TÜRKiYE DiYANET VAKFI YAYlNLARI / 266 Türk Dünyas1n1n Dini Meseleleri (Kutlu Doğum Haftası: Yayına Hazırlayan Dr. Ömer Turan ANKARA 1998 '' 1997) Prof. Dr. İrfan Abdulhamit (Çev. Dr. Mehmet Görmez) ÇAGIMIZIN VERİLERİ IŞIGINDA TARiKATLAR VE MEZHEPLER Metodolajik Millahazalar Birinci Mülahaza İslami ve gayri İslami düşünce ve mezhepler tarihi ile ilgili İslam araş­ tırmaları zenginlik ve kapsagı yönünden İslam kültür mirasının önemli bir parçasıdır. Bu tür araştırmalar, geniş, çeşitli ve verimli olmakla birlikte oldukça karışık ve problemli bir sahadır. Bu sahanın bütün problemlerini ihata etmek isteyen her araştırmacı, ilke ve esasları belirlenmiş, her zaman gözönünde bulunduracağı özgün bir metodolojiye muhtaçtır. Bu çalışma, bu sahadaki karmaşık problemleri çözebilmek için, araştırmacıların yolunu aydınlatması ümidiyle bir m~todoloji için önemli gördüğümüz ilke ve esasları gözler önüne sermeyi hedeflemektedir. Buna göre bu ilke ve esasların önemlileri şunlardır. dini düşüncenin oluşumuna egemen olan genel mantık, ortaya çıkaran etkenler, gelişim merhalelerini şekillendiren sebebler ve genel metodolojileri belirleyen faktörler bu düşüncenin peşpeşe gelen girift bir kaç merhaleden geçtiğini ifade etmektedir. Sözü uzatmadan bu merhaleleri şu şekilde özetlemek mümkündür. I. İslam'da farklı yönelişleri ( 1) Anlam ve yorumda birlik merhalesi: beşeriyeti aydınlatan ilahi hi tanazil olduğu bu dönemde akli ve sufi yorumlar henüz söz konusu değil­ dir. Biz kültür tarihimizde bu dönemi selej asrı diye isimlendiririz. Bize göre bu dönemde anlam ve yorumda ortaya çıkan birliğin başlıca iki sebebi bın vardır. a) Vahiy ile muhatapları arasında dil engelinin olmayışı. Herkes kendi fıtratı ve selikasıyla ilahi hitabı dilsel bütün göstergeleriyle anlayabiliyordu. Zaten anlamda birlik Allah'tan alınan tebliğ emanetini hakkıyla taşımanın öncelikli şartı idi. Bu sebeble Allah'ın hikmeti gereği, insanlar anlasınlar diye, her peygamber kendi halkının dili ile gönderilmiştir. Anlam ve yorumda ihtilafı önlemek ve Allah'tan alınan bilgi üzerinde ittifakı sağlamak için de böyle gerekiyordu. Bütün bu sebeblerden dolayı halef alimleri selef alimlerini eleştiriye tabi tutmuşlardır. Zira onlar kendilerine gelen bir bilgi karşısında niçin ve nasıl diye sormaz, hatta soru sormayı bid'at telakki ederlerdi. Hem birbirlerine, hem de kendi tabilerine "size gelen bilgiyi geldiği gibi 309 okuyun" tavsiyesinde bulunarak deli haram saydılar. çekişmelere yol açar gerekçesiyle dinde ce- b) İlk dönemde anlam ve yorumda oluşan birligin ikinci sebebi, bu dönemin Harici etkeniere maruz kalmayışı ve Kur'an'ın ögretileri ile çelişen düşünce ve felsefelerin etkisinde olmayışıdır. İlahi hitap, mekan ve muhatab olarak sadece Arap dilini konuşanlara mahsur kaldıgı içindir ki, anlam ve yorumda bir birlik saglanmıştı. Binaenaleyh alimlerimiz ilahi hitaptan hareketle gerektigi şekilde içtihat yapabilmek için Arap dilinin bütün ilimlerine vakıf olmayı gerekli görmüşlerdir. İmam Şatıbi kendisinden önce ve sonra gelen Şafii, İbn Teymiye ve İbn Haldun gibi alimierin de görüşlerine uygun olarak şöyle demiştir: "İslam şeriatı Arapçanazil olmuştur. Arapçaya hakkıyla vakıf olmayan, İslam'ı da tam olarak anlayamaz. Dilin icaz yönleri dışında bu iki bilgi birbirine baglıdır. Arapça bilgisinde müptedi olan birisi İslam anlayışı bakımından da henüz müptedidir. Orta seviyede Arapça bilen İslam şeriatını da orta seviyede biliyor ve henüz nihai noktaya uletş­ mamış demektir. Aynı şekilde Arapça bilgisi bakımından en yüksek dereceye ulaşan, şeriatı anlamada da aynı dereceye ulaşmış demektir111 • (2) İslam düşüncesinin ikinci merhalesi, farklı anlam ve yorumların ortaya çıktıgı ilahi hitaba yönelik akli yorumların neşet ettigi ve vahiy-akıl ikilisinin problem teşkil etmeye başladıgı dönemdir. Farklı anlayışlar, farklı kelami mezhepler ve felsefi ekaller hep bu dönemde ortaya çıktı. Her mezhep ve felsefi ekolün mensubu akli yorumlarlakendi konumlarını güçlendirmeye çalıştı. Dinin ve imanın aklileştirilmesi, bugün dahi girniz iki yanlışlıgı beraberinde getirmiştir: zararlarından şikayet etti- Birincisi: çalışmalarımda "parçacı yaklaşım" adını verdigim ve Kur'an ayetlerini birbirinden ayrı olarak degeriendiren yönteme başvurulması. Başta kaza kader konusu olmak üzere ortaya çıkan bir çok problemin sebebi Kur'an'a bütüncü yaklaşılmadıgındandır. İkincisi ise, kaynagı ilahi olan, tabiatı geregi zaman ve mekan ile mu- kayyed olmayan, beşer aklına nisbetle mutlak olan dinin aklileştirilmesin­ de aşırıya gidilmesi, şüpheci yaklaşırnlara yol açmıştır. Bu şüphecilik zaman zaman haktan oldukça uzaklaşmış ve inkar raddesine varmıştır. Birçok kimse bu yolla beşer aklının tek ve mutlak olduğunu, müstakil bir bilgi kaynagı oldugunu, şehadet alemini kavradıgı gibi gayb alemini de ihata ettigini iddia eden Yunan filozoflarının düştügü vartaya düşmüştür. Bazıla­ rı da dini yenilikçi bir kalıba sokarak, insan varlıgına bütüncü yaklaşan, onu bütün yönleriyle ele alan İslam dinini vicdan! boyutundan arındırma(1 l Şatıbi, El-Muvajakat Mukaddime, 36. 310 IV /114- 115; İbn Teymiye, İktizaus-Sırati'l-Mustakim, 179; İbn Haldun, fasıl. ya kalkıştı. Zira İslam insanı üç boyutuyla ele almıştır: maddi boyutu, akli boyu tu ve ruhi boyu tu. (3) İslam düşüncesinin üçüncü merhalesi, başka birçok sebebin yanı­ hem ittibayı esas alan selefi yaklaşıma, hem de akılcı anlayışa tepki olarak doğan sufi yorumların ortaya çıktığı dönemdir. Sufiler ilahi hitabı, keşf, ilham ve işrak dairesine taşıdılar. Zaman zaman oldukça hatalı Batını yorumlara yaklaşan sufi yorumlar da tehlikeli addedilebilecek bazı olumsuzlukları beraberinde getirdi(Dinlerin birliği iddiası, vahdet-i vücud anlayışı ve -Kuşeyri'nin Risalesinde yer verdiği gibi- helal ve hararnı aynı kategoride gören anlayış bu yanlışlıkların başlıcaları dır. Bu anlayış, bireysel sufi tecrübeyi ilahi hitabın önüne geçirmiştir. Kaldı ki hertürlü bidat, hurafe ve efsanenin dinin bünyesine sızmasını sağlayan da bu tecrübe olmuştur. Sufi tecrübe tabiatı gereği bu yabancı unsurları ihtiva etmiştir. Öyleki bazen İslam'la uzaktan yakından alakası olmayan yerel halk inançlarına yönelmiştir. -, sıra, İslam düşüncesinde ortaya çıkalı bu dağınıklığı, arılam ve yorumdaki bölünmüşlüğü için yeniden arılam ve yorum birliğine Ancak bu, ilk merhalede zikrettiğimiz birlik gibi değil, anlattığımız her üç merhalede ortaya çıkan metodları birleştiren yeni bir metodoloji ile gerçekleşebilir. "Çoklukta birlik" ve "birlikte çokluk" diye isimlendirebileceğim bu metodoloji, sözü edilen her metodun olumlu yönlerini birleştiren, olumsuz yönlerini dışarıda bırakan orta ve mutedil bir yol izlemelidir. Dini, akli ve ruhi olanı zamanla terkip etmelidir. Bizim geleneksel İslam kültürümüzde bu metoda "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" adı verilmiştir. dönmek ortadan kaldırmak durumundayız. İkinci Mülahaza İslam ümmetinin yetmişiki fırkaya bölüneceğini ifade eden bir hadis herkesçe bilinmektedir. Hadis ne Buhari'de ne de Müslim'de yer alır. Ancak İbn Hibbarı ve diğer birçok hadisçi bunu rivayet etmişlerdir. İbn Hazm -ki hadis rivayetindeki mahareti herkesçe bilinmektedir- "el-Fasl beyne'l-Milel ve'n-Nihal" adlı eserinde fırkaları tasnif ederken bu hadisi gözönünde bulundurmamış, ansiklopedik eserinde (el-Milel ve'n-Nihal) fırkaların sayısını altıya indirgemiştir. Bütün bu değerlendirmelerle birlikte mezhepler tarihi ile ilgili bazı kaynaklar söz konusu hadisi sahih addedip tasniflerini de hadisin zahiri anlamı üzerine bina etmekten çekinmemişlerdir. Böylece İslam ümmetinin birliğini parçaladıklarını, birbirleriyle çekişen, didişen grup ve fırkalara böldüklerini farketmemişlerdir. Hadisteki taksimi doğru çıkarmak için, yani bölünen fırka sayısını yetmişüçe çıkarmak için kim olduğu bilinmeyen bir şahsın aykırı fikirlerini bile müstakil bir mezhep olarak göstermişlerdir. Ay311 rılık ve bölünmeyi parçalanmayı küfür ve şirk ile özdeş kabul·eden Allah'ın şu ayetini işitmemiş gibi hareket ettiler: " ... müşriklerden olmayın ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. Her fırka kendi yanındakiyle böbürlenmektedirler." (30 Rum, 31-32) Öyleyse yapılacak şey bu hadisi zahiri anlamından başka bir manaya hamletmek ve bölünüp parçalanmanın fırka ve gruplara ayrılmanın bu ümmetin kaderi olduğunu kabul etmemektir. Aksi takdirde İslam tarihini zorunlu olarak bir olumsuzluğa mahkum etmiş oluruz. İslam ümmeti bölünme ve parçalanma handikapını, düşmanlık hendeğini aşmak zorundadır. Zira İslam kendisini kabul edecek toplumun direklerini sağlamlaştırmak, ilahi hidayet üzere birleşmiş bir tek ümmet kılmak için gelmiştir. O, toplumun binasında hiç bir eğrilik kabul etmez. Üçüncü Mülahaza Çağımızın problemleriyle ilgilenen hiç kimsenin hiçbir tahlil ve tenkide tabi tutmadan mezhepler tarihi yazan kimselerin metodlarını kabul etmemesi gerekir. Zira her yazarın metodu kendi çağının, belli şartların ve verilerin ürünüdür. Böyle bir teslimiyet, tarihi olanı belirleyen zaman faktörünü ortadan kaldırır, ki bu da akıllı bir müminin yapacağı bir şey değildir. Hemen ifade edelim ki, biz müslümanlar, bizleri topyekün kültürel intihara, kimlik ve kişiliğimizi kaybetmemize sebeb olacak bir batılılaşma hareketine davet edenlere karşı koymamız gerektiği gibi, bizi geçmişi ve geleneği körükörüne taklid etmeye davet edenlere de aynı şekilde karşı çıkmamız gerekir. Her iki davet de bizi tarih yapmaktan uzaklaştırır ve hem geçmişimi­ zi hem de geleceğimizi ipotek altına almış olur. İçinde yaşadığımız dünya, kitle iletişim araçlarında yaşanan devrimle evrensel bir köye dönüştü. Bazıları bu devrimi bilgi ve kültür devrimi olarak nitelendirmiştir. Binaenaleyh bu çağda yeryüzünde yaşayan herhangi bir toplumun dünyadan ayrı olarak kendi kendine bir uzlet hayatı yaşaması kabil-i imkan değildir. Öyleyse bugün İslam toplumuna düşen -ki o tehlikelerle dolu bir yol ayırırnma gelmiştir- kendine özgü kültürel kimliğini muhafaza etmek ve kendisini beşeriyetin varlığını tehdit eden olumsuzluklardan (gayri meşru evlilikler, evlilik dışı dünyaya gelen nesiller. uyuşturucunun yaygınlaşması, ferdi ve toplu intiharlar, terör ve şiddet, manevi hayatın korunması, yalan ve hurafelere dayanan uydurma dinlerin zuhuru gibi) koruması dır. Bugün her müslüman tabiatında birbirine zıt gibi görünen ve netice itibariyle farklı iki şey arasında şaşırıp kalmıştır ve bu iki şeyi ihlasla birleş­ tirmek arzusundadır. Bunlardan birisi, mürnin ve müslüman olarak her durumda Allah'ın dinine bağlı kalarak yaşamak, diğeri de çağdaş imkanlar312 dan yararlanarak evrensel medeniyete iştirak etmektir. Bu oldukça zor ve bir problemdir. Bu problemi halletmek için sathi araştırmalar ve hamasi sözlerden öteye geçemeyen duygusal yaklaşımlar yeterli değildir. Geride bıraktığımız iki asır boyunca, İslam aleminde bu problemi çözmek için sayısız akımlar ortaya çıktı. Kendilerine terakki (ilerleme) ve temeddün (medenileşme) hareketleri ismini veren bu akımlar bizi, inanç ve tarihi değerlerine bağlı İslam şahsiyeti ile hayat iksiri olarak gördükleri Batı medeniyetini birleştirmeye çağırdılar. Ne var ki onların bu çabaları rüzgar ekmekten öteye geçmedi ve bakanı sevindirecek herhangi bir semere vermedi. karmaşık Kanaatlınce zıt gibi görünen bu iki hususu cemetmek için; yani İslami gereklerini birleştirebilmek için öncelikli şart; müslüman şahsiyette bulunan çelişkilerle, ihtilM ve bölünme sebeplerini ortadan kaldırmak, kendi fikir ve düşüncelerinin varlığını başkalarının görüşlerini yoketmekte gören keskin mezhebi kutuplaşmaları yok etmek için hertürlü çaba ve gayreti sarfetmektir. Kaldı ki, Kur'an-ı Kerim'in öngördüğü müsamahakar insani tavır bunların hiç birine itibar etmemiş, Hz. Peygamber de örnek hayatı içinde bu tavrı bütün yönleriyle göstermiştir. kimlik ile çağın Çoğulculuk ve başkalarının görüş ve düşüncelerine saygı duymak, çağımızın en önemli özelliklerindendir. Bu, genelde batı düşüncesinin bir ögretisi olarak takdim edilir. Oysa kesin olarak biliyoruz ki iman, ilahi ve ruhi yüceliğin hakim olduğu zamanlarda, anlam ve yorumda çoğulculuk, İs­ lam düşüncesini diğerlerinden ayıran başlıca özellik olmuştur. Ne var ki, Mezhep tarihçileri bu yüce, insani boyutunazar-ı dikkate almadılar, eserlerinde esas aldıkları tek şey; daima mezhebi kutuplaşmalar oldu. Bu yazarların içine düştükleri en önemli metodik çelişki şu olmuştur: Bunlar bir taraftan mücerred hakikati aramayı, araştırdıkları konunun sı­ nırlarına bağlı kalmayı kendilerine şart koşmuşlar, diğer taraftan da, bireysel dar düşünceleri yayacak keskin kutuplaşmaları doğuracak bir düşünce ortamı oluşturmuşlardır. Bağlı olduklarını iddia ettikleri eleştirel metodun kural ve kaidelerine bağlı kaldıkları söylenemez. İmam Eşari'nin "Makalatu'l-İslamiyyin" adlı eserinin mukaddimesinde yazdığı şu ifadeler bunun en güzel örneğidir: "Dinleri tanımak ve aralarındaki farkları öğrenmek için Mezhepler ve bu mezheplerin görüş ve düşüncelerini öğrenmek şarttır. Ancak bu görüş ve düşünceleri anlatanlar, dinler tarihi ve mezhepler tarihi yazanların (beş kısma ayrıldığın unutulmamalıdır): a) Hak ve adalet ölçülerinden sapmadan anlatanlar, b) Muhaliflerin sözlerini mugalata yaparak aktaranlar, c) Muhaliflere iftira atmak için kasden yalan söyleyenler, d) Araştırma yapmadan ihtilalları nakledenler, e) Muhaliflerin görüşlerini aktarırken onların sözlerine ilavede bulunanlar. 313 Birinciler hariç bunların hiçbiri ne ahlaklı rabhani kimsel erin, ne de zeki mümeyyiz ilim adamlarının metodudur. İmam Şehristani de Mezhepler tarihi sahasında araştırma yapan herkeeden meşhur hitabının mukaddimesinde şöyle der: "Ben her fırkanın görüş ve düşüncelerini öncelikle hiç bir taassuba sapmadan, hiç bir kırgınlık göstermeden, hangi görüşün dogru, hangisinin yanlış, kimin hak, kimin batıl yolda oldugunu belirtmeden, kendi kaynaklarından aktarmayı kendime şart koştum. Zira zeki, anlayışlı, akli delilleri kavrayan kimseye ne hakkın parıltıları, ne de batılın nefhaları gizli kalacaktır". Şehrista­ ni'nin bu kitabını nisbeten keskin mezhebi kutuplaşmaların dışında yaşa­ yan Fahrettin Razi şöyle degerlendirmiştir. "Milel ve Nihai kitabında her mezhep, yazarın kendi iddiaları dogrultusunda degerlendirilmiştir, ancak bunu kasıtlı olarak yaptıgı söylenemez. Zira o bütün İslam mezheplerini, Ebu Mansur el-Bagdadi'nin "el-Fark beyne'l-Firak" adlı eserinden nakletmiştir. El-Bagdadi ise muhaliflerine karşı oldukça mutaassıb davranmış, neredeyse hiçbir mezhebi oldugu gerçek vechesiyle aktaramamıştır. İşte Şehristani de bütün bilgilerini bu kitaptan aldıgı için büyük karışıklıklara ve yanlışlıklara meydan verilmiştir." se kaynaklık Bu ifadeler mezhepler tarihi sahasında çalışan çagdaş araştırmacıların ne denli bir zorlukla karşı karşıya oldugunu açıkça göstermektedir. Çagdaş araştırmacılar mutlaka mukayeseli ve eleştirel bir metodolojiyi esas almalı­ dırlar. Söz konusu metodoloji açık ve kesin ilkelere dayanmalıdır. Araştır­ macı konuyu ele alırken kendisini kişisel, indi görüşlerden ve duygusal hükümlerden uzaklaştıracak bir mesafe bırakmalıdır. Mümkün oldugu kadar her konuda hadiseyi saran gerçeklige uygun hüküm vermelidir. Hiçbir yazılı metni, rahminde büyüdügü gerçekligi araştırmadan, tetkik etmeden kabul etmemelidir. Çagdaş dilbilim çalışmaları yazılı her metnin üç unsurdan oluştugunu ve bu üç unsuru birbirinden ayırmanın mümkün olmadıgını göstermektedir. Bu unsurlar şunlardır: ı. Okunan metnin kendisi, 2. Metni, delalet ettigi 3. Metni lı kuşatan anlamlarıyla okuyan, maddi ortam. Bu sonuncusu, dini, siyasi, iktisadi ve ictimai bütün metne aynalık vazifesi görür. boyutlarıyla yazı­ Bugün müsteşriklerin kötü emellerle musallat oldukları mezhepler tarihini yeniden yazmak için, bütün güç ve takatimizi sarfetmemiz bize düşen ilmi bir vecibedir. Bu ilimle ugraşan müsteşriklerin asıl gayesi, müslümanlar arasında ihtilaf çıkarmak ve ayrılık noktalarını derinleştirmektir. Zira onlara egemen olmak için, müslümanların düşmanıarına karşı koyacak güç 314 ve kuvvetten düşmeleri, bunun için de çük olmaları gerekmektedir. zayıf kalmaları, dagınık, bölük pör- İslam'a, ilk doguş yıllarında uzun sayılınıyacak bir sürede, birkaç yıl içinde, bütün insanlıga yayılma fırsatlarını hazırlayan gizli güç, bugün de onu en çok yayılan din haline getiren gücün kendisidir. Bu gizli güç, diger din ve inançlara nisbetle İslam'ın geleneksel yapısında varolan hoşgörü ve bütün insanlara açık oluşunda yatmaktadır. Amerikalı stratejist Samuel Hungtington'un ifadesiyle medeniyetler çatışmasını yaşadıgımız bu asırda, İslam'ın yapısında varolan bu hoşgörüye ne kadar da muhtacız. Allah'a ve bütün Peygamberlerin dini olan İslam'a bu hoşgörü ile davet etmeye muhtacız. Muhtac oldugumuz diger bir husus, sürekli bölünmeye ve parçalanmaya yol açan, ümmetin varlıgını tehlikeye sokan keskin kutuplaşmalar­ dan uzak olarak bütün insanlara kapılarını açan ilahi metoddan sapmamaktır. İşte o zaman yeniden Allah'ın "yarattıklarımızdan daima hak ile dogru yolu bulan ve onunla adil davranan bir ümmet vardır." (7. Araf 181) ayetinde belirttigi bir ümmet olabiliriz. 315