01 -Mayis 269-ONKAPAK (Page 1)

advertisement
Sayfa 18
Mayıs 2004
Serxwebûn
Bunu önlemenin yolu bir yanı etik, bir yanı
bilim olan ve ayrılmaz bir bütün olan gelenekle politik mücadeleyi yürütmektir. Sistemin
krizinden bu sorumlulukla daha özgür ve
eşitliğe dayalı bir yaşam yürüyüşünü, onun
dünyasını yaratabiliriz.
A- Do¤al toplum
T
oplumla doğa arasındaki ilişki sosyal bilimin gittikçe yoğunlaştığı bir alandır.
Genel anlamda çevrenin toplum üzerindeki
etkisi açık olmasına karşın, bilimsel incelemesi ve felsefeye konu teşkil etmesi yenidir. Toplumsal sistemin çevre üzerinde felaket boyutlarında etkisinin ortaya çıkmasıyla bu ilgi gelişmiştir. Sorunun kaynağı araştırıldığında,
doğaya tehlikeli biçimde ters düşmüş hakim
toplumsal sistem karşımıza çıkmaktadır. Binlerce yıl süren toplum içi çelişkilerin kaynağında doğal çevreyle yabancılaşmanın yattığı;
ne kadar iç toplumsal çelişki ve savaşlar gelişmişse o kadar da doğayla ters düşüldüğü
gittikçe artan bilimsel bir netlikle ortaya çıkmaktadır. Günümüzün parolası doğaya hakim olmak, kaynaklarını amansızca ele geçirmek ve sömürmektir. Doğanın vahşetinden
bahsedilir. Bu kesinlikle doğru değildir. Kendi
cinsine, türüne karşı vahşileşen insanın doğaya karşı da en tehlikeli vahşi konumuna
düştüğü yaşanılan çevre sorunlarından bellidir. Hiçbir tür insan kadar bitki ve hayvan türlerini yok etmemiştir. Mevcut hızla yok etme
işini sürdürürse, geriye nesli tükenen bir dinozor türüne dönüşmekten kurtulamayacak bir
insan sorunuyla karşı karşıyayız. Nüfus artış
hızı ve hızla gelişen, kötü kullanılan teknolojisiyle insanın mevcut yıkıcılığı durdurulamazsa, insan yaşamı sürdürülemez bir aşamaya
çok da uzun olmayan bir sürede gelip dayanacaktır. Bu gerçeklik toplumun iç yapısında
da artan savaşlar, en tehlikeli politik yönetim
biçimleri, artan işsizlik, moralden yoksun bir
toplum, robotlaşmış bir insanlık olarak dinozorlaşacaktır. Toplumun bu yönlü gelişiminin
nedenleri doğru konmadıkça, geleneksel medeniyet, sınıf ve ulus savaşlarının doğru teorik izahları ve çözüm yolları bulunamaz. Sosyolojinin günümüz sorunlarına ‘din’ kadar bile
yanıtlar geliştirememesi sosyal bilimin, dolayısıyla tüm bilimsel yapının sorgulanmasını
zorunlu kılmaktadır. Madem bilim bu kadar
gelişmişse, bu kadar çılgınlık neden? Yalnız
20. yüzyılın kanlı bilançosunu tüm insanlık tarihiyle karşılaştırırsak, katbekat üstün olduğu
bilinen bir husustur. Demek ki bilimsel yapıda
da çok ciddi yetersizlikler ve yanlışlıklar vardır. Yanlışlıklar bilimin tespitlerinde olmayabilir; yönetim ve kullanım tarzında olabilir. Ama
bu bilimi ve bilim adamlarını, kurumlarını sorumluluktan kurtaramaz.
Derinliğine bu hususları tartışmanın yeri
burası değil. Kanaatim olarak mevcut bilim
adamları ve kurumlarının konumu, Mısır ve
Mezopotamya’nın ilk krallıklarındaki rahiplerin
bağımlılık konumlarından hem ahlak hem de
inanç açısından daha geri ve sorumsuz gibi
durmaktadır. Firavun ve Nemrut kral soylarına başkaldıran İbrahimi gelenekli dinler ve
peygamberleri, ahlaken ve inanç itibariyle insanlığın gelişiminde büyük rol oynadılar. Bu
rol rahip geleneğinin olumlu yönüdür. İktidarın
emrindeki bilim adamlarının yaptığı ise, iktidar
çılgınlarının eline sürekli imha araçları vermesi ve en son insanlığın başına atomu patlatmasıdır. Demek ki bilim iktidar ilişkisinde vahim bir yanlışlık vardır. Bilimi bir toplum ürünü
olarak, en değerli kazanım olarak değerlendirebiliriz. Ama bunca felaketlere yol açmasını
ise asla izah edemeyiz. Dolayısıyla bilim
adamı ve kurumlarını bu yönüyle kabul ve
hatta affedemeyiz. Bu öncelikli çelişkinin izahını bulmadıkça, sosyoloji ve tüm diğer bilimleri neden sorgulamamız gerektiği anlaşılır bir
husustur. Sistem nerede büyük oynadığı, temel yanlışlığı yaptırdığı ve insanlığın geleceğini en belirsizliklerle yüklü bir sürece soktuğunun hesabını yapmadıkça, istediğimiz kadar kurtuluş, özgürlük, eşitlik teori ve pratiklerini geliştirelim, sonuçta yine hakim toplumsal
sisteminin değirmenine su taşımaktan kurtulamayız.
Savunmamın önemli bir iddiasını Avrupa
uygarlığının temelindeki bu başat çelişkinin
nasıl rol oynadığını ortaya koyma çabası teşkil edecektir. Bu çelişki açıklanmadıkça, siste-
min diğer vahim yanlışlıkları eksik olarak ortaya konulacaktır. Batı sistemi diğer toplumsal
sistemlerin hepsinden daha fazla kendini can
alıcı noktalarda gizlemektedir. Bu sistem propagandayla zihniyet ve moral çarpıtmayı en
çok geliştiren sistemdir. En özgür çağı temsil
etmesini bir yana bırakalım, en gelişkin köleliğin sergilendiği çağ olduğunu kanıtlamamız
zor olmayacaktır. Toplumsal biçimleri kendime göre bu nedenle kurgulama gereği duydum. Kendimce daha anlamlı bir izah tarzına
başvurdum.
Doğal toplumdan kastım, insan türünün
primatlardan kopuşla birlikte içine girdiği ve
hiyerarşik toplumun ortaya çıktığı sürece kadar süren uzun toplumsal zamanda yaşayan
insan toplulukları düzenidir. Genellikle klan
olarak kavramlaştırılan ve nicelikleri 20-30
dolayında seyreden bu topluluklar için, kullandıkları taş aletleri itibariyle paleolitik ve
neolitik dönem insanlığı da denilmektedir.
Doğada avcılık ve toplayıcılık temelinde hazır bulduklarıyla beslenmektedirler. Bir anlamda hazır doğa ürünleriyle geçinmektedirler. Bu diğer yakın hayvan türlerine benzeyen bir beslenmedir. Dolayısıyla bir toplumsal sorundan bahsedemeyiz. Klanımız sürekli araştıracak, bulduğunda ya toplayacak
ya da avlayacaktır. Aletler ve ateş keşifleri
geliştikçe ürünleri daha da artacak, arttıkça
tür olarak daha hızlı gelişecek ve primatlarla
aradaki mesafe açılacaktır. Evrimin doğal
kuralları gelişmeyi belirlemektedir.
Doğal topluma ilişkin açılması gereken bir
sorun zihniyet ve ifade ediş tarzına ilişkin olabilir. İnsanın hangi zihniyet aşamasında şekillendiği önemini halen koruyan bir konudur.
Bununla ilintili olarak öncelik zihniyete mi,
yoksa yapılanma ve aletlere mi verilmelidir?
Bu sorunun yanıtı önemlidir. Tarih boyunca
gelişen idealist ve materyalist felsefe anlayışlarının temelinde bu ikilem yatmaktadır. Bilimin en son vardığı sınırlar olarak ‘kuantum’
ve ‘kozmos’ bize hayli ilginç yaklaşımlar sunmaktadır. Atomaltı parçacık ve dalga fiziği olarak kuantum bambaşka alanlar açmaktadır.
Sezgili, özgür tercihli düzenlerden tutalım,
aynı anda farklı iki şey olmak, insan yapısından ötürü belirsizliği asla tam aşamama kuralına kadar tespitlere ulaşılmaktadır. Kaba,
cansız madde anlayışı tamamen bir tarafa bırakılmaktadır. Tersine son derece canlı, özgür
bir evren karşımıza çıkmaktadır. Burada asıl
muamma insanda, özellikle zihniyet durumunda yaşanmaktadır. İdealizme, sübjektivizme düşmekten bahsetmiyoruz. Çokça işlenen benzer felsefe tartışmalarına girmiyoruz.
Evrende bu kadar çeşitliliğe kuantum sınırlarında yol açıldığı tamamen anlaşılmaktadır.
‹nsan tüm
alg›lamalar›n öznesidir
A
rtık atom parçacıklarının da ötesinde, dalga parçacık evreninde olup bi-
tenlerin başta ‘canlılık’ özelliği olmak üzere, varlıkların her çeşidini oluşturduğunu
görmekteyiz. Kuantum sezgiselliği derken
bunu kast ediyoruz. Gerçekten bu kadar
doğal çeşitlilik ancak büyük bir zeka ve özgürlük tercihiyle mümkün olabilir. Kaba,
cansız maddeden nasıl bu kadar bitki, çiçek, canlı ve insan zekası türeyebilir? Her
ne kadar canlı metabolizması moleküler temelde oluşmaktadır denilse de, moleküllerin atom ve atomların parçacık, parçacıkların dalga parçacık düzeni ve ötesinde olup
bitenler izah edilmedikçe, doğal çeşitliliği
yetkin izah edebilmemiz mümkün görünmemektedir. Aynı çözümleme tarzını kozmosa ilişkin de yürütebiliriz. Evrenin büyüklüğünün son sınırlarında (eğer varsa)
olup bitenler de kuantum alanındaki olup
bitenlere benzemektedir. Burada karşımıza canlı bir evren anlayışı çıkmaktadır. Evrenin kendisi zihni ve maddesi ile bir canlı
varlık olamaz mı? Kozmolojide gittikçe tartışılacak bir sorudur bu.
Kuantumla kozmosun orta yerinde duran
insana da ‘mikro kozmos’ diyoruz. Çıkan sonuç şudur: Her iki evreni, kuantumu ve kozmosu anlamak istiyorsan insanı çöz! Gerçekten insan tüm algılamaların öznesidir. Ne kadar bilgimiz varsa insan ürünüdür. Kuantumdan kozmosa kadar tüm alanların bilgisi insanlarca geliştirilmiştir. Esas incelenmesi gereken, insanın algılama sürecidir. Bu bir anlamda evrenin şimdiye kadar ölçülebilen yaklaşık 20 milyar yıllık evrim tarihidir. İnsan gerçekten bir mikro kozmostur. Çünkü onda kuantum düzeni işlemektedir. Atomaltı parçacık
ve dalgalardan en gelişmiş DNA moleküllerine
kadar maddenin gelişim tarihini görmekteyiz.
İlaveten bitki ve hayvanların en alt evresinden
insana kadar tüm gelişim süreçlerinin tarihini
de görmek mümkündür. Bilimsel olarak net
görülmektedir ki, insan cenini biyolojinin tüm
gelişim evrelerini tekrarlayarak büyümektedir.
Daha sonrasını toplum, evrim tamamlamaktadır. Toplumsal evrimle de bilim bugünkü seviyeye ulaşabilmektedir. Dolayısıyla insanın evrenin bir özeti olduğu bilimsel bir yargıdır.
İnsan yorumumuzu daha da geliştirirsek
şu varsayımları ileri sürebiliriz: İnsanın oluştuğu tüm materyallerin canlılık, sezgisellik,
özgürlük özellikleri olmasaydı, tüm bu özelliklerin toplu ifadesi olarak insan canlılığı,
sezgisi ve özgürlüğü de gelişmeyecekti. Olmayan bir şeyden yeni bir şey doğmaz. Bu
tespit cansız madde anlayışımızı çürütmektedir. Şüphesiz insan türü bir organizasyon
ve toplum olmadan, bilgili varlık gelişmez.
Ama bu organizasyon ve toplumda rol oynayan materyalin bilgisel, sezgisel, anlamsal,
özgürlüksel özellikleri olmadan da bilginin
vücut bulamayacağı anlaşılır bir husustur.
Özünde bir şey yoksa neden yaratılsın? Bu
değerlendirme ne tam dış doğadan basit bir
yansımanın, ne de insanın Descartesvari bir
düşünceciliğin sonucu bilgilendiği yorumunu
gerçekçi kılıyor. Doğruya daha yakın görüş,
kozmos ve kuantum evrenindeki oluşum
özelliklerinin insanda da yaşandığıdır. Tabii
kendi özgünlüğü temelinde bu yasalar işlemektedir. Evrenler insanda dile gelmektedir.
Çıkan sonuç, evrenin yetkin kavranışı insanın yetkin kavranışından geçer. Felsefede
çok ünlü ‘kendini bil’ yargısı bu gerçeği dile
getirmektedir. Kendini bilme tüm bilmelerin
temelidir. Kendini bilmeden edinilecek tüm
diğer bilmeler bir saplantı olmaktan öteye gidemeyecektir. Bu nedenle de insan toplumunda kendini bilmeden ortaya çıkan tüm
kurum ve davranışların sapkın, çarpık bir role bürünmesi kaçınılmazdır. İnsanın kendi
bilgisine dayanmayan bilginin yol açtığı tüm
toplumsal sistemlerin anormal, çelişkili,
kanlı, sömürülü karakteri bu saplantılı bilgiden ileri gelmektedir. O halde insan toplumunun kabul edilebilir doğal gelişme süreci insanın kendine özgü bilgisinden kaynaklanmalı derken, en temel evrensel, dolayısıyla
toplumsal kuraldan bahsetmiş oluyoruz.
Bu varsayım temelinde doğal toplumdaki
insan bilgisinin kendi özüne ilişkin yapısı hakkında neler söylenebilir? En azından doğal
toplumdaki insan, kendisini birlikte olduğu
klan üyeleriyle bir bütün olarak yaşatmak kuralına olmazsa olmaz kabilinden bağlıdır.
Klanın bir üyesi diğerinden ayrıcalıklı bir yaşamı düşünemez; klan dışında yaşamı düşünemez. Avcılık yapabilir, hatta yamyamlık da
yapabilir. Ama tüm bunlar klanı yaşatmak
içindir. Klanda yaşam kuralı ‘ya hep ya hiç’
kuralıdır. Tüm toplumsal veriler klanların bu
özelliğini vurgulamaktadır. Bir kütle ve şahsiyettir. Bireylerin ondan ayrı bir şahsiyeti ve
hükmü düşünülmüyor. Klanın önemi, insanın
ilk ve temel varolma tarzında yatar. İmtiyazsız, sınıfsız, hiyerarşisi olmayan, sömürü tanımayan toplum biçimidir. Milyonlarca yıl sürmüştür. Bundan şu sonuç çıkar: İnsan türünün toplum olarak gelişimi uzun süre hakimiyet ilişkilerine değil, dayanışma ilkesine dayanır. Doğayı bağrında büyüdüğü bir ‘ana’
olarak hafızasına yerleştirir. Kendi aralarında
ve doğayla bütünlük esastır.
Klan bilincinin sembolü totemdir. Totem
belki de ilk soyut kavramlaştırma düzenidir.
Totem dini olarak da değerlendirilen bu düzen ilk kutsallığı, tabu sistemini de oluşturmaktadır. Klan totemin simgesel değerinde
kendini kutsamaktadır. İlk ahlak kavramına
da bu yoldan ulaşmaktadır. Çok iyi bilincindedir ki, klan topluluğu olmazsa yaşam sürdürülemez. O halde toplumsal varlıkları kutsaldır ve en yüce değer olarak sembolleştirip tapınılmalıdır. Din inancının gücü de bu kaynaktan gelmektedir. Din ilk toplumsal bilinç
formu oluyor. Ahlakla bütünlüklüdür. Bilinçten
giderek katı bir inanca dönüşüyor. Artık toplum bilinci din formunun geliştirilmesi biçiminde olacaktır. Din bu özelliğiyle toplumun ilk
temel hafızası, köklü geleneği ve ahlakın
kaynağıdır. Klan toplumu pratiğiyle ne kadar
bilinç geliştirse, bunu hep toteme, dolayısıyla
kendi yeteneğine bağlamış oluyor. Simgesel
olarak totem gerçeğinde ise, insan topluluğunun giderek başarılı olması sürekli kutsamayı
da beraberinde getiriyor. Kutsama kutsalın,
kutsallık ise toplumun gücü oluyor.
Toplumla oluşan gücün kutsallığı kendini daha açık olarak büyücülükte gösterir.
Büyücülük toplumun güçlenme denemesidir. Mevcut bilinç düzeyi ancak büyücülük
biçiminde pratikleşebilir. Büyücülük bilimin
de anasıdır. Sürekli doğayı gözetleyen, onda yaşam bulan doğumu tanıyan kadın bu
toplum tarzının bilgesidir. Büyücülerin daha çok kadın olması bu gerçeğin ifadesidir.
Doğal toplumda olup biteni yaşam pratiği
gereği en iyi bilen kadındır. Bu dönemden
kalma tüm yontularda kadın izi görülmektedir. Klan kadın ana etrafında oluşan bir birliktir. Doğurması, çocuk bakımı onu en iyi
toplayıcı ve besleyici konumuna zorlamaktadır. Çocuk sadece anayı tanımaktadır.
Erkeğin henüz mülk olarak kadın üzerinde
bir etkisi yoktur. Kadının hangi erkekten
gebe kaldığı bilinmediği gibi, çocukların
hangi kadından olduğu bellidir. Bu doğal
zorunluluk, kadına dayalı bir toplumsallığın
gücünü de ortaya koymaktadır. Bu dönemde kavramlaştırılan kelimelerin ekseriyetle
dişil karakterde olması bu gerçeğin diğer
bir kanıtıdır. Erkeğin daha sonra gelişecek
savaşçılığı ve hakimiyeti de bu dönemdeki
güçlü hayvanları avlama özelliğinden kaynaklanır. Fiziki özellikleri erkeği uzakta av
aramaya, klanı tehlikelerden korumaya daha çok zorlamaktadır. Belirleyici olmayan
bu roller erkeğin neden silik kaldığını da
açıklamaktadır. Klan içinde özel ilişkiler gelişmemiştir. Toplayıcılık ve avcılıkla elde
edilen hepsinindir. Çocuklar tüm klanındır.
Ne erkek ne de kadın daha özelleşmemiştir. Bu toplum tarzına ilkel komünal denilmesi de bu temel özelliklerinden dolayıdır.
Sonuç olarak klan formu, biçimi; toplumun doğuşu, ilk hafızası, temel bilinç ve
inanç kavramlarının gelişme zeminidir. Ondan geriye kalan, sağlıklı bir toplumun doğal
çevreye ve kadın gücüne dayalı olması gerçeğidir; insanlığın varolma tarzının kendi içinde sömürüsüz ve baskısız güçlü bir dayanışmayla gerçekleştiğidir. İnsanlık bir anlamda
bu temel değerlerin bileşkesidir. Milyonlarca
yıl süren bu toplumsal deneyimin yitip gittiğini sanmak saçmadır. Doğada hiçbir şey yok
olmadığı gibi, toplumsal varoluş tarzında bu
eğilim daha çok gücünü sürdürür.
Bilimin tespit ettiği önemli bir husus, daha sonraki bir gelişmenin bir önceki gelişmeyi de içermesi gerçeğidir. Zıtların birbirini
yok ederek geliştiği doğru değildir. Diyalektiğin bu kuralında olan, tez ve antitezin sentezde varlıklarını daha zengin bir oluşum
içinde sürdürdüğü biçimindedir. Tüm evrim
bu kuralı doğrulamaktadır.
Klan değerlerinin gelişimi yeni sentezler içinde de sürmektedir. Günümüzde
eşitlik ve özgürlük kavramları halen en temel kavramlar değerinde olmalarını klan
yaşam gerçeğine borçludurlar. Eşitlik ve
özgürlük bilinç halinde kavramlaşmadan,
doğal haliyle klanın yaşam tarzında gizlidir. Eşitlik ve özgürlük yitirildiğinde, toplumsal hafızada gizli yaşayan bu kavramlar kendilerini gittikçe artan bir tempoda dile getirip yeniden ve üst düzeyde gelişmiş
bir toplumun temel ilkeleri olarak dayatacaklardır. Toplum hiyerarşik ve devlet kurumuna doğru evrim gösterdikçe, eşitlik ve
özgürlük bu kurumları amansızca takip
edecektir. Takip eden esasta (özde) klan
toplumunun kendisidir.
B- Hiyararflik devletçi toplum
Köle toplumunun do¤uflu
İ
nsan toplumunun zaman bölünmesi esas
alınan ölçülere göre çeşitli biçimlerde yapılabilir. Temel zihniyet biçimleri ölçü alınırsa,
kabaca mitolojik, metafizik ve pozitif bilim
çağı önemli bir bölünmedir. Sınıf ölçüleri temel alınırsa ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalizm ve sosyalizm ve sonrası ayrımı da
çokça geliştirilmiştir. Temel kültürel medeniyetler ayrımı da tarihte yoğunca işlenmiştir.
Fakat benim esas almayı daha uygun
bulduğum temel dönemsel ayrımın ölçüsü,
Download