1 İçindekiler Allah neden Hz. İsa'yı değil de ona benzeyen birinin öldürülmesini uygun gördü? ................3 Nefs mertebelerine nasıl çıkılır? Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ne işe yarar? ..................................4 Sünnet namazlara nasıl niyet edilir? Peygamberimiz namazda nasıl niyet ederdi? .................6 Peygamberimizin, Allah tarafından cezalandırıldığı iddiasına ne dersiniz? .............................7 Şafii mezhebinden olan bir bayan eski eşine vekalet vererek tekrar nikahlanabilir mi veli izni şart mıdır? .....................................................................................................................................9 Şeyh Ahmet Yesevi hakkında bilgi verir misiniz? .....................................................................10 Hac boykot edilebilir mi? ...........................................................................................................13 Ayette, Yahudilerin parça parça olacakları bildirildiği halde neden hepsi birlik içindedir? ..14 “(Çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk..” ayetinin anlamı nedir ve burada kim korkuyor? ................................................................................................................15 Kur’an-ı Kerim indirilirken Cebrail’e ne ihtiyaç vardı? ..........................................................16 2 Allah neden Hz. İsa'yı değil de ona benzeyen birinin öldürülmesini uygun gördü? Allah’ın Hz. İsa’yı göğe çıkarması sadece öldürülme acısını çekmemesi için değildir. Çünkü başka peygamberler de düşmanları tarafından öldürülmüştür. Kaldı ki, Allah onu başka şekilde de koruyabilirdi. O halde, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasının başka hikmetlerine bakmak gerekir. Bize göre bu hikmetlerin bazıları şunlar olabilir: a) Hz. İsa babasız dünyaya gelen bir peygamber olarak Allah’ın sonsuz kudretinin açık bir alameti olmuştur. “Meryem’in oğlunu ve annesini birer ibret vesilesi kıldık ve onları pınarları akan ve yerleşmeye elverişli yüksekçe bir yere yerleştirdik.” (Müminun, 23/50) mealindeki ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir. Böyle harikulade bir doğumla dünyaya gelen bir insanın, yine harika bir şekilde göklere çıkarılması, bu harika nakşı dokumayı ön gören ilahî hikmete uygundur. b) Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi, Hz. Cebrail’in üflemesiyle -Allah’ın bir tekvini kelimesi olarak- yaratılması, ona bir nevi melek hüviyetini de kazandırmıştır. Hz. İsa’nın melekler gibi bir süre göklerde hayat sürmesi, ona yarım melek kimliğini ön gören ilahi hikmetin bir tezahürdür. c) Allah Hayyu-Kayyum olduğunu göstermek hikmetiyle, diğer insanlardan farklı olarak yeryüzünde Hz. Hızır ve Hz. İlyas’ı ikinci hayat tabakasında yaşattığı gibi, Hz. İsa ve Hz. İdris’i de gökyüzünde üçüncü tabaka-yı hayatta bulundurmuştur. (bk. Nursi, Mektubat, Birinci Mektup) Kâinatın bu iki mahallesinde, bu dört nurani şahsiyeti, diğer insanlardan farklı bir hayat mertebesine mazhar kılması, kendisinin ezeli ve ebedi hayatına ve sermedi kayyumiyyetine çok açık birer burhan olmasından dolayıdır. d) Hz. İsa, bütün dünyada popüler ve tabileri çok olan bir peygamber olmasına rağmen, dininin mensupları olan Hristiyanların bu dine teslis akidesi gibi -Vahiy gerçekliğiyle taban tabana zıt olan- bir hurafeyi bulaştırmaları son derece çirkin olmuş ve Hz. İsa’nın şanına yakışmayan bir durum söz konusu olmuştur. Bu sebeple, dinine bulaştırılmış olan bu oldukça çirkin olan teslis akidesini ve “Allah’ın oğlu” yaftasını yalanlamak üzere yeniden bizzat dünyaya gelip dinini bu hurafelerden temizlemesi, bu harika şahsiyete tanınmıştır ki, ilahi hikmet bunu uygun görmüştür. Bunun ahir zamanda yeninden dünyaya geri gelmesi için semaya çıkarılması en uygun yoldur. İlginçtir, teslis akidesine bağlı Hıristiyanlar da bu geri gelişi beklemektedir. Bediüzzaman hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz'eden (Hazret-i Cibril'in "Dıhye" suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hatta ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misalîyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in hikmetinden uzak değil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vadetmiş ve vadettiği için elbette gönderecek.” (Mektubat, On Beşinci Mektup) 3 Nefs mertebelerine nasıl çıkılır? Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ne işe yarar? - Nefsin içinde bulunduğu belli alışkanlıkları vardır. Bu alışkanlıklarından vazgeçmesiyle bir yukarı mertebeye çıkması söz konusudur. Mesela: nefsin ilk mertebesi; Nefs-i emare (kötü emmarelik mertebesi) dir. Bu makamda bulunan bir nefis sürekli sahibini kötüye teşvik eder. Bütün telkinleri, dürtüleri bu yönde olur. Nefs-i emmare, insan nefsinin en aşağı mertebesi ve “Muhakkak nefis kötülüğü emredicidir.” âyetinin haber verdiği büyük düşmandır. Şehvet, hırs ve hasedin emrine girmekle, ruh ve kalbi aşağıların ve bayağıların hizmetine sokmağa çalışır. Kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayrandır. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgandır. Şeytanı meleklere secdeden men eden haset ve kibir, bu nefsin önde gelen sıfatları ve en belirgin özellikleridir. İkinci mertebesi Nefs-i Levvamedir. Bu mertebeye yükselen bir nefis, sahibini daha önce yaptığı yanlışlardan dolayı levmeder, ayıplar, böyle şeyleri bir daha yapmaması gerektiğini telkin eder.. Daha sonra mutamainne, radiye, mardiye mertebeleri gelir. Her birinin kendine has özellikleri vardır. Bu imtihan dünyasında, insanlar nefislerinden ve şeytandan gelen kötü telkinlerle, İlâhî fermandan gelen hidayet haberleri arasında bir mücadele verirler. Kazanılan her mücadele, yani yapılan her ibadet, vazgeçilen her kötülük, uzak durulan her haram nefis için bir terakki basamağı ve bir temizlenme ameliyesi olur. Yükselme yoluna giren bu nefsin son durağı rıza makamıdır; Allah’ın taktir ettiği her şeyi rıza ile karşılayan ve böylece Allah’ın da kendisinden razı olduğu bir nefis olma makamı. Bu makama eren nefse, Cenab-ı Hak şu hitapta bulunur: “Ey mutmainne nefis (Güvenceye kavuşmuş ruh)! Sen Ondan O da senden razı olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına karış (dahil ol) ve cennetime gir.” (Fecr, 27-30) - Kalb, ruh, hafi gibi ıstılahlar Kur’an’dan alınmıştır. Kalb, daha çok duygusallığın, hissiyatın yer aldığı yer olması hasebiyle, ehl-i tarik onun bu özelliğinden yaralanarak Allah sevgisini özümsemek için kalbi bir mekanizma olarak kullanmışlardır. Çünkü, sevginin gözü kördür. Allah’a aşk-ı hakikiyle bağlananlar, onun isim ve sıfatları hakkında olduğu gibi, yaptığı fiilleri hakkında da hiç bir dedi-koduya kulak asmazlar. Bediüzzaman hazretlerinin yalnız kalb ayağıyla yapılan seyr-u süluku şöyle eleştirmiştir: “Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk'ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.” (Sözler, 495 ) - Ruh dairesi, kalb dairesinden daha geniş bir dairedir. İnsanın “Elestü bezmi”nde verilen söz doğrultusunda ilahî hakikatlerle hayat bulması ruh dairesinin bir tezahürü olur. Kalbin, aklın, fikrin dahi bazen haberdar olmadığı sahada seyr-u süluk eden ruhun dairesi oldukça geniştir. İman ve salih amelin ihlasla tahakkuku nisbetinde kişinin ruhanî seyru seyahati kuvvet bulur. 4 - Hafi kelimesi kalbdeki sırrın öte tarafı anlamına gelir. Kalb, sır, hafi, ahfa terimleri Kur’an’dan alınmıştır. “İster yavaş konuş, ister açıktan, O’na göre birdir. Zira O SIRRI da (gizliyi de), AHFAyı da (gizlinin gizlisini de) bilir.” (Ta ha, 20/7) mealindeki ayette, SIRR ve AHFA kelimeleri kullanılmıştır. - Kalb: İmanın mahallidir. Hissiyatın mâkesi olduğu için, aşk dercesine varan ilahi aşkın da mahallidir. Kur’an’ın Hz. Muhammed’in kalbine indirilmesi, kalbin önemini göstermeye yeterli bir vakadır. Kalb gizli bir duygu madeni olduğu için, hem ihlasın hem de nifakın yeri olabilir. Bu sebeple, kalbe ihlası kazandırmak kişiyi en yüksek bir kulluk kulesine çıkardığı gibi, kalbteki samimiyetsizlik, özellikle nifak duygusu kişiyi esefel-i safiline atar. Sır ise, kalbten daha içeride olan bir gizlilik odasıdır. Oradaki samimiyet kişiyi daha da parlak bir makama ulaştırır. Hafi ve Ahfa ise, daha da kapalı kapılar ardında bulunan ihlasın odalarıdır. Bütün benliğini dinine veren ve bütün samimiyetiyle Allah’ın rızasını esas maksat yapan kimsenin bu makama gelmesinde, sır ve ahfasının rolü büyüktür. - Şunu özellikle belirtelim ki, bizim bu isimleri bilmemiz bu odaları girdiğimizi göstermediği gibi, onların ne olduğunu bilmememiz de bizim oralardaki ihlas ve samimiyeti bulmadığımız anlamına gelmez. Bize düşen, Kitab ve Sünnet dairesindeki Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmektir. Bunlara riayet etmek ise, samimi bir imandan geçer. Samimi bir iman ise, imanın mertebelerini tahkiki bir şekilde öğrenmek ve onları hayatımıza aktarmaktan geçer. - Bir akciğer taraması için, basitten derinliğe doğru, normal bir röntgen, tomoğrafi ve Emar çekilir. Sır, Hafi ve Ahfa da bunun gibi, en ince iman ve ihlasın, tevekkül ve teslimiyetin derecelerini ortaya çıkaran mekanizmalardır. Kimi, Cennet kazanmak için, kimi cehennemden kurtulmak için amel eder. Kimi Allah’ın azabından, kimi gazabından kurtulmak için amel eder. Kimi sadece Allah’ın rızasını kazanmak için amel eder. Kimi, bir batman sıkıntıya, kimi yüz batman, kimi de bin batman sıkıntıya tahammül eder. Kiminin ufak bir sıkıntıdan dolayı Allah’a olan muhabbeti kaybolur veya azalır. Kimi de Hz. Eyyüb peygamber gibi sonsuza dek bu muhabbeti kalbinden eksiltmez. İmanın kalbteki, sırdaki, hafi ve ahfadaki kuvvetinin dercesine göre kişilikler meydana gelir. Dinini bir dinara satanlar yanında, bütün dünyayı dinin bir tek meselesine feda edenler de vardır. Hülasa: Allah’a olan iman, teslimiyet, tevekkül ve muhabbetin kuvveti, bu olguların sır, hafi ve ahfaya yerleşmesi derecesine göredir. Onun içindir ki, evliyalar için “Allah sırlarını takdis etsin” diye dua edilir. İlave bilgi için tıklayınız: Nefsin mertebeleri nelerdir? 5 Sünnet namazlara nasıl niyet edilir? Peygamberimiz namazda nasıl niyet ederdi? Alimlerin cumhuruna göre farz olsun, sünnet/nafile olsun bütün namazlar için niyet şarttır. Ancak niyet kalbe ait bir düşünce ürünüdür. (V. Zuheyli, El-Fıkhu’l İslami, 611-620) Hz. Peygamberden (asm) niyeti lisan ile telaffuz ettiğine dair hiç bir delil yoktur. Efendimizin ve sahabenin dil ile telaffuz etmeden kalben niyet getirdikleri bilinmektedir. Niyet aslen bir azimden ve kesin bir iradeden ibarettir. Kalbin bir şeye karar vermesi ve bir işin ne için yapıldığını düşünmeksizin bilmesi demektir. Namazla ilgili niyet, Yüce Allah'ın rızası için ihlasla namazı kılmayı istemek ve hangi namazın kılınacağını bilmektir. Yapılan işlerin önemleri ve sevapları niyetlere göredir. İnsanın niyeti halis (sırf Allah rızası için) olmalıdır. İnsan yapacağı bir ibadeti şuurlu bir halde yapmalıdır. Yapacağı işle, Allah rızası gibi, yüksek bir gaye gözetmeli ve gaflet içinde bulunmamalıdır. Niyet kalbe aittir. Bununla beraber kalp ile niyet yapıldıktan sonra dil ile de söylenmesi daha iyidir. Bir insan başlayacağı bir namaza, kalp ile niyet edip de dili ile bir şey söylemese, o namazı geçerlidir. Fakat kalp ile niyet etmekle beraber "şu vaktin farzını veya sünnetini kılmaya niyet ettim" demesi, daha iyidir. Bu şekilde, hem kalp, hem de dil ile niyet edilmesi, sahih olan görüşe göre müstehabdır. Kalben niyet olmaksızın dil ile yapılan niyet geçerli değildir. Nafile namazlara gelince: Bunlarda sadece namaza niyet etmek kafidir. Fakat şu vaktin ilk sünnetine veya son sünnetine niyet ettim, diye de kılınırlar. Bu namazların müekked veya gayri müekked olduklarını belirlemeye de gerek yoktur. Ancak teravih namazı için: "Teravih namazını veya vaktin sünnetini kılmaya niyet ettim" demelidir, ihtiyat olan budur. 6 Peygamberimizin, Allah tarafından cezalandırıldığı iddiasına ne dersiniz? Bu iddia küfrün insanı ne kadar ahmaklaştırdığının açık bir göstergesidir. Çünkü bu iddia gösteriyor ki, inkârcılar, bir taraftan Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu gösteren yüzlerce mucize görseler bile inkar ederken, diğer taraftan hiç kale alınmaması gereken bir ihtimale ihtimal verebiliyorlar. Adeta güneş bütün parlaklığıyla ortada olduğu halde, gözlerine bir gölgenin gelmesiyle güneşi inkâr etmek kabilinden hezeyanlara giriyorlar. Bu konu cevap vermeye değmez. Ama yine de bir kaç madde halinde bu iddianın tutarsızlığını ortaya koymakta fayda vardır: a) Her şeyden önce bu iddiaya göre, Kur’an Allah’ın sözüdür; Hz. Muhammed ise, onun peygamberi değildir. Onun niçin Allah’ın Kur’an’da -mealen- “Eğer Muhammed bana bir tek söz uydurup yalandan isnat ederse, onun şah damarını koparıp onu derhal öldüreceğim” demiş ve Hz. Muhammed de ona -haşa- yalandan sözler isnat ettiği için onu öldürmüştür. - Acaba bu iddiadan daha ahmakça, daha geri zekâlı, daha mantıksız bir iddia olabilir mi? Olamaz; Çünkü bu iddia sahibi de kabul ediyor ki, “Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik. Sizden kimse de buna mani olamazdı.” (Hakka, 44-47) mealindeki ayet, Allah’ın sözüdür. Halbuki, Allah’ın vahyine mazhar olan kimse hak peygamberdir. Hz. Muhammed bu ayetin vahyine mazhar olduğuna göre o da hak peygamberdir. Peki hak peygamber olan bir kimsenin Allah’ın sonsuz şiddetteki azabını bildiği halde, ona kalkıp iftira eder mi? - Bu iddia sahibinin mantık tutarsızlığı; güneşin doğduğunu, dünyayı aydınlattığını kabul eden, ancak gündüzün olduğunu kabul etmeyen bir kimsenin tutarsızlığına benzer. Kur’an güneşinin Hz. Muhammed’in kalbine doğduğunu kabul ettiği halde, onun kalbinin bu manevi güneşin ışığı olan iman nuruyla aydınlanmadığını düşünen kimsenin durumu ondan çok daha karmaşık bir mantık çelişkisini içeriyor. Şunu matematiksel bir format içindeki bir kesinlikte ifade edebiliriz ki, aynı anda hem gece hem gündüz, hem ak hem kara, hem kış hem yaz, hem ölü hem canlı olmak ne kadar muhal ve imkânsız ise, Hz. Muhammed’in hem “Hakka suresinin ilgili ayetlerini” vahiy olarak alan bir peygamber, hem de Allah’a iftira ettiği için -haşa yüz bin defa haşa- Allah tarafından öldürülen bir müfteri olması bundan milyon defa daha fazla imkânsızdır, muhaldir. b) Hakka suresi Mekke’de inmişti. Bu surede geçen ilgili ayetlerin de Mekke’de indiğinde şüphe yoktur. Hz. Peygamber, bu ayetlerin inmesinden yaklaşık 15 yıl sonra vefat etmiştir. Bu zaman zarfında yüzlerce ayet inmiştir. Eğer Hz. Muhammed’in vefatı Allah’ın ona verdiği bir ceza olsaydı, bu kadar uzun bir zamandan ve en az iki binden fazla ayetin inmesinden sonra mı verilecekti? Üstelik, Kur’an vahyinin artık tamamlamak üzere olduğunu bildiren “Bu gün artık sizin dininizi kemale erdirdim.” (Maide, 5/3) ayetini ve vefatını haber veren Nas suresini indirdikten (yaklaşık 81 gün) sonra vefat ettirmiştir. c) Kaldı ki, ayette yer alan “VETİN” kelimesi ile hadiste yer alan “Ebher” kelimesinin manaları farklıdır. VETİN kelimesi, tefsir ve lügat kitaplarında kalpten geçen bir damar/atar damar olduğu belirtilmekte, meallerde ise genellikle ŞAH-DAMARI olarak ifade edilmektedir. EBHER kelimesi de kaynaklarda sırttaki bir damar veya kalpten geçen bir damar olarak açıklanmıştır. (bk. İbn Hacer, 8/131) 7 İlgili hadiste, Ümmü Mübeşşir özetle diyor ki: Ben: “Ya resulellah! Oğlumun (Bişr b. Bera) ölümü Hayber’de yediği zehirlenmiş etten olduğunu biliyorum. Siz de şu andaki hastalığınızın bir sebebini düşünüyor musunuz?” dedim. O da “ben de şu andaki sıkıntılarımın o zehirden olduğunu düşünüyorum ve o şu anda belimin koptuğunu/ ciğerimin söküldüğünü hissediyorum” dedi. (İbn Hacer, a.y.) d) Hayatı boyunca gösterdiği harikulade mucize ve diğer halleriyle peygamber olduğunda şüphe olmayan Hz. Muhammed’in getirdiği İslam dininin dünya çapında saygı görmesi ve (Kur’an’ın binlerce mümin tarafından hıfzedilmesi, her gün milyonlarca insanın namaz kılarak bu dine olan saygılarını göstermesi gibi) hiç bir dinde olmayacak kadar bir takdir ve tebcile mazhar olmasıyla Allah’ın Hz. Muhammed hakkındaki inayetini, himayesini görmeyip de yakın hiç bir ilişkinin olması aklen mümkün olmayan bir kuruntudan hareket ederek dinsizliğe prim vermek gerçekten anlaşılır bir şey değil.. - Aslında Hakka suresinin ilgili ayetlerin hemen ardından gelen “Şüphesiz o (Kur’an) müttakiler için bir irşaddır. Elbette sizden bazılarının Peygamberi “yalancı” saydığını biliriz.” (Hakka, 68/48-49) mealindeki ayetlerde Hz. Muhammed’in peygamberliğine açıkça vurgu yapılmıştır. e) “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” (Hicr, 15/9) mealindeki ayette Kur’an’ın Allah’tan gelen hak bir vahiy olduğuna ve Allah’ın himayesinde olduğuna işaret edildiği gibi, “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Maide, 5/67) mealindeki ayette de Hz. Muhammed’in (asm), Allah’ın elçisi olduğuna açıkça vurgu yapılmış ve Allah tarafından özel korunduğuna işaret edilmiştir. Gerçekten Hz. Muhammed’in 23 yıllık bir süre zarfında tek başına bütün dünyaya meydan okuduğu ve düşmanları pek çok olduğu halde, öldürülmeden yatak döşeğinde vefat etmesi onun Allah’ın özel himayesinde olduğunun göstergesidir. 8 Şafii mezhebinden olan bir bayan eski eşine vekalet vererek tekrar nikahlanabilir mi veli izni şart mıdır? Hanefilerde akıl-baliğ olan kadın, aynen erkek gibi velisinin aracılığına gerek olmaksızın evlenebilir. Ancak yetişkin bir kız veya kadın dengi (küf’ü) olmayan bir adamla evlenmişse velisi bu evliliği feshettirebilir (Merginani, Hidaye, I, 231 ). Hanefilerin dışındaki mezheplerde ise ister kız olsun ister dul, bir kadını ancak velisi evlendirebilir. Ayrıca veli bakire olan kızı evlendirmek için ondan izin alması gerekmez. Fakat velayeti altındaki kadının dul olması halinde ise, veli ancak ondan izin alarak evlendirebilir. Bu mezhepler “Velisiz nikah olmaz.” (Buhari, Nikah, 36; Ebu Davud, Nikah, 19; Tirmizi, 14, 17) hadisini ve benzeri hadisleri mutlak olarak değerlendirmekte ve kızların -rızaları alınsa bilesadece velileri aracılığıyla evleneceklerini söylemektedirler. (Şafii, el-Üm, V, 21; Sahnun, elMüdevvenetü’l-Kübra, II, 165; İbn Hazm, el-Muhalla, IX, 31–32; İbn Kudame, el-Muğni, VII, 5). Hanefiler ise bu hadisleri tam ehliyetli olmayan kız ve kadınların ancak velileri aracılığıyla evlenebilecekleri şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu hükümleri uygulama açısından dul olan bayanların kendilerinden boşandıkları kocaları veya bir başkası ile evlenmeleri arasında bir farkı yoktur. Evlilikte velayet kurumunun ön plana çıkması, hayat boyu birlikteliği başlatacak olan evlilik akdinin gerekli araştırmalar yapılarak mümkün olduğu ölçüde sağlam temellere oturtulması, telafi edilmesi ve geri dönülmesi imkansız olan hataların önceden görülmesi ve önlenmesi, bir yönüyle de evlenecek tarafların aileleri arasında kaynaşmanın kolay sağlanması gibi hedeflere yöneliktir. Sonuç olarak, evlilik ciddi bir müessesedir. Dolayısıyla nikah kıyılırken velilerin izni alınmalıdır. Velinin izni alınmadan kıyılan nikah her ne kadar bazı İslam alimlerine göre geçerliyse de taraflar, evlenirken Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yukarıda zikredilen hadisini dikkate alarak, velilerin iznini alma cihetine gitmelidirler. Evliliğe engel ahlaki, dini ve sosyoekonomik bir engel yoksa velilerin yetkilerini kötüye kullanarak zorluk çıkarmamaları gerekir. Ancak kadın dul olursa, dul kadının rızası olmadan babası onun nikahını kıyamaz. Çünkü Peygamber Efendimiz (a.s.m): “Dul kadın, kendisinin açık izni olmadan nikah olunmaz" buyurmuştur. (Buhari, Nikah 41, Hiyel 3; Müslim, Nikah 64, (1419); Tirmizi, Nikah 17, 18, (1107, 1109) Bu nedenle İmam Şafi de dahil olmak üzere fakihler dul kadının rızası alınmadan veya istemediği halde birisiyle evlendirilemeyeceğinde ittifak etmişlerdir. Eğer kadının babası yine de razı olmazsa, Hanefi mezhebini takliden nikah kıyabilirler. 9 Şeyh Ahmet Yesevi hakkında bilgi verir misiniz? AHMED YESEVİ: Orta Asya Türkleri’nin dini-tasavvufi hayatında geniş tesirler icra eden ve “Pir’i Türkistan” diye anılan mutasavvıf –şair, Yeseviyye tarikatının kurucusu. Ahmed Yesvi’nin tarihi şahsiyetine dair vesikalar vardır, mevcut olanlarda menkibelerle karışmış haldedir. Bunlardan sağlam bir neticeye varmak oldukça güç, hatta bazı hususlarda imkansızdır. Buna rağmen hikmetlerinden, onunla ilgili tarihi kaynaklardan, menakıbnamelerden elde edilecek bilgiler ve çıkarılacak sonuçlar, menkibeyi de olsa, hayatı, şahsiyeti, eseri ve tesiri hakkında bir fikir vermektedir. Batı Türkistan’daki Çimkent şehrinin doğusunda bulunan ve Tarım ırmağına dökülen Şahyar nehrinin küçük bir kolu olan Karasu üzerindeki Sayran kasabasında doğdu. İspicap (İsficap) veya Akdeniz adıyla da anılan Sayran kasabası eskiden beri önemli bir yerleşme merkeziydi. Bazı kaynaklar onunYesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Ahmed Yesevi’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yûsuf el-Hemedâniye (ö. 535/1140-41) intisabı ve onun halifelerinden oluşu dikkate alınırsa XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylemek mümkündür. Sayram'ın tanınmış şahsiyetlerinden olan babası, kerametleri ve menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrahim adlı bir zattır. Annesi ise Şeyh İbrahim'in halifelerinden Mûsâ Şeyh'in kızı Ayşe Hatun'dur. Şeyh İbrahim'in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Yesevî önce annesini, ardından da babasını kaybetti. Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnaz, kardeşini de yanına alarak Yesi şehrine gitti ve oraya yerleşti. Tahsiline Yesi'de başlayan Ahmed Yesevî. küçük yaşına rağmen birtakım tecellî’lere mazhar olması, beklenmeyen fevkalâdelikler göstermesi ile çevresinin dikkatini çekmiştir. Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır'ın delâletine nail olan Ahmed Yesevî Yesi'de Arslan Baba'ya intisap ederek ondan feyiz almaya başlar. Yine menkıbeye göre, ashaptan olan Arslan Baba'nın Yesİ'ye gelerek Ahmed Yesevfyi bulması ve Hz. Pey-gamber'in kendisine teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etmesi, Hz. Peygamber'in manevî bir işaretine dayanmaktadır. Arslan Baba'nın terbiye ve irşadı ile Ahmed Yesevî kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar. Fakat aynı yıl veya ertesi yıl içinde Arslan Baba vefat eder. Baba'nın vefatından bir müddet sonra zamanın önemli İslâm merkezlerinden biri olan Buhara'ya gider. Bu şehirde devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf elHemedânfye intisap ederek onun İrşad ve terbiyesi altına girer. Yûsuf el-Hemedânrnİn vefatı üzerine İrşad mevkiine önce Abdullah-ı Berkî, onun vefatıyla Şeyh Hasan-ı Endâkî geçer. 1160 yılında Hasan-ı Endâki'nin de vefatı üzerine Ahmed Yesevî irşad postuna oturur. Bir müddet sonra, vaktiyle şeyhi Yûsuf ei-Hemedânrnin vermiş olduğu bir işaret üzerine irşad makamını Şeyh Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye bırakarak Yesi'ye döner; vefatına kadar burada irşada devam eder. Ahmed Yesevî altmış üç yaşına geldiğinde geleneğe uyarak tekkesinin avlusunda müridlerine bir çilehane hazırlatır, vefatına kadar burada ibadet ve riyazetle meşgul olur. Çilehanede ne kadar kaldığı belli değildir, fakat ölünceye kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefat ettiği muhakkaktır. Doğum tarihi bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı hususunda da kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Sayram'da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelenlere hâce denildiği gibi onlara bağlı olanlara da aynı isim veriliyordu. Ahmed Yesevî de bu silsileye bağlı olduğu için Hâce Ahmed. Hâce Ahmed Yesevî. Kul Hâce Ahmed şekillerinde de anılmaktadır (bk. hAce-GAN). 10 Kerametlerinin vefatından sonra da devam ettiği ileri sürülen Ahmed Yesevî. rivayete göre, kendisinden çok sonra yaşayan Timur'un rüyasına girer ve ona zafer müjdesini verir. Timur zafere erişince. Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmed Yesevi'nin kabrini ziyaret için Yesi'ye gelir. Kabrin üstüne, devrin mimari şaheserlerinden olan bir türbe yapılmasını emreder. Birkaç yıl içinde inşaat tamamlanır ve türbe, camii ve dergâhı ile bir külliye halini alır. Ahmed Yesevi'nin türbesi civarına gömülmek bozkır göçebeleri için ayrı bir değer taşır. Bu sebeple birçok kişi daha hayattayken türbe civarında toprak satın alarak kabirlerini hazırlarlar. Hatta kışın ölen bir kimse keçeye sarılarak ağaca asılır ve bahara kadar bekletilir; bahar gelince götürülüp Ahmed Yesevi'nin türbesi civarına defnedilir. Bu gelenek Ahmed Yesevi'nin Orta Asya Türklüğü üzerinde ne derece tesirli olduğunu açıkça göstermektedir. Rivayete göre Ahmed Yesevi'nin İbrahim adında bir oğlu olmuşsa da kendisi hayatta iken vefat etmiştir. Ayrıca Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlarında iki kızı dünyaya gelmiş, soyu Gevher Şehnaz vasıtasıyla devam etmiştir. Türkistan, Mâverâünnehir ve diğer Orta Asya bölgelerinde olduğu gibi Anadolu'da da kendilerini Ahmed Yesevrnin neslinden sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmış-.tır. Bunlar arasında Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ, Üsküplü Şâir Atâ ve Evliya Çelebi zikredilebilir. Ahmed Yesevi'nin Yesi'de irşada başladığı sıralarda Türkistan'da, Yedisu havalisinde kuvvetli bir İslâmlaşma yanında İslâm ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf hareketleri de vardır. Medreselerin yanında kurulan tekkeler tasavvuf cereyanının merkezleri durumundaydı. Yine bu yıllarda Mâverâünnehir'i kendi idaresi altında birleştiren Sultan Sencer vefat etmiş (1157), Hârizmşahlar kuvvetli bir İslâm devleti haline gelmeye başlamışlardı. Bu uygun şartlar altında Ahmed Yesevî Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun'un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli nüfuz sahibi olmuştu. Etrafında İslâmiyet'e bütün samimiyetiyle bağlı olan yerli halk zümresi ile yan göçebe köylüler toplanıyordu. İslâmî ilimlere vâkıf olan, Arapça ve Farsça bilen Ahmed Yesevî, çevresinde toplananlara İslâm'ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmek gayesiyle sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler söylüyor, “Hikmet” adı verilen bu manzumeler, aynca dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılıyordu. Hikmetlerin muhtevası, Ahmed Yesevi'nin hayatı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Ancak bunların tarihî hakikatlere ne derece uygun olduğunu tesbit etmek güçtür. Buna rağmen Yesevi'nin şiirlerinde yer alan bu bilgiler hayatına, tahsiline, sülük’üne. ulaştığı makam ve mertebelere dair bazı açıklamalar getirmesi bakımından oldukça değerlidir. Rivayete göre, Ahmed-Yesevi'nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba'nın oğlu Mansûr Atâ idi. Mansûr Atâ 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Atâ. Abdülmelik Atanın vefatından sonra yerine oğlu Tâc Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengî Atâ irşad mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Hârizmli Saîd Atâ, üçüncü halifesi. Yesevî tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri İle Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Atâ'dır. Hakîm Atâ Hârizm'de yerleşip irşada başladı, 1186 yılında vefat edince Akkurgan'a defnedildi. Hakîm Atâ'nın en meşhur müridi Zengî Atâ idi. Zengî Atâ'nın başlıca müridleri ise Uzun Hasan Atâ, Seyyid Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ1-dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid Atâ ile Sadr Atâ'dan gelmektedir. Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed Yesevî de Hanefî bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıktan şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşid ve ahlâkçı hüviyetiyle onlara şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmeye çalışmak. 11 İslâmiyet'i Türkler'e sevdirmek. Ehl-i sünnet akidesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. Bu öğreticilik vasıfları sebebiyle hikmetleri, bazılarınca lirizmden uzak ve sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmiştir. İslâm şeriatına ve Hz. Peygamber'in sünnetine sık sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevi'nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi, Yesevîliğin Sünnî Türkler arasında süratle yayılıp yerleşmesinin ve daha sonra ortaya çıkan birçok tarikatlara tesir etmesinin başlıca sebebi olmuştur. Ahmed Yesevî edebî şahsiyetinden ziyade fikrî şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesirini devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir. Eserleri Dîvân-ı Hikmet Ahmed Yesevi'nin hikmetlerini içine alan mecmuanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli farklılıklar arzetmesi. bunlann farklı şahıslar tarafından değişik yerlerde meydana getirildiğini açıkça göstermektedir. Bir kısmı kaybolan veya zamanla değişikliğe uğrayan hikmetler derlenirken araya aynı ruh ve ifadedeki yeni hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe aslından uzaklaşılmıştır. Kime ait olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevi'nin inanç ve düşünceleri, tarikatının esasları bulunmaktadır. Hikmetler Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir. Ahmed Yesevi’ye izafe edilen Fakrnâme ise Dîvân-ı Hikmetin Taşkent (1) ve bazı Kazan baskılarında (2) yer almaktadır. Müstakil bir risaleden çok Dîvân-ı Hikmet'in mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme'nin Dîvân-ı Hikmeti yazmalarının hiçbirinde bulunmaması, Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmeti tertip edenler tarafından yazılıp esere dahil edildiğini göstermektedir. Fakmâme, metnin dil hususiyetlerinin ele alındığı geniş bir incelemeyle birlikte Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır. 1- Hikmet-i Hazret-i SultSnü'l-ârifin Hâce Ahmed b. İbrahim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1312, s. 2-15. 2- meselâ, Sultânü'l-ârifin Hâce Ahmed b. İbrahim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1311, s. 3 17. Bibliyografya 1) Ali Şir Nevâî, Nesâyimü'l-mehabbe min şemayimi'l-fütüvve, İstanbul 1979; köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi; 2) a.mlf, Araştırmalar; 3) a.mlf., İlk Mutasavvıflar; 4) a.mlf. “Ahmed Yesevî”, İA, 210-215; 5) a.mlf.. “Ahmed Yesevî”, UDMİ, II, 157-166; 6) Kemal Eraslan. Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, Ankara 1983; 7) a.mlf.. “Yesevî'nin Fakinâme si”, TDED, XXI! (1977), s. 45, 120; 8) a.mlf.. “Çağatay Edebiyatı”, İA, lif, 270-323; 9) Banarlı. RTET, I, 276-281; 10) M. Kemal özergin, “Dînî Tasavvufî Edebiyatımızdan Dîvân-ı Hikmet”, Nesil, sy. 45-46, İstanbul 1980, s. 8-12; 11) F. İz, “Ahmad Yasavî”, El2 (Ing) 1,298-299. (Bk. Kemal Eraslan, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1989: 2/159-161.) 12 Hac boykot edilebilir mi? Bu konuyu değerlendirirken müzakere edilmesi gereken bazı hususların olduğunu düşünüyoruz. Bu noktalardan bazıları şunlar olabilir: a) Hacc’a gitmeme meselesi sadece bir fıkıh meselesi olarak değil, siyaset-i İslamiyenin maslahatı açısından da değerlendirilmelidir. b) Böyle bir karar alınacaksa, ilgili İslam ülkeleriyle birlikte alınmalıdır. Bu sebeple, bizim ve söz konusu ülkelerin din adamları yanında siyasi adamlarından bazılarının da katılacağı toplantılar yapılmalıdır. c) Maksat bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek olmalıdır. İlle de Suud krallığının yıkılmasından ziyade, onun İslam aleminde üstlenmesi gereken müspet bir tavır almasını sağlamaya yönelik tedbirler alınmalıdır. Aksi takdirde, müminlerin zaten olmayan birliklerinin daha çok parçalanmaya sebep olması sadece zarar getirir. d) Sütçü İmam’ın cuma namazını kıldırmaması ile bugünkü Suud krallığının tavrına karşı alınacak hac etmeme ve umreye gitmeme duruşu arasında bir benzerlik kurulabilir mi? Bunun müzakeresi gerekir. e) Böyle bir kararın İslam ittihadına getirisi-götürüsünün iyi değerlendirilmesi gerekir. f) Böyle bir tedbirin alınmasının, ekonomik açıdan suudlara olumsuz bir yanının olacağını düşünmüyoruz. Yalnız, İslam âlemindeki prestijinin zedelenmesi söz konusu olur. O zaman prestiji zedelenecek olan bu ülkenin ABD ve diğer batı ülkelerin kucağına daha da itilme riski ne olabilir? Yahut böyle bir durum, Arap milliyetçiliğini körükler mi? Bunu değerlendirmek gerekir. h) Hülasa: İslam dünyası diye bir realitenin olmadığı doğrudur. Fakat bunun yeniden teessüsü için yapılan adımları iyi tespit etmek gerekir. Onun için acele etmeden, belki önce diyalog yoluyla Suudları ikna etmeye çalışmak, krallık olsa bile seçimlere yer vermek gibi bazı demokratik düzenlemelere gitmelerini sağlamaya yönelik çabalar denenmelidir. 13 Ayette, Yahudilerin parça parça olacakları bildirildiği halde neden hepsi birlik içindedir? Ayette, Yahudilerin geçmişteki durumları anlatılıyor. "Ve onları yeryüzünde parça parça ümmetler kıldık” mealindeki ifadeden de bunu anlamak mümkündür. Bu ayetin gelecekte de Yahudilerin sürekli parçalar halinde dağınık olarak dünyada yaşayacaklarına dair bir yorum çıkarmak isabetli olmadığı gibi, realiteye terstir. Kaldı ki, Kur’an Yahudilerle ilgili bu bilgiyi verdiği zaman yaklaşık iki bin yıl geçmişti. Araf suresi Mekke’de indiğine göre, Kur’an’ın Yahudilerle ilgili bu bilgiye vermesinden sonra da yaklaşık on üç asır geçmiştir. Demek ki, bu ayette söz konusu edilen Yahudilerin paramparça bir halde yeryüzüne dağılmalarına dair kendilerine verilen ilahi cezanın üzerinden yaklaşık 3350 yıl geçmiştir. Bu az bir zaman dilimi değildir. Ancak İsrail devletinin kurulmasına kader cihetiyle izin verilmesinin elbette bilmediğimiz hikmetleri vardır. Yalnız şunu biliyoruz ki, Müslümanlar dinlerini bir kenara atarak, ırkçılık hastalığına müptela olduklarından ötürü paramparça oldular ve şu anda da bu dağınıklığın cezasını çekiyorlar. Yahudiler ise, ırkçılık yapmakla beraber, ırklarının merkezine dinlerini oturttukları için, lisan-ı halleriyle dini önceleyen âdil kaderden toparlanma iznini alabildiler. Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadeleri bu gerçeğe ışık tutmaktadır: “Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin mes'elesinde (İsrail devletinin Filistin topraklarında kurulmasında), hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki Enbiya-i Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan'da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.” (Şualar, 507) 14 “(Çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk..” ayetinin anlamı nedir ve burada kim korkuyor? “Oğlan çocuğuna gelince: Onun ebeveyni mümin insanlar idi. Bu çocuğun onları ileride azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.” (Kehf, 18/80) mealindeki ayette yer alan ve “korktuk” diye meal verilen “HAŞİNA” kelimesi hakkında “ilim, kerahet, korku” olmak üzere üç yorum yapılmıştır: Birincisi: Buradaki korkudan maksat bilgidir/ilimdir ve Hızır için kullanılmıştır. Buna göre Hz. Hızır Diyor ki: “Bu çocuğun onları ileride azgınlığa ve küfre sürükleyeceğini -Allah’ın bildirmesiyle- bildim..” İkincisi: Buradaki “korktuk” tabiri, Allah için kullanılmıştır. Buna göre Hz. Hızır diyor ki: “Allah, bu çocuğun onları ileride azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktu..” Buradaki korku ifadesi, -insanların düşünce dünyalarına hitap eden- bir mecazdır. Üçüncüsü: Ayetteki haşyet/korku kavramı, kerih (hoş karşılamama) anlamında kullanılmıştır. Ve yine bunu kerih gören kişi Hz. Hızır’dır. (krş. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri) Yorumların hepsi geçen geçerli olmak üzere, ayetteki “Bildik/ korktuk/kerih gördük” ifadesi çoğul kalıbı olmakla beraber birinci tekil şahıs anlamında kullanılmıştır. Aslında surede yer alan üç konu hakkında Hz. Hızır’ın farklı ifadeler kullanması dikkat çekicidir. Mesela: Hz. Hızır geminin durumunu anlatırken: “(Evvela, o gemi, denizde çalışan birtakım fakirlere ait idi.) Ben onu kasden bir miktar zedeledim” diyor. Doğrudan işi kendisine nispet ediyor. Çünkü geminin delinmesi zahiren bir kusur olduğundan ve insanlar tarafından kolaylıkla yapılabilen bir iş olduğundan onu kendine isnat etmesi edebe daha uygundur. Buna mukabil, bir kişiyi öldürme işi, hem icad hem zahir şartlara göre insana isnat edilmeyen bir olay olduğundan; bu konuyu kendisine bildiren Allah’ın emri dairesinde bunu yaptığını seslendirmek için “Biz korktuk ki..” ifadesine yer verilmiştir. Buradaki “Biz” -tazim için değil-, tevazu için kullanılmıştır. Duvardaki hazine meselesini anlatırken, Hz Hızır, konu tamamen Allah’ın lütuf ve merhametinin eseri olduğu için, bunu öne çıkarma adına kendinden söz etmiyor ve sadece Allah’ın rahmet dolu rububiyetini nazara veriyor: “(Gelelim duvara: O duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Duvarın altında onlara ait bir define gömülü idi. Babaları, salih, iyi bir insandı). Rabbin onların reşit olacakları çağa gelip, definelerini o zaman çıkarmalarını irade buyurdu.” (krş. İbn Aşur, ilgili yer) İlave bilgi için tıklayınız: Kur'an'da tekrar edilen Hz. Musa ve Hz. Hızır hadisesi nedir? 15 Kur’an-ı Kerim indirilirken Cebrail’e ne ihtiyaç vardı? Allah insanlara gönderdiği vahyin şekillerini Kur’an’da şöyle belirtmiştir: “Allah bir insana ancak vahiy yoluyla veya bir perde arkasından hitab eder yahut ona Kendi izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir. Çünkü O yüceler yücesidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şura, 42/51) Ayette zikredilen “Vahiy yolu” bir ilham veya rüyada görülen hakikatleri ifade etmektedir. Hz. Muhammed, ilk altı ayda böyle rüyalarla vahiy/ilham almıştır. Gördüğü rüyalar olduğu gibi çıkıyordu. “Bir perde arkasında” yapılan vahiy ise, Hz. Musa’ya Tur-i Sina’da, bir ağacın arkasından yapılan gaybi çağrı ve konuşma şeklinde tahakkuk etmiştir. (Ta Ha, 20/12-15; Kasas, 28/9-14; Nisa,4/164) “Elçinin gönderilmesi” meselesi ise, bütün peygamberler için söz konusu olan vahiy meleği Hz. Cebrail’in vahiy getirmesi şeklinde tahakkuk etmiştir. Kur’an da Hz. Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’in kalbine indirilmiştir. (Şuara, 26/192-195) Ayette ifade edildiği üzere, Allah’ın insanlarla bir diyalog kurması bu üç şekilden başka olmamış ve ön görülmemiştir. Allah’ın vahiy yollarının bu üç şeklini de kullanması, kapılarını kullarına ardına kadar açması anlamına gelir. Genelde peygamberlere, özelde Hz. Muhammed’e gelen vahiylere Hz. Cebrail’in bir vasıta, bir elçi olarak gönderilmesinin bazı hikmetlerini şöyle sırlamak mümkündür: a) İnsanlar daha çok gördükleriyle ikna oluyorlar. Hz. Cebrail’in bir melek olarak peygambere gelmesi, Allah’ın katından gelen bir kimse olarak bizzat peygambere görünmesi, -beşer olarak vesvese suretinde gelebilen- muhtemel bütün tereddütleri ortadan kaldırmıştır. b) Genelde bütün vahiyleri, özelde Kur’an vahyini getiren Hz. Cebrail’in peygambere görünmesi ve onunla konuşması onun inkârcılardan aldığı bütün sıkıntılarını hafifleten ve teselli veren bir unsur olmuştur. c) Hz. Cebrail’in bir insan suretinde gelmesi de söz konusudur. Ve oradaki sahabiler de onu bu şekliyle görmüştür. Hz. Cebrail’in insan suretinde gelip mecliste oturduğu ve peygamberimize iman, İslam, İhsan, kıyamet vakti ve alametleri gibi bazı meseleleri sorduğu ve “Cibril hadisi” olarak meşhur olduğu bilinen bir gerçektir. (bk. Buharî, iman, 37; Müslim, İman,57; Ebu Davud, Sünnet, 16; Tirmizi, İman,4) Bu ise müminlerin kalbini daha da tatmin eden ve onların imanlarını daha da arttıran bir keyfiyettir. d) “Dediler ki: Ne oluyor bu Peygambere, böyle Peygamber mi olur: Yemek yiyor, çarşı pazarda dolaşıyor! Bari yanında heybetli bir melek olsaydı da etrafındaki insanları korkutup uyarıda bulunsaydı.” (Furkan, 25/7) mealindeki ayette işaret edildiği üzere, bazı insanlar, peygamberle birlikte bir meleğin de gelmesini istemişlerdir. Halbuki, Kur’an’ın Hz.Cebrail vasıtasıyla indirilmesi ve onun bazı zamanlarda insan suretinde gelip insanlara görünmesi, insanların bu fıtri arzularına cevap verdiği gibi, inkârcıların bu gibi bahanelerini de ortadan kaldırmıştır. e) Bazı İslami emirlerin icra edilmesi için bir örneğe ve rehbere ihtiyaç vardır. Günde beş vakit olarak farz kılınan namazların nasıl kılınacağı, hangi vakitlerde eda edileceği, vakitlerin başlangıç ve son sınırlarının nasıl bilineceği konusunda Hz. Cebrail iki gün peygamberimize namazın kılınışını öğretmiş ve iki vakit arasındaki sınırı öğretmek için de bu namazları farklı zamanlarda kıldırmıştır. f) Özellikle en son vahiy olan Kur’an’ın Cebrail vasıtasıyla gelmesi, kesin ilim yollarının üçünü de bir araya gelmesini sağlamıştır. Kur’an bir yönüyle Hz. Cebrail vasıtasıyla gelen bir haber-i sadıktır. Bir yönüyle Hz. Muhammed’in havass-ı selimelerine hitap eden bir melek ve bir vahiy olgusu söz konusudur. Diğer bir yönüyle de Kur’an’ın Hz. Muhammed’in kalbine indirilmesi, onun kalbini, aklını tatmin ettiğini göstermesi açısından da akıl yolunu ihtiva etmektedir. 16