Untitled

advertisement
yazı
barış ekdi
yazı
kapak fotoğrafı: barış ekdi, filibe – 2004
kapak tasarımı: barış ekdi , ankara – 2009
tüm yayın hakları saklıdır. tanıtım amacıyla
kaynak gösterilerek yapılacak kısa alıntılar
dışında yazarın yazılı izni olmaksızın hiçbir
şekilde çoğaltılamaz.
© barış ekdi, 2009
barış ekdi
yazı
O gece gördüm, onun gözlerinde gördüm;
Gün ne güzel doğarmış meğer açık denizde!
Onun saçları öğretti bana dalgayı;
Çalkalandım durdum rüyalar içinde.
Orhan Veli
barış ekdi
yazı
S
ANCILI bir sabah oldu: Karanlık bulutları araladı güç bela kızıl
parmaklarıyla güneş, ardından da bir kısmını gösterdi yüzünün. Saldırı
emri almışçasına dışarı fırladım o an… Duvarların üstüme üstüme
geldiği bu odada sabahı zor etmiştim zaten. Ama başka çarem de yoktu ki…
Şehre gece yarısı varmıştım; o saatte kimin kapısını çalacaktım ki kendi
kapımdan başka?
Neyse, nihayet gene yollardaydım işte… Ayaklarım, -tıpkı dört öykü
öncesinde olduğu gibi- gayet tanıdık bir edayla Liman Kahvesine giden yola
çıkarmıştı beni. Ama bu kez, güz mevsiminin ayaklarımın dibine cömertçe
savurduğu altın yapraklardan oluşan muazzam bir halının üzerinde
yürüyordum. Beklediğimin aksine, sabahki kırağı yüzünden iyice nemlenen
yapraklar hiç hışırdamıyor, bunun yerine tatlımsı, yapışkan, nemli ve ağır bir
küf kokusu yayıyorlardı etrafa.
Eğilip halının üzerinde kabarcıklar oluşturan meşe pelitlerinden birini
elime aldım; soğukluğunu, ıslaklığını ve sertliğini iyice tarttıktan sonra cebime
koydum. İki adım sonra birkaç atkestanesi çarptı gözüme, onları da aldım.
Minyatür deniz mayınlarına benzeyen sert ve dikenli dış kabukları çatlamış;
kahverengi kahverengi gülümsüyorlardı o çatlakların içinden… Onları da
cebime koyarken, “Aradıklarım bunlar değildi ama…”, dedim kendi kendime,
geçmişe dair düşürdüğüm bir şey var mı diye bir süredir yere baktığımı fark
edip.
barış ekdi
1
2
yazı
Sırtıma çöken ağırlığı da sanırım ilk o zaman duyumsadım… Öykülerimi,
deniz kabuğunu, anılarımı, düşten hızlı gemileri, tunçtan heykelleri, çizgi film
kahramanlarını, trenleri, kristalden adacıkları, geçmişi ve geleceği, geceyi,
gündüzü, sabahın alacakaranlığını ve akşamın kızıllığını, aşkı, nefreti, sevgiyi,
tutkuyu, hatta yaşamı ve ölümü tıka basa doldurup Pandora’nın Kutusu’na
çevirdiğim çantam değildi bu ağırlığın nedeni. Aksine, “yokluk”tu… Evet,
olması, yaşanması gereken bir şeyin yokluğuydu bana ağırlık veren. Ortasından
eksilen bir halkanın, zinciri hafifletmek yerine ağırlaştıracağı hiç aklıma
gelmemişti doğrusu…
Ve ben, o halkayı bulmak için böyle gözüm yerlerde yürüdüm, her şeyin
kaynağına, başlangıcına –yani Liman Kahvesi’ne- yaklaşana dek… Ancak,
Kahve’ye yüz metre kala, yabancı ayak seslerinden ürken ayaklarım beni bir
kenara çekti: Kasabanın şişman postacısının benden önce davranıp kahveye
girdiğini gördüm o an.
Recep Reis ile yalnız kalıp konuşmak istediğim için mi –ki hâlâ orada
olup olmadığını bile bilmiyordum- , yoksa bana soracağı soruları düşünüp
korktuğum, onu görmekten çekindiğim, kaçtığım için mi bilmiyorum
içgüdülerimin sesini dinleyip Kahve’nin yanındaki dalgakıranın kayalarının
arkasına saklanmaya karar verdim.
barış ekdi
yazı
Üst üste yığılan kayaların arasındaki el kadar boşluktan Kahve’nin
bahçesini rahatlıkla görebiliyor, hatta arkamda kayaları döven dalgaların
uğultusuna rağmen rüzgârın getirdiği konuşmaları duyabiliyordum.
Ben oraya yerleşene dek Postacı ile Recep Reis selamlaşma faslını
halletmişlerdi anlaşılan; çünkü Reis elinde iki bardak çayla Postacının
oturduğu masaya geldi.
“İçerde oturalım diyeceğim ama sobayı yeni yaktığım için orası buradan
da soğuk, üstelik öyle tütüyor ki meret sorma. Neyse, hava da birazdan ısınır
zaten.”, dedi ellerini ovuşturarak.
Postacı söylenenleri dinlemiyordu sanki. Reisin yüzüne dikkatle bakıp
mırıldandı:
“Ne o hasta mısın yoksa, yüzün kireç gibi bembeyaz.”
“Yok canım, Allah korusun, turp gibiyim maşallah.”, diye cevap verdi Reis
kıvırdığı işaret parmağını masaya vurarak. Sonra durdu; Postacının nasıl olsa
üsteleyeceğini bildiği için kararsız ama sıkıntılı bir ifadeyle sabaha karşı kötü
bir rüya gördüğünü söyledi.
Postacı sol omzuna doğru üç kere tükürüp “Hayırdır inşallah. Anlat hele,
açılırsın…”, deyince, gözlerini bir süre çay bardağına dikip dikkatini toplamaya,
barış ekdi
3
4
yazı
rüyasını anımsamaya çalıştı; sonra da her sözcüğü büyük bir dikkatle seçerek
ağır ağır konuşmaya başladı:
“Hatırlıyor musun, ilkbahara doğru buraya gelen bir delikanlıdan
bahsetmiştim sana. Deli Kadir’e benziyordu; defterine de Hayalsu’nun resmini
çizmişti.”
Evet anlamında başını salladı Postacı.
“İşte onu gördüm rüyamda. Ama öyle karışık bir rüya ki nereden
başlayacağımı bilmiyorum…. Bir kahvede ya da meyhanede oturuyordu
sanırım. Loş ışıklı bir yer… Garip giyimli insanlarla doluydu burası. Orada garip
bir gürültü patırtı oldu; garip giyimli bir adamla beraber dışarı çıktı bir ara…
Adamın garip mavi gözleri vardı, onları unutmam mümkün değil. Ben de
oradaydım da delecekmiş gibi bakıyorlardı sanki bana… Ama gene de adama
acıdım; çok acı çekiyordu besbelli. Sonra, nereden çıktı da rüyama girdi
bilmiyorum, bizim Zelzele Kaptan’ı gördüm. Marmara’nın karşı kıyısındaki
kahveme uğrardı eskiden; sonra yat kaptanlığı falan yapmaya başlamış diye
duydum. Tuhaf… Yolculuk… Evet, denizin üstünde neden bilmiyorum oradan
oraya koşturup durdular deli gibi… Bir ara fırtına çıktı, adaya sığındılar, orada
da zelzele oldu. Eh, Kaptan’a takmışım kafayı anlaşılan… Sonra hoop… Bir
tiyatroda gördüm o çocuğu. Ama koltuklar birer birer yok oluyordu. Ben de
sahnedeydim üstelik! Arada daha çok şeyler olduğunu biliyorum, ama hepsini
barış ekdi
yazı
hatırlamıyorum şimdi. Galiba yengeçler vardı kocaman kıskaçları olan. Yok, yok
akrepler… Çocuğu alıp garip bir yere götürdüler. Sahiden ilginç bir yerdi orası.
Meselâ….”
Durdu; tıpkı Deli Kadir’in öyküsünü anlatırken yaptığı gibi. Sigarasını
çıkarıp Postacıya uzattı, Postacı, otomatik hareketlerle, gözlerini Reis’in
gözlerinin içinden ayırmaksızın kendisine sunulan sigarayı aldı, hatta Reis
onun sigarasını yakarken dumanı içine çekmeyi unuttu. Reis ise gayet ağır
hareketlerle sigarasının ucunu burup masaya vurdu, sigarasını yakıp,
Postacının “…Meselâ?” demesine aldırmadan dudaklarını ileri doğru uzatarak
üfledi sigarasının dumanını. Ve tekrar çay bardağına odaklanıp “insanları
öğüten kum saati” gibi gayet iyi anımsadığı bazı ayrıntıları atlayarak anlatmaya
devam etti rüyasını:
“…Meselâ, bazı insanlar bostan kuyusundan su çeken eşekler gibi
yuvarlak bir düzeneğin etrafındaki kalaslara asılmışlar değirmen taşına benzer
kocaman, yuvarlak bir taşı döndürmeye çalışıyordu; bir kısmı kumlara bir
şeyler çiziyor, bazıları da aynalarla oynuyordu. Tuhaf ama uçan bir de at vardı
gökyüzünde… Araya bir kaza, doktorlar falan girdi. Bir ara da trene koşuyordu
o delikanlı. Son anda yetişti. Karşısına da garip, papaza benzer kocaman, kara
sakallı bir adam oturdu. Sonra treni kaçırdılar, ama garip yaratıklardı. Hani şu
ufak çocukların televizyonda seyrettikleri ıvır zıvır şeylere benziyordu. Tren
Ankara Garı’nda durdu. Orayı iyi bilirim, askerliğimi Ankara’da yaptıydım
barış ekdi
5
6
yazı
dokuz yüz elli beşte… Hiç değişmemiş, geçen sene bizim kızın bir işi için
gittiğimizde gördüydüm bir kez de. Neyse, konuyu fazla uzatmayalım, bizim
delikanlı gece boyunca ağzını dahi açmamış olan adama garip bir şeyler
mırıldandı. Ne söylediğini hatırlamıyorum ama kötü bir şey olsa gerek, adam
‘Nerden çattık bu belaya yahu…’ der gibi bir hareket yaptı. Sonrası daha da
garip… Ama önce bi çay daha içelim allahaşkına.”
‘Hayır’ demenin hiçbir işe yaramayacağını çok iyi bilen Postacı kaderine
boyun eğip başını sallayarak “Hı, hı..” demekle yetindi. Recep Reis ocağa gidip
çayları getirene kadar, şekli Hitler’in bıyığını andıran kumral bıyığıyla oynayıp
durdu. Çay bardağına dokununca eli yandığı için, bardağa doğru eğdi başını; bu
kez de yuvarlak yüzünün neredeyse yarısından çoğunu kaplayan gözlükleri
buğulandı. Gözlüklerini çıkarıp özenle kravatıyla sildi, ‘Hazırım, rüyanı artık
daha net seyredebileceğim; sen anlatmaya devam et.’ der gibi baktı ikinci
sigarasını yakan Reis’e.
“Sonra…”, dedi Reis, “bizimki Kızılay’a indi, cumartesi günüydü sanırım,
bir de sabahın körü. Bu nedenle in cin top oynuyordu. Yüksel Caddesi’nin
başına çıktı oradan. Caddenin başında bir ayakkabı boyacısının heykeli vardır;
onun yanına gitti; ‘Günaydın.’ deyip heykelle konuşmaya başladı. Heykel ona
cevap verdi, oysa hiç şaşırmamış göründü. Hatta ayakkabılarını boyattı ona. Bir
de para verdi üstüne üstlük. Ne yapacaksa heykel parayı? Neyse, ondan sonra
caddenin ilerisindeki kadın heykelinin yanına gitti. Kadının düşen şalını tekrar
barış ekdi
yazı
omuzlarına koydu, saçlarını hafifçe okşadı. Kadın uyanıp başını çevirdi. ‘Geldin
mi?’ deyip gülümsedi ama onun cevabını beklemeden başı tekrar omuzlarına
düştü. Tuhaf ama, dokunduğu her taşı canlandırıyordu sanki o delikanlı.
Sonra… Hah, sokağı süpüren çöpçünün deli seyrediyormuşçasına şaşkın şaşkın
kendisine bakmasına aldırmadan burnu kırık adam heykelinin yanına gitti. Ona
da ‘Günaydın’ deyip hal hatır sordu. Adam burnundan yakınınca bizimki
‘Canım, sevinsene; en azından soğukta burnunun donması gibi bir derdin yok.’,
deyip iki adım attı; ancak arkasına dönüp ‘Boşuna bekleme godoş gelmeyecek.’,
diye ekledi fısıltıyla… Sol-…”
Kendimi tutamayıp “Godoş değil o dediğim; Godot! Godot!”, diye
bağırmak üzereydim ki ağzımı kapayıverdim sol elimle. O anda, nerede
olduğumu anımsadım, üzerine yaslandığım kayanın soğukluğunu, morarmış
dudaklarımı, birkaç hafta önce yaşamış olduğum olayları başka birinin rüyası
olarak ayrıntısıyla dinlemenin verdiği şaşkınlıkla sıkı sıkıya avuçladığım
atkestanesinin dikenlerinin donmasın diye cebime soktuğum ellerimi
kanattığını, çıkaracağım en ufak bir gürültüyle tüm tılsımın yok olacağını fark
ettim.
“Sol taraftaki caddeye sapıp Sakarya’ya döndü; ancak açık çiçekçi
bulamayınca kahvaltı yapıp bir saat kadar oyalandı oralarda. Sonra, geri dönüp
kocaman bir gül demeti yaptırdı; ardından da bir pastaneye gidip güzel bir
pasta aldı. Ha, bir de şampanya aldı sabah sabah… Bak bu çok ilginç: Bu
barış ekdi
7
8
yazı
kısımları nedense daha net hatırlıyorum, sanki onunla birlikte yürüyormuşum
gibi. Tekrar Yüksel’e döndü; caddenin sonundaki üst geçide gelince durdu. Saat
on falan olmuştu herhalde. Üst geçidin tam başında bir kemancı gördü. Bu
heykel değildi ama. Adam kemanını kutusundan çıkarıp silmiş, şimdi de beyaz
bir poşetten çıkardığı ekmeğini yiyordu. Ekmeğin arasında yalnızca marul
olduğunu görünce bu beyaz saçlı sakallı adamı tavşana benzettim nedense.
Bizim delikanlı eğilip cebindeki bozuk paraların tümünü adamın önündeki
keman kutusuna bırakırken göz göze geldiler. Bir de ne göreyim; adamın yüzü
aynı benim yüzüm. Allah sonunu hayır etsin, kendimi öylece bir köprü başında
yamacımda bir kemanla görünce ne yalan söyleyeyim korktum. Adama gelince,
göz göze geldiklerinde, gözleriyle o an keman kutusuna düşmekte olan parayı
işaret ederek;
‘yazı-tura gibidir aşk;’, dedi, ‘tura gelir yaşarsın, yazı gelir yazarsın….’.
Sonra da kutuya düşmüş olan paraya bakıp ‘yazı geldi.’ diyerek bitirdi
sözünü. Bunun üzerine bizimkisi çantasını açıp bir kitap çıkardı, adama uzattı.
Kitabı eline alırken Kemancı’nın omzunun üzerinden bakıyordum sanki.
Kapağının üstünde bir balıkçı teknesi resmi vardı. Adını okumaya çalıştım
kitabın ama nafile… Adam kitabın son sayfasını açıp son cümlesini okudu ve
gülümsedi. Bizim delikanlı üst geçidin diğer ucuna geldiğinde, hüzünlü bir
keman sesi takip ediyordu onu. Tabii bir de ben…
Evine vardığında,
üzerindekileri çıkarıp duş aldı. Hayatında ilk defa bu kadar keyifle duş alıyordu
barış ekdi
yazı
ve gene ilk kez ıslık çaldı duş alırken. Ardından özenle giyinip üzerinde balıkçı
teknesinin resmi olan o kitaplardan birini güzelce paketledi. Berbere gidip
sakal tıraşı oldu; taksiye atladı. Hayalsu’nun evinin kapısının önünde indi.
Üçüncü kata çıkarken ayak seslerinden çok kalbinin gümbürtüsünü
duyuyordum. Hatta bir ara heyecandan düşüp bayılacağını düşündüm. O da
ben de nefesimizi tuttuk. Daire kapısının önüne vardığında durdu. Derin bir
soluk aldı, yavaşça verdi… Zile bastı. Kendisine asırlar kadar uzun gelen beş on
saniyeden sonra tekrar bastı zile…”
Aynı sessizlik şimdi iki adamın oturduğu masayı da kaplamıştı. Geçen her
saniye Postacı için bir asırdı sanki. Kristal küresine bakan bir müneccim misali
tüm dikkatini önündeki çay bardağına vermiş olan Reis’e baktı: Anlatırken o
rüyayı tekrar yaşıyordu sanki Reis. Ardından keman kutusundaki bozuk paraya
bakan Kemancı geldi gözünün önüne. Birkaç saniye daha bekledikten sonra
sabırsızlığına yenildi:
“Eee, sonra?”
Gözlerini çay bardağından ayırmadan “Hiiiç.”, dedi Reis.
“Ne demek ‘Hiiç’? Sonra ne oldu? Kapıyı açtı mı kız?”
“Ben de bilmiyorum, o anda uyandım. Saatin zili çalıyordu.”
barış ekdi
9
10
yazı
Reis bu sözleri, gene gözlerini çay bardağından ayırmadan, rüyasını
anlatırken kullandığı ses tonuyla ve aynı yavaşlıkta söylediği için Postacı
kandırıldığını düşürüp içerledi. Sanki, bu falcı kristal küresinde daha başka
şeyler de –ama kötü şeyler- görüyordu da müşterisinden saklamaya
çalışıyordu.
Aslında haklıydı da, ama bunu bir Recep Reis biliyordu, bir de ben… Daha
doğrusu, ben de bunu bildiğimi yeni fark ediyordum: Kayıp halka, yahut bilerek
kaybettiğim, ısrarla unuttuğum ve sonra bir türlü hatırlayamadığım şeyi
düşünüyordu Reis o anda. Ve onun düşündükleri beynimi zonklatırcasına
çarpıyordu kafatasımın duvarlarına. Ne olduğunu aslında ikimiz de gayet iyi
anımsıyorduk; ancak o olaydan sonra bu konuda tek bir sözcük dahi etmemeye
yemin etmiştik sanki. Evet, ben kapıyı çalıyordum, çalıyordum… Zil sesi ve
düşünceler beynimin köşelerinde dans ediyordu ama...
İncinen Postacının mızıkçı sesini duyana kadar tepindi bu sesler
kafamda. Postacı ise, o ana kadar anlatılanları küçümsemek istercesine Reis’e
bakıp, “Yatarken kıçın açık kalmış; işte olan bu, n’olcak… Neyse bana müsaade,
artık gideyim. Malûm, mesai çoktan başladı.”, dedi.
Bu kez başını sallayıp “Hı, hı.” diyen Recep Reis’di.
Tuhaf diye düşündüm; şimdi de ben Postacının ağır gövdesini masadan
zorlukla kaldırmasını, ağırlığı nedeniyle yalpalayarak bisikletine yürümesini,
barış ekdi
yazı
bisikletine bindiğinde lastiklerin iyice esnemelerini ama kendilerini tekrar
toparlayamamalarını seyrediyordum Recep Reis’in omuzlarının üzerinden.
Tam pedalı çevireceği sırada durdu Postacı, elini alnına vurup “Yahu bak
gene unutuyordum.”, dedi. Bisikletten inip arkadaki çantadan çıkardığı kalın
zarfı Reis’e getirdi:
“İki gündür çantamda. Ankara’dan gelmiş. ‘Matbu’ damgası var üzerinde.
Kitap falan olsa gerek.”
O anda meraktan çatlayacak olduğunu fark ettim Postacı’nın, ama
özellikle de biraz önceki ters sözleri nedeniyle zarfın içinde ne olduğunu
soracak yüzü kalmadığından pişman olmuş gibiydi. Reis yalnızca kuru bir
teşekkür edip gözden kaybolana kadar arkasından baktı Postacı’nın. Ardından
zarfı açmadan masaya bıraktı ve odasına gitti.
Ben de o sırada Reis’e geri vermek için çantamdaki deniz kabuğunu
çıkarmış, ama son kez kulağıma dayamadan edememiştim. Bir kez daha
şaşırdım: Yalnızca, ama yalnızca denizin uğultusu, üstelik de çok net bir
biçimde geliyordu kulağıma. Rahatlatıcı bir ninni gibiydi ama Denizkızının
Şarkısı’ndan eser yoktu! Kabuğu kulağımdan uzaklaştırıp ikinci kez dinledim.
Sonuç aynıydı. Denizcilerin ölen arkadaşlarına yaptıkları törene benzer bir
biçimde, kayaların yanında gördüğüm tahta parçasını tatlı bir eğimle denize
doğru uzattım; deniz kabuğunu tahtanın ucuna koyup serbest bıraktım. Onun
barış ekdi
11
12
yazı
sessizce, ama arkasında küçük baloncuklar çıkararak suda kayboluşunu
izledim.
Başımı çevirdiğimde Recep Reis’in sedef kakmalı küçük sandığıyla
masaya döndüğünü gördüm. Önce sandığı, ardından da törensel bir havayla
zarfı açtı. Zarfın içinden çıkan kitabın üzerindeki denizkızı resmine baktı, “Adı
‘Yazı’ymış demek.”, dedi kendi kendine. Ve Kemancı’nın yaptığı gibi kitabın son
sayfasını çevirdi; gülümsedi.
Kitabı sandığa koyup odasına giderken kitabın son cümlesini yüksek
sesle tekrarlayıp durdu:
“Yazı-tura gibidir aşk;…”, dedi, “tura gelir yaşarsın, yazı gelir
yazarsın….”. Ankara, 1998.
barış ekdi
Download