Haftalık Bülten 06 Ağustos 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Kötü niyetli dört kişi zina iftirasında bulunursa recm uygulanır mı? ......................................... 3 “Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O'na tövbe edin...” (Hûd, 11/3) ayetini açıklar mısınız?............................................................................................................................................. 6 Vahiy, keramet, meleklerin görünmesi, üstün olaylar ve peygamberlerin gönderilmesi bunların hepsi imtihanın sırrına aykırı değil midir?..................................................................... 8 Kur'an'ın genelinde konu karmaşası ve uyumsuzluk olduğu iddia ediliyor. Örneğin, Bakara 237-239. ayetlerde boşanma konusu işlenirken birden namaza geçilmesi uyumsuzluk değil midir?.............................................................................................................................................. 10 Peygamberimiz (asv) zamanında, bitkilerde erkeklik ve dişilik olduğu biliniyor muydu? Bu durum, bir Kur'an mucizesi midir?.............................................................................................. 12 Elbisenin yere sürtmesi namazı bozar mı? Peygamberimiz (asv), elbisesi sürten adama yeniden abdest aldırıp namaz kıldırtmış mıdır?.......................................................................... 14 Bakteri gibi tek hücreli canlılar bölündüğünde DNA kendini eşlediği için aynı karakterden iki bakteri oluşuyor ve bölünme devam ediyor."Bütün canlılar ölümü tadacaktır." ayeti buna zıt değil mi?.......................................................................................................................................... 15 Kur’an’da hep, Allah’tan korkun, denildiği halde, neden hiçbir ayette, Allah’ı sevin, denilmiyor?..................................................................................................................................... 16 Seyyid Ahmed Rüfai ve Rüfailik hakkında bilgi verir misiniz?.................................................. 17 Sen ve malın babanındır, hadisine göre, anne veya baba çocuklarının mallarından istedikleri gibi tasarruf edebilirler mi?.......................................................................................................... 19 Peygamber Efendimiz (sav.), benim ümmetim zina yapar, kumar oynar ama asla ve asla yalan söylemez, demiş midir? Ne demek, bu konuyu biraz açar mısınız? .................................21 Rabbimizin bir çok sıfatı vardır, bu sıfatlar arasında bir zıtlık var mıdır? Allah, Adl ismi gereği adaletlidir. Allah iradesi ile mi adaletlidir? Yoksa Adl sıfatının gereğince mi adaletlidir?...................................................................................................................................... 23 Bakara 106’da değişiklikler olabilir denildiği halde, Fetih 23, Fatır 43’de ise Allah’ın kanununda değişiklik olamaz denilmesi, ayetler arasında bir çelişki anlamına mı gelir? ........24 İmam Gazali’nin bir eserinde, gıybet edilen kişi gıybet edeni affetmedikçe affolunmaz dediği halde, diğer bir eserinde, gıybet edilenin kulağına gitmeden tövbe edilirse affolunur demesi bir çelişki değil midir?................................................................................................................... 26 Dağların sarsıntıları önlemediğini, sadece yeri sabitlediğini söyleyip, Nahl 15, Enbiya 31 ve Lokman 10. ayetlerinin bilimle çeliştiğini iddia edenlere ne dersiniz? ....................................... 27 Cenab-ı Hakk'ın, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asv)'e Cenab-ı Hakk'ın kardeş nasip etmemesinin hikmetleri neler olabilir?............................................................................... 29 2 Kötü niyetli dört kişi zina iftirasında bulunursa recm uygulanır mı? Zina suçuna biçilen ceza bizzat Kur'an'da "nekal" olarak, yani ağırlaştırılmış bir ceza olarak değerlendirilmiştir. Maksat, sosyal, toplumsal, ailevî huzuru bozan ahlakî-bulaşıcı virüsleri cemiyetten tamamen temizlemek... Elbette Allah her şeyi en iyi bilir. Bununla beraber, zina suçunun tespit edilmesi, dört âdil şahidin cinsi ilişkiyi gözleriyle gördüklerine dair beyanatlarına bağlanmıştır. Bunun anlamı şudur: bu konuda hiç kimse dedikodu etmesin, ağzını açmasın... Aksi taktirde, şahitler müfteri muamelesini görecekler. Hatta bir eksiğiyle üç şahit bile olsa üçü de iftira suçundan, seksen değneği hak edecektir... Bu tedbir, bir yandan toplumu rahatsız eden dedikoduları önleyecek, diğer yandan şayet gerçekten bir suç işlenmişse, sahibine tövbe kapısını açık bırakmış olacak. Zinanın, dinen ne kadar çirkin kabul edildiği ona verilen cezayla anlaşılmaktadır. Ancak zina suçunun cezasının verilebilmesi için, zinanın İslam'ın hakim olduğu bir toplumda yapılması ve dört adil şahidin şahitliği ile ispatlanması gerekmektedir. İslam devletinin haricinde yapılan zinalara bu cezalar uygulanmaz. Ayrıca şahitlerin zinanın sübutunu tam olarak görmesi gerekmektedir. Bir yorgan içinde iki kişiyi görseler, yorgan inip kalksa dahi onlar hakkında zina şahitliği yapamazlar. Çünkü zina tenasül uzuvlarının birleşmesi ile sabit olur. Oysa yorganın altında bu olayın gerçekleşip gerçekleşmediği bilinmez. Bu derece yakinen bir zina olayına şahit olmak ise çok nadirdir. Zaten İslam'ın hakim olduğu bir toplumda zinanın bütün yolları kapatılmıştır. Müslümanların canı devletin güvencesindedir. Dolayısıyla evlenemeyecek durumda olan kişiler devlet tarafından evlendirilecektir. Buna rağmen zina yapılırsa cezası daha bu dünyadayken verilerek ahiret azabından kurtuluş mümkün olacaktır. İslam'ın hakim olmadığı yerlerde yapılan zinalara ceza uygulanmaması, böyle yerlerde zinanın helal olmasından dolayı değildir. Bilakis onun cezası ahirete kalacak ve orada cezalandırılacaktır. Bu caydırıcı önlemin alınması yanında, zina suçunun tespit edilmesinin dört şahide bağlanması da dikkat çekicidir. Çünkü, dört şahidin iki kişiyi bu konuda suçüstü yakalama imkânı yok gibidir. Ayrıca, bunu gördüğünü söyleyen kimseyi üç kişi daha desteklemezse, seksen değnekle cezalandırılacaktır. Bunun anlamı şudur: "Kimse ulu-orta bu konuda konuşmasın, ağzını açmasın..." Nitekim, Asr-ı saadette yapılan recimlerin hemen hemen hepsi, suçluların -vicdanlarında hissettikleri ağır suçluluk psikolojisinden kurtulmak için- bizzat itiraf etmelerinin sonucu olarak gerçekleşmiştir. Hatta itiraf edenleri, duymazlıktan gelen Hz. Peygamber (a.s.m)'in onları kurtarma yolunda her türlü çareye baş vurduğu / itirafçının aklî dengesinin yerinde olup olmadığı, yaptığı işin zina mı yoksa onun ön hazırlığıyla ilgili dalaşma mı olduğunu soruşturmuş ve sonuçta ısrarlı itiraflar karşısında onlara had uygulama cihetine gitmiştir. Şahitlerin adalet sahibi olması da dikkat çekicidir.Ceza davalarında ise mutlaka şahitlerin durumunu tahkîk gerekir. Çünkü bu tür dâvalar şüphe ile düşerler. Hâkim, açık ve gizli olarak şahitlerin durumunu tahkîk etmelidir. Cezayı veren hakim şahitlerin adil olduğunu araştırır, şayet şüphe bulursa ceza düşer. Adaletin çeşitli tarifleri yapılmaktadır. Bunlardan en yaygın olanı: "Büyük günahları 3 işlememek, küçük günahlarda ısrar etmemektir" ve "Hasenesi çok, masiyeti az olandır" şeklindeki tariflerdir. Bunun bir başka şekildeki ifadesi de "hasenatı seyyiatından çok olandır." (el-Mevsılî, el-ihtiyar'li talili'l-muhtar, II, 149; Vehbe Zuhayli, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, VI, 27 vd, VI, 565). Şahitin şehadetinin kabul edilmesi için ağır şartlar getirilmiştir. Şahitte ilk aranan şart "adil" olmasıdır. Adaletli kimse de, iyilikleri kötülüklerine üstün gelendir. Bu da büyük günahlardan uzak durmak, küçük günahlarda ısrar etmemekle anlaşılır. Büyük günahı işleyen kimseye fasık denmektedir. Böyle birisinin şahitliğinin kabul edilmeyeceği Hucurat Suresinin 6. ayetinde açıkça bildirilir: “Ey mü’minler, size fasık bir kimse bir haber getirince, onun iç yüzünü iyice araştırıp tahkik ediniz. Yoksa bir topluluğa bilmeden fenalık edersiniz de, sonra ettiğinize pişman olursunuz.” Büyük günahları işleyen kimseler yalana da ehemmiyet vermezler. Yetim malı yiyen, faiz yemekle tanınan, devamlı içki içen, kumar oynayan ve benzeri günahları işleyen kimseler adalete uymayacaklarından ve kolayca yalan söyleyebileceklerinden şahitlikleri kabul edilmez. Yalan söylemekle tanınmış, sık sık yalan haber getirip götürenlerin şahitliklerine başvurulmaz. Davalı ile şahit arasında dünyevi bir husumet bulunmamalıdır. Cimriliğiyle meşhur olmuş, zekat vermekte, çoluk çocuğunun geçimini teminde aşırı derecede eli sıkı olan kimselerin şahitliği kabul edilmez. Bunların yalan yere şahitlik yapması ihtimali vardır. Çocukların, akıl hastalarının, bunakların, dilsizin, âmanın şahitlikleri makbul değildir. Ağzından çıkanların meşru veya gayrimeşru olduğuna aldırmayan, dinen ve ahlaken hoş olmayan sözleri sarf etmeyi bir alışkanlık haline getiren laubali insanların şahitlikleri kabul olunmaz. Şahitlik meselesinde hassas davranan İmam Ebu Yusuf, Hanefi mezhebinin kurucularından olmakla beraber, aynı zamanda Abbasi devrinde kadılık da yapmıştı. Kendisine pek çok dava gelirdi. Bu arada en üst makamda bulunan devlet ricaline bile hiç imtiyaz tanımaz, hepsi hakkında adil davranırdı. İmam Ebu Yusuf, Halifenin vezirlerinden Fazıl’ın şahitliğini reddetmişti. Bunun sebebini soranlara da şu cevabı vermişti: “Bu vezir bir mecliste Halifeye ‘kulunuz’ diyordu. Şayet bu sözünde doğru ise kölenin zaten şahitliği kabul edilmez. Eğer yalan söylüyorsa, yalancının şahitliği de makbul olmaz.” Bu vak’a İslam terbiyesinin yüceliğini, dalkavukluğun İslam’da yerinin olmadığını, şahsiyet ve karakterin ehemmiyetini sergiler. 4 Umumi âdaba, sünnet-i seniyyeye, örf ve adete aykırı düşen işleri yapanların şahitliği ciddiye alınmamaktadır. Hayasız kimselerle sohbet etmek, insanlarla alay etmek, başkalarını küçük düşürecek derecede şakada bulunmak hep sünnete ve adaba aykırı hareketlerdir. Bunları alışkanlık haline getirenlerin şahitlikleri kabul edilmez. İmam-ı Azam gibi Selef-i salihine, Sahabeye dil uzatan bid’at ehli kimselerin şahitliklerine itibar olunmaz. Bütün bunlar İslam’ın şahitlik gibi adaletin tecellisine sebep olacak bir meseleye verdiği ehemmiyeti gösterir. Yalan yere şahitlik yapanın hem dünyada hem de ahirette cezası büyüktür. Ölen kişi mazlum olduğu için şehadet mertebesine ulaşır. Yalan yere şahitlik eden de katil hükmündedir. "Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir." ayeti günahın büyüklüğünü gayet açık bir şekilde göstermektedir. Şayet şahitlerin yalan beyanda bulundukları tespit edilirse hukukçularımız, yalancı şahitler için cezayı sadece ahirete bırakmamışlar, dünyada da bir takım cezalar öngörmüşlerdir. Yalan yere ettikleri şahitlik yüzünden sebep oldukları maddî zararın tazmininin yanı sıra başka cezalar da verilir. Yalancı şahit için genelde belli bir ceza tesbiti yapılmamış, bu tamamen hâkimin takdirine bırakılmıştır. İmam Ebû Hanîfe yalancı şahidin caddelerde teşhir edileceğini, Ebû Yusuf ve Muhammed ise dayak ve hapis cezası ile cezalandırılacaklarını söylerler.(Merğinânî, el-Hidaye, III, 132; İbn Kudâme, el-Muğni, XII, 154;11, 154) 5 “Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O'na tövbe edin...” (Hûd, 11/3) ayetini açıklar mısınız? "Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O'na tövbe edin ki sizi belirlenmiş bir süreye (ömrünüzün sonuna) kadar güzel bir şekilde yararlandırsın ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum." (Hud, 11/3) Ayette geçen istiğfar ve tövbe arasındaki farkın ne olduğu hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Mağfiret bağışlanmayı istemek, tövbe ise, üzerinde bulunan uygunsuz davranışlardan vazgeçmektir, şeklinde açıklanmıştır. Mağfiret dileme ve bağışlanma isteme işi, iman ve amel-i salih ile olacaktır. Onun için kuru bir istekle kalmayıp sonra da O'na tövbe ediniz. Sizi O'ndan çevirmiş ve uzaklaştırmış olan günahlarınıza pişmanlık duyup O'na tam bir samimiyetle yöneliniz, O'na dönünüz. Çünkü hak yolundan yüz çevirmiş olanlar, yine hak yoluna dönmedikçe muradlarına eremezler. O'nun bağışlanma isteğine de tövbe ile birlikte tevessül etmek, tövbe ile varmak lazımdır.(Elmalılı, İlgili ayetin tefsiri) İstiğfar bizzat istenen bir taat şeklidir. Tövbe ise istiğfarı tamamlayan unsurlardan olduğu için istenmektedir. İstiğfar mağfireti, günahların örtülmesini, kapanmasını, affedilmesini istemektir. Tövbe ise günahlardan tamamen sıyrılmak, geçmişte işlenilen günahlardan dolayı pişmanlık duymak, bu günahlara bir daha dönmemeye, bir daha işlememeye azmetmek demektir.(Zuhayli, Tefsirü'l Münir, İlgili ayetin tefsiri) Diğer bir mana ise "tövbe edin" emrinin manası "Tövbe ve taatle Ona dönün" demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Geçmiş günahlarınızdan ötürü, O'ndan mağfiret dileyin ve ne zaman olursa olsun yeni yaptığınız günahlardan dolayı da O'na tövbe edin. Allah Teala, “Ey iman edenler, nasuh tövbe ile tövbe edin ki Allah da sizin kabahatlerinizi affetsin ve altlarından ırmaklar akan cennetlerine koysun.” (Tahrim, 66/8) buyurarak yapılan tövbelerin kabul edileceğini beyan eder. Ayette geçen nasuh tövbe ise şöyledir: 1. Allah’a karşı günah işlediğini bilerek, bu günahtan dolayı Allah’a sığınmak ve pişman olmak. 2. Bu suçu işlediği için üzülmek, Yaratıcıya karşı böyle bir günah işlediğinden dolayı vicdanen rahatsız olmak. 3. Bir daha böyle bir suça dönmeyeceğine dair bir karar içerisinde olmak. 4.Kul hakkını ilgilendiriyorsa onunla helalleşmek. Bir hadiste Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuş. Nasuh tövbe şudur: - Günahlara pişmanlık. - Farz ibadetleri yapmak. 6 - Zulüm ve düşmanlık yapmamak. -Kırgın ve küskünlerle barışmak. -Bir daha o günaha dönmemek üzere karar vermek. 7 Vahiy, keramet, meleklerin görünmesi, üstün olaylar ve peygamberlerin gönderilmesi bunların hepsi imtihanın sırrına aykırı değil midir? İmtihanda soru olarak kullanılan malzemenin varlığından haberdar olmak esastır. Yani hangi kitaptan, hangi konulardan sorunun sorulacağının bilinmesi, âdil bir imtihanın gereğidir. “Biz peygamber göndermeden kimseye azap edecek değiliz.”(İsra, 17/15) mealindeki ayet, peygamberlerin gönderilmesinin ve vahyin gelmesinin imtihan için olmazsa olmaz şartı olduğunu göstermektedir. Keramet ise, vahyin tasdiki mahiyetinde olan bir realitedir. Çünkü, keramet Allah’ın indirdiği vahye hakkıyla tabi olan, ona göre hayatını düzenleyen veli zatların -Allah’ın inayetiyle- gösterdikleri fevkalâde bir hârika durumdur. Genel olarak insanlar Asr-ı saadetten uzaklaştıkça vahiy konusundaki imanın enerjik durumu zayıflamaya başladığı hususu hadislerle de sabittir. Hz. Peygamber (asv)'in yolunun yolcusu olan özel bazı kimselerin / velilerin keramet göstermeleri, zayıflamış imanın enerjik durumunu yeniden güçlendirmeye yönelik ilahî bir lütuftur. Meleklerin görülmesi de hususî bazı şahıslar tarafından söz konusudur. Konuyla ilgili genel prensip şudur: İmtihanda akla kapı açılır, fakat iradesi elinden alınmaz. Bu sebepledir ki, gerek vahiy, gereke keramet ve gerekse meleklerin görülmesi gibi olaylardan hiçbirisi aklın özgür iradesini elinden almış, tek istikamete zorlamış değildir. Bunun en açık delili, vahyi gören, kerameti görenlerden bazılarının yine de imana gelmemeleridir. Hatta mümin olanlardan da bazı kimselerin hala da kerametlere inanmadıkları bilinmektedir. Çünkü, bu harikaları gören kimsenin özgür iradesinin elinden alınmaması için, değişik ihtimalleri düşünmeye imkân veren başka olgular da var edilmiştir. Örneğin, vahye, bir mecnunluk hali, mucizeye bir sihirbazlık, keramete bir gözbağcılık olarak yorumlanmış ve ona göre aklını kullanmış olan binlerce insan vardır. Diğer taraftan, mucize ve kerametleri veya melekleri herkes görmemiştir. O görenler, arz edildiği üzere, kabul etmeme imkânları olduğu halde, özgür iradeleriyle onu benimseyen kimselerdir. Onların dışında bu olayları işiten kimselerin önlerinde çok daha geniş bir özgürlük alanı vardır. Nitekim, hala bir kısım insanlar, “öyle hârika bir olayın olmadığını, bunu aktaranların yalan söylediğini, bunların birer uydurma olduğunu, olsa bile bunun bir sihir olduğunu" söyleyerek kendilerini tatmin edebiliyorlar. Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki, vahiy, keramet gibi harikaların görülmesi, insanın özgür iradesini tamamen elinden aldığını ve dolayısıyla imtihanın gizlilik sırrına aykırı olduğunu söyleme imkânımız yoktur. İlave bilg için tıklayınız: Dünya hayatında melekleri görmek, imtihan sırrına aykırı mı? Mucizlerin varlığı, İmtihan sırrına aykırı değil midir? Ebu Leheb'in cehenneme gideceğinin belirtilmesi ve bazı sahabelerin cennetle müjdelenmesi 8 imtihan sırrı ile nasıl telif edilir? İmtihan sırrı ne demektir? Bazı evliyaların gösterdiği keramet, imtihan sırrına aykırı değil midir? Dünya hayatında melekleri görmek, imtihan sırrına aykırı mı? 9 Kur'an'ın genelinde konu karmaşası ve uyumsuzluk olduğu iddia ediliyor. Örneğin, Bakara 237-239. ayetlerde boşanma konusu işlenirken birden namaza geçilmesi uyumsuzluk değil midir? Kur’an’ın her bir uzun suresi, küçük bir Kur’an hükmündedir. Kur’an-ı Hakîm, bir irşat kitabı olarak “kelamın makamı” denilen “söz atmosferi”nin tahammülü dahilinde göz önünde bulundurulabilen en ince münasebetleri de fırsata dönüştürerek, bir çok noktayı ders veriyor. Tekrarlanan hususlar, Kur’an’ın temel mesajlarını oluşturan tevhit, nübüvvet, haşrin ispatı, adalet ve ibadetin tespiti ile veya bunlara hizmet eden bilgilerle ilgilidir. Bunların tekrarı irşat üslubunun bir gereğidir. Dünya ve ahiretin mutluluğunu netice veren kuralları ve ahlakî değerleri ders veren bir kitaptan -belli bir veya birkaç konuyu işleyen eserlerin gösterdiği gibi- dar çerçevede bir ifade yoğunluğunu beklemek haksızlık olur. Allah’ın sonsuz ilminden gelen Kur’an’ın ifadeleri -insanın anlaması için gereken tenezzül ve tolerans göstermişse de- yine o ilmin cilvelerini yansıtmaktadır. Bu sebeple, zahiren birbirinden çok uzak görülen iki ifade arasında -İlahî ilim tarafından kabul gören- çok ince münasebetlerin varlığını unutmamak gerekir. Hususî olarak Bakara suresinin aile hukukundan bahseden 236 ile 240. ayetleri arasına “namazdan bahseden 237-239. ayetlerin zikredilmesinin şöyle bir inceliğine işaret edilebilir a. İnsanların kendi aralarındaki hukukları ders verilirken, Allah’ın hukuku olan ibadetin fihristi olan namaza da yer verilmiş ve böylece her iki hakkın önemine işaret edilmiştir. b. Ailede olması gereken hak-hukuktan bahsedilirken, bu hakların karşılıklı olarak yerine getirilmesine önemli katkı sağlayan namaz ibadetine de vurgu yapılmıştır. Çünkü, “Namaz insanı her türlü hayasızlık ve kötülükten koruyan”(Ankebut, 29/45) bir ibadet olarak, aile ortamında da haksızlığın yapılmamasını sağlayan önemli bir faktördür. c. İnsanların hukukuna hakkıyla riayet etmek, ancak Allah’a ve ahiret gününe iman etmekle mümkündür. Günde beş vakit namaz kılan kimse Allah’ın huzuruna çıkarak, ona karşı gereken saygı ve boyun eğmeyi öğrenecek ve bu da diğer hakları korumakta da tesirini gösterecektir. d. Dünyevî bir muamele olan aile hukukunun pasajları arasına uhrevî bir muamele olan namaz ibadetine vurgu yapılması, İslam nazarında din ile dünyanın birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğuna, dünyevî işlerin ahiret ekseninde yürütülmesi durumunda onların da uhrevî bir kimlik kazanacaklarına işaret edilmiştir. Bu konuda, şeytanın bir itirazına karşı “Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın esas-ı i'câzının en mühimlerinden, belâgatinden sonra îcâzıdır. Îcaz, i'câz-ı Kur'ân'ın en metin ve en mühim bir esasıdır. Kur'ân-ı Hakîmde şu mucizâne îcaz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler. Meselâ...” şeklinde cevap veriyor Bediüzzaman. Bu konuda tatmin edici bir bilgiye sahip olma için bk. Mektubat, Yirmi altıncı Mektup, Birinci Mebhas. İlave bilgi için tıklayınız: 10 Ayetler arasında bir ilgi var mıdır? Yoksa her ayet müstakil midir? 11 Peygamberimiz (asv) zamanında, bitkilerde erkeklik ve dişilik olduğu biliniyor muydu? Bu durum, bir Kur'an mucizesi midir? Evet, Kur’an’da yer alan “bitkilerin eril-dişil olarak çift olduğu” bilgisi ihbar-ı gaybî nevinden bir mucizedir. Kur’an’ın indiği saadet asrında bitkilerde erkeklik ve dişilik bilgisinin söz konusu olmadığını gösteren en açık bir delil şu olaydır. Bir gün Peygamberimiz (a.s.m) Arapların hurmaları aşıladıklarını görür ve bunu niçin yaptıklarını sorar... Onlar da -bitkilerde erkeklik-dişilik diye bir şeyin varlığından haberdar olmamakla beraber- “Bol ürün alınabilmesi için bu usulün eskiden beri gelen bir gelenek olduğunu...” söylediler. Bunun üzerine Efendimiz (a.s.m), buna gerek olmadığını söyledi ve onlar da bu işlemden vazgeçtiler. Ertesi yıl, aşı işlemini yapmadıkları için ürün alamadıklarını belirterek konuyu Hz. Peygamber (a.s.m)’e şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m) “Siz dünya işini benden daha iyi biliyorsunuz.” buyurdu. Bununla demek istedi ki, “Benim size söylediğim şey bir vahiy mahsulü değildi, öyle anlaşılıyor ki, ziraatçılık konusunda sizin kadar bilgim yoktur. Bunun için siz yine kendi bildiklerinize göre hareket ediniz...” ve tekrar aşı işlemini yaptılar ve ürün aldılar.(bk. Müslim, Fezail, 141). Bu olay açıkça gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.m) bile bitkilerde var olan erkeklik ve dişilik hakkında bir bilgiye sahip değildi. Diğer insanların bunu bilmesi zaten söz konusu olamazdı. Eğer böyle bilgileri olsaydı, ilk etapta bunu söyleyerek Hz. Peygamber (asv)’e bu konuda itiraz edeceklerdi.(bk. Abdulmecîd ez-Zendanî, Tevhidu’l-Halık, s.247). Ancak, Musa b. Talha'nın, babasından aktardığına göre babası Talha şunları söylemiştir: “Resûlüllah (a.s.m) ile birlikte hurma ağaçlarının tepelerinde bulunan bazı insanların yanına uğradık da, “Bunlar ne yapıyorlar?” diye sordu. “Onu aşılıyorlar. Erkeğin çiçeğini dişininkine koyuyorlar, böylelikle aşılanıyor." dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (a.s.m): “Bunun bir fayda vereceğini zannetmiyorum.” buyurdu. Oradakiler bunu haber alarak aşılamayı bıraktılar. Sonra Resûlüllah (a.s.m) bunu haber aldı ve: “Bu onlara fayda veriyorsa yapsınlar. Çünkü ben ancak bir zanda bulundum. Zandan dolayı beni muaheze etmeyin. Lâkin size Allah'tan gelen bir şeyden bahsedersem onu hemen alın. Çünkü ben aziz ve celil olan Allah üzerinden asla yalan söyleyecek değilim.” buyurdular. (Müslim, Fezail, 139). Bu konuda Müslim’de üç rivayet vardır. İkisinde sadece “telkih / aşılama” sözcüğü kullanılmış, birinde ise “telkih” sözcüğünden sonra bir açıklama olarak “Erkeğin çiçeğini dişininkine koyuyorlar” ifadesine yer verilmiştir. İbn Hacer’de “Telkih” sözcüğünün manasını açıklamak üzere Müslim’de geçen bu ifadelere yer vermiştir.(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 4/401-402). Diğer iki rivayette olmadığına göre, acaba o bir rivayette “Telkih” sözcüğünden sonra bir açıklama olarak “Erkeğin çiçeğini dişininkine koyuyorlar” şeklinde yer alan ifadesi, râviler tarafından “müdrec” olarak mı oraya konmuştur? İhtimal dahilindedir. Bununla beraber, “Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, her türlü kusurdan münezzehtir.”(Yasin, 36/36) mealindeki ayette atomlar dahil her şeyde “çift olma nizamı”nın varlığına işaret edilmiştir ki, bu nizam ancak XX. asırda öğrenilmiştir. Bu ise Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun açık delilidir. (bk. Ebubekir el-Cezairî, Eyseru’t-tefasîr, ilgili ayetin tefsiri). 12 Nitekim, son araştırmacılardan biri olan Paul Dirac adlı bilim adamı, atom parçacıklarının da çift yaratıldığını, yani elektron karşısında Pozitronun bulunduğunu tespit edip, “Parite kanunu”nu keşfetmiş ve bu sayede Nobel ödülü kazanmıştır. Bu bilimsel keşif de, ayetin anlam derinliğine ışık tutan bir gelişme olarak değerlendirilebilir.(bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri) İlave bilgi için tıklayınız: Bütün canlıların çift yaratıldığı belirtilmişken tek hücreli hermafrodit canlıların varlığını nasıl düşünmeliyiz? 13 Elbisenin yere sürtmesi namazı bozar mı? Peygamberimiz (asv), elbisesi sürten adama yeniden abdest aldırıp namaz kıldırtmış mıdır? Ebu Hureyre (r.a)'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Bir adam eteğini (topuklarının altına kadar sarkıtmış bir halde namaz kılarken Resululah (s.a.v) (onu gördü de) kendisine, "Git, abdest al" buyurdu. Adam gidip abdest aldı geldi. Hz. Peygamber (asv) tekrar; "Git abdest al" buyurdu. Bunun üzerine orada bulunan başka bir adam Hz. Peygamber (asv)'e: Ey Allah'ın Resulü, (namaza albestli olarak başladığı halde) bu adama niçin abdest almasını emrediyorsun, sonra da bun(un hikmetin) den bahsetmiyorsun? dedi. (Hz. Peygamber de): "O eteğini (topuklarının altına kadar) sarkıtmış bir halde namaz kılıyordu. Oysa yüce Allah (eteğini topuklarının altına) sarkıtmış olan bir insanın namazını kabul etmez." buyurdu. (Ebu Davud, Libas, 25; Ahmed b. Hambel. IV, 68, V 379.) Tercümesini sunduğumuz bu hadis-i şerif, büyüklük duygusu vereceği için topuklardan aşağıya kadar sarkan uzun elbise giymenin haram olduğunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber (asv), bu şekilde namaz kılmakta olan birini görünce ona abdestini yenilemesini emretmiştir. Bezlü'l-Mechud yazarının dediği gibi, Hz. Peygamber (asv)'in o kimseye abdest almasını emretmesi, "Böyle uzun elbise giymenin abdesti bozmasından değil de, abdesti günahlara keffaret olması cihetiyle, o kimsenin hissetmiş olduğu büyüklük duygusunun günahına keffaret olması içindir." denilebilir. Bu sözü geçen hadis- i şerifte, Hz. Peygamber (asv)'in uzun elbise ile namaz kılan adama abdest almasını emrettiği halde, namazını tekrar kılmasını emretmemesi, uzun elbiseler içerisinde kılınan namazın iadesi gerekmediğine, fakat büyüklenme duygusu hissetmesi sebebiyle günahkar olduğuna delalet eder.(Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/162-163.) 14 Bakteri gibi tek hücreli canlılar bölündüğünde DNA kendini eşlediği için aynı karakterden iki bakteri oluşuyor ve bölünme devam ediyor."Bütün canlılar ölümü tadacaktır." ayeti buna zıt değil mi? Her canlının kendine has özellikleri vardır. Ancak, bütün canlılarda, yani bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda; büyüme, gelişme, farklılaşma ve üreme gibi kanunlar büyük oranda benzerdir. Özellikle hayvanlar ve insanların her bir ferdinin, kendine has müstakil bir ruhu vardır. Tek hücreli canlılar için de durum böyledir. Bunlar çoğalmaları sırasında, ister eşeyli çoğalsın ve isterse eşeysiz çoğalsın, bir veya birden fazla fert hâsıl edebilirler. Meydana gelen her bir yavru ferdin yaşaması ve hayat seyri, annesinden ya da babasından tamamen bağımsızdır. Bu bakteri de olsa, virüs de olsa durum aynıdır. Dolayısıyla her bir ferdin fıtri bir ömrü vardır. Bu fıtri ömrü tamamlayanlar hayat sahnesinden çekilirler. Bir canlı şayet yavru meydana getirmişse, o canlının nesli bu fertlerle devam eder. Ama onları da sonuçta bir ölüm beklemektedir. Demek ki, Kur’an’da geçen; “Bütün canlılar ölümü tadacaktır.” beyanının, canlıların mevcut durumuyla çelişen bir tarafı yoktur. Yani, her canlı belirli bir süreden sonra hayat sahnesinden çekilerek ölümü tatmaktadır. Ayrıca, sorudaki “…ve hiç sonu gelmeyecek..” ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır. Bilakis, netice itibariyle kıyamet koptuğunda hepsinin sonu gelecek ve ölmeyeen tek bir canlı kalmayacaktır. Bir hücrenin bölünerek çoğalması, aynı hücrenin sonsuz limitte bir zincirleme oluşumlara kaynaklık edeceği manasına gelmez. Zaman içerisinde deyim yerindeyse kendi sisteminde çoğalan hücrelerin önemli bir kısmı ölür, yeni sisteme giren -yavru hücrelerçoğalmaya devam eder. Bu çoğalma ferdin çoğalması değil, türün çoğalmasıdır. Bir çok fert ölür, fakat türler devam eder. Bu bir açıdan insan türünün üremesine ve çoğalmasına benzer. Hz. Adem (as)’den beri insan nesli tür olarak devam etmiş ve çoğalarak gelmiştir. Ancak, bu devamlılık zinciri fertler için değil, insan nevi için geçerlidir. Herhangi bir canlıda bulunan hücreler, o canlının ölmesiyle onlar da ölür. Söz gelimi, insanda yüz trilyonun üzerinde hücre var ve bunların büyük çoğunluğu altı ayda bir ölürler, yerine başkaları gelir. İnsan ölünce onların hepsi ölür. Hiçbir hücre bölündüğünde eski hücrenin ruhunu taşımaz. Her hücrenin kendine mahsus bir ruhu vardır ve tabiatıyla bir ölümü vardır. Demek ki, “Her canlı ölümü tadacaktır” mealindeki ilahî ferman, gerçeğin ta kendisidir. İlave bilgi için tıklayınız: Bilim adamlarının, Turritopsis Dohrnii olarak adlandırdıkları denizanası, ölmüyormuş. Bu durum, “Bütün canlılar ölümü tadacaktır.” ayetine aykırı olmaz mı? 15 Kur’an’da hep, Allah’tan korkun, denildiği halde, neden hiçbir ayette, Allah’ı sevin, denilmiyor? Kur’an’da geçen ve genellikle “Allah’tan korkun” diye tercüme edilen ifade “ittekullah”tır. Yani bu ifade takva kavramıyla taçlandırılmıştır. Takva, bildiğimiz anlamda korkmaktan ziyade, sakınmayı ifade eder. Bu sebeple bunu “Allah’tan korkun” yerine “Allah’a karşı gelmekten sakının” şeklinde tercüme etmek daha isabetli olur. Kur’an’da bir çok ayette, Allah’ın insanlara yaptığı nimetlerinden söz edilmektedir. Nimet ise sahibine karşı sevgi sağlayan bir olgudur. Demek ki, nimetlerden bahseden bütün ayetler, aynı zamanda Allah’ı sevmeye davet ediyorlar. Nitekim “İnsan iyiliğin kulu-kölesidir” kaidesi evrensel bir hakikati ifade etmektedir. Bununla beraber -farklı üslupla da olsa- doğrudan Allah’ı sevmeye davet eden ayetler de vardır. Aşağıdaki ayetleri birer misal olarak görmekteyiz: “İnsanlardan bazıları da Allah’tan başkasını ona eşler ve denk tutarlar. Onları, Allah’ı sever gibi severler. Müminlerin Allah’a olan sevgisi ise çok daha kuvvetlidir. Keşke o zâlimler, azabı gördükleri zaman, bütün kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu şimdiden anlayabilselerdi.” (Bakara, 2/165) “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”(Al-i İmran, 3/31). “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki; Allah (onların yerine) öyle bir kavim getirir ki; kendisi onları sever, onlar da O’nu severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Bunlar, Allah yolunda cihad ederler ve hiç bir kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın bir lütfûdur. Onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi hakkıyla bilendir.”(Maide, 5/54). İlave bilgi için tıklayınız: Allah korkusu ve Allah sevgisi nedir, nasıl anlaşılmalıdır? 16 Seyyid Ahmed Rüfai ve Rüfailik hakkında bilgi verir misiniz? Ahmed Rüfai, Rüfâiyye tarikatının kurucusudur. Asıl adı Seyyid Ahmet bin Alî el-Mekkî bin Yahyâ er-Rüfâî’dir. Milâdî 1118’de Bağdat ile Basra arasında kalan Batâih Bölgesi içindeki Ümmüabîde köyünde doğdu. Rüfâî’nin Hz. Hüseyin’in (r.a.) soyundan gelen bir seyyid olduğunda bütün kaynaklar ittifak hâlindedir. Babası vefat ettiğinde yedi yaşında olan Ahmed er-Rüfâî’yi, devrin büyük tasavvuf âlimlerinden olan dayısı Mansûr el-Batâihî himayesi altına aldı. Kur’ân öğrenimini ve hıfzını tamamladıktan sonra, Ali Ebü’l-Fazl el-Vâsıtî el-Kureyşî ve devrin diğer âlim ve mutasavvıflarından İslâmî ilimleri öğrendi. Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin Şâfiî Fıkhı ile ilgili Kitâbü’t-Tenbîh isimli eserini okudu. Vâsıtî ona icâzet verdi ve hırkasını giydirdi. “Herkes üstadıyla ben ise talebem Rüfâî ile iftihar ederim.” diyen Vâsıtî, zâhir ve bâtın (maddî ve manevî) ilimlerine sahip bir âlim ve sûfî olduğunu belirtmek üzere ona “Ebü’l-Âlemeyn” (İki Âlemin Babası) unvanını verdi. Ahmed er-Rüfâî, Vâsıtî’nin vefatından sonra dayısı Mansûr el-Batâihî’nin terbiye ve irşad halkasına girdi. Batâihî, Rüfâî’ye hilâfet ve “Şeyhü’şŞüyûh” (Şeyhlerin Şeyhi) ünvanını vererek kendisine bağlı bütün tekkelerin şeyhliğini de bıraktı. Bundan sonra, Rüfâî, Batâihî’nin isteğiyle Ümmüabîde’deki tekkeye yerleşip müridlerin irşad ve terbiyesiyle meşgul olmaya başladı. Kaynaklar onu âlim, muhaddis (hadis âlimi), Şâfiî fakihi (İslâm hukukçusu) ve müfessir (tefsir âlimi) bir sûfî olarak tanıtırlar. Dört büyük kutubdan biri kabul edilen Ahmed erRüfâî’nin başlıca eserleri şunlardır. el-Hikemü’r-Rüfâ’iyye, Bürhanü’l-Müeyyed, elMecâlisü’s-Seniyye, Haletü ehli’l-Hakîka Maallah’dır. Eserlerinin tamamına yakın kısmı Türkçe’ye çevrilmiştir. Ahmed er-Rüfâî şiddetli bir hastalık sonucu 23 Eylül 1182’de Hakkın rahmetine kavuştu. Kabri Bağdat’ın güneyinde Vâsıt yakınlarındadır. Ahmed-er Rufâî Hazretleri'nin tasavvuf ve tarikat anlayışı kitap ve sünnete tabi olan bir anlayıştır. Onun ifadeleri içerisinde İslâm dini zahir ve batını ile bir bütündür. Kalp, cesetsiz olmaz; kalbi olmayan bir cesed ise çürür. Tasavvuf ilmi kalbin ıslahından ibarettir. Tarikat şeriat demektir. Hakikat, şeriata muhalefet etmez. Tasavvuf söz konusu ettiği tarikat, şeriatın bizatihi içinde taşıdığı mana ve hikmetlerdir. Tasavvuf yün, hırka ve taç giymek değildir. Tasavvuf; hüzün hırkası doğruluk tacı tevekkül elbisesinde bürünmektedir. İnsanın kalbi haşyet, bedeni edep, nefsi ve benliği yokluk ve dili de zikir örtüsü ile örtündüğü takdirde, tasavvuf yolunda bulunmuştur. Mükemmel sofi her halde Hz. Peygamber (a.s.v)'a tabi olan ve kulluk derecesini en yüksek derecede olarak benimseyen kimsedir. Kul, ancak Allah'dan gayri her şeyin kulluğundan kurtulduğu ve hürriyet makamına ulaştığı vakit mükemmel bir kul olabilir. Tasvvuf edeptir. Bu da Peygamber (asv)'in sünnetine tabi olmakla kazanılır. Derviş olmak için cemiyet hayatından uzaklaşmak gerekmez. Müridler dünyevi meşguliyetlerini terk etmeksizin helâl ve harama dikkat ederek, gafletten uzak kalmak suretiyle Hakk yolunda ilerleyebilir. Bütün iş kalbi temizlemek ve temiz tutmaktır. Kerametlere rağbet etme. Çünkü veliler bundan kaçınmışlardır. 17 Ahmed-er Rufâî Hazretleri, kendisinin tevazu yoluyla makasadına ulaştığı, bunu tarikinde bir esas olarak tercih ve tespit ettiğini söylemektedir. Peyamber Efendimize (asv) çok yakın idi. Ona her şeyi ile tutkundu. Cenab-ı Hakk yaradılışında onunla kader birliği içinde yaratmış bir takım hikmetlerle onun isminin müsemması kılmıştır. Küçük yaşta Peygamber Efendimiz (asv) gibi yetim kalmıştır. Nesli kız evlatları ile devam etmiş erkek evladını küçük yaşta kaybetmiştir. Hayatında kendisine hakaret edilmiş, eziyet görmüş, O ise Peygamber Efendimiz (asv) gibi sabırla, dua ile mukabelede bulunmuş, hasımlarına karşı tevazu göstermiştir. 18 Sen ve malın babanındır, hadisine göre, anne veya baba çocuklarının mallarından istedikleri gibi tasarruf edebilirler mi? Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sizin yediğinizin en helâli, (meşru) kazancınızdan olan (lokma) dır. Şüphesiz sizin çocuklarınız da sizin kazancınızdandır."(İbn Mace, Ticaret 64) Bîr adam, "Ya Resûlallah! Benim (biraz) malım ve çocuğum vardır. Babam da cidden benim malımı kökünden tüketmek ister." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (a.s.m.) şöyle buyurdu: “Sen babanın (kazancı) sın, malın da babana (helal) dır.” (İbn Mace, Ticaret 64) Diğer bir rivayette ise: “Sen ve malın babana aitsiniz. Şunu bilin ki evlâtlarınız kazançlarınızın en temizlerindendir. Öyleyse evlâtlarınızın kazançlarından yiyin.” (Ebû Davud, Büyû, 79) buyurulmuştur. Ana-babanın ihtiyaçları oldukları takdirde -israf ve savurganlık yapmamak şartıylaoğullarının mallarından yararlanmaları caizdir. Hadislerde geçen “babanındır” lafzı, elbetteki mülkiyet için değil, mubah olduğunu belirtmek için. Yoksa mal çocuğundur. Zekatı o verir. Malı miras bırakan da odur. Yine hadiste geçen "Babam malımı kökünden tüketmek ister" anlamına gelen “ictiyâh” kelimesi, bazı nüshalarda "muhtaçtır" şeklindedir. Buna göre cümle, "Babam malıma ihtiyaç duyuyor" şeklinde olur. Bu cümle "ihtiyaç duyuyor" şeklinde kabul edilirse hadisin manası izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Fakat "bitirecek, tüketecek" şeklinde olduğu takdirde kelimenin tevili gerekecektir. Bu kelimenin izahı sadedinde Hattâbî şöyle demektedir: "Hz. Peygamber (asv)'e soru soran zâtın; babasının, malını tüketeceği tarzındaki sözlerinden maksadı, babasına vereceği nafaka sebebiyle malının tükenmesidir. Yani, babasına vereceği nafakaya, malının fazlası ve geliri kâfi gelmemekte, malın kalanını da almak istemektedir. Ama Rasûlullah (a.s.m), adamın mazeretini kabul etmemiş, babasının nafakasını vermeme konusunda ruhsat vermemiştir. Aksine, sen ve malın babana aitsiniz, buyurmuştur. Bu sözün manası şudur: Eğer malın kâfi geliyorsa, baban senin malından ihtiyacı kadarını alır. Ama senin malın yoksa veya kâfi gelmiyorsa o zaman çalışacaksın ve babanın nafakasını vereceksin. Baban kendi malı gibi senin malını da ihtiyacı nisbetinde alır. Senin malın bulunmadığında çalışarak mal kazanabilirsen, çalışıp babanın nafakasını ödemen gerekir." (bk. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 13/97 Diğer taraftan hadiste çocuk babanın bir kazancı sayılmıştır. Çocuğa kazanç demek, mecazî mânâdadır. Çünkü çocuk babasının bir parçasıdır. Şevkânî, bu rivayetleri dikkate alarak, evlâdın malına babanın ortak olduğunu, bu nedenle baba, evlâdının malından ondan izin almadan da yiyebileceğini ve kendi malında tasarruf ettiği gibi onun malında da tasarruf edebileceğini söyler. Ancak, israf yollarında ve sefihçe harcayamaz. Fakir olan baba ve anaya nafaka vermenin zengin olan çocuk üzerine farzdır. İbnü'l-Hümâm ise, hadîste geçen “Sizin evlâdınız da sizin kazancınızdandır” anlamına 19 gelen mealindeki cümlenin mânâsı "Çocuğun malı babanın malıdır" şeklinde değildir. Çünkü Allah Teâlâ ölen kişinin çocukları olduğu zaman, ölenin babasına sâdece altıda bir, nisbetinde bir miras payı vermiştir. Eğer kişinin malının mülkiyet hakkı babasına âit olmuş olsaydı kişi öldüğü zaman malının tamamının babasına verilmesi gerekecekti, demiştir." Avnü'l-Mabûd yazarı da bu hadîsin şerhinde özetle şöyle der: "Baba, evlâdın dünyaya gelmesine sebep olduğu için, evlâd onun bir nevi kazancı sayılmış ve dolayısıyla evlâdın kazancından yemek ona helâl kılınmıştır." Hattâbi: Bu hadîs, nafaka verebilir durumda olan evlâdın, kendi baba ve anasının nafakasını vermekle mükellef olduğuna delâlet eder. İyi durumda olan baba ye anaların nafakalarının evlâdına farz olduğu konusunda âlimler arasında ihtilâf vardır: İmam Şâfii'ye göre baba fakir ve çalışamaz durumda olursa, nafakası evlâdına farzdır. Eğer babanın öz malı varsa veya vücutça bir sakatlığı bulunmayıp çalışabilir durumda ise nafakası evlâdına farz değildir. Diğer fıkıhçılar ise: Baba ve ananın nafakası evlâdın üzerinde farzdır, demişlerdir. Tıybi de, İmam Şâfi'ye göre, muhtaç ve çalışamaz durumda olan baba ve ananın nafakası evlâda (yâni erkek çocuklara) farzdır. Fakat muhtaç olmayan veya çalışabilenlerin nafakası evlâda farz değildir. Şafi'den başkası böyle bir şart koşmadan baba ve ananın nafakasının evlâda farz olduğuna hükmetmişlerdir, demiştir. Buna göre ilgili hadislerde, babanın ve annenin bir ihtiyacı yok iken ve nafakadan ayrı olarak evlâdının malını elinden alıp dilediği gibi kullanma manası yoktur. (bk. Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 6/333-335) 20 Peygamber Efendimiz (sav.), benim ümmetim zina yapar, kumar oynar ama asla ve asla yalan söylemez, demiş midir? Ne demek, bu konuyu biraz açar mısınız? Rivayete göre, Ebu’d-Derda ile Resulullah (a.s.m) arasında şöyle bir konuşma geçer: - Ebu’d-Derda: Yâ Resulallah! Mümin hırsızlık yapar mı? - Resulullah (a.s.m): Evet bazen olabilir. - Ebu’d-Derda: Peki, mümin zina edebilir mi? - Resulullah (a.s.m): Ebu’d-Derda hoşlanmazsa de “Evet!”. - Ebu’d-Derda: Peki, mümin yalan söyler mi? - Resulullah (a.s.m): Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 8994). Bu hadis-i şerifi şöyle açıklayabiliriz: a. Günah-ı kebâir / büyük günahlar küfre götürmez. Hadiste “müminin hırsızlık ve zina yapabileceğine” dair hüküm bunu göstermektedir. b. Bazen küçük bir günah büyük bir günahtan daha riskli olabilir. Küllî manada büyük günahlar küçük günahlardan daha kötü olmakla beraber, bazen hususî manada –bazı özellikleriyle- küçük günah büyük günahtan daha büyük olabilir. Nitekim, baş bir batman ağırlığı kaldırdığı halde, göz bir kıla tahammül etmez. İşte hadis-i şerifte yalanın hırsızlık veya zinadan daha kötü gösterilmesi, onların genel formatlarına göre değil, hususî karakterlerine göredir. Bunun manası şudur: Gerçek manada iman büyük günâhlar ile bir arada olabilir, fakat yalan ile bir arada olmaz. İşte hadiste, yalanın -bizatihi- hırsızlıktan daha büyük olduğunun vurgulanmasından ziyade, onun küfrün temelini teşkil eden karakterine işaret edilmiştir c. Doğruluk imanın ayrılmaz simgesi olduğu gibi, yalan da küfrün temel esasıdır. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna iman eden kimse tam doğru bir hakikati yakaladığı gibi, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu inkâr eden kimse de hakikatte yalancılığın zirvesine tırmanmış olur. Nitekim, saadet asrında yalan, küfrün simgesi haline gelen Müseyleme-i Kezzab’ın en büyük bir nişanesi olduğu gibi, doğruluk da Ebubekr-i Sıddîk’ın en büyük unvanı olmuştur. Bu iki simge şahsiyet, doğruluk ile yalanın arasını yer ile gök kadar birbirinden ayrı olduğunu hayatlarıyla ilan etmişlerdi. İşte söz konusu ettiğimiz hadisin manasını bir de Asr-ı saadet penceresinden bakmakta fayda vardır. d. Yalan ile zina ve hırsızlık gibi diğer büyük günahlar arasında -iman açısından büyüğü küçülten, küçüğü büyüten- şöyle bir fark vardır. Hırsızlık ve zina gibi günahları işleyenler genellikle kendi heva ve hevesine uyarak, nefsin zevkine mahkum olarak, hayvanî duygularının esiri haline gelerek, kalpteki imanın iletişim hattını geçici olarak servis dışı bırakarak bu günahları işlerler. Bu ise, doğrudan imana zıt bir tutumdan kaynaklanmıyor. Bu 21 açıdan imanla birlikte bu günahlar işlenebilir. Sadece o anda imanın devre dışı kalması söz konusudur. “Zina eden kimse zina ederken mümin değildir. İçki içen kimse içki içerken mümin değildir…” (Buhari, Mezalim 30; Müslim, İman 100) manasına gelen hadis-i şerifte imanın o andaki devre dışı bırakılmış konumuna işaret edilmiştir. Halbuki, yalan söylemekte, nefsin kuvvetli içgüdüsünü tatmin eden, ona lezzet veren, hayvanî hislerine zevk aşılayan bir şey söz konusu değildir. Bu sebeple, imanı olan bir kimsenin yalan söylemesi imanına yakışmayan bir davranıştır. Hadiste yalanın bu yakışıksız karakterine işaret edilmiştir. Unutmamak gerekir ki, insanların karakterini şekillendiren ahlakî değerlerdir, bu da doğruluk, güvenirlilik gibi soyut kavramlardır. “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” (Müsned, 2/381) manasına gelen hadiste de bu hakikat vurgulanmıştır. 22 Rabbimizin bir çok sıfatı vardır, bu sıfatlar arasında bir zıtlık var mıdır? Allah, Adl ismi gereği adaletlidir. Allah iradesi ile mi adaletlidir? Yoksa Adl sıfatının gereğince mi adaletlidir? Allah’ın sıfatları birbirine zıt değildir. Ehl-i sünnete göre, Allah’ın bütün sıfatları Allah’ın Zat-ı Akdesine zait olmakla beraber, O’ndan ayrı-gayrı da değildir. Onun için Allah’ın sıfatlarının birisine göre konuyu mütalaa etmek yanlıştır. Doğrusu şudur ki, Allah’ın sıfatları iç içe olan mütedahil daireler gibidir. Herhangi bir işte yalnız bir sıfatı düşünemeyiz. Ancak işin durumuna göre isim ve sıfatlardan biri merkezde olur, diğerleri onun yardımcısı konumundadır. Mesela, yaratmak söz konusu olduğunda Halık, Fatır gibi isimler merkezdedir. Fakat bunun yanında ilim, irade, hikmet, kudret gibi pek çok isim ve sıfatlar da orada söz konusudur. Çünkü yaratmada sadece Halık ismi değil, bu sıfatlar ve ilgili isimlerin de bulunmaları zorunludur. Keza, rızık söz konusu olduğunda, işin merkezinde Rezzak ismi olmakla beraber, ilim, rahmet, kudret, irade ve diğer ilgili isim ve sıfatlar da orada söz konusudur. İşte bunun gibi, adalet söz konusu olduğunda işin merkezinde "Adil / Adl" ismi söz konusu olmakla beraber, bu adaletin yerine gelmesi için, ilim, irade, kudret ve diğer ilgili isim ve sıfatların varlığına ihtiyaç vardır. Bu perspektiften meseleye baktığımızda, rahatlıkla diye biliriz ki; Allah’ın Zat-ı Akdesi gibi, iradesi de âdildir, ilmi de âdildir, kudreti de âdildir ve hakeza... bütün isim ve sıfatları âdildir. İlave bilgi için tıklayınız: Allah’ın sıfatlarının her şeyi kapsadığını nasıl anlayabiliriz? Allah, bir fiil icra ederken, o iş vukuunda bütün esma-i ilahiye farklı farklı boyutta mı tecelli eder, yoksa sadece mahdut belirli esma-i ilahiye mi tecelli eder? 23 Bakara 106’da değişiklikler olabilir denildiği halde, Fetih 23, Fatır 43’de ise Allah’ın kanununda değişiklik olamaz denilmesi, ayetler arasında bir çelişki anlamına mı gelir? “Biz bir ayetin hükmünü diğer bir ayetle değiştirirsek veya unutturursak (geri bırakırsak), ondan daha- hayırlısını yahut onun benzerini getiririz.” (Bakar, 2/106) mealindeki ayette “vahiy sözleri” kastedilmiştir. Allah, daha önceki bir peygamberin şeraitinde olan bazı hükümleri değiştirmiş, yerine başka hükümler getirmiştir. Keza, Kur’an’ın indiği dönemde de bu değişiklik zaman ve mekân şartlarına bağlı olarak gerçekleşmiştir ki, bu ilahî hikmetin bir gereğidir. Örneğin; Mekke devrinde şartlar uygun olmadığı için düşmanın bütün eziyetlerine rağmen, Müslümanların savaşmalarına izin verilmemiştir. Medine’de Müslümanların lehine şartlar oluşunca kendilerini silahla müdafaa etmek için savaşa izin verilmiştir. Keza sahabenin iman coşkusuyla çok güçlü olduğu Medine’nin ilk döneminde bir müminin on kâfirin önünden kaçması yasaklanmıştı. Daha sonra insanın yapısının gereği olarak onlarda bir zafiyet meydana gelince, Allah bu hükmünü değiştirdi ve “bir müminin iki kâfirin önünden kaçmasını yasakladı”(Enfal, 8/65-66). Yine Hz. İsa (as), Hz. Musa (as)'ın dininde yasak olan bazı şeylere cevaz verdi. “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve (daha önce) size haram edilenlerden bir kısmını helâl kılmak üzere gönderildim.”(Ali İmran, 3/50) mealindeki ayette bu hususa dikkat çekilmiştir. Allah’ın sözlerinin değiştirilemeyeceğini belirten ayetlerde -vahyin sözleri değil-, “sünnetullah” denilen Allah’ın kadimden beri yürürlükte olan hükümleri, kanunları kastedilmiştir. Aşağıdaki ayetlere dikkatle bakılırsa bu husus rahatlıkla anlaşılabilir: Mesela; “Allah’ın sözlerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet Yoktur.” (Enam, 6/34) mealindeki ayette yer alan “Allah’ın kelimeleri / sözleri”nden maksat, Allah’ın -elçileri ile onları yalanlayanlar hakkında- tarih boyunca gerçekleşen hükmü demektir. Ayette azgın düşmanlar karşısında bulunan -Hz. Muhammed (asv)’e teselli ve müjde vermek maksadıylavurgulanan husus şudur: “Tarih boyunca sosyolojik bir vaka olarak kâfirler tarafından tekzip edilen ve eza-cefa gören elçilerin sabretmesi ve ardından da Allah’ın o elçilerine yardımını göndermesi değişmez ilahî bir kanundur...” “Allah'ın sözlerinde asla bir değişme yoktur.” (Yunus, 10/64) mealindeki ayette de “değişmeyen sözler”den maksat vahiy sözleri değil, Allah hükmü, kanunu, prensibi demektir. Bu ayetin bağlantı içerisinde olduğu kendisinden önceki ayetlere baktığımızda bunu kolaylıkla anlarız: “İyi bilinmeli ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Ve onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınan kimselerdir. Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla bir değişme yoktur. İşte budur büyük kurtuluş.”(Yunus, 10/62-64). 24 Soruda yer alan ayetlerde de aynı husus söz konusudur: Fatır suresinin 43. ayetini bir önceki ayetle birlikte okuduğumuzda konuyu daha iyi anlayabiliriz: “Kendilerini uyaracak bir peygamber geldiği takdirde, milletler içinde, hidâyette en ileri derecede yer alacaklarına dair var güçleri ile yemin ettiler. Ama kendilerine bir peygamber gelip uyarınca bu, onların sadece nefretlerini artırdı. Sebebi ise: dünyada sırf böbürlenip büyüklük taslamak ve bir de kötü bir tuzak kurmak istekleriydi. Halbuki kötü tuzak, sadece hazırlayanın ayağına dolanır, sadece onu perişan eder. Onlar daha öncekilerin uğradıkları fecî âkıbetten başka bir şey mi bekliyorlar? Sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın!”(Fatır, 35/42-43). Keza, Fetih suresinin 23. ayeti, ondan bir önceki 22. ayetle birlikte mütalaa edildiği zaman bu gerçek rahatça anlaşılabilir: “Eğer (o Mekkeli) kâfirler sizlerle savaşsalardı, arkalarını dönüp kaçar, sonra da ne kendilerini koruyan, ne de destek olan hiç kimse bulamazlardı. Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın.”(Fetih, 48/22-23). Bütün tefsirlerde bu ayetlerdeki “Allah’ın değişmez sözleri” vahiy sözleri değil, onun hükümleri, kanunları, verdiği sözler manasında algılanmıştır. Bunun özeti “Allah’ın hükümleri, kararları değişmez / Allah sözünden caymaz.” şeklindedir. Hulasa; “değişmez sözler” Allah’ın verdiği sözlerdir, değişmez prensipleridir, sünnetullahtır. Örneğin, Allah’ın dostlarına ahirette asla korku ve üzüntü olmayacaktır. Ama değişen sözler ise, Allah’ın ezelî ilminde zamana bağlı olarak değişkenlik gösteren hükümlerdir. Mesela; Allah geceye karar verir ve gece olur, ama sonra gündüze karar verir, gece gider gündüz gelir. Kışa karar verir kış gelir; sonra bahara karar verir, kış gider bahar gelir. İnsanları yaratıp hayat sahibi kılmaya karar verir, insanlar dünyaya gelir ve canlanır, sonra ölmelerine karar verir, onlar da ölürler, ardından ölmemek üzere tekrar canlanmalarına karar verir ve dirilip mahşer meydanında toplanırlar. Keza Allah karar vermiş, Hz. Musa (as)’a Tevrat’ı vermiştir. Sonra karar verip Hz. İsa (as)’a İncil’i vermiştir. Daha sonra Hz. Muhammed (asv)’a Kur’an’ı indirmiştir. Bütün bu kararlar, Allah’ın sonradan -hâşâ- düşünüp ortaya koyduğu kararlar değil, ezelî ilminde var olan kararlardır. Demek ki; ayetler arasında bir çelişki yoktur. 25 İmam Gazali’nin bir eserinde, gıybet edilen kişi gıybet edeni affetmedikçe affolunmaz dediği halde, diğer bir eserinde, gıybet edilenin kulağına gitmeden tövbe edilirse affolunur demesi bir çelişki değil midir? İmam Gazalî, İhyau’l-Ulum adlı eserinde gıybet konusunda -özet olarak- şunları söylemiştir: “Gıybet eden kimsenin -tövbe etmek üzere- iki şey yapması gerekir. Birincisi; pişman olmak tövbe etmek, üzüntü duymak ve böylece Allah’ın hakkını eda etmektir. İkincisi; gıybet ettiği kimseden helallik almak ve böylece kul hakkından kurtulmaktır.” (İhya, 3/150) Gıybetin tövbesi için helallik almanın zorunlu olmadığını söyleyen bazı kimselerin bu görüşüne yer veren İmam Gazalî, bu görüşün doğru olmadığını belirtmiş ve buna karşılık Ata b. Ebi Rebah’ın konuyla ilgili şu ifadelerine yer vermiştir: “Gıybette tövbe etmek istiyorsan, gıybet ettiğin adamın yanına gidecek ve ona ‘söylediklerimde yalan söyledim, sana zulmettim ve haksızlık ettim. Şimdi sana geldim istersen hakkını alırsın, istersen beni affedersin” diyeceksin”. Gazalî, bu görüşün en doğrusu olduğuna vurgu yapmıştır.(bk. a.g.e). Gazalî’nin bu görüşü İslam âlimlerinin görüşleri ile uygunluk göstermektedir. Nitekim, gıybet konusunda, İslam alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşü şu merkezdedir: Gıybet eden veya isteyerek gıybeti dinleyen kimsenin tövbe istiğfar etmesi ve gıybet edilen adamı gördüğünde de onunla helalleşmesi gerekir. Gıybetin tövbesi, gıybet edilen kimseden helallik almayı gerektirir, çünkü burada bir kul hakkı söz konusudur. İslam’da herhangi bir gıybetten veya isteyerek gıybeti dinledikten sonra, “Ya Rabbi! Bizi ve gıybet ettiklerimizi bağışla.” duasını okumak bir düstur olarak kabul görmüştür. Bediüzzaman da bu konuda şu görüşlere yer vermiştir: "Gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a'mâl-i salihayı yer, bitirir. Eğer bir kimse gıybet etti veyahut isteyerek dinlediyse; o vakit “Allahım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et”diye dua etmeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli."(Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup). İlave bilg için tıklayınız: Gıybet nedir; hangi konularda gıybet haram olmaz? 26 Dağların sarsıntıları önlemediğini, sadece yeri sabitlediğini söyleyip, Nahl 15, Enbiya 31 ve Lokman 10. ayetlerinin bilimle çeliştiğini iddia edenlere ne dersiniz? İlgili ayetlerin meali şöyledir: “Hem dünya hareketiyle sizi sarsmasın diye, yeryüzüne sabit dağlar koydu. Amaçlarınıza ermeniz için ırmaklar, geçitler yerleştirdi.” (Nahl, 16/15) “Yerin insanları sarsmaması için oraya dağlar yerleştirdik. Maksatlarına ermeleri için orada geniş yollar, geçitler yaptık.”(Enbiya, 21/31). “O gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz yarattı. Yere de, sizi sarsmaması için, ağır baskılar, yani ulu dağlar koydu ve orada her türlü canlıyı üretip yaydı. Gökten de bir su indirdik, orada her güzel çifti yetiştirdik.”(Lokman, 31/10). Bu ayetlerin -konumuzla ilgili- ortak vurgusu “yerküresinin hareketiyle insanları sarsmaması için, yeryüzüne sabit dağların konulmasıdır.” Bu ayetlerin asıl Arapça metninde, dağlar -“cibal” olarak değil-, “Revasî” sözcüğüyle ifade edilmiştir. “sarsıntı”yı ifade eden kelime ise “Meyd” kökünden gelen -Made-Yemîdu“Temîdu” fiilidir. Revasî kelimesi, “Resv” veya “Rüssuv” kökünden gelen “er-Rasî” kelimesinin çoğuludur; bir yerde sabit olmak, bir baskı unsuru olmak, bir yere yerleşmek manasına gelir. Genel bir vasfı olması haysiyetiyle dağlar için kullanılmıştır. (Taberî, Razî, İbn Aşur, Nahl, 16/15. ayetinin tefsiri) Önce ayette söz konusu edilen sarsıntıyı, kısmî/lokal olarak meydana gelen normal deprem olayından ziyade, ilk yaratıldığı jeolojik devirlerde bütün bir küre olarak yerde meydana gelen sarsıntıyı anlamak gerekir. Nitekim, bazı tefsirlerde yerküresinin bu sarsıntısı denizde alabora olmak üzere olan geminin sağa-sola hareket ederek maruz kaldığı sarsıntıya benzetilmiştir.(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri). Hamdi Yazır’ın aşağıdaki açıklaması da bu gerçeği desteklemektedir. “Halbuki onları yaratan biz, o yeryüzünde kendilerini sarsacak diye ağır baskılar yaptık. Yani gökten ayırdığımız ve üzerinde kendilerine sudan hayat verdiğimiz insanları, yerküresi hareketiyle çalkalayıp sıkıntıya sokmasın, sakin olacak yer bulsunlar diye o yeryüzünde suya karşılık sulb oturaklı kıt'alar (Omurgaları derinliklere gömülmüş parçalar yani:) dağlar meydana getirdik. Bir düşünmeli ki, yeryüzü, sıvı bir halde kalsaydı ve yer hareket ettikçe insanlar çalkanıp dursaydı ne büyük sıkıntı olurdu. Toprak kütlesinin yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile, bu sıkıntı bertaraf edilip yeryüzü, insanların yaşaması için oturulabilir bir hale getirildi.”(Enbiya, 31. ayetin tefsiri). Amme (Nebe') sûresinin 7. âyetinde yer alan "Dağları direkler yaptık" meâlindeki cümleyi tefsir eden Bediüzzaman, mecaz penceresinden âyetin mânâsını birkaç yönden açıklamaya çalışması, ayetin değişik gerçeklere işaret ettiğini göstermektedir: 27 Birincisi: Yerküresi feza denizinde bir denizaltı gemisi gibi yüzmektedir. Bu denizde rotayı şaşırıp alabora olmaması için dağlar, geminin birer demir ve direkleri olarak var edilmiştir. İkincisi: Yerküresinin iç kısımlarında meydana gelecek sıkışmalar anında, yerin kendi ekseninden çıkmaması için dağlar vasıtasıyla nefes almaktadır. Buna göre dağlar, yerküresinin birer nefes bacası hükmündedir. Üçüncüsü: Yeryüzünün en önemli sakinleri insanoğludur. İnsanların hayatında en önemli unsur ise, su, toprak ve havadır. İşte bu üç unsurun hâmisi ise dağlardır. Dağlar, toprağı erozyondan, denizler tarafından istila edilmekten ve havayı kirlilikten koruduğu gibi, suyu da güzelce depolamaktadır. Dördüncüsü: Dünyanın dağları vasıtasıyla adeta ufuklarla bitişik olduğunu göstermesi, yerküresine bir çadır görünümünü kazandırmıştır. Özellikle çadırlarda yaşayan veya öyle bir hayatı tasavvur edebilen kimseler eğer edebi sanat zevkine sahip ise, dağları yer küresi çadırının birer direk ve kazığı şeklinde düşünebilecektir (bk. Muhakemat, 73-74; Niyazi Beki, Kur’an ilimleri ve tefsir açısından Bediüzzaman’ın eserleri, s. 226-227). Bazı uzmanların belirttiğine göre, jeolojinin dağlar hakkında söyledikleri yukarıda verdiğimiz bilgilerle tam bir paralellik içindedir. Bu bilgilere göre, dağların özelliklerinden biri yeryüzündeki büyük yer tabakalarının uçlarında yükselmesi ve bu tabakaları birbirine bağlamasıdır. Bu özellikleriyle dağlar tahtaları birarada tutan çivilere benzetilmektedir. Bunun yanında dağların yerkabuğunda yaptığı basınç, dünyanın merkezindeki mağma hareketlerinin etkisinin yeryüzüne ulaşarak yerkabuğunu parçalamasına engel olurlar. Yine uzmanların bildirdiğine göre, dağların depremle yakın ilişkisi vardır, şöyle ki; depremler gerilim altındaki yer katmanlarının kırılması sonucu açığa çıkan enerjinin yer kabuğunca sismik dalgalar halinde iletilmesinden oluşur -bir cetvelin ucunu iyice gerdirip bırakınca oluşan dalgalar gibi. Bu dalga hareketi yer kütlesinin bu enerjiyi tedricen soğurması sonucu gittikçe zayıflar ve belli bir mesafeden sonra söner; aynen göle atılan bir taşın oluşturduğu dalgaların gittikçe zayıflayarak sönmesi gibi. Fen bilimlerince sabittir ki doğrusal harekete olan direnç kütle ile, ve dönme hareketine olan direnç de kütle ile beraber kütlenin dönme ekseninden olan mesafesinin karesiyle orantılıdır. O yüzden, belli bir kuvvetin etkisi altında belli bir enerji ile belli bir yönde hareket eden bir dalga, büyük bir kütleye rast gelince enerjisinin bu kütleye dağılması sonucu zayıflar ve söner. Dağlar, devasa kütleleriyle deprem esnasında bu tür bir damper görevi görür. Örnek olarak, uzunca bir ipin bir ucunu ileri geri hareket ettirerek oluşan dalga hareketi ip boyunca ilerler. Ancak ipin bir bölümüne kurşun top gibi bir ağırlık bağlanırsa, o bölüme ulaşan dalganın hemen zayıfladığı görülecektir. Hatta eğer ağırlık çok büyükse dalga orada söner. İşte deprem sırasında dağlar bu kurşun top rolünü oynayıp ip misali yer kabuğu boyunca ilerleyen dalgaların şiddetini azaltır ve dalgaların daha çabuk sönmesini sağlar. 28 Cenab-ı Hakk'ın, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asv)'e Cenab-ı Hakk'ın kardeş nasip etmemesinin hikmetleri neler olabilir? Bu konuda kesin olarak bir hikmeti beyan etmek oldukça zordur. Çünkü, kardeşlerinin olmamasını gerektiren gerçekler vardır. Mesela, kendisi daha dünyaya gelmeden babası vefat etmiştir. Kardeşinin olması zaten artık düşünülemez. O zaman, “niye babası -o vakit- vefat etmiştir?” gibi bir soruya cevap bulmak gerekir. Bütün işler, bir değil, bin hikmet zinciriyle birbirine bağlıdır. Bununla beraber insan aklıyla şöyle düşünebilir: a. Allah, Hz. Muhammed (a.s.m)’i anasız-babasız / yetim olarak yetiştirmekle, imanlı bir anababadan gelmemekle bir nevi öksüz durumda olan ilk muhataplarına karşı daha şefkatli olmasını sağlamıştır. Yetimlere, çocuklara özel ilgisinden bunu anlamak mümkündür. b. Anne-babası vahyi tebliğ zamanına kadar kalsalardı, evlat ile ebeveyn arasındaki ilişki ile peygamber ile ümmet arasındaki ilişkinin bir arada yaşanması gibi oldukça zor bir durum ortaya çıkacaktı. c. Hz. Peygamber (asv)'in yetim / öksüz olarak büyümesi aynı zamanda imtihanın bir unsuru olarak da görünmektedir. Nitekim, bazı insanlar “Yetim-i Ebî Talib” diyerek küfürlerine bir bahane olarak kullandıkları gibi, bazıları da “yetim olduğu halde bu harika edep ve terbiyeyi hatta edebiyatı nasıl öğrendiğini” merak etmişler ve “Beni Rabbim terbiye etti...”(elMünâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/224; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/70) cevabını alırken de imanlarını artırmışlardı. ç. Özellikle bir kardeşi olsaydı, bu takdirde bu kardeşi ya Hz. Musa (as)’ın kardeşi Hz. Harun (as) gibi peygamber olacaktı; bu ise son peygamber olma özelliğiyle çelişen bir husustur. Veya peygamber olmayacaktı, bu takdirde ise -peygamber olmadığı için- masum olamazdı ve bir beşer olarak onun yapacağı bazı kusurları bahane eden Hz. Muhammed (asv)’in muarızları, onu peygamberlik gibi kutsî bir tebliğ makamına karşı kullanacaklardı. d. Şayet kardeşi olup vefatından sonraya kalsaydı, belki de sahabe onu halife yapacaklardı. Bu ise, yakınlığa dayalı cibilli bir mülahazaya yol açacaktı. Bu da nübüvvet manasına uygun olmayan düşüncelere sebebiyet vermek anlamına gelecekti. 29