İslam hukuk ilminin metodolojisinin arka planı ve gelişim süreci üzerine yoğunlaşması açısından oldukça dikkat çekicidir. Ayrıca eser konu anlatımı, hukuk terimlerinin anlam alanlarının tespiti ve ana kaynaklara ilişkin eleştirel yaklaşımıyla öne çıkmaktadır. Bu özellikleri sebebiyle sözü edilen eser İslam hukuk metodolojisinin doğuş ve gelişmesini merak eden okuyucular için yararlı bir kaynak niteliğindedir. 232 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ Talip Türcan İslam Hukuk Biliminde Hukuk Normu Kavramsal Analiz ve Geçerlilik Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2003, 263 s. Fatma Ünsal* İslam hukuk normu kavramını açıklamayı amaçlayan bu eser bir giriş,üç bölüm ve sonuç kısmından oluşmaktadır. Giriş bölümünde (s. 9–15) araştırmanın niteliği, amacı ve metodu üzerinde durmuştur ve yazar, bu eseri kaleme alış amacını anlatırken şöyle der: “Biz bu çalışmamızda hukuk olgusunu genel olarak ve hiçbir hukuk sistemi özeline indirgemeksizin ele alan hukukun genel teorisi temelinde İslam hukukçularının hukuk ve hukuk normu kavramları ile hukuk normlarının geçerliliğine ilişkin telakkilerini açıklamaya çalışacağız. Metodumuz, hukuk olgusunun İslam hukuk bilimince kavranış tarzını tespit etmek ve tartışmak biçiminde olacaktır. Çalışmamızın konusunu, İslam’ın hukuka ilişkin normatif ve formel teorisi oluşturmaktadır. ”Bu bölümde araştırmanın kaynaklarından da bahsedilmektedir. Söz konusu kaynaklardan birincisi; fıkıh usulüdür. Yazara göre İslam’da hukuk biliminin doğuşu, verili hukukun yapısını kavramaktan ziyade, yeni sorunlar karşısında bir çözüm olarak gerçekleşmiştir. İkinci kaynak; furuu’l-fıkıh, diğeri ise hukukun genel teorisine ilişkin meseleleri konu edinen çağdaş İslam hukuku ve Batı hukuku çalışmalarıdır. Birinci bölümde (s. 18–51) yazar, hukuk ve fıkıh kavramlarından hareketle İslam hukuk kavramının tanımlanmasına ihtiyaç bulunduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda toplumsal düzen ve hukuk ilişkisi açısından, hukuka duyulan ihtiyacı belirtmiş ve toplumsal düzene ilişkin norm grupları arasındaki ortak yapısal ve fonksiyonel özelliklere dikkat çekmiştir. Hukukun mahiyetinden hareketle bir tanımın ortaya konulabilmesindeki güçlük, onun fonksiyonları yoluyla kavranması gerektiğini ortaya çıkarmış ve çalışmanın üzerinde durduğu hukuk kavramına ulaşmak ve sınırlarını belirlemek için hukukun fonksiyonları ve aralarındaki ilişkiler ele alınmıştır. Yazar burada fıkhı etimolojik, semantik ve kavramsal düzeyde incelemiş ve fıkhın kavramsal içeriğini tarihi süreci dikkate alarak tespit etmeye çalışmıştır. Daha sonra da eserde İslam Hukuku ve İslam Hukuku Bilimi kavramları üzerinde durulmuştur. Yazar burada, fıkıh kavramıyla özdeş olmayan, bilimsel ihtiyaca cevap veren tanımlanabilir bir “İslam Hukuku” kavramından söz edebilir miyiz? sorusunun cevabını aramaktadır. Bunun için de hukuk ve fıkıh kavramlarını çeşitli açılardan mukayese etmiştir * Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 4. Sınıf Öğrencisi Kitap Tanıtımı 233 İkinci bölümde (s. 53–170) yazar, İslam Hukuku Bilimi’nde hukuk normu kavramı üzerinde durmuştur. Bunun için öncelikle norm ve normatiflik kavramlarını incelemiştir. Eserde norm, olması gerekeni gösteren iradi ve fikri değerlerin birer ifadesi; normatiflik ise, normların ifade edildiği tarzda olması gerekeni gösterme ve davranışlara değer biçme niteliği olarak tanımlanmıştır. İslam hukuk normu kavramına ulaşmak amacıyla da hukuk ve fıkıh normu kavramlarını ayrı ayrı değerlendirerek her bir kavramla neyin kastedildiğini açıklamıştır. Klasik fıkıh literatüründe hüküm terimi, başka kavramları ifade etmek için kullanıldığı gibi, fıkıh normu anlamında da kullanılmaktadır. Bu itibarla fıkıh normu kavramının tanımlanabilmesi için öncelikle hüküm terimiyle hangi anlamların kastedildiğinin tespit edilmesi gerekmektedir. Eserde hüküm teriminin anlamları verilerek, bu anlamlarla ilgili geniş açıklamalarda bulunulmuştur. Netice itibariyle fıkıh normu, “muhteva itibariyle olması gerekene ilişkin çeşitli bağlayıcılık düzeylerinde, doğrudan ya da dolaylı şekilde talep içeren davranış kuralları” şeklinde tanımlanmıştır. Hukuk normunu salt mahiyet ve muhtevadan hareketle öteki normatif alanlardan tam olarak ayıracak bir tanımın bulunmaması, onun bilimsel açıdan analiz edilmesini zorunlu kılmıştır. Bunun için yazar hukuk normunun mantıki yapısını ve daha sonra da unsurlarını ele almıştır. Hukuk normunun mantıki bir analize tabi tutulması, onun biçimsel yanının açığa vurulması demektir. Çünkü mantık, esas olarak muhteva ile ilgilidir. Yine hukuk normunun yapısal açıdan kendisini teşkil eden unsurlarına ayrılarak analiz edilmesi, tümüyle biçimsel bir temele oturmaktadır. Hukuk normunun unsurları denildiğinde, onun objektif bünyesini oluşturan ve dilsel varlığı ile ait olduğu normlar sisteminden anlaşılan yapısal öğeleri kastedilmektedir. Bu bağlamda yazar, hukuk normunun konu, düzenleme ve yaptırım unsurlarından oluştuğunu ifade etmiş ve her birini ayrı ayrı ele almıştır. Buna göre hukuk normu, beşeri münasebete vücut veren ya da beşeri münasebetten kaynaklanan davranışları yönlendirmeyi hedeflemektir. Hak-vecibe ilişkisine yol açmayan davranışlar, hukuk normunun konusunu teşkil etmemektedir. Hukuk normunun düzenleme unsurunu ise içerdiği irade teşkil etmektedir. Hukuk normlarında düzenleme unsurunun temelde iki şekilde ifade edildiği görülmektedir. Buna göre, bir hukuk normu bir davranışı ya emreder ya da tecviz eder. Yaptırım unsuru ise, herhangi bir normun içerdiği, olması gerekene ilişkin talebin ihlaline bağlanan sonuçtur. Bu bölümde son olarak yazar, bir normu hukuki kılan nitelik anlamında hukukilik kavramı üzerinde durmuştur. İslam hukuk bilimi bakımından hukukilik tanımında yaptırım ve aidiyet kriterlerinin esas alınabileceğini ve her kriterin özünü siyasi iktidara dâhil yetkili organ unsurunun teşkil ettiğini söylemiştir. Ancak, İslam hukuk teorisinde, bir normun hukukiliğinin pozitif düzeyde kamusal bir yetkiye bağlanmış olması, o yetkiyi kullanan organın aynı zamanda normun yaratıcısı olduğu anlamına gelmemektedir. Yazar, hukuk biliminde hukuk normunu diğer normatif yapılardan ayırmak maksadıyla öne sürülen 234 ‹SLÂMÎ ‹L‹MLER DERG‹S‹ kriterleri genel olarak verdikten sonra, İslam hukuku bilimi bakımından hukuk normunun din ve ahlak normlarından ayırt edilme imkânından bahsetmiştir. Çünkü İslam hukuku alanının bilimsel bir disipline konu olabilmesi onun mantık ölçülerinde tanımlanabilmesi sayesinde mümkün olabilir ve o da İslam hukukunun öteki normatif alanlardan ayrı ve ortak yanlarının ortaya konulmasına bağlı bulunur. Bununla birlikte, eserde, hukuk normlarını, din ve ahlak normlarından ayırmak için öngörülen kriterlerin, İslam hukukunun yalnızca pozitif düzenine yönelik olduğu nihai değerler ve gayeler bakımından hukukun, din ve ahlaktan ayırt edilmesinin mümkün olmadığı belirtilmektedir. Eserin üçüncü bölümünde (s. 171–222) ise, İslam hukuk biliminde hukuk normlarının geçerliliği sorunu tartışılmıştır. Hukuki geçerlilik, hukuk normlarının pozitif düzeyde hüküm doğurucu ve bağlayıcı olma hali olarak tanımlanmıştır. Bu itibarla hukuki geçerlilik, yalnızca pozitif hukuka ilişkin bir niteliktir. Bir normun hukukiliği, aynı zamanda onun geçerli olduğu anlamına gelmemektedir. Bir norm, hukuk normu olduğu halde, bağlayıcılık için gerekli olan koşulları taşımayabilir yani geçersiz olabilir. O nedenle, geçerlilik hukukilikten ayrı; ancak ona bağlı bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda yazar geçerlilik kavramını tanımladıktan sonra, geçerlilik ölçütleri ve geçerlilik koşullarını mukayeseli bir biçimde ele almıştır. Klasik İslam hukuk teorisinde hukuk normlarının geçerliliği için iki kriter aranmaktadır: Bunlardan ilki, hukuk normunun pozitif düzeyde yetkili organ eliyle konulması; diğeri ise, normun hukuk düzeninde öngörülen usule uygun konulmasıdır. Hukuki geçerliliğin koşulları ise şunlardır: Hukuk normunun belli bir hukuk düzenine ait olması, normun ait olduğu hukuk düzeninin etkililiği ve bizzat normun minimum etkililiğidir. Yazar, eserde İslam hukuk bilimi açısından hukuk normlarının geçerlilik koşullarını ele almadan önce, genel prensiplerin anlaşılabilmesi için hukukilik niteliği taşımayan fıkıh normlarının geçerlilik koşulları üzerinde durmuştur. Bu bölümde son olarak, normların hukuki geçerlilik koşullarını taşıyıp taşımadığına kimin karar vereceği meselesi ele alınmıştır. Buna göre, ihtilaflı konularda, fıkıh normlarının geçerliliğini inceleme yetkisi her bir müctehide aittir. Bununla birlikte, hukuk normlarına ilişkin geçerlilik incelemesi, yetkili organ tarafından yapılması gereken pozitif düzeyde bir işlem olarak kabul edilmektedir. Eserin sonuç bölümünde ise, bu çalışmanın bir özeti verilmiştir. Eser kaynaklar ve dizin bölümüyle sona ermektedir İslam hukuk bilimi açısından değerli bir çalışma olan bu eser, İslam hukukunun genel teorisine giriş niteliğindedir. Eserin hazırlanması sırasında birçok kaynaktan yararlanılmış olması, ona zengin bir içerik kazandırmıştır. Bu eser hukuk, fıkıh, norm ve hukuk normu kavramları çerçevesinde birtakım tanımlamalar ve analizler içermektedir. Bununla birlikte, eserde kullanılan üslup, konuların anlaşılmasına yardımcı olmayacak bir biçimde ağır ve anlaşılmaz bulunmuştur.