Haftalık Bülten 18 Şubat 2011 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler "Mümin erkeklere ve mümin kadınlara eziyet eden, sonra tövbe de etmemiş olanlar için Cehennem azabı ve yangın azabı vardır." (Buruc, 85/10) ayetinde geçen "yangın azabı" nedir? İkinci bir cehennem midir? ............................................................................................. 4 Allah kullarını niçin seviyor? ...................................................................................................... 6 Ölümü seven, tebessümle karşılayan, bu dünya darlığından kurtulma, cennete kavuşma vesilesi ve terhis tezkeresi gibi gören kişi -haşa- cennete gideceğinden emin olduğundan mı böyle yapıyor?........................................................................................................................ 9 “Ümmetimden iki sınıf salâha ererse insanlar da salâha erer: yöneticiler ve âlimler” hadisinin kaynağı ve sıhhat durumu nedir? Bu iki sınıf salaha ererse ümmet nasıl salaha erer? ........................................................................................................................................... 10 Hz. Davud (a.s)'un çalgı çalarak dua ettigi söylenir? Açıklar mısınız? ................................... 11 “İnsanlar öyle günler görecek ki katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek.” “Bu nasıl olur?” diye soruldu. Şu cevabı verdi: “Herçtir! Öldüren de ölen de ateştedir.” (Müslim, Fiten 56) hadisini açıklar mısınız? ......................................................... 12 "... Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimselerseniz, sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır." (Hucurat, 49/17) ayetini açıklar mısınız? ...................................................................................................................................... 14 "Dünya hikmet, ahiret ise kudret yeridir." anlamında bir söz duydum, bu ne demektir? ... 15 “Eğer siz günah işlemez olsaydınız, Allah başka insanlar yaratır, onlar günah işlerler, kendisi de onları bağışlardı.” anlamındaki hadise göre, Allah’ın, tövbe etsinler diye günahı ve insanları yaratması sonra günah işleyenleri suçlaması tezat değil mi? ........................... 16 Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv)’in, buluşmak üzere anlaştıkları bir genci üç gün beklediği bilgisi doğru mudur? Doğru ise bir insan üç gün kesintisiz nasıl bekler? ............ 19 Dünya imtihan yeri olduğuna göre, Hz. Adem (as)’in durumu imtihan için ters olmuyor mu? Sonuçta Allah Teala'yı, cehennemi, ahireti, melekleri, şeytanı ve diğer dünya dışı varlıkları gören birisinin, iman etmemesi zaten olacak şey değildir. ................................... 20 "Sura üflendiği zaman, o gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez..." (Mü'minun 23/101) ayetinde neden akrabalık örneği verilmiştir? ........................................................... 22 2 Hristiyan ve Yahudilere İslam dininin hak din olduğunu nasıl anlatabiliriz? İslam ve Kur'an yalnızca size göre hak ve gerçek, öbür dinler yalnız size göre batıl olarak değerlendiriyorsunuz? ............................................................................................................. 23 Kainatta her şeyin düzenden düzensizliğe (entropi) meyilli ve insanın nefsani şeylere istekli yaratılması; ibadetlerin zor olması ve hayatın cehenneme gitme üzerine ayarlanması nasıl izah edilebilir?............................................................................................. 25 Hz. Muhammed (asv), Ubey b. Kab'a "Allah Teâlâ, 'Lem yekünillezine keferû' suresini sana okumamı bana emretti." demiş midir? .................................................................................... 30 Hz. Ali (ra)'e ait olduğu söylenen "Şıkşıkiyye Hutbesi" gerçek midir? .................................. 31 Safer ayı niçin bela ayıdır, böyle bir ay var mıdır? Peygamberimiz (asv)'in bu ayda belaya uğrayıp hasta olduğu doğru mudur ve bu ay için yapılması gereken özel bir ibadet veya korunma duası var mıdır? ........................................................................................................ 32 "İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenler...” (Nisa, 4/168) ayetinde hangi insan tipinden bahsediliyor? ............................... 34 Bakara suresi 38´inci ayette geçen havfün (korku), 40. ayetteki ferhabûn (korkun), 41. ayetteki fettegûn, 45. ayetteki hâşiîn (Allah´tan içi titreyerek korkanlara ağır gelmez) kelimelerindeki korkuların arasında ne tür bir fark vardır? .................................................. 36 3 "Mümin erkeklere ve mümin kadınlara eziyet eden, sonra tövbe de etmemiş olanlar için Cehennem azabı ve yangın azabı vardır." (Buruc, 85/10) ayetinde geçen "yangın azabı" nedir? İkinci bir cehennem midir? İlgili ayetin meali şöyledir: “O kimseler ki, inanan erkek ve kadınlara işkencede bulunup fitne çıkardılar; sonra da (bu yaptıklarından dolayı) tövbe etmediler; onlar için Cehennem azabı vardır; o çok yakıcı azap onlar içindir.” (Buruc, 85/10) Onlar, mümin erkek ve kadınlara fitne yapmışlar, imanlarından çevirmek için onlara bela olmuş, sıkıntı ve eziyet vermişler, "Sonra da tövbe etmemişlerdir". Bundan dolayı "onlara muhakkak" "cehennem azabı vardır". Bu, küfürlerinin, inkâr etmelerinin karşılığı olan azaptır. Ve onlara yangın azabı vardır. Bu da gittikçe yayılması itibarıyla bir yangına benzeyen fitnelerinden dolayı kendilerini saracak olan diğer bir ateş azabıdır. (bk. Elmalılı Hamdi, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri) Küfür, imânın karşıtıdır. Biri bâtıl, diğeri haktır. İman, hakkı bulup seçmenin ve hakka teslim olmanın yolu ve belirtisidir. Küfür ise, hakkı gizleyip örtmenin, onu reddetmenin, yalan saymanın ve her vesileyle bâtılı savunmanın yolu ve belirtisidir. Böylece kâinatta hemen her şey çift yaratıldığı, yani her şeyin zıddının bulunduğu gibi imânın da zıddı küfür olarak belirlenmiştir. Kâfirlerin, bâtılı seçip savundukları ve hakkı reddettikleri için sağlam hiçbir dayanakları, inandırıcı hiçbir delil ve belgeleri yoktur. Olmayınca da konuyu saptırma, şiddete baş vurma, ortalığı karıştırıp bulandırma, müminler üzerinde caydırıcı baskı uygulama ihtiyacını duyarlar. Hakk'a inanıp bağlanmanın her iki hayatta da mutluluk, huzur ve güven, kardeşlik ve gerçek dostluk vadettiğini anlayamadıklarından dinden ve gerçek dindardan korkar ve her vesileyle endişe duyarlar. Bunun için durmadan onları etkisiz hale getirmek için fitne, baskı, işkence, terör havasını estirerek din ve vicdan hürriyetine imkân vermek istemezler. İslâm'ın ilk yıllarında Mekkeli müşriklerin, imân cephesine karşı tutum ve uygulamaları bunun açık misallerinden biridir. Tarih boyunca hak ile bâtıl mücadelesinin seyri hep bu metodun sahnede tutulmasıyla devam edegelmiştir. Bugün hâlâ birçok ülkede mevcut Müslümanların dinlerinden, imânlarından ve öz değerlerinden koparmak için aynı veya benzeri şiddet anlamında bir plân ve strateji uygulanmaktadır Ancak Cenâb-ı Hak bu zıtların sürtüşmesini hemen makas atıp kesmemekte; inkarcı zâlimlerin gerçeği anlayıp hakka dönmelerini telkin ve tavsiye ederek tövbe kapısının açık tutulduğunu bildirmektedir. Çünkü O'nun rahmeti hep gazabının önüne geçmekte ve sünnetullah gereği ıslâhı ifsada tercih etmektedir. Ne var ki, inkarcı sapıklar haddi iyice aşıp belli çizgiye gelince, ilâhî hüküm iner ve artık onu geri çevirecek bir kuvvet bulunmaz. (Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetin tefsiri) Diğer taraftan, hayat bir imtihandır. Bu imtihanda insan kendisine verilen akıl, irade ve ömür sermayesiyle ya Yaratıcısının emirlerine uyarak melekleri geçebilecek seviyeye yükselecek, ya 4 da nefis ve şeytanı dinleyerek hayvanlardan da aşağı dereceye düşecektir. Bu sayede nebiler, veliler gibi insanlığın güneşi, ayı ve yıldızı olmuş nice büyükler boy gösterirken ne yazık ki ilâhlık dâvâsında bulunacak ve canavarlara taş çıkartacak derecede alçalabilen Nemrut, Firavun, Şeddad, Süfyan, Deccal gibi nice zalimler ortaya çıkmıştır. Evet, bir kısmı kul oluşunu, acz, fakr ve zaafını hissedip Rabbine yönelerek yücelirken, diğerleri aciz ve zayıf oldukları halde makam, mevki, saltanat, zenginlik, ilim gibi bir kısım maddî imkânlarına dayanarak havalara girip ilâhlık dâvâsında bulunacak derecede yoldan çıkmış nice insan zuhur etmiştir. Şunu da ifade etmeliyiz ki, bu ayetten nefsimiz açısından alacağımız bir ders de olabilir. Sadece dışımızdakilere değil kendimize de sormalıyız. Acaba bizler de insanlara, çevremize işkence edenlerden miyiz? Eğer hanımlarımızı cehennemden, ateşten kurtarma adına bir gayretin içine girmiyorsak, bilelim ki biz de onlara işkence ediyoruz demektir. Eğer çocuklarımızı Kur’an ve Sünnetle tanıştırıp onların cennet yollarını açmıyorsak, bilelim ki bizler de işkenceciyiz. Eğer çevremizdeki Allah kullarına Allah dinini ulaştırarak onların cehennem yollarına barikatlar koyma çabası içine girmiyorsak, onların ateşe gidişlerine göz yumuyorsak, bilelim ki biz de onlara işkence ediyoruz demektir. Bunları ve benzeri soruları, herkes kendine sormalı ve ayetlerin ikazlarından ve uyarılarından önce kendimiz ibret almalıyız. İlave bilgi için tıklayınız: BURÛC SURESİ. ASHÂBU'L-UHDÛD. 5 Allah kullarını niçin seviyor? Kur'an-ı Kerim'i açtığımızda karşımıza çıkan ilk ayet Bismillahirrahmanirrahim'dir. Rabbimiz ilk olarak Rahman ve Rahim sıfatlarıyla kendisini bizlere tanıtmaktadır. Her iki mübarek isim de Allah’ın sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade ederler. Elbette sonsuz merhamet sahibi olan Allah (c.c.) yarattığı her insanı sever. Yokluk aleminin karanlıklarından varlık aleminin nurani tepelerine çıkardığı mahlukunu sevmemesi düşünülebilir mi? Kendisine verilen nimetlere baktığında Allah'ın kendisini sevdiğini anlayacaktır. Allah Teala'nın kullarına olan sevgisinin tezahürlerinden bazılarını açıklayalım: 1. İnsanı yoktan var etmesi: İnsan bir hiç iken Allah'ın rahmeti sayesinde en güzel bir surette can sahibi olmuştur. Allah insanı yoklukta bırakmayıp, varlık nimetine kavuşturmuştur. Bu, nimetlerin en büyüğüdür. Yine varlık içinde cansız ve camit bırakmayıp, hayat nimetini vermiştir. Hayatlılar içinde ruhsuz bırakmayıp ruh nimetini vermiştir. Ruhlular içinde şuursuz ve akılsız bırakmayıp akıl ve şuur nimetini ihsan etmiştir. Akıl ve şuurlular içinde insaniyet nimetini bahşetmiştir. İnsaniyet içinde hidayet ve iman nimetini vermiştir. Bu sayılan bütün nimetler verilmiş ve sabık nimetlerdir. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmaktadır: "O değil mi seni yaratan, bütün vücud sistemini düzenleyen ve sana dengeli bir hilkat veren, Ve seni dilediği bir surette terkib eden?"(İnfitar, 82/7-8) "Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin, 95/4) 2. İnsana sayısız nimetler vermesi: Nimet, Allah tarafından insanlara her çeşit iyiliğin verilmesi ve her çeşit zararın uzaklaştırılması anlamına gelmektedir. Bu Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisidir. Rahmet ve merhamet; kısaca, ‘hayrı irade etmek ve sonsuz ihsan ve ikramda bulunmak’ mânâsına gelir. Merhamet için yapılan şu tarif çok güzeldir: “Merhamet; acıları, afetleri, sıkıntıları gidererek yerlerine hayrı, sürur ve saadeti ikame etme duygusudur.” Rahmân ismi, ‘insan-hayvan, mü’min-kâfir farkı gözetmeksizin her canlının her türlü rızkını veren ve onları koruyup gözeten” mânâsına gelir. Rahîm ise, “iradesini doğru kullanan kullarına iman, ibadet, hidayet saadetini kazandıran ve onlara ebedî Cennetler hazırlayan” demektir. Rahmân ismi, ilk yaratılışa bakar. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, onların iradeleri dışında nice ihsanlara mazhar kılar. Rahîm ismi ise, daha çok, ikinci yaratılışa bakar ve iradelerini hayra, doğruya, güzele yönlendiren bahtiyar kullar için, ikinci yaratılışta, sonsuz lütuflar, nimetler, ikramlar verileceği müjdesini taşır. 6 "O ki, yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yarattı" (Bakara, 2/29). 3. Uyarıcı peygamberler göndermesi: Peygamberlerin gönderilmesi Allah Teala'nın merhametinin göstergesidir. Hak ve batıl her ümmetin önüne, bir elçi aracılığı ile serilmiş, Allah emir ve yasaklarını onlara duyurmuştur. Peygamberler aynı zamanda insanların dünyevi işlerinde birer rehberdirler. Medeniyetlerin gelişmesi peygamberlerin rehberliğiyle olmuştur. "And olsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler." (Al-i İmran, 3/164) 4. İslam dininin kolaylık dini olması: İnsanı yoktan var eden Allah, şüphesiz onun nelere ihtiyaç duyacağını, hangi ibadetleri yapmaya güç yetirebileceğini, nasıl sağlıklı, huzurlu ve mutlu olacağını en iyi bilendir. Dolayısıyla Rabbimiz'den bir lütuf olarak İslam dini insanlara çok kolay, çok güzel ve çok rahat bir yaşam sunmaktadır. "... O, sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'an'da, peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Artık, namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!" (Hacc 22/78) 5. Dünya hayatında tövbe için muhlet vermesi: Allah isyan eden kullarına hemen ceza vermez. Hatalarını anlayıp tövbe etmeleri için onlara mühlet verir. "Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi. Fakat Ben, o kâfirlere akıllarını başlarına toplamaları için bir süre mühlet verdim. Ama onlar akıllanmayınca sonra da onları azabımla kıskıvrak yakaladım, cezam nasılmış, gördüler." (Ra’d 13/32) 6. Kendisine inanan kulları cennetle mükafatlandırması: Cennet Allah’ın bir lütfü ve fazlıdır. "Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmayarak cennete, çok esirgeyici Allah`ın kullarına gıyâben va`d buyurduğu Adn cennetlerine gireceklerdir. Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada selâmdan başka boş bir söz işitmeyeceklerdir. Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir. O, öyle Cennettir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız." (Meryem, 18/60-63). 7- Dualara icabet etmesi: Dua, Rabbimiz'in Rahman ve Rahim isminin üstün tecellilerinden bir diğeridir. En zor şartlarda bile, imanlı bir insan asla ümitsizliğe kapılmadan, Allah'tan kuvvet ve sabır diler. Allah'ın her zaman her şeyin en hayırlısını yarattığını bilerek umutla yalnızca Allah'a yalvarır. Allah'tan istediği her şeyin en hayırlı şekilde son bulacağını bilir. Allah’ın kullarına verdiği bu sınırsız imkan hiç şüphesiz O’nun sonsuz rahmetinin bir tecellisidir. Bütün güç Allah'ın elindedir. Rahman ve Rahim olan Allah, ihtiyaç içinde olan insanların kendisine yöneldikleri takdirde işlerini kolaylaştıracağını şu ayetle bildirir: "Rabbiniz, şöyle buyurdu: Bana dua edin, size cevap vereyim (duanızı kabul edeyim)" (Mü'minûn, 23/60). 7 "Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben şüphesiz onlara yakınım. Bana dua edenin duasını kabul ederim." (Bakara, 2/186) 8. Kullarının tövbesine sevinmesi: Rabb'imiz gereği gibi tövbe edenlerin tövbesini kabul edip onları mükafatlandıracağını, böyle davrandıkları takdirde yarınlarından emin ve güvenli olacaklarını, yitirdikleri ümitlerini yeniden ele geçireceklerini açıkça haber vermektedir. "Onların hareketlerinin karşılığı Rablerinden bağışlanma ve içlerinde ırmaklar akan, temelli kalacakları cennetlerdir. Böyle yapıp davrananların mükafatı ne güzeldir" (Âl-i İmrân, 3/136). "Hiç şüphesiz Allah hem çok tövbe edenleri, hem de çok temizlenenleri sever” (Bakara, 2/222) 9. Yaratılanlar içerisinde en üstün kılması: İnsanın üstün yaratıldığına dair bazı ayetler şöyledir: "Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği vakit onlar: “Â!.. Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen’i tenzih etmekteyiz.” dediler. Allah: “Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim.” buyurdu."(Bakara, 2/30) "Gerçekten biz Âdem evlatlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar nasib ettik, onlara helâl ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık."(İsra, 1/70) "Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır."(Tin, 95/4-6) Allah, insanı en mükemmel şekilde yaratıp ona tüm mevcudat üzerinde bir üstünlük vermiş ve onu kainatın halifesi kılmıştır. İnsan, bu üstün vasfını iman ve ibadetle muhafaza etmelidir. Aksi takdirde esfeli safiline düşerek bu halifeliğini kaybedecek ve Kur'an'ın ifadesi ile belki hayvandan daha aşağı bir duruma gelecektir. İman insanı meleklerden daha üstün bir nertebeye getirirken, küfür insanı esfeli safiline atıp cehennemin derekelerine düşecek bir hale getirir. Nitekim Allah Teala insan için "ahsen-i takvim" demektedir. İnsan için "en güzel" denilmesi, mahlukat içinde ondan daha güzelinin olmadığı anlamına gelir. 8 Ölümü seven, tebessümle karşılayan, bu dünya darlığından kurtulma, cennete kavuşma vesilesi ve terhis tezkeresi gibi gören kişi -haşa- cennete gideceğinden emin olduğundan mı böyle yapıyor? Bu konuyu açıklamak için kısaca birkaç noktaya işaret etmekte yarar vardır: İslam’da “Allah’ın azabından korkmak ve rahmetini ümit etmek” veya “Allah’ın azabından emin olmamak ve rahmetinden ümit kesmemek” itikadî bir prensip olarak önemli bir yere sahiptir. Bu sebeple, hiç kimse bu prensibe aykırı olarak hareket etme veya düşünme imkânına sahip değildir. Hatta Aşere-i Mübeşşere / dünyadayken cennetle müjdelene sahabiler bile, hayatları boyunca herkesten daha çok takva göstermeleri, bu konudaki hakikî müminlerin tavırlarını özetleyecek mahiyettedir. Bununla beraber, insanların mizaçlarına göre, bazılarında korku, bazılarında da ümit tarafı daha fazla ağır gelebilir. Ümit tarafı ağır basanların, korku tarafını hafife almaları ve ümit coşkusuyla kuvvetli iman ettikleri sonsuz rahmeti göz önünde bulundurmaları mümkündür. Bu sebeple, “ölüm gecesini bir “şeb-i arus” olarak değerlendirmelerinin imana aykırı bir yönü yoktur. Ayrıca, imandaki marifetullah arttıkça, muhabbetullah denilen aşk duygusu da o nispette artacaktır. Hissiyata bağlı olarak gelişen bu aşk duygusu, çoğu zaman aklı dinlemez. Çünkü, “muhabbetin gözü kördür”. İşte bu muhabbet cazibesi bazen sahibine -şekli ne olursa olsun“cehennem korkusunu” umursatmaz bir duruma getirebilir. İlahî aşkın ne anlama geldiğini gerçek manada bilmeyen bizim gibilerin, onun başkası için de geçerli olmadığını iddia etmek insafsızlıktır. Mecazî aşklarda bile âşıkları ölüme götürmüş çok vakıa vardır. Hakîkî aşkın iksiri, mecazî aşkın iksirinden katbekat fazla olduğuna göre, Allah’ın cemalini görmeye can atanların cennet ve cehennemi unutmaları kadar tabii bir şey olamaz. “Gönlümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var...” diyen Bediüzzaman Hazretlerinin bu duygusuna sahip olamazsak da bunun varlığında asla şüphe etmeyiz. İmam Gazalî de İhya’da muhabbet bölümünde muhabbetin değişik mertebelerine işaret etmiş, mecazî aşk yüzünden canını feda etmiş olanlardan bazı misaller de vermiştir. Mecazî ve hakikî aşkın ne olduğunu bilmeyenlerin bunları inkâr etmelerinin doğru olmadığına vurgu yapmıştır. Diğer taraftan, ölümü sevmek ve istemek, Allah’tan korkmaya, ona her zaman saygılı olmaya mani değildir. Allah korkusunun pek çok dereceleri vardır. Birileri Allah’ın azabından, birileri Allah’ın gazabından korkar, birileri de Allah’ın rahmetini incitmekten, büyüklüğüne karşı en ufak bir saygısızlık yapmaktan korkar. Bu makamda olanların korkusu, takvası, bu tür incelikli bir korkudur. Nitekim, Hz. Peygamber (a.s.m) da cennetlik olduğunu bildiği halde “Ben hepinizden daha çok Allah’tan korkuyorum.” demiştir. Özetlersek; Mecnun-Leyla, Ferhat-Şirin, Tahir-Zühre gibi dünyaya destan olmuş mecazî aşkların ve âşıkların durumunu yakından bilenler için, hakîkî aşkın meydana getirdiği istiğrak haletini anlamakta zorlanmazlar. İlahî aşkın mecnunları vuslat namına, huzura çıkma adına, kutsî cemali müşahede adına “lütf-ü kahrı bir” gören ve “lütfün da hoş, kahrın da hoş” diyen kimselerin, bu zevk-i manevilerine ermek için, marifetullahda, muhabbetullahda, takvada, terakki etmek gerekir. Allah bunu hepimize nasip müyesser eylesin. (ÂMÎN!..) 9 “Ümmetimden iki sınıf salâha ererse insanlar da salâha erer: yöneticiler ve âlimler” hadisinin kaynağı ve sıhhat durumu nedir? Bu iki sınıf salaha ererse ümmet nasıl salaha erer? “Ümmetimden iki sınıf var ki, onlar salâha ererse insanlar da salâha erer: âmirler / yöneticiler ve fâkihler.”(bk. Kenzu’l-ummal, 6/30). İmam Gazalî de bu hadis rivayetine yer vermiş.(İhya, 1/13), ancak Zeynu’l-Irakî bu rivayetin zayıf olduğunu söylemiştir.(Tahricu ahadis’l-İhya-İhya ile birlikte- a.g.e). Diğer bir rivayet ise şöyledir: “İnsanlardan iki sınıf var ki, onlar salâha ererse insanlar da salâha erer; onlar fesada girerse insanlar da fesada girer: âlimler ve âmirler / yöneticiler.”(bk. Kenzu’l-ummal, 10/191). Bu hadis rivayetlerinde toplumun iki unsuruna dikkat çekilmiştir. Bunlardan biri âlimlerdir. Bir toplumun -maddî ve manevî olarak- doğru yolda ilerlemesi için elbette alimlere ihtiyaç vardır. Eğer işin ehli olan ilim adamları varsa, halk da onları rehber edindiği için düzgün ve sağlıklı bir çizgide hayat sürme imkanına sahip olur. Eğer insanların maddî manevî yolunu aydınlatma görevini üstlenmiş olan alimler yanlış yolda giderse, onları rehber kabul eden insanların durumu da bozuk bir çizgide sürer. Ne güzel demişler: “Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder...” İkinci unsur ise, yöneticilerdir. Bunlar işin ehli kimseler ise, toplumda maddî manevî huzuru temin ederler, dünya ve ahirette mutluluğu netice veren işler yaparlar. İnsanlar da onların bu güzel ve âdil yönetimlerinden memnun olarak -toplumun güzel bir mecrada yürümesi için müspet davranışlarıyla- onlara yardımcı olurlar. Şayet bir toplumda beceriksiz, yanlış yolda olan zalim yöneticiler söz konusu ise, memlekette fitne fesat kol gezmeye başlar. Çünkü “balık baştan kokar.” “İnsanlar yöneticilerinin dini üzere olur.”(Aclunî,2/311) mealindeki hadiste işaret edildiği gibi, insanlar -genellikle- yöneticilerinin bulunduğu çizgide yürümeyi bir zorunluluk olarak görürler. Bu durum her zaman gözle görünen bir realitedir… 10 Hz. Davud (a.s)'un çalgı çalarak dua ettigi söylenir? Açıklar mısınız? Hz. Peygamber (asv) bir gün Ebu Musa'l-Eş'ari'yi Kur'an okurken dinlemiş ve ona; "Gerçekten sana Davud peygamberin mizmarlarından biri verilmiştir." (Mizmar, aslında kaval ve ney gibi, üflenen ve ses çıkaran bir musiki aletidir. Bu hadiste "mizmar" güzel ses, ses nağmesi, ses ahengi demektir.) buyurmuştur.(Buhari, Fedail u'l-Kur'an 31; Müslim, Salâtu'l-Müsafirin 34; Tirmizi, Menakıb 55) Hz. Dâvud (a.s)'in sesi çok güzeldi. Güzel kaside ve ilahiler okurdu. Güzel sesi, (insanlar arasında) örnek olarak anlatılır oldu. Bundan dolayı (güzel sesli kimselere): "Davud'un mizmar (kaval)larından bir mizmar verildi." denilir. Hz. Dâvud (a.s ), o tatlı güzel sesiyle Allah'ı tesbih ve hamd eder, içerisinde Yüce Allah'ın sözü olan Zebur'u okuyup dağlar ve kuşlarda onunla birlikte (Allah'ı) tesbih ederlerdi. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Biz, sabah akşam Dâvud'la birlikte tesbih eden dağları ve toplu halde kuşları, onun emri altına vermiştik." (Sâd 38/18-19) "And olsun ki Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. 'Ey dağlar ve kuşlar! Onunla birlikte teşbih edin dedik..." (Sebe': 34/10) Hz. Dâvud (a.s,) Zebur'u; acıklı ve süratli bir şekilde okumasına rağmen (okuduğu cümlelerin anlamlarını) düşünüp taşınır, bir terennüm ve nağmeli bir sesle okurdu. Okurken huşuyu da ihmal etmezdi. 11 “İnsanlar öyle günler görecek ki katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek.” “Bu nasıl olur?” diye soruldu. Şu cevabı verdi: “Herçtir! Öldüren de ölen de ateştedir.” (Müslim, Fiten 56) hadisini açıklar mısınız? Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek." "Bu nasıl olur?" diye soruldu. Şu cevabı verdi: "Herçtir! Öldüren de ölen de ateştedir." (Müslim, Fiten 56) İbnu Hacer, "herç" kelimesinin kullanıldığı mânaları zikreder. Ahir zaman fitnesi ile ilgili şu hususlar kaydedilir. 1. Katlde şiddet, 2. Katlde çokluk, 3. İhtilat (kargaşa) 4. Ahir zamanda ortaya çıkacak fitne, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu kelimeyi, kendisinin ölümünden sonra, İslam cemiyetinde çıkacak ve galip vasfıyla "mü'minlerin birbirlerini çokça öldürmeleri" şeklinde tezahür edecek olan içtimaî bozuklukları haber vermek maksadıyla sıkça kullanmıştır. Bir başka ifadeyle, fitne kelimesi ile, katl dahil her çeşit içtimâî bozukluklar kastedilirken; herç kelimesiyle de, içtimâî bozuklukların dahilî kırım halini alacak kadar ilerleyen had safhası kastedilmiş oluyor. Herç kelimesinin bilhassa mü'minin mü'mini öldürmesi şeklindeki kargaşaları ifade etmek maksadıyla kullanılma keyfiyeti, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözlerinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (asv), kıyametten önce ortaya çıkacak içtimâî bozuklukları sayarken, bu bozuklukların bir neticesi olarak "herç"in de artacağını mükerrer olarak ifade eder. Dinleyiciler tarafından umumiyetle müphem bulunan "herç"in ne olduğu sorulunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bazan bizzat sözle: "Herç ölüm demektir, ölüm demektir, ölüm demektir" diye vurgulayarak açıklarken, bazan da eliyle boyun uçurma işareti yaparak, bu kelime ile katletmeyi kasd ettiğini belirtir. Bir kısım rivayetlerden, ashabtan bazılarının "çokça katl" olarak tesbit edilen herçten düşmanla cihad sırasında ölme veya öldürmenin artması şeklinde yanlış anladığını, ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bu anlayışı tashih ettiğini görmekteyiz. Ebu Musa'dan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (asv): "Kıyametten önce mutlaka herç vardır." buyurması üzerine: "Ey Allah'ın Resûlü herç nedir?" diye sordum. "Katldir." cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlardan bazıları: "Ey Allah'ın Resûlü (bunu belirtmeniz de niye?) Biz şimdiden bir yılda şu kadar bu kadar çok müşrik öldürüyoruz!" derler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) muhatablarının yanlış anladıklarını görerek, şu tavzih ve açıklamada bulunur: "(Benim kastım) müşriklerin öldürülmesi değildir. (O gün gelince) birbirinizi öldüreceksiniz, o kadar ki, kişi komşusunu, amcaoğlunu ve akrabalarını öldürecek." Cemaatten bazıları tekrar sorar: "Ey Allah'ın Resulü, o zaman aklımız başımızda olduğu halde mi bunu yapacağız (yoksa delirmiş mi 12 olacağız?)" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verir: "Hayır, bu esnada akıl kalmaz. (Aşırı hırs ve cehalet sebebiyle) o devir insanlarının ekseriyetinin aklı ortadan kalkar. Bu durumda, halk içinde ortaya çıkan akıldan mahrum bir ayak takımı, öncekilerin yerine geçer." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Davaları aynı olan iki büyük grup arasında büyük bir savaş vukua gelmedikçe kıyamet kopmaz." diyerek herçle alâkalı hadislerde ifade edilen dahilî öldürmeleri teyid eder. "Bahtiyar, fitneden kaçınan kimse ile, belalarla karşılaşınca sabreden kimsedir. Ne mutlu ona!" (Ebu Davud, Fiten 2), Fitneye bulaşmamayı ve imkan nisbetinde fitneden kaçmayı tavsiye etmektedir. Fitneye bulaşan kimse öldürülse de cehennemlik olacağı hadiste buyurulmuştur. Fitne esnasında kimin haklı kimin haksız olduğu bilinmez. Fitneyi çıkaranların maşası olmama yönüne de dikkat çekilmiştir. "Yaklaşan bir şerden yazık Araplara! Elini çeken ondan kurtulur." (Ebu Davud, Fiten 1) buyurarak fitneye bulaşmayanın kurtulacağı haber verilmiştir. (Prof.Dr. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 13/358-359.) 13 "... Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimselerseniz, sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır." (Hucurat, 49/17) ayetini açıklar mısınız? "Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler; de ki: "Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimselerseniz, sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır." (Hucurat, 49/17). Ayetle ilgili Taberi şu izahatta bulunmaktadır: Ey Muhammed, o bedeviler, Müslüman olmalarını senin başına kakarlar. "Biz seninle savaşmadan iman ettik. Başkaları gibi savaştıktan sonra iman etmedik." derler. Sen onlara de ki: "Müslüman oluşunuzu benim başıma kakmayın. Eğer "İman ettik." sözünüzde samimiyseniz, bilin ki sizi Allah hidayete erdirdiği için mümin oluşunuzdan dolayı o sizi minnet altında bırakır. İmanın yolunu göstermesi ve İslâm dinini kabule sizi muvaffak kılması sebebiyle, asıl size nimet verip minnet eden, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tır. "Said b. Cübeyr, bu âyet-i kerimenin, Esedoğullarından olan Bedeviler hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Zira onlar, Resulullah (asv)'a gelerek "Biz savaşmadan iman ettik." diyorlar ve böylece müslüman oluşlarını onun başına kakıyorlardı."(Taberi, Tefsir, İlgili ayetin tefsiri) 14 "Dünya hikmet, ahiret ise kudret yeridir." anlamında bir söz duydum, bu ne demektir? Dünyada eşyanın yaratılışı, büyük ekseriyetle, sebepler zincirine bağlanmıştır. Yani dünyadaki yaratılışlarda, “inşa” manası hükmetmektedir. Bütün varlık alemi “Nur-u Muhammedî” denilen o ilk mahluktan, safhalar halinde yaratıldığı gibi, her canlı da çekirdek, tohum yahut nutfe dediğimiz bir noktadan başlayarak terbiye edilmekte, birçok safhalardan geçerek son şeklini almaktadır. Bunun içindir ki, Fatiha Suresinde Allah’ın “Rabbü’l-âlemin” olduğu öncelikle dikkatlere sunulur. Cenâb-ı Hak, bu dünyada sebepleri yaratmış, terbiye etmiş ve sonsuz hikmetiyle neticeleri bu sebeplere bağlamıştır. Ahirette ise sebeplerin icraatına gerek kalmadan her şey İlâhî kudretle bir anda, zamansız yaratılacaktır. Yani, bu dünyada hikmet daha galiptir, ahirette ise kudret. Yoksa, bu dünyadaki sebepler de neticeler de Allah’ın kudretiyle yaratıldığı gibi, ahiretteki bütün icraatlar da yine hikmet üzere olacaktır. Burada bir “galibiyet” manası nazara veriliyor. Fırtınalı bir deniz sanki hal diliyle “Ya Celil!” dediği anlaşılır. Böyle bir manzaranın kendine has bir güzelliği de vardır, ama burada "celal" daha galip, daha hakimdir. Öte yandan, bir ağaca baktığımızda “cemal” manası nazarımıza çarpar. Halbuki, bu ağacın bir çekirdekten çıkarılması, büyütülmesi, kâinatla münasebetinin kurulması muazzam bir kudret eseridir. Ancak, burada “cemal” daha hakimdir. Aynı şekilde, hem dünyada hem ahirette hikmet ve kudret birlikte icraat gösterirler. Yani, İlâhî kudretin bütün icraatları her iki âlemde de “hikmet” üzeredir. Ancak dünyadaki icraatlarda hikmet, ahiretteki icraatlarda ise kudret daha hakimdir. 15 “Eğer siz günah işlemez olsaydınız, Allah başka insanlar yaratır, onlar günah işlerler, kendisi de onları bağışlardı.” anlamındaki hadise göre, Allah’ın, tövbe etsinler diye günahı ve insanları yaratması sonra günah işleyenleri suçlaması tezat değil mi? Cevap 1: Konuyla ilgili iki hadis şöyledir: “Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30) “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9-11) Bu hadislerden de anlaşıldığı üzere, insan, günah ve sevap işleme özelliğinde yaratılmış bir varlıktır. Günah işlemek, insanı meleklerden ayıran bir özelliktir. Bilindiği gibi melekler nurdan yaratılmış olup, asla Allah’a karşı gelmeyen, günah işlemeyen varlıklardır. İslâm fıtrat dinidir. İslâm’da insanın günah işleyebileceği kabul edilmiş ve bundan korunma ve kurtulma yolları insana öğretilmiştir. İşte yapılan kötülükten, işlenen günah ve kabahatten kurtulup manevi kirlerden temizlenme yolu tövbedir. Tövbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlardan kurtulup o günah ve hataları hiç yapmamış gibi tertemiz olur. Nitekim bu hususta Peygamber Efendimiz (asv) şöyle buyurur: “Günahtan tam dönen ve tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gi bidir.” (İbn Mace, Zühd 30) Yüce Allah kullarını tövbeye çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha edesiniz.” (Nur, 24/31) Başka bir ayette ise Yüce Allah, Peygamberine şöyle buyurur: “De ki: “Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.” (Zümer, 39/53) Bu ayette Yüce Allah, Peygamberine, günahkâr kullara, Allah’ın rahmetinden umut kesmemelerini söylemesini emrediyor. Çünkü çok bağışlayan, çok acıyan Allah, dilerse bütün günahları bağışlar. Bundan dolayı kullar, Allah’ın azabı gelmezden önce Allah’a yönelmeli, O’na teslim olmalı, şirki ve bütün günahları bırakmalıdırlar. Demek ki soruda geçen hadis günah işlemeye teşvik ettiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine insan günah işlemeye fıtraten meyillidir. Öyle ise gaflete düşüp günah işlerlerse tövbe kapısının da açık olduğunu ifade etmektedir. "Günah işlemeseydiniz günah işleyen bir topluluk yaratılırdı." sözünden kasıt ise; eğer 16 insanların günah işleme özelliği olmasa idi veya yitirse idi, Allah onlardan başka günah işleme özeliği olan bir varlık daha yaratır ve bu varlıklar bu özelliğine rağmen günahı terk edip Allah’a itaat ederlerdi. Eğer gafletle, hata ile nefsine ve şeytana uyarak günah işlemiş olurlarsa tövbe edenlerin günahlarını da bağışlardı. Bu hadisler tövbenin önemini anlatmakta ve kim olursa olsun Allah’ın rahmetinden ümit kesmeden Ona yönelmelerini istemektedir. Cevap 2: Allah’ın cemal sıfatlarının tecelli yeri olan cennet sadece insanlarla ilgili olmadığı gibi, celalli sıfatların mekânı olan cehennem de yalnız insanlara yönelik bir tecelligâh değildir. Yani, Allah’ın sıfatları ezelî ve ebedî olduğundan, ebede kadar tecelli etmeleri gerekir. Bu tecellilerin diyarı ise, cennet ve cehennem yurtlarının bulunduğu ahiret diyarıdır. Yani, ne cemalli sıfatların tecellisi sadece insanlara verilen nimetlerle ilgilidir, ne de celal sıfatlarının tecellisi yalnız insanlara verilen ceza ile alakalıdır. Yani, faraza ahirete göçen insanlar olmasaydı, yine de bu sıfatların ebede kadar tecelli etmeleri için ebedî bir diyar olan ahirette ebedî birer tecelligâh olan cennet ve cehennem olacaktı. Yani; inanan insanların cennet nimetleriyle mükâfatlandırılmaları, inkârcıların da cehennem azabıyla cezalandırılmaları, cemal ve celal sıfatlarının sadece bir kısım tecellileridir. Yani, cennet bütün güzellikleriyle, bütün letafetiyle, huri ve ğılmanıyla, oradaki melekleriyle, nurlu manzaralarıyla cemal sıfatlarının gösterdiği gibi, cehennem de zebanileriyle, alev alev yanan korkunç ateş lavlarıyla, zemheririyle, karanlıklarıyla celal sıfatlarının dehşetli bir tecelligâhıdır. Cennetin, evrende -tecelli eden cemal sıfatlarının bir yansıması olan- mevcut güneşlerin ve yıldızların ihtiva ettiği nuru yansıtan bir ışık, santral merkezi olması mümkün olabildiği gibi, cehennemin de, evrende -tecelli eden celal sıfatlarının bir yansıması olan- mevcut, gök cisimlerin, güneşlerin ve yıldızların barındırdığı ateş, hararet gibi unsurların bir kaynağı olması mümkündür. Bediüzzaman Hazretlerinin -özet halde verdiğimiz- şu ifadeleri bu konuda çok mânidardır. “Bir donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları saltanat-ı rububiyetine nuranî şahitler yapmış, onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâlin kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki, Cehennemi elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş'âl etsin/tutuşturup yaksın, onlara hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden de nar/ateş ve hararet/ısı göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahpes/hapis yapsın.”(Mektubat, Birinci Mektub, Üçüncü sual). 17 Konunun daha iyi anlaşılması için bir misal vermekte fayda görüyoruz: Şu anda dünyanın her ülkesinde prensip olarak hapishaneler vardır. Bu hapishanelerin varlığı, insanları suç işlemeye iten unsurlar olmadığı açıktır. Bilakis, her zaman suçluların olacağı kesin olarak bilindiği için, bir tedbir olarak hapishaneler inşa edilmiştir. Cehennemin varlığı da bunun gibidir. Yani, cehennem var olduğu için kimse suç işlemiyor, aksine Allah her şeyi kuşatan ezelî ilmiyle kendi özgür iradelerini kullanarak suç işleyenlerin var olacağını bildiği için cehennemi var etmiştir. Şunu unutmayalım ki; Rububiyetin en açık iki özelliği vardır. Bunlardan biri, hâkimiyeti kabul edip itaat edenlere mükâfat vermek; diğeri, bu hâkimiyeti kabul etmeyip isyan edenlere ceza vermek.. Böylece hâkimiyetin inayet ve merhamet tarafını itaat edenlere mükâfatla, haysiyet ve izzet tarafını da isyan eden terbiyesiz eşkıyaları cezalandırmakla gösterir. Allah’ın kendisine iman edip itaat edenlere her türlü tarifin üstünde bir güzelliğe sahip cennet gibi bir mükâfatı olduğu gibi, kendisini, peygamberlerini, kitaplarını inkâr edenler için de her türlü tarifin üstünde bir işkence özelliğine sahip olan cehennem gibi bir zindanı da olacaktır. En büyük olan Allah’ın mükafat ve cezasının da büyüklüğüne yakışır bir tarzda olmasından daha makul ne olabilir ki!.. Aslında, Allah’ın vereceği cezadan kurtulmak için elinden gelen gayreti göstermeyenler, bu cezanın kapıda olduğunu düşünerek sinir krizlerini geçirmekte ve bunun faturasını da bu cezanın varlığından söz eden Kur’an’a kesmek istemektedir. Halbuki, Allah’a karşı gelmek, kırık elle dövüşmek gibidir ki, acıdan başka bir şey kazandırmaz. Bir polis memuru veya bir jandarma karşısında eli ayağı birbirine dolanan korkakların, bütün varlıkların yaratıcısına karşı meydan okumaları ibret vericidir. Beş liralık bir menfaat uğruna şeytanın elini ayağını öpmekten çekinmeyen bir kısım onursuz insanların, cennet gibi bir mükâfatı vâd eden Allah’a itaat etmeyi gururlarına yedirmemeleri neyle izah edilebilir? İlave bilgi için tıklayınız: İnsanlar günah işleme özelliğinde yaratıldığı halde, neden cehenneme atılıyor? 18 Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv)’in, buluşmak üzere anlaştıkları bir genci üç gün beklediği bilgisi doğru mudur? Doğru ise bir insan üç gün kesintisiz nasıl bekler? İlgili rivayet şöyledir: Bir genç, peygamberliğinden önce Allah Rasûlü (asv) ile bir alışveriş yapmış, biraz beklerse hemen getireceğini va’dederek oradan ayrılmış, ama sözünü unutmuş. Üç gün sonra hatırlayıp konuştuğu yere geldiğinde, onu aynı yerde beklerken bulmuş. Allah Rasûlü (asv), bu yaptığı karşısında kendisine serzenişte bulunmayıp sadece: “Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni bekliyorum.” demiştir. (bk. Ebu Davud, Edeb, 82, h. No: 4996) Hadisin senedinde yer alan Abdülkerim’in kim olduğu hususunda tereddütler vardır. Bununla beraber, Abdülkerim b. Abdullah b. Şakik olduğu görüşü ağır basmaktadır. Bu zat sikadır. Şayet bu kimse “Abdülkerim b. Abdullah b. Ebilharık” ise bunun hadisi delil kabul edilmez.(bk. Avnu’l-Mabud, ilgili hadisin şerhi). Ebu Davud’un kanaati ise bunun Abdülkerim b. Abdullah b. Şakik olduğu şeklindedir. (bk. Ebu Davud, a.y.) Bu hadisi İmam Gazalî de rivayet etmiştir.(İhya, 3/130). Hadisin tahricini yapan Zeynu’l-Irakî de hadisin senedi üzerinde tartışmaların olduğunu belirtir. (Büyük bir hadisi otoritesi olan) İbn Mehdi’ye göre, bu hadis rivayetinin senedinde yer alan İbrahim b. Tahman bu hadisi aktarmada hata etmiştir.(bk. Tahricu ahadis’l-İhya- İhya ile birlikte- a.g.y). Bu durumda olayın doğru aktarılıp aktarılmadığına dair ciddî kuşkular vardır. Bununla beraber, bu rivayetin doğru olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, bu olayın mahiyeti ne olabilir? Bunu şöyle açıklayabiliriz: Alimler, Hz. Peygamber (asv)'in orada alacaklısı olduğu Abdullah b. Ebi’l-Hamsa adındaki şahsı beklemesinin nedeninin, kendi malını almak için değil, verdiği sözünü yerine getirmek için olduğunu ifade ederler. Elbette bunda şüphe yoktur. Ancak, bunun nasıl mümkün olduğunu zihnimize yakınlaştırmak için şöyle düşünebiliriz. Mümkündür ki; Peygamberimiz (asv) o kimse ile, belli bir zaman diliminde buluşacakları konusunda anlaşmıştır. Adamın gelmediğini görünce o da çekip evine gitmiştir. Ertesi gün aynı saatte aynı yere gelmiş ve bir süre bekledikten sonra yine adamın gelmediğini görünce evine gitmiştir. Üçüncü günde Peygamberimiz (asv) yine aynı saatte aynı yere gelmiş ve adam bunu hatırlayıp oraya gelmiştir. Peygamberimiz (asv) ona sertçe bir şey söylemeyip sadece “Üç gün / veya üç gecedir, burada seni bekliyorum gelmedin, bana hayli zahmet verdin.” demiştir. Bu ifadeden “üç gün veya üç gece” boyunca oradan hiç ayrılmadığı manasından ziyade, “üç gün veya üç gece peş peşe kararlaştırılan yerde belirlenen saatte gelip bir süre orada beklediği” şeklinde anlamak daha makul görünmektedir. 19 Dünya imtihan yeri olduğuna göre, Hz. Adem (as)’in durumu imtihan için ters olmuyor mu? Sonuçta Allah Teala'yı, cehennemi, ahireti, melekleri, şeytanı ve diğer dünya dışı varlıkları gören birisinin, iman etmemesi zaten olacak şey değildir. Sadece Hz. Adem (as) değil, bütün peygamberlerin -iman noktasında- zerre kadar şüpheleri yoktur. Onlar Allah’ın hıfz ve himayesindedirler. Diğer peygamberler de Allah’ı ve diğer iman esaslarını gözle görür gibi inanmışlardır. Peygamberlik kesbî olmayan bir ilahî vergidir. Bu sebeple, peygamberlerin diğer insanlardan farklı bir konumda olmaları, peygamberlik görevlerinin tabii bir sonucudur. Şunu unutmamak gerekir ki, imtihanın temel esprisi, Allah’a imandan sonra Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmektir. İnsanlar, Allah’ı tanıdıkları nispette onun emir ve yasaklarına riayet edecektir. Bu açıdan bakıldığı zaman, peygamberler herkesten daha fazla Allah’ı tanırlar, herkesten daha fazla ondan korkarlar, herkesten daha fazla onu severler ve herkesten daha fazla onun emir ve yasaklarına karşı saygılıdırlar. Demek ki, onların imanlarının kuvvetli olması, imtihanlarının bitmesi manasına gelmez; bilakis, onları daha fazla Allah’a karşı saygıya sevk eder. Büyüklerin imtihanı da o nispette büyüktür. Bunun anlamı şudur; büyüklerin ufak-tefek yanlışları diğer küçüklere göre çok fazla kabul edilir ve ona göre muamelede bulunulur. Nitekim Hz. Adem (as) ’in bir defa şeytanın yeminine kanması, onun cennetten kovulmasına sebep olmuştur. 950 sene peygamberlik görevini çok zor şartlar altında yürüten Hz. Nuh (as), Allah’ın bir ifadesini yanlış anlamış ve o doğrultuda Allah’a müracaatta bulunmuştu. Bu tavrından ötürü “cahillikle damgalanacağı” hususunda şiddetle azarlanmıştı: “Nuh Rabbine hitâb edip: “Ya Rabbî, dedi, elbette boğulan oğlum da ailemdendi, öz evladımdı. (Halbuki ben onları gemiye alırken Sen bana kurtulacaklarını, müjdelemiştin). Senin vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin! “Ey Nuh!” buyurdu Allah, “O senin ailenden değil. Çünkü o, dürüst iş yapan, temiz bir insan değildi. O halde, hakkında kesin bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme. Cahilce bir davranışta bulunmayasın diye sana öğüt veriyorum.” Ya Rabbî, dedi, hakkında kesin bilgim olmayan şeyi istemekten Sana sığınırım. Eğer beni affetmez, bana merhamet etmezsen, her şeyi kaybedenlerden olurum.”(Hud, 11/45-47). Hz. Yunus (as), vahiy ile geleceğini bildiği helak musibetinden kurtulmak için, bir anda insanî zaafına uyarak oradan ayrılması, ona çok pahalıya mal olmuştu. Ta balığın karnında nefes almıştı. Diğer peygamberler için de büyük imtihanların söz konusu olduğunda şüphe yoktur. Hz. İbrahim (as)’in başına gelemeyen kalmamıştır. “En şiddetli belalara maruz kalanlar peygamberlerdir...” (Tirmizi, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, 1/172, 174) mealindeki hadis-i şerifte bu gerçeğe işaret edilmiştir. 20 Şu noktaya da dikkat etmekte fayda vardır ki; peygamberler de birer insandır. Onların insanlık yönleri kaybolmamıştır. Biz bir insan olarak Allah’a ve diğer iman esaslarına iman ettiğimiz halde, nefsanî / insanî olan taraflarımızın yine de bizi doğru yoldan saptırmak istediği bilinen bir gerçektir. İman hususunda peygamberlerin şüphesi olmamakla beraber, insanî zaaflar açısından bazı vesveselere maruz kalmakla imtihan geçirdikleri de bir gerçektir. Kavmine gelen azaptan kurtulmak için Allah’tan izin almadan görev mahallini, terk eden Hz. Yunus (as)’ın durumu da bir başka örnektir. Ayrıca, Allah’ın büyük velileri de bizim için gaybî olan bir çok şeyi -Allah’ın inayetiylegörürler, ama imtihanları yine de sona ermez. Zira, kim olursa olsun, her an mertebesini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. “Alimler müstesna insanların hepsi helak olur, ilmiyle amel edenler müstesna; alimlerin hepsi helak olur, ihlaslı olanlar müstesna; amel edenlerin hepsi helak olur. İhlaslı olanlar da büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır.”(Aclunî, 2/312) mealindeki hadis rivayetinde bu gerçeğe işaret edilmiştir. İlave bilgi için tıklayınız: Peygamberler, peygamberlik fıtratı üzerine mi doğmuşlardır? 21 "Sura üflendiği zaman, o gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez..." (Mü'minun 23/101) ayetinde neden akrabalık örneği verilmiştir? "Sura üflendiği zaman, o gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez ve birbirlerine de birşey soramazlar." (Mü'minun 23/101) Âhirette akrabalık bağlarının işe yaramaması, oradaki adaletin mutlaklığını ve kusursuzluğunu, insanların birbirlerine soru soramaması da âhirette verilecek hesabın dehşetini göstermektedir. Bu dünyada en kuvvetli bağ aile ve akraba bağıdır. Özellikle kavmiyetçiliğin ileri gittiği Arap yarımadasında bu daha da ileri düzeydeydi. Bu ayet ve haşrin dehşetini anlatan diğer ayetleri bir arada değerlendirdiğimizde bu dünyadaki en kuvvetli bağlılıklar bile fayda vermeyecektir. Kimse kimseyi soramayacaktır. Bu âyeti açıklayan şu âyetler de buna delil olmaktadir. "Kulakları sağır eden o ses geldiğinde, işte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır" (Abese 80/33-37). Bu âyetler bize orada Allah için olmayan akrabalık bağlarının işe yaramayacağının ve herkesin kendi derdi ile meşgul olacağının sahnesini anlatmakta, iyiye çağıran ve kötüden caydıran bir öğüt vermektedir. Peki mü'minlerin arasında akrabalık bağlan devam edecek midir? Cennete girmeğe, Özellikle 'Adn cennetlerine gidenler için, akrabalık bağları işleyecektir (Ra'd 13/23; Yâsîn 36/55-56; İnşikâk 84/9). 'Adn cennetine girenlere, iyi oldukları takdirde babalarını, eşlerini ve çocuklarını Yüce Allah verecektir. Bundan anlıyoruz ki, cennetlikler arasında ameller değerlendirildikten sonra bağlar devam edecektir. Bu dünyada ilâhî vahy ve peygambere düşmanlıkta birleşenlerin, öteki âlemde tüm bağları kopacaktır. Burada, yanlış zemin üzerinde kurulan birlikteliğin orada hiç faydası olmayacaktır. "Onlar, birbirlerini de arayıp sormayacaktır." Bu dünyada kötülüğün, inkârın etrafında toplanıp can dostluğu yapanların öteki âlemde birbirlerini soramamaları, gerçekten derin caydırıcı bir mesaj taşımaktadır. Mahşer öylesine bir yerdir ki, suçlular, kâfirler ve inkârda dostluk kuranlar: "Birbirlerine gösterirler. Suçlu kimse, o günün azabından kurtulmak için oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini barındırmış olan soyunu ve yeryüzünde bulunan herkesi feda ederek kendisini kurtarmak ister" (Me'âric 70/11-14). Değil birbirinin durumunu sormak, bütün değerlerini vermeyi bile aklına getirecektir. Netice olarak diyebiliriz ki, inkâr, şirk, kötülükler, ilâhî vahye ve peygambere karşı çıkmalar, öteki âleme intikal ederek, bu dünyada bunIarın etrafında toplanıp dostluk kuranların bağlarını koparacak, birbirlerinden uzak düşürüp birbirinin hallerini soramaz hale getirecektir. Bu esastan hareket edersek diyebiliriz ki, tevhîd inancı, iyilikler, ilâhî vahye ve peygambere saygı duymak ve onların buyurduklarını yerine getirmek için bu dünyada dostluklar kuranın dostluğu öteki âlemde de devam edecektir. Bunların yani müminlerin kardeşliği ve dostluğu orada sürerken, bağları kopanlar derin pişmanlık duyacaklardır. 22 Hristiyan ve Yahudilere İslam dininin hak din olduğunu nasıl anlatabiliriz? İslam ve Kur'an yalnızca size göre hak ve gerçek, öbür dinler yalnız size göre batıl olarak değerlendiriyorsunuz? Kur’an-ı Kerim’de OTUZ yerde Hristiyan ve Yahudilerden “Ehl-i kitap” (1) olarak bahsedilmektedir. Bu şekilde onlara davette bulunulmakta ve bütün peygamberleri gönderenin, kitapları indirenin Allah olduğu vurgulanmaktadır. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: “De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz Müslümanlarız.” (2) Tevhid / Allah’ın birliği ortak noktadır. Herkesin mensubu olduğu dinini hak bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Karşı tarafta yer alanların buna inanamamaları da o kadar doğaldır. Tarihin hiçbir devrinde bütün insanların hak dinde birleştiği görülmemiştir. Dünya insanoğluna mesken olduğu günden beri, hak-batıl çatışmasının olması, bu gerçeğin belgesidir. Hiçbir Müslüman Yahudî ve Hıristiyanların dinlerinin aslının doğru olmadığını söylemez. İslam’da onların kaynak kitapları olan Tevrat ve İncil’in hak kitap olduğuna inanmak imanın temel esaslarından biridir. Din mensuplarının hataları ile dinin kendisi mesul olmaz. Bizim o iki din mensuplarının yanlışlarını, yaptıkları yanlış yorumları ve tahrifleri eleştirmemiz hiçbir zaman onların dinlerin aslına yönelik değildir. Böyle bir şey bizleri İslam dairesi dışına atar. Buna mukabil, onların İslam dinini, Kur’an’ı kabul etmemeleri kendi sorunlarıdır. Bize düşen, Kur’an’ı doğru anlamak, mucizeliğini iyi kavramak ve -onlar dahil- herkesle bu gerçekleri paylaşmaktır. Hidayet Allah’ın elindedir. Şunu çok iyi biliyoruz ki, cennet adam istediği gibi cehennem de adam ister. Kur’an kırk yönden mucizedir. Hz. Muhammed ise binler mucize belgeleriyle hak peygamber olduğunu ortaya koymuştur. Bunlar sübjektif değil, objektif belgelerdir. Örneğin, Kur’an’da “Bizanslıların Sasanilerle kısa bir süre sonra yeniden savaşa başlayacağını ve onları yeneceğini haber vermesi; Mekke’nin fethedileceğini iki yıl önce haber vermesi, Müslümanların bir süre sonra müşriklerin eziyetinden kurtulacaklarını, her tarafta İslam dinin yayılması sonucu Hicaz bölgesinde tam bir emniyet ve güvenin hâkim olacağını bildirmesi, kısa bir süre sonra müşrik topluluğun (Bedir savaşında) hezimete uğrayacağını bildirmesi, İslam devletinin -Hz. Peygamberin vefatından sonra da- hilafetle devam edeceğini haber vermesi gibi, tarih tarafından hepsinin olduğu gibi ortaya çıktıkları tasdik edilen gaybî haberler, -dinsiz olsun, dindar olsun- her akl-ı selim sahibinin kabul etmesi gereken hak dinin açık kriterleridir. Ayrıca, Kur’an’ın o günkü Arapça dil belagatının zirvesinde olan Arap müşriklerine karşı meydan okuması, “bir tek surenin bir benzerinin getirilmesi halinde davadan vazgeçeceğini” haykırması ve hiç kimsenin böyle bir şeyi ortaya koymaması, Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğunu açık belgesidir. 23 Belagatın zirvesinde olan onlarca şair, edip kimselerin inadı bırakıp İslam dinine girmesi de ayrı bir hak ve hakkaniyet belgesidir. Zemahşerî, Bakıllanî, Abdulkahir Cürcanî, Sekkakî binler Arap dili ve belagatının zirve uzmanları, Kur’an’ın bir insan sözü olmasının mümkün olmadığını dünya-âleme ilan etmeleri ayrı bir belgedir. Tarih boyunca ve bu gün de Yahudî ve Hıristiyan din adamlarından ve bilginlerden pek çok insaflı kimselerin İslam dinine girmeleri ehl-i kitap için de üzerinde önemle durulması gereken bir hak belgesi niteliğindedir. Hz. Musa’nın asası ve yed-i beyzası mucizesini gözleriyle gördükleri veya işittikleri halde Firavun ve taraftarlarının ona inanmaması ve onu öldürmeye teşebbüs etmeleri; keza Hz. İsa’nın en müzmin hastalıklarla mustarip olan hastalara şifa dağıttığını, hatta ölüleri dahi dirilttiğini gören veya işiten Yahudilerin buna rağmen onu öldürmeye teşebbüs etmeleri, bu iki kutsî zatın peygamberliğine zerre kadar halel getirmediği gibi; Kur’an’ın açık ifadesiyle; bir gecenin çok kısa bir bölümünde Mekke’den Kudüs’e gidip tekrar Mekke’ye döndüğünü, Ay’ı bir parmağının işaretiyle ikiye böldüğünü, Bedir savaşı esnasında bir avuç toprağı atıp müşrik ordusunun her ferdinin gözüne bir avuç toprak koyduğunu, keza sahih hadis kaynaklarıyla sabit olduğu üzere, on parmağını on musluk yapıp ordusuna su içirdiğini, yüzlerce hastalara şifa dağıttığını, hatta eli, kolu, bacağı -savaşta- kopanın bu uzuvlarına mübarek tükürüğünü sürerek derhal iyileşmesini sağladığını, Uhud savaşında okun isabet etmesiyle dışarı fırlayan arkadaşının gözünü yerine koyup el sürmesiyle eskisinden daha güzel halde iyileşmesi gibi yüzlerce mucizesini gören veya işitenlerin de -bu mucizelere rağmen- Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmeleri, onun davasının hak ve hakkaniyetine sivrisinek kanadı kadar zarar vermez ve akl-ı selim sahipleri nezdinde bir kıymet ifade etmez. Çünkü, bu inkâr hareketleri her peygamber için geçerlidir. Gerek Hz. Musa’yı, gerek Hz. İsa’yı, gerek Hz. Muhammed Mustafa’yı yalanlayanların hepsinin kullandıkları ortak argümanları “SİHİR”dir. Hepsi de gördükleri mucizeleri birer sihir olarak algılamaya çalışmıştır. Nefislerini, şeytanlarını, makam-mevkilerini, siyasî-sosyal- ekonomik konumlarını bir peygambere feda etmemek için sığındıkları “SİHİR” hülyası, onlar için sihirli değnek bir hayat iksiri hükmüne geçmiştir. Halbuki, mucizeye sihir demekle, gerçeğin ismini değiştirmekle müsemmanın/gerçeğin değişmesi mümkün değildir. Güneş üflemekle sönmez, göz yummakla gece olmaz, gözünü kapayan sadece kendine gece yapar.. İlave bilgiler için tıklayınız: Bir Hristiyana nasıl tebliğ ederiz? Gayri müslimlere İslam'ı nasıl anlatırız? Dipnot: 1. Âl-i İmran, 64-65, 69-72, 75, 98-99, 110, 113, 199; Nisa, 123, 153, 159, 171; Maide, 15, 19, 47, 59, 65, 68, 77; Ankebut, 46; Ahzab, 26; Hadid, 29; Haşr, 2, 11; Beyyine, 1, 6. 2. Âl-i İmran, 3/64. 24 Kainatta her şeyin düzenden düzensizliğe (entropi) meyilli ve insanın nefsani şeylere istekli yaratılması; ibadetlerin zor olması ve hayatın cehenneme gitme üzerine ayarlanması nasıl izah edilebilir?.. Sorunuz uzun ve farklı konuları içine aldığından, her soruya tek tek cevap vermeyi uygun görüyoruz: Soru: Kainatta her şey düzenden düzensizliğe (entropi) meyilli yaratılmıştır. İnsanın hayatı ve hayatta kalma mücadelesi, bitip tükenmeyen bir hızla her şeyi bozan, eskiten, dağıtan bu kurala karşı koyma ile geçiyor. Fakat en sonunda, konulan bu kural gereği entropi galip geliyor. Kısaca evrende entropinin hızı insanın tamir ve inşa etme hızına her zaman galip geliyor. Her doğan ölüyor, her yeni eskiyor, yapılan her şey zamanla yıkılıyor ve hiçbir şey safiyetini koruyamıyor. Hal böyle iken, kıyametin kopma nedeni de dahil, insanın bozulma nedeni ve bozulma adına ne varsa hepsinin sorumlusu nasıl insan olabilir? Cevap: Entropi; her şeyin -kader tarafından kendisi için takdir edilen- bir sona doğru gitmesi anlamına gelir. Kur’an’da vurgulanan “ecel-i müsemma”yı entropiye işaret eden bir kavram olarak değerlendirmek mümkündür. “Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşının üstünde istiva etti. Güneşi ve Ay’ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri “bir ecel-i müsemmaya (belirli bir vakte) kadar dolaşmaktadır. Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz.”(Rad, 13/2) mealindeki ayetten anlaşılıyor ki, güneş ve ayın görevleri kendileri için takdir edilen bir süreye kadar devam eder, orada biter. Yani entropi dedikleri kaderin çizdiği bir sona doğru gitmiş olacaklardır. Güneş ve ayın sonu demek, bir anlamda göklerin ve yerin de sonu demektir. Çünkü, evrende her şey her şeye bağlı olarak yaratılmış ve birinin bağı çözüldüğü zaman diğerlerinin de bağlarının çözülmesini netice verecek bir düzene tâbi kılınmıştır. Bu durum ise bir kıyamet manasına gelir. Ayetin bundan sonra yer alan “Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz” mealindeki ifadesi bu gerçeğin altını çizmiştir. Entropi; bir anlamda her şeyin kendi aslına rücu etmesi demektir. İlk aslı, mevcut nizamın dışında olduğundan, durum, bir düzenden düzensizliğe geçiş olarak görülmektedir. Oysa, bu geçiş de düzen içerisinde yürütülmektedir. Mesela, insanın ölümü, hayat düzeninden ölüm düzensizliğine geçiş gibi algılanmaktadır. Oysa, “Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O azîzdir, gafurdur / üstün kudret sahibidir, affı ve mağfireti boldur.”(Mülk, 68/2) mealindeki ayette, ölüm de hayat gibi düzenli bir yaratmayla olduğu vurgulanmıştır. Aslında insanlar, ölümle kendi aslına; ilk yaratılan özlerine; ruh mertebesine dönüş yapmaktadır. 25 Soru: Kainatı çepeçevre sarmış böyle bir kurala ilave olarak, “insanın tabiatında nefsani şeylere meyilli olarak yaratılması, tahrip etmenin tamir etmeden kolay olması, binlerce günaha karşı insanın elinde çok az dayanağının olması ve günah olarak addedilen davranışların sevap olarak addedilen şeylere mukabil daha yapışkan ve alışkanlık yapar özellikte olması, ibadetlerin zor olması, (cennetin dikenlerle, acılarla; cehennemin ise zevklerle eğlencelerle çevrili olması tasviri) ebediyet yoluna konulan bu insan denen varlığın yapısındaki karmaşıklık ve zıtlıklar ve nihai olarak her insanın “kırk katır mı kırk satır mı” tercihine zorlanması, bu minvalde değerlendirilebilecek her türlü durum ve gerçekler toplu olarak ele alındığında 'Cennete girecek insanların sayısı, siyah bir öküzün sırtında bir avuç ayası kadar yer tutan beyaz kıllar miktarıncadır.' (Sahihi Buhari) neticesi nasıl adalet olabilir?.. Cevap: İmtihana tabi tutulan insanların -âdil bir yarışmada kendi özgür iradeleriyle yarışmayı önde götürmek ve imtihanı kazanabilmeleri için- temayüllerine sınır konulmamıştır. Çekiciliği bakımından merkezde oturtulan iki farklı çekim alanı ve iki farklı mekanizma yerleştirilmiştir. Bu iki mekanizma, ruh ve nefistir. Ruhanî zevklerin çekim alanı ile nefsanî zevklerin çekim alanı elbette bir değildir. Fakat, kişi bu alanlardan hangisine kendini kaptırırsa oradan lezzet alır. Ruhanî zevklerin ulvî, insanın vicdanını rahatlatan, gönlünü tatmin eden insanın kemaline, olgunluğuna katkı sağlayan bir mekanizma olduğu tecrübeyle sabittir. Buna mukabil, nefsanî -gayri meşru- arzuların verdiği lezzet, insanın sadece hayvanî ve bitkisel yanlarını tatmin edebildiği, ruhanî bir yükseklik kazandırmadığı, ulvî bir zevk vermediği de tecrübeyle sabittir. “İyilik, nefsin / ruhun tatmin olduğu, kalbin onunla huzur bulduğu şeydir. Günah / kötülük ise, içini tırmalayan ve tereddüt / rahatsızlık veren şeydir.”(Mecmau’z-Zevaid, 10/294) manasındaki hadis-i şerifte -tecrübelerimizle de sabit olan- bu durumların gerçekliği fıtratın ıslak imzasıyla onaylanmıştır. Diğer taraftan insana verilen duyguların, nefsani isteklerin ve arzuların helal yollarla tatmin edilmesi de bir ibadettir. Helal dairesi, insanın keyfine yeterlidir; harama girmeye gerek yoktur. Bununla beraber, elbette cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. İmanlı kimseler olarak bizim bu tür vesveselerimizi kökten söküp atan, Allah’a olan imanımızın her an yenilenemsiyle meydana gelen güçlü bir şuurla konulara yaklaşmaktır. Örneğin; sağlam bir şekilde “Allah’ın âdil olduğuna iman etmek ve bu iman şuuruyla meselelere bakmak...” ile imtihanın âdil olup olmadığına dair tereddütleri tamamen silebiliriz. Evet, inanıyoruz ve inanmalıyız ki, Rahman ve Rahîm olan Allah, asla merhametsizlik etmez.. Hak ve Âdil olan Allah, asla zulüm ve haksızlık etmez. Kerîm ve Hakîm olan Allah, asla komplo kurmaz. ve insanı kukla olarak kullanmaz.. Şunu da unutmamak gerekir ki, evrenin, felek çarkının her tarafında hayr-ı mahz olan adalet-i 26 mutlaka aranmaz. Ehven-i şer dahi bir hayırdır, bir adalet-i izafiyedir. Allah’ın tasarrufundaki tezahürler yüzlerce neticeye baktığı için, bunlardan on tanesi şer olsa bile yine bu bir adalettir. Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetinin bir yansıması olan umumî olayları, cüzî aklımızla, azıcık ilmimizle tartamayız.. Evet, “İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” Soru: Hayatın ve yaşamın genel yapısı cehenneme gitme üzerine ayarlanmışken, bunun tek nedeninin sadece insan davranışları olması nasıl izah edilebilir? Cevap: “Hayatın ve yaşamın genel yapısı cehenneme gitme üzerine ayarlanmış...” demek, yerden göğe kadar haksızlıktır. Zira bu tespit, sadece nefsin heva ve heveslerini göz önünde bulunduran bir tespittir. Oysa, insanların yapısı İslam dininin emirlerini yerine getirecek ve yasaklarından sakınabilecek bir fıtrata sahiptir. İslam dininin fıtrat dini olmasının manası budur. Her çocuğun İslam fıtratı üzerine yaratılmasının manası da budur. Yani, insanın ulvî yapısı, ruhanî zevki, kalbî hassasiyeti, aklî melekeleri, İslam dininin hükümleriyle özdeşleşmiştir. “İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”( Rad, 13/28) mealindeki ayette, insanın bu ulvî ve kalbî zevkine ve ruhanî neşesine işaret edilmiş ve ancak yaratıcısını bulmakla, ona kulluk etmekle huzura kavuşacağına dikkat çekilmiştir. Dünyada her türlü iyi ve kötüyü iyice bilen ve ona göre kendini ayarlayan insanların, ahirete yönelik işlerde temyiz kabiliyetlerini kaybetmeleri söz konusu olabilir mi? Diğer bir ifadeyle, fıtraten cemal-perest ve kemalperest olan insanlar, mutlak cemal ve kemal sahibi olan Allah’ın cazibe yörüngesinden uzaklaşmaları ve nefsin süflî arzularının cazibesine kapılmaları ne ile izah edilebilir? Allah’ın lütuf ve rahmetinin bir cilvesi, peygamberler, evliyalar, şehitler, asfıyalar gibi insanlık camiasının en parlak yıldızlarının yeri olan cennetin merkezcil kuvvetinin çekim alanına girmek ve Allah’ın kahrının yağdığı, insanlık defterinden silinmiş olan en süflî kimselerin barınağı olan cehennemin çok güçlü olan merkezkaç kuvveti doğrultusunda ondan uzaklaşmak gerekirken, bu dosdoğru rotanın tam tersi istikamette yol almaya çalışmak nasıl izah edilebilir? Soru: Cennet yolunda binlerce bahane aranırken, cehennem yolunda aynı şeyin olmaması ve insan doğasının her zaman kolay olanı seçmesi doğal değil midir? Cevap: Birkaç lira kazanmak için günde yaklaşık sekiz-on saat, gece-gündüz demeden çalışan bir kimsenin, cennet gibi ebedî bir saadet diyarını kazanma adına bir tek saatini harcamamasına ne gibi bir mazeret bulunabilir? 27 Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle: “Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen, ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl kabul ederse -halbuki kazanç ihtimali binde birdir-sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimalle kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?” (bk. Sözler, Dördüncü Söz) Soru: Ağlayarak hayata gözünü açan insan için adeta bir sürgün yeri olan dünyada, insanların çoğunun ağlayıp inlemesi ve hayatlarını bu şekilde bitirmeleri, ahirette de yine aynı tablonun olması ve insanların çoğunun cehennemlik olması, cennetliklerin sayısının çok az olması şefkat ve merhamet ile nasıl açıklanabilir?.. Cevap: Yukarıda açıklandığı üzere, âdil olan Allah, kullarına asla zulmetmez; fakat insanların keyfine göre de hareket etmez. İnsanların çoğunun cehenneme gitmesi doğrudur. Fakat meziyet sayıda değil, kalitedir. Tavuğun altına bırakılan yüz yumurtadan doksan tanesi cılk çıkıp bozulsa bile, on tanesinin kıymetli birer civciv olmalarının hatırı için bu işlemden vazgeçmemek aklın gereğidir. Çünkü, eğer bu yumurtalar kuluçka işlemine tabi tutulmazsa hiçbir civciv söz konusu olmaz. Az bir zarar için pek çok olan bir yarardan vazgeçilmez. On tanenin sağlam çıkması doksan tanenin zararını telafi ettiği gibi, fazladan kârlar da kazandırır. Eğer imtihan olmasaydı, başta Hz. Muhammed (asv) olarak peygamberler, evliyalar gibi yıldızların doğması mümkün olamazdı. Yaratıcı katında pek bir değere sahip olmayan -sürü türünden- bir yığın inkârcının cehenneme girmemesi için, imtihanı açmamak suretiyle böyle her biri dünyaya bedel kaliteli insanların ortaya çıkmasına engel olmak hikmete taban tabana zıttır. Burada son sözü asrın söz sahibine bırakmak uygun olur: “Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır; ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gınâ; ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya; ve herhalde mahkemen olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?" "Bir adam sana yüz liralık bir hediye vaad etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfü'l-vaad edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulfü'l-vaad hakkında muhal olan bir Zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana vaad etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir 28 vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu vaadinde itham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir tedibe ve dehşetli bir tâzibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?”(Sözler, Yirmi Birinci Söz, Dördüncü İkaz). 29 Hz. Muhammed (asv), Ubey b. Kab'a "Allah Teâlâ, 'Lem yekünillezine keferû' suresini sana okumamı bana emretti." demiş midir? Enes İbni Mâlik (ra)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Übey İbni Kâ'b radıyallahu anh'e hitaben şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ, 'Lem yekünillezine keferû' suresini sana okumamı bana emretti." Übey İbni Kâ'b: "Allah benim ismimi andı mı?" dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem; "Evet," buyurdu. Übey İbni Kâ'b duygulanarak ağladı. (bk. Buhârî, Menâkıbu'l-ensâr16, Tefsîru sûre (98), 1,3; Müslim, Müsâfirîn 246) Hz. Peygamber (asv) ashâbına Kur'ân-ı Kerîm'i dört kişiden öğrenmelerini tavsiye etmişti. Bu dört sahâbîden biri de Übey İbni Kâ'b Hazretleridir (bk. Buhârî, Menâkıbu'l-ensâr 16). Kâ'b, Resûlullah (asv)'dan sonraki dönemde kırâat ilminin imamı olarak hizmet vermiştir. Allah Teâlâ'nın, Beyyine sûresi'ni Übey İbni Kâ'b'a okumasını Hz. Peygamber (asv)'den istemesi, kuşkusuz Übey için fevkalâde büyük bir şereftir. Onun, "Allah Teâlâ, benim adımı açıkça andı mı?" diye Hz. Peygamber (asv)'e sorması, Peygamber Efendimiz (asv)'in verdiği haberden şüphelendiği için değil, Allah katında ismen anılma şerefine mazhar olduğunu bir iyice duymak istemesindendi. Hani insan, kendisine ulaştırılan bir müjdeli haber karşısında, o haberi getirenden asla şüphe etmemesine rağmen, bir taraftan "Sahi mi?" diye sorar ve bir taraftan da sevincinden yerinde duramaz hoplar ya, işte onun gibi bir sorudur Hz. Übey'in sorusu. Nitekim aldığı müsbet cevap karşısında sevincinden ağlamaya başladı. Ya da bu büyük şerefe lâyık olamama ve bu şerefi koruyamama endişesine kapıldı. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın, olayın, bir kul için gerçekten çok büyük bir bahtiyarlık olduğu ortadadır. Zaten Übey İbni Ka'b Hazretlerinden başka herhangi bir sahâbi de, böylesi bir ilâhî iltifata mazhar olmamıştır. Bu sebeple Hz. Ömer (ra), Übey İbni Kâ'b'a pek hürmet eder ve kendisine "Seyyidü'l-müslimîn = Müslümanların efendisi" diye hitabederdi. Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz (asv)'e Beyyine sûresi'ni Hz. Übey'e okumayı emretmekle, onun Kur'an okumaya olan arzusunu ödüllendirmiş, ashâb-ı kirâmı da ondan Kur'an öğrenmeye teşvik etmiş olmaktadır. Beyyine sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'de doksan sekizinci sûre olup sekiz âyettir. "Tevhid, risâlet, ihlâs, namaz, zekât, kıyamet, ehl-i cehennem ve ehl-i cennet" gibi dinin temel konularını ihtivâ etmektedir. (bk. Riyâzü's-Sâlihîn, İmâm Nevevî, Terc. Heyet; Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, h. No: 452) Bu sûrenin ona okunması, şüphesiz ona öğretmek içindir; yoksa ondan öğrenmek için değildir. Sûrenin diğerlerinden önce Ubeyy'e arz olunmasının sebebi de Ubeyy'in Kur'ân lâfızlarını, edâ keyfiyetlerini, kıraat vecihlerini öğrenmeye daha çok önem vermesidir. Bu sebeble Kur'ân'ın kıraatine ihtimam eden hafızlara Kur'ân'ı arzetmek, bir sünnet olarak devam edegelmiştir. Başka bir sebep de Kur'ân'ı onun dilinden öğrenmeye teşvik olabilir. Nitekim öyle de olmuştur: Rasûlullah (asv)'dan sonra Ubeyy, kıraat ilminin müstakil imamlarından biri olmuştur. Kur'ân sûreleri arasında bu sûrenin tahsis buyurulması da, bu sûrenin İslâm Dîni'nin asıllarını, kaidelerini ve en yüksek esaslarını vecîz bir uslûb ile ihtiva etmesindendir. 30 Hz. Ali (ra)'e ait olduğu söylenen "Şıkşıkiyye Hutbesi" gerçek midir? "Nehcü'l-Belağa" isimli eserde geçen "Şıkşıkıyye Hutbesi"yle ilgili olarak İmam Zehebî, bu hutbede bazı sahabelerin lanetlenmesi ve onların şahsiyetlerini zedeleyen ifadelerin bulunması, bir çok yerinde edebî üsluba uymayan ifadelerin bulunmasından dolayı bu hutbenin Hz. Ali (ra)'nin belagat ve fesahatiyle çelişki arzettiğini, dolayısıyla bu hutbenin Hz Ali (ra)'ye nispet edilemeyeceğini söylemektedir. (Mizanü'l-i'tidal, 3/124) Aynı tespitleri İbn Hacer (Lisanü'l-mizan, 4/223) Katip Çelebi (Keşfüz-Zünun, 2/1991) ve Carl Brockelmann (GAL, 1/1511; Suppl. 1/704) gibi müellifler de dile getirmektedir. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Nehcü'l-Belağa md.) Nehcü'l-Belağa, H. 4. Asırda yazılmıştır. Hz. Ali (ra)'nin yazdığı bir eser değildir. Ona ait olduğu söylenen bazı rivayetleri almıştır. Bu eserde Ehl-i sünnete uymayan bazı fikirler vardır. Hz. Ali (ra)'in dilinden ilk halifeler dahil sahabiler tenkit ve hatta onlara hakaretler ve lanetler ettirilmektedir. Bu açıdan Ehl-i sünnete uymayan fikir ve düşüneceler alınamaz. Bununla beraber Ehl-i sünnete aykırı olmayan rivayetlerden istifade edilebilir. 31 Safer ayı niçin bela ayıdır, böyle bir ay var mıdır? Peygamberimiz (asv)'in bu ayda belaya uğrayıp hasta olduğu doğru mudur ve bu ay için yapılması gereken özel bir ibadet veya korunma duası var mıdır? Safer ayı, Hicrî ayların ikincisidir. Hicrî ayların birincisi, bilindiği gibi Muharrem ayıır ve içinde aşûre günü vardı. Üçüncüsü ise Rebî’ül-Evvel ayıdır ve bu ayın 12. Gecesinde Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm) arzımıza ve gönlümüze teşrif etti. Hicrî takvimde bazı ayların ve günlerin; gerek içinde farz kılınan ibadetler, gerekse bir kudsî tarihin unvanı olmaları hasebiyle mukaddes tanındığı biliniyor. Meselâ Recep, Şaban ve Ramazan ayları, nafile ve farz ibadetlerin içerisinde teşrî kılındığı üç ibâdet ayı olarak bilinir; bu aylardan bilhassa Ramazan ayı ve bu ay içindeki Kadir Gecesi Kur’ân’da da ifâdesini bulur; diğer ikisi de muhtelif nafile ibâdetler için münbit birer zemin teşkil ettiği sahih hadislerde beyan edilir. İslâmiyet öncesi Araplar arasında da Muharrem, Recep, Zi’l-Kâde ve Zi’l-Hicce aylarının hürmet duyulan aylardan olduğu ve bu aylarda Arapların savaş yapmaktan çekindikleri biliniyor. Sahih kaynaklarda mübarek olduğu bildirilen diğer gün ve geceleri de burada zikretmek lâzım: Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, Arefe gün ve geceleri, Kandil geceleri, Cuma günleri, Aşûre günü vs. gibi. Bu günlerde de gerek nafile, gerek vacip, gerekse farz olmak üzere değişik eda şekilleriyle muhtelif ibadetler yapılır. Görüldüğü gibi İslâmiyet’te hürmet duyulan ve belli ibadetler için tahsis edilen aylar, günler ve geceler bulunmakla beraber; âfetler, musibetler ve semavî belâlar için tahsis edilen muayyen her hangi bir zaman diliminden söz etmek mümkün değildir. Böyle bir tahsisat, İslâm’ın ruhuna uygun değildir. Belli ayları İlâhî musibet ayı olarak ilân etmek doğru da değildir. Allah’ın irâdesini aylarla veya günlerle sınırlamak mümkün olmadığı gibi; böyle bir sınırlama çabası kulluk terbiyesine de yakışmaz. İlâhî îkâz ve felâketler başka aylarda olmuyor mu? Kaldı ki, belli aylarda İlâhî ikazların yoğunlaştığını farz etsek bile, o ayların musibet ve uğursuzluk ayı olarak ilân edilmesi Resûlullah (asm) tarafından nehy edilmiştir. Safer ayı, cahiliye Arapları tarafından uğursuz ay olarak tanınıyor ve bu ayda umre yapmak büyük günahlardan sayılıyordu. Resûlullah (asm) ise “Umre her zaman helâldir!” buyurarak bu aya atfedilen uğursuzluk inancını kırmıştı1. Ama ne yazık ki; bu ayda akdedilen nikâhların uzun ömürlü olmayacağı, bu ayda yapılan faaliyetlerin sonuçsuz kalacağı, bu ayda başlanılan işlerin uğursuzlukla biteceği tarzındaki inançların, cahiliye Araplarından beri halk arasında yer yer varlığını sürdüre gelen hurafelerden olduğunu görüyoruz. Ebû Hüreyre’nin (ra) rivâyetiyle Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Hastalığın kendiliğinden sirâyeti yoktur; uğursuzluk ve baykuş ötüşünün olumsuz etkisi yoktur; Safer ayının hayır ve şerle bir alâkası yoktur; bunlar cahiliye hurafeleridir. Cüzzamlıdan, aslandan kaçtığınız gibi kaçınız!”2 Safer ayının normal aylardan olduğunu tespit ettikten sonra; her ne kadar güvenilir kaynaklarla teyit edilmese de, burada, Safer ayında yapılması uygun bulunan şu duâyı zikredebiliriz: 32 “Bismillâhirrahmânirrahîm: Allah’ım; hamd ve şükür Sana mahsustur! Minnetim Sana’dır! Ben Senin kulunum; ve ben bundan dolayı huzurluyum! Nefsimi, dînimi, dünyamı, âhiretimi, işlerimin sonunu ve amelimi Sana emânet ediyorum. Bütün Muhammed (asm) ümmetini Senin gücünün, havlinin, kudretinin ve kuvvetinin şiddetinden, Sana emânet ediyorum! Muhakkak Sen, emâneti koruyansın; hükmü nâfiz olansın; kazâsı gâlib olansın! Yâ Ahkeme’l-Hâkimîn ve yâ Esrae’l-Hâsibîn ve yâ Ekrame me’mûlin ve ecvede mes’ûlin yâ Hayyu yâ Kayyûmu yâ Kadîmü yâ Ferdu yâ Vitru yâ Ehadu yâ Samedu yâ men lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû küfüven ehad! Yâ Azîzu Yâ Vehhâbu Salla’llâhu alâ hayr-i halkıhî Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecma’în! Âmin!” Bu ayın son Çarşamba gününde de iki rek’at namaz kılınması; bu namazda her rek’atte bir Fatiha ve on bir İhlâs-ı Şerif okunması; namazdan sonra da on bir istiğfar ile, on bir salavât-ı şerîfe okunması tavsiye edilmiştir. Sadakanın bu aya özel bir konumu yoktur. Diğer aylarda olduğu gibi, bu ayda da sadaka vermeye devam etmelidir. Dipnotlar: 1. Buhârî, Kitâbu’l-Hac, H. No:777 2. Buhârî, Kitâbu’t-Tıp, H. No: 1927 33 "İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenler...” (Nisa, 4/168) ayetinde hangi insan tipinden bahsediliyor? Aralarındaki ilişkilerinden ötürü surenin 168 ve 169. ayetlerinin meallerini beraber vereyi uygun görüyoruz: “Muhakkak ki Allah, inkâr edenleri ve zulmedenleri ne bağışlar ne de doğru bir yola iletir. Sadece içinde ebedi olarak kalacakları cehennemin yolunu gösterir. Bu da Allah’a göre çok kolaydır."(Nisa, 4/168-169). Görüldüğü gibi, bu ayetlerde “İman edip sonra inkâr eden, sonra inanıp tekrar inkâr eden” manasına gelen ifadeler söz konusu değildir. Bu ayeti önceki ve sonraki ayetlerle beraber değerlendirdiğimizde şöyle bir sonuç çıkabilir: Önceki âyetlerle Yahudî ve Hristiyanların, tevhîd doğrultusunda genel esas kabul edilen bütün peygamberlere ve kitaplara imân hususunda yanlış bir yola saptıkları, bilhassa son peygamberi ve kitabı kabule yanaşmadıkları, bu yüzden hayli haksızlıklar işledikleri, ilim ve gerçek dışı bir takım iddialarla ortaya çıktıkları belirtiliyor. Sonraki ayetlerde ise, Kitap Ehlinin sadece tevhîd doğrultusundaki inanca ters düşmekle kalmadıkları, aynı zamanda kendi dinlerinde sınırı aşıp ölçüyü kaçırdıkları açıklanıyor. Yahudilerin, Tevrat'ın hükümlerini değiştirdikleri, haram kılınan şeyleri helâl saydıkları, son peygamberle ilgili belgeleri ya değiştirip, ya da yanlış yorumladıkları bildiriliyor. Hıristiyanların ise, İsâ Peygambere (as) Allah'ın hulul ettiğini, o bakımdan Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettiklerine atıf yapılıyor. Sonra da İsâ Mesih'in Allah'a kul olmaktan çekinmeyeceği, ifade ediliyor ve bu hususta büyüklük taslayıp hakka secde etmeyenlerin elem verici bir azap ile azap edilecekleri haber veriliyor. Soruda geçen ayeti, böyle inkâr edip, zulüm yapanlar, yani Muhammed Aleyhissalatü vesselama ait nebilik ve peygamberliği inkâr etmek gibi haksızlıkta bulunanlar -iman etmeden ölmeleri durumunda- muhakkak ki, Allah'ın bunları bir şekilde affetmesi, cehennem yolundan başka bir yola hidayet etmesi ihtimali yoktur. Soruda geçen ifadeye gelince, bu Nisa suresinin 137. ayetinde geçmektedir ve meali şöyledir: “İman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri, Allah, ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir.” Bu ayetin ardından gelen “Münafıklara, kendileri için can yakıcı bir azap olduğunu müjdele!” mealindeki ayetin ifadesinden de anlaşılacağı üzere, bu ayet münafıklar hakkınddır. Münafık kimsenin en belirgin vasfı, belli bir konumda kalmayıp, iki yüzlü karakterlerinin gereği olarak bir bu tarafa bir o tarafa yönelip dururlar. Bukalemun gibi renkten renge girebilirler. 34 “Münâfıklar küfür ile iman arasında bocalamaktadırlar. Ne bunlara (müminlere), ne onlara (kâfirler) samimi bağlıdırlar. Allah, kimi doğru yoldan saptırırsa, sen artık ona (kurtuluş) yolu bulamazsın!”(Nisa, 4/143) mealindeki ayette, münafıkların bu değişken, iki yüzlü karakterlerine vurgu yapılmaktadır. Hz. Ali (ra)’in bildirdiğine göre, bunların bağışlanmamaları küfür üzere ölmeleri durumuna bağlıdır. (bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri) Bu asırda dine karşı cephe almış münafıklara taraftar olmanın da çok tehlikeli bir durum olduğunu unutmamak gerekir. Özellikle, dinden dolayı bir sıkıntıya girme ihtimali veya sırf bir dünya menfaati için değişken bir pozisyona girmek çok çirkin ve de tehlikelidir. Şu ayet-i celilenin mesajı her zaman kulaklarımızda küpe olmalıdır: “İnsanlardan öylesi de var ki, küfürle iman arası bir yerde/imanın zeminine ayağını sağlam basmadan, dünyalık bir hesap içinde Allah’a kulluk eder. Şayet kendisine bir iyilik erişirse onunla huzur bulur, eğer başına bir bela gelirse, yüzüstü dönüverir. Dünyayı da, âhireti de kaybeder. İşte apaçık hüsran budur.”(Hac, 22/11)... 35 Bakara suresi 38´inci ayette geçen havfün (korku), 40. ayetteki ferhabûn (korkun), 41. ayetteki fettegûn, 45. ayetteki hâşiîn (Allah´tan içi titreyerek korkanlara ağır gelmez) kelimelerindeki korkuların arasında ne tür bir fark vardır? HAVF: Bazı karinelerin işaretiyle, hoş olmayan bir şeyle karşılaşmasının beklentisinden meydana gelen korku, endişe.(Ragıb, Müfredat, ilgili madde) “Artık ne zaman Ben’den size doğru yolu gösteren rehber gelir de kim ona uyarsa, onlara hiç bir korku olmayacak, hiç üzülmeyecekler de.”(Bakara, 2/38) mealindeki ayette yer alan HAVF, her iman edenin kıyamet günü karşılaşmasından endişe ettiği azap korkusu, sıkıntı endişesidir. RUHB / REHBET: Duyulan korkunun yanında, ıstırap-sıkıntı çekmek ve ondan uzak durmaya çalışmak manasına gelir.(a.g.e, ilgili madde) “Ey İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi! Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.”(Bakara,2/40) mealindeki ayette bu mana hâkimdir. Burada söz konusu edilen “yalnız Ben’den korkun” manası,”yalnız benden çekinin, yalnız benim gazabıma uğramaktan sakının ve azabımdan korunmaya bakın...” şeklinde anlaşılabilir. TAKVA: Vikaye kökünden gelen bir kelimedir. Vikaye, zararlı şeylerden korunma manasına gelir. "Sizin yanınızda bulunan Tevrat’ı tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’ân’a iman edin, onu inkâr edenlerin başını siz çekmeyin. Âyetlerimi az bir fiyatla, yani dünya menfaati karşılığında satmayın. Asıl benden korkun / Bana karşı gelmekten sakının.”(Bakara, 2/41) mealindeki ayette takva bu manada kullanılmıştır. Bu ayette söz konusu edilen “Asıl benden korkun / Bana karşı gelmekten sakının” mealindeki “FETTEKÛN” ifadesi, sadece korkmayı, sadece karşı gelmekten sakınmayı değil, aynı zamanda “Allah’a karşı gelmekten sakınarak kendilerini azaptan korumayı” da ihtiva etmektedir. HUŞÛ’: Kalbin ürpermesi; derin saygı duyması; kalbin ürpermesinden ötürü bedenin sakinleşmesi manasına gelir(bk. a.g.e, ilgili yer). “Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah’tan yardım dileyin! Gerçi bu çok zor bir iştir, fakat içi saygı ile ürperenlere değil.”(Bakara, 2/45) mealindeki ayette, huşû’ kalbin bir eylemi olarak zikredilmiş ve bu sebeple, ayette yer alan “HÂŞİÛN” kelimesine “içi saygı ile ürperenler” manası verilmiştir. “Onlar namazlarında tam bir HUŞÛ’ içindedirler.”(Müminûn, 23/2) 36 mealindeki ayette yer alan “HÂŞİÛN” kelimesi her iki manayı da içinde barındırmaktadır. Buna göre ayetin açıklamalı meali şöyle olabilir: “Onlar namazlarında tam bir HUŞÛ’/kalbin taşıdığı derin bir saygıdan doğan ürperti ve bu ürpertiden kaynaklanan tam bir tevazu, bir sükûnet içindedirler.” Not: Bu kelimelerin ortak paydası korku ve korkudan doğan sonuçlardır. Ancak yerlerine göre bazı nüansları vardır. Zikrettiğimiz manalar sadece -ilgili ayetler çerçevesinde söz konusu edilen- manaların bir kısmıdır. Geniş bilgi için ilgili ayetlerin tefsirlerine bakmanızı tavsiye ederiz. 37