T.C. SA LIK BAKANLI I TAKS M E T M VE ARA TIRMA HASTANES 2. DAH L YE KL N ef Uzm. Dr. smail EK ZO LU D ABETES MELL TUSLU HASTALARDA TESTESTERON DÜZEYLER VE KARD YOVASKÜLER R SK FAKTÖRLER LE L KS (Uzmanlık Tezi) Dr. F. Ela TEMELO LU KESK N Koordinatör: Uzm. Dr. Aslan ÇELEB stanbul 2009 TE EKKÜR Uzmanlık e itimim süresince bilgi ve deneyimlerinden yararlandı ım 2. Dahiliye Klinik efi Sn. smail EK ZO LU’na, tez koordinatörüm Sn. Uzm. Dr. Aslan ÇELEB ’ye, uzman doktorlarım Sn. Uzm. Dr. Rıza AL CANO LU, Sn. Uzm. Dr. Erhan SAYALI, Sn. Uzm. Dr. Deniz Ö ütmen KOÇ, Sn. Uzm. Dr. Tayfun GÜROL, birlikte çalı maktan büyük keyif aldı ım asistan ve hem ire arkada larıma te ekkür ederim. Tezimin ve asistanlık hayatımın her a amasında benden deste ini ve yardımını esirgemeyen sevgili e im Uzm. Dr. Serkan KESK N’e sonsuz te ekkür ederim. Gönülleri daima benimle olan, desteklerini her zaman yanımda hissetti im ve gurur duydu um annem, babam ve karde lerime sonsuz saygı ve sevgilerimle. Ve varlı ıyla hayatımı ola anüstü güzel kılan canım kızıma sonsuz te ekkürler. Dr. Ela KESK N stanbul 2009 Ç NDEK LER Sayfa No: GR ve AMAÇ ................................................................................................ 1 GENEL B LG LER .......................................................................................... 4 GEREÇ ve YÖNTEM ...................................................................................... 66 BULGULAR ....................................................................................................... 68 TARTI MA ........................................................................................................ 74 ÖZET ................................................................................................................... 84 SUMMARY......................................................................................................... 86 SONUÇ ................................................................................................................ 87 KAYNAKLAR .................................................................................................... 88 GR VE AMAÇ Vücutta androjenlerin sentezi kolesterolden ba lar. Testesteron testisin interstisiyel (leydig) hücrelerinde, salındıktan sonra dokularda 5- 5-prognonolondan sentezlenir. Testesteron redüktaz enzimince asıl aktif ekli olan dihidrotestesterona çevrilir. Vücuttaki testesteronun %95’i testis kaynaklıdır. Leydig hücrelerinde testesteron sentezi ön hipofizden salınan luteinizan hormon’un (LH) etkisi altındadır. Testosteron santral sinir sistemine girer ve (-) feed-back etki ile hipotalamustan gonodotropin releasing hormon (GnRH) salını ını inhibe eder. Vücuttan salınan toplam androjenlerin 2/3’ü adrenal korteks kaynaklıdır. Dihidroepiandosteron ve androstenedion adrenal korteksten en fazla salınan androjenik maddelerdir. Fakat androjenik etkileri testesterona oranla çok dü üktür. Dihidroepiandrosteron sonrasında sırasıyla androstenedion, testesteron ve dihidrotestesteron olu ur. Tüm androjenler karaci erde metabolize edilirler ve 17-ketosteroid türevlerine yıkılırlar. Androjenlerin bir kısmı hedef hücrelerde ve ya dokusunda aromataz enzimi tarafından östrojene çevrilir. Androjenlerin ba lıca etkisi seks karakterlerinin geli tirilmesi ve sürdürülmesidir. Sekonder seks karakterlerinden kıllanma, ses kalınla ması, ruhsal de i iklikler, libido ve ereksiyon, cilt kalınla ması ve ya bezlerinin salgısında artmaya yol açar. Puberte sırasında olu an hızlı büyümeden sorumludurlar. Vücutta protein sentezini arttırır ve bu etkiye ba lı olarak kas kitlesinde artı olur. Kemik ili inde eritropoezi stimüle eder, eritrosit yapımını arttırır ve hematokriti yükseltir. Trombositlerin aggregasyon 1 e ilimini arttırabilir. Su, sodyum, kalsiyum, potasyum ve fosfor retansiyonuna neden olur. Testosteron düzeyleri ile çe itli hastalıklar arasındaki ili ki son zamanlarda ara tırma konusu olmu tur. Testesteronun cinsel fonksiyonlarla olan bilinen ili kisinin yanında son zamanlarda yapılan çalı malar diabetes mellitus, metabolik sendrom ve kardiyovasküler hastalıklarla arasındaki ili kiyi de gözler önüne sermi tir (1). Testesteron eksikli i sonucunda meydana gelebilecek ateroskleroz ve komplikasyonlarındaki, özellikle miyokard infarktüsü riski arasındaki negatif ili ki ise önemli ara tırma konulardan birini olu turmaktadır (1). Prostat kanseri nedeniyle androjen supresyon tedavisi uygulanan hastalarda erken ba langıçlı fetal miyokard infarktüsü görüldü ü çalı malarla kanıtlanmı tır (2,3). Akut miyokard infarktüsü sırasında da total ve serbest testesteron ile sex hormonu ba layan globülin düzeylerinde azalma oldu u gösterilmi tir (4). Erektil disfonksiyonun do al seyri hakkında az ey bilinmektedir. Ereksiyon kompleks bir nörovasküler fenomendir. Ereksiyon olu ması üç hemodinamik olay (artmı arteryal kan akımı, sinüzoidal düz kas gev emesi ve azalmı venöz drenaj gibi) dı ında nörojenik, psikojenik ve endokrinolojik olaylara da ba ımlıdır. Erektil disfonksiyona yol açan risk faktörleri arasında diabetes mellitus, hipogonadizm, hipertansiyon, kardiyovasküler hastalıklar, psikojenik sorunlar ve ya sayılabilir. Erektil disfonksiyon, birçok endokrin hastalı ın klinik semptomlarından biri olarak kar ımıza çıkabilmekte ve sıklıkla libido azalması ile birlikte görülebilmektedir. te sadece bu iki semptom hipogonadizm'in klini i olarak kar ımıza çıkabilmektedir (5). Endokrin sebepli impotans vakalarının di er bir özelli i de, medikal tedavi ile yüksek 2 ba arı elde edilebilmesidir. Erektil disfonksiyonun önemli nedenlerinden biri diabetes mellitustur. Diabetes mellitusun erektil disfonksiyona neden olma yolları çe itlidir. Dünya Sa lık Örgütü'nün 1992 yılında yaptı ı impotans konsensus toplantısında, eksikli i duyulan ve ara tırılması gereken konular arasında, erektil disfonksiyona yol açan endokrin sebeplerin sıklı ı ve tedavi sonuçlarının tespitini önermi lerdir (6). Çalı mamızda diabet ve ili kili di er kardiyovasküler risk faktörleriyle testesteron düzeyleri arasındaki ili kiyi ara tırmayı amaçladık. 3 GENEL B LG LER Diabetes mellitus (DM) karbonhidrat metabolizmasının heterojen ve primer bir hastalı ı olup, çe itli etyolojik faktörler nedeniyle olu an, mutlak veya göreceli insülin eksikli i, insüline direnç veya her ikisinin sonucu olarak geli en, hipergliseminin ana belirleyici oldu u metabolik bir hastalıktır. Tüm diyabet hastalarının % 80–90’ını tip 2 DM olu turmaktadır ve toplumda sıklı ı giderek artmaktadır. Diabetes mellitus’un akut metabolik komplikasyonlarının kontrol altına alınmasında önemli geli meler kaydedilmesine ra men vasküler komplikasyonları nedeniyle önemli morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Görme kaybı, böbrek yetersizli i ve ayak amputasyonu nedenlerinin ba ında diyabet gelmektedir. Diabeti olmayan ya ıtlarına göre tip 2 diyabetlilerde kardiyovasküler olay riski 2- 4 kat daha yüksektir. Hipergliseminin hem do rudan etkiyle hem de çe itli sitokin, kemokin ve büyüme faktörlerinin lokal ve sistemik etkilerinde artı a yol açarak mikrovasküler komplikasyonları tetiklemektedir. leri dönemde hipertansiyonun (HT) eklenmesi ile hastalık süreci oldukça hızlanmaktadır. Geli mi ülkelerde toplumun % 5–10’u tip 2 diyabetiktir (7, 8). Genellikle ortaileri ya hastalı ı olarak kabul edilmekle birlikte, son yıllarda daha genç ya larda tip 2 DM vakaları görülmeye ba lamı tır (9, 10). Yurdumuz için diyabet prevalansı 20 ya üstü insanlarda %7,2 civarındadır, bozulmu glukoz toleransı (IGT) prevelansı ise %6,7 bulunmu tur. Bu oranlara bakılarak ülkemizde 2,6 milyonun üzerinde diabetli ya adı ı tahmin edilmektedir (8). Amerika Birle ik Devletleri’nde yılda yakla ık bir 4 milyon ki i, Almanya'da ise yılda 300–350 bin ki i M geçirmektedir (11). Diabetli hastalarda inme riskinde 2 kat, kalp krizi riskinde 2–3 kat, bilhassa ayaklarda periferik vasküler yetersizlik riskinde 50 kat artı söz konusudur (12). Diabetes Mellitus tanı kriterleri 1997–2003 yıllarında Amerikan Diabet Birli i (ADA-American Diabetes Association), 1999 yılında Dünya Sa lık Örgütü (WHO) tarafından düzenlendi. Diabet tanısı için kan glukoz ölçümü ve Oral Glukoz tolerans Testi (OGTT) en sık kullanılan tanı testleridir. Fruktozamin ve HbA1C de erleri tanı testi olarak yer almamı tır (13). ADA’ nın 1997 ve WHO’ nun 1999 raporlarındaki kriterlere göre; 1. Günün herhangibir saatinde, ki inin aç olup olmamasına bakılmaksızın ölçülen plazma glukoz düzeyi 200 mg/dl (11.1mmol/L) e it veya üzerinde olması ve beraberinde poliüri, polidipsi, glikozüri, ketonüri ve açıklanamayan kilo kaybı gibi diabet semptomlarının bulunması, 2. En az 8 saatlik tam açlık sonrası iki farklı günde bakılan açlık plazma glukoz düzeyinin 126 mg/dl (7 mmol/L) e it veya üzerinde olması, 3. 75 gramlık OGTT testinin 2. saat kan glukoz düzeyi 200 mg/dl (11.1mmol/L) e it veya üzerinde olması. Yukarıda belirtilen bulunmaktadır. Yapılan kriterlerden çalı malarda herhangi biri DM OGTT’nin 2. saat tanısı için yeterli glukoz de erinin kardiyovasküler mortalite riskini gösterdi i, buna kar ılık açlık kan glukozunun böyle bir prediktif de erinin olmadı ı ileri sürülmü tür (14). Bu yüzden 2003 yılında ADA Uzmanlar Toplantısı’nda açlık kan glukozu için normal üst sınırı 100 mg/dl olarak 5 de i tirmi tir. Böylece bozulmu açlık glukozu (IFG)’nun bozulmu glukoz toleransı (IGT)’na yakın bir riski yansıtması hedeflenmi tir. (Tablo1) Tablo 1: Diabet ve bozulmu glukoz regülasyonu yeni tanı kriterleri Kategori Açlık plazma glukozu OGTT 2.saat glukozu Normal <100 mg/dl <140 mg/dl IFG 100–125 mg/dl ---------------- IGT ----------------- 140–199 mg/dl Diyabet 126 mg/dl 200 mg/dl SINIFLANDIRMA lk kez 1979 yılında Ulusal Diabet Veri Grubu (NDDG) ve daha sonra da 1985 yılında WHO tarafından diyabetin geni bir sınıflandırılması yapılmı tır (15, 16). WHO' nun yaptı ı sınıflama kliniksel olup aynı zamanda diabeti terminolojik olarak insüline ba ımlı (IDDM) ve insüline ba ımlı olmayan (NIDDM) olarak da adlandırmı tır. Her iki grup diabet heterojen oldu undan WHO sınıflamasının genel uygulanabilirli i sınırlıdır. Örne in, özellikle yeti kinlerde etiyolojik, fenotipik ve klinik kriterlerin karı ımına dayanarak IDDM ve NIDDM arasında açık ve tam anlamıyla birbirinden ba ımsız olduklarını gösteren bir faklılık gözlenememi tir. Buna kar ı her iki sınıflama, epidemiyolojik çalı malarda ve hastaların tedavisinde klinik ara tırma ayırımı için önemli ve gerekli yönergeleri sa lamı tır. Daha sonra ADA tarafından 1997 yılında ba ka bir sınıflama önerildi. Önerilen yeni sınıflama etiyolojik olup, insüline ba ımlı olan ve insüline ba ımlı olmayan diyabet yerine tip 1 ve tip 2 diabet terminolojisini getirmi tir. 6 Diabetes Mellitusun klasifikasyonu (ADA 1997) 1. Tip 1 Diabetes Mellitus a. mmün aracılı (tip 1A) b. dyopatik (tip 1B) 2. Tip 2 Diabetes Mellitus a. nsülin rezistansı-rölatif insülin eksikli ib. nsülin sekresyon bozuklu u-insülin rezistansı 3. Di er spesifik tipler a. Beta hücre fonksiyonunda genetik hata b. nsülin etkisinde genetik hata c. Ekzokrin pankreas hastalıkları d. Endokrinopatiler e. laç ve kimyasal maddeler f. nfeksiyonlar g. Nadir görülen immün aracılı diabet h. Di er genetik sendromlar 4. Gestasyonel DM Tip 1 diabetes mellitus, pankreas beta hücresinin selektif ve ilerleyici harabiyetine ba lı tüm diabetes mellitus hastalarını kapsamaktadır. Tip 1 diabetes mellitusun etyolojisinde genetik e ilim ve çevresel faktörler sorumlu tutulmaktadır. Hastalık genellikle çocukluk ve adolesan ya ta ba lamaktadır. Vakaların ço unlu u tanı anında 30 ya ın altında bulunmaktadır. Tip 1 diabetes mellitus heterojen bir hastalık tablosunu olu turmaktadır ve çe itli alt grupları mevcuttur: 1. Otoimmün tip 1 diabetes mellitus (tip 1A) 2. diyopatik tip 1 diabetes mellitus (tip 1B) 3. Yava seyirli tip 1 diabetes mellitus (LADA veya SODA). 7 Önceleri "insüline ba ımlı diabetes mellitus" (insulin dependent diabetes mellitus, IDDM) veya "juvenil ba langıçlı diabetes mellitus" (juvenil onset diabetes) olarak ta isimlendirilmekteydi. Bu terimler etyolojik olayı yansıtmaktan daha çok tedavi ile ili kili oldu undan terkedilmeleri önerilmektedir. Tip 1 diabetes mellitus, otoimmün (tip 1A) ve idiyopatik (tip 1B) olmak üzere iki alt gruba ayrılmaktadır. Otoimmün tipte pankreas beta hücresinin çe itli komponentlerine kar ı otoantikorlar bulunmaktadır: Adacık hücresi otoantikorları (islet cell antibody, ICA), glutamik asit dekarboksilaz (GAD) antikorları, insülin antikorları, tirozin fosfataz, 38 K ve 52 karboksipeptidaz H (K-CPH) antikorları gibi. Bunlar, hastaların büyük bir kısmında tanı anında tesbit edilirler. diyopatik diabetes mellitusta otoimmün beta hücresi harabiyeti ve immünolojik bulgular görülmez. nsülin düzeyleri dü üktür ve insülin direnci saptanmaz. Tip 1 diabetes mellitusun önemli özelliklerinden birisi de insülin tedavisinin tamamen kesilebildi i bir remisyon, "balayı" dönemine girebilmesidir (honeymoon period, Brush effect). Bu dönem bir yıla veya daha da uzun sürebilir. Tip 1 diabetes mellitus genellikle hızlı geli ir. Bazı hastalarda ise yıllar süren yava bir geli im gösterebilir. Böyle hastalar tip 2 diabetes mellitus gibi seyreder. Yıllar içinde insülin eksikli i yava yava artarak oral antidiabetiklere cevap vermez bir hale geçer. Böyle vakalar yava seyirli bir otoimmünite gösterebilir (latent autoimmune diabetes in adults, LADA veya slow onset diabetes in adults, SODA). 8 Tip 2 diabetes mellitusda heterojen bir hastalıktır. Bu kategori içine insülin direnci ve/veya insülin salgılanma kusuru bulunan çe itli diabetes mellitus tipleri girmektedir. 1. Tip 2 diabetes mellitus 2. Yava seyirli tip 1 diabetes mellitus (LADA veya SODA) 3. DIDMOAD sendromu (Wolfram sendromu, MIDD) 4. MODY 5. Atipik diabetes mellitus (atypical diabetes mellitus) Böyle hastalarda plazma insülin düzeyleri mutlak anlamda artmı gözükmesine ra men, yüksek kan glukozu düzeyleri göz önüne alındı ında göreceli olarak azalmı bulunmaktadır. Önceleri "insüline ba ımlı olmayan diabetes mellitus" (noninsulin dependent diabetes mellitus, NIDDM) veya "eri kin ba langıçlı diabetes mellitus" (maturity onset diabetes, MOD) olarak da isimlendirilmekteydi. Bu isimler de, etyolojiden daha çok tedavi ile ili kiyi yansıtmaktadır. nsülin direnci göreceli veya mutlak insülin eksikli i ile karakterizedir. Tüm diabetes mellitus hastalarının yakla ık % 90 gibi büyük bir kısmını olu tururlar. Hastalar orta ya tadır. Büyük bir ço unlu u i mandır. Zayıf olan hastaların yava geli en tip 1 diabetes mellitus varyantı olan LADA olma olasılı ı mevcuttur. LADA, adacık hücreleri (ICA) veya pankreas enzimi olan glutamik asit dekarboksilaza (GAD) antikor geli en hastalarda görülmektedir. Hipergliseminin kontrolü için di er tip 2 hastalarından daha erken ya ta insülin ba lanması gerekmektedir. skandinav ülkelerindeki tip 2 diabetes mellitus vakalarının yakla ık olarak % 10’unu LADA hastaları olu turmaktadır. Tip 2 diabetes mellitus antitesi içinde yer alan tablolardan biri de DIDMOAD sendromu (diabetes insipidus, diabetes mellitus, optic atrophy, deafness) veya 9 Wolfram sendromudur. Genç ya larda ba layan diabetes mellitus, diabetes insipidus, optik atrofi, sa ırlık veya yüksek tonlu sesleri i itme azlı ı ve alt üriner kanal atonisi ile seyreder. Hastalarda tüm belirtilerin aynı anda ortaya çıkmayabilir. tRNA sentezinde bir bozukluk oldu u dü ünülmektedir. Bu nedenle MIDD (maternally inherited diabetes and deafness) olarak da isimlendirilmektedir. Mitokondrial DNA sentezinde bir bozuklu a ba lı olarak geçmektedir. Transfer RNA (tRNA) sentezinde lösin 3243 de A-G (adenin yerine guanin) tek baz mutasyonu vardır. Tip 2 diabetes mellitus tablosu içinde yer alan bir di er tablo olan MODY (maturity onset diabetes of young) hipergliseminin genç ya ta ba laması (25 ya ından önce), ketoz yoklu u, hipergliseminin insülin kullanılmadan düzeltilmesi, diabetik komplikasyon riski dü üklü ü ve otozomal dominant geçi gibi özellikler göstermektedir. Monojenik bir geçi örne i gösteren MODY farklı genetik defektler tarafından meydana getirilmektedir. Her mutasyonun neden oldu u klinik tablo birbirinden nisbeten farklılıklar göstermektedir. Tip 2 diabetes mellitusun sık görüldü ü etnik gruplarda, hastalık çocuklar ve gençler arasında da saptanabilir. Böyle hastalar genellikle Pima kızılderilileri, Meksika-Amerikalılaları ve Afrika -Amerikalıları gibi etnik gruplara mensuptur. Diabetes mellitus tablosu genellikle i manlık ve akantozis nigrikans ile birlikte bulunmaktadır. Genç ve i man Afrikalı Amerikalılarda genel olarak akut olarak ketoasidoz ile açılan ve tip 1 seyri gösteren, fakat daha sonra insülin tedavisi gerektirmeyen atipik diabetes tablosu "flatbush diabetes" veya tip 1.5 diabetes mellitus olarak ta isimlendirilmektedir. GAD antikorları daima negatif bulunan bu tabloya "phasic insulin dependent diabetes" adı da verilmektedir. 10 Tip 1 ve tip 2 diabetes mellitus, insülin tedavisi bakımından da gruplara ayrılabilir: "Ya amın devamı için insülin tedavisi gerektiren", "diabetik kontrol için insülin tedavisi gerektiren" ve "insülin gerektirmeyen" (önceki “insülin gerektirmeyen diabetes mellitus”) gibi. BOZULMU GLUKOZ TOLERANSI Bozulmu glukoz toleransı (impaired glucose tolerance, IGT) tanısı açlık plazma glukozu 126 mg/dL’nin altında bulunan hastalarda OGTT ile konulmaktadır. Açlık plazma glukozu normal olan hastalarda OGTT 2. saat de erinin 140 mg dL den yüksek, fakat 200 mg/dL den dü ük olması bozulmu glukoz toleransı olarak tanımlanmaktadır. Böyle hastaların yakla ık % 30’unda 10 yıl içinde a ikâr diabetes mellitus geli me riski mevcuttur. Bozulmu glukoz toleranslı hastalarda diabetes mellitusun makrovasküler komplikasyonları yani aterosklerotik kardiyovasküler hastalık geli me riski yüksektir ve insülin direnci sendromunun bir komponenti olarak da ortaya çıkabilir. BOZULMU AÇLIK GLUKOZU Yeni bir antite "bozulmu açlık glukozu’ dur. Açlık kan glukozu 126 mg/dL’nin altında fakat 100 mg/dL’nin üzerinde olan hastalarda insülin salınımının ilk fazı bozulmu olabilir ve diabetin mikro ve makrovasküler komplikasyonlarının geli me riski yüksektir. 11 GESTASYONEL D ABETES MELL TUS Gestasyonel diabetes mellitus terimi, hastalık ilk kez gebelik esnasında ortaya çıktı ı zaman kullanılmalıdır. Ço unlukla, üçüncü trimesterde geli mektedir. Ço unun ailesinde tip 2 diabetes mellitus anamnezi bulunur. Gebelik tarafından açı a çıkarılmı tip 2 diabetes olarak da tanımlanmaktadır. Hastaların kesin tanısı için do umdan 6 hafta sonra açlık plazma glukoz düzeyleri tayin edilmelidir. Böyle hastalarda ilerde a ikâr tip 2 diabetes mellitus geli me riski oldukça yüksektir. Gestasyonel diabetes mellitus tanısında gebeli in 26–28. haftalarında 50 g glukozun oral yolla verilmesini takiben bir saat sonraki glukoz de eri incelenir. Bu de er 140 mg/dL veya üzerinde ise 100 g glukoz ile üç saatlik OGTT yapılmalıdır. ki veya daha fazla glukoz de erinin a a ıdaki kriterlere e it veya daha yüksek bulunması ile gestasyonel diabetes mellitus tanısı konulur: Açlık kan glukozu: 105 mg/dL, 1. saat: 190 mg/dL, 2. saat: 165 mg/dL ve 3. saat 145 mg/dL. D ER D ABETES MELL TUS T PLER Bu grup içine tip 1 ve tip 2 diabetes ile ili kisi olmayan ve etyolojileri bilinen diabetes tipleri girmektedir. Önceki sınıflamalarda bu grup sekonder diabetes mellitus olarak isimlendirilmekteydi: Pankreas hastalıkları (kronik pankreatit, hemakromatoz), hormon bozuklukları (feokromositoma, akromegali, hiperaldosteronizm, Cushing sendromu), ilaçlar (kortikosteroid, tiazid), insülin reseptör anomalileri (Kahn tip A, B ve C tipi reseptör anomalileri), genetik sendromlar (leprechaunism, Wermer sendromu, Alström sendromu) ve tropikal diabetes gibi. "Tropikal diabetes mellitus" ba lı ı altında geli mekte olan ülkelere has gibi gözüken malnütrisyon ve pankreas kalsifikasyonu ve/veya fibrozuna ba lı "Jamaika" 12 (J tipi) diabeti, Madras'ın tropikal pankreatik diabeti, pankreas kalsifikasyonu diabeti (Zuidema sendromu) ve Kenya (K tipi) diabeti gibi sendromlar toplanmaktadır. Malnütrisyona ba lı diabetes mellitus terimi ADA tarafından kabul görmemektedir. EP DEM YOLOJ VE PREVALANS Tip 1 diabetes mellitus insidans ve prevalansı co rafik ve etnik farklılıklar göstermektedir. Tip 1 diabetes mellitus insidans ve prevalansı kuzey ülkelerinde daha yüksektir, güneye do ru azalma gösterir. Fakat kuzeydeki zlanda’da dü ük bir prevalans görülürken, güneydeki Sardinya adasında yüksek bir oran bulunması dikkati çekmektedir. En yüksek prevalans, skandinavya ülkeleri ve Sardinya adasında görülürken; Malta, srail ve Kuveyt gibi ülkeler prevalansı en dü ükler arasında yer almaktadır. ABD ve ngilterede prevalans yakla ık olarak % 0.25 civarındadır. Tip 2 diabetes mellitus prevalansı açısından etnik gruplar arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. ABD'de beyazlarda açlık kan glukozu de eri tanı kriteri olarak kullanıldı ı zaman prevalans % 3,1 bulunurken, siyah ırkta ve spanyol kökenli Amerikalılar arasında daha yüksek de erler dikkati çekmektedir. Arizonada ya ayan Pima kızılderilileri ile Polinezya adalarında ya ayan Nauranlarda i manlık ile birlikte çok yüksek bir tip 2 diabetes mellitus prevalansı gözlenmektedir. Ülkemizde yapılan çalı malarda de i ik prevalansın % 1,8–2 kadar oldu u dü ünülmektedir. 13 de erler bildirilmekle beraber ETYOPATOGENEZ Tablo 2: Tip 2 DM risk faktörleri De i tirilebilir De i tirilemez Obezite (özellikle santral tip) Etnik köken Fiziksel aktivite azlı ı Ya Sigara Cinsiyet Alkol Genetik faktörler Dü ük lifli gıdalarla beslenme Aile öyküsü, A ırı doymu ya larla beslenme Gestasyonel diabet öyküsü Glukoz intoleransı öyküsü Hipertansiyon Dislipidemi Dü ük do um a ırlı ı T P 1 D ABETES MELL TUS Tip 1 diabetes mellitusun ortaya çıkmasında genetik e ilim ve bazı çevresel faktörler rol oynamaktadır. Tip 1 diabetes melitus geli imi esnasında çe itli dönemler izlenmektedir. 1. Genetik e ilim ilk dönemi olu turmaktadır. mmün sistem fonksiyonlarının düzenlenmesinde, membran antijenlerinden olu an "insan lökosit antijenleri" (human leucocyte antigens, HLA) önemli bir rol oynamaktadır. lk defa insan lökositleri üzerinde gösterildi inden bu isim verilmi tir. Membran antijenleri, 6. kromozomun kısa (p) kolunda bulunan genler tarafından kodlanırlar. 6. kromozomun bu genleri ta ıyan kısmına "major histokompatibilite kompleksi" (major histocompatibility complex, MHC) adı verilmektedir. 14 nsan lökosit antijenlerinden A, B ve C sınıf I; D (Dw, DR, DQ, DO, DN ve DP) grubu ise sınıf II moleküller olarak adlandırılmaktadır. Sınıf I moleküller tüm çekirdekli hücrelerde bulunur ve vücudu infeksiyon ve malign hücrelere kar ı savunma görevini üstlenir. Sınıf II moleküller ise makrofajlar, endotel hücreleri, B lenfositler ve aktive T lenfositlerinde bulunmaktadır. Görevleri antijeni T hücre sistemine sunmaktır. Sınıf III moleküller kompleman, properdin, 21-hidroksilaz enzimi, "heat-shock" proteini ve tümör nekroz faktörü (tumour necrosis factor, TNF) genlerini içermektedir. Çe itli HLA grupları diabetes mellitus geli imine e ilim yaratmaktadır. Önce sınıf I moleküller içinde B8 ve B15 sorumlu tutulmu , sonraları sınıf II moleküller daha çok önem kazanmı tır. Tip 1 diabetes mellitus hastalarının hemen hemen tümüne yakın bir kısmında DR3 ve/veya DR4 pozitif bulunmaktadır. DR2 ise koruyucu bir özelik göstermektedir. Tip 1 diabetes mellitus geli iminden asıl sorumlu genlerin Dw veya DR de il, onlara yakın yerle en DQ ve di er moleküller oldu u ileri sürülmektedir. Bunlar arasında HLA-DQA1*0301, DQB1*0302 veya DQA1*0501, DQB1*0201 haplotipleri sayılabilir. Buna kar ılık DQA1*0102, DQB1*0602 haplotipi ise koruyucu özellik göstermektedir. HLA-DQ alfa zincirinde 57. pozisyonda aspartik asit olmaması ve beta zincirinde 52. pozisyonunda arginin varlı ı diabete e ilim yaratmaktadır. Bu moleküller diabetojenik peptidleri ba layarak kolayca hücre yüzeyine sunarlar. Koruyucu moleküller ise diabetojenik peptidleri ba layarak sorumlu moleküllerin etkisinden kaçırırlar (17). 2. kinci dönem genetik e ilimli ki ilerde çevresel olayların teti i çekmesidir. Monozigot ikizler arasında tip 1 diabetes mellitus konkordans (ikizlerden biri tip 1 diabetes olunca di erinin olma olasılı ı) oranı % 50 civarındadır. Bu nedenle bazı 15 çevresel faktörlerin olaya karı tı ı dü ünülmektedir. Virüs infeksiyonları arasında kabakulak, hepatit, infeksiyöz mononükleoz, konjenital rubella ve koksaki infeksiyonları sayılabilir. Koksaki virüs proteinleri ile glutamik asit dekarboksilaz enzimi arasında belirgin bir benzerlik mevcuttur. Ayrıca virüslerden salınan sitokinler, normalde HLA-DR molekülleri içermeyen pankreas beta hücrelerinin HLA ekspresyonuna neden olarak, onları antijen sunan hücreler haline çevirir. Bunlardan ba ka, bir insektisid olan Vacor'un alınması, bebeklik ça ında inek sütü içilmesi, hidrojen siyanür içeren "tapioka" veya "cassava" yenmesi veya hamile annelerin füme et ürünleri kullanması gibi çevresel faktörler de patogenezden sorumlu tutulmaktadır. 3. Üçüncü dönemi immün mekanizmaların uyarılması ile geli en pankreas hasarı olu turmaktadır. Genetik e ilim ve çevresel faktörler hücre yüzeylerindeki self antijenlerin non-self haline geçmesine neden olur. Pankreas beta hücreleri monositmakrofaj ve aktive sitotoksik T lenfositler ile infiltre olur (insülitis veya isleitis). Beta hücreleri üzerine adacık hücresi antikorları (islet-cell antibody, ICA) ve hücreyeba ımlı immünite (cell-mediated immunity) aracılı ı ile bir immün atak geli ir. Bu dönem "prediabetes" olarak da isimlendirilir. Adacık hücresine kar ı geli en antikorlar arasında insülin, proinsülin, GAD 65 ve GAD 67, karboksipeptidaz H, gangliozid antijenleri olan GT3 ve GM2–1, inek albumini ile reaksiyona giren ICA–69 ve bir protein fosfataz olan ICA–512 antikorları sayılabilir. 4. Dördüncü dönemde adacık beta hücrelerinin % 90 ından fazlasının harap olmasıyla klinik diabetes mellitus ortaya çıkar. Harabiyet, hızlı bir ekilde geli irse hastalar diabetik ketoasidoz ile ba vururlar. Aksine çok yava bir ekilde geli ir ise, hastalar tip 2 diabetes mellitus benzeri bir seyir gösterirler (LADA). 16 T P 2 D ABETES MELL TUS Tip 2 diabetes mellitusta genetik geçi in poligenik oldu u dü ünülmektedir. Aday genler arasında pankreas beta hücresi ile kas ve ya metabolizmasında yer alan moleküller sayılabilir. dokusu glukoz nsülin, insülin reseptörü, mitokondriyal komponentler, glukokinaz ve glikojen sentetazı kodlayan genlerde çe itli mutasyonlar saptanmı tır. Tip 2’de genetik geçi in tip 1’den daha önemli oldu una inanılmaktadır. Monozigot ikizler arasında tip 1 diabetes mellitus konkordans oranı % 50 civarında olmasına ra men tip 2 diabetes mellitusta konkordans % 80 gibi de erlere çıkabilir. Tip 2 diabetes mellituslu hastalarda fizyopatolojik olarak ba lıca iki defekt bulunmaktadır 1. Anormal insülin salınması 2. Hedef dokularda insülinin etkisine kar ı direnç. Hangisinin primer oldu u açık de ildir. Tip 2 diabetes mellitus üç dönem halinde seyretmektedir. Hastalarda genetik olarak belirlenmi insülin direnci mevcuttur. Birinci dönemde insülin direnci nedeniyle insülin yüksekli i olmasına ra men kan glukoz düzeyi normal sınırlardadır. kinci dönemde insülin direnci daha da belirgin hale gelirken yüksek insülin düzeylerine ra men, postprandiyal hiperglisemi geli ir. Üçüncü dönemde insülin direncinde ilerleme olmamasına ra men, insülin salınmasında azalma meydana gelir ve açlıkta bile hiperglisemi geli erek a ikâr diabetes mellitus ortaya çıkar. Bununla birlikte, di er çalı macılar aksine önce beta hücresi fonksiyon bozuklu u oldu unu ileri sürmektedir. 17 Hiperglisemi sadece bir sonuç de ildir. Diabetik hastalarda, insülin duyarlılı ını azaltarak ve hepatik glukoz outputunu arttırarak, glukoz toleransını daha da bozabilir. Yani, ba ka bir neden olmaksızın sadece yüksek glukoz düzeyleri pankreasdan insülin salgılanmasını daha da bozabilir ve insülin direncini artırır (glucose toxicity, glucotoxicity). Devamlı hiperglisemi nedeniyle pankreas beta hücrelerinde glikojen birikir. Diabetik hastaların dola ımında bulunan yüksek serum ya asitleri, karaci erde insülin etkisine kar ı bir dirence yol açar. Artmı ya oksidasyonu, glukoz uptake'i ve glikojen sentezini bozabilir (lipotoxicity). Tip 2 diabetes mellitus hastalarının büyük bir kısmı i mandır. ba ına insülin direnci nedeni olabilir. i manlık tek i man olmayan tip 2 diabetes mellitus hastalarında da insülin direncinin görülmesi, di er faktörlerin de insülin direncinde rol aldı ını akla getirmektedir. Tip 2 diabetes mellitusta insülin direnci, insülin reseptör sayısında azalma ile birlikte olmasına ra men, direncin önemli bir kısmı postreseptör yapısındadır. Tip 2 diabetes mellitus hastalarının pankreaslarında amiloid depolanması olmaktadır. Bu 37 aminoasitli peptid "adacık amiloid peptidi" (islet amyloid peptide of pancreas, IAPP) veya "amilin" olarak isimlendirilmektedir. Amilin, insülin sentezi esnasında normal olarak yapılmakta ve insülin salgılatıcılarına cevap olarak insülinle birlikte salınmaktadır. Pankreastan a ırı insülin ve dolayısıyla amilin salınmasının artması insülin direncine yol açabilir. Adacıklardaki amilin birikimi, insülin direnci nedeni ile a ırı yapıma ba lı olarak geli ir ve insülin direncine katkıda bulunur. Yani, primer adacık hücre defekti insülinin a ırı salınmasına bu da insülin direncine yol açmaktadır. 18 Amiloid fibrilleri adacık hücrelerin üzerinde toksik bir etki gösterir. Beta hücresi apoptozuna ve adacıkların amiloid ile i galine neden olur. Glukoz ta ıyıcıları da etyolojide rol oynayabilir. Pankreasda bulunan ve insüline ba ımlı glukoz ta ıyıcısı olan GLUT–2 nin (insulin regutable glucose transporter) düzeylerindeki dü üklük, glukoza kar ı erken insülin cevabının yoklu undan, kas ve ya dokusunda bulunan GLUT–4 düzeylerindeki dü üklük ise insülin direncinin geli mesinden sorumlu tutulmaktadır. KL N K BEL RT LER Diabetes mellitus semptomları hastadan hastaya de i iklik gösterir. Hastalar sıklıkla poliüri, polidipsi ve polifaji gibi hiperglisemi semptomları ile ba vurur. Bazen ilk defa diabetik koma ile de gelebilirler. Bazı hastalar ise semptomatik hiperglisemi görülmeden, nöropati gibi, diabetes mellitusun kronik komplikasyonları ile ba vurabilir. Diabetes mellitustaki metabolik bozukluklar göreceli veya mutlak insülin eksikli i ve göreceli veya mutlak glukagon fazlalı ına ba lıdır. T P 1 D ABETES MEL TUS Genç ya ların hastalı ıdır. Zirve insidans 14 ya civarındadır. Ama ilk ketoasidoz ata ı ileri ya larda da olabilir. leri ya ta diabetik ketoasidoz geli en hastalar ya özelli ine göre tip 2 diabetes melitus gibi de erlendirilmelerine ra men, onlardan farklı olarak i man de ildirler (LADA). Susama, a ırı idrara çıkma, i tah artı ı ve zayıflama gibi semptomlar ani olarak ortaya çıkar. Bazen cerrahi giri im veya araya giren infeksiyon gibi faktörler ketoasidozun ortaya çıkmasına neden olur. Karakteristik olarak plazma insülin düzeyleri dü ük veya ölçülemeyecek düzeylerdedir. Hastalarda 19 insülin tedavisi gereklidir. Bazen, hastalar ketoasidoz ortaya çıktıktan sonra, hiç bir tedavinin gerekmedi i bir remisyon dönemine girilebilir ("balayı dönemi", "honeymoon period", "Brush effect"). T P 2 D ABETES MELL TUS Tip 2 diabetes mellitus ya amın orta ve ileri ya larında görülmektedir. Hastalar tipik olarak i mandır. Semptomlar yava yava geli ir veya tesadüfen kan glukozu yüksekli i saptanır. Tip 1 diabetes mellitusun aksine, plazma insülin düzeyleri mutlak de er olarak normal veya yüksek bulunur. Yüksek plazma glukoz düzeylerine göre de erlendirilirse dü ük oldu u ortaya çıkar, yani göreceli bir insülin eksikli i mevcuttur. Tip 2 diabetes mellituslu hastalarda diabetik ketoasidoz geli mez, buna kar ılık, hiperosmolar nonketotik koma geli mesine kar ı bir e ilim mevcuttur. Hastalar sadece diyet ile regüle edilebilir. Diyet tedavisine cevapsız kalan hastaların büyük bir kısmında oral antidiabetik ilaç tedavisine cevap alınabilir. Diabet kontrolü için yeterli cevap alınamayan tip 2 diabetes mellitus hastaları insülin ile tedavi edilir ("diyabetik kontrol için insülin tedavisi gerektiren" hastalar). TEDAV Diabetes mellitus tedavisi çe itli basamaklardan olu maktadır. Bunlar arasında diyet, egzersiz, insülin ve oral antidiabetik ajanlar sayılabilir. Günümüzde DM diyet programlarında hastaların kolayca uygulayabilecekleri bir esneklik sunulmaktadır. Önce hastanın total kalori gereksinimi hesaplanır. Standart olarak erkek için 36 kcal/kg (150 kJ/kg) ve kadın için 34 kcal/kg (140 kJ/kg) ba langıç için uygun düzeylerdir. Burada hesaplar hastanın mevcut a ırlı ına göre de il, ideal 20 kilosuna göre yapılmalıdır. i man hastalarda daha da dü ük düzeyler tercih edilebilir. Daha sonra kalori içeri inin protein, ya ve karbonhidrat da ılımı hesaplanır. yi bir beslenme için minimal protein gereksinmesi 0,9 g/kg/gün ( sınırları 1,0 ile 1,5 g/kg/gün) kadardır. Nefropatili hastalarda dü ük proteinli diyet nefropatinin ilerlemesini yava lattı ı için, böyle hastalarda 0,8 g/kg/gün veya günlük kalorinin % 10 u kadar protein verilmelidir. Karbonhidrat ve ya arasındaki kalori da ılımı bireysel olarak belirlenmelidir. Kilo kaybı isteniyorsa, ya kısıtlanması uygun olur. A ırlı ı ve kan ya ları normal ki iler için ortalama ya miktarının, total kalori gereksiniminin % 30 undan az olması ve bunların % 10 undan azının doymu ya olması önerilmektedir. Protein ve ya içeri i seçildikten sonra kalan kaloriler karbonhidrat olarak verilir. Ya lar iki karbon atomu arasında tek ba varsa doymu , çift ba varsa doymamı olarak ya asidi olarak isimlendirilir. Çift ba bir tane ise tekli doymamı , birden çok ise çoklu doymamı ya asitleri olarak isim verilir. Aterosklerotik kalp hastalı ı riskinden uzak kalmak için doymu ya asidi alımı günlük enerji alımının % 10’undan ve total ya alımı ile sa lanan enerji günlük enerji alımının % 30’undan dü ük olmalıdır. Ya ların cis ve trans biçimleri de önemlidir. Doymamı ya asitlerinde bulunan hidrojen kökleri aynı yönde ise cis, farklı yönde ise trans olarak isimlendirilmektedir. Trans ya asitleri genel olarak ticari ya lar içinde fazla miktarda bulunur ve aterojeniktir. Ya asitleri ayrıca metil ucundaki karbon atomu omega olarak isimlendirilmektedir. lk çift ba metil ucuna göre 3. karbon atomunda ise omega–3 ya asitleri denir. Omega–3 ya asitleri deniz ürünlerinde bol miktarda bulunur ve koroner arter hastalı ı riskini azaltı ı ileri sürülmektedir. Omega–6 ya 21 asitleri sıvı bitkisel ya larda ve omega-9 ya asitleri ise zeytin ya ında bol miktarda bulunmaktadır. Glisemik indeks 50 g karbonhidrat içeren test yiyece inin 2 saat içerisinde olu turdu u kan glukozu artı alanının, aynı miktarda karbonhidrat içeren beyaz ekme in olu turdu u kan glukozu artı alanına kıyaslanması ile elde edilir. Diabetik hastalarda glisemik indeksi yüksek karbonhidratlardan kaçınmalıdır. Diyetin posa içeri i arttırılmalıdır. Lifler suda eriyen ve erimeyenler olarak iki gruba ayrılır. Suda erimeyen lifler ba lıca sellüloz ve hemisellülozdan olu maktadır. Asıl kaynakları hububat tohumlarının kepek kısmıdır. Linyin, a açların önemli bir kısmını olu turur ve bitkilerin tahtamsı yapısına katılır. Tahta ba lıca, sellüloz, hemisellüloz ve linyinden olu maktadır. Linyin meyvelerin yenen kabuk ve tohumlarında da bulunur. Suda erimeyen lifler daha çok feçes miktarının artmasını sa lar. Bu nedenle ba lıca kabızlı ın ilaç dı ı tedavisinde etkili olabilir. Suda eriyen lifler aslında suda erimezler. Sadece su ile kar ıla tı ı zaman jel olu tururlar. Bu tip lifler arasında pektin, sakızlar, zamklar ve bazı hemisellülozlar sayılabilir. Pektinler ba lıca elma, portakal ve havuç gibi meyve ve sebzelerde bulunmaktadır. Di er suda jel yapan lif örnekleri yulaf kepe i, arpa ve baklagillerdir. Böyle maddeler hidrofilik jellerdir ve bol miktarda sıvı ile alındı ı zaman büyük miktarlarda su çekerek gastrointestinal distansiyon yaparlar ve doygunluk hissine neden olurlar. Suda jel yapan lifler, suyu tutarak meydana getirdikleri jel kolonda bakterilerin fermentasyonu için subsrat olu turur. Bu tür lifler kolesterol dü ürücü etki gösterebilir. Yulaf kepe i a ırı miktarlarda yulaf zamkı içerir. Bu madde beta glukan yapısındadır ve yulaf kepe inin kolesterol dü ürücü etkisinden sorumlu olabilir. 22 Diabetik hastalar diyetlerinde glukoz dı ında kalan tatlandırıcıları kullanabilirler. ki grup tatlandırıcı mevcuttur: Besin de eri olanlar (kalorik tatlandırıcılar), kalorik etkisi olan tatlandırıcılardır ve organik maddelerden olu urlar. Örnek olarak fruktoz, sorbitol, mannitol, ksilitol, izomalt ve laktilol sayılabilir. Besin de eri olmayan tatlandırıcıların pratik olarak kalorik de eri yoktur. Sentetik yolla elde edilirler. Bunlar arasında siklamat, sakkarin, aspartam ve asesülfam-K sayılabilir. Diabetik hastalarda dengeli bir diyet uygulanıyorsa, ilave vitamin ve eser element alınımına gerek yoktur. Alkollü içkilerin hem kalori hem de bazılarındaki karbonhidrat ve ya içeri i dikkate alınmalıdır. Bir mililitre alkol 0,8 g alkol içerir. Bir gram alkol ise 7 kcal enerji sa lamaktadır. Alkol ile alınan kalori total enerji alınımını arttırır. Diabetes mellitus tedavisinde diyet düzenlenmesinin önemli bir yeri vardır. Diyet düzenlenmesinde kolaylık sa lanması amacıyla besin de i im listeleri düzenlenmi tir. Enerji ve besin de eri aynı olan yiyecekler bir gruba toplanarak de i im listeleri meydana getirilmi tir. De i im listeleri gıda örnekleri içindeki enerjinin alınabilmesi için makrobesinler açısından birbirlerinin yerine geçebilen besinleri göstermektedir. Böyle bir sisteme göre alınan yiyecekler içerdikleri kalori, karbonhidrat, protein ve ya miktarı özelli ine göre altı gruba ayıran bir liste halinde sunulmu tur. Gıdalar ba lıca altı grup de i im listesi halinde toplanmaktadır: Ya de i imi, süt de i imi, et de i imi, meyve de i imi, sebze de i imi ve ekmek, tahıl ve ni a ta de i imi gibi. Ayrıca bazı gıdalar serbest olarak isimlendirilmektedir. De i im kelimesi bir listede miktarı ile birlikte yer alan bir gıdanın aynı listenin di er bir yerinde miktarı belirtilen di er gıda ile de i tirilebilece ini yansıtmaktadır. Alınan besin veya kalori içeri inde 23 de i iklik yapılmak istenirse alınan gıda di er bir de i im listesindeki gıda ile de i tirilebilir. Hazırlanan diyet listesinde total kalori miktarı ö ünlere da ıtılır. nsülin kullanan hastalarda, hipoglisemiden kaçınmak amacıyla ö ünlerin da ıtılması önem kazanmaktadır. Tipik bir örnek total kalorinin % 20’sini sabah, % 35’ini ö le yeme i, % 30’unu ak am yeme i ve % 15 ini gece yatmadan önce vermektir. Sıklıkla sabah ile ö le arası veya ö le ile ak am arası ve gece yatmadan önce birer ara ö ün gerekli olabilir. Çok sayıda enjeksiyon veya insülin pompası ile sıkı kontrol uygulaması yapılan hastalarda daha sık aralıklarla beslenme önerilebilir. Böylece enerji alınımının % 20’si kahvaltı ve ö le yeme inde, % 30’u ak am yeme inde ve geri kalan % 30’u hastanın gün boyu plazma glukoz de erlerine göre ö le, ak am ve gece ara yemeklerine da ıtılmalıdır. Egzersiz diabetes melitus tedavisinin önemli bir basama ını olu turmaktadır. Glukoz intoleransı, kan basıncı kontrolü, a ırlık kontrolü, lipid profili ve kardiyovasküler status üzerinde yararlı etkileri bulunabilir. Proliferatif retinopatili hastalarda, özellikle yo un egzersizden sonra ciddi bir kanama hatta retina dekolmanı riski vardır. Diabetik hastaların fonksiyonel durumu, sa lık gereksinimi ve medikal durumlarına göre egzersizin tipi, ciddiyeti (maksimal kalb hızının % 70’ine varan), süresi (en az 30 dakika) ve sıklı ı (haftada 3-5 gün) belirlenmelidir. Hastalar egzersiz öncesi kan glukozu düzeylerini ölçmelidir. nsülin veya sülfonilürea kullanan hastalarda egzersiz esnasında veya sonra hipoglisemi geli me riski yüksektir. Egzersize ba landı ında kan glukozunun hastaya göre de i mekle birlikte, 100–180 mg/dL arasında olması önerilebilir. Bu nedenle egzersiz uygulayan 24 hastaların diyetinde ayarlamalar yapılmalıdır. Tüm hastalara ilave aktivite veya egzersiz planlandı ı zaman insülin dozlarının azaltılması gerekti i ö ütlenmelidir. Aerobik ve "calisthenic" (vücut esteti i sa layıcı) tür egzersizler diabetik hastalar için daha uygundur. nsülin tip 1 diabetes mellituslu hastaların tümünde ve bazı tip 2 diabetes mellitus hastalarında kullanılmaktadır. nsülin enjeksiyonları ile tedavi edilen hastalarda fizyolojik insülin cevapları taklit edilemez. nsülin preparatları 1980’lerin ortalarına kadar domuz ve sı ır gibi hayvanların pankreaslarından ekstrakte edilmi insülinlerdi. Günümüzde insülin preparatları sentetik yollardan ticari olarak E.coli ve çe itli mantar kültürlerinde rekombinan DNA teknolojisi ile elde edilmektedir. laç piyasasında etki süreleri farklı çe itli insülin preparatları bulunmaktadır: (1) Erken etkili insülin anologları yemekten 10–20 dakika önce verilirler. Yemek sonrası glukoz oynamalarının daha az oldu u ileri sürülmektedir. (a) nsülin anologu lispro, rekombinan DNA yöntemiyle elde edilir ve B zincirinin 28. pozisyonunda lizin, 29. pozisyonunda prolin mevcuttur. Etki, kristalize insüline göre daha erken ba lar ve daha kısa sürer. Enjeksiyonlar, yemekten hemen önce yapılır. (b) Bir di er insülin anologu olan aspart insülin, regüler insüline göre iki misli hızla emilir ve kandaki düzeyler de regülar insülinden iki misli yüksektir. (2) Çabuk etkili. Yemekten 30–60 dakika önce verilirler. (a) Regular (kristalize, solubl veya modifiye edilmemi ) insülinin etkisi erken ba lar ve kısa sürer. Damariçi, kas içi ve cilt altı yollarından verilebilir. Intravenöz verildi i zaman etkisi hemen ba lar. 25 (b) Semi-lente insülin, asetat tamponunda insülin ve çinko içeren kısa etkili preparattır. (3) Orta etkili. (a) NPH insülin, izofan insülin olarak da isimlendirilmektedir. nsülin ve protaminin e it miktarlarda (izofan), nötral pH’da ve az miktarlarda çinko ve fenol ile karı tırılmasıyla elde edilir. Protamin katılması emilimin gecikmesini sa lar. (b) Lente insülin. Lente insülinler, insülinin asetat tamponunda ve fizyolojik pH’da karı tırılması ile elde edilir. ki tipi mevcuttur: kristalize ve amorf. Amorf olanı hızla emilir ve çabuk etkili insülin olarak etki eder. Yukarıda bahsedilen semilente insülini olu turur. Daha güç çözünen kristalize form ise uzun etkilidir ve ultralente insülin olarak bilinmektedir. Orta etkili lente insülin ise, kabaca % 30 amorf ve % 70 kristalize formdan olu maktadır. Etki özellikleri di er orta etkili insülin olan NPH ya benzemektedir. (c) nsülin lispro protamin (neutral protamin lispro). Kısa etkili insülin olan lispro insülini yava salınımlı orta etkili insülin haline getirebilmek için protamin ile kristalize hale sokulur. Kısa ve orta etkili insülin preparatlarının beraber kullanılması istendi i zaman kısa etkili lispro insülinler, orta etkili NPH yerine, orta etkili NPL insülinler ile karı tırılmalıdır. (4) Uzun etkili. (a) Ultralente insülin, lente insülinler arasında çözünmesi daha güç olan kristalize formdan olu maktadır. Etkisi geç ba lar ve uzun sürer. (b) Glargine insülin de insülin anologudur. Etkisi 24 saat sürer. Belirli Escherichia coli (K12) u ları tarafından üretilmektedir. A21 pozisyonundaki 26 asparagine yerine glycine geçmi ve B zincirinin C terminaline iki arginin ilave olmu tur. Di er insülin tipleri ile karı tırılmamaktadır (5) kili etkili Çe itli endikasyonlarda çabuk ve uzun etkili insülinlerin birlikte kullanılması gerekebilir. Hızlı ve orta etkili karı ım hazırlanırken, regular insülin, NPH ile ve semilente insülin ise lente insülin ile karı tırılmalıdır. Aynı ırınga içinde ikisinin de etki özellikleri devam eder (bir hafta kadar sürebilir). Regular insülin, lente ve ultralente insülin ile aynı ırınga içinde karı tırılıp beklenirse, 2–10 dakika içinde regüler insülinin ani etkisi kaybolabilir. Çabuk etkili preparatlar diabetik acillerde, çok sayıda cilt altı enjeksiyon ve devamlı cilt altı insülin infüzyonu protokollerinde; orta etkili preparatlar ise klasik tedavi yöntemlerinde ve çok sayıda cilt altı enjeksiyon protokollerinde ve uzun etkili insülinler ise hemen hemen sadece üç enjeksiyonlu cilt altı enjeksiyon protokollerinde kullanılmaktadır. Regular (kristalize, solubl veya modifiye edilmemi ) insülinin etkisi erken ba lar ve kısa sürer. Damariçi, kas içi ve cilt altı yollarından verilebilir. ntravenöz verildi i zaman etkisi hemen ba lar. nsülin anolo u lispro’nun etkisi kristalize insüline göre daha erken ba lar ve daha kısa sürer. Bu nedenle, yemekten hemen önce enjeksiyonlar yapılır. NPH insülin ve di er orta ve uzun etkili insülinler sadece cilt altı injeksiyonlarında kullanılır. Çe itli endikasyonlarda çabuk ve uzun etkili insülinlerin birlikte kullanılması gerekebilir. Çabuk ve orta etkili karı ım hazırlanırken, regular insülin NPH ile ve semilente insülin lente insülin ile karı tırılmalıdır. Bu ekilde aynı ırınga içinde 27 ikisinin de etki özellikleri devam eder. Bu özellik bir hafta kadar bile sürebilir. Buna kar ılık regular insülin, lente ve ultralente insülin ile aynı ırınga içinde karı tırıldı ı zaman beklenirse, 2–10 dakika içinde regüler insülinin ani etkisi kaybolabilir. Günümüzde ticari olarak hazırlanmı ve çe itli oranlarda regular ve NPH insülin içeren karı ım preparatları ilaç piyasasında bulunmaktadır. nsülin verilmesinde tek bir standart plan mevcut de ildir. Tedavi planı hekimden hekime ve hekimler için de hastadan hastaya de i ir. Üç ayrı tip tedavi rejimi kullanılmaktadır: klasik, çok sayıda cilt altı enjeksiyon ve devamlı cilt altı insülin enfüzyonu. Çok sayıda cilt altı enjeksiyon ve devamlı cilt altı insülin enfüzyonu, komplikasyonlara kar ı korumak amacıyla planlanan yo un tedavi programlarında kullanılmaktadır. Klasik insülin tedavisinde orta etkili bir insülinin, küçük miktarlarda çabuk etkili (kristalize) insülin ile veya tek ba ına günde bir veya iki defa yapılmasından olu maktadır. Günlük insülin gereksinimi 0.25–0.75 ünite/kg/gün (ortalama 0.55 ünite/kg/gün) arasında de i im göstermektedir. Normal a ırlıklı yeti kinlerde 15–20 ünite/gün, i man hastalarda ise insülin direncinden dolayı, 25–30 ünite /gün dozu tercih edilir. Dozu de i tirmeden önce bir kaç gün aynı doz ile gidilmesi tercih edilir. De i imler, her adımda 5 veya 10 üniteden fazla yapılmaz. Sadece, pankreas insülin salgılama kapasitesi nisbeten devam eden hastalarda günde tek doz insülin enjeksiyonu ile uygun bir kontrolün sa lanması olasıdır. Kötü kontrol edilen hastalarda birden fazla enjeksiyon uygulanmalıdır. Günlük total dozun yakla ık olarak 2/3 ü kahvaltıdan önce yapılır ve geri kalanı ak am yeme inden önce verilir. Günlük insülin gereksinmesi 50– 60 ünite/gün dozuna yakla ırsa, hemen hemen daima çift doz rejimi uygulanmaktadır. 28 Bazı hekimler, ba langıç tedavisinde bile orta etkili insülinlere regülar insülin ilave eder. Böylece, tek doz rejimleri, tek ba ına 25 ünite orta etkili insülin yerine 20 ünite orta etkili ve 5 ünite regülar insülin ile ba layabilir. ki doz insülin enjeksiyonu tedavisindeki hastaların büyük bir kısmı, orta ve çabuk etkili insülin karı ımı ile tedavi edilir, yani, 25 ünite NPH + 10 ünite çabuk ekili insülin kahvaltıdan önce ve 10 ünite NPH + 5 ünite çabuk etkili insülin ak am yeme inden önce yapılır. Kontrol problemleri olan hastalar hastaneye yatırılıp, kan glukoz düzeyi ayarlanmalıdır. Çok sayıda cilt altı insülin enjeksiyonunun en sık uygulanan ekli ise ak amları orta veya uzun etkili insülin enjeksiyonu ile birlikte her yemekten önce küçük miktarlarda çabuk etkili insülin yapılmasıdır. Doz ayarlaması glukoz düzeylerine göre belirlenir. Çok sayıda cilt altı insülin enjeksiyonu, plazma glukoz düzeylerinin kontrol edilmesinde etkilidir ve devamlı cilt altı insülin enfüzyonu kadar ba arılı olabilir. Devamlı cilt altı insülin enfüzyonunda insülin infüzyon pompası kullanılmaktadır. Bu pompa karın duvarına yerle tirilir ve ince bir kelebek i ne (27 gauge) ile çabuk etkili insülin karın cildi altına verilir. nsülin gün boyunca bazal bir tempo ile verilir, ayrıca hastalar gereksinimlere göre yemeklerden önce boluslar halinde ilave dozlar yaparlar. Doz ayarlamaları, kapiller kan glukozu ölçümlerine dayanarak, çok sayıda cilt altı infüzyon tekni i gibi yapılmaktadır. Günlük total dozun % 40’ı bazal tempo için harcanır. Dozun geri kalanı yemek öncesi boluslar eklinde verilir. Devamlı cilt altı insülin enfüzyonu, klasik insülin tedavisine göre daha iyi bir kontrol sa lamaktadır. Hipoglisemi, özellikle kan glukozu düzeyi 100 mg/dL nin altında tutulmaya çalı ılan hastalarda geceleri problem yaratabilir. Pompa kullanan hastalar arasında açıklanamayan ölüm olayları bildirilmi tir. Devamlı cilt altı insülin 29 enfüzyonu hastalarında ayrıca diabetik ketoasidoz sıklı ı artmı bulunmaktadır. Pompa kullanımı tecrübeli hekimlerin kontrolü altındaki disiplinli ve motive hastalara saklanmalıdır. ORAL ANT D ABET K LAÇLAR Diabetes mellitus tedavisinde çe itli oral ilaçlar kullanılmaktadır: Sülfonilürealar, biguanidler, alfa-glukosidaz inhibitörleri, tiyazolidinedionlar ve meglitinid grubu gibi. Sülfonilürea grubu oral antidiabetik ilaçlar etkilerini Kir6.2/SUR reseptörleri ile göstermektedir. Bu reseptörler ATP’ye ba ımlı potasyum kanalları (ATP-sensitive K+ kanalları, K+ATP kanalları) olarak da bilinmektedir. Her kanal santral bir açıklık olu turan dört Kir6.2 proteini ve bunu çevreleyen dört sülfonilüreaya hassas bölgeden olu mu tur. Kir6.2 proteinleri K+ iyonunun transportunda, SUR subünitesi ise kanal aktivitesinin düzenlenmesinde yer almaktadır. Üç tip sülfonilürea reseptörü mevcuttur. Bunlardan SUR1 reseptörleri ba lıca pankreas beta hücresi membranında, SUR2A reseptörleri kalpte, SUR2B reseptörleri ise damarlarda eksprese edilmektedir. Sülfonilürealar reseptöre ba lanınca, beta hücresi membran potansiyelini kontrol eden ATP kanalları kapanır (açılması inhibe edilir). Kanallar kapanınca hücrede depolarizasyon meydana gelir ve kalsiyum kanalları açılır. Kalsiyum hücre içine girer ve beta hücresinden insülin salınmasına neden olur. Sülfonilürea grubu ilaçlar sulfonilürea veya benzamido kökleri içerir. SUR1 reseptörleri üzerinde her ikisi için de yapı ma yeri vardır. SUR2A ve SUR2B reseptörlerinde ise sadece benzamino kökü için yapı ma yeri bulunmaktadır. Gliklazid sadece sülfonilürea kökü içerir. Glimepiridde ise her iki kök de vardır. 30 SUR1 reseptörlerine ba lanma özelliklerine göre sulfonilüreaların etkileri farklılık gösterir. Yüksek affinite gösterenler daha dü ük dozlarda etkilidir ve reversibl ba lananlarda ise hipoglisemi riski dü üktür. Gliklazid, glimepirid’e göre daha yüksek affinite gösterir. Gliklazid, tolbutamid ve meglitidinler reversibl ba lanma göstermektedir. Sülfonilüreaların reseptörlere etkisi oldukça farklıdır. Tolbutamid ve gliklazid, sadece sülfonilürea kökü içerir ve beta hücre reseptörleri (Kir6.2/SUR1) üzerine etki eder. Kardiyak ve vasküler reseptörler üzerine etki göstermez. Buna kar ılık, hem sülfonilürea hem de benzamido gruplarını içeren glibenklamid ve glimepiride, hem beta hücresi SUR1 reseptörleri ve hem de myokard ve damar hücresi Kir6.2/SUR2A reseptörlerine kar ı yüksek affinite göstermektedir. Kalpteki SUR2A ve damar cidarında bulunan SUR2B reseptörlerine yapı an sülfonilürealar potasyuma ba ımlı ATP kanallarının kapanmasına ve hücre içine kalsiyum girmesine yol açar. Hücre içine giren kalsiyum kalpte myositlerin kasılmasına ve damarda konstriksiyona neden olur. Böylece kalb koruyucu myosit inhibisyonunun ve damar koruyucu damar dilatasyonunun engellenmi olur. Myokard ve koroner dola ımın hasardan korunmasını önler ve myokard iskemisine neden olur. Bu nedenle, sadece beta hücresi üzerine etki eden tolbutamid ve gliklazid gibi türevler iskemi durumlarında kalp ve damar cidarı hasarlarını artırmaz. Pankreasta ayrıca iki türlü K+ hassas ATP kanalı bulundu u ileri sürülmektedir. Bunlardan bir tanesi klasik sülfonilürea grubunun etki etti i gecikmi ve uzamı etkili kanallar, di eri ise meglitinid türevlerinin yapı tı ı hızlı ve çabuk etkili kanallardır. 31 Sülfonilürealar pankreas beta hücrelerinden insülin salınmasını arttırarak etki göstermektedirler. Yukarda belirtildi i gibi sülfonilüreaların reseptöre ba lanması, beta hücresi membran potansiyelini kontrol eden ATP kanallarının kapanmasına, depolarizasyona, kalsiyumun hücre içine giri ine ve insülin salınmasına neden olmaktadır. Sülfonilüreaların pankreas dı ı etkileri de vardır. Bunlar arasında, insülin reseptörlerinin sayısını arttırmaları ve artmı insülin ba lanmasından ba ımsız olarak insüline ba ımlı glukoz transportunu arttırmaları sayılabilir. Pankreas dı ı etkiler olsa bile fazla önemli bulunmamaktadır. Sülfonilürealar birinci ve ikinci jenerasyon olmak üzere sınıflandırılır. Birinci jenerasyon ürünleri arasında klorpropamid, tolozamid, tolbutamid ve asetoheksamid sayılabilir. Klorpropamidin etkisi uzundur ve renal tubulusların antidiüretik hormona kar ı duyarlılı ını artırmaktadır. Bu nedenle parsiyel diabetes insipidusu olan bazı hastalarda kullanılabilir, fakat diabetes mellituslu hastalarda su tutulmasına ve kalp yetmezli ine neden olabilir. Ciddi hipoglisemilere de yol açabilir. Birinci jenerasyon ürünleri artık ülkemizde ilaç piyasasından çekilmi gibidir. kinci jenerasyon ürünler arasında yer alan gliburid (glibenklamid), glibornurid, gliklazid, glipizid ve glimepirid gibi ilaçlar daha küçük miktarlarda etkilidir. kinci jenerasyon ilaçlar daha potenttir ve yarı ömürleri daha uzundur. Bunlar ba lıca karaci erde metabolize ve inaktive edilirler. kinci jenerasyon ilaçlar, proteinlere noniyonik olarak ba lanır. Bu nedenle ilaç kar ılıklı etkile imi fazla görülmez. Karaci erde metabolize olduklarından hafif böbrek yetmezli i bulunan hastalarda güvenli bir ekilde kullanılabilir. Glibenklamid pankreasta en çok biriken sülfonilüreadır. Bu nedenle en potent ilaçlardan birini olu turur. Glimepirid ise çok 32 küçük dozlarda etkilidir. Etkisi hızlı ba lar ve uzun sürelidir. Bu nedenle günde tek doz halinde verilebilir. Hipoglisemi riski en dü ük ilaçlardan biridir. Gliklazid, sekonder yetersizli in en az geli ti i ilaçlardan biridir. Diabetes mellitusun vasküler komplikasyonları üzerinde do rudan iyile tirici etkisi oldu u ileri sürülmektedir. Trombosit agregasyonunu engeller ve serbest radikalleri temizleyici özellikler gösterir. Sülfonilürea tedavisinde küçük dozlardan ba lanarak doz yükseltilmelidir. Günde tek veya iki doz halinde verilebilir. Sülfonilürealara cevapta hem primer hem de sekonder yetersizlik görülebilir. Hastaların % 10–20’sinde primer cevapsızlık mevcuttur. Yani ilaca ba langıç anında bile cevap vermezler. lave olarak her sene hastaların % 5–10’unda sekonder cevapsızlık geli ir; yani önce ilaca cevap verildi i halde sonraları bu cevap kaybolur. Böyle hastalarda insülin tedavisine geçilmelidir. Meglitinidler kısa (çok kısa) veya erken etkili insülinotropik ajanlar olarak ta bilinir (glukoza duyarlı insülinotropik ajanlar). Sülfonilürea grubundan de ildir. Fenilalanin deriveleridir. Sülfonilürealardan çok daha erken ekilde pankreastan insülin salınmasını uyarır. Yine sülfonilürealardan farklı olarak, pankreasta hızlı ve çabuk etkili K+ hassas ATP kanalı üzerinden etki göstermektedir. Bu gruptan repaglinid, karbamoilmetil benzoik asit derivesidir. Nateglinid ise bir fenilalanin derivesidir. Beta hücreleri üzerindeki K+ ATP kanalları için daha spesifik oldu u ileri sürülmektedir. Etkisi repaglinide göre daha erken ba lar ve daha kısa sürer. Yemeklerle beraber alınır. Daha fizyolojik yemek sonrası insülin düzeyleri sa ladı ı ileri sürülmektedir. Yemek sonrası hipo ve hiperglisemilere daha seyrek rastlanmaktadır. Bilhassa i man tip 2 diabetes mellitus hastalarında seçilmi 33 tedavilerden biri olarak görünmektedir. Nateglinid ile hipoglisemi riski di er sulfonilürealara göre daha dü üktür. Ayrıca, hiperinsülinemi süresi de çok kısadır. Metformin ile kombine olarak kullanılabilir. Biguanide türevi olan metformin, hepatik glukoneogenezi inhibe eder; ayrıca adale ve ya dokusunda da glukoz yıkımını arttırabilir. Diyet ve egzersize cevap vermeyen tip 2 diabetes mellitus hastalarında kullanılabilir. i man hastalarda tek ilaç olarak da verilebilir. Metformin, sülfonilüreaların aksine hipoglisemiye neden olmaz. Seyrek de olsa, fenformin gibi metforminle de laktik asidoz geli ebilir. Bu nedenle, böbrek hastalı ı olanlarda ilaç kullanılmamalıdır. Bulantı, kusma, ishal veya araya giren bir hastalık durumunda ilaç kesilmelidir. Alfa glikozidaz inhibitörü olan akarboz, barsaklarda kompleks karbonhidratların disakkarit ve emilebilen monosakkaritlere parçalanmasından sorumlu olan intestinal alfa-glukozidaz enzimini reversibl olarak inhibe eden bir oligosakkarittir. Barsaklardan emilmedi i için sistemik yan etkisi yoktur. Ba lıca yan etkisi gastrointestinal sistem üzerinedir: gaz hissi, karın a rısı ve ishal gibi. Gastrointestinal semptomlardan kaçınmak amacıyla tedaviye küçük dozlarla ba lamalı ve dozlar tedricen yükseltilmelidir. Thiazolidinedion grubu ilaçlar “Peroksizom proliferasyonunu aktive edici reseptör”-gama (peroxisome proliferator activated receptor-gamma, PPAR) üzerine etki ederler. Bu subsellüler elemanlar en çok ya dokusu ve karaci erde bulunmaktadır. PPAR, çe itli insüline cevaplı genlerin transkripsiyonunu düzenleyen bir nükleer reseptör olarak görev yapar. Thiazolidinedion türevleri bu elemanları uyararak insülin reseptörünün kinaz aktivitesini arttırır. Böylece insülin duyarlılı ında 34 artı meydana getirererek, kan glukoz, serbest ya asit ve trigliserit düzeylerini dü ürür. Etkileri 4–6 hafta kadar sonra ba lar. Bu grup ilaçlar arasında ciglitazone, pioglitazone, englitazone ve troglitazone sayılabilir. Yan etkilere kar ı dikkatli olunmalıdır. Troglitazone ciddi hepatik yan etkilere neden oldu u için ngilterede piyasadan çekilmi tir. Di er yan etkiler arasında kilo alma ve ödem sayılabilir. Yemek öncesi sülfonilürea ve yatmadan önce insülin tedavisi kombinasyonu, sekonder yetersizli i geli en tip 2 hastalarında kan glukozu kontrolünü kolayla tırır ve insülin gereksinimini azaltabilir. Kombine tedavinin tek ilaç tedavisine üstünlü ünü savunmak güçtür. Kombine tedavi ilaç kar ılıklı etkile im ve uzamı hipoglisemi olasılı ını artırmaktadır. NSÜL N TEDAV S SORUNLARI H POGL SEM Hasta uyanık ise hipoglisemi atakları otonomik semptomlar, yani, terleme, sinirlilik, titreme ve açlık hissi eklinde görülür. Uyku esnasındaki hipoglisemide ise semptom görülmez, fakat gece terlemesi, korkulu rüyalar ve sabahları ba a rısı ve rektal ısı dü üklü ü olabilir. Hipoglisemi, insülin-kar ıtı hormonların salınması veya yemek yenilmesi ile düzelmezse, merkez sinir sistemi bulguları ortaya çıkar. Konfüzyon, anormal davranı lar, uur kaybı veya konvülsiyonlar belirir. nsan insülini kullanılmasının hipoglisemi semptomlarını köreltti i ve daha sık hipoglisemiye neden oldu u ileri sürülmektedir. Normalde hipoglisemiye kar ı iki mekanizma geli mektedir: nsülin salınmasının durması ve kar ıt hormonların salınması. Glukagon ba lıca insülin kar ıtı hormondur, 35 epinefrin ve norepinefrin ise yardımcı hormonlar olarak rol oynarlar. Kortizol ve büyüme hormonu akut etki göstermez. Tip 1 DM’lu hastalarda öncelikle hipoglisemiye kar ı glukagon salınma kapasitesi, daha sonra hipoglisemiye kar ı epinefrin ve norepinefrin salınma kapasitesi bozulur. Bazı diabetik hastalar hipogliseminin farkına varamazlar. Bu "hipoglisemi habersizli i" ("hypoglycemia unawareness") olarak isimlendirilmektedir. Sendromun uzun süredir diabetik olan hastalarda sadece otonomik nöropatiden dolayı oldu u dü ünülmekteydi. Ama erken dönemlerdeki bazı hastalarda da görülmesi, di er nedenlerin rol oynadı ını dü ündürmektedir. Olu an bir hipoglisemi ata ının, ertesi gün hipogliseminin tanınmamasına neden oldu u ileri sürülmü tür. Önceki hipoglisemi ata ı, sonraki hipoglisemiye cevabın ortaya çıkması için gerekli glukoz e i ini azaltır. Yani hipogliseminin tanınması için çok dü ük kan glukozu düzeylerinin olu ması gerekir. Otonomik nöropatiye ba lı habersizli in aksine hipoglisemiye ba lı habersizlik hipoglisemiden kaçınılarak düzeltilebilir. Tedavinin daha serbest bırakılması sorunu çözebilir. Uzun süredir diabetik olan bazı hastalarda, hiperglisemi varlı ında veya kan glukozunun yüksek düzeylerden yine normalin üzerindeki düzeylere azalması durumlarında katekolamin salınmasını andıran semptomlar görülmektedir. Kötü kontrol edilen hastaların yüksek düzeylerdeki glukoz de erlerinde bile kar ıt hormonları salgıladı ı görülmektedir. Yani kar ıt hormonların salınması için gerekli glukoz e i i yukarı çekilmi tir. 36 Tedavi altındaki diabetik hastalarda hipoglisemi nedenleri ise bir yeme in atlanması, beklenmeyen a ırı egzersiz yapılması durumlarında veya bilinen hiç bir faktör olmadan geli ebilir. Diabetik nefropati geli mesi insülin gereksiniminin azalmasına yol açar ve ilaç dozları azaltılmazsa, hipoglisemi geli ebilir. Otonom nöropatiye ba lı gastrik parezi mide bo almasını geciktirerek hipoglisemiye neden olabilir. Hipofiz yetersizli inde (insanlarda "Houssay" fenomeni) ve otoimmün sürrenal yetersizli i geli mesinde hipoglisemi görülebilir. Hipoglisemi, yüksek düzeylerdeki dola an insülin antikorları ile birlikte olabilir. Somogyi fenomeni Bazı hastalarda görülen kan glukozu yüksekli i insülin dozlarının arttırılmasına ra men devam eder veya artı gösterir. Böyle hastalardaki hiperglisemi, bir hipoglisemi ata ını takiben, kar ıt-hormonların salınmasına ba lı bir "rebound" olayına ("posthypoglycemic hyperglycemia") dayanmaktadır. Kısa zaman aralıklarında plazma glukoz düzeylerinde büyük oynamalar görülüyorsa, asemptomatik olsa bile bu tablo akla getirilmelidir. nsülin kesilmesinden sonra bile böyle hızlı de i meler gözükmez, aksine 12–24 saatlik bir süre içinde yava bir ekilde hiperglisemi ve ketozis geli ir. Hipergliseminin kötüle mesi, hastanın a ırı acıkma hisi ile birlikte kilo aldı ını ifade etmesi, dozun yüksek tutuldu unu yansıtabilir; çünkü insülin azlı ına ba lı kötü kontrol ozmotik diürez ve glukoz atımına ba lı zayıflama ile birlikte seyreder. Somogyi fenomeninden üphe ediliyorsa, insülin a ırılı ı semptomları olmasa bile, doz deneme-yanılma yöntemi ile azaltılmalıdır. afak fenomeni Bazı hastalarda sabahları görülen hiperglisemi, hipoglisemi sonrası de il, büyüme hormonunun gece yarısı salınma pikine ba lı olarak geli mektedir ("dawn 37 phenomenon"). Sabahleyin 03.00 da kan glukozu tayin edilerek, afak fenomeni hipoglisemi sonrası hiperglisemiden ayırt edilebilir. Bu ikisi arasında ayırım yapmak, tedavi farklılı ı açısından önemlidir. Somogyi fenomeni, insülin dozu azaltılarak önlenebilir; hâlbuki afak fenomeninde insülin dozlarının artırılması veya dozun gece yarısına do ru kaydırılması gerekmektedir. "BRITTLE" D ABETES MELL TUS" Oynak veya kırılgan diabet ("brittle" diabetes), uygun medikal tedaviye ra men kan glukozu düzeylerinde geni oynamalar görülen hastaları tarif etmek için kullanılmaktadır. Böyle hastalarda sık sık ketoasidozis ve hipoglisemi atakları görülmektedir. Çe itli faktörlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmaktadır; bunlar arasında insülin direnci, hastalardaki psikiyatrik ve davranı problemleri, diabetik otonom nöropati (gastroparezi), hekim ile hasta arasındaki ileti im sorunları, Somogyi ve afak fenomenleri sayılabilir. Sebebin bulunmasıyla hastalarda uygun bir tedavi protokolu düzenlenebilir. TEDAV HEDEFLER Diabetes Mellitus tedavisinin hedefleri ise öyle sıralanabilir: Açlık kan ekeri 70-110 mg/dL Tokluk kan ekeri 120-160 mg/dL HbA1C < 6.5 Trigiserit <130 Tansiyon <130/80 mm-Hg drarda protein olmaması 38 D ABET N KRON K KOMPL KASYONLARI Diabetik hastaların büyük bir kısmında zaman içinde çe itli komplikasyonlar geli mektedir. ngilterede yürütülen “United Kingdom Prospective Diabetes Study” (UKPDS) bulguları sıkı glisemik kontrolün mikrovasküler komplikasyon geli me riskini azaltı ını göstermektedir. Diabetes mellitusta, hiperglisemi veya anormal metabolizma ürünleri komplikasyonların geli mesine neden olmakta veya kolayla tırmaktadır. Genetik faktörler de etkili olabilir. Yıllarca kötü kontrol ile seyreden bazı diabetiklerde geç komplikasyonlar görülmemekte, buna ra men bazı diabetiklerde tanı anında veya hatta açlık hiperglisemisi yoklu unda bile tipik diabetik komplikasyonlar bulunabilmektedir. KOMPL KASYONLARIN PATOGENEZ Protein glikasyonu Glikasyon terimi, heksozların proteinlere nonenzimatik, glikozilasyon ise enzimatik ba lanmasını yansıtmaktadır. Nonenzimatik glikasyon hızı kan ekeri düzeyleri ile oranlı bir ekilde geli mektedir. Önceleri kimyasal olarak reverbisl Schiff bazları olu ur. Sonra daha dengeli Amadori ürünlerini olu turacak ekilde yeniden düzenlenirler. Bunların olu ma hızı hipergliseminin derecesi ile ili ki göstermez. Böyle glikasyon ürünlerinden biri olan hemoglobin A1c diabet kontrolünün izlenmesinde kullanılmaktadır. Hemoglobinin a ırı glikasyonu dokulara oksijen sunulmasını bozarak hipoksiye yol açar. Ayrıca reolojik özelliklere etki ederek 39 eritrosit esnekli ini de zedeler. Vücutta çok sayıda protein aynı ekilde etkilenmekte ve fonksiyonları bozulmaktadır. Lipoprotein glikasyonu önemli etkilere yol açmaktadır. Glike "dü ük dansiteli lipoprotein" ("low density lipoprotein", LDL) normal reseptörler tarafından tanınmaz ve plazma yarı-ömrü uzar. Aksine glike "yüksek dansiteli lipoprotein" ("high density lipoprotein", HDL), natif HDL’den daha çabuk yıkılır. Bunun yanısıra glike kollajen, normal kollajene göre LDL’yi 2-3 misli daha fazla ba lar. Böyle de i imler diabetik hastalardaki aterosklerotik nedenlerindendir. Glike kollajen, natif kollajene göre daha az erir ve kollajenezlar ile yıkıma kar ı daha dirençlidir. leri glikasyon son ürünleri Kololajen gibi uzun ömürlü Amadori ürünleri hipergliseminin kontrolü ile gerileme göstermezler. Glike proteinler, bir seri biyo imik reaksiyon sonucu, keza "ileri glikasyon son ürünleri" ("advanced glycation end products", AGE) denilen çarpraz ba lı proteinler olu turur. Bunlar ömür boyu damar duvarı proteinlerinde birikirler. Makrofaj ve endotelyal hücreler üzerinde AGE reseptörleri bulunur. AGE'nin reseptörlerine yapı ması; sitokinler, vasküler adhezyon molekülleri, endotelin–1, tümor nekrozis faktörü ve interlökin–1 sentezine veya salınımına yol açar. Bunlar da parçalayıcı enzimlerin uyarılmasına neden olur. Bu ekilde koagülasyonun ba lamasında rol almaktadırlar. Endotelden türeyen antiproliferatif özellikli nitrik oksidi yıkar, akson büyümesini yava latır ve pro-oksidan bir eki gösterir. Deney hayvanlarında aminoguanidinin AGE olu umunu engelleyerek, retinopati, nefropati ve nöropati geli imini önledi i gösterilmi tir. 40 Sorbitol yolu Burada glukoz, aldoz redüktaz enzimi ile sorbitole, sorbitol de sorbitol dehidrogenaz enzimi ile fruktoza parçalanır. Bu yol normal insanlarda da bulunmakla birlikte sadece hiperglisemi varlı ında çalı maktadır. Bu glukoz alkolleri hücre membranı dı ına rahatça çıkamaz ve hücre içinde birikerek hipertonisiteye neden olurlar. Sorbitol retinopati, nöropati, katarakt, nefropati ve aort hastalı ı patogenezinden sorumlu tutulmaktadır. Deneysel nöropati modellerinde sorbinil, ponalrestat, alrestatin ve tolrestat gibi aldoz redüktaz inhibitörleri ile nöron rejenerasyonunun artması ve segmental demiyelenizasyonun normale dönmesi bu yolun önemini göstermektedir. D ABET K MAKROANJ YOPAT Diabetik makroanjiyopati, yani koroner arter hastalı ı, serebrovasküler hastalık ve periferik vasküler hastalık prevalansı diabetik hastalarda non-diabetik olanlardan 2– 4 misli daha sık görülmektedir. Diabetik makroanjiyopati, diabete spesifik bir hastalık olmaktan çok hızlanmı bir aterosklerozdur. Diabetik hastalarda ateroskleroz genel popülâsyona göre daha sıktır ve daha yaygın bir damar tutulumu gösterir. Bunun yanısıra, daha küçük damarları da tutma e ilimi vardır. Premenopozal diabetik kadınlarda da görülebilmektedir. Diabetik hastalarda lipoproteinlerin nonenzimatik glikasyonu önemli olabilir. Aterosklerotik lezyon, asetil LDL veya çöpçü reseptörlerin de yer aldı ı bir zincirde LDL oksidasyonu ile ba lar görünmektedir. HDL, LDL oksidasyonunu engelleyerek, antiaterojenik özellik göstermektedir. 41 Dü ük testosteron düzeylerinin vücut ya da ılımını etkileyerek kolesterol konsantrasyonunda artı a neden olabilece i bildirilmi tir (1). Testosteron düzeyi HDL ile pozitif; trigliserid ve VLDL ile negatif bir korelasyon oldu unu gösteren çalı malar mevcuttur (18). Orta ya taki erkeklerde yapılan kesitsel ara tırmalarda, serum testosteron düzeyi ile HDL arasında pozitif bir ili ki oldu u gösterilmi tir. Dü ük testosteron düzeyinin aterojenik dislipidemiye e lik etti i görüldü. Bu durum, dü ük testosteron düzeyi ile ateroskleroz arasındaki ili kiyi açıklayabilir. Her ne kadar testosteron düzeyi ile dislipidemi arasında ili ki oldu u gösterilse de, erkeklerde testosteron uygulamasının lipidler üzerinde anlamlı bir etki göstermedi i bildirilmi tir. Testosteron uygulananlarda total kolesterol, trigliserid ve LDL düzeylerinin çok az etkilendi i; ancak, LDL partikül büyüklü ünde önemli azalma meydana geldi i bildirilmi tir (19, 20). Diabetik hastalarda HDL düzeyleri dü ük, LDL düzeyleri ise yüksek bulunmaktadır. Dü ük HDL/LDL oranı aterosklerozu hızlandırır. Arter dı ına ters kolesterol transportunun bozulması ve HDL ile birlikte olan paraoksonaz enziminin antioksidan aktivitesinin azalması, köpük hücre/plak olu umunu kolayla tırır. Potansiyel önemli di er faktörler olasılıkla artmı tromboksan A2 sentezi ve azalmı prostasiklin sentezine ba lı artmı trombosit adhezyonudur. Hiperglisemi, in vitro endotelin-I sentezini artırır ve insan koroner mikrosirkülasyonunda nitrik oksit yapımı azalır. Endotelin, kuvvetli bir vazokonstrüktördür ve vasküler düz kas hücreleri için mitojenik özellik gösterir. Nitrik oksit ise vazodilatördür. Damar düz kas hücreleri için antimitojenik özelik gösterir ve trombosit agregasyonunu inhibe eder. Diabetes, doku faktör düzeylerinin artması ve doku faktör yolu inhibitör tip I eksikli i ile 42 prokoagulan bir durum yaratır. Fibrinoliz bozulmu tur. Periferik lezyonlar claudicatio intermitents, erkeklerde vasküler kökenli impotans nedeni olabilir. Büyük damar lezyonlarının cerrahi olarak tedavisi, küçük damarlarda da yaygın lezyonlar mevcut oldu undan, ba arısız kalabilir. Koroner arter hastalı ı ve inme sıktır. Diabetik hastalarda sessiz miyokard infarktüsü sıktır. Diabetik hastalarda, koroner arterler normal iken ve di er kalp hastalı ı bulguları olmaksızın, kardiyomiyopati geli ebilir. Diabetik hastalarda inme sıklı ı diabetik olmayanlardan iki misli daha sıktır ve bunların büyük bir kısmı iskemik serebral infarktüs sonucu geli mektedir. D ABET K M KROANJ YOPAT Diabetik retinopati Diabetik retinopati en sık görme kaybı nedenidir. Retinopatik lezyonlar iki büyük gruba ayrılır: Basit ("background") ve proliferatif. Basit retinopati diabetik retina tutulumunun erken dönemini yansıtır. Mikroanevrizmalar, nokta eklinde kanamalar, eksüdalar ve retina ödemi görülür. Bu dönemde kapiller permeabilite arttı ından retina içine protein, lipid veya eritrosit sızması görülür. Bunu retina arterlerinin oklüzyonu ve arkasından sakküler veya fusiform anevrizma geli imi takip eder. Arteriyö-venöz antlar da gözükmektedir. Sızıntılar makülada olu ursa, görme keskinli i azalır. Bu tip 2 diabetes mellitus hastalarında en sık görülen görme bozuklu u nedenidir. Hastaların görme keskinli i gözlük ile düzelmiyorsa ve özellikle arka kutup eksüdaları mevcut ise maküler ödemden üphe edilmelidir. Maküler ödemin laser ile tedavisi sonucu görme korunabildi inden erken tanı önemlidir. 43 Diabetik nefropati Terminal dönem böbrek hastalarının yakla ık yarısını diabetik nefropatili hastalar olu turmaktadır. Di er komplikasyonlar gibi nefropati geli imi de hastanın genetik kökenine dayanmaktadır. En yüksek oranlar Pima kızılderililerinde gözükürken, en dü ük düzeyler Avrupalı hastalarda izlenmektedir. Diabetik nefropati seyri kabaca be dönem halinde incelenebilir. Akut böbrek hipertrofisi ve hiperfonksiyonu ilk dönemi temsil eder. Bu dönem 10–15 yıl gibi uzun bir süre seyredebilir. kinci dönemi normoalbüminürik sessiz dönem olu turur. Bu dönemde mikroalbüminüri geçici ve diabetes dı ındaki mekanizmalara ba ımlıdır. Mikroalbüminüri ba lıca, glomerül bazal membranında bulunan anyonik heparansulfat-proteoglikan düzeyinin azalması ile ilgilidir ve 20 µg/min düzeylerinin altındadır (normoalbuminüri). Üçüncü dönem ba langıç halindeki diabetik nefropatidir. Bu dönemde mikroalbüminüri 20–200 µg/min (30–300 mg/gün) kadardır. Normal ki ilerde bu düzey 20 µg/min’dan daha azdır. Mikroalbüminürinin kendisi kardiyovasküler mortalite göstergesi olabilir. Dördüncü dönem klinik diabetik nefropatidir. Protein atımının devamlı olarak günde 200 µg/min (300 mg/gün) den fazla olması takip eden makroproteinürinin habercisidir. Mikroalbüminüri, standart idrar protein çubukları ile belirlenemez. Burada devamlı 550 mg/günden fazla proteinüri izlenir ve bu standart idrar protein çubukları ile saptanabilir. Bu düzey makroproteinüri olarak isimlendirilir. Makroalbüminürik faz ba ladıktan sonra, glomerül filtrasyon oranının ortalama olarak 1 ml/dakika/ay hızıyla dü mesiyle böbrek fonksiyonlarında azalma ba lar. Serum kreatinin düzeyleri ile zaman arasındaki ili kiyi gösteren tablolardan kötüle me hızı belirlenebilir. Be inci dönem üremi dönemidir. 44 Azotemiden önce nefrotik sendrom geli ebilir. Hipertansiyonun eklenmesiyle böbrek hastalı ının ilerlemesi hızlanır. Diabetik nefropati beraber de görülebilen iki ayrı histolojik örnek gösterir: difüz ve nodüler. lki daha sıktır, yaygın mezangiyal kalınla ma ile birlikte glomerül bazal membranında geni lemeden olu ur. Nodüler formda glomerül yuma ının periferinde periyodik asit-Schiff (PAS) ile boyanan büyük birikimler izlenir. Buna "KimmelstielWilson" lezyonu adı verilmektedir. Diabetik glomerülosklerozun en spesifik lezyonları afferent glomerüler arterlerin hiyalinizasyonu ve Kimmelstiel-Wilson nodülleridir. Diabetin böbrek hastalı ının klinik bulguları, histopatoloji ile ili ki göstermez. Diabetik nefropatinin spesifik bir tedavisi yoktur. Hipergliseminin dikkatli kontrolü mikroalbüminüriyi durdurabilir. E er mevcutsa hipertansiyon yo un bir ekilde tedavi edilmelidir. Anjiyotensin konverting enzim inhibitörleri ve anjiotensin reseptör blokörleri diabetik nefropatinin ilerlemesini kan basıncını dü ürücü etkiden ba ımsız bir ekilde yava latmaktadır. Bu ilaçlar hipertansif hastaların yanısıra mikroalbüminürili normotansif hastalarda da etkili olabilir. Dü ük proteinli diyetler yarar sa layabilir. Azotemik faz geli ti i zaman tedavi di er böbrek yetmezliklerinden farklı de ildir. Diabete ba lı böbrek yetmezli inde kronik diyaliz ve böbrek nakli rutin uygulamalar arasına girmi tir. Diabetik nöropati Periferik ve otonomik nöropati, diabetes mellitusun sık görülen komplikasyonlarındandır. Bazı sinirlerde iskemik infarktüs sonucu geli ebilir. Di erlerinde daha önce bahsedilen metabolik ve ozmotik faktörler etkili olabilir. Bazıları akut olarak geli ir. Öyleki bazı tip 2 diabetes mellitus hastaları doktora ilk 45 defa nöropati ile ba vurabilir. Di erleri ise sinsi ve kronik bir seyir gösterebilir. En sık görülen periferik sensoriyel nöropatidir, genellikle bilateral olur. Bulguları arasında uyu ma hissi, ciddi hiperestezi ve a rı sayılabilir. A rı hafif paresteziden, derin, iddetli ve zonklayıcı olana kadar uzanabilir. Fizik muayenede, çorap ve eldiven tarzında hipo- veya hiperesteziler saptanır. Vibrasyon hissi ve kemik veter refleksleri kaybı görülebilir. Proprioseptif liflerin tutulması, yürüyü bozukluklarına ve özellikle ayakta tipik "Charcot" eklemine yol açar. Mononöropati, polinöropatiden daha seyrek olarak görülmektedir. Aniden el bile i, ayak bile i dü mesi veya üç, dört veya altıncı kafa çiftleri paralizisi görülür. Bunlar diabetin ilk bulgusu olabilir. Reküran larengeal sinir gibi di er tek sinir tutulmaları da bildirilmi tir. Radikülopati, bir sensoriyel sendromdur. Gö üs veya batında bir veya daha fazla spinal sinirin da ılım alanında a rı geli ir. iddetli a rı, herpes zoster veya akut batın tablosunu taklit edebilir. Otonom nöropati çe itli ekillerde seyredebilir. Bunlar arasında, ortostatik hipotansiyon, istirahatte sabit ta ikardi, nabız hızında Valsalva manevrasına cevapsızlık, gastroparezi, kabızlık-diare atakları, atonik mesane ve impotans sayılabilir. Gastroparezi, özellikle diabetik kontrolü etkileyen komplikasyonlardan biridir. nsülin kullanan hastalarda, mide bo alma hızı yava oldu u için hipoglisemi geli ebilir. Böylece "oynak diabet" ("brittle diabetes") tablosuna neden olur. Radyolojik veya radyoaktif yöntemler midenin geç bo almasını net bir ekilde gösterebilir. Diabetik hastalarda gastrointestinal sistemin çe itli organlarının tutulması ile çe itli bulgular görülebilir. Özafagus tutulması reflü veya disfaji, mide tutulması bulantı, kusma veya yemek sonrası dolgunluk, ince barsak ve kolon tutulması kabızlık 46 ve özellikle yemek sonrası veya gece görülen ishal, anal sfinkter disfonksiyonu fekal inkontinans ve safra kesesi tutulumu safra ta larına neden olabilir. Diabetik diyare, besinlerin ince barsaklarda duraklaması sonucu olu an "bakteriyel a ırı ço almaya" (“bacterial overgrowth") ba lı olabilir. Nöropatiye ba lı impotans, psikolojik olandan farklı seyreder. Diabetik impotans kalıcı olmasına ra men, psikolojik impotans intermitant bir özellik gösterir. Nöropatik impotans, vasküler impotansdan farklı olarak korpus kavernozum içine yapılan papaverin enjeksiyonuna cevap verir. Erektil disfonksiyon, damar yata ında nitrik oksit olu umu yetersizli i ile beraberdir. Vazoaktif intestinal peptid (VIP) eksikli ide sorumlu tutulmaktadır. Pelvik nöropati, ayrıca ta ma inkontinansına ve retrograt ejekülasyona neden olmaktadır. Ortostatik hipotansiyon ve senkop görülebilir. Otonom nöropati sonucu kalp durması ve ani ölüm olabilir. Kardiyak otonomik nöropati tanısı, Valsalva manevrası veya ayakta durmaya kalp hızı cevabını ölçen klinik testler ile konabilir. Diabetik amiyotrofi üst kol ve pelvik kav ak kaslarında akut a rı ve halsizlik ile ba layan ve ilerleyici kas atrofisi ve zayıflama ile seyreden bir nöropatidir. Paraneoplastik nöropati ile karı abilir. Diabetik nöropati tedavisinde a rı için aspirin, asetoaminofen veya di er nonsteroidal anti-inflamatuvar ajanlar kullanılabilir. Bazı hastalarda kodein yararlı olabilir. Fenitoin bazen etkilidir. Bazı hastalarda amitriptilin ile flufenazin kombinasyonu faydalı olabilir. Önerilen doz yatmadan önce 75 mg amitriptilin ve günde 3 kez 1 mg flufenazin verilmesidir. Diabetik diyare, geni spektrumlu antibiyotikler, difenoksilat ve atropin kombinasyonu veya loperamide tedavisinden 47 yarar görebilir. Ortostatik hipotansiyon, hastaların gece yüksek yastıkta uyuması, aniden aya a kalkmaktan sakınmaları ve kalın, elastik çorap giymeleri ile kontrol altına alınabilir. Bazen, bir mineralokortikoid olan fludrokortizon ile volüm ekspansiyonu gerekebilir. Mesane disfonksiyonu veya paralizisi kronik mesane sondası kullanılmasına yol açabilir. Bazı hastalar bethanechol tedavisinden yarar görebilir. Diabetik Ayak Diabetik hastalarda bazen alt ekstremitelerde, özellikle ayaklarda ülser geli mektedir. Etyolojide diabetik nöropati, vasküler faktörler ve infeksiyonlar rol oynamaktadır. Diabetik nöropatiye ba lı anormal basınç da ılımı olayı ba latan faktör gibi görünmektedir. Olu an yeni basınç noktaları ülserlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Nöropatik ülserli ayaklar ılık ve kurudur. A rı olmaz. Ayak nabızları palpe edilebilir. Genellikle bası bölgelerinde ülser geli ir. skemik ayak ise so uktur ve a rılı olabilir. Nabızlar palpe edilemez ve ülserler bası bölgelerinde yerle mez. Diabetik ayak ülserleri Wagner sınıflaması ile de erlendirilebilir: derece 0: Yüksek riskli hasta, ayakta ülser yok; derece 1: yüzeysel ülser geli mesi; derece 2: tendon, kemik veya mafsala penetre ülser; derece 3: derin abse ve osteomyelit; derece 4: lokalize kangren ve derece 5: büyük ampütasyon gerektiren geni kangren. Dokulara kan akımı azaldı ı için vasküler hastalıklar ülser geli imine katkıda bulunur. Multipl mikroorganizmalar ile infeksiyon sıktır. 48 D ER KOMPL KASYONLAR nfeksiyonlar Diabetes mellitus hastalarında infeksiyonlar, diabetik olmayanlara göre daha sıktır. Deri, üriner sistem, akci er infeksiyonları ve sepsis gibi sık görülen infeksiyonlar dı ında, neredeyse diabetik hastalara özgü infeksiyonlar da mevcuttur. Malign eksternal otitis genellikle pseudomonas aeruginosa'ya ba lı olarak geli ir. Ya lı hastalarda daha sıktır ve kulakta a rı, akıntı, ate ve lökositoz ile karakterizedir. Kulak çevresindeki yumu ak dokular i ve hassastır. Fasyal sinir paralizisi kötü prognostik belirtidir ve böyle hastalarda mortalite oranı % 50 kadardır. Rinoserebral mukormukozis nadir bir mantar infeksiyonudur ve genellikle diabetik ketoasidoz ata ı esnasında veya onu takiben geli mektedir. Sorumlu organizmalar mucor, rhizopus ve absidia grubundandır. Periorbital ve perinazal i lik, a rı, kanlı nazal akıntı ve lakrimasyon artı ı görülür. Nazal mukoza ve altta yatan dokular nekrotiktir. Kraniyal sinir paralizileri, internal jugular ven ve beyin sinüslerinde tromboz geli ebilir. Amfotericin B tedavisi ile birlikte geni debridman yapılmalıdır. Amfizematöz kolesistit diabetik erkeklerde daha sık görülmektedir. Safra kesesi perforasyonu ve mortalite oranı yüksektir. Tanı, ayakta direkt karın grafisinde safra kesesi lojunda gaz görüntüsünün saptanması ile konulmaktadır. Tedavi kolesistektomi ile birlikte geni spektrumlu antibiyotiklerin kullanılmasıdır. Amfizematöz piyelonefrit tanısı böbrek lojunda gaz imajı saptanması ile konulur. Antibiyotik tedavisi etkisizdir, nefrektomi gerekebilir. Mortalitesi yüksektir. 49 Hiperlipidemi Diabetik hastalarda çe itli dislipidemi örnekleri görülmektedir. Diabetik hastalar için tipik örnek VLDL, trigliserit düzeylerinde artı ve HDL kolesterol düzeylerindeki azalmadır. Ayrıca, küçük ve yo un LDL varlı ı, IDL lipoprotein düzeylerinde yükselme ve postprandiyal lipemi gibi özelikler de görülmektedir. Adipositlerdeki hormona duyarlı lipaz enzimi etkisine kar ı direnç sonucu karaci ere serbest ya asidi (FFA) geli i artar. Ayrıca, lipoprotein lipaz enzimi aktivitesindeki azalma VLDL klirensini azaltır. Kontrolsüz hastalarda hem karaci erde VLDL yapımı fazlalı ından hem de periferdeki yıkım azalmasından dolayı VLDL trigliserit düzeylerinde artı geli mektedir. Diabetik hastalarda uzamı postprandiyal lipidemi görülür. Bu, aterojenik bir özelli i yansıtabilir. Diabetik hastalarda VLDL büyük ve trigliseritten zengindir. LDL ve HDL ise küçük ve yo un partiküller halindedir ve trigliseritten zengindir. Bu insülin direnci sonucu geli mektedir. Apo E ve trigliseritten zengin bu partiküller subendotelyal aralıkta protoglikanlar ile reaksiyona girer. Sonra monosit ve makrofajlar tarafından tutulur, köpük hücresi haline dönerek aterosklerotik plak olu umunu ba latır. Bazen ilomikronemi sendromu da geli ebilir. LDL partiküllerine kolesterol ester transfer protein (CETP) aracılı ıyla trigliserit ve fosfolipid transfer protein aracılı ıyla fosfolipidlerin ta ınması trigliseridden zengin küçük yo un LDL partiküllerinin olu masına neden olur. HDL de trigliseritten oldukça zengindir. Bu nedenle karaci erde HDL2 yerine aterosklerozdan daha az koruyucu olan HDL3 haline çevrilir. Böyle glike HDL in reseptörüne yapı ması ve dolayısiyle kolesterol ta ıyıcı yetene i bozulur. HDL nin koruyucu özelli i azalır. 50 Deri lezyonları "Nekrobiozis lipoidika diabetikorum" plak benzeri bir lezyondur. Merkezdeki sarı alan, siyah bir kenar tarafından çevrilidir. Genellikle ayak ön yüzlerinde yerle ir ve ülserle ebilir. Diabetik dermopati ("shin spots") ise genel olarak ayakların ön yüzlerinde yerle ir. Lezyonlar kenarlardan kabuk ba lar ve ortasından ülserle ir. Erken dönemde pigmentasyon belirgin de ildir, fakat lezyonlar iyile tikçe, hiperpigmentasyon ile birlikte, nedbe dokusu geli ir. Di er bir nadir tablo "bullosis diabetikorum"dur. Büller yüzeldir. çerdikleri sıvı berrak veya hemorajik olabilir. Derinin kandida veya dermatofitler ile infestasyonu sıktır ve çe itli sekonder bakteryel infeksiyonlar geli ebilir. Kadınlarda glukozürik dönemler esnasında inatçı vajinal moniliasis geli ebilir. Medikal tedaviye cevap vermesine ra men, glukozüri önlenmezse, nüks görülür. Tip 1 diabetes mellitus hastalarında görülen bir di er bulgu el sırtında görülen sıkı, mumsu deri ile birlikte eklem kontraktürlerinin ("Dupuytren kontraktürleri") bulunmasıdır. Eklem kontraktürleri veya diabetik el sendromu olarak da isimlendirilmektedir. Hastanın el görünümü sklerodermayı andırır. Etyolojide kollajen yapısındaki kar ıt-ba lanmadaki glikasyon sorumlu tutulmaktadır. Diabet kontrolü ile ili ki gösterebilir. 51 Metabolik Sendrom (Senrom X, nsülin Direnci Sendromu) Gerald M. Reaven, 1988 yılında insülinle uyarılmı glukoz uptake'ine direnç, glukoz intoleransı, hiperinsülinemi, artmı VLDL ve azalmı HDL-kolesterol düzeyleri ve hipertansiyondan olu an ve iskemik kalp hastalı ı riskini yükselten bir semptom serisine "syndrome X" adını vermi tir. Bu tablo içinde i manlık veya i manlık tipleri yoktu. Bu tanımlamadan sonra de i ik çalı macılar iskemik kalp hastalı ına yol açan semptomlar serisini geli irerek adeta bir salgına yol açmı lar ve bu ili ki de i ik zamanlarda çe itli yazarlar tarafından de i ik isimler ile belirtilmi tir: Sendrom X tablosu içine sonraları üst vücut i manlı ı eklenerek "syndrome X plus" ; vücut üst yarısı i manlı ı, hipertrigliseridemi, glukoz intoleransı, ve hipertansiyon birlikteli ini kardiyovasküler riski arttırması nedeni ile “deadly quartet” (ölümcül kuartet, mah erin dört atlısı); insülin direnci buzda ının, yüzeyde görünen kısmı olan i manlık, diabetes mellitus, hipertrigliseridemi ve HDL-kolesterol dü üklü ü, hipertansiyon ve ateroskleroz birlikteli i “deadly pentad” (ölümcül be li); yukarda belirtilen diziye kardiyovasküler risk faktörü olarak eritrositoz ve ürik asit yüksekli i eklenmesi “deadly sextet” (öldürücü altılı) olarak isimlendirilmi tir. skemik kalp hastalı ının geli mesinde çok sayıda risk faktörünün yer alması, hastalı ın artık küçük gruplar yerine “deadly orchestra” (ölümcül orkestra) olarak anılmasına neden olmu tur. Yukarda tanımlanan tüm tabloların hepsinde insülin direnci ortak sorumlu olarak yer almaktadır. Çe itli risk faktörleri içinde insülin direnci, bozulmu glikoz toleransı, hipertansiyon, VLDL artı ı, HDL azalması ile birlikte abdominal i manlı ın yanısıra artmı postprandiyal lipemi ve küçük ve yo un LDL partikülleri hâkimiyeti de 52 sayılabilir. Bu tablolar günümüzde artık metabolik sendrom, pluri-metabolik sendrom ve insülin direnci sendromu gibi isimler ile anılmaktadır. i imanlık ve Diabetes Mellitus Tip 1 diabetes mellitus hastaları arasında i manlık nadir görülmektedir ve etyopatogenezinde i manlık önemli bir rol oynamamaktadır. Tip 2 diabetes mellitus hastaları arasında i manlık sık görülmektedir. Tüm diabetiklerin yakla ık olarak % 85’ini tip 2 diabetes mellitus olu turmaktadır ve bunların % 90’ı i mandır. Belirgin i man hastaların % 40–60 inde diabetes mellitus geli mektedir. i man ki ilerde ba lıca iki türlü ya da ılım tipi dikkati çekmektedir. Ya toplanması ya batın bölgesinde abdomen içinde olmaktadır (santral, abdominal, elma tipi veya android tip i manlık) veya gluteus ve femur bölgesinde deri altına toplanmaktadır (gluteofemoral, armut tipi, jinoid tip veya periferik i manlık). Batında biriken ya dokusu çe itli komponentlerden olu maktadır. Bunlardan cilt altı ya dokusu artı ı bir risk yükü ta ımamaktadır. Buna kar ılık omental ve retroperitoneal ya dokuları asıl riskli ya dokusunu olu turmaktadır. daha çok vücudun üst kısmında ya i manlıktan toplanmasının zararlı etkileri oldu u ileri sürülmektedir. Android i manlık "metabolik sendrom" olarak isimlendirilen insülin direnci, hiperinsülinemi, hipertansiyon, diabetes mellitus, trigliserit yüksekli i ve HDLkolesterol dü üklü ü gibi metabolik risk faktörlerinde artı ile birliktedir. Buna kar ılık, jinoid tip i manlıkta böyle kardiyovasküler komplikasyonlarda artı görülmemekte ve daha çok venöz dola ım bozuklukları ve osteoartroz gibi sorunlara rastlanmaktadır. 53 nsülin Allerjisi nsüline allerji, insüline kar ı geli en IgE antikorlarına ba lıdır. Bölgesel ka ıntılar ve ürtiker, yaygın ürtiker veya belirgin anaflaksi geli ebilir. Sistemik reaksiyonlar, genellikle insülin tedavisini bırakan ve arkasından tekrar ba lanan hastalarda görülmektedir. Allerjik reaksiyonlar tedavinin yeniden ba lanmasından hemen sonra tekrarlayabilir. Hafif reaksiyonlar antihistaminiklere cevap verebilir. Problem ciddiyse, desentizasyon i lemleri gereklidir. Hasta desentize edilirken insülin tedavisi kesilmemelidir. Günümüzdeki sentetik insülin preparatları ile allerji önceki hayvan preparatlarından daha seyrek görülmektedir. Gebelik ve Diabetes Mellitus Diabetik hastalarda geli en gebelik hem anne hem de fetus için çe itli problemler çıkarabilmektedir. Diabetik anneler sadece diyet veya insülin ile tedavi edilirler. Oral antidiabetik ilaçların gebelikte kullanılması kontrendikedir. Diabetik kadında geli en gebelik annede hem hipoglisemi hem de ketoasidoz risklerini artırır, ayrıca tedavide kullanılan insülin dozlarında da artı görülür. Fetus için de çe itli riskler mevcuttur. Gebeli in ilk haftası içinde kötü regülâsyon hem spontan abortus hem de malformasyon riskinde artı a neden olmaktadır. Malformasyon riskindeki artı tan korunmak için hastalar hamile kalmadan önce, yo un bir tedavi ile iyi bir kan glukozu regülâsyonu sa lanmalıdır. Gebelik ilerledikçe kötü regüle hastalarda polihidroamnios ve dolayısiyle prematür do um riski artmaktadır. Üçüncü trimesterdeki kötü regülâsyon fetal distress ve ölü do umlara yol açabilir. Kötü regülasyona ba lı fetal makrozomi (fetus a ırlı ının 90. persantilden fazla olması), vajinal do um travması riskini ve seksiyo olasılı ını arttırır. Vasküler hastalık bulunan annelerin fetuslarında 54 intrauterin geli me gerili i görülebilir. Gestasyonel diabet diyet uygulaması ile tedavi edilebilir: 25–35 kcal/kg/ideal a ılık, % 40–55 karbonhidrat, % 20 protein ve % 25–40 ya . Kaloriler üç ana ve üç ara ö üne da ıtılmalıdır. Yemekten sonraki 1. saat kan glukozu 130 veya 2. saat de eri 105 mg/dL in üzerinde ise insülin tedavisine geçilmelidir. Oral antidiabetik ilaç kullanan tip 2 diabetik kadın hastalar hamile kalmak istiyorlarsa, ilaç kesilip insülin tedavisine ba lanır. Tip 1 diabetik hastalarda ise hamilelikten önce yo un bir insülin tedavisine geçilmelidir. Açlık glukoz düzeyi 60– 100 mg/dL, yemekten sonraki 1. saat de erleri ise 100–140 mg/dL civarında tutulmalıdır. Ya lılık ve Diabetes Mellitus Ya ları 65’in üzerinde olan ki iler ya lı nüfus olarak kabul edilmektedir. Ya lılarda diabetes mellitus sıklı ı, seyri, komplikasyonları ve tedavisi di er popülâsyondan farklılık göstermektedir. Diabetes mellitus sıklı ı ya ile artı göstermektedir ve ya lı diyabetiklerin büyük ço unlu u tip 2 diabetes mellitus hastasıdır. Tedavi olanaklarının geli mesiyle tip 1 diabetes mellitus hastaları da ya lılık dönemine eri ebilmektedir. Ayrıca, yetmi ya ın üzerinde diabetes mellitus ba layan hastaların % 10 unun tip 1 diabetes mellitus oldu u ileri sürülmektedir. Ya lılarda diabetes mellitus görülme sıklı ı % 20 olarak kabul edilebilir. Ya lılarda diabetin klasik semptomları olan poliüri, polidipsi ve polifaji yerine i tahsızlık, zayıflama, inkontinans ve uyku düzensizlikleri ön plandadır. Bazı hastalar ise aksine diabetin kronik komplikasyonları ile ba vurabilirler. Görme kaybı ile gelenler sıktır. Susuzluk hissinin kaybolması poliüri ve polidipsinin kaybına ve 55 sonuçta hiperozmolar komanın geli mesine neden olabilir. Bu nedenle atipik yakınmaları bulunan ya lı hastalarda mutlaka açlık kan glukoz düzeyleri gözden geçirilmelidir. Ya lı diabetiklerde tedavi de farklı özellikler göstermektedir. Ya lı hastaların genellikle yalnız veya bakımevlerinde ya amaları ve di sorunları diyet tedavisinde sorunlara yol açabilir. Ya lı hastalarda etkili bir egzersiz tedavisi uygulanması güçtür. Tedavide hipoglisemi geli mesi dikkatle takip edilmelidir. Hipoglisemi ya lılarda önemli bir mortalite nedeni olabilmektedir. Bu nedenle enerjik ve yo un tedavilerden kaçınmalı ve potent oral antidiabetik ilaçlar yerine daha hafif ve kısa etkili olanlar tercih edilmelidir. Ya lıların çe itli de er hastalıkları nedeniyle çok sayıda ilaç kullanması yan etkileri artırabilir. Birlikteki karaci er ve böbrek hastalıkları nedeniyle ilaç dozları dikkatli bir ekilde ayarlanmalıdır. KARD YOVASKÜLER R SK FAKTÖRLER Kardiyovasküler risk föktörlerini öyle sıralayabiliriz. 1. Sigara kullanımı 2. Hipertansiyon 3. Dislipidemi 4. Metabolik sendrom - insulin direnci – diabetes mellitus (DM) 5. Hareketsiz ya am ve obezite 6. Psikososyal stres – depresyon 7. Yeni risk faktörleri • Reaktif protein (CRP) • Homosistein • Fibrinojen • Lipoprotein (a) 56 Bu risk faktörlerini kısaca gözden geçirirsek Sigara kullanımı Halen koroner arter hastalı ı için düzeltilebilen en önemli risk faktörüdür. Ülkemizde yapılan bir çalı mada (TÜMAR) miyokard infarkyüsü geçiren erkeklerin % 55’inin sigara içti i saptanmı tır. Sigarayla ili kili ölümlerin % 35-40’ını iskemik kalp hastalıkları olu turur. Sigara içmeyen insanların pasif olarak sigara, puro, pipo dumanını soluması da koroner arter hastalı ı riskini arttırmaktadır. Sigara dumanına pasif olarak maruz kalmak bile koroner dola ımda endotel disfonksiyonuna neden olmaktadır. Tüm dünyada yakla ık 1 milyar insan sigara kullanmaktadır ve yakla ık 1,5 milyar insanın sigaraya ba lı komplikasyonlar nedeniyle ölece i tahmin edilmektedir. Sigara özellikle geli mekte olan ülkelerde çok yaygındır. Türkiye’de 17 milyon ki inin sigara içti i, yılda 100 bine yakın insanımızın sigaraya ba lı nedenlerden öldü ü bilinmektedir. Son 50 yıldır yapılan çalı maların sonucuna göre, günde 20 ve daha fazla sigara içen insanlarda içmeyenlere göre koroner arter hastalı ının 2–3 kat arttı ı gösterilmi tir. Günde 1–4 adet sigara içen insanlarda bile koroner risk artmı tır. Sigara kullanımı aynı zamanda ani ölüm, aortik anevrizma olu umu, periferik damar hastalı ı ve iskemik inme riskini artırır. Son çalı malar, sigara kullanımının hemorajik inme riskini de artırdı ını göstermi tir. Sigara kullanan hastalarda kardiyovasküler hastalık (KVH) komplikasyonları daha genç ya larda görülür. Sigaranın bırakılması, koruyucu kardiyolojideki en önemli giri imdir ve öncelikli hedef olmalıdır. Sigarayı bırakan bireylerde, bırakmayanlara göre kalp ve damar hastalı ına ba lı mortalite % 36 oranında azalır. 57 Hipertansiyon Hipertansiyon (HT), yakınma olu turmayan bir risk faktörüdür ve prevalansı gittikçe artmaktadır. Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derne i’nin 2004 yılında yaptı ı çalı mada, ülkemizde HT prevalansı % 31.8 bulunmu tur. Çalı malar devam ettikçe, sistolik basınç ve nabız basıncı yüksekli inin, daha önce bilinenin aksine, KVH riskini diyastolik kan basıncı yüksekli inden daha fazla artırdı ı görülmü tür. Sistolik hipertansiyon total kalp ve damar mortalite ve iskemik inmeyi artırır. Framingham çalı masında, “hipertansiyon geli mesine aday - yüksek normal” düzeyde kan basıncı yüksekliklerinin bile KVH riskini iki kat artırdı ı gösterilmi tir. Kan basıncı düzeylerindeki 4-5 mmHg gibi minimal azalmalar bile inme, vasküler mortalite, konjestif kalp yetmezli i ve total koroner arter hastalı ı oranlarında klinik olarak anlamlı azalmalar sa lamı tır. Sistolik kan basıncının 20 mmHg ve diyastolik kan basıncının 11 mmHg dü ürülmesi inme riskinde % 63 ve koroner arter hastalı ı riskinde % 46 azalma sa lar. Dislipidemi Kolesterol ile ateroskleroz arasında ili ki iyi bilinmektedir. Son yirmi yılda yapılan birçok çalı mada kolesterol dü ürücü giri imlerin kardiyovasküler mortalite ve morbiditeyi azalttı ı gösterilmi tir. Özellikle HMG Co-A Redüktaz inhibitörlerinin bulunması ile LDL kolesterol düzeylerini % 20–60 oranında azaltmak mümkündür. Daha önceden M sonrası hastalarda yapılan çalı malarda olumlu sonuçlar alınırken son zamanlarda koroner arter hastalı ı oldu u kesin olmayan ve kolesterol düzeyleri çok yüksek olmayan hastalarda bile HMG Co-A Redüktaz nhibitörleri ile kolesterol düzeyinin dü ürülmesinin 5 yıllık bir izlem süresi içerisinde koroner olayları 1/3 58 oranında azalttı ı bildirilmi tir. Son zamanlarda yapılan bazı çalı malar kolesterol düzeylerinin ciddi olarak dü ürülmesinin ılımlı dü ürmeye göre daha yararlı oldu unu göstermi tir. Olayın genç ya larda ba laması nedeniyle, bu hastalarda erken ya ta ya am tarzı de i ikli i uygulaması önemlidir. Bu grupta ilaç tedavisi maliyet etkinlik bakımından uygun olmaması nedeniyle, ya am biçimi de i ikliklerine öncelik verilmelidir. HDL-kolesterol düzeyi dü üklü ünün de hiperkolesterolemiden ba ımsız olarak risk faktörü oldu u bilinmekle birlikte, HDL düzeylerini etkin olarak yükseltecek bir tedavi yöntemi bilinmemektedir. Ülkemizde kolesterol yüksekli i ve HDL dü üklü ünün yanı sıra trigliserid yüksekli inin de koroner arter hastalı ı olu umuna katkısının bulundu u çe itli çalı malarla ortaya koyulmu tur. Bu durumun ülkemizde özellikle 40 ya üstü kadınlarda daha da önem kazandı ı bilinmektedir. Metabolik sendrom - insulin direnci – diabetes mellitus Ateroskleroz ve DM geli imi ortak bir enflamatuvar yolak üzerinden gerçekle mektedir. Diabetli hastaların kardiyovasküler atak geçirme riski diyabetik olmayanlara göre 5 kat artmı tır. Diabetik hastalardaki ölümlerin yakla ık 3/4’ü koroner arter hastalı ı sonucunda olmaktadır. Diabetik hastaların majör arterlerinde ve mikrovasküler dola ımında ateroskleroz geli imi artmı tır. Bunun ötesinde, kalp ve damar hastalık riskinin klinik diabet ortaya çıkmadan çok önce arttı ı gösterilmi tir. Diabet te his edilmeden önce kalp ve damar olayı geçirme riski 3 kat artmı tır. Benzer biçimde, metabolik sendrom ve insulin direnci de majör KVH risk faktörlerinden biridir. Diabetik hastalarda koroner olayların çok sık görülmesi ve bu hastaların lezyonlarının yaygınlı ı nedeniyle, DM artık kanıtlanmı koroner arter hastalı ına e it 59 derecede riskli kabul edilmektedir. Diabetik hastalarda mikroalbuminüri derecesinde nefropati bulunması risk oranını daha fazla artırır. Diabetik hastalarda inme ve periferik damar hastalı ı görülme sıklıkları da anlamlı derecede artmı tır. Hareketsiz ya am ve obezite Düzenli egzersiz miyokardın oksijen gereksinimini azaltır ve egzersiz kapasitesini artırır. Egzersiz ya lanmayı engelleyerek, DM insidansı ve kan basıncını dü ürerek vasküler enflamasyon ve dislipidemi üzerine olumlu etkiler göstererek kalbi korur. Egzersizin kalbi koruyucu etkileri; ya lanmayı, diabet insidansını, kan basıncını azaltması; vasküler enflamasyon ve dislipidemi üzerine olumlu etkiler göstermesidir. Egzersiz ayrıca endotel disfonksiyonunu iyile tirir; insulin duyarlılı ı ve endojen fibrinolizi artırır. Bir meta-analizde düzenli egzersizin hipertansif hastalarda ortalama 5 mmHg’lık sistolik kan basıncı dü ü ü sa ladı ı, HDL düzeylerinde artı ve trigliserid düzeylerinde azalma olu turdu u, diabetik hastalarda glisemik kontrolü kolayla tırdı ı, C-Reaktif Protein düzeyini dü ürdü ü gösterilmi tir. Prospektif epidemiyolojik çalı malarda bedensel aktivite dereceleri ile kalp ve damar mortalite ve morbidite oranlarının azalması arasında güçlü bir ili ki bulunması a ırtıcı de ildir. Haftada 5 kere, 30’ar dakikalık egzersizin kalp ve damar olayları anlamlı oranda azalttı ı bildirilmi tir. Psikososyal stres – depresyon Psikososyal stres ve depresyon kalp ve damar riskini artırır ve bazı klinisyenler tarafından kalp ve damar risk faktörü olarak kabul edilir. Son çalı malarda, psikososyal stres ile trombosit ve endotel disfonksiyonu, metabolik sendrom ve 60 ventrikül aritmileri arasında ba lantılar bulunmu tur. Akut streslerin koroner olay geli iminde önemli bir faktör oldu u uzun zamandan bu yana bilinmektedir. Son zamanlarda i hayatına ba lı stresin de MI ve inme riskini yakla ık 2 kat artırdı ı bulunmu tur. Klinik depresyon koroner arter hastalı ı geli iminde güçlü bir öngördürücüdür. Yeni bir meta analizde, klinik depresyon (göreceli risk: 2,7) ve depresif duygu durumu (göreceli risk: 1,5) tanısıyla izlenen hastalarda takipler sırasında koroner arter hastalı ı geli im riskinin arttı ı gözlenmi tir. Depresyon aynı zamanda hipertansiyon, sigara kullanımı ve bedensel inaktivite ile yakın ili ki içindedir. Tüm bu bulgularla birlikte depresyonlu hastalarda trombosit aktivasyonu, CRP düzeylerinin artması ve kalp hızı de i kenli indeki azalma; depresyonun kalp ve damar olaylarının geli iminde ba ımsız bir öngördürücü oldu unu göstermektedir. Yeni risk faktörleri A a ıda sıralanan yeni risk faktörleri, toplum sa lı ı açısından, kanıtlanmı risk faktörleri kadar öncelikli de ildir. Ço u kez bireysel de erlendirmede öteki risk faktörleri ile birlikte anlam kazanabilir. C-reaktif protein nflamasyon, aterotrombozun bütün evrelerinde etkin olan bir süreçtir. nflamasyonun basit bir belirteçi olan ve bir akut evre reaktanı olan CRP yüksekli i artık bir kalp ve damar risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Geni çaplı birçok epidemiyolojik çalı mada CRP’nin yüksek duyarlıklı olarak ölçüldü ü takdirde (hsCRP) sa lıklı bireylerde bile M , inme, periferik arter hastalı ı ve ani kardiyak 61 ölüm riski için güçlü ve ba ımsız bir risk faktörü oldu u gösterilmi tir. Ölçümlerde 3 mg/L’den daha yüksek hsCRP düzeyi olan hastalar kalp ve damar yönden yüksek riskli kabul edilmektedir. Yeni bulunan kalp ve damar hastalık risk faktörleri içerisinde öngördürücü de eri en yüksek olan belirteç “hsCRP”dir. Yüksek duyarlıklı CRP, kalp ve damar olay geli imi dı ında Tip 2 DM geli imi için de önemli bir öngördürücüdür. Yapılan çalı malar, hsCRP düzeylerini dü ürmenin kalp ve damar olaylarını azalttı ını göstermi tir. Klinik kullanımda en yararlı olan enflamatuvar belirteç hsCRP iken; interlökin 6, intrasellüler adezyon molekülleri (sICAM-1), P-selektin, miyeloperoksidaz gibi belirteçlerin de vasküler risk öngördürücüleri oldu u gösterilmi tir. Homosistein Diyette alınan metiyoninin demetilasyonundan türeyen ve sülfidril içeren bir aminoasittir. Nadir kalıtsal defektlere ba lı olarak plazma homosistein düzeyleri çok yüksek olan (>100 mikromol/L) hastalarda belirgin erken ateroskleroz riski vardır. Popülasyonda yetersiz folat alımı ve homosistein eliminasyonunun azalmasına ba lı (KBY, hipotiroidi) ılımlı homosistein yüksekli i (>15 mikromol /L) olan hastalar çok daha fazladır. nflamatuar belirteçlerden farklı olarak, yüksek homosistein düzeylerinin, popülasyonda vitamin dı ı tedaviden (statin tedavisi gibi) fayda görecek yüksek riskli popülasyonu belirledi i yönünde herhangi bir veri yoktur. Vitamin tedavisi ile (Folat ve Vit B12) homosistein düzeyleri normal düzeylere dü ürülmekle birlikte kalp ve damar risk azaltılamamı tır. Bu nedenle, homosistein düzeylerini dü ürmek amacıyla taze sebze ve meyve tüketiminin artırılması önerilmekte, rutin vitamin tedavisi ise önerilmemektedir. 62 Fibrinojen Fibrinojen, trombosit agregasyonunu ve kan viskozitesini artırır ve trombinle birlikte pıhtı olu umunun son basama ını meydana getirir. Ya , obezite, sigara kullanımı, diabet, yüksek LDL kolesterol düzeyleri ile ili kilidir. HDL kolesterol, alkol kullanımı, bedensel aktivite ve egzersiz düzeyi ile ters ili kilidir. Fibrinojen, CRP gibi bir akut evre reaktanıdır. Birçok büyük çalı ma, fibrinojen düzeylerinin ileride olabilecek kalp ve damar olaylar ile sıkı ba lantısı oldu unu göstermi tir. Niasin ve fibratlar ile fibrinojen düzeyleri dü ürülmekle birlikte çalı malarda fibrinojen düzeyi dü mesinin klinik olarak vasküler riski azaltmada olumlu bir etkisinin olmadı ı gösterilmi tir. Fibrin D-Dimer, dola ımdaki fibrin döngüsünün yaygınlı ını gösterir ve epidemiyolojik delillere göre gelecekteki kalp ve damar olaylarını göstermede orta derecede etkilidir. Lipoprotein (a) Birçok retrospektif ve kesitsel çalı mada Lp (a) düzeyleri ile kalp ve damar olaylar arasında bir ili ki bulunmu tur. Ancak, öteki risk faktörleri ile birlikte oldu unda daha fazla anlam kazandı ından Lp(a) yüksekli i olan bireylerde öteki risk faktörleri mutlaka tedavi edilmelidir. 63 MPOTANS Impotans, libido veya ejekülasyon yetene inde bozukluk ile birlikte olan veya olmayan erektil disfonksiyonu içeren bir sorundur. mpotansin genel populasyondaki prevalansı tam olarak bilinmez. Fakat olasılıkla erkeklerin ço unun, ya amları sırasında bazı dönemlerde böyle deyimler ya adı ı sanılmaktadır. Erektil disfonksiyon psikojenik ya da organik nedenli olabilir. Organik nedenlerin ço u, ereksiyonu ba latmak ve devam ettirmek için gerekli olan nörolojik yolakların bozuklu undan ya da penisin kan deste indeki bozukluktan kaynaklanır. Birçok endokrin bozukluk (en sık olarak diabetes mellitus), sistemik hastalık ve ilaç libidoyu nörolojik yolakları ya da penisin kan deste ini etkiliyerek impotansa yol açmaktadır. Bazı hastalarda impotans, birden çok nedene ba lı olabilmektedir. Tanı ve ayırıcı tanıda noktümal penil tumesansın gözlenmesi, vazoaktif ilaçların intrakavernöz injeksiyonuna alınan yanıt penisin doppler ultrasonografisi, bulbakavernöz refleks yanıtı veya sistometrografi, serum hormon ve biokimyasal parametrelerin ölçümleri (serum testosteron, prolaktin, açlık ve tokluk kn glükozu gibi) kullanılabilir. Psikojenik impotansta psikoterapi ve çe itli davranı tedavileri yapılabilir. Organik impotansta ise altta yatan sistemik veya endokrin hastalı ın tedavisi, impotansa neden olan ilacın kesilmesi, vazoaktif ilaçlar ve penil protez uygulamaları kullanılabilir. Vücutta androjenler kolesterolden sentezlenir (21). Testesteron testisin interstisiyel (leydig) hücrelerinde, salındıktan sonra dokularda 5- 5-prognonolondan sentezlenir. Testesteron redüktaz enzimince asıl aktif ekli olan dihidrotestesterona çevrilir. Testesteron düzeyleri ile çe itli hastalıklar arasındaki ili ki son zamanlarda 64 ara tırma konusu olmu tur. Testesteronun cinsel fonksiyonlarla olan bilinen ili kisinin yanında son zamanlarda yapılan çalı malar metabolik sendrom ve ili kili hastalıklar arasındaki ili kiyi de gözler önüne sermi tir (1). Testesteron eksikli i sonucunda meydana gelebilecek ateroskleroz ve komplikasyonlarındaki, özellikle miyokardiyal infarksiyon riski arasındaki negatif ili ki ise önemli konulardan birini olu turmaktadır (1, 22). Prostat kanseri nedeniyle androjen supresyon tedavisi uygulanan hastalarda erken ba langıçlı fetal miyokard infarktüsü görüldü ü çalı malarla kanıtlanmı tır (2,3, 23). Akut miyokard infarktüsü sırasındada total ve serbest testesteron ile sex hormonu ba layan globülin düzeylerinde azalma oldu u gösterilmi tir (4, 24). Erektil disfonksiyonun önemli nedenlerinden biri diabetes mellitustur. Diabetes mellitusun erektil disfonksiyona neden olma yolları çe itlidir. Biz çalı mamızda diabet regülasyonu ve ili kili di er parametrelerle erektil disfonkisyon patogenezinde önemli bir rol oynayan testesteron düzeyleri arasındaki ili kiyi ara tırmayı amaçladık. ANDROJENLER VE METABOL ZMASI Testosteron, erkeklerde testisler ve adrenal korteksten salgılanır ve erkek seks hormonu olarak spermatogenez, gonadotropin salgısı ve sekonder seks karakterlerinin geli mesinde rol oynar. Kadınlarda ise testosteron erkeklere göre 3–4 kat daha dü ük düzeylerdedir, az miktarda adrenal bezlerden ve overlerden salgılanır. Büyük ço unlu u ise androstendion ve dihidroepiandrosteron hormonların periferdeki metabolizması sonucu olu ur. Testosteron ölçümü erkeklerde testis faaliyet noksanlı ının ( hipogonadal ), kadınlarda kıllanma ve ikincil erkeklik seks karakterlerinin bulunmasının de erlendirilmesinde çok yardımcı olmaktadır. Erkeklerde, yüksek testosteron 65 düzeyleri androjen rezistansında, azalan testosteron düzeyleri ise hipogonadizmde, or iyektomi'de, estrojen terapisinde, Kleinfelter's sendromunda, azalmı hipofiz bezi faaliyetinde ve karaci er sirozu varlı ında görülmektedir. Kadınlarda testosteron düzeyleri hafifçe yükselmeye ba ladı ında kıllanma açı a çıkabilir. Kadınlardaki kıllanma, androjenlerin verilmesi veya testosteronun a ırı üretimi ile ilgilidir. Serum testosteron düzeyleri ve kıllanmanın derecesi arasında bir korrelasyon gözükmekte ise de de i ik düzeylerde kıllanma gösteren kadınların %25'inde testosteron düzeyleri kadın referans aralı ında bulunmaktadır. Adet düzensizlikleri, polikistik over sendromu, akne, over tümörleri, adrenal tümörler ve adrenal hyperplasia testosteronun yükseldi i di er durumlardır. Androjenin hafif artı ı; Cushing sendromlu, postmenapozal dönem ile hamile kadınlarda ve androjen tedavisi gören hastalarda gözlenebilir. Testosteron bir kez salgılanınca hemen hemen tümü ta ıyıcı proteinlere ba lanır. Dolayısıyla periferal kanda testosteron üç formda bulunur: 1. Serbest 2. Albumin veya kortizol ba layıcı globuline zayıfça ba lı olanlar. 3. Seks hormon ba layıcı globuline ( SHBG )'e sıkıca ba lı olanlar. Serbest testosteron biyolojik olarak aktif olan formdur. Albumine ba lı olan kısım da kolayca serbestle ebilir. Bu nedenle serbest ve zayıf ba lı olan testosterona "bioavailable" ya da "SHBG"'e ba lı olmayan testosteron ( NSBT ) olarak adlandırılır. 66 Tablo 3: Androjenler ve proteine ba lanma oranları ANDROJEN TA IYICI PROTE N Serbest testosteron Yok Zayıf ba lı testosteron Albumin Kuvvetli ba lı testo. SHBG TOTAL' N % %0.01–3,0(kadınlarda) %0.16–0.68(erkeklerde) %25–65(kadınlarda) %45–85(erkeklerde) %35–75(kadınlarda) %14–50(erkeklerde) Serbest testosteron konsantrasyonunu sabit bir düzeyde korumak için total testosteron düzeyleri SHBG seviyeleri ile birlikte de i ir. SHBG düzeyleri azaldı ında, Total testosteron aynı düzeyde veya hafifçe yükseldi inde, serbest testosteron fraksiyonu (aktif olan fraksiyon) yükselir. 67 GEREÇ VE YÖNTEM Çalı mamıza Taksim E itim ve Ara tırma Hastanesi’ne 2008 1-28 ubat tarihleri arasında ba vuran 65’i diabetik 105 erkek hasta alındı. Hastalar diabetes mellitus nedeniyle antidiabetik ilaç kullanmaktaydı. Ba vuran diabetik hastaların diabet süreleri, cins ve ya kayıtları yapıldı. Lipid profilleri incelendi. Testesteron, HbA1c, kan ekeri, ürik asit, total kolesterol, trigliserid, LDL kolesterol, HDL kolesterol, kreatinin, prostat spesifik antijen, free prostat spesifik antijen düzeylerinin tayini için kanları alındı. Diabetik komplikasyonlar sorgulanarak kaydedildi. Kan ekeri, ürik asit, total kolesterol, trigliserid, LDL kolesterol, HDL kolesterol için veriler Modüler Roche P 800 Otomatik Analizörü’nde enzimatik kolorimetrik yöntemle, kreatinin için veriler Modüler Roche P 800 Otomatik Analizörü’nde kinetik kolorimetrik yöntemle, HbA1c için veriler Roche Diagnostik ntegra 400 Analizörü’nde immüno türbidimetrik yöntemle, testesteron, prostat spesifik antijen ve free prostat spesifik antijen için veriler Modüler Analytics E 170 cihazında elektrokemilüminesans immunoassay test kullanılarak çalı ıldı. Diabetes mellitusu olan hastaların testesteron düzeyleri ile diabet regülasyonunda gösterge olan HbA1c konsantrasyonları arasındaki ili ki incelendi. Bunun yanında di er kardiyovasküler risk faktörleri ve diabet komplikasyonları arasındaki korelasyon ara tırıldı. 68 STAT ST KSEL YÖNTEM Bu çalı mada istatistiksel analizler NCSS 2007 paket programı ile yapılmı tır. Verilerin de erlendirilmesinde tanımlayıcı istatistiksel metotların (ortalama, standart sapma) yanı sıra çoklu gruplar arası kar ıla tırmalarda tek yönlü varyans analizi, ikili grupların kar ıla tırmasında ba ımsız t testi, nitel verilerin kar ıla tırmalarında ki-kare testi, de i kenlerin birbirleri ile ili kilerini belirlemede Pearson korelasyon testi kullanılmı tır. Sonuçlar, anlamlılık p<0.05 düzeyinde de erlendirilmi tir. 69 BULGULAR Çalı mamıza DM’u olan 65 hasta ile DM’u olmayan 40 erkek hasta alındı. Diabetes mellituslu hastalarımızın HbA1c ortalamaları 8.46±2.24, kan ekeri ortalamaları 188.5±74.23, diyabet süreleri 39.77±61.05 ay olarak tespit edildi. Veriler Tablo 1’de görülmektedir. Tablo 4. Vakalarımızın diyabet regülasyonu ve hastalık süreleri HbA1c Kan ekeri Süre (Ay) Süre (Yıl) DM (+) 8.46±2.24 188.5±74.23 39.77±61.05 3.31±5.09 DM olan hastaların ya ortalamaları 55.86±12.2 iken DM olmayan hastaların ya ortalaması 56.16±12.06 bulundu. ki grubun ya ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmedi (p=0.905). Veriler tablo 2’de görülmektedir. DM olan hataların ürik asit ortalamaları 5.58±1.51 iken olmayan grubun ürik asit ortalamaları 5.93±1.43 olup p de eri 0.261 bulundu. ki grubun ürik asit ortalamaları arasında fark bulunmadı. DM olan hastaların total kolesterol de eri ortalamaları 193.75±42.5 iken DM olmayan grubun ortalamaları 191.45±43.4 olup p de eri 0.791 olarak tespit edildi. DM olan hastaların trigliserid de eri ortalamaları 166.98±101.56 iken DM olmayan grubun ortalamaları 176.84±123.77 olup p de eri 0.665 olarak tespit edildi. DM olan hastaların LDL kolesterol de eri ortalamaları 120.68±35.44 iken DM olmayan grubun ortalamaları 120.41±33.91olup p de eri 0.97 olarak tespit 70 edildi. DM olan hastaların HDL kolesterol de eri ortalamaları 40±11.74 iken DM olmayan grubun ortalamaları 58.5±104.94 olup p de eri 0.168 olarak tespit edildi. DM olan hastaların kreatinin de eri ortalamaları 0.97±0.27 iken DM olmayan grubun ortalamaları 0.99±0.22 olup p de eri 0.594 olarak tespit edildi. DM olan hastaların testesteron de eri ortalamaları 3.56±1.24 iken DM olmayan grubun ortalamaları 4.55±2.02 olup p de eri 0.003 olarak tespit edildi. ki grubun testesteron de erleri kar ıla tırıldı ında diyabeti olan hastaların testesteron de erleri olmayan gruptan dü ük bulunmu olup iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edildi. Diabeti olan hastaların PSA de eri ortalamaları 1.07±0.87 iken DM olmayan grubun ortalamaları 1.47±1.96 olup p de eri 0.228 olarak tespit edildi. Diabeti olan hastaların serbest PSA de eri ortalamaları 0.33±0.43 iken DM olmayan grubun ortalamaları 0.42±0.54 olup p de eri 0.413 olarak tespit edildi. DM olan hastaların PSA/Serbest PSA de eri ortalamaları 3.83±2.11 iken DM olmayan grubun ortalaması 3.38±1.51 olup p de eri 0.274 olarak tespit edildi. Diabeti olan hastaların kreatinin de eri ile diabeti olmayan hastaların kreatinin de erleri arasında istatistiksel olarak anlamlı derecede fark bulamadık (p=0.594). DM (+) grubun testesteron ortalamaları DM (-) gruptan istatistiksel olarak anlamlı derecede dü ük bulunmu tur (p=0.003). DM (-) ve DM (+) grubun PSA, Serbest PSA, PSA/Serbest PSA ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemi tir (p>0.05). 71 Tablo 5. DM’lu hastaların özellikleri Ya Ürik Asit Total Kolesterol Trigliserid LDL HDL Kreatinin Testesteron PSA Serbest PSA PSA/Serbest PSA DM (+) n:65 55.86±12.2 5.58±1.51 193.75±42.5 166.98±101.56 120.68±35.44 40±11.74 0.97±0.27 3.56±1.24 1.07±0.87 0.33±0.43 3.83±2.11 DM (-) n:40 56.16±12.06 5.93±1.43 191.45±43.4 176.84±123.77 120.41±33.91 58.5±104.94 0.99±0.22 4.55±2.02 1.47±1.96 0.42±0.54 3.38±1.51 T -0.119 -1.132 0.266 -0.435 0.037 -1.389 -0.53 -3.078 -1.215 -0.822 1.103 p 0.905 0.261 0.791 0.665 0.97 0.168 0.594 0.003 0.228 0.413 0.274 Hastalarımızdaki hipertansiyon varlı ı; sistolik kan basıncı 140 mmHg ve üzeri, diastolik kan basıncı 90 mmHg ve üzeri veya antihipertansif tedavi alıyor olmak olarak belirlendi. skemik kalp hastalı ı elektrokardiyografi, anamnez ve klinik muayene ile, nöropati varlı ı ise anamnez ve klinik muayene ile de erlendirildi. Vakalarımızdaki HT, KH ve nöropati sıklı ı de erlendirildi. Veriler tablo 6’da görülmektedir. DM olan 65 hastanın 26’sında HT yok iken 38’inde HT tespit edildi. DM olmayan gruptaki 40 hastanın 24’ünde HT yok, 16’sında HT vardı. ki grup kar ıla tırıldı ında p de eri 0.54 bulunmu olup iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemi tir. Diabeti olan 65 hastanın 45’inde KH yok iken 18’inde KH tespit edildi. DM olmayan gruptaki 40 hastanın 34’ünde KH yok, 6’sında vardı. ki grup kar ıla tırıldı ında p de eri 0.112 bulunmu olup iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark gözlenmemi tir. DM olan 65 hastanın 31’inde nöropati yok iken 32’sinde vardı. DM olmayan gruptaki 40 hastanın 36’sında nöropati yok, dördünde vardı. ki grup kar ıla tırıldı ında p de eri 0.0001 bulunmu olup iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlendi. 72 Tablo 6. Vakalarımızdaki HT, KH ve nöropati sıklı ı Yok Hipertansiyon Var Yok KH Var Yok Nöropati Var DM (+) n:65 26 40.6% 38 59.4% 45 71.4% 18 28.6% 31 49.2% 32 50.8% DM (-) n:40 24 60.0% 16 40.0% 34 85.0% 6 15.0% 36 90.0% 4 10.0% ²:3.7 p=0.54 ²:2.52 p=0.112 ²:17.9 p=0.0001 Testesteron ve PSA düzeyleri ile çalı ma verilerimiz arasındaki korelasyonu de erlendirdik. Veriler Tablo 4’de görülmektedir. Testesteron ile ya , HbA1c, kan ekeri, ürik asit, total kolesterol, LDL kolesterol, kreatinin, DM süresi (yıl) arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon gözlenmemi tir p>0.05). Testesteron ile trigliserid de erleri arasında negatif yönde (r=-0.204 p=0.043), HDL ile ise pozitif yönde (r=0.353 p=0.0001) anlamlı korelasyon gözlenmi tir. PSA ile HbA1c, kan ekeri, ürik asit, total kolesterol, trigliserid, LDL, HDL, kreatinin, DM süresi (yıl) arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon gözlenmemi tir p>0.05). PSA ile ya arasında istatistiksel olarak pozitif yönde anlamlı korelasyon gözlenmemi tir (r=0.364 p=0.001). Serbest PSA ile HbA1c, kan ekeri, ürik asit, total kolesterol, trigliserid, LDL, HDL, kreatinin, DM süresi (yıl) arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon gözlenmemi tir p>0.05). Serbest PSA ile Ya arasında istatistiksel olarak pozitif yönde anlamlı korelasyon gözlenmemi tir (r=0.345 p=0.002). PSA/Serbest PSA ile Ya , HbA1c, kan ekeri, ürik asit, total kolesterol, trigliserid, LDL, HDL, kreatinin, DM süresi (yıl) arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon gözlenmemi tir p>0.05). 73 Tablo 7. Çalı tı ımız özelliklerin korelasyon de erleri Ya HbA1c Kan ekeri Ürik Asit Total Kolesterol Trigliserid LDL HDL Kreatinin Süre (Yıl) R p R p R p R p R p R p R p r p r p r p Testesteron -0.056 0.582 0.043 0.738 -0.035 0.786 -0.2 0.053 -0.012 0.905 -0.204 0.043 0.063 0.532 0.353 0.0001 -0.031 0.773 -0.056 0.582 PSA 0.364 0.001 0.148 0.362 -0.036 0.821 0.021 0.857 -0.115 0.311 -0.114 0.32 -0.142 0.211 0.11 0.332 -0.073 0.562 0.055 0.755 Serbest PSA 0.345 0.002 -0.13 0.423 -0.099 0.536 0.076 0.514 -0.033 0.769 0.046 0.691 -0.1 0.38 0.045 0.691 0.031 0.803 -0.091 0.57 PSA/Serbest PSA -0.054 0.636 0.199 0.217 0.075 0.643 -0.144 0.219 0.049 0.667 -0.037 0.748 -0.016 0.887 0.08 0.48 -0.213 0.087 -0.228 0.152 DM süresi ile testesteron ve PSA de erlerini kar ıla tırdı ımızda (Tablo 5) diyabet süresi bir yıldan az olanlarda testesteron düzeyi 3.52±1.47, iki ile be yıl arasında olanlarda 3.85±0.97, be yıldan fazla olanlarda 3.31±0.76 olarak tespit edildi ve f de eri 0.66, p de eri 0.519 olarak bulundu. Diabet süresi bir yıldan az olanlarda PSA düzeyi 1.14±0.76, iki ile be yıl arasında olanlarda 1.16±1.24, be yıldan fazla olanlarda 0.89±0.73 olarak tespit edildi ve f de eri 0.37, p de eri 0.692 olarak bulundu. Diabet süresi bir yıldan az olanlarda serbest PSA düzeyi 0.43±0.62, iki ile be yıl arasında olanlarda 0.23±0.18, be yıldan fazla olanlarda 0.27±0.16 olarak tespit edildi ve f de eri 0.89, p de eri 0.421 olarak bulundu. Diabet süresi bir yıldan az olanlarda PSA/ serbest PSA düzeyi 3.93±2.11, iki ile 74 be yıl arasında olanlarda 4.62±2.65, be yıldan fazla olanlarda 3.09±1.44 olarak tespit edildi ve f de eri 1.56, p de eri 0.223 olarak bulundu. Tablo 8. DM süresi ve testesteron düzeyleri Testesteron PSA Serbest PSA PSA/Serbest PSA <1 Yıl n:35 3.52±1.47 1.14±0.76 0.43±0.62 3.93±2.11 2-5 Yıl n:15 3.85±0.97 1.16±1.24 0.23±0.18 4.62±2.65 >5 Yıl n:15 3.31±0.76 0.89±0.73 0.27±0.16 3.09±1.44 F 0.66 0.37 0.89 1.56 P 0.519 0.692 0.421 0.223 skemik kalp hastalı ı olmayan 45 hastanın testesteron düzeyleri 4.05±1.72 iken KH olan 18 hastanın ortalamaları 3.51±1.37 olarak bulunmu olup t de eri 1.37, p de eri 0.174 idi. skemik kalp hastalı ı olmayan 45 hastanın PSA düzeyleri 1.29±1.63 iken KH olan 18 hastanın ortalamaları 1.15±0.75 olarak bulunmu olup t de eri 0.33, p de eri 0.742 idi. skemik kalp hastalı ı olmayan 45 hastanın serbest PSA düzeyleri 0.4±0.53 iken KH olan 18 hastanın ortalamaları 0.3±0.16 olarak bulunmu olup t de eri 0.719, p de eri 0.474 idi. skemik kalp hastalı ı olmayan 45 hastanın PSA/serbest PSA düzeyleri 3.52±1.9 iken KH olan 18 hastanın ortalamaları 3.97±1.58 olarak bulunmu olup t de eri -0.853, p de eri 0.396 idi. Tablo 9. KH ile testesteron düzeyleri arasındaki ili ki KH (-) n:45 4.05±1.72 Testesteron 1.29±1.63 PSA 0.4±0.53 Serbest PSA PSA/Serbest PSA 3.52±1.9 KH (+) n:18 3.51±1.37 1.15±0.75 0.3±0.16 3.97±1.58 75 T 1.37 0.33 0.719 -0.853 P 0.174 0.742 0.474 0.396 TARTI MA Testesteron düzeyleri ile kardiyovasküler risk faktörleri arasındaki ili ki son yıllarda ara tırma konusu olmu tur. Testesteron düzeylerinin diabetli hastalarda dü ük olması impotans etyolojisinde nöropati ve vaskülopatinin yanında testesteron düzeylerindeki de i ikliklerinde önemli bir rolü oldu unu göstermi tir. Bunun yanında testesteron düzeyleri ile kardiyovasküler hastalık sıklı ı arasındaki ili kinin bulunması dü ük testesteron düzeylerinin kardiyovasküler hastalık etyolojisinde bir risk faktörümü yoksa epifenomen mi konusunda tartı malara neden olmu tur. Çalı mamızda diabetik olan ve olmayan bireylerdeki testesteron düzeyleri ile testesteronun kardiyovasküler risk faktörleri ile arasındaki ili kiyi bulmayı amaçladık. Diabetik erkeklerin ’ünün testesteron düzeyleri dü üktür. Testesteron replasmanı metabolik sendrom kriterlerinde ve dolayısıyla kardiyovasküler riskte anlamlı düzelmelere neden olmu tur (1,2). Testesteron bir sex hormonundan daha fazlasıdır (25). Testesteron birçok metabolik fonksiyon ve birçok sistem ile ili kili etkilere sahiptir. Uzun zamandır testesteronun kardiyak fonksiyonlar üzerine olumsuz etkilerinin oldu u dü ünülmü tür. Klasik anabolik ajanlar, 17-alkylated steroids, gerçekten potansiyel olarak karaci er, insülin metabolizması ve lipid metabolizması üzerine olumsuz etkilere sahiptir. Ancak testesteron bu yan etkilere sahip de ildir. testesteronun kardiyoprotektif oldu unu desteklemektedir. imdiki kanıtlar mplantabl testesteron preperatlarının ise prostat kanseri riskini artırdı ı gösterilememi tir (25). Bu konudaki 76 kanıtlar güçsüzdür. Testesteron kemik, kas, eritropoietin, libido, mood ve bili sel fonksiyonlar ve penil ereksiyon üzerine uyarıcı etkilere sahiptir. Aynı zamanda metabolik sendrom ve diabetes mellituslu hastalarda testesteron tedavisi LDL kolesterol, kan ekeri, glikolize hemoglobin ve insülin direnci üzerine olumlu etkilere sahiptir. TEKHARF Çalı masının Marmara ve ç Anadolu bölgelerinde oturan eski ve yeni kohortundan 234 postmenopozal kadında yapılan çalı masında testesteron düzeylerinin kardiyovasküler risk faktörleri, metabolik sendrom (MS) ve koroner kalp hastalı ı (KKH) ile ili kisi incelenmi tir. Çalı maya alınan bireylerin ya ortalaması 61.5±8.4 olarak bulundu. Testesteron düzeylerinin ya la anlamlı ili kisi yoktu. Kadında test edilen 27 risk parametresinden testesteron en yüksek korelasyonları fibrinojen (r =0.26), beden kitle indeksi (r =0.26) ve bel çevresi (r =0.20) ile ayrıca, kompleman C3 (r =0.15) ve (ters olarak) apo A-I (r = -0.21) ile anlamlı korelasyonlar sergiledi. Metabolik sendrom tanısı (r =0.18) ve bireyin risk skoru (r =0.13) ile de anlamlı korelasyon kaydedildi. Yedi de i keni içeren lineer regresyonda testesteron ile yalnız açlık insülini arasında anlamlı ili ki kaydedildi: insülinin ikiye katlanması testesteron düzeyinin 1.3 nmol/L yükselmesine e lik ediyordu. Lojistik regresyon analiziyle KKH olasılı ı için testesteron ara tırıldı ında, ya tan ba ımsız bir faktör olarak görünmedi (odds oranı 1.17 ile anlamlı çıkmadı, p<0.2). Testesteron’un bu çalı mada, insülin düzeyi ve abdominal obeziteyle yakın ili ki içinde oldu u, kanda fibrinojen, kompleman C3 gibi akut faz proteinleri ve apo A-I ile anlamlı korelasyon gösterdi i do rulandı. Menopozal kadınlarda metabolik sendromda testesteron düzeyinde anlamlı ölçüde yükseklik e lik etti i anla ıldı (26). 77 Hipertansif erkeklerde serum testesteron düzeyleri ve buna obesite ile sigara içmenin etkisinin belirlenmesi amacıyla yapılan bir ba ka çalı mada ELISA tekni iyle ve sfingomanometrik yöntemlerle 40 hipertansif erkek ve aynı ya grubundaki sa lıklı ki ilerde serum testesteron düzeyleri ve kan basıncı ölçülmü tür. Hipertansif ve hipertansif olmayan ki ilerde ortalama testesteron düzeyleri 2.50 ± 1.60ng/ ml ve 9.00 ± 2.80 ng/ml olarak ölçülmü ve hipertansiflerde testesteron düzeyinin normotansiflere göre önemli miktarda dü ük oldu u saptanmı tır (p<0.05). Ayrıca, sigara içen hipertansif ki ilerin testesteron düzeyinin sigara içmeyenlerinkinden önemli miktarda dü ük oldu u bulunmu (p<0.05). Testesteron düzeyi ile BMI arasında önemli bir fark oldu u ve BMI arttıkça testesteron düzeyinin azaldı ı belirlenmi tir (p<0.05). Ki ilerin tümünde ya ile testesteron düzeyi arasında bir ili ki gözlenmedi. Erkeklerde, hipertansiyon, obesite ve sigara içme ile dü ük testesteron düzeyi ili kilidir (27). Çalı mamızda testesteron düzeylerini diabetik erkek hastalarda diabetik olmayanlara göre daha dü ük bulduk. Ancak diabet regülasyonu ile testesteron düzeyleri arasında korelasyon tespit etmedik. Bununla birlikte yapılan ba ka bir çalı mada ise testesteron düzeyleri ile hemoglobin konsantrasyonu arasında pozitif, glikolize hemoglobin ve glikolize albümin düzeyleri arasında ise negatif korelasyon oldu u belirtilmi tir (28, 29, 30). Kardiyovasküler risk faktörlerinden trigliserit yüksekli i ve HDL dü üklü ü ile testesteron düzeyleri arasında anlamlı korelasyon oldu u tespit ettik. Dü ük testosteron düzeylerinin vücut ya da ılımını etkileyerek kolesterol konsantrasyonunda artı a neden olabilece i bildirilmi tir (31). Bizim çalı mamıza benzer sonuçlar ltümür ve arkada larının çalı masında gösterilmi tir: Testosteron 78 düzeyi HDL ile pozitif; trigliserid ve VLDL ile negatif bir korelasyon. Orta ya taki erkeklerde yapılan kesitsel ara tırmalarda, serum testosteron düzeyi ile HDL arasında pozitif bir ili ki oldu u gösterilmi tir (32). Bu durum, dü ük testosteron düzeyi ile ateroskleroz arasındaki ili kiyi açıklayabilir. Her ne kadar testosteron düzeyi ile dislipidemi arasında ili ki oldu u gösterilse de, erkeklerde testosteron uygulamasının lipidler üzerinde anlamlı bir etki göstermedi i bildirilmi tir. Testosteron uygulananlarda total kolesterol, trigliserid ve LDL düzeylerinin çok az etkilendi i; ancak, LDL partikül büyüklü ünde önemli azalma meydana geldi i bildirilmi tir (20, 33). Testesteron sadece hormon de ildir. Diabetik hastalarda impotans etyolojisinde dü ük seviyeleri ile yer alırken nöropati ve vaskülopatinin yanında etyolojik bir faktör olarak görünmektedir. Bunun yanında dü ük düzeyleri ile bir kardiyovasküler risk faktörüdür. Testesteronun bizim çalı mamızda gördü ümüz dislipidemi ile ili kisinin yanında hipertansiyon, metabolik sendrom, CRP, kompleman düzeyleri gibi birçok faktörle de ili kili görünmektedir (34). Örne in 50 romatoid artritli erkek hasta ile yapılan bir çalı mada ya tan ba ımsız olarak testesteron düzeyleri sa lıklı grupla kar ıla tırıldı ında daha dü ük bulunmu tur (35). Yine izofrenili erkek hastalarda testesteron düzeylerinin tedavi ile geriledi i görülmü tür (36). Diabetik hastalarda önemli bir mortalite ve morbidite nedeni olan renal hastalık ile testesteron düzeyleri arasındaki ili kinin de erlendirilmesine yönelikte çalı malar yapılmı ve önemli sonuçlar elde edilmi tir. Xu ve arkada larının yaptıkları çalı malarında diyabetik ratlarda dü ük testesteron düzeyleri ile nefropati sıklı ı arasında korelasyon tespit edilmi ve u sonuca varmı lardır: Sonuçlarımız sex 79 hormonları diabetik nefropatinin patofizyolojisinde önemli bir role sahiptir (37). Bunların yanında fertil ve infertil ahıslarda seminal sıvı ile serum lipid ve testesteron seviyeleri arasındaki ili kinin ara tırıldı ı bir çalı mada fertil ahıslarda total ve serbest testesteron düzeyleri infertil ahıslarınkinden hafif yüksek iken, total kolesterol düzeyleri anlamlı derecede dü ük, sperm sayısı ise anlamlı derecede yüksek; infertil grupta serum total kolesterol düzeyi ile serum total ve serbest testesteron düzeyleri arasında önemli negatif korelasyon, tüm vakalarda ise serum total kolesterol düzeyi ile sperm sayısı arasında önemli negatif korelasyon bulunmu ve u sonuçlara varılmı : Bu bulgular, hiperkolesteroleminin koroner kalp hastalı ı riski yanında azospermiye ve sonuçta infertiliteye de yol açabilece ini göstermektedir (38). Erektil disfonksiyon ile kardiyovasküler hastalıklar arasındaki ili ki tartı ılmaktadır. Erektil disfonsiyonu hastalarda androjen eksikli i sıktır ve erektil disfonksiyon diabetes mellitus, hiperkolesterolemi anemi ile ili kilidir (39, 40). Yine total kolesterol düzeyi ile erektil disfonksiyon (ED) arasında do rudan bir ili kinin olmadı ı, yüksek dansiteli lipoprotein kolesterol düzeyindeki dü ü ün ED ile birlikte bulunabilece i bildirilmi tir. Total kolesterol düzeyi ile ED arasında do rudan bir ili ki gösterilmemi olmakla birlikte, yüksek dansiteli lipoprotein kolesterol düzeyindeki dü ü ün ED ile birlikte bulunabilece i bildirilmi tir. Sistemik bir hastalık olan ateroskleroz birçok kalp-damar hastalı ının temel nedeni oldu u gibi ED’nin de ba lıca sebeplerindendir. Hayvan çalı malarında penisin ana arterlerindeki aterosklerotik daralma ile ED arasındaki ili ki gösterilmi tir. Çok yönlü olarak de erlendirilebilecek ara tırma sonuçlarından testesteron düzeyleri dü ük olanlarda koroner arter 80 hastalı ı riski artmı olarak de erlendirilebilirken, kolesterol düzeyleri yüksek olanlarda testesteron düzeylerinin dü ük oldu u ve infertilitenin bir basama ı oldu u sonuçları ifade edilmektedir. Yani neden sonuç ili kisi çalı malarda net olarak ortaya konulmaya çalı ılmaktadır. Bizim çalı mamız net olarak göstermi tir ki diabetik hastalarda testesteron düzeyleri dü üktür. Diabetik hastalardaki dü ük testesteron de erleri ile trigliserit arasında ters, HDL kolesterol arasında do ru orantının olması birçok çalı manın sonucu ile paraleldir. Kardiyovasküler hastalı ı olanlarda ED sık görülmektedir. Bunların bir kısmında ED sonuç iken bir kısmında ise ED ve kardiyovasküler hastalıklar aynı etyolojik faktörlerin sonucudur. Kardiyovasküler hastalıklardaki ED oranı Tablo 10’da görülmektedir. Tablo 10. Kardiyovasküler hastalı ı olanlarda ED Nedenler ED (%) Hipertansiyon 7 Diabet 30 Geçirilmi MI 44 Geçirilmi vasküler cerrahi 39 – 64 Koroner by-pass 39 – 64 Aort anevrizması onarımı 83 Koroner arter hastalı ı testesteron ili kisi tedavi sonu de erlendirmeler ile de gösterilmi tir. Kadınlarla kar ıla tırıldı ında, erkeklerde kardiyak repolarizasyon süresi daha kısadır. QT dispersiyonu, ventriküler repolarizasyonun heterojenitesini gösteren önemli bir parametredir. Hipogonad erkek hastalarda testesteron replasman tedavisinin QT dispersiyonu üzerine etkisi ara tırıldı ı çalı mada (41) sekonder 81 hipogonodotropik hipogonadizm tanısı almı 15 hasta de erlendirilmi tir. Daha önceden hastalık öyküsü bulunmayan ve fizik muayene, EKG testleri ile sa lıklı oldu una karar verilen 15 erkek hasta ise kontrol grubunu olu turdu. Çalı ma ve kontrol grubunda ba langıç EKG kayıtlarından QT dispersiyonu ölçülmesinden sonra çalı ma grubundaki hastalarda testesteron tedavisi verilmesinin 10. gününde QT dispersiyon ölçümü tekrar edildi. Testesteron tedavisi öncesinde sa lıklı bireylerle kar ıla tırıldı ında hipogonad hastalarda QT ve QTc dispersiyonu de erlerinin anlamlı seviyeye ula masa da daha uzun oldu u bulundu (sırası ile 45±18 msn'e kar ın 36±12 msn, p>0.05 ve 58±23 msn'e kar ın 50±17 msn, p>0.05). Testesteron tedavisi ile bu hastalarda erken dönemde QT ve QTc dispersiyonunun anlamlı derecede azaldı ı tespit edildi (QT dispersiyonu 45±18 msn'den 31±13 msn de erine, p=0.005; QTc dispersiyonu 58±23 msn'den 39±16 msn de erine, p=0.01). QT dispersiyonunda testesteron tedavisi ile anlamlı derecede kısalmanın sa lanması repolarizasyonun heterojenli inin azaltılması yolu ile aritmi geli iminde etkili olabilece i sonucuna varılmı . Plasebo kontrollü, çift kör çalı malar ile de diabetik hipogonad erkek hastalar üzerinde yapılan çalı malarda da testesteron tedavisinin glisemik kontrol, insülin direnci, visceral adipozite ve hiperkolesterolemi üzerine olumlu etkilerinin oldu u gösterilmi tir (12). Koroner arter hastalı ı olan erkeklerde testesteronun koroner vazomotor regülasyon üzerine olan etkisinin ara tırıldı ı çalı mada ise u de erlendirmelere yer verilmi tir: Erkeklerde premenapozal kadınlarla kar ıla tırıldı ında koroner arter hastalıklarının daha sık görülmesi erkek hormonlarının kardiyovasküler risk üzerinde 82 belirgin etkisi oldu u dü ünülebilir. Bununlar birlikte testesteron direkt koroner arterler üzerinde geni letici etkisi bulunmaktadır. Koroner arter hastalı ı olan 13 hasta de erlendirilmi . ntrakoroner uygulanan testosteron bazal de erler ile kar ıla tırıldı ında koroner arter çapında belirgin artma yarattı ı gösterilmi . Bu etki testesteronun bütün düzeylerinde saptanmı tır. Sonuçta kısa dönemli intrakoroner testesteron uygulanması koroner arter dilatasyonu ve koroner kan akımında artı yaratmı tır (42, 43). Koroner arter hastalı ı, dolayısıyla ateroskleroz ile testesteron düzeyleri arasında ili ki oldu u açıkça görülmektedir. Kapoor ve arkada larının yaptıkları çalı mayı u ekilde özetlemi ledir: Erkeklerde dü ük testesteron düzeyleri tip 2 DM, viseral obezite, dislipidemi ve metabolik sendrom ile ili kilidir (44). Çalı malarında testesteron tedavisinin insülin direnci ve glisemik kontrol üzerine olan etkilerini ara tırmı lardır. Çift kör, plasebo kontrollü olarak yapılan çalı maya 30 ya ın üzerinde 24 hipogonadal erkek alınmı tır. Testesteron ile tedavinin ba landı ı çalı manın pirimer son noktaları açlık insülin duyarlılı ı, açlık kan glikozu ve glikolize hemoglobin düzeyleri olarak belirlenmi . Sekonder son noktalarını ise vücut bile iminde de i iklik, açlık lipid düzeyleri ve kan basıncı olu turmu . Sonuçta testesteron tedavisi ile HOMA indexi ve açlık glikoz duyarlılı ında düzelme olmu . Glikozile hemoglobin ve kan ekeri düzeyleri azalmı . Viseral adipozite azalmı . Total kolesterol düzeyleri azalırken kan basıncı üzerine etkisi görülmemi . Sonuçta u kanıya varmı lardır: testesteron replasman tedavisi insülin direncini azaltır ve glisemik kontrolün sa lanmasına katkıda bulunur. Glisemik kontrolde, insülin direncinde, kolesterol seviyelerinde ve viseral adipozitede anlamlı düzelmeler sa layan testesteron toplam kardiyovasküler riskte 83 azalmalara neden olmaktadır. Bununla beraber çalı mamızda testesteron düzeyleri ile iskemik kalp hastalı ı arasında ili ki bulamadık. Ancak iskemik kalp hastalı ı olmayan hastalarda testesteron düzeylerinin ortalaması 4.05±1.72 iken iskemik kalp hastalı ı olanlarda 3.51±1.37 olarak tespit ettik. P de eri ise 0.174’tü. statistiksel olarak anlamlı fark olmasa da iskemik kalp hastalı ı olanlarda testesteron daha dü ük seviyelerdeydi. Üzerinde tartı ılan konulardan biride erektil disfoksiyonun yeni bir kardiyovasküler risk faktörü olup olmadı ıdır (45). ED’nin organik nedenlerinin % 53’ünde tek ba ına ya da birlikte arteriyel hastalık oldu u bulunmu tur. Ayrıca iskemik koroner hastalı ın iddeti ile erektil fonksiyonun kalitesi ve sıklı ı arasında ters yönde bir ili ki saptanmı tır. Kalp-damar hastalı ı ile birlikte hipertansiyon ve diabetin de olması bu hastalarda ereksiyon kalitesini daha fazla dü ürecektir. Endotelden salgılanan nitrik oksit penis ereksiyonunun sürdürülmesi için gereklidir. Endotel ve erektil fonksiyon bozuklukları nitrik oksitin fizyolojik etkileri yolu ile birbirleriyle yakın ili kilidir. Hem endotel hem de erektil disfonksiyon multipl kardiyak risk ta ıyan ki ilerde sık görülürler ve daha sonra ki kardiyovasküler olayları öngörebilirler. Sistemik klinik sorgulama ile tanı konabilen erektil disfonksiyon ba ımsız bir kardiyovasküler olay öngörücüsü olarak kabul edilebilir ve risk faktörlerinin tedavisini ba latma nedenidir. Endotel fonksiyonunu düzelten ilaçların erektil disfonksiyon tedavisinde de yararlı olabilecekleri ortaya çıkmı tır. Erektil disfonksiyon tedavisinde yararlı olan fosfodiesteraz 5 inhibitörlerinin de potansiyel kardiyak kullanımları ortaya çıkmaktadır. Erektil disfonksiyon diabetik hastalarda önemli bir sorundur. Diabetik hastalarda 84 ilk akla gelen nedenleri ise otonom disfoksiyon ve vaskülopatidir. Çalı mamızın da gösterdi i gibi diabetik hastalarda testesteron düzeyleri dü üktür ve diabetik hastalarda etiyolojik faktör olarak yerini almalıdır. Erektil disfonksiyon diabetik hastalarda dü ük biyoaktif testesteron ve viseral adipozite ile ili kilidir (46). Kapoor ve arkada ları 198 diyabetik erkek hastayı içeren çalı malarında erektil disfonksiyonu bulunanlarda biyoaktif ve serbest testesteron düzeylerini ED olmayan hastalara göre belirgin olarak dü ük bulmu lardır. Yine sex hormonu ba layıcı globülin düzeyleri de dü ük olarak bulunmu ancak istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edilmemi tir. Ancak total testesteron düzeylerinde ED olan ve olmayan iki grup arasında önemli fark bulunmamı tır. ED, hipertansiyonu bulunan ve bel çevresi daha fazla olan hastalarda daha sık tespit edilmi tir. Sigara içenlerde ED daha yüksek görülmesine kar ın alkol kullanımı ve BM ile ED arasında ili ki tespit edilememi tir. Sonuçta u ifadeyi kullanmı lardır: Diabetik hastalarla yapılan bu çalı ma göstermi tir ki ED, dü ük biyoaktif ve serbest testesteron, ya , visceral adipozite ve hipertansiyon ile ili kilidir. Çalı mamızda testesteron düzeyleri ile ya arasında istatistiksel olarak anlamlı ili ki tespit edemedik. Ya ile testesteron düzeyleri arasında negatif korelasyon olsa da R:-0.056, p:0.582 olarak bulundu. Ya lı erkek hastalardaki erektil disfonksiyon ile dü ük testesteron düzeyleri arasındaki ili kinin iki farklı klinik antite oldu u, birlikte görülmelerinin ise bir overlap oldu u da savunulmaktadır (47). 2794 erkek vakayı içeren çalı mada erektil disfonksiyonun ya , irregüler DM, yüksek total kolesterol ve anemi ile ili kisi oldu u saptanmı . Bizim çalı mamız ile paralel olarak prostat spesifik antijen ve kreatinin ile testesteron düzeylerinin ili kisi bulunamamı tır. 85 ÖZET AMAÇ: Çalı mamızda diabetik hastalardaki testosteron düzeyleri ile diabet regülasyonu ve kardiyovasküler risk faktörleri arasındaki ili kiyi ara tırmayı amaçladık. GEREÇ-METOD: Çalı mamıza 65’i diabetik 105 erkek hasta alındı. Hastalar DM nedeniyle antidiyabetik ilaç kullanmaktaydı. Ba vuran diabetik hastaların diabet süreleri, cins ve ya kayıtları yapıldı. Lipid profilleri incelendi. Testesteron, HbA1c, kan ekeri, ürik asit, total kolesterol, trigliserid, LDL kolesterol, HDL kolesterol, kreatinin, prostat spesifik antijen, free prostat spesifik antijen düzeylerinin tayini için kanları alındı. BULGULAR: DM olan hastaların testesteron de eri ortalamaları 3.56±1.24 iken DM olmayan grubun ortalamaları 4.55±2.02 olup p:0.003 olarak bulundu. Testesteron de erleri kar ıla tırıldı ında diabeti olan hastaların testesteron de erleri olmayan gruptan dü ük bulunmu olup iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edildi. Testesteron ile ya , HbA1c, glikoz, ürik asit, total kolesterol, LDL kolesterol, kreatinin, DM süresi (yıl) arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon yoktu. Testesteron ile trigliserid arasında negatif yönde (r=-0.204 p=0.043), HDL ile ise pozitif yönde (r=0.353 p=0.0001) anlamlı korelasyon gözlenmi tir. SONUÇ: Çalı mamızda testesteron düzeylerini diabetik erkek hastalarda diabetik olmayanlara göre daha dü ük bulduk. Ancak diabet regülasyonu ile testesteron düzeyleri arasında korelasyon yoktu. Kardiyovasküler risk faktörlerinden trigliserit yüksekli i ve HDL dü üklü ü ile testesteron düzeyleri arasında anlamlı 86 korelasyon oldu u tespit ettik. Çok yönlü olarak de erlendirilebilecek ara tırma sonuçlarından testesteron düzeyleri dü ük olanlarda koroner arter hastalı ı riski artmı olarak de erlendirilebilirken, kolesterol düzeyleri yüksek olanlarda testesteron düzeylerinin dü ük oldu u ve infertilitenin bir basama ı oldu u sonuçları ifade edilmektedir. Yani neden sonuç ili kisi çalı malarda net olarak ortaya konulmaya çalı ılmaktadır. Bizim çalı mamız net olarak göstermi tir ki diabetik hastalarda testesteron düzeyleri dü üktür. Buna dislipidemininde e lik etmesi birçok çalı manın sonucu ile paralellik göstermektedir. Anahtar kelimeler: Diabet, kolesterol, testosteron, erektil disfonksiyon. 87 SUMMARY OBJECTIVE: To examine the relationship between testesteron levels with diabetes period and cardiovasculer risc factors. MATERIAL AND METHODS: 105 male patients were enrolled in this study. 65 of them were diabetics treated by antidiabetic drugs. The patients’ diabet periods, sexes, ages and lipid profills were determined. Blood analysis were taken for testesteron, HBA1C, glucose, uric acid, total cholesterol, trigliserid, LDL cholesterol, creatinin, prostat spesific antigen, free PSA levels. RESULTS: We evaluate the mean values of testesteron levels in diabetic patients. (3.56±1.14) and in non diabetc patients (4.55±2.02) Compared with non diabetics, the testesteron levels of diabetic patients were lower. The difference between two groups were stastistically significant. (p=0.0003) There were no significant corelation between testesteron levels with the age, HBA1C, glucose, uric acid, total cholesterol, LDL cholesterol, creatinin levels and DM periods. We examined a negative corelation between testesteron and trigliserid (r =0.204, p = 0.043) and a positive corelation between HDL (r = 0.353, p= 0.001) CONCLUSION: Testesteron levels are lower in diabetic patients than non diabetics. And the patients with high cholesterol levels related with low testesteron levels may play a role in cardiovasculer risc factors. KEY WORD’S: Diabet, cholesterol, testosterone 88 SONUÇ Çalı mamız 65’i diabetik 105 erkek hasta üzerinde yapılmı tır. Diabet ile ili kili faktörleri kar ıla tırdı ımız çalı mamızda testesteron düzeyleri diabetik hastalarda diabetik olmayanlara göre dü ük bulduk. Ancak diabet regülasyonu ile testesteron düzeyleri arasında ili ki tespit edemedik. Bunun yanında testesteron düzeyleri ile trigliserit arasında ters HDL kolesterol düzeyleri arasında ise do ru orantılı bir ili ki tespit ettik. Testesteron sadece cinsel fonksiyonlar üzerine etkili hormon de ildir. Diabetik hastalarda impotans etyolojisinde dü ük seviyeleri ile yer alırken nöropati ve vaskülopatinin yanında etyolojik bir faktör olarak görünmektedir. Bunun yanında dü ük düzeyleri ile bir kardiyovasküler risk faktörü oldu unu iddia edebilecek kanıtlar mevcuttur. Diabete birçok endokrin fenomen e lik etmektedir. Ancak bunların neden sonuç ili kileri tartı ılmaktadır. Testesteron düzeylerinin diabetli hastalarda dü ük olması impotans etyolojisinde nöropati ve vaskülopatinin yanında testesteron düzeylerindeki de i ikliklerinde önemli bir rolü oldu unu göstermi tir. Bunun yanında testesteron düzeyleri ile kardiyovasküler hastalık sıklı ı arasındaki ili kinin bulunması dü ük testesteron düzeylerinin kardiyovasküler hastalık etyolojisinde bir risk faktörümü yoksa epifenomen mi konusunda tartı malara neden olmu tur. Diabetik erkeklerin ’ünün testesteron düzeyleri dü üktür. 89 KAYNAKLAR 1. Sprenkle PC., Fisch H. Pathologic effects of testosterone deprivation. Curr Opin Urol. 2007;17(6):424–430. 2. D'Amico AV., Denham JW., Crook J., Chen MH., Goldhaber SZ., Lamb DS., Joseph D., Tai KH., Malone S., Ludgate C., Steigler A., Kantoff PW. Influence of androgen suppression therapy for prostate cancer on the frequency and timing of fatal myocardial infarctions. J Clin Oncol. 2007;25(33):5325–5326. 3. Sablik Z., Samborska-Sablik A., Boli ska-Sołtysiak H., Goch JH., Kula K. Hyperandrogenism as a risk factor of coronary artery disease in young women. Pol Arch Med Wewn. 2006;115(2):118–124. 4. Mohamad MJ., Mohammad MA., Karayyem M., Hairi A., Hader AA. Serum levels of sex hormones in men with acute myocardial infarction. Neuro Endocrinol Lett. 2007;28(2):182–186. 5. Zonzstein J. Diagnosis and management of endocrine disorders of erectile dysfunction. Urol Clin N Amer. 1995; 22: 789. 6. NIH consensus conference: Impotence. JAMA 1993; 270: 83–87. 7. Lakso M. Epidemiology and diagnosis of tip 2 diabetes. Eds; B.J. Goldstein, D. Müler Wieland. Texbook of Type 2 Diabetes. London, New York, Martin Dunitz Taylor- Francis Group, 2003, 1–12 8. Satman ., Yılmaz MT., engül A. Population-based study of diabetes and risk characteristics in Turkey: Result of the Turkısh Diabetes Epidemiology Study (TURDEP). Diabetes Care 2002;25: 1551–1556. 9. Zimmet P., Williams J., de Courten M. Diagnosis and classification of diabetes mellitus. In: Wass JAM, Shalet SM, Gale E, Amiel S, eds. Oxford Textbook of Endocrinology and Diabetes. Oxford, New York: Oxford University Press, s.1635–1646. 10. nternational Diabetes Federation, World Diabetes Foundation. Diabetes Atlas. 2nd edition. Brussels, International Diabetes Federation Publ. 2003. 11. Heper C. Multidisipliner Kardiyoloji, Miyokart nfarktüsü. 2. baskı. Bursa. Format Matbaacılık. 2004:2;355–376 12. Cahill GF. Current concepts of diabetes mellitus. Ed: Marble A.; Krall LP., Bradley RF et. al. 12. baskı. Philadelphia. Lea and Febiger. 1985:3–12. 90 13. The Expert Committe on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus: Report of The Expert Committe on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus. Diabetes Care 1997; 20: 1183–1197 14. Glucose tolerance and mortality: comparison of WHO and American Diabetes Association diagnostic criteria. The DECODE study group. European Diabetes Epidemiology Group. Diabetes Epidemiology: Collaborative analysis Of Diagnostic criteria in Europe. Lancet 354: 617–621,1999. 15. National Diabetes Data Group. Classification and Diagnosis of Diabetes Mellitus and categories of glucose intolerance. Diabetes 1979;28: 1039–1057 16. World Health Organization: Diabetes Mellitus. Report of a WHO Study Group. Geneva. Technical Report Serries. l985;727: l–113. 17. http://www.yusuforhan.com/cgi-bin/index.pl?mod=news;op=news_id;id=60 18. ltümür K., Karabulut A., Toprak G., Yoku B, Toprak N. Metabolik sendromlu erkeklerde testosteron düzeylerinin de erlendirilmesi. Türk Kardiyol Dern Ar . 2005; 33: 447–451 19. Tan KC., Shiu SW., Kung AW. Alterations in hepatic lipase and lipoprotein subfractions with transdermal testosterone replacement therapy. Clin Endocrinol. 1999; 51: 765–769. 20. Bhasin S, Herbst K. Testosterone and atherosclerosis progression in men. Diabetes Care. 2003;26: 1929–1931. 21. Sevin G., Arun M., Üstünes L. Androjenler ve anabolik steroidler. Türkiye Klinikleri Dahili Tıp Bilimleri. 2005;1(35): 78–89 22. Sesmilo G., Miller KK., Hayden D., Klibanski A. Inflammatory cardiovascular risk markers in women with hypopituitarism. J Clin Endocrinol Metab. 2001;86(12): 5774–5781. 23. Tan RS., Salazar JA. Risks of testosterone replacement therapy in ageing men. Expert Opin Drug Saf. 2004;3(6): 599–606. 24. Ramazono lu DT., Gümü M., Koç Y., eker M., Sargın H., Tekçe M., Yayla A. Akut myokard infarktüsü geçiren erkek hastalarda serum östradiol, testosteron ve norepinefrin düzeyleri. Kartal Devlet Hastanesi Tıp Dergisi. 2003;14(3): 159–163 25. Bain J. The many faces of testosterone. Clin Interv Aging. 2007;2(4): 567–576 26. Onat A., Uyarel H., Türkmen S., Hergenç G.,Uzunlar B., Sarı ., Yazıcı M., Can G., Sansoy V. Menopozal Türk Kadınlarında Serum Testesteron Düzeyleri ve Koroner Risk. Türk Kardiyoloji Derne i Ar ivi. 2004;32(3): 137–144 91 27. Usoro C., Agukpaha I., Nsonwu A. Hipertansif Nijeryalı Erkeklerde Testosteron Düzeyleri. Türk Biyokimya Dergisi. 2005;30(4): 285–289 28. Fukui M., Tanaka M., Hasegawa G., Yoshikawa T., Nakamura N. Association between serum bioavailable testosterone concentration and the ratio of glycated albumin to glycated hemoglobin in men with type 2 diabetes. Diabetes Care. 2008;31(3): 397–401. 29. Fukui M., Soh J., Tanaka M., Kitagawa Y., Hasegawa G., Yoshikawa T., Miki T., Nakamura N. Low serum testosterone concentration in middle-aged men with type 2 diabetes. Endocr J. 2007;54(6) :871–877. 30. Grossmann M., Thomas MC., Panagiotopoulos S., Sharpe K., Macisaac RJ., Clarke S., Zajac JD., Jerums G. Low Testosterone Levels are Common and Associated with Insulin Resistance in Men with Diabetes. J Clin Endocrinol Metab. 2008;93(5): 1834–1840. 31. Brodsky IG., Balagopal P., Nair KS. Effects of testosterone replacement on muscle mass and muscle protein synthesis in hypogonadal men-a clinical research center study. J Clin Endocrinol Metab 1996;81: 3469–3475. 32. Barrett-Connor E., Khaw KT. Endogenous sex hormones and cardiovascular disease in men. A prospective population-based study. Circulation 1988;78: 539–545. 33. Tan KC., Shiu SW., Kung AW. Alterations in hepatic lipase and lipoprotein subfractions with transdermal testosterone replacement therapy. Clin Endocrinol 1999; 51: 765–769. 34. Önde ME., Kandemir E., Gürbüz K., Keskin Ö., Co ansel S., Haksever N. Postmenopozal kadınlarda glukoz tolerans bozuklu u ile artmı androjen aktivitesi arasındaki ili ki. Endokrinolojide Yöneli ler. 2000;9(3): 102–105 35. Erdem H., Ardıço lu Ö., Koca . Romatoid artritli hastalarda androjenik düzeyler. Romatoloji & Tıbbi Rehabilitasyon Dergisi. 1992;3(2): 97–102 36. Özcan E., Bano lu R. izofreni ve nevrotik bozukluklarda testesteron düzeyleri ve testesteron düzeylerinin antipisikotiklere cevabı. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni. 1999;9(4): 189–196 37. Xu Q., Wells CC., Garman JH., Asico L., Escano CS., Maric C. Imbalance in sex hormone levels exacerbates diabetic renal disease. Hypertension. 2008;51(4): 1218–1224. 38. Mehmeto lu ., Gürbüz F., Gürbüz R., Gökçe R., Kurban S. Fertil ve nfertil ahıslarda Seminal Sıvı, Serum Lipid ve Testosteron Düzeyinin Ara tırılması. Türk Fertilite Dergisi. 2005;13(1): 21–27 92 39. Köhler TS., Kim J., Feia K., Bodie J., Johnson N., Makhlouf A., Monga M. Prevalence of Androgen Deficiency in Men with Erectile Dysfunction. Urology. 2008;71(4): 693–697. 40. Hamdan FB., Al-Matubsi HY. Assessment of erectile dysfunction in diabetic patients. Int J Androl. 2008 Feb 20 41. Baysan O., Bolu E., Demirkol S., Erdinç K., Ha imi A., Deniz F., Yoku o lu M., Uzun M., kılıçarslan F., I ık E. Hipogonad Erkek Hastalarda Testosteron Tedavisinin QT Dispersiyonu Üzerine Erken Dönem Etkisi. Gülhane Tıp Dergisi. 2006;48(1): 22–24 42. Webb CM., McNeill JG., Hayward CS., de Zeigler D., Collins P. Effects of testosterone on coronary vasomotor regulation in men with coronary heart disease. Circulation. 1999;100(16): 1690–1696 43. Akishita M., Hashimoto M., Ohike Y., Ogawa S., Iijima K., Eto M., Ouchi Y. Low testosterone level is an independent determinant of endothelial dysfunction in men. Hypertens Res. 2007;30(11): 1029–1034 44. Kapoor D., Goodwin E., Channer KS., Jones TH. Testosterone replacement therapy improves insulin resistance, glycaemic control, visceral adiposity and hypercholesterolaemia in hypogonadal men with type 2 diabetes. Eur J Endocrinol. 2006;154(6): 899–906. 45. Küçüko lu S. Erektil Disfonksiyon: Yeni Kardiyovasküler Risk Belirteci. Turkiye Klinikleri J Surg Med Sci 2007; 3(38): 63–67 46. Kapoor D., Clarke S., Channer KS., Jones TH. Erectile dysfunction is associated with low bioactive testosterone levels and visceral adiposity in men with type 2 diabetes. Int J Androl. 2007;30(6): 500–507. 47. Köhler TS., Kim J., Feia K., Bodie J., Johnson N., Makhlouf A., Monga M. Prevalence of Androgen Deficiency in Men with Erectile Dysfunction. Urology. 2008;71(4): 693–697. 93