İklim Değişikliğini Gündemin Ön Sıralarına Taşımak Seth Dunn ve Christopher Flavin Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi yaklaşırken iklim konusunda sürdürülen uluslararası müzakereler 10 yıl önceki tartışmalardan çok farklı değil. 1992 Rio de Janeiro Dünya Zirvesi öncesi dönemde olduğu gibi Bush’un başında olduğu A.B.D. yönetimi iklim değişikliğiyle mücadelede gerekli taahhütlere girmeyi reddediyor, Avrupa’da bu müzakerelere katılan taraflar ise sera gaz emisyonlarını azaltmaya yönelik bağlayıcı ulusal hedefler belirlenmesi için çaba harcamakta. Gelişmekte olan ülkelerin temsilcileri varlıklı komşularını gerekli önderliği sergilemedikleri için eleştiriyor, bu sorunun çözümü için kendilerinin yaptığı çalışmalara mali ve teknik yardım talep ediyorlar. Çevre grupları anlaşmaya varılamazsa bütün çevrenin tamiri olanaksız hasarlara uğrayacağı uyarısında bulunurken sanayi ticaret dernekleri bağlayıcı bir anlaşmanın dünya ekonomisini sınırlayacağı iddiasında. Ancak son on yıl içinde bu bildik dramın perde arkasında önemli bazı gelişmeler iklim değişikliği ile ilgili tartışmalara yeni bir biçim verdi. Rio’da insan faaliyetlerinin gerçekten de dünya iklimini değiştirip değiştirmediğine ve beklenen değişikliklerin gerçekten de meydana gelip gelmeyeceğine ilişkin yeterli bilimsel veri yoktu. Sera gazı emisyonlarının azaltılmasının getireceği maliyetlerin çok yüksek olduğu düşünülüyordu. Dünyada sera etkisine yol açmayacak bir enerji sistemine geçebilmek için daha temiz ve etkin teknolojilerin oluşturulmasında pek az yol katedilmişti. Birçok sektör uluslararası bir anlaşmanın imzalanmasına tümüyle karşı çıkıyor, savlarını desteklemek için tütün sanayiinin geliştirdiği, bilimsel araştırmaların sonuçlarını sorgulayan taktikleri kullanıyordu. Bunun bir sonucu olarak da A.B.D. siyasi ağırlığını koydu ve Rio’da üzerinde anlaşmaya varılan B.M. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni (UN FCCC) önemli ölçüde sulandırdı. Aradan geçen on yılın sonunda bugün insan faaliyetlerinin neden olduğu iklim değişikliğinin bir gerçek olduğu ve bu değişikliğin gittikçe hızlandığı üzerinde bilimsel çevreler genel bir görüş birliğine varmış durumda. Isınmanın neden olacağının düşünüldüğü bazı etkiler yaşanmaya başlandı bile. İklim değişikliğinin ekonomik boyutu konusunda oluşan tartışma derinleşiyor ve yenilikçi politikaların emisyonları azaltmanın maliyetini önemli 1 ölçüde düşürebileceği fikri artık daha fazla kabul görüyor. Rüzgâr ve güneş enerjisi, yakıt hücreleri ve diğer “alternatif” enerji teknolojileri piyasaya tanıtıldı ve milyarlarca dolarlık sektörler oluşturmaya başladı. Gittikçe artan sayıda kuruluş iklim değişikliğini inkâr aşamasından kabul aşamasına doğru yaklaşıyor ve bazıları gelecekte politikalarda yapılacak değişikliklere sonradan cevap vermeye çalışmak yerine bunları önceden tahmin etmeye çalışarak bu konuyu bir rekabet avantajı olarak görmeye başlıyor. Ve yıllarca süren mücadelenin sonunda uluslararası toplum A.B.D. olsun olmasın o çok tartışmalı 1997 Kyoto Protokolü’nü yürürlüğe koymak için gerekli siyasi iradeyi gösterebileceğine dair işaretler vermeye başlıyor. Gerçekten de iklim değişikliği ile ilgili siyasi ortam 1992’den bu yana küçük fakat önemli bir dönüşüm geçirdi. Bunun nedeni kısmen birçok sanayileşmiş ülkenin sessiz sedasız emisyon azaltıcı politikaları denemeye başlaması, kısmen de birkaç gelişmekte olan ülkenin ekonomik kalkınmanın emisyon artışına yol açmadan devam edebileceğini gösteren deneyimleri. Bunun da ötesinde Bush yönetiminin Mart 2001’de beklenmedik bir anda Kyoto Protokolü’nü imzalamayacağını açıklaması ilginç bir biçimde uluslararası düzeyde küresel bir anlaşmaya varmak için oluşan kararlılığı daha da körükledi. İleride Kyoto Protokolü’nün nasıl kurtulduğunu yazan tarihçiler Bush yönetiminin bu anlaşmayı reddini üç yılı aşkın süredir tıkanmış olan müzakerelerin yeniden başlamasına neden olan bir dönüm noktası olarak görebilir. A.B.D.’nin tek taraflı kararı yalnızca Avrupa’da değil, Japonya, Kanada, Avustralya ve geçmişte Amerika’nın müzakerelerde benimsediği tavrı desteklemiş olan diğer ülkelerde de geri tepti. Almanya’nın Bonn kentinde Haziran 2001’de Amerikalı yetkililer bir kenarda durup seyrederken sayısız gözlemci ve katılımcının şaşkın bakışları önünde 178 ülkenin temsilcisi protokolün başlıca kurallarını belirledi. 11 Eylül 2001’de gerçekleşen trajik terör saldırılarının iklim müzakerelerinin geleceğini nasıl etkileyeceği bilinmiyor. Bush yönetiminin ilk sekiz ayında dış politikada sergilediği tek yanlı yaklaşım uluslararası terörizm sorununu çözmeye yönelik oluşturulan geniş çok taraflı hareket sayesinde değişti. Ancak A.B.D. hükümetinin gelişmekte olan diğer küresel sorunlar, örneğin iklim değişikliği konusunda da aynı çok taraflı yaklaşımı benimseyip benimsemeyeceğini zaman gösterecek. Uluslararası toplum A.B.D. olsun olmasın o çok tartışmalı 1997 Kyoto Protokolü’nü yürürlüğe koymak için gerekli siyasi iradeye sahip olabilir. 2 Amerika Birleşik Devletleri yakın bir gelecekte iklim müzakereleri masasına geri dönmese de diğer ülkeler paktı gerçekleştirme yönünde yol aldıkça ülke içinde oluşacak baskı yüzünden eninde sonunda müzakerelere yeniden başlayabilir. Bu arada 11 Eylül saldırıları enerji güvenliği ve dünya ekonomisinin Orta Doğu petrolüne orantısız bir biçimde bağımlı olması konularını tekrar gündeme getirdi. İklim müzakerelerini yürütenler, terörizm ve uluslararası anlaşmazlıkların kökeninde yatan petrol konusunun, aynı zamanda dünyayı iklim değişikliğine açık hale getirdiğini de mutlaka fark etmişlerdir. Petrolün her iki etkisi de karbonsuz, yerel kaynaklardan üretilen etkin bir enerji sistemine geçişi hızlandırmanın ne denli önemli olduğunu gözler önüne seriyor. Bu bölümde iklim değişikliği konusunun Rio’dan bu yana geçen on yıl içinde gösterdiği gelişme değerlendirilecek. Konunun bilimsel, teknolojik, ekonomik, ticari ve siyasi yönlerinde kimi zaman yavaş yavaş, kimi zamansa ani biçimlerde yaşanan dönüşümler ele alacak. Bu gelişmeler bir arada değerlendirildiğinde 2002 yılında iklim değişikliği konusunu 1992 yılına oranla çok daha farklı bir konuma getirmişlerdir. Bu gerçeği anlamak, iklim gündemini Johannesburg Zirvesi’nde ön sıralara çıkarmak ve iklim sözleşmesinin ikinci on yılında daha fazla ilerleme kaydetmek için çok önemlidir. Gelişen Bilim 1988’de Dünya Meteoroloji Örgütü ve B.M. Çevre Programı (UNEP) tarafından kuruluşundan bu yana Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) bu konuda en yetkili bilgi kaynağı olarak kabul edilmektedir. Dünyada yüzlerce uzmandan oluşan örgütü sayesinde panel, iklim değişikliği ile ilgili düzinelerce alana yayılmış dev bir literatürü son derce titiz bir şekilde bir araya getiriyor, bunların bir sentezini oluşturarak bu literatürü değerlendiriyor. IPCC’nin 1990, 1995 ve 2000 yıllarında yayınlanan üç değerlendirme raporunun kapsamında iklim değişikliği ile ilgili bilgisel bilgilerin değerlendirilmesi, iklim değişikliğinin potansiyel etkilerinin ve olası çözüm stratejilerinin ele alınması konuları yer almaktaydı. İlk iki değerlendirme raporu 1992 Rio anlaşması ve 1997 Kyoto Protokolü’nün hazırlanmasında bir temel oluşturdu. (Bu anlaşmaların bir tanımı için bakınız Kutu 2-1.) Üçüncü değerlendirme raporunun bulguları şu anda devam etmekte olan iklim müzakereleri turunun ana hatlarını belirlemiştir. Açıkça ortaya çıkan bulgulardan biri fosil yakıtlarının yanmasıyla atmosfere karışan karbondioksitin (CO2) “insan eliyle gerçekleşen iklim değişikliğinde”, yani yeryüzünün 3 ısınmasında etkili olan en önemli sera gazı olması. CO2’nun küresel ısınmada bugün yaklaşık yüzde elli olan payının 2100 yılında yüzde yetmiş beşe çıkması bekleniyor. Özellikle tarımsal ve endüstriyel uygulamalar nedeniyle atmosfere karışan diğer sera gazları arasında başlıcaları metan, azot oksit, sülfür heksaflorid, hidroflorokarbon ve perflorokarbonlar. 1990’larda gündeme gelen önemli bir soru da mevcut ısınmanın – 19. yüzyılın sonundan beri dünyada yüzey sıcaklığının ortalama 0,3-0,6 derece santigrat artış gerçekleşti – insan faaliyetleriyle ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceğine dairdi. İlk IPCC raporu yayınlandığında bilim adamları henüz iklim değişikliğinin insan faaliyetlerinden mi yoksa güneş lekeleri ve volkanik patlamalar gibi doğal olaylardan mı kaynaklandığını belirleyememişti. Ancak bunu izleyen birkaç yıl içinde önemi gelişme kaydettiler ve doğal ve insan yapısı etkileri ayırt edebilmeye başladılar. Soğutma etkisi olan sülfat aerosollarının atmosfere karışmasını izleyerek iklim değişikliği simülasyonları ve gerçek değişiklikler arasında daha iyi ilişki kurar duruma geldiler. Bu IPCC’nin ikinci raporunda “ısınma eğiliminin kaynağının tümüyle doğal olmasının mümkün olmadığı” ve “toplanan kanıtlara göre dünya ikliminde insan etkisinin büyük olduğu” açıklamalarını yapmasına yol açtı. İkinci raporun yayınlanmasına kadar geçen beş yıl içinde geçmişte ve günümüzde iklim koşullarıyla ilgili yeni araştırmalar yapıldı ve farklı veri gruplarının daha iyi analiz edilip karşılaştırılması sayesinde iklim değişikliği konusunu daha iyi anlamaya başladık. Üçüncü IPCC değerlendirme raporunda şu sözler yer alıyor: “gittikçe artan sayıda gözlem dünyada toplu bir ısınma olduğunu ve iklim sisteminde başka bazı değişiklikler de yaşandığını gösteriyor.” Bu değişiklikler arasında kar örtüsünün ve buz tabakasının önemli ölçüde azalması ve yirminci yüzyıl süresince deniz seviyelerinin 0,1-0,2 metre yükselmesi de var. Panelin vardığı sonuca göre 1990’lar, 1860’larda ölçüm araçlarıyla yapılan ölçümlere göre kayıt tutulmaya başladığından bu yana en sıcak on yıl, 1998 de en sıcak yıl oldu. (Bakınız Şekil 2-1.) Kuzey yarımkürede yapılan ölçümlere göre son 1.000 yıl içinde ortalama küresel yüzey sıcaklığının en fazla arttığı yüzyıl yirminci yüzyıl oldu. Küresel sıcaklıkların daha önce eşine rastlanmadık bir biçimde artışı sera gazları yoğunlukları ve emisyonlarında rekor düzeylere ulaşılması ile paralel bir şekilde gerçekleşti. 1750’lerden bu yana atmosferdeki CO2 yoğunlukları yüzde 31 arttı, üstelik bu artışın yarısından fazlası son 50 yılda gerçekleşti. Şu andaki yoğunluklar son 420.000 yılın, hatta büyük bir olasılıkla son 20 milyon yılın en yüksek değerleri. 4 KUTU 2-1. RİO’DAN JOHANNESBURG’A: İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ MÜZAKERELERİNDE 10 YIL 1992 Dünya Zirvesi’nde imzalanan ve Mart 1994’te yürürlüğe giren B.M. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, sera gazlarının atmosferdeki yoğunluklarını “dünya iklimine insan eliyle tehlikeli etkilerde bulunulmas ına” engel olacak düzeylerde sabitlerken ekonomik kalkınmanın devam etmesini sağlama amacını taşıyordu. Anlaşma birkaç adet temel ilkeyi tanımaktadır: • Yeterince bilimsel kanıt olmaması bu alanda tedbir alınmasına engel olmakta kullanılmamalıdır, • Ulusların “ortak fakat çeşitli sorumlulukları” vardır; ve • İklim değişikliğine geçmişte en fazla katkıda bulunmuş olan sanayileşmiş ülkeler bu sorunun çözümünde başı çekmelidir. Anlaşma uyarınca, anlaşmaya taraf olan devletlerin hepsi iklim değişikliği konusunda, değişikliğin etkilerine uyum sağlayacakları ve sözleşmeyi uygulamak için yaptıkları faaliyetleri bildirme konusunda taahhüde girerler. Yine anlaşmaya göre sanayileşmiş ülkeler ve geçiş ekonomileri iklim politikaları ve sera gazı envanterleri konusunda düzenli rapor hazırlayarak sunmak zorundadır. Bu devletler gönüllü olarak 2000 yılında emisyonları 1990 düzeyine çekmeyi hedefleyecek ve diğer ülkelere teknik ve mali destek vereceklerdir. Bugün 181 ülke ve Avrupa Birliği (AB) UN FCCC’ye taraf olmuş durumdadır. 1995’de UN FCCC’yi imzalayan devletler bu taahhütlerin yetersiz olduğuna karar verdi ve konvansiyona yasal olarak bağlayıcı bir protokol ilave edilmesi için görüşmelere başladı. Bu görüşmelerin sonunda 1997 Kyoto Protokolü ortaya çıktı ve – Ek B adıyla anılan - sanayileşmiş ülkelerinin ve eski Doğu Bloku ülkelerinin 2008-2012 döneminde sera gazı emisyonlarını 1990 düzeylerinin yüzde 5,2 altına indirmeye zorunlu kıldı. Anlaşmada hedefe ulaşmanın getireceği güçlükleri hafifletecek, emisyon izinlerinin alınıp satılmasına, ormanların ve diğer karbon “havzalarının” (sink) kullanımına olanak tanıyacak “esneklik mekanizmaları” ve Temiz Gelişme Mekanizması ya da (gelişmekte olan ülkelerde ve Ek B Ülkelerinde yürürlüğe konacak karbon tasarruf girişimlerinden oluşan) ortak uygulama projeleri sayesinde kredi kazandıracak projeler gibi çeşitli tedbirler de yer alıyor. Protokol ayrıca gelişmekte olan ülkelerin emisyonlarını takip etme ve azaltma konusunda daha fazla taahhüde girmelerini de şart koşuyor. 1998’de hükümetler protokolün uygulanması ile ilgili kuralların hazırlanması ile ilgili bir zaman çizelgesi ve bir eylem planı üzerinde anlaşmaya vardı. 2000 yılı sonunda Hollanda’nın Lahey kentinde yapılan müzakerelerde A. B.D. ve AB’nin önemli bazı hükümler üzerinde anlaşamaması üzerine görüşmeler kesintiye uğradı. Mart 2001’de A.B.D.’nin müzakerelerden ayrılmasından sonra 178 devlet Haziran ayında Almanya’nın Bonn kentinde protokolün kurallarıyla ilgili başlıca konular üzerinde anlaşmaya vardı. Bonn anlaşmasının ayrıntıları devletlerin emisyon alışverişi, “karbon havzaları”, ve Kyoto’da belirlenen hedeflere ulaşılabilmesi için ilâve esneklik tanınmas ını içeren konularda belli bir uzlaşmaya vardığını gösteriyor. Ayrıca hükümetler gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlayabilmesine yardımcı olacak özel bir fon kurdu. Üzerinde anlaşma sağlanamayan konuların görüşülmesi 29 Ekim-9 Kasım 2001’de Fas’ın Marakeş kentinde yapılacak toplantıya ertelendi. Şekil 2-1. Dünya Yüzeyindeki Ortalama Sıcaklık, 1867-2000 CO2 düzeyleri daha önce rastlanmadık bir hızla artıyor. Son 20 yılda insan faaliyetleri yüzünden gerçekleşen karbon emisyonlarının dörtte üçü fosil yakıtlarının kullanılması nedeniyle meydana gelirken geriye kalan kısmı ormanların yok olması ve toprak kullanımında gerçekleşen diğer bazı değişikliklerden kaynaklanıyor. (Bakınız Şekil 2-2.) Bu kanıtlardan yola çıkarak IPCC geçen yüzyılda yaşanan ısınmada doğal faktörlerin küçük bir rolü olduğu ve “son 50 yılda gözlemlenen ısınmanın insan faaliyetlerinden kaynaklandığına ilişkin yeni ve güçlü kanıtlar olduğu” sonucuna vardı. 5 Üçüncü IPCC raporuna göre yanan fosil yakıtlarından kaynaklanan karbon emisyonları, 2100 yılında 540 ppmv ile 970 ppmv arasında değerlere çıkması beklenen CO2 düzeylerinin en önemli nedeni olacak. Ortalama küresel sıcaklığın 1990 ile 2100 yılları arasında 1,4-5,8 derece santigrat artacağı hesaplanıyor. Bu ısınma geçen yüzyılda yaşanan ısınmanın çok üzerinde ve büyük bir olasılıkla son 10.000 yılda eşine rastlanmayan bir gelişme. Deniz seviyesi ortalamasının 9-88 santimetre arasında artması bekleniyor. Ayrıca kar örtüsü ve deniz buzlarının azalmaya devam edeceği ve buzulların ve kutupların daha yaygın bir biçimde küçüleceği tahmin ediliyor. Sera gazları yoğunlukları istikrarlı bir düzeye oturduktan sonra bile iklim değişikliği yüzyıllar boyu varlığını hissettirecek ve yüzey sıcaklıkları ve deniz seviyeleri geçmişteki emisyonlar nedeniyle artmaya devam edecektir. Bilim adamları hava koşullarında gözlemlenen aşırılıkların değerlendirirken kendilerine daha fazla güveniyorlar. IPCC yirminci yüzyılın ikinci yarısında “muhtemelen” ya da “hayli muhtemelen” hava sıcaklıklarının asgari ve azami değerlerinin yükseldiğini, kara parçalarının üzerinde ısı endeksinin arttığını, ve Kuzey yarımkürede orta ilâ yüksek enlemlerdeki kara parçalarında yağış olaylarının daha yoğun gerçekleştiğini belirtmekte. Ayrıca bütün bu değişikliklerin “muhtemelen” bu yüzyılda da devam edeceği öne sürülüyor. Son on yılda gerçekleşmesi beklenen iklim değişikliğinin getireceği hasar tehlikesiyle de ilgili çok şey öğrenildi. Bölgesel iklim değişikliklerinin şimdiden birçok fiziksel ve biyolojik sistemi etkilediğine dair çeşitli kanıtlar var. Bu değişikliklerin arasında buzulların küçülmesi, donmuş toprakların çözülmesi, nehir ve göllerde buzların daha geç donup daha erken birikmesi, orta ve yüksek enlemlerdeki bölgelerde tarım mevsiminin uzaması, bitki ve hayvan çeşitlerinin farklılaşması, çiçeklerin daha erken açması, böceklerin daha erken çıkıp kuşların daha erken yumurtlaması gibi gelişmeler yer alıyor. Bilim adamları çeşitli sistemlerin ne kadar hassas bir konumda olduğunu gösteren yeni bilgiler elde ettiler. Buzullar, mercan kayalıkları, atoller, mangrovlar, kuzey ormanları ve tropik ormanlar, kutuplar ve Alplerdeki ekosistemler, otlak sulak alanlar ve doğal çayırlık alanlar gibi doğal sistemlerin özellikle geri dönüşü olmayan bir hasar riskiyle karşı karşıya oldukları kabul ediliyor. İklim değişikliği, risk altında bulunan türlerin tükenme tehlikesini daha da arttırarak bioçeşitlilik kaybını hızlandırıyor ve iklim değişikliğinin boyutu ve hızı arttıkça verdiği hasarın boyutları da ona göre artıyor. İnsan sistemleri, özellikle de su kaynakları, tarım, ormancılık, kıyı bölgeleri ve deniz sistemleri, insan yerleşimleri, enerji, sanayi, sigorta ve diğer mali hizmetler ve insan sağlığı daha hassas bir konuma geliyor. Bu alanlarda gerçekleşmesi beklenen ters etkiler şunları: 6 • Sıcaklık artışı nedeniyle bir çok tropik ve subtropik bölgede ekinlerin veriminin azalması; • Subtropik bölgeler başta gelmek üzere su sıkıntısı çekilen birçok bölgede halkın kullanabileceği suyun azalması; • Su ve taşıyıcılarla geçen (sıtma ve kolera gibi) hastalıklara yakalanan insanların sayısında artış ve ısı stresi nedeniyle gerçekleşen ölümlerde artış; • Yağışların artması ve deniz seviyelerinin yükselmesi nedeniyle on milyonlarca insanın karşı karşıya kalacağı sel riskinin artması. Aşırı hava koşullarının – kuraklık, sel, sıcak dalgaları, çığ ve rüzgâr fırtınaları – sıklığı ve şiddeti arttıkça bunların sonuçlarının da daha ağır olması beklenmektedir. Geniş ölçekli, geri dönüşü olanaksız etkiler üzerinde artan sayıda araştırma yapılırken bu etkilerin sayısal olarak hesaplanamayan büyük risklere yol açtıkları belirtilmektedir. Örnek olarak Kuzey Atlantik’e ılık su götüren okyanus dolaşım sisteminin önemli ölçüde yavaşlaması, Grönland ve Batı Antarktika buz örtülerinin incelmesi, yerdeki ekosistemlerden çıkan karbon nedeniyle ısınmanın artması, donmuş toprak bölgelerden salgılanan karbon ve kıyılardaki tortularda yer alan hidratlardan salgılanan metan gösterilmektedir. Eğer bu değişiklikler meydana gelirse bunların etkileri yaygın ve kalıcı olacaktır. Okyanusun dolaşımının yavaşlaması Avrupa’nın çeşitli bölgeleri üzerinde ısınmayı azaltacaktır. Batı Antarktika ya da Grönland’daki buz örtüsünün kaybı önümüzdeki 1.000 yıl içinde küresel düzeni seviyesini 3 metre yükseltebilir. Bu da birçok adanın denize gömülmesi ve kıyı bölgelerinin sel altında kalması demek olacaktır. Karbon ve metan emisyonundaki artış ısınmayı daha da arttıracaktır. İklim değişikliğine uyum sağlamak konusu da önemli ölçüde dikkat çekmeye başlamıştır. Ne var ki bu pahalı bir konudur ve iklim değişikliğinden en fazla zarar gören ülkeler aynı zamanda en az kaynağa ve uyum gücüne sahip olan ülkelerdir. IPCC “iklim değişikliğinin can kaybı ve yatırımlar ve ekonomiye etkisi açısından en fazla gelişmekte olan ülkeleri etkileyeceğini,” özenle vurguluyor. Bölge bazında yapılan değerlendirmeler dünyada birçok bölgenin ciddi bir tehdit altında olduğunu ortaya koyuyor – örneğin Ulusal Araştırma Konseyi’nin yaptığı bir araştırmaya göre A.B.D.’de de ciddi etkiler beklenmekte – ancak bu sorundan en fazla etkilenecek olan bölgeler bu sorunun ortaya çıkmasında en masum olanlar. İklim değişikliğinin boyutu CO2 yoğunluklarının ne kadar yükseleceğine bağlı; bu da fosil yakıtlarının yakılmasından kaynaklanan karbon emisyonları tarafından belirlenecek. 7 Şekil 2-2. 1751-2000 Yılları Arasında Fosil Yakıtlarının Yanmasından Kaynaklanan Karbon Emisyonları Örneğin sera gazı yoğunluklarının 450 ppmv’de sabit tutulabilmesi için önümüzdeki yirmi yıl içinde yıllık karbon emisyonlarının bugünkü düzeylerin altına, 2100 yılında 2 milyar tona ve daha sonra da 1 milyar tonun altına inmesi gerekecek. Bunun için de küresel karbon emisyonlarının yüzde 70-80 oranında, yani şu anda görüşülen Kyoto değerlerinin çok daha altına indirilmesi gerekiyor. Teknoloji ve Ekonomi Üzerine Yeni Görüşler Global karbon emisyonlarını azaltmak için enerji kaynaklarının bugünkünden daha farklı biçimlerde değerlendirilmesi gerekecek. İklim değişikliğini yavaşlatmakta kullanılabilecek yeni teknoloji ve politikaların ortaya çıkma potansiyeli Rio’da bu yana önemli bir gelişme gösterdi. 1995 değerlendirmesinden sonra hazırladığı raporda IPCC “sera gazları emisyonunun azaltılması ile ilgili önemli mesafe kaydedildi ve bu gelişme beklendiğinden daha büyük bir hızla gerçekleşti” diye belirtmekte. Çeşitli teknolojilerde farklı aşamada ilerlemeler kaydedildi. Bunların arasında rüzgâr türbinlerinin piyasaya sunulması, sanayi atığı gazların bertaraf edilmesi, son derece verimli elektrikli otomobillerin üretilmesi ve yakıt hücre teknolojisindeki gelişmeler yer alıyor. Nispeten yakın bir gelecekte emisyonların azaltılması potansiyeli nedir? Yüzlerce araştırmayı özetleyen IPCC küresel emisyonların 2010 ile 2020 yılları arasında 2000 değerlerinin çok altına indirilebileceği sonucuna varıyor. Panel, emisyonların 2010 yılına kadar 1,9-2,6 milyar ton karbona denk gelecek oranda, 2020’ye kadar da 3,6-5,5 milyar tona denk gelecek oranda azaltılabileceği tahmininde bulunuyor. (Mevcut duruma göre emisyonların 2010 yılına kadar 11,5-14 milyar tona ulaşması, 2020’ye kadar da 12-16 milyar tona çıkması bekleniyor.) Ayrıca panel bu indirimin yarısının 2020’ye kadar maliyet açısından etkin bir biçimde gerçekleştirilebileceği sonucuna vardı. Bu düşük maliyetli çözümler öncelikle binalarda, ulaşım ve imalatta enerjinin verimli kullanımını sağlayan yeni teknoloji ve uygulamalar sayesinde ortaya çıkmakta.Ayrıca doğal gazın santrallerdeki verimliliğin arttırılması ve ısı ve enerjinin bir arada kullanımı ile birlikte doğal gazın da emisyonların azaltılmasında önemli bir rol oynaması bekleniyor. Orman ve 8 tarımsal yan ürünlerden alınan biomas, çöplüklerden kaynaklanan metan, rüzgâr ve güneş enerjisi, hidro-enerji ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının da bu konuda önemli bir katkı yapmaları bekleniyor. Tarım ve sanayi diğer sera gazlarının azaltılmasını sağlayabilir: Hayvancılıkta kullanılan fermentasyon, çeltikler, azotlu gübre kullanımı, hayvan atıklarının kullanımının azaltılması bu konuda bir rol oynarken tarım süreçlerinde değişiklik yapılması ve alternatif maddelerin kullanımı florlu gazların emisyonunu en aza indirgeyebilir. Bu hazır, ya da hazıra yakın durumda olan teknolojileri kullanan modellerin çoğu önümüzdeki 100 yıl içinde atmosferdeki CO2 düzeylerinin 450-550 ppmv ve bunun daha da altı oranlarda sabitlenmesine yardımcı olabilir. Ancak bunu gerçekleştirebilmek çin önemli sosyoekonomik ve kurumsal değişiklikler yapmak gerekecek. Bu indirimlerin gerçekleşmesi için küresel ekonomideki karbon yoğunluğu bazında ölçülen ekonomik kalkınma ve karbon emisyonları arasındaki doğru orantının ortadan kaldırılması gerekecek. (Bakınız Şekil 2-3.) Ayrıca enerjinin tedariki ve dönüşümünde de düşük fiyatlı fosil yakıtlarından yararlanılmasına son verilmek zorunda kalınacak. Emisyonları azaltmanın getirisi ve götürdükleri neler olacak? Bu konudaki analizler farklı yöntemlerden yararlandıkları ve farklı varsayımlardan yola çıktıkları için birbirinden farklı sonuçlara varıyor. Şekil 2-3. Dünya Ekonomisinin Karbon Yoğunluğu, 1950-2000 Örneğin yapılan tahminler, karbon vergilerinden gelen gelirin diğer vergilerde indirim yapılması suretiyle ekonomiye geri beslenmesi; istenmeyen iklim değişikliğinin enerji tasarrufu, yerel ve bölgesel hava kirliliğinde azalma, enerji güvenliği ve istihdam gibi yan etkilerinin hesaba katılması; iklim değişikliğinin dış maliyetlerinin piyasa fiyatlarına yansıtılması gibi koşullar nedeniyle değişebiliyor. İklim değişikliği ekonomisi modellerine biçim veren diğer varsayımlar arasında demografik, ekonomik ve teknolojik eğilimler; üzerinde anlaşmaya varılan hedefin düzeyi ve zamanlaması; emisyon alışverişi gibi uygulama önlemlerine başvurulması gibi faktörler yer alıyor. Uzmanlar, piyasalardaki dengesizlikleri düzeltmeyi amaçlayan politikalar yardımıyla kimi sera gazı emisyonlarının herhangi bir harcama gerektirmeden, hatta topluma net yarar sağlayarak azaltılabileceği konusunda görüş birliğine sahip. Örneğin bilgi yetersizliği yüzünden tüketici ve işyerleri genel enerji masraflarını azaltacak verimli teknolojileri uygulayamıyor. Eğer karbon vergileri ya da emisyon izinlerinin açık arttırmayla satılması gibi yöntemlerle maaş ya da işçilik vergileri düşürülürse bunun topluma yararı daha da büyük 9 olacaktır. Birçok durumda karbon emisyonlarını azaltmanın hava kirliliğinin azalması, yeni iş olanakları, petrol ithalatının azalması gibi yan ya da dolaylı yararları uygulanan politikaların maliyetini dengeleyecektir. Örneğin karbon emisyonlarının azaltılması aynı zamanda partikülatların, ozon ve nitrojen ve sülfür oksitlerin de azaltılmasına yol açacak, böylece insan sağlığı açısından yararlı sonuçlar doğuracaktır. Amerikan hükümetinin yeni tamamladığı bazı araştırmalar düşük maliyetli ya da herhangi bir maliyet getirmeyecek emisyon indirimi için yüksek potansiyel bulunduğu fikrini desteklemektedir. A.B.D. Enerji Bakanlığı’nın yürüttüğü bir araştırmaya göre A.B.D. piyasalarını mevcut enerji açısından etkin ve yenilenebilir enerji teknolojilerine açarsa Kyoto hedeflerinin çoğuna net bir maliyet olmaksızın ulaşabilecek. Bu politikalar aynı zamanda ülkede hava kirliliği, petrole bağımlılık, enerji kullanımında verimsizlik gibi sorunları çözerek genel maliyeti dengeleyen ekonomik yararlar doğuracaktır. Aynı şekilde Avrupa Komisyonu İklim Değişikliği Programı’na göre Avrupa Birliği gayrı safi yurtiçi hasılasının (GSYH) yaklaşık yüzde 0,6’sına denk gelen, karbondioksitin tonu başına 18 A.B.D. doları gibi düşük bir maliyet gerektiren önlemler alarak Kyoto hedeflerine ulaşabilecek. Enerjide verimliliğin arttırılmasını içeren bu önlemler, protokole göre AB’nin azaltması gerekenden iki kat daha fazla emisyon indirimi sağlayacaktır. Sanayileşmiş ülkelerin ve eski Doğu Bloku ülkelerinin (Ek B ülkeleri) Kyoto Protokolü’nü uygulamaları kaça malolacaktır? Bu sorunun yanıtı emisyon alışverişinin boyutlarına ve alınan ülke içi önlemlere göre değişecektir. Yapılan küresel araştırmalara göre bu ülkeler arasında emisyon alışverişi yapılmadığı takdirde farklı bölgelerde 2010 yılında bu maliyetler GSYH’nın yüzde 0,2-2’si oranında olacaktır. Fakat emisyon alışverişi tam olarak gerçekleşirse bu maliyet tahmini GSYH’nın yalnızca yüzde 0,1-1,1’i oranında olacak ve bu oranlar ekonominin doğal dalgalanmasının “gürültüsü” içinde kaybolup gidecektir. Bu modellerde hedefe ulaşmak için karbon emen havzalarının ya da CO2 dışı sera gazlarının kullanımı, Temiz Gelişme Mekanizması, yan yararlar ya da bedelli geri dönüşüm gibi olasılıklar hesaba katılmamıştır. Bu kazançlar ve maliyetler nasıl hesaplanırsa hesaplansın, ekonominin farklı sektörlerine eşitsiz bir şekilde dağılacaklardır. Ek B grubuna dahil edilen geçiş ekonomileri özel bir durum oluşturmaktadır. Bu ülkelerin çoğu için emisyonları azaltmanın maliyeti GSYH’nın yüzde onu ilâ sıfırı arasında olacaktır. Bu da bu ülkelerde enerji etkinliğini arttırmak için önemli fırsatlar olduğunu 10 gösteriyor. Eğer enerji etkinliği önemli ölçüde arttırılırsa 2010’da emisyonlar Kyoto anlaşmasında belirlenen düzeylerin altına düşebilir. Hazırlanan modeller bu durumda bu ülkelerin ellerinde kalan emisyonları satmalarından kaynaklanan gelirlerle GSYH’larının artacağını gösteriyor. Emisyonları daha fazla azaltmanın maliyeti ne olabilir? Geleneksel ekonomik modeller sera gazı yoğunlukları (750 ppmv’den 550 ppmv’ye, ya da 550 ppmv’den 450 ppmv’ye) düşerek sabit değerlere kavuştukça maliyetlerin artacağını haber veriyor. Oysa bu modeller sanayinin dev yenilikler yaparak önemli teknolojik değişimlere yol açacağını öne süren iddialı hedeflerin potansiyelini göz ardı ediyor. İklim değişikliği ekonomisinde teknolojik değişimlerin özendirilmesi konusu gittikçe önem kazanan bir araştırma alanı, ancak çoğu model bu konuyu hesaba katmıyor. Katanlar ise bazı politika rejimlerinin CO2 yoğunluklarının sabit değerlere inmesini ve GSYH artışı sağlayabileceğini belirtmekte. İklimle ilgili modelleme yöntemlerini geliştirme çabaları “entegre değerlendirme” modelini meydana getirmiştir. Bu model iklim bilimi, politika ve ekonomik araştırma alanlarını bir araya getirmektedir ve politikaları oluşturan çevreler arasında oldukça önemli bir etkiye sahiptir. Bu modeller politikaların değerlendirilmesi, farklı konular arasında eşgüdüm sağlanması ve iklim ve iklim dışı politikaların karşılaştırılması için yararlıdır. Ancak kısa bir süre önce Pew Küresel İklim Değişikliği Merkezi’nin yaptığı bir araştırmaya göre entegre değerlendirme modellerinin çoğu her zaman iklim politikası için geçerli olmayan basite indirgenmiş ekonomik teoriler üzerine kurulmuştur. Özellikle de piyasa güçlerinin teknolojik yeniliklere yol açması, firmaların davranışları ve iklim “sürprizleri” hakkında gerçekçi olmayan varsayımları bulunmaktadır. Bu varsayımlar iklim değişikliği sorununu çözmek için gereken maliyetleri daha yüksek gösterme eğilimindedir. Öte yandan, bu kazançlar ve maliyetler nasıl hesaplanırsa hesaplansın, ekonominin farklı sektörlerine eşitsiz bir şekilde dağılacaklardır. Genelde bu gelişmelerden yarar sağlayacak sektörleri bulmak, ekonomik maliyetlerle karşılaşacak sektörleri saymaktan daha zordur. Ayrıca, yararlar daha fazla olsa da maliyetler daha acil, yoğun ve kesin görünmektedir. Kömür, muhtemelen petrol ve doğal gaz ve çelik üretimi gibi bazı enerjiyoğun sektörlerin ekonomik açıdan dezavantajlı bir konuma düşme olasılığı daha fazladır. Yenilenebilir enerji endüstrisi gibi sektörlerin ise uzun vadede fiyat değişikliklerinden ve karbon-yoğun enerji sektörlerine bağlanan mali ve diğer kaynakların serbest kalmasından yarar görmesi beklenmektedir. Uygun önlemler alındığı takdirde maliyetlerin bir kısmı çeşitli sektörler arasında dağıtılabilir. Fosil yakıtlarına sağlanan sübvansiyonların kaldırılması ekonomik etkinliği 11 arttırarak topluma yarar sağlayabilir, emisyon alışverişi de hedeflere ulaşmanın getireceği net ekonomik maliyetleri azaltabilir. Karbon vergisinin getirdiği gelirler de mağdur durumda kalan düşük gelirli grupların sıkıntılarını telafi etmekte kullanılabilir. Diğer ülkeler emisyon sınırlamalarıyla ilk etapta karşılaşacak ülkelerin uygulamalarından etkilenebilir. Petrol ihraç eden gelişmekte olan ülkeler için beklenen etkiler arasında 2010 yılına kadar gerçekleşmesi beklenen petrol gelirlerinde yüzde 25’lik bir azalma da yer almaktadır. Ancak bu araştırmalar petrol ihraç eden ülkeler üzerinde bir etkisi olabilecek emisyon alışverişi dışındaki faktörleri göz önünde bulundurmamakta ve bu nedenle de hem bu ülkelerin karşılaşacağı maliyetleri hem de genel maliyetleri fazlasıyla yüksek göstermektedir. Bu ülkeler fosil yakıtlarına verdikleri sübvansiyonları kaldırarak, enerji vergilerini karbon içeriğine göre yeniden yapılandırarak, doğal gaz kullanımını arttırarak ve ekonomilerini çeşitlendirerek gelişmelerden daha az zarar görebilir. Diğer gelişmekte olan ülkeler için emisyonların azaltılmasının hem avantaj hem de dezavantajları olacaktır. Bu ülkeler ihracata talebin azalması ve ithalatın fiyatının artması nedeniyle zorluklar yaşayabilirler. Ancak aynı zamanda çevre açısından sağlıklı teknolojiler ve know-how transferinin getirdiği yararları da görebilirler. Her ülkenin karşılaştığı net etkiler farklı olacaktır ve kimin bu işten kazançlı çıkacağını ya da kimin kaybedeceğini söylemek zordur. “Karbon sızıntısı” konusu, yani karbon açısından yoğun sanayilerin fiyatların değişmesi yüzünden gelişmekte olan ülkelere kayması, nedeniyle Ek B dışındaki ülkelerin emisyonlarında yüzde 5-20 arasında artış bekleniyor. Ancak bu modeller çevre açısından sağlıklı teknolojilerin ve bu konuyla ilgili becerilerin de transfer edileceğini ve bunun karbon sızıntısının çevresel ya da ekonomik maliyetlerini uzun vadede düşürebileceğini, hatta tamamen dengeleyeceğini hesaba katmıyor. İklim Politikası: Teori ve Uygulama Sera gazı emisyonlarını azaltmak için ellerinde bulunan fırsatları bir araya getirerek işbirliği yapmak isteyen ülkeler öncelikle değişimi engelleyen teknik, ekonomik, siyasi, toplumsal, davranışsal ve kurumsal faktörleri ortadan kaldırmalı. Ülkelerin önündeki seçenekler bölgeye, sektöre ve zamana göre farklılık gösteriyor; yoksul halk ise yeni teknolojileri benimseme, ya da davranışlarını değiştirme konusunda çok daha az seçeneğe sahip. Sanayileşmiş ülkelerde başlıca engeller toplumsal ve davranışsal dirençten kaynaklanıyor; geçiş ekonomilerinde bu engeller devletin enerji fiyatlarına sübvansiyon sağlamasından doğmakta; gelişmekte olan 12 ülkelerde ise engeller daha çok bilgi ve gelişmiş teknolojilere ulaşmanın güçlüğü, ayrıca finansman ve eğitim azlığı ile ilgili. Ne var ki her ülke bu engelleri farklı biçimde aşmanın yolunu bulabilir. Bugüne kadar derlenen bilgiler ülkelerin iklim değişikliği konusunda en iyi cevabı sera gazı emisyonlarını sınırlandıran ya da azaltan bir politika araçları portföyü oluşturarak verdiğini ortaya koyuyor. Bu politikalar arasında şunlar bulunabilir: • Karbon/enerji vergileri, • Alınıp satılabilecek emisyon izinleri, • Karbon içeren enerji kaynaklarına verilen sübvansiyonların kaldırılması, • Karbonsuz kaynaklara sübvansiyon ve vergi teşvikleri sağlanması, • İade sistemleri, • Teknoloji ya da performans standartları, • Çeşitli enerjilerin bir arada kullanılması şartının getirilmesi, • Bazı ürünlerin yasaklanması, • Gönüllü anlaşmalar ve • Araştırma ve geliştirmeye yatırım yapılması. Bu politikalar arasında herhangi bir ayrım yapmak zor, ancak piyasaya dayalı araçların maliyet açısından daha verimli oldukları işaretini vermektedir. Enerji etkinliği standartları yaygın bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır ve birçok ülkede de başarıyla uygulanabilir. Sanayi ile gönüllü anlaşmalar yapılması bazen daha bağlayıcı koşulların getirilmesinden önce sıkça yararlanılan bir önlemdir. Diğer önlemler arasında bilgi kampanyaları aracılığıyla tüketici ve üreticinin davranışını değiştirme, ürünlere çevre etiketinin yapıştırılması, yeşil pazarlama ve çeşitli teşvikler gelmektedir. Devlet ve özel kurumların Ar-Ge etkinliklerini arttırmaları maliyetleri daha da düşürecek teknolojik gelişmelerin sağlanması için şarttır. İklim politikaları tarihinin ilk yıllarında alınan bir diğer ders de iklim politikalarının ulusal ve sektörel politikaların iklimle ilgili olmayan hedefleriyle bütünleştirildiklerinde ve sürdürülebilir kalkınmayı amaçlayan uzun vadeli teknolojik ve toplumsal değişim için oluşturulan geniş stratejilerin bir parçası haline geldiklerinde daha başarılı oldukları gerçeğidir. Tıpkı iklim politikalarının bazı yan yararlar getirmeleri gibi iklim dışı politikalar da iklim açısından bazı yararlar sağlayabilir. Örneğin emisyonlar, enerji altyapısını geliştirilmesi, fiyatlandırma ve vergi politikaları gibi sosyoekonomik politikalar sayesinde önemli ölçüde azaltılabilir. İklimle dost teknolojileri küçük ve orta ölçekli işletmelere 13 aktararak önemli mesafeler aşılabilir. Bu politikaların yan faydaları iklimle ilgili önlemlerin önündeki siyasi ve kurumsal engelleri de ciddi biçimde hafifletebilir. Gerçekleştirilen faaliyetlerin eşgüdümünün sağlanması da maliyetlerin azaltılması ve uluslararası ticaret açısından meydana gelebilecek engelleri ortadan kaldırmakta etkili olabilir. Vergi, standart ve sübvansiyonların kaldırılması konuları koordine edilebilir ya da uyumlaştırılabilir, ancak bu güne kadar bu konuda sınırlı adım atılmıştır. Bu politikaların ne zaman yürürlüğe girmesi gerektiği konusuna gelince, IPCC 1995 yılında hazırladığı raporu bir kez daha doğrulamaktadır: iklim değişikliğinin azaltılması için erken aşamada harekete geçilmesi atmosferdeki sera gazı düzeylerinin sabitlenmesinde daha büyük bir esneklik sağlayacaktır. İkinci değerlendirmeden bu yana hazırlanan ekonomik modeller daha az karbon emisyonuna yol açan bir enerji sistemine geçilmesinin enerji santralleri, fabrika ve benzeri sermaye yatırımlarının erken kapatılması olasılığını azaltacağını gösteriyor. Bu enerji sistemine geçilmesi sayesinde teknolojinin gerektiği gibi geliştirilmesi mümkün olacak, zaman darlığı nedeniyle düşük emisyon sağlayan teknolojilerin az gelişmiş versiyonlarına mahkûm olma zorunluluğu ortadan kalkacaktır. Ayrıca yakın gelecekte harekete geçilmesi hızlı iklim değişikliğinin çevre ve insan üzerinde doğurduğu riskleri azaltacak, hedeflerin sıkılaştırılması için zaman sağlayacak ve iklim rejiminin etkinliği ve hakkaniyeti konusundaki kaygıların giderilmesine izin verecektir. İklim politikalarının gittikçe daha fazla destek bulmasına karşın son on yılın sicili oldukça karışık olmuştur. 1990-2000 arasında fosil yakıtlarının yanmasından kaynaklanan küresel karbon emisyonları yüzde 9,1 oranında arttı. 1980-1990 arasında 59 milyar ton olan toplam küresel karbon emisyonları yüzde 15 artarak 1990-2000 arasında 68 milyar tonu biraz aşan bir düzeye ulaştı. Kyoto Protokolü uyarınca Ek B ülkelerinin 1990 ile 2008-12 arasında sera gazı emisyonlarını yüzde 5,2 azaltacaklarına ilişkin taahhütlerine bakılacak olursa bu ülkeler 19902000 arasında emisyonlarını yalnızca yüzde 1,7 azalttılar. (Bakınız Tablo 2-1.) Öte yandan diğer ülkelerde karbon emisyonları yüzde 28,7 oranında arttı. Ek B ülkeleri hâlâ küresel karbon emisyonlarının önemli bir bölümünü, yüzde 58’ini üretiyor. A.B.D. dünyada en fazla karbon emisyonuna yol açan ülke; toplam içindeki payı 1990’da yüzde 22 iken bu oran 2000’de yüzde 24’e çıktı. Kyoto Protokolü A.B.D.’nin 1990 ile 2008-12 arasında sera gazı emisyonlarını yüzde 7 azaltması koşulunu getiriyor. Oysa 1990-2000 arasında A.B.D.’nin karbon çıktısı yüzde 18,1 ya da 235 milyon ton arttı. (Bakınız Tablo 2-4.) 14 Tablo 2-1. Kyoto Emisyon Hedefleri, İlk Taahhüt Dönemi (2008-12) Hedef 1990-2008/121 Gerçekleşen Emisyon 1990-20002 Amerika Birleşik Devletleri Avrupa Birliği Japonya Kanada Avustralya Rusya -7 -8 -6 -6 +8 0 +18,1 -1,4 +10,7 +12,8 +28,8 -30,7 Bütün Ek B Ülkeleri -5,2 -1,7 Ülke/Bölge A.B.D.’nin 1990’daki ve 2000’deki emisyonları arasındaki fark, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika’nın toplam yıllık karbon emisyonlarına hemen hemen eşit. A.B.D.’nin yaklaşık 5 ton olan kişi başına emisyonu, dünyanın en yüksek emisyon oranı. A.B.D.’nin karbon emisyon oranları ikinci en yüksek emisyon oranlarına sahip ülke olan Çin’in iki katı. Çin’in karbon çıktısı 1990-2000 arasında yüzde 7,7 artış gösterdi. Ancak Çin 1996’dan bu yana enerji etkinliğinin artması ve kömür kullanımında yüzde 30 azaltma sayesinde yüzde 19,8’lik bir iniş kaydetti. (Bazı bilim adamları kömür kullanımıyla ilgili oranı sorgulamaktadırlar, bu oranın daha düşük olduğu varsayılabilir.) Çin’in kişi başına emisyon oranı 0,68 ton ile A.B.D.’nin yedide biri ve dünya ortalamasının çok altında. Kyoto’da 2008-12’de sera gazı emisyonlarını 1990 düzeylerinde tutacağı taahhüdünde bulunan Rusya’da 1990-2000 yılları arasında karbon çıktısı ekonomik durgunluk ve verimsiz sanayi tesislerinin kapatılması nedeniyle doğal gaz ve kömür tüketiminde oluşan büyük düşüşe bağlı olarak yüzde 30,7 oranında azaldı. Japonya, emisyonlarını yüzde 6 azaltacağına söz vermesine karşın karbon çıktısını 1990-2000’de yüzde 10,7 oranında arttırdı ve bu arada kömür tüketimi de yüzde 22,9 artış gösterdi. Hindistan’da kömür kullanımı yüzde 54 arttığı için 1990-2000 arasında emisyon yüzde 67 arttı. Ancak başlıca emisyon nedeni ülkeler arasında bulunan Hindistan’daki kişi başına emisyon 0,3 ton, yani 1,1 olan dünya ortalamasının çok altında. 2000 yılı boyunca AB karbon emisyonları yüzde 1,4 azaldı, ancak bütün üye devletlerin kişi başına karbon emisyonu oranı dünya ortalamasının üzerinde kaldı. Almanya’da, Doğu Almanya’da kapatılan tesisler ve kömür tüketimine verilen desteklerinin kaldırılması nedeniyle kömür tüketiminin yüzde 36,2 gibi büyük bir oranda azalması üzerine karbon emisyonları yüzde 19 düştü. Kömür sübvansiyonlarını daha kapsamlı bir şekilde 15 kaldıran ve kömür tüketiminde yüzde 41,9’luk bir azalma yaşan İngiltere ise karbon emisyonlarını yüzde 5 azalttı. Şekil 2-4. A.B.D., Çin ve Rusya’da Karbon Emisyonları 1990-2000 Yüksek emisyon kaynağı ülkelerin pek azı, yani İngiltere, Almanya ve Rusya, Kyoto hedeflerini tutturma yolunda ilerlerken sanayileşmiş ülkelerin hükümetleri iklim politikası alanındaki etkinliklerini yoğunlaştırıyor. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) üyelerinin iklim değişikliğine yönelik 1999’da 300 farklı önlem aldığını belirledi. Ajans bu etkinlikleri beş genel kategoride sınıflandırdı: mali politika, piyasa politikası, yasama politikaları, Ar-Ge politikası ve politikaların oluşturulma süreçleri. IEA’nin yaptığı araştırma iklim politikalarında “iyi uygulamaların”, • Hem ekonomik etkinliği hem de çevre korunmasını arttıracağını; • Siyasi açıdan yararlı olacağını, • Bürokrasi ve genel masrafları azaltacağını ve • Rekabet, ticaret ve sosyal refah gibi başka alanlarda olumlu etkiler doğuracağını belirtmekte. Bu ilkelere göre bugüne kadar gerçekleştirilen uygulamalardan bazıları iyi sayılabilir. (Bakınız Tablo 2-2.) Tüm ülkeler için uygulanabilecek tek bir iklim politikasından söz etmek zor, ancak destek reformu ve vergi politikası aracılığıyla doğru fiyatları tutturmak büyük önem taşıyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’e (OECD) göre fosil yakıtlarına verilen desteğin kaldırılması ve karbon vergilerinin bir arada uygulanmasıyla OECD üyesi ülkeler 1995-2020 arasında karbon emisyonlarını yüzde 15 azaltabilirler. Piyasa bazlı yaklaşımlar ve gönüllü anlaşmalar, standartlar, teşvikler, Ar-Ge gibi çeşitli politikaların bir arada kullanılması, ayrıca izleme ve değerlendirme, sağlam kurumlar ve uluslararası işbirliği bu alanda şart. Ancak bu kriterler sağlansa bile iklim politikaları maliyetin yüksek olacağı kanısı ve bu konuda harekete geçmek için siyasi iradenin az olması dolayısıyla bazı engellerle karşı karşıya kalacaktır. 16 Tablo 2-2. İklim Değişikliği Politikaları ve İyi Uygulamalar Kategori Politika Bugüne Kadar Gerçekleşen “İyi Uygulamalar” Mali Çevre vergileri Vergi kredileri ve muafiyetleri Destek Reformu Danimarka ve Norveç’teki vergiler A. B.D. rüzgâr ve biomass vergi kredileri İngiltere’nin kömür sübvansiyonunu kaldırması Piyasa Emisyon alışverişi Yeşil sertifikalar Hollanda ve İngiltere’deki programlar Danimarka yenilenebilir sertifikalandırma programı Yasal Yetkilendirme/standart getirme Almanya elektrik besleme yasası A. B.D.’de alet verimliliğine ilişkin standartlar Hollanda ve Almanya’da imzalanan pakt AB’nin otomobil üreticileriyle yaptığı anlaşma A. B.D.’nin Enerji Yıldızı Programı Gönüllü anlaşmalar Etiketlendirme Ar-Ge Japonya’da yenilenebilir enerjiye finansman sağlanması Japonya etkinlik ve yenilenebilir kaynaklar programları İsviçre’de araba paylaşımı programı Fransa’daki enerji denetimleri Kanada’da çeşitli paydaş larla sürdürülen danışma süreci AB’nin bütün topluma yayılan bir strateji oluşturma çalışmaları Finansman ve teşvik sağlama Teknoloji geliştirilmesi Politika Süreçleri Uygulamada tavsiye ve yardım Eğitim Stratejik Planlama İklimle ilgili mali politikalar gittikçe daha yaygın hale geldi ve bütün sanayileşmiş ülkeler, çoğu küçük ölçekli olsa da 1999’da bu politikaları oluşturmaya başladılar. Mali önlemler ülkelere çekici geliyor, çünkü bu sayede hem sera gazlarını azaltmış, hem de ulusal ekonomiyi harekete geçirmiş oluyorlar. Belçika, Portekiz ve İngiltere 1992’den beri kömür sübvansiyonlarını kaldırmış durumdalar. Ülkeler daha etkin taşıt kullanımını ve enerji üretiminde yenilenebilir enerjiden yararlanmayı yeni sübvansiyonlarla desteklemeye başladılar. Bunların içinde bugüne kadar en başarılı örnek rüzgâr enerjisi sektörünü canlandıran ve diğer bazı Avrupa devletlerinde de uygulamaya konan Alman elektrik feed yasasıdır. Ondokuz sanayileşmiş ülke emisyonları etkileyecek 60 kadar vergi değişikliği yapmayı planlıyor, ancak bunlardan sadece 11’i karbon ya da emisyon vergisi olarak adlandırılmakta. En etkin karbon vergileri İskandinavya’da: Norveç’in 1991’de yürürlüğe koyduğu karbon vergisi sayesinde ülkedeki enerji santrallerinden çıkan karbon emisyonları yüzde 21 oranında azaldı. Bu tür vergilerin yavaş yayılmasının, ya da belli muafiyetler içermesinin nedeni sanayide adil olmadıkları ve rekabete zarar verdikleri kanısının oluşması. Piyasa bazlı mekanizmalara duyulan ilgi, bu mekanizmaların maliyetlerinin düşük olmasının beklenmesi ve A.B.D. sülfür emisyonu alışverişi programının başarısı. Bugüne 17 kadar dört ülke sera gazı emisyonları alışverişi ile ilgili önerileri kabul etti, aralarından Avrupa Birliği ve Dünya Bankası’nın bulunduğu dokuz topluluk ise şu anda bunları benimsemeyi ya da teşvik etmeyi planlıyor. Fakat henüz ancak Danimarka gibi birkaç ülke emisyonları sektörlere tahsis etme cesaretini gösterdi. Danimarka’nın planına göre elektrik üretiminden kaynaklanan karbon emisyonları, bu şirketlere kota tanıyıp, bu emisyon kotasını geçen şirketlere ceza kesilerek ve kullanılmayan kotaları satmalarına ya da muhafaza etmelerine olanak tanıyarak sınırlandırılacak. Danimarka ayrıca elektrik şirketlerinin müşterilere sağladığı elektriğin belli bir yüzde ya da kotasının yenilenebilir elektrikten oluşmasını ve şirketlerin aralarında bu kotaları alıp satmalarını öngören “yeşil sertifika” sistemine de öncülük etti. Bu kategoride en önemli gelişme İngiltere hükümetinin Ağustos 2001’de dünyanın ilk bütün ekonomiyi kapsayan emisyon alışverişi programını duyurması oldu. Bu program 20032008 arasında 312 milyon dolar sağlayacak ve İngiliz şirketlerinin emisyon azaltma hedefleri belirlemelerini teşvik edecek. Hükümet Nisan 2002’de başlayacak olan programın 2010 yılına gelindiğinde karbon emisyonunu yılda 2 milyon ton azaltacağını ve bu arada sanayiye yeni istihdam ve yatırım olanakları sağlayarak dünya pazarında rekabet gücünü arttıracağını tahmin ediyor. Gittikçe büyümekte olan bir diğer faaliyet alanı da hükümetlerle ticaret ya da sanayi kuruluşları arasında yapılan müzakereler sonucu imzalanan gönüllü anlaşmalar. Bu anlaşmalar oldukça cazip olarak kabul edilmekte çünkü sanayi bunlara daha az siyasi direnç gösteriyor, genel masrafları oldukça az ve mali ve hukuki düzenlemelerle tamamlanabiliyorlar. 1999’da, 4 enerji santrali, 2 ulaştırma sektörü ve 11 sanayi ve imalat kuruluşunu da kapsayan 21 gönüllü anlaşma için girişimde bulunuldu. Bu anlaşmaların esneklik derecesi de ülkeden ülkeye değişiklik gösteriyor: Hollanda’da oldukça katı ve bağlayıcı hükümleri olan, uyulmadığı takdirde yaptırım getiren anlaşmalar var, Kanada’da uyulmadığı takdirde ceza öngörmeyen, ancak hedeflere ulaşmaları için firmalara teşvik sağlayan daha esnek anlaşmalar söz konusu, A.B.D. imalât sektöründe ise yeni teknolojinin geliştirilmesi ve uygulanması için teşvik sağlayan “işbirlikçi” anlaşmalar mevcut. Gönüllü anlaşmalar nispeten yeni bir gelişme olsa da şimdiden ilginç sonuçlara yol açmış bulunuyor.Almanya’da ticaret çevreleri sera gazı emisyonlarını 1990-2005 arasında yüzde 20 oranında azaltma taahhüdüne girerken imalât ve enerji üretimi sektörleri emisyonlarını 2000 yılına kadar sırasıyla yüzde 27 ve 17 oranında azaltmayı başardılar. UNEP ve Dünya Enerji Konseyi (WEC) sera gazı emisyonlarının azaltılmasına yönelik 600 gönüllü proje belirledi; bu projelerin bir kısmı tamamlanırken bir kısmı uygulama, bir kısmı 18 da sanayi tarafından planlama aşamasında. 2005 yılına kadar bu projelerin yılda küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 6’sına karşılık gelen 2 milyar tonluk karbondioksit indirimi sağlayacağı tahmin ediliyor. Ancak UNEP ve WEC, sanayinin emisyon azaltımına yönelik faaliyetleri artış gösterse de hükümetlerin bunları ancak geriden takip ettiğine inanıyor. Bu araştırmalar sanayileşmiş ülkelerin hükümetlerinin iklim değişikliği konusundaki çabalarının yoğunlaştığını gösteriyor, ancak IEA’ya göre “henüz başarılması gereken çok şey var.” Yürürlüğe konulan ya da önerilen politikalar ülkelerin Kyoto hedeflerine ulaşmaları açısından yeterli olmayabilir ve ilâve etkinliklere gerek duyulabilir. Bu arada bazı belediyeler başkentlerinin kendilerine önderlik etmesini beklemeden harekete geçmiş durumda. (Bakınız Kutu 2-2.) Ayrıca bazı Amerika eyaletleri emisyonların takip edilmesi ve azaltılması için gönüllü programlar oluşturmuş bulunuyor. Ağustos 2001’den New England bölgesinde yer alan altı eyalet ve beş Doğu Kanada vilayeti bir araya gelerek sera gazı emisyonlarını 2010 yılına kadar 1990 düzeylerine düşüreceklerini, 2020’de ise bu düzeylerin yüzde 10 altına indireceklerini bildiren bir karara imza attılar. Bu arada iklim politikaları gelişmekte olan ülkelerde özellikle ekonomik nedenlerden ötürü çoğalıyor. A.B.D. hükümetinin Kyoto Protokolü’ne getirdiği itirazlardan biri protokolün dünya nüfusunun yüzde 80’ini “muaf” tuttuğu. Bu itirazda bu yüzde 80’lik kesimin geçen yüzyıldaki karbon emisyonlarının yalnızca yüzde 37’sine neden olduğu gerçeği gözardı ediliyor. Gerçekten de gelişmekte olan ülkeler protokolün ilk tur bağlayıcı taahhütlerine tabi değil. Ancak Dünya Kaynaklar Enstitüsü’nün yaptığı araştırmaya göre gelişmekte olan ülkeler şimdiden emisyonları azaltma yolunda önemli adımlar atıyorlar. Çin’in karbon emisyonunu önemli ölçüde azaltması fosil yakıtına sağlanan sübvansiyonlara getirilen reform ve enerji etkinliği programlarına bağlanıyor. Bu politikalar başka ülkelerde de benimsenmeye başlandı. Meksika, Hindistan ve Filipinler yenilenebilir enerjiyi ve enerji etkinliğini arttırmak için ulusal hedefler belirlediler. Tayland ve Brezilya başarılı demand-side enerji yönetim programlarına sahip. Ve Hindistan ve Arjantin’de doğal gazla çalışan araçlar kullanılmaya başlanıyor. Sıkıştırılmış doğal gazla çalışan araçların toplam içindeki oranı yüzde 10. 19 İklim Değişikliği ve İş Dünyası İklim değişikliğine şirketlerin verdiği tepki son on yıl içinde önemli ölçüde değişti. 1990’ların başında iklim değişikliği ile ilgili fazla bilimsel kanıt yokken birçok şirket bunun gerçekten bir tehlike olup olmadığını ya da etkisinin ne olacağını kestiremiyordu. 1997 Kyoto konferansı öncesinde bazı şirketler bilimsel verileri kabul etmeye, iklim değişikliği konusuna karşı çıkmaya devam eden şirketler ise bunun getirebileceği ekonomik etkiler üzerinde durmaya başladı. Kyoto’dan bu yana iş dünyasının iklim değişikliğine bakışı daha da çeşitlendi. Konferansın yüksek düzeyi yöneticileri konuyu daha ayrıntılı olarak incelemeye itti. Birçok yönetici bu konunun geçici bir sorun olmadığını ve iklim değişikliğini şirket stratejilerine katarak neden olabileceği maliyet ve riskleri en aza indirgeyebileceklerini anladı. Ayrıca yöneticiler, iklim değişikliğini yavaşlatmak üzere yapılan çalışmaların kaçınılmaz olarak yaratacağı yeni piyasa olanaklarından yararlanmak da istiyorlardı. 1999’da Davos’taki Dünya Ekonomi Zirvesi’ne katılanlar iklim değişikliğini şirketleri önümüzdeki yıllarda bekleyen en önemli global sorun olarak seçti ve bu konuda iş dünyasının lider rolünü üstlenmesine karar verdi. Kimberly O’Neill Packard ve Forest Reinhardt’ın Harvard Business Review dergisinde belirttiği gibi “iş dünyasındaki lider yöneticiler iklim değişikliği konusunda bilgi edinerek bu değişikliğin şirketlerinin stratejileri, mal varlıkları ve yatırımları üzerindeki etkisini sistematik bir biçimde düşünmek zorunda.” İklim değişikliği ve iklim politikalarını soyut ve uzun vadeli konular gibi gören halkın tersine şirket yöneticilerinin çoğu iklim müzakerelerinin sonucunda ortaya ekonomik etkiler çıkacağının bilincinde. Kısa vadede maliyetlerle karşı karşıya olan kömür şirketleri ve diğer enerji-yoğun sanayiler çıkarları gereği karbon bazlı yakıtların kullanımının azaltılması yolundaki çabaları yavaşlatmaya çalışıyor. Öte yandan yenilenebilir enerji sektöründeki şirketler kendilerini çok büyük kârların beklediği kanısında. 20 KUTU 2-2. KENTLER İKLİM KONUSUNDA ÜLKELERDEN DAHA MI HIZLI? Sera gazı emisyonlarını azaltmak için gönüllü adımlar atan yerel yönetimler, uluslararası düzeyde dünya iklimini istikrara kavuşturma yolunda gösterilen çabalara destek oluyor. Son on yıl içinde Toronto kentinin 2005 yılına kadar karbon emisyonlarını 1988 düzeyinin yüzde 20 altına düşüreceği vaadinde bulunması üzerine birçok kent Toronto’yu izleyerek aynı uygulamayı benimsedi. 1990’ların başında Kanada, Amerika Birleş ik Devletleri, Avrupa ve Türkiye’den 13 kent Toronto’yla birlikte karbon emisyonlarını azaltmak için bir plan hazırladı. Merkezi Toronto’da bulunan Uluslararası Yerel Çevre Girişimleri Konseyi’nin (ICLEI) önderliğinde oluşturulan kentler arası bir ağ bu çabaları sağlamlaştırdı. 1993’te ICLEI yerel yönetimlerin emisyonlarını azaltmak üzere kendi planlarını yapmalarına yardımcı olmak için bir kampanya başlattı. 2001 Ekim itibariyle programa küresel karbon emisyonlarının yüzde 8’inden sorumlu 500 kadar kent bulunmaktaydı. Bu programın ayrıntılı hedefleri kentten kente farklılık gösterse de bazı kentler ulusal hükümetlere göre çok daha iddialı davranıyor. Sanayi dünyasında birçok yerel yönetim, emisyonlarını 1990-1995 döneminden seçilen belli bir yıla ait değerlerin yüzde 20 altına indirmeyi taahhüt etmekte; hedeflere ulaşmak üzere seçilen yıl ise 2005-2010 arasında değişiyor. Kampanyaya katılan ilk kentler şimdiden başarı elde etmiş durumda. A. B.D.’de 110 kent ve ilçe Haziran 2001’e kadar emisyonlarını 2,5 milyon ton karbon azalttı. Toronto 1995’e kadar emisyonarını 1990 düzeyinin yüzde 7 altına çekti, Kopenhag ise 1996’da emisyonlarını 1990 değerlerinin yüzde 22 altına indirdi. Kısa bir süre önce kampanya hızlı sanayileşen ekonomilerde yer alan kentlerin karbondioksit üretmekle kalmayıp para israfına ve hava kirliliğine neden olan verimsiz bina, ulaşım ve enerji sistemlerini belirlemelerine yardımcı olmaya başladı. Örneğin Filipinler’de Cebu City belediyeye ait bütün araçların motorlarını kalibrasyona tabi tutuyor. Yerel yöneticiler, artan motor verimi sayesinde belediyenin yakıt masraflarını yılda yüzde 12 oranında, yani 60.000 dolar tutarında azaltmayı ve hava kalitesini arttırmayı amaçlıyor. Buna göre Cebu City 2010 yılında karbon emisyonlarını 1994 düzeyinin yüzde 15 altına indirmiş olacak. Yerel yönetimler iklim anlaşmasında taraf olmasa da ICLEI kent yöneticilerini önemli toplantılara gönderiyor. Kendilerine iddialı hedefler seçerek ve emisyon azaltımında ne denli başarılı olduklarını ortaya koyarak bu yerel yöneticilerle ilgili haberler basında çıkıyor ve böylece halkta bilinç artıyor ve insanlar iddialı hedeflerin ve programların karbon emisyonlarının azaltılmasında önemli ve yararlı bir rol oynayabileceğini görüyor. -Molly O’Meara Sheehan Otomobil ve enerji şirketleri mevcut durum sayesinde büyük gelirler elde etseler de sera etkisi yaratmayacak teknoloji ve yakıtların uzun vadede piyasada önemi fırsatlar yaratacağının bilincindeler. İklim konusu ayrıca birçok sektörü kendi çatısı altında enerji ve maliyet tasarrufu fırsatları arayarak rekabet açısından bir avantaj yakalama çabasına itmekte. Şirketler yeni gelişmekte olan enerji piyasalarına girerek, emisyon alışverişine katılarak, gelecekte yapılacak yasal düzenlemelerin getireceği riskleri bertaraf ederek, teknolojik açıdan rakiplerinin önüne geçmeye çalışarak ya da çevre açısından lider rolü üstlenerek güvenilirliklerini ve oluşturulan politikalar üzerinde etkilerini arttırarak stratejik çıkarlarının farkına varmaya ve iklim konusunda geleceğe yönelik biçimde hareket etmeye başlıyorlar. Sanayinin gösterdiği farklı yaklaşımlar Temmuz 2001’de Bonn’da yapılan görüşmelerde su yüzüne çıktı. Bazı A.B.D. grupları Bush yönetimini onlara göre ekonomik açıdan riskli ve gereksiz bir anlaşmadan çekildiği için övdüler. Bazı şirketler, özellikle Avrupa kuruluşları A.B.D. hükümetini eleştirerek diğer ülkelerin Kyoto sürecini devam 21 ettirmesi çağrısında bulundular. Société Général de Belgique’in Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve EU-Japonya Ticaret Diyalogu Yuvarlak Masası Eşbaşkanı olan Etienne Davignon, “Bir protokole ihtiyacımız var, bundan kaçamayız,” açıklamasını yaptı. Bu yaklaşımlar A.B.D.’de Cato Enstitüsü gibi muhafazakâr görüşlü strateji kuruluşlarının söylemi ile daha da güçlenen Kyoto karşıtı lobinin görüşleri ile çelişiyor. Ayrıca bazı gruplar iklim değişikliğinin varlığı ya da boyutları ile ilgili kuşku uyandıran bilim adamlarının çalışmalarına parasal destek sağlamakla da suçlanıyor. Kyoto’ya karşı en güçlü muhalefeti oluşturan Küresel İklim Koalisyonu (GCC) güçlü olduğu dönemlerde fosil yakıtları sektörünün en güçlü şirket ve ticaret örgütlerini de yanına çekmişti. Ancak bu grubun, iklim konusunda çalışan bilim adamlarına saldırı düzenlemek gibi eylemleri de içeren aşırı hareketleri geri tepti: BP, DuPont, Royal Dutch/Shell, Ford Motor Company, Daimler Chrysler, Texaco ve General Motors kuruluşlarının tümü 1997-2000 arasında GCC’den ayrıldı. Sonunda grup şirketlerin verdiği desteği gizli tutabilmesini sağlayabilmek için yalnızca sanayi dernekleri ile kendini sınırlamak zorunda kaldı. Ayrıca GCC verdiği mesajı değiştirerek iklim değişikliği ile mücadelede gönüllü, teknoloji bazlı çabalara öncelik veren çalışmaları desteklemeye başladı. Kyoto Protokolü’ne açık ve saldırgan bir biçimde karşı çıkmaya devam eden ExxonMobil’in Avrupa’daki Esso benzin istasyonları Greenpeace ve diğer bazı kuruluşların başlattığı bir kampanya sonucu boykota uğradı. GCC’den ayrılan DaimlerChrsyler, Texaco, General Motors gibi bazı şirketler genelde iklim değişikliği ile ilgili önlemleri desteklerken sadece Kyoto Protokolü’ne karşı çıkıyor. Otomobil ve enerji alanında faaliyet gösteren çokuluslu şirketler de iklim değişikliği amaçlarına ters düşen enerji politikalarına destek vermeye devam ediyorlar. Özellikle de A.B.D.’de Bush yönetiminin fosil yakıtlarının çıkarılması ve yakılması üzerine kurduğu enerji stratejisi bu politikaların başında geliyor. Karbon yoğun bir enerji stratejisini uzatacak politikalara destek verseler de enerji şirketleri yenilenebilir enerji ve hidrojen alanlarına da yayılarak portföylerini çeşitlendiriyor ve kendilerini risklere karşı sigortalıyorlar. Bu yakıtların pazarı bugün birkaç milyar dolar değerinde olsa da gelecekte rahatlıkla yüzlerce milyar dolar değerinde bir pazar haline gelebilir. Güneş, rüzgâr ve diğer yenilenebilir enerji türleri son on yılda yüzde bazında enerji sektörünün en fazla büyüyen alanları oldu. Royal Dutch/Shell Group Yönetim Kurulu Başkanı Philip Watts, şirketinin 2050 yılına kadar uzanan uzun vadeli senaryolarından yola çıkarak gelecekte enerji ihtiyacımızın çok daha radikal yöntemlerle karşılanabileceğini, dünya hidrojen ekonomisine geçerken doğal gazın bir köprü olarak kullanılabileceğini söylüyor. Grup, bu olanakları araştırabilmek için kendisine iki farklı iş alanı oluşturmuş durumda – 22 grubun başlıca şirketlerinden biri haline gelen Shell Renewables ve Shell Hydrogen. DaimlerChrysler ve diğer önemli imalâtçılar da 2003-2005 arasında geliştirdikleri ilk hücre yakıt teknolojisiyle çalışan araçları piyasaya sunmayı ve 2010 yılına kadar da toplu üretime geçmeyi planlıyor. BP bir enerji şirketinin iklim değişikliği konusuna nasıl bir cevap verebileceğini gösteren ilginç bir örnek sunmakta. 1997’de Stanford Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Yönetim Kurulu Başkanı John Browne şu açıklamayı yapmıştı: “İklim değişikliği konusunda politikaları gözden geçirmek için sera gazları ve iklim değişikliği arasındaki ilişkinin kesin olarak kanıtlanmasını bekleyemeyiz. Böyle bir ilişkinin bulunma olasılığı çürütülemez olduğunda ve bu konu içinde bulunduğumuz toplum tarafından ciddiye alınmaya başlandığı anda işin politika boyutunu düşünmeye başlamamız gerekiyor. Bizler BP olarak bu aşamaya gelmiş durumdayız.” Browne, 1998’de Yale İşletme Fakültesi’nde yaptığı konuşmada şirketinin 2010 yılına kadar sera gazı emisyonlarını 1990 düzeylerinin yüzde 10 altına indireceğini açıkladı. 2001 itibarıyla şirket bu amaca yarı yarıya ulaşmış durumdaydı ve bir iç emisyon alışverişi programı aracılığıyla 4 milyon ton değerinde CO2 alışverişinde bulunmuştu. Ayrıca BP güneş enerjisi kuruluşunu bu alanda dünyanın en büyük şirketlerinden biri haline getirdi, bir hidrojen birimi açtı ve “Petrolün Ötesinde” temasını benimseyen ve enerji konularıyla ilgili olarak halkın görüşünü almayı amaçlayan reklam kampanyaları başlattı. Öte yandan BP’nin temiz enerjiye yaptığı yıllık 100 milyon A.B.D. doları tutarındaki yatırım, şirketin 12,5 milyar dolarlık toplam yatırımları içinde yaklaşık yüzde 1 paya sahip. Bu, şirketin büyümekte olan bir sanayi içinde daha fazla piyasa payı elde edebileceğini gösterse de karbon-yoğun ürünlere olan talebi azaltan politikalar karşısında hassas bir konuma bulunduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bu, şu anda büyük sermaye yaptırımları yapmakta olan bütün fosil yakıtı sektörünün karşı karşıya bulunduğu bir durumdur. Yapılan yatırımlar gelecekte oluşacak iklim politikaları nedeniyle boşuna gidebilir. Petrol ve gaz arama faaliyetlerinin ve bu alanlardaki üretimin arttırılması planları BP ve diğer şirketler açısından “karbon riskini” arttıracak, ilerde piyasadaki paylarını önemli ölçüde kaybetmelerine neden olabilecektir. Yatırım stratejisi firması Innovest, bu risklerin “şirketlerin stratejilerini en can alıcı yerinden vurduğuna ve bunun gelecekteki kazançlarını ve hisse değerlerini etkileyebileceğine” inanıyor. En olumsuz senaryoya göre BP’nin kazançları önümüzdeki 20 yıl içinde yüzde 5 oranında azalabilir. 23 BP’nin temiz enerjiye yaptığı yıllık 100 milyon A.B.D. doları tutarındaki yatırım, şirketin 12,5 milyar dolarlık toplam yatırımları içinde yaklaşık yüzde 1 paya sahip. Finans dünyası bu tarz faktörleri hesaba katmakta yavaş davransa da Swiss Re, Munich Re, Deutsche Bank, Gerling, Nikko gibi başlıca menkul değer yönetimi firmaları iklim değişikliği konusunun gelecekteki yatırım ve sigorta faaliyetlerinde daha fazla dikkate alınması çağrısında bulunuyor. UNEP’in finans dünyası liderleriyle başlattığı bir girişim, 2050 yılına gelindiğinde iklim değişikliğinin etkilerinin yılda yaklaşık 300 milyon A.B.D. doları tutarında bir maliyeti olacağı tahmininde bulunuyor. Bonn toplantısından önce bu girişimde bulunan bankacı ve sigortacılar, sermaye “karbonlu yakıtlardan yenilenebilir enerji, etkinlik programları ve gelişmiş toplu taşıma sistemlerine” doğru kayarken yeni bir yatırım dinamiği doğacağı kanısında olduklarını belirttiler ve iklim değişikliği sorununu çözümleyebilmek için ulusal ve uluslararası piyasa mekanizmalarının oluşturulması çağrısında bulundular. Ancak turizm, orman ürünleri ve tarım gibi iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini yaşayacak olan diğer sektörler bu politika sürecinden haberdar değiller ya da bu süreci fazla desteklemiyorlar. Şirketlerin iklim değişikliği konusuyla ilgilenmelerini sağlayan önemli bir konu da Kyoto Protokolü’nün hükümler uyarınca oluşabilecek, milyarlarca dolar değerinde bir emisyon alışveriş piyasasının tasarlanmasına katkıda bulunmak isteği. Küresel enerji brokerlik firması NatSource’un verdiği bilgiye göre dünyada 1996’dan beri pilot projeler kapsamında 55 milyon ton sera gazı alışverişi gerçekleşmiş bulunuyor. Dünya Bankası bu piyasanın mevcut boyutunu 100 milyon A.B.D. doları olarak tahmin ediyor, ancak bu tutarın 2010 yılına kadar 250-500 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Brokerlik firması Cantor Fitzgerald ve dev danışmanlık kuruluşu PricewaterhouseCoopers bir araya gelerek şirketlerin karbon ticaretine geçişini kolaylaştıracak online bir merkez olan co2e.com’u kurdular. (co2.com’un Yönetim Kurulu Başkanı olan Carlton Bartels ve iki meslektaşı Dünya Ticaret Merkezi faciasında yaşamlarını kaybettiler, fakat şirket çalışmalarına yeniden başlamış bulunuyor.) Karbon alışverişine doğru gerçekleşen akımın önderlerinden biri, 1990’dan bu yana emisyonlarını yüzde 29 oranında azaltan sülfür emisyonları piyasasının kurulmasına önayak olan Richard Sandor’dur. Sera gazları emisyon izinlerinin “dünyadaki en büyük emtia borsası haline geleceğine” inanan Sandor A.B.D.’nin orta batı gölgesinde aralarında BP, DuPont ve Ford gibi isimlerin de bulunduğu 33 kuruluşla birlikte karbon alışverişini bölgesel ölçekte test edecek olan bir Chicago İklim Borsası oluşturma çabasında. Bu borsa, aynı Chicago Emtia 24 Borsasında alınıp satılan mısır gibi karbon emisyonları izinlerinin alınıp satılabileceği bir borsa olacak. Gönüllü oluşan bu borsa 2002’de pilot bazda kredi alışverişini başlatacak ve kısa vadede bölgedeki emisyonun beşte birinden sorumlu olan katılımcıların emisyonlarını beş yıl içinde 1999 değerlerinin yüzde 5 altına indirmeyi amaçlayacak. Karbon alışverişi olasılığının ortaya çıkmasıyla gittikçe artan sayıda firma emisyonlarını takibe alarak ölçmeye ve emisyon indirimi için hedefler belirlemeye başladı. (Bakınız Tablo 2-3.) Shell 2002 yılına kadar emisyonlarını 1990 değerlerinin yüzde 10 altına indirmeyi amaçlayan ilk hedefine ulaştı ve 2000 yılına kadar yüzde 11 indirim sağladı. Şirket bunu, enerji etkinliğini arttırarak ve kuruluş içinde yılda bir milyon tondan fazla karbondioksite denk gelen bir karbon alışverişi yapılmasını sağlayan izin istemi sayesinde başardı. DuPont 2010 yılına kadar sera gazı emisyonlarını 1990 değerlerinin yüzde 65 altına indirme hedefini benimsedi ve şu ana kadar naylon imalât yöntemlerini iyileştirerek yüzde 50 indirim sağladı. Sivil toplum kuruluşları da şirketlerle ortaklık kurarak sera gazı emisyonları sorunlarına birlikte çözüm aramakta. Kâr amacı gütmeyen Environment Defense (Çevre Savunması) adlı Amerikan kuruluşu, aralarında Kanadalı alüminyum üreticisi Alcan ve Pemex adlı Meksika petrol firmasının da bulunduğu dokuz çokuluslu şirketle bir araya gelerek bu şirketlerin 2010 yılına kadar emisyonlarını 80 milyon ton karbondioksite eşdeğer oranda azaltmaları için hedefler belirliyor. World Wildlife Fund (Dünya Yabanhayatı Fonu) ve Enerji ve İklim Çözümleri Merkezi bir ortaklık kurarak Mike ve Johnson&Johnson gibi çeşitli çokuluslu şirketlerin enerji etkinliğinin arttırılması ve enerji kaynağının değiştirilmesi yöntemleriyle emisyonlarını azaltmalarına yardımcı oluyor. Dünya Kaynakları Enstitüsü ve Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi, sera gazı emisyonlarının muhasebesi ve raporlanması için ortak bir uluslararası standart oluşturmuş bulunuyorlar. Emisyon alışverişi ve yeni teknolojilerin getirdiği iş fırsatları ulusal ve uluslararası eylemeleri kösteklemek yerine maliyet açısından etkin iklim politikaları oluşturmayı amaçlayan şirket koalisyonlarının kurulmasına da yol açıyor. Aralarında Boeing, Enron, Hewlett-Packard, IBM, Intel, United Technologies ve Whirlpool’un bulunduğu 37 şirket İş Çevre Liderlik Konseyi’ne katılmıştır. Pew Küresel İklim Değişikliği Merkezinin bir girişimi olan bu grup bazı ilkeleri kendisine temel almıştır. Bu ilkelerden bazıları şöyledir: “Kyoto anlaşması uluslararası süreçte iklim değişikliği sorununu çözmek için atılan ilk adımdır.” “Şirketler A.B.D.’de ve yurtdışında emisyon azaltımı için farklı olanaklarını değerlendirmek üzere somut adımlar atmalı, emisyon hedefleri belirleyip bunlara ulaşmalı ve yeni, daha etkin 25 ürün, uygulama ve teknolojilere yatırım yapmalıdır.” Bugüne kadar onaltı üye şirket emisyon hedefi belirlemiştir, halen birkaç ülke de hazırlık aşamasındadır. İklim konusunda geleceğe yönelik hazırlık yapan gruplar arasında A.B.D ve Avrupa Sürdürülebilir Enerji İş Konseyleri ve Toplumsal Girişim Ağı da yer almaktadır. 100’ü aşkın küçük firmayı temsil eden Toplumsal Girişim Ağı New York Times ve diğer büyük gazetelere Haziran 2001’de verdiği ilânda, “Hepimiz harekete geçmeliyiz. Şimdi A.B.D.’nin lider olma zamanı,” diyordu. Bundan birkaç ay önce “e-mission 55” adında daha çok Avrupa ve Japon şirketlerinden oluşan ve üyeleri arasında Deutsche Telekom ve sigorta devi Gerling Group’un da bulunduğu150 şirketlik bir grup hükümetlere Kyoto Protokolü’nü 2002’de yürürlüğe sokmaları çağrısında bulundu. Bu konuda şirketlerin fikirleri Atlantik’in iki yakasında birbirinden önemli farklar sergiliyor. Avrupalı şirketler genellikle Kyoto Protokolü’nü açık biçimde desteklerken Amerikan şirketlerinin çoğu iklimi koruma ilkesini desteklerken belki de yönetimi yalnız bırakma korkusundan protokol konusunda sessiz kalıyor. Bu yüzden Ford ile İsveç’teki Volvo yan kuruluşu arasında bir tutum farkı yaratmıştır: Ford, sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkeler için farklı standartlar getirdiği için Kyoto’ya itiraz ederken Volvo paktı destekliyor. Coca-Cola protokole karşı çıkan A.B.D. Uluslararası İş Konseyi’nin bir üyesi iken CocaCola’nın İspanyol yan kuruluşu, “Biz Kyoto Protokolü’nün ana hatlarını destekliyoruz... Protokol [emisyon alım satım sistemine] bir giriş biletidir,” diyor. A.B.D. şirketleri Bush yönetiminin protokolden çıkmasının onları yeniliklerden ve emisyon alım satımı fırsatından uzaklaştıracağını düşünmeye başlıyor. Bağlayıcı kısıtlamalara karşı çıkan A.B.D. Uluslararası İş Konseyi tümüyle bir serbest piyasa yaklaşımı olamayacağını ve hükümetin emisyon alım satımı için kural ve yöntem belirlemesi gerektiğini dile getiriyor. Bazı şirketler A.B.D.’nin yaklaşımının rakiplere yeni teknolojiler oluşturmaları için avantaj sağlayacağını ve bu yüzden ekonomiye zarar vereceğini düşünüyor. DuPont’dan Thomas Jacob iklimle ilgili kararların uzun vadede endüstriye daha fazla paraya mal olacağından ve “Amerika’nın ekonomik üstünlüğünü tehdit edebileceğinden” korkanlardan. American Electric Power, Cinergy, Enron ve Entergy gibi şirketler hükümete sera gazları emisyonlarına belli sınırlar getirmesi için baskı uyguluyor; Southern Company ve Peabody Energy gibi diğer şirketler ise sınırlamalara karşı çıkmaya devam ediyor. BP ve Shell gibi çokuluslu şirketler ise yurtdışı operasyonları anlaşmaya tabi iken A.B.D.’deki tesislerin anlaşma dışında kalmasına bir anlam veremiyor. Büyük bir enerji şirketinin bir yöneticisinin New York Times’a verdiği demece göre, “Şirketler politikada kesinlik arıyor. Bush ise ortalığı bulandırmaktan başka bir şey yapmadı.” 26 Bu çalkantılar durulmadan önce daha da şiddetlenebilir fakat endüstrinin uzun vadede izleyeceği yol daha açık hale geliyor. Eğer Kyoto Protokolü yürürlüğe girerse özel sektör düşük emisyonlu teknolojilere ve uygulamalara milyarlarca dolarlık yatırım yapacaktır. Şirketler iklim değişikliğinin getirdiği riskleri ve fırsatları daha iyi görmeye ve emisyonların azaltılmasının kaçınılmaz olduğunu anlamaya başladıkça dirençleri de azalacaktır. Bu da politikanın dinamiklerini değiştirecektir. Tablo 2-3. Bazı Şirketlerin Sera Gazı (SG) Emisyonlarını Azaltmaya Yönelik Hedefleri Şirket Hedef(ler) ABB 2005 yılına kadar SG emisyonlarını yılda yüzde 1 oranında azaltmak Alcan SG emisyonlarını 2001-2005 arasında 500.000 ton azaltmak Alcoa SG emisyonlarını 1990-2010 arasında yüzde 25 azaltmak Baxter International 1996-2005 arasında enerji kullanımı ve bunun beraberinde getirdiği SG emisyonlarını ürün değeri birimi başına yüzde 30 azaltmak BP 1990-2010 arasında SG emisyonlarını yüzde 10 azaltmak Dow Chemical 2000-2005 arasında üretimde pound başına düşen enerji kullanımını yüzde 20 azaltmak DuPont 1990-2010 arasında SG emisyonlarını yüzde 65 azaltmak Toplam enerji kullanımını 1990 değerlerinde sabit tutmak 2010 yılına kadar genel enerji kullanımının yüzde 10’unu yenilenebilir kaynaklardan elde etmek Entergy 2005 yılında A. B.D. enerji santrallerinden kaynaklanan CO2 emisyonlarını 2000 değerlerine çekerek sabitlemek Federation of 1990-2010 arasında elektrik üretiminden kaynaklanan CO2 emisyonlarını yüzde 20 Electric Power oranında azaltmak Companies of Japan IBM Yakıt ve elektrik kullanımından kaynaklanan CO2 emisyonlarını 1998-2004 arasında belirlenen sınırın yılda ortalama yüzde 4 altında indirmek Intel 1990-2010 arasında perflorokarbon (PFC) emisyonlarını yüzde 10 azaltmak. Interface 1996-2005 arasında üretim birimi baş ına kullanılan yenilenemeyen kaynaklardan gelen enerjiyi yüzde 15 azaltmak Johnson&Johnson 1990-2010 arasında SG emisyonlarını yüzde 7 azaltmak Nike 1998-2005 arasında SG emisyonlarını yüzde 13 azaltmak Ontario Power 2000 ve sonrasında CO2 emisyonlarını 1990 değerlerinde sabitlemek Pechiney 1998’den 2008-12’ye kadar SG emisyonlarını yüzde 15 azaltmak Shell International 1990-2002 arasında SG emisyonlarını yüzde 10 azaltmak STMicroelectronics 2010 yılına kadar CO2 emisyonlarını sıfıra indirmek 27 Suncor 1990-2010 arasında SG emisyonlarını yüzde 6 azaltmak Toyota 1990-2005 arasında CO2 emisyonlarını yüzde 5, 1990-2010 arasında yüzde 10 azaltmak TransAlta 2024’e kadar Kanada’daki faaliyetlerinden kaynaklanan SG emisyonlarını net sıfıra indirmeyi başarmak United Technologies 1997-2007 arasında enerji tüketimini satış yüzdesi bazında yüzde 25 azaltmak Şirketler ayrıca emisyon alışverişinin yayılması için açık kurallar getirilmesi gerektiğini anladıkça bu alanda daha aktif hale gelecektir. Genelde iş dünyası ayaklarını sürüyerek arkadan gelen biri olmak yerine daha aktif bir kişilik sergilemeye başlayabilir ve ortaya çıkmakta olan karbon piyasasının kurallarını oluşturmakta bir rol oynayabilirler. Politikanın Rüzgâr Gülü Uluslararası iklim politikalarının Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi öncesindeki aylarda nasıl bir yön izleyeceği henüz belirsiz. Küresel politika gündeminin ilk sıralarına oturan terörizm ve ekonomik durgunluk, ülke liderlerinin iklim değişikliği konusundaki görüşmelere verdikleri önemi azalttı. Ancak Bonn anlaşmasında varılan uzlaşmaların yarattığı ortamda süreci bloke etmek diplomatik açıdan daha zor hale geldi – öte yandan taraflar, rejime katılmanın yararlarının potansiyel maliyetlerini geride bıraktığını düşünmeye başlıyorlar. 2001 sonu itibariyle, A.B.D.’nin kararına karşın Kyoto Protokolü’nün 2002 yılı sonunda yürürlüğe sokulması için çabalar yoğunlaşmaktaydı (Bakınız Kutu 2-3.) Sorun, protokolün henüz ele alınmamış olan ayrıntılarının zamanında görüşülüp ulusal hükümetlerin paktı onaylayıp bağlayıcılığı olan uluslararası bir anlaşma haline getirebilmeleri için yeterince zaman bulunup bulunmadığı. Kyoto Protokolü’nün prosedürlerini ve kurumlarını içeren “kural defteri” Ekim sonunda ve Kasım başında Fas’ta son halini alacaktı. Marakeş’te ele alınacak konular arasında Temiz Kalkınma Mekanizması’nın Yönetim Kurulu Başkanı’nın seçimi ve gelişmekte olan ülkelere yönelik fonların eşgüdümünü sağlayacak bir sistemin kurulması yer almaktaydı. Bonn anlaşması da nükleer enerjinin emisyon azaltma hedeflerine ulaşılmasında nasıl kullanılabileceğini, ülkeler arasında uygulanacak karbon alışverişinin kurallarını ya da karbon emme havzalarının ölçümü için hesap yöntemlerini belirlemekte yetersiz kaldı. Bu konularla ilgili kararlar Marakeş’te bir sonuca bağlanıp Bonn’da alınan kararlarla birlikte bir paket 28 halinde resmen benimsenecek, böylece ülkelerin bu kararları onaylaması için gerekli yol açılmış olacaktı. Protokolün onaylanması ile ilgili politik açıdan en hassas konulardan biri protokolün uluslararası ticari rekabet gücü üzerindeki olası etkisidir. Marakeş görüşmeleri başlarken Bush yönetimi Kyoto anlaşmasının şirketleri pahalı teknolojiler kullanmaya zorlayarak A.B.D. endüstrisinin rekabet gücünü azaltacağını öne sürdü. Bu arada Japonya Ekonomi, ticaret ve Sanayi Bakanlığı ve Japon sanayi kuruluşları, eğer A.B.D. firmaları emisyonlarını azaltmak zorunda kalmadan kendileri emisyon indirimine giderse Japon şirketlerinin dezavantajlı bir konuma düşeceğinden endişelenmekte. Bazı A.B.D., Avrupa ve Kanada firmaları da A.B.D.’li rakiplerinin karşı karşıya olmadığı emisyon sınırlamalarının getireceği mali yükü sırtlayarak rekabet güçlerini kaybedecekleri endişesini taşıdıklarını belirtmişlerdir. Ne var ki son araştırmalar AB ve Japonya’nın rekabet gücünün A.B.D. olmadan Kyoto Protokolü’nü uygulamakla fazla azalmayacağını gösteriyor. Aslında bu ülkeler kısa vadede A.B.D. şirketleri emisyon alışverişi piyasasına girmeyeceği için emisyon izinlerinin fiyatlarının düşmesi nedeniyle bu durumdan yarar da sağlayabilecekler. Japonya Çevre Bakanlığına bağlı Ulusal Çevre Araştırmaları Enstitüsü Amerikalı alıcıların piyasaya girmemesi durumunda emisyon izni fiyatlarının bir ton karbon başına 69 A.B.D. dolarından 23 dolara düşeceğini, bu sayede Japonya’nın Kyoto hedefine küresel rekabet gücünde belli belirsiz bir azalma ile ulaşabileceğini tahmin ediyor ve GSYH’de beklenen tahmini artışın ancak yüzde 0,07 oranında azalacağını öne sürüyor. 29 KUTU 2-3. KYOTO PROTOKOLÜ NASIL YÜRÜRLÜĞE GİREBİLİR? Kyoto Protokolü, 1990’da sanayileşmiş ülkelerin ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin neden olduğu toplam emisyonun yüzde 55’ini temsil eden 55 ülke tarafından onaylanana kadar devletler hukukunun bir parçası haline gelmeyecektir. Ekim 2001 itibariyle protokolü onaylanan ülkelerin sayısı 40’tı. Bunların çoğu, aralarında Arjantin, Meksika, Senegal ve Trinidad ve Tobago gibi küçük ada devletlerinin bulunduğu gelişmekte olan ülkelerdir. Eğer A. B.D. protokolü onaylamama kararını alırsa protokolün yürürlüğe girmesi için Avrupa Birliği, Rusya, Japonya, Kanada ve Avustralya’nın onayı gerekecektir (Tabloya bakınız). Bu ülkelerin hükümetleri, protokolü 2002 Johannesburg Zirvesi’nden önce onaylama niyetinde olduklarını belirtmişlerdir. Ek 1 Ülkesinin Payı 1990 Karbon Emisyonları (yüzde) Ülke Amerika Birleşik Devletleri Avrupa Birliği Rusya Japonya Polonya Diğer Avrupa ülkeleri Kanada Avustralya Yeni Zellanda Toplam 36,1 24,2 17,4 8,5 3,0 5,2 3,3 2,1 0,2 100 Japonya sanayiinin hukuki düzenlemelere teknolojik değişikliklerle uyum sağlama geleneğinin olduğu düşünülürse bu tahmin kötümser bile kabul edilebilir. Eğer Japon şirketleri enerji vergileri karşısında pasif kalırsa GSYH gerçekten de düşebilir. Fakat daha gerçekçi bir senaryoya göre sanayi kuruluşları, özellikle de otomotiv şirketleri, teknolojik yenilikler aracılığıyla verimlerini arttıracak, enerji tüketimini azaltacak ve sonuçta da fiyatlarını düşürecektir. Japon araba imalatçıları, özellikle de Honda, A.B.D.’de 19701980’lerde devreye giren temiz hava mevzuatına ve petrol krizine böyle cevap vermiş ve araç emisyonlarını azaltarak araba kalitesini arttırmışlardı. Bugün Japon araba üreticileri A.B.D. otomobil piyasasında yüzde 25 paya sahip. (Honda ve Toyota, Japonya ve A.B.D.’de binek otomobillerin ortalama yakıt tasarrufunu ikiye katlayan melez elektrikli otomobilleri piyasaya süren ilk kuruluşlar oldular. Japonya’da trafikte 50.000’den fazla Toyota melez elektrikli otomobil var; Honda da kendi ürettiği melez arabalardan A.B.D.’de 5.000’den fazla sattı.) Japon danışmanlık şirketi Shonan Econometrics’in yaptığı bir araştırmaya göre, şirketler gecikmeden kendi bünyelerinde protokolü uygulamaya başlarlarsa Japonya’nın GSYH’si yüzde 0.9 oranında, yani 47,3 milyar dolar artabilir. Diğer ülkeler de Japonya’nın 30 Kyoto’yu uygulaması sonucunda ortaya çıkacak etkilerden yararlanabilirler: Bu durumda Güneydoğu Asya’nın GSYH’si 11,5 milyar dolar, Batı Avrupa’nınki ise 13,9 milyar dolar artabilir. Araştırmanın vardığı sonuca göre “Japonya inisiyatifi üstlenerek Kyoto Protokolü’nü onaylarsa kendi ekonomisine büyük yararlar sağlayabilir ... Japonya açısından protokolün onaylanması ekonomik durgunluğa son verecek bir atlama taşı olabilir.” Peki ya Avrupa? AB’nin, A.B.D. olmadan Kyoto Protokolü’nü onaylaması sonucunda ortaya çıkacak etkiler üzerine yapılan maliyet ve yarar araştırmaları AB’nin kazançlı çıkacağını gösteriyor. Hollanda danışmanlık firması ECOFYS’e göre AB, ekonomisinin rekabet gücüne zarar vermeden Kyoto hedeflerinin yüzde 85-95’ini yerine getirebilir ve benimseyeceği bir takım politikalarla rekabet gücünü koruyabilir. Kyoto hedeflerini yerine getirmenin maliyeti 2010 yılında GSYH’nin yüzde 0,06’sı gibi düşük bir tutar olabilir. İklim politikaları diğer hava kirletici maddeleri de azalttığı için asit yağmurunu durduracak ve artık tamamlanma aşamasında gelmiş olan teknolojilerin sağlayacağı tasarruflar da bir an önce ortaya çıkabilir. Danışmanlık firmasının araştırmasına göre Kyoto Protokolü’nün AB tarafından tek taraflı olarak uygulanmasıyla Avrupa endüstrisi sera gazlarını azaltabilecek yenilikçi teknolojilerin geliştirilmesinde öncü rolünü üstlenebilir. Öte yandan protokol uygulanmazsa uzun vadede sera gazlarının azaltılması çok daha yüksek maliyetler getirebilir. Raporun yazarlarından Profesör Kornelis Blok, “Eğer A.B.D. Kyoto’yu onaylamaz, AB ve Japonya ise onaylarsa, AB ve Japon bu işten kârlı çıkacaktır,” diyor. A.B.D.’de yüksek düzeyde oluşturulan bir görev gücü, protokole bir alternatif üretme çabalarında oldukça yavaş davranmaktadır. Kyoto Antlaşması’nın uygulanamaz olduğu konusunda aceleyle varılan siyasi karar, protokole uyumun yüksek maliyet getireceği sonucunu veren geleneksel modellerden yararlanan ve bu yüzden de yavaş davranılması gerektiğini düşünen ekonomistler tarafından düşünsel açıdan desteklenmektedir. A.B.D. hükümeti de, merkezi A.B.D.’de bulunan Dış İlişkiler Konseyi’nde Kıdemli Araştırmacı olarak çalışan ve uluslararası iklim sürecini uzun zamandır takip eden David Victor gibi yorumcuların savlarından da seçici bir biçimde yararlanmıştır. The Collapse of the Kyoto Protocol and the Struggle to Slow Global Warming (Kyoto Protokolü’nün Çöküşü ve Küresel Isınmayı Yavaşlatma Mücadelesi) adlı kitabında Victor, anlaşmanın yürürlüğe girmesi ihtimalinin zayıf olduğunu ve protokolün başarısız olması sayesinde ortaya daha gerçekçi alternatifler çıkacağını öne sürüyor. Dünya çapında bir emisyon alışverişi sisteminin pratik olmadığını savunan Victor, emisyon vergileri gibi ulusal politikalar üzerinde durulması gerektiğini söylüyor ve A.B.D.’nin ısrarla üzerinde durduğu bir yaklaşımı vurgulamış oluyor. 31 Kyoto Protokolü’ne getirilen bu tarz eleştiriler gelecekte bizi bekleyen etkin emisyon takibi yöntemlerinin geliştirilmesi ya da anlaşmaya uyulmasının sağlanması gibi sorunları tanımlamamız açısından yararlı. Ancak bunlar halledilebilecek sorunlar ve hiçbiri çok büyük hatalar değil. Bugüne dek sunulan alternatiflerin hepsi siyasi açıdan şu anda oluşturulmakta olan rejime göre çok daha sorunlu. Imperial College’dan Michael Grubb’un Victor’un kitabının eleştirisinde belirttiği gibi, “bütün bunların çözümü var, üstelik de ironik bir şeklide, A.B.D. yönetimi Kyoto müzakerelerinden çekildikten sonra bu çözümlerin bulunması daha da kolay olabilir.” Bu yoruma kehanet de denebilir; belki de gerçekten Amerika Birleşik Devletleri sürecin dışında kaldıktan sonra uluslar arası toplum anlaşmayı daha kolay yürürlüğe sokabilecek. Gerçekten de Kyoto üzerine bu süreci hazırlayan uzmanların görüşleri Winston Churchill’in demokrasi hakkındaki sözlerini hatırlatıyor – demokrasi en kötü yönetim biçimidir ama alternatifleri düşünürsek aslında en iyisi olduğunu görürüz. Bonn görüşmelerinin büyük bir başarıyla tamamlanmasını sağlayan Hollandalı çevre bakanı Jan Pronk, “Kyoto’nun tek çıkış noktası olduğunu” iddia ediyor. Shell Vakfı’nın oluşturduğu bir uzmanlar ağı olan Climate Strategies (İklim Stratejileri) için yaptıkları bir araştırmada, Benito Muller ve Oxford Enerji Araştırmaları Enstitüsü’ndeki meslektaşları, emisyon yoğunluk hedefleri ve emisyon alışverişinde fiyat tavanları getirilmesi gibi A.B.D. hükümetinin değerlendirdiği diğer alternatifleri incelediler. Araştırmacılar, bu alternatiflerin uluslararası toplum tarafından kabul görmeyeceği ve A.B.D.’nin müzakerelerden ayrılma nedenleri düşünüldüğünde Kyoto’ya inanılır ve sağlam bir alternatif geliştirmesinin mümkün olmadığı sonucunda vardılar. Eğer Kyoto kurtarılabilirse dünyanın bir numaralı emisyoncusu sürece yeniden katılabilir mi? Micheal Grubb tarafından yürütülen bir diğer Climate Strategies araştırması, güvenilir alternatiflerin bulunamadığı bir ortamda Kyoto Protokolü’nün iklim değişikliği konusunda küresel bir çözüm getirilebilmesi için tek yöntem olacağını savunuyor. Rapor, AB, Japonya ve Rusya ile işbirliği yaparak uluslar arası bir çabaya önderlik eder ve protokolü yürürlüğe sokabilirse A.B.D.’nin protokole yeniden katılacağını öne sürüyor. Araştırmacılara göre bu sayede: • Emisyon kontrolü için uzun dönemli bir yapı oluşturulacak ve bu konuda çabaların devam etmesi için çalışan uluslararası çerçevenin güçlenmesi mümkün olacak; • Sanayileşmiş ülkeler bu konuda liderliği üstlenecek ve böylece diğer ülkeler daha sonraki aşamalarda sürece katılabilecek; 32 • Özel sektör daha emin bir şekilde hareket edecek, teknolojik ilerlemeleri destekleyerek enerji tasarrufu sağlayan, düşük karbon teknolojilerinin gelişimini sağlayacak. Güvenilir alternatiflerin bulunamadığı bir ortamda Kyoto Protokolü, iklim değişikliği konusunda küresel bir çözüm getirilebilmesi için tek yöntemdir. Araştırmaya göre, A.B.D. ilk aşamada sürecin dışında kalsa da ticari baskılar yüzünden Amerikan özel sektör yatırımları düşük karbon teknolojilerine yöneleceklerdir. Farklı iklim politikalarının ekonomik yararlarını göstererek AB ülkeleri, A.B.D. Kyoto’yu onaylasın onaylamasın, benzer politikaların orada da uygulanmasını sağlayabilir. Diğer bir deyişle, “Kyoto’dan şaşmamak” A.B.D.’li ya da A.B.D.’siz harekete geçmenin en iyi yolu olabilir. Bu tartışmalar, karar verici mercileri, önümüzdeki onyıllarda emisyonların azaltılması, A.B.D. ve gelişmekte olan ülkelerin bu çabalara katılmalarının sağlanması gibi uzun vadeli hedeflerden caydırmamalı. Harvard Üniversitesi Kennedy School of Government’dan Edward Parson’un da belirttiği gibi ozon katmanın incelmesini yavaşlatmak için yapılan çalışmaların verdiği dersler yararlı olabilir; ancak bu dersler pek dikkate alınmıyor. 1987 Montreal Ozon Katmanını İnceltici Maddeler Protokolü A.B.D. tarafından Reagan yönetimi sırasında imzalanmıştı. Bugün 177 ülke tarafından onaylanmış olan bu protokol, ilk belirlediği düzeyler yüzünden değil, sanayi ve hükümetlerin ilk aşamada oldukça sıkı sayılabilecek hedefleri kabul etmelerine yardımcı olacak kadar esnek olduğu ve dünyanın ortak bir yönde ilerlemesine izin verdiği için başarılı oldu. 15 yıl içinde Montreal Protokolü’nün hedefleri bilim ve teknolojide gerçekleşen ilerlemeler ve uzmanların görüşleri uyarınca beş kez değiştirildi. Bu esnek yaklaşım sayesinde özel sektör ozon tabakasını inceltici kimyasalların kullanımını azaltma çabalarına katkıda bulundu ve bu kimyasalların yerine kullanılacak maddelerin getireceği ticari fırsatları belirleyebildi. Çoktaraflı bir fon sayesinde mali teşvik ve teknolojik destek sağlayan protokol, Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeler için diğer ülkelerle eşit bazı bağlayıcı taahhütleri zaman içinde yürürlüğe soktu. 1987’den bu yana küçük bir maliyetle ozon katmanını incelten maddelerin kullanımı dünyada yüzde 90 oranında azaldı. Parson’a göre bu deneyimi iklim değişikliği sürecine uygulayabilmek için endüstriye yenilik yapması için mali teşvikler getirilmesi gereği üzerinde durulması gerektiğini belirtiyor ve A.B.D.’nin iç politikalar nedeniyle bu konuya daha ciddi bakmaya başlayacağına inanıyor. 33 A.B.D.’de daha akılcı bir yaklaşım Beyaz Saray’da değil ama konuyla ilgili her iki partinin de yurt içinde ve uluslararası düzeyde harekete geçilmesi için görüş birliğine vardığı Senato’da ortaya çıkıyor. Ağustos 2001’de Senato Dış İlişkiler Komitesi oybirliğiyle A.B.D.’nin Kyoto anlaşması ya da buna alternatif, bağlayıcılığı bulunan bir pakt aracılığıyla, ülkenin ekonomik çıkarlarına uygun ve gelişmekte olan ülkeleri kapsayacak bir biçimde uluslararası müzakerelere katılması çağrısında bulundu. Kongre ayrıca çeşitli iklim teknolojisi girişimlerini değerlendirmeye başladı; bunların arasında mevcut temiz hava mevzuatına karbondioksitin eklenmesi, yurtiçinde karbon emisyonlarının kontrol altına alınması için programlar ve emisyonlarını yasaların öngördüğü tarihten önce azaltan şirketlerin fazladan puan kazanmasını sağlayan “erken eylem” programları yer alıyor. Bu girişimler sayesinde A.B.D. Kyoto’ya paralel bir gelişme gösterebilir ve iklim mücadelesinin ancak ve ancak iç politikaların uygulanması sayesinde ülke içinde kazanılabileceğini hatırlayabilir. Ancak uluslararası çerçeve, iklim sürecindeki gelişmelerin merkezinde yer almaya devam edecektir ve A.B.D. iklim müzakerelerinde Avustralya, Kanada, Japonya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler üzerindeki etkisini kaybetmişe benzemektedir. Gerçekten de A.B.D.’nin aniden müzakerelerden çekilmesi bu ülkelerin dışişleri bakanlıklarında ters bir tepki yaratmış, A.B.D.’yi dışlayarak Avrupa Birliği ile anlaşma yoluna girmelerine neden olmuştur. Bu özellikle Kyoto Protokolü’nü kurtarmayı bir itibar meselesi olarak gören ve iklim diplomasisinin önemli aktörlerinden biri haline gelme olasılığı bulunan Japonya için geçerlidir. Ekim 2001’de Japon hükümeti Diet’in 2002 yılı başında protokolü onaylamaya çalışmalarına başlayacağını duyurdu; Başbakan Koizumi Kabineye ayrıntıları inceleme talimatını verdi, bu arada bazı devlet kuruluşlarına paktı uygulamak için gerekli yeni iç politikaları oluşturmaları yönünde direktif verildi. Japon yetkililer A.B.D.’nin anlaşma masasına yeniden oturması için ikna turalarına çıkmayı da planlamakta. İklim politikaları bir boşluk içinde işlemez; bu konudaki uluslararası ve ulusal süreçler terörist saldırılardan ve 2001’in sonunda ortaya çıkan ekonomik durgunluk işaretlerinden bir şekilde etkilenecektir. Terörizmle mücadele konusuna ağırlık verilmesi, iklim değişikliğine yönelik küresel çabaları zayıflatabilir. Ekonomik durgunluk ya da enerji güvenliği ile ilgili endişeler, ekonomik sonuçları belirsiz olan bir anlaşmanın uygulanmasını bir kenara bırakalım, imzalanması çabalarını bile engelleyebilir. Aynı zamanda geleneksel dış politika çevrelere bile iklim değişikliğinin terörizmle ortak bazı yönleri olduğunu anlamaya başlıyorlar: her ikisi de dünya güvenliğine ve insanlığa yönelen yeni ve büyüyen birer tehdit. Uzmanlar on yıldan uzun bir süredir iklim değişikliği konusunda uyarıda bulunuyorlar. Bu sorunun çözümü, kısa vadede nispeten düşük 34 sayılabilecek bir maliyetle başarılabilir. İklim değişikliği sınır tanımıyor ve uluslararası düzeyde daha fazla işbirliği gerektiriyor. Gerçekten de Bonn’da kaydedilen ilerleme tek taraflı yaklaşımların yerini çok taraflı yaklaşımlara bıraktığını gösteriyor, tıpkı terörizme karşı yürütülen küresel mücadelede olduğu gibi. İşbirliği gereksinimi Columbia Üniversitesi’nden Nobel ödüllü Joseph Stiglitz tarafından da vurgulanmakta. Stiglitz Ekim 2001’de ekonomi Nobelini aldığının ertesi günü tüm hükümetlere düşük maliyetli iklim politikaları benimsemeleri ve toplu küresel eyleme geçmeleri için çağrıda bulundu. Johannesburg Zirvesi iklim değişikliğini gündemin ön sıralarına yerleştirmek için eşi bulunmaz bir fırsat. Kyoto Protokolü’nün Zirve’den önce yürürlüğe girmesi sembolik bir önem taşıyacak, hükümetlere, şirketlere ve sivil topluma dünyanın en acil çevre sorunlarından birini çözümlemeye yönelik başlatılan uluslararası sürecin ivme kaybetmediğini, aksine kazandığını kanıtlayacak. Birçok gözlemci, protokolün Zirve’den önce yürürlüğe gireceği konusunda şüpheli. Öte yandan birçok gözlemci Kyoto’da müzakerelerin anlaşmayla sonuçlanacağı, ya da 2001 Bonn toplantısının sürece yeni bir soluk katacağı konusunda da şüpheliydi. Gelecekte bilimde olduğu gibi iklim değişikliği politikasında da sürprizlerle karşılaşabiliriz. DÜNYA ZİRVESİNİN İKLİ M DEĞİŞİKLİĞİ KONUSUNDAKİ ÖNCELİ KLERİ Ø Kyoto Protokolü’nü Dünya Zirvesi’nden önce yürürlüğe sokmak. Ø Atmosfer, enerji, finans, sanayi ve teknoloji alanlarında Gündem 21 uygulamalarını gözden geçirerek iklim değişikliği konusundaki gelişmeleri kaydetmek. Ø Kyoto Protokolü’nü uygulamayı amaçlayan politika yapıcıları için bir başlangıç noktası olarak IPCC Üçüncü Değerlendirme Raporu’nun önemini yeniden vurgulamak. Ø Johannesburg sonrası iklim müzakereleri için bir yol haritası oluşturarak A. B.D.’yi sürece geri çekme gereği üzerinde durmak, ikinci bir emisyon indirimi dönemi oluşturmak ve emisyon hedefi olan ülkeler grubunu genişletmek. Ø Birleşmiş Milletler ve özel sektör arasında 2000’de kurulan Global Compact’tan yola çıkarak gönüllü bir Global Climate Compact oluşturmak ve iş dünyasının liderlerinden enerji-etkin ürünler, yenilenebilir enerji, hidrojen ve hücre yakıt teknolojilerini daha hızlı uygulamaya koyma yolunda taahhüt almak. 35